Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 167

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.171 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ekim 2006       Mesaj #1661
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
küsme sen gülümse(v)meye.....

Sponsorlu Bağlantılar
kendine sarılıyorsun bu ummanda,
kendinden başka kendin olmadığını bilerek..
ödünç alınmış acılardan çok
beslediğin düşlerin tam orta yerinden kırılması
daha bir elim geliyor sana.

küçük bir kızken düşüp yaraladığın
kanayan dizlerinin,dirseklerinin üzerine
"şimdi öpünce iyileşir!" diyerek
şefkatle eğilen annenin,
içinin cız ettiğini bildiğin
iyicil tavrı gibi geliyor
kimi zaman içine dönük benliğin..

dışına taşanlar öylesine normal ki!..
sessiz haykırışlarının bir simgesi adeta
şaşkın ama imtiyazssız halin..

seni duyduğumu sanıyorum
sanrı olduğunu bile bile!..
ya da sandıklarıma benzetiyorum
acıyla beslediğin yakın geçmişimi.
sünger bir doku gibi
içine çekme halinin hüzüncesinde
bir ayrıcalık ayırdım sana,
koca bir sokak,
geniş bir bahçe belkide!..
"a"dan "z" ye
ortak ıstırapların yetiştirdiği bu ülkede
esasen hangi sokak,
kime/ne yasak gözbebeğim?

iki göğsünün arasına aldığın
koca bir hayatı solumakta çektiğin ağrılı çabaya
yabancı değilim sencileyin,
ya da gece üzerine çektiğin
kirletilmiş yıldızları düşlerinle temizleyip
bir sonraki gecenin tavanına
nasılda fosforışıl astığını
görmeyecek kadar
kadınlıktan uzak..

seyir-sefer,
kaptan-sefine..
kimbilir belkide
sorun ve çözümün yer değiştirdiği
bu maymunlar cehenneminde,
ip ucunun olmadığını bile bile
karşı kıyıya geçmeye çalışan
dibi delik ve çoktan su almış
iki tekneyiz seninle..
iki anka kuşu..

yarışmadan baktığımız saatlerimizi
zamana kurmayı çoktan rafa kaldırdık.
ya kapımız çaldığında
sağır sessizlikten kaldırıp hülyalı bakışlarımızı
akrebi sokuyoruz heycan menzilimize,
ya da yelkovanın
yeldeğirmenli şehirlerinden geçiyoruz
hasat mevsimi nadasa yatırdığımız
kafalarımızın kiralanmaya hazır
endişeleriyle..

bir gün...
bir gün gözlerindeki telaşın
acele etmek yolunda olmadığını öğreneceksin
veya hızla giden
senin hayatının duraklarında
nasılda balık istifi olduğunu göreceksin
insanların..

lütfen anlama..
anlamaya kalkma
lam/sız/an-ların boşluklarını..

bir elinin serçe parmağı kadar kısa olan yaşamda
bir tek övgün olsun
sövgün kırılganlıklara karşın.
de/ki biz vesileyiz,
zamanı gelince çekip gideriz incitmeden.
incinmişliğin,incitilmişliğin hesabını ise
bakarken kör,
duyarken sağır olan,
dokunurken duyamsamayan,
umarsız hissizlere bırakırız
ödev olarak...

yeterki sen,
gülümse(v)meye küsme .......


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ekim 2006       Mesaj #1662
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İstanbul' da Bir Bahar Sabahı

Sponsorlu Bağlantılar
Dün yine İstinye’ ye bakan balkonumdan denizi seyrediyordum. İstinye koyu, yine sahile sırtını vermiş, onlarca alacalı tekneyi ve lüks yatı koynuna almıştı. Gün ağarmıştı ve güneş en centilmen haliyle savuruyordu kendini. Sahile vuran ışık hüzmesi, teknelerin kırışık yüzlerini yalayarak geçiyor, martıların gökyüzündeki oyunlarına eşlik ediyordu. Alçalıp yükselerek suya teğet geçip, birkaç ufak balığa sahip olma dürtüsüyle uçan bir martının, sürüden ayrılışına ve özgürlüğünü haykırırcasına çıkardığı sese dikkat kesildim. Gözümü ayıramadığım ve daima içinde olmayı hayal ettiğim yatlar bile bu kuş kadar özgür değildi. Suya karışan motor gürültüleri içinde ve sadece sahiplerinin koruması altında onların rotaları hep aynıydı. Ya martılar? Hayat hep onların kanatları altında mıydı? İki kollu, iki bacaklı ve iki gözlü insanoğlu ne kadar hürdü? Ne kadar mutluydu ve arada bir zafer çığıkları atabiliyor muydu?
Gözlerimi ufuk çizgisinin biraz üzerine sabitlemiş, olup biteni izlerken, yakmak üzere elime aldığım sigaranın parmaklarımın arasından kaydığını hissettim. Önce balkon parmaklıklarına sonra alt katın yarı delik duvarlarına çarpa çarpa düşüşünü hayretle izledim. O da ipini koparmış; ancak fazla dayanamayıp, oyuncak bulmuşçasına kendine doğru hızla koşan bir köpeğin keskin dişleri arasına teslim olmuştu.
Sabah, neşesine kavuşmaya başlıyor, bir kahvaltı öncesi şahit olunan üç beş ayrıntıya ‘’bana ne’’ dercesine ele veriyordu kendini. Ana caddeye dört tekerlilerin motor gürültüleri yayılırken, denize yüzünü dönmüş ve çakıl taşları arasında ziyaret edilmeyi bekleyen eski iki bank da sahiplerini bulmuştu.
Bir bardak çayımı yudumlarken, eski İstanbul hanımefendilerini andıran yaşlı bir kadının, bastonu yardımıyla banka yerleşmeye çalıştığını gördüm. Eline bastonu yere bir kaç kere vurduktan sonra başındaki çiçekli hasır şapkayı düzeltip, benim de az önce gözlerimi sabitlediğim noktaya bakmaya başlamıştı. Bastonu tuttuğu elindeki yüzüğün pırıltısı, uzaktan farkedilecek kadar büyüleyiciydi. Kadın, hemen yanındaki bankodan gelen hafif gülüşme seslerine kayıtsızdı. Birbirine sokulmuş bir genç çift, bu güzel bahar gününün ılık esintilerini, birbirlerine yaptıkları ufak latifelerle hissetmeye çalışıyor ve hallerinden oldukça memnun görünüyorlardı. Arada bir biri diğerinin kulağına eğilerek birşeyler söylüyordu, belli ki sevgi sözcükleri mırıldanıyorlardı. Seneler önce oyuncusu sen ve ben olan bir kuğu gölü sahnesini anımsatıyorlardı bana.
Çayımdan bir yudum daha aldım. Derin bir iç çekişten sonra tarçın kokan sıcak kurabiyemden bir parça ısırdım. Artık güneş, doğrudan yüzüme vuruyordu. Ve ben, güneşin sıcaklığını hissedebildiğim, çayın ve kurabiyelerin midemde bıraktığı derin hazzı keşfedebildiğim için kendimi mutlu sayıyordum.
Banktaki yaşlı kadın da hayatının bir kısmında, bugün ya da bir kaç saat önce, belki de şu an, benim kadar mutlu hissedebilmişmiydi ki kendini? Sorsam ‘’evet’’ diyeceğini tahmin edebiliyordum. Alyansının parmağında yarattığı derin estetik, deniz kıyısında köhne bir bankta asil duruş ve yeri göğü delercesine bir bakış hayatın ta kendisiydi onun için. Ve ne kadar ihtişamlıydı!
Sessizliğim yine kısa sürdü ve bir hıçkırık sesiyle kendime geldim. Yaşlı kadın, yüzünü yanındaki banka çevirmiş, meraklı gözlerle genç çifti izliyordu. Az evvelki mutluluk tablosundan eser kalmamış, dünyaya meydan okurcasına kendilerini kavga telaşına vermişlerdi. Tümceler, martı seslerine karışıyor, bulutlu bir hava güneşi örseliyordu. Kızın gözlerinden süzülen iki damla yaş,erkeğin şaşkın bakışlarına eşlik etmiş, kızın ok gibi yerinden fırlayışı, erkeği de galeyana getirmişti. Bir çift yürek, köhne bir bankta tarihe geçmiş, gözyaşları deniz suyuna karışmış ve on dakikalık tebessüm kokulu hatıra, yaşlı kadına da mazi olmuştu.

Hayat böyle birşeydi demek ki sevdiğim. Aşklar, ayrılıklar ve nice hayatlardı on dakikada şahit olunan. Parmaktaki bir alyans kadar parıltılı ve belki de tahta bir bankın şahit olduğu kadar hüzünlüydü yaşam. Biz de yaşamdan nasibini alanlardan mıydık? Yokluğun, her gece yeryüzüne düşen bir göktaşı kadar şiddetli, hasretin, canımı suya, taşa, toprağa feda edecek kadar kıymetli ve aşkımız, sonu mutlu biten bir masal kadar gerçekti. Masalların sonu mutlu biter değil mi sevdiğim? Mutlu biter değil mi? Sevdiğim ne olur söyle, mutlu biter değil mi?

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ekim 2006       Mesaj #1663
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ince kalpli dondurmaci
Arkadaşım Gayle dört yıldan bu yana kansere karşı yaşam mücadelesi veriyordu.

Diğer arkadaşlarımla birlikte onu ziyarete gittiğim bir gün çocukluk düşlerimizden söz ediyorduk. Gayle başını pencereye doğru çevirdi. Gözleri çok uzaklarda, sesi sitem dolu
“Ben, kumandalı, kırmızı bir oyuncak arabamın olmasını isterdim hep, ama doğum günümde ne istediğimi söylersem; dileğimin gerçekleşmeyeceği korkusuyla hiç kimseye söyleyememiştim bunu. Bu nedenle de asla radyolu, kırmızı bir oyuncak arabam olmadı.” dedi.

Gayle’i ziyaretimden bir kaç gün sonraydı. Çok sevdiğim dondurmayı almak için sırada beklerken birden dondurmacının vitrinindeki kırmızı oyuncak arabayı gördüm.

Yanına da bir not iliştirilmişti:
"Dondurmanızı alırken vereceğimiz kuponu doldurmayı unutmayın, belki de çekiliş sonunda bu kumandalı araba sizin olabilir."

Hemen Gayle’in sözleri geldi aklıma. Bir kaç hafta boyunca sürekli dondurma alıp, verdikleri kuponları doldurdum. Hiç bir çekilişte de kazanamadım. Bu kırmızı arabayı mutlaka Gayle’e almalıydım.

Dördüncü haftanın sonunda artık çekilişte kazanmaktan ümidimi yitirmiştim.

Dükkan sahibi ile konuşarak bana bu arabalardan bir tanesini satmalarını rica ettim.

Dükkan sahibi dört haftadır hergün dondurma alıp, kuponları doldurduktan sonra büyük bir heyecanla çekiliş sonuçlarına baktığımın gözünden kaçmadığını söyledi.

Ardından da gözlerimin içine bakarak:
"Söyler misiniz, neden bu kadar çok istiyorsunuz bu arabayı ?" diye sordu.

Gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan ona arkadaşımdan söz ettim. Çok etkilenmişti.
"İstediğiniz oyuncak arabayı verdiğiniz adrese göndereceğim" dedi.
Yazdığım çeki masanın üstüne bırakarak , büyük bir mutlulukla evime geldim.

Ertesi günü Gayle’i ziyarete gittiğimde gözleri ışı ışıldı. Elindeki kırmızı oyuncak arabayı göstererek küçük bir çocuk heyecanıyla:
"Bak" dedi. "Bunca yıl bekledim ama nihayet dileğim gerçekleşti, hem de tam istediğim gibi !"
Ertesi günü postacı bir zarf uzattı elime. Açıp okumaya başladım:
"Sevgili Bonnie, annem ve babam da kanserdi ve ikisinide, altı ay gibi kısa bir sürede kaybettim. İkisi içinde çok çabaladım ama doğrusu dostlarımın sevgisi ve cömertliği olmasaydı hiç bir şey yapamazdım. Gerçek dostlarım olduğu için kendimi hep şanslı hissettim. Gayle’de senin gibi bir dostu olduğu için çok şanslı. En iyi dileklerimle. Norma"

Dondurma dükkanının sahibiydi mektubu yazan. Benim masasına bıraktığım çek de zarfın içindeydi.



Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ekim 2006       Mesaj #1664
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
15 inde bir heyecan. Adı 17 heyecanın. Herhangi bir günde, herhangi bir çevrede. Aşkın adının yaz, umudun adının aşk olduğu bir gün. Pamuk teyze karşıdan geliyor. Yüzü yine alabildiğine güleç. Delikanlım nasılsın diyor. Hep öyle der zaten sevecenliliği, içinin güzelliği yüzüne vurmuş halde. İyiyim diyorum, siz nasılsınız, bir ihtiyacınız var mı. Eskiden öyleydi, saygı ve sevgi vardı, mahalle aile gibiydi. Yok sağol benim yavrum diyor. Yanındaki kıza dönüyor, dikkatimi çekmemişti, o da kim, nerden çıktı bu kız. Kızım, bu Zeliş’imin oğlu. Kızla bir an göz göze geliyorum. Hala anlayamadığım bir an. Bir yıldan az ama bir aydan fazla sanki. Bu da benim torunum diyor pamuk teyze. Teyze ne güzel diyorsun da ben bende değilim ki, toparlıyorum kendimi ve iyi günler diyorum, görüşürüz. Gittiğim yön onlara ters, ben kimim bilemiyorum uzaklaşırken her adımda…

Kaçırayım mı seni, önce köye gideriz, sonra döner geliriz eve. Nasılsa bizim için bir oda var. Kıyarız nikahı, atacak değiller ya, çalışırım sonra. Sizinkilerde söz edemezler, iki yıl sonra yaparız düğünümüzü. Bir sessizlik koptu, bir poşet rüzgarın etkisiyle havaya uçtu. Ses çıkarmadım, gözlerim gökyüzüne bakıyor. Hayır, gözlerim uzaklara bakıyor. Başımı çevirip bakıyorum ona. Gözlerinde bir hüzün var, yanaklarından süzülen yaşlar damla damla kayboluyor yanağında. Elleri elimde, gözlerimi yine bulutlara çeviriyorum, daha sıkı tutuyorum ellerini titrediği belli olmasın diye…

O gece uyku yok gözlerimde. Allah’ım gitmiyor gözlerimin önünden. Gözümü her kapatışım o gözlerle karşılaşmama yetiyor. Çare yok, nedir bu hal, ilk görüşte aşk mı. Gözleri ne kadar da güzeldi. Ceylan gözlü, kalbi de bir o kadar güzel olmalı. Yoksa bir göz beni bu kadar etkilemez ki. Nasıl bir şey bu. Ya o saçları. Simsiyah saçları. Tel tel dökülüyordu omuzlarından aşağı. Her bir tel i saymış mıydım ki hala aklımda o fotoğrafı. Nesin sen be kız, melek misin, nesin sen. Saatler ilerliyor ama o dakikada durdum ben. Benim için bir sonraki onu görüşüme kadar zamanın ilerleyeceği de yok. Görmeliyim, onu tekrar görmeliyim. Peki o ayrılırken yüzündeki gülümsemeye ne demeli, o da benim için öyle mi hissediyor aceba…

Beni çok sevdiğini, bana ne kadar değer verdiğini biliyorum. Seninle çok mutlu bir hayat süreceğime de eminim. Senin gibi biriyle karşılaşmadım dahi. Seni unutamam ama sonumuz olmayacak bizim. Sana kaçsam beni vururlar, sana kaçsam seni de vururlar. Bırakmazlar bizi. Hem nereye kaçacağız. Senin okulun var, seni bekleyen bir hayat var. Anlamazlar onlar, dinlemezler. Bizi hayat boyu bırakmazlar. Susmuştu, hıçkırıyordu, gözlerinden yaşlar durmak bilmeden akıyordu. Yaslandı omuzlarıma, sardım sımsıkı. Nefretim yükseldi bir şeylere. Hiç dinmeyecek bir nefret. Hıçkırmaları dinmiyordu. Elim saçlarını okşuyordu, sanki bırakmayacak gibi sarılıyordu, kimse ayırmasın der gibi. Ne ben konuşabiliyordum ne de o. Gözlerim uzaklara doğru dalmıştı. Liseye kadar okuyabilmişti, okumayı çok severdi, beni hep şaşırtırdı. Yıldızların adlarının ne anlama geldiğini dahi bilirdi. Bir bitkiye bakar onun içinde geçtiği bir şiiri kesin okurdu. Tarih bilgisi beni hayrete düşürürdü. Anlaşılmamıştı, ailesi gerek görmemişti okumasına da. Bırakmazlar dedi, bırakmazlardı da. Tek kişilik bir acı yoktu ortada. Ne ben ona, ne de o bana kıyabilmişti. Keşke dedim o gün, bilgisiz birer cahil olsaydık. Ne önünü ne sonunu düşünseydik.

Ertesi gün pamuk teyze yine gördü beni. Delikanlım müsait misin dedi. Buyur teyzem dedim. Bir şeyler alınacak, torunumla gider misin, hem biraz gezsin, evde sıkıldı. Olur dedim ki dememle elimin ayağıma dolaşması bir oldu. Uykusuz geçen gecemin müsebbibi yanımdaydı işte. Buyur dedim kendi kendime, ne yapacaksan yap. On dakika boyunca yürüdük, ne ben bir kelime edebildim, ne de o. Ne alacaktın diye sordum. Markete gidelim dedi gülümseyerek. Duruşunda bir ciddilik, gözlerinde bir sıcaklık vardı. Adını sordum, ne zaman geldiğini sordum, okuyup okumadığını sordum, sordum da sordum. Fark etmedim ama galiba senelerdir tanıyordum onu. Yoksa bir anda bu kadar rahat nasıl olabilirdim ki. Markete gittik o gün, ertesi gün kitapçıya, ertesi gün bir parkta oturmaya akşam üstü. Neler konuştuk tam hatırlayamıyorum ama dünyanın güneşin etrafında neden döndüğünden tut da elektronun durması halinde nelerin olabileceğine kadar. Haftanın iki günü pamuk teyzeyle bize gelirlerdi. Pamuk teyze ikinci evliliğini yaptığı için akrabası yoktu, o yüzden annem kızı gibiydi, onsuz yapamazdı. Pamuk teyze de beni bir torunu görürdü ki istediğimiz zaman bize izin verirdi. Hayatımın üç ayı geçti onunla. Kimisi için çocukluk aşkı, kimisi için gençlik aşkı, kimisi içinse aşk bile değildir belki. Biz ise ne aşk dedik, ne sevda. Yapamayacağımız hayaller kurmadık. Edebiyattan konuştuk, tarihten konuştuk, şair olduk şiirler okuduk, hatıralarımızı, duygularımızı anlattık. Anlatacağımız bir şeylerimiz kalmayınca sustuk ama hiçbir anımızdan mutsuz olmadık. Sustuğumuz anlarda fırtınalar koptu içimizde ama mutluyduk yine de. Son güne kadar ayrılmaktan bahsetmedik. Gelecekten konuşmadık, bize ait olamayacağını düşündüğümüz bir gelecekten.

Hıçkırıkları durulmuştu sonra başını kaldırdı, ellerini elime aldı, gözlerimin içine bakıyordu, benim gözlerim hala uzaklardaydı, seni seviyorum dedi. Seni ilk gördüğüm andan, seni tanıdığım andan itibaren sevdim. Senin ciddiliğini, senin o iyilik dolu kalbini sevdim. Bana değer verişini, bana dünyaları vermek istemeni sevdim. Seni tanıdığım için, seninle birlikte geçirdiğim her an için, bana verdiğin en büyük hediyeler için, seninle olan hatıralarım için sana minnettarım. Bu bizim kaderimiz ve sakın delilik yapma. Senden bir şey istiyorum, bana söz ver delilik yapmayacağına. Gözlerimin içine bakıyordu, söz vermemi istiyordu, susuyordum, ellerimi sıkıyordu, söz ver dedi belki defalarca ve sesi incelmeye başlıyordu. Ağlamaklı o sesiyle tekrar sordu, sanki onu duymuyordum, kafamda onun ailesi ve ben satranç oynar gibiydik, bir çıkış yolu arıyordum, onları mat etmek için, ama olmuyordu, elimde sadece onların taşları vardı ve her yandan kuşatılmıştım ki titriyordum sinirden. Ağlayarak soruşu aklımda, beni seviyor musun, seviyor musun! Evet diyebildim, o zaman söz ver dedi, delilik yapmayacaksın, kabul edeceksin. Elleriyle sarsıyordu beni, gözlerimden iki damla yaş döküldü, söz diyebildim sessizce. Sonra sarıldı yine boynuma, yaşlar yine dökülüyordu gözlerinden, benim ise içimde bir öfke kime olduğu belli olmayan, ve gözlerim uzaklarda ve onun o dökülen gözyaşları akıyordu içime. Kaç saat geçti öyle konuşmadan anımsayamıyorum. Hala kaç yıl geçti sayamıyorum. Hani insanlar bir şeyleri kaybettiklerinde üzülürler, çok şeyler yapmak isterler de olmayınca üzülürler, benim kaybedecek çok şeyim yok, kaybedeceğim çoğu şeyi o gün kaybetmiştim. Her zaman bir umudum yoktur, çoğu umudumu orda kaybettim. Ben hala kendim için yaptığım hiçbir şeyden mutlu olamıyorum, hala başkalarının mutluluğuna az da olsa katkım varsa mutlu oluyorum. Sen tanıdın beni ama senden sonra beni tanıyan kimse anlayamadı. Beni başkasında arama mutlu olursun demiştin, aramadım seni başkasında ama arasam da bulamam ki. İnsanlar en sevdiklerine dahi mutluluk vermiyorlar, en iyi bildiklerine dahi güven duymuyorlar, herkes nerden darbe alacağım diye korkuyor. İyilik yap denize at, balık bilmezse halık bilir projemizde hep balıkları besledi, bu dünyaya ait proje değilmiş ama senden hatıra işte. Şimdi aklıma geldin de özlüyorum seni demeyeceğim. Sen o gün öldün benim için, söz vermiştim sana, belki başka zamana…

15 inde bir heyecan. Adı 17 heyecanın. Herhangi bir günde, herhangi bir çevrede. Aşkın adının yaz, umudun adının aşk olduğu bir gün…

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ekim 2006       Mesaj #1665
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
renksiz bir tual

Ufalanırken gökler yürğimde,senli günlerin çoşkusu durgunlaşıyor içimde.yokluğundan olsa gerek bu durgunluk.Gelmeyişinden olsa gerek...
Griliniğini bıraktın ellerime.sen giderken renklerimi aldın.maviyi,sarıyı,kırmızıyı,yeşili.şehrin gürültüsünü bırakıp sensiz suskunluklara terkettin.gittin işte...
bu yüzden olsa gerek durgunluklarım,anlamsızlıklarım,renksizliğim...
Fotoğraf albümünü açıyorum akşamları.belki eski renklerimden giyinirim diye.belki yaralarımı sararım belki kanayan yanlarımı....
Hatıralarımda kalan tek renk giydiğin(giderken)kırmızı palton.anlıyorum kışmış...palto giydiğine göre.Ne güzel yakışıyordu renkler sana...giysiler içinde sen olunca...
Akşamları beklerdim seni.Penceremin önünden gecersin diye.Şaşırırdım! insanlar neden siyah ve beyaz giyinmiş diye...
şimdi anlıyorum...
anlıyorum ve tüketiyorum bana bıraktığın yanlarımı....
Gittin...
ne renksizlik yakıştı istanbul'a,ne ben kimsesizliğine...
Gittin..
salınarak renklerine bir resminde kırmızı paltona mahkum eyleyip beni,gittin sen sevgili...

Yaşamak için bir sebebim vardı benim.Gitmn için hiç bir neden bulamadım.toplarken siyahları iklimime sen,bir nefes vermedin soluğuma.kronik bir hastalık gibiydin içimde,tedavi edildikçe müzminleşen...

Gittin..
Elimde renksiz bir gökkuşağı kaldı.nereye asayım?hangi gök kabul eder,rengini yitirmiş gökkuşağını...
Göğümden bir tabakayı çekip aldın sen.içimde hayatımın en tanışık yanlarının olduğu.yağmurlar teğet geçiyor şimdi üzerimden ıslanamıyorum.Göğü çalınmış bir çocuk gibiyim ve ne zaman başımı kaldırsam yukarı senli bir yoksunluk...önce göğümden,sonra içimden silindi tüm mevsimler ve renkleri.yokluğunun o saydam,o mavisiz denizinde yüzüyorum şimdi.Sabaha ermek istiyor ruhumun karanlığı eremiyorum.biliyorum çünkü varamıyacağımı,beyazın siyahtan ayrıştığı o,ince cizginin farkına...
Gittin sevgili...

Sen masmavi bir gerçekken,bana renksiz bir yalan bırakamazsın.....
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
11 Ekim 2006       Mesaj #1666
kambis - avatarı
Ziyaretçi



Tehlikelidir mutsuzluk.

İnsanı şaşırtır.

Telaşlandırır.

Öç duygusuna sürükler.

Yalnızlık korkularıyla yakar.

Geçmişin hatıralarıyla hırpalar.

Yabancılara muhtaç eder.

Ve, birçok insan mutlu olduğunu bilmediğinden mutsuzluğa düşer.

Bir kere mutsuzluk nehrine düştün mü de çıkması zordur.

Bilirim o suları, oralarda yıkandım.

"Birçok insan" diyor Dostoyevski, "mutlu olduğunu bilmediği için mutsuzdur."

Şaşırtıcı hatta kızdırıcı bir cümle bu.

Ama düşündürücü de.

Düşündükçe de bu büyük yazarın haklı olabileceğini hissediyorsunuz.

Ben, kendini mutsuz sanan çok insan gördüm.

Mutluluklarıyla kendileri arasındaki en büyük engel kafalarındaki "mutluluk" tarifiydi.

Çocukken seyrettikleri bir filmden, okudukları bir kitaptan, büyüklerinin anlattığı bir hikayeden insanların aklına bir "mutluluk resmi" yerleşiyor ve bu resme benzemeyen hiçbir görüntünün mutluluk olabileceğine daha sonra inanmıyordu.

Ellerinde tek bir mutluluk kalıbıyla dolaşıyorlar, bir başkasının kendine dar gelen ayakkabısını giymeye çalışır gibi kendi mutluluklarını bu kalıbın içine sokmaya uğraşıyorlardı.

Eğer mutlulukları o kalıba sığmazsa mutsuz olduklarını düşünüyorlardı.

Başka bir biçimde de mutlu olunabileceği ihtimali onlara inandırıcı gelmiyordu.

Akıllarındaki mutluluk tarifine uymadığı için sahip oldukları mutluluğu değiştirmeye uğraşıyorlar...

Ve mutsuz oluyorlardı.

O insanlar, bir zamanlar aslında mutlu olduklarını ancak mutluluklarını kaybettiklerinde anlayabiliyorlardı.

Bunlar, insanlık aleminin içindeki en büyük duygusal nehirlerden biri olan mutsuzluğun içine diğer talihsizlerle birlikte akıyorlardı.

Orada gerçek mutsuzlarla, terk edilmişlerle, sevilmemişlerle, sevdiğini yitirmişlerle, hayallerine ulaşamamışlarla buluşuyorlardı.

Birbirinden çok değişik maceralardan, hayatlardan, kırgınlıklardan bu nehre akmış insanlar, burada zamanla birbirilerine benziyorlardı.

Onları bakışlarından, seslerinden, bazen başkalarını çok şaşırtan bir cüretkarlığa dönüşen telaşlarından tanıyordunuz.

Hemen hemen hepsi de ümitlerinin çoğunu kaybetmişlerdi.

Ellerinde kalan çok küçük bir ümit kırıntısıydı.

Mutsuzluğu onlar için çok tehlikeli kılan da ellerindeki bu küçücük umut parçasıydı.

Bu umuda yapıştırılmış öfkeli bir intikam isteği de bulunuyordu dağarcıklarında.

O çok ünlü "Mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır" cümlesiyle başlayan kitabının girişine Tolstoy’un önsöz yerine yazdığı tek satırlık alıntı, birçok mutsuzun duygusunu da dile getiriyordu:

"İçim nefretle dolu, öcümü alacağım."

Geçmişe ve geçmişte kalan birilerine karşı nefretle ve intikam isteğiyle dolu oluyordu mutsuzların çoğu.

Geçmişten öç almak istiyorlardı.

Geleceğe dair ise çok küçük bir umutları vardı.

Gelecekle ilgili ümit, içinde geçmişten öç alma isteğini de barındırıyordu.

O minicik ümidin titrek ışığını her yerde, her insanda arıyorlar, bunu bulduklarını düşündüklerinde ise hiçbir mutlu insanda görünmeyen telaş dolu bir çabayla ileri doğru atılıyorlardı.

Bu mutluluk ümidini gerçekleştirebilmek ve geçmişle hesaplaşabilmek için her yöne, her insana doğru neredeyse hiç düşünmeden kendilerini fırlatıyorlardı.

İnsanlar daha sonra pişman oldukları birçok şeyi böyle bir ruh halinde yapıyorlardı.

İçine düştüğü uğultulu sularla bir felakete doğru sürüklendiğinden korkan insanların kurtulmak için neler yapabileceğini daha önceden tahmin etmek bile mümkün olamıyordu.

Özellikle mutsuzluk nehrine yeni düşenler, timsahlarla dolu bir sudan geçmeye çalışan karacalar gibi kurtulmak için canhıraş bir şekilde çırpınıyorlardı.

Neredeyse bir tür kişilik değişiminden geçildiği bir dönemdi bu.

Mutsuzluk, vahşi bir biçer döver gibi insanın ruhunu parçalıyordu.

Bütün güvenini yok ediyordu.

Mutsuz insanlar, hep bir uçuruma düşüyormuş duygusuyla her karşılaştıkları yeni insana, içine girdikleri her yeni çevreye "Acaba tutunabileceğim dal burada mı" diye bakıyorlardı.

İnsanlar hayatlarındaki en şaşırtıcı ilişkileri de bu mutsuzluk krizinde yaşıyorlardı.

Hayatın bir daha asla "güzel" olmayabileceği endişesi ruhlarını öylesine kuvvetli bir biçimde sarıyordu ki yeniden "mutlu" insanların arasına dönebilmek, bu korkulardan, yalnızlıklardan, güvensizliklerden, acılardan sıyrılabilmek için her ihtimali, en anlamsızlarını bile deniyorlardı.

Hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken derin bir yalnızlıkla, yeniden hayatla barışabileceğini söyleyen minicik umut arasında sanki başdöndürücü bir tahtıravallide iner çıkar gibi sürekli bir dalgalanma yaşayan mutsuz insanların, tek başlarınayken kederli bir yorgunlukla bir kenara oturup, başkalarıyla karşılaştıklarında irkiltici bir enerjiyle ayaklanmaları, bu yıpratıcı değişimleri sürekli yaşamaları bütün ruhsal dengelerini de altüst ediyordu.

Sükuneti unutuyorlardı.

Hep çırpınıyorlardı.

Onları yeniden mutlu edecek birini bulabilmek, geçmişten öç alabilmek, kendilerine olan güvenlerini tazeleyebilmek için, aklını ıssız dağlarda kaybetmiş şanssız bir altın arayıcısı gibi her yeri kazmaya çalışıyorlardı.

Gülünç olmaya bile aldırmıyorlardı.

Bazen, ruhlarını kaplayan kasırga aniden duruverdiğinde, bir anlığına, "ben ne yapıyorum" diye kendilerine soruyorlardı ama bu sadece bir andı, kasırga biraz sonra yeniden başlayıp onların kendilerine dönük gözlerini karartıyordu.

Yeniden kör oluyorlardı.

O mutsuzluk nehrine bir kere düşmeyegörsün insan...

Oraya düşmenin kolay ama çıkmanın çok zor olduğunu ancak o zaman anlar.

Cömert bir dilenci gibi yaşar ondan sonra, biraz umut dilenir ve karşılığında her şeyi vermeye razı olur.

Verdikleri gözükmez, herkesin aklında dilenişi kalır.

O umudu bulduklarını, aradıkları insanla karşılaştıklarını sandıkları anda hissettikleri kurtuluşu ve mutluluğu, hiçbir mutlu insan kavrayamaz.

Ama mutsuzlar yanıldıklarını çabuk anlarlar.

Daha derin bir acıyla düşerler mutsuzluklarının içine.

Öç istekleri daha da artar.

Öyle zamanlar olur ki bütün insanları yabancı ve düşman görürler.

Sonra o yabancılara sığınmaya çalışırlar.

Çok mutsuz insan gördüm.

Seslerini tanırım onların, bakışlarını tanırım.

Abartılı neşelerini tanırım.

En neşeli konuşmanın bir yerinde kararıveren yüzlerini tanırım.

Hikayelerini dinlerim.

Çoğu Dostoyevski’nin sözlerini hatırlatır.

Mutlu olduklarını bilmedikleri için mutsuz olduklarını sanmış, sahte bir mutsuzluktan kurtulmaya çalışırken gerçek bir mutsuzluğa düşmüşlerdir.

Kahkahalarla dolu bir geceden sonra onları izlerseniz hızla başlayan adımlarının gitgide yavaşladığını, her yavaşlayan adımla bir başkasına dönüştüklerini, omuzlarının çöktüğünü, ruhlarında taşıdıkları yorgunluklarının onları esir aldığını görürsünüz.

O anda karşılarına çıkıveren biri onları en çılgın şeyleri yapmaya ikna edebilir.

Aniden evlenebilirler.

Ertesi sabah dudaklarında bir plastik tadıyla uyanmak üzere hiç sevmedikleri hatta hoşlanmadıkları biriyle sevişebilirler.

Varlığıyla kendilerini utandıracak birileriyle kalabalıkların önüne çıkarak poz verebilirler.

Tehlikelidir mutsuzluk.

İnsanı şaşırtır.

Telaşlandırır.

Öç duygusuna sürükler.

Yalnızlık korkularıyla yakar.

Geçmişin hatıralarıyla hırpalar.

Yabancılara muhtaç eder.

Ve, birçok insan mutlu olduğunu bilmediğinden mutsuzluğa düşer.

Bir kere mutsuzluk nehrine düştün mü de çıkması zordur.

Bilirim o suları, oralarda yıkandım.

O sularda ıslananları onun için hemen tanırım.

Her mutsuzla karşılaştığımda aynı sözleri söylemek isterim.

"Sakin ol, sükunet kurtaracak seni."

Her seferinde de sakin olamayacağını bilirim.

Mutsuzluk telaşlandırır çünkü insanı.

Telaşıyla tehlikelidir zaten, elindeki o küçük ümidi de kaybetmemek için çırpınmasıyla tehlikelidir mutsuzluk.

Pişmanlıklarımızı telaş yaratır çünkü, telaşımızla utanılacak hareketler yaparız, bazen önümüzde kaderin açtığı geniş yollarda mutsuzken tökezlememiz telaşımızdandır.

Gördüğümüz her insana, boğulmakta olan bir insanın kurtulma hırsıyla sarılır ve onları korkuturuz, biz onları kendimize doğru çekmeye uğraştıkça onlar bizim korkularımızı çoğaltarak kaçarlar.

Yalnızlıktan korktukları için yalnızlaşır mutsuzlar.

Ve yalnızlaştıkça yalnızlıktan daha çok korkarlar.

Mutluluk topraklarına açılan o "sükunet kapısından" geçmeyi bir türlü beceremezler.

Sonra bir gün, o küçücük ümitlerini de kaybedip artık yokluğa yaklaştıklarını sandıklarında aniden o sükunet kapısı açılıverir önlerinde.

Ümitleri yoktur artık ama mutluluk şansı onlara sezdirmeden belirivermiştir.

Ümitsizce dururken bulurlar mutluluğu.

Kimse sonsuza dek o mutsuzluk nehrinde sürüklenmez çünkü...

Bir gün herkes kurtulur.

Ahmet ALTAN
MARLON - avatarı
MARLON
Ziyaretçi
11 Ekim 2006       Mesaj #1667
MARLON - avatarı
Ziyaretçi
Seni Seviyorum SENİ SEVİYORUM


"Seni seviyorum." Önce bu sözcükleri bir rafa kaldırmalıyız; dirseğimizle kırmak zorunda kalacağımız bir camın arkasındaki bir kutuya; bir bankaya koymalıyız. Onları bir tüp C vitamini hapı gibi ortalarda bırakmamalıyız. Bu sözler dilimize çok kolay gelirse düşünmeden kullanabiliriz; dayanamayız. Söylemeyiz deriz ama söyleriz. Sarhoş oluruz ya da yalnızlık hissederiz, ya da büyük ihtimale, düpedüz umutlanarak, bir de bakarız o sözleri sarf etmişiz, kullanmışız, kirletmişiz. Kendimizi aşık olmuş ve uygun düşüp düşmeyeceğini sınamak için kullandık sanırız. Söylediklerimizi kulağımız duyana kadar ne düşündüğümüzü nasıl bilebiliriz? Bırak bunları; geçerli değil. Bunlar büyük sözlerdir; onları hak ettiğimizden emin olmalıyız.

Onları bir kez daha duy: "Seni seviyorum."(I love you). Özne, fiil, nesne. Özne sevenin kendini ifade eden kısa bir sözcük. Nesne de özne gibi kısa ve dudakları öpmek için gibi uzatarak söylenen bir sözcük. "I love you." Ne ciddi,ne ağırlıklı, ne yüklü geliyor kulağa.

Sanıyorum dünya dilleri arasında ses uyumu açısından gizli bir anlaşma var. Sanki toplanmışlar ve bu cümlenin kazanılması gereken, ulaşılmak istenen, layık olunacak olağanüstü bir şey tınısı vermesini kararlaştırmışlar. "Ich liebe dich": bir gece yarısı, sigara sesli o fısıltı ve özne ile nesnenin mutlu kafiyesi.

"Je t'aime": değişik bir yöntem; önce özne ile nesne aradan çıkarılıyor ki o hayranlık ifade eden uzun ünlü harfin dibine kadar tadına varılsın. (Gramer de bir güven unsuru: nesne ikinci sıraya alınarak sevilenin birden başka biri olarak karşımıza çıkması engelleniyor.) "Yatebya lyubulu": nesne yine teselli edici ikinci sırada, ama bu kez -özne ile nesnenin ses uyumu göstermesine rağmen- bir zorluk, aşılması gereken bir engel ima ediliyor. "Ti amo": belki biraz fazlaca bir aperatif adına benziyor, ama özne ile fiil -eden ile edilen- aynı sözcükte birleştiğinden yapısal güven dolu.

Bu amatör yaklaşımı bağışlayın. Projeyi memnuniyetle kendini insanların bilgi hazinesini arttırmaya adamış bir yardım kurumuna devredebilirim. Onlar bu ibareyi dünyanın bütün dillerinde incelemek, farklılıkların neler olduğunu saptamak, onları duyanların üzerinde ne etki yaptığını öğrenmek, hissedilen mutluluk derecesinin ibarenin zenginliği ile orantılı olarak değişip değişmediğini anlamak için bir araştırma komitesi kursunlar. Benden bir soru: acaba dillerinde "Seni Seviyorum" ibaresi bulunmayan kavimler var mıdır? Ya da hepsi ölmüşler midir?

Biz bu sözleri camın arkasındaki kutuda saklamalıyız. Onları kutudan çıkardığımızda çok dikkatli olmalıyız. Erkekler bir kadını yatağa atabilmek için "Seni Seviyorum", kadınlar erkeği evliliğe zorlamak için "Seni Seviyorum" diyebilirler; her ikisi de korkuyu yatıştırmak, kendilerini eyleme sözcüklerle ikna etmek, vaat edilen koşulların gerçekleştiğine kendilerini inandırmak, aşkın henüz bitmediği konusunda kendilerini anlatmak için aynı ibareyi kullanırlar. Bu tür kullanımlara karşı tedbirli olmalıyız. "Seni Seviyorum" dünyaya açılmamalı, bozuk para ya da hisse senedi gibi kullanılmamalı, bize kar getirmemelidir. Ama bu değerli cümle olmayan saçların yukarı kaldırıldığı çıplak bir boyuna fısıldanmak için saklanmalıdır.

Şu anda ondan uzağım; belki de tahmin ettiniz. Transatlantik telefon alaycı ve daha-önce-de-duydum türünden bir yansıma yapıyor. "Seni Seviyorum"; ve o daha yanıt vermeden kendi metalik sesimin yanıtını duyuyorum: "Seni Seviyorum". Bu beni tatmin etmiyor; yansıyan sözcükler herkes tarafından duyulur. Yeniden deniyorum; aynı sonuç. "Seni Seviyorum, Seni Seviyorum - bu sözler çılgın bir ay süresince liste başı olan, sonra saçları yağlı, sesleri özlem dolu bodur rock şarkıcılarının ön sırada oturan ve sallanan kızları baştan çıkarmak için kullandıkları cırtlak bir şarkı haline dönüşüyor. Baş gitar kıkırdarken ve bateristin dili açık, ıslak ağzından sarkarken "Seni Seviyorum", "Seni Seviyorum".

Aşk konusunda, aşk dilinde ve hareketlerinde tam doğruyu bilmeliyiz. Hayatımız buna bağlı ise, ölüme bakmayı öğrenmemiz kadar açıkça bakmalıyız aşka. Aşk okulda öğretilmeli mi? Birinci sömestr: Arkadaşlık; İkinci sömestr: Şefkat; Üçüncü sömestr: İhtiras. Neden olmasın? Çocuklara yemek pişirmesini, araba tamirini öğretiyorlar; ve biz, çocukların bu konuda bizden daha iyi olduğunu farz ediyoruz, ama eğer aşkı bilmiyorlarsa bunların onlara ne yararı olabilir? Bu konuda kendi başlarına bata çıka ilerlemelerini bekliyoruz. Ve, anlamadığımız her şey için sorumlu tuttuğumuz Doğa, otomatiğe bağlandığı zaman o denli iyi işlemiyor.

Baştan alalım. Aşk insanı mutlu eder mi? Hayır. Aşk sevdiğiniz insana mutluluk verir mi? Hayır. Her şeye kadir midir? Gerçekten hayır. Ben de bunlara inanıyordum, elbet. Kim inanmıyordu ki (ruhun alt katlarında hala inananlar yok mu)? Bütün kitaplarımızda, filmlerimizde var; aşk binlerce öykünün gün batımıdır. Eğer her şeyi çözümlemezse, aşk neye yarar? Bütün hayallerimizin gücünden şunu çıkarabiliriz ki, aşk bir kez elde edildi mi, günlük acıyı hafifletir ve kolay bir uyuşturucu etkisi yapar.

Bir çift birbirini sever, fakat mutlu değildir. Bundan ne sonuç çıkarırız? Birinin öbürünü gerçekten sevmediğini mi, yoksa bir birbirlerini yeteri kadar sevmediklerini mi? Ben buna GERÇEKTEN karşı çıkıyorum. Ben hayatımda iki kez sevdim (bu da bana çok gibi geliyor), bir kez mutlu, bir kez mutsuz. Bana aşkın ne olduğunu öğreten mutsuz aşk oldu -o zaman değil, yıllar geçtikten sonra. Tarihler ve ayrıntılar -onları istediğin gibi doldur. Ama aşıktım ve uzun bir süre, yıllarca sevdim. İlk önceleri şımarıkçasına mutluydum, kendimden başka hiçbir şeyin varolmadığı inancının keyfiyle hoyrattım; ama çoğu zaman şaşılacak kadar, içim içimi kemirecek kadar mutsuzdum. Onu yeterince sevmedim mi? Sevdiğimi biliyorum -onun için geleceğimin yarısından vazgeçmiştim. O beni yeterince sevmedi mi? Sevdiğini biliyorum -benim için geçmişinin yarısından vazgeçmişti. Beraberce keşfettiğimiz denklemde yanlış olan nedir diye kendimizi yiyerek yıllarca yan yana yaşadık. Karşılıklı sevgi mutluluk sonucu vermedi, ama biz verdi diye ısrar ettik.

Daha sonra aşk hakkında neye inandığıma karar verdim. Biz aşkı aktif bir güç olarak düşünüyoruz. Benim aşkım onu mutlu "ediyor"; onun aşkı beni mutlu "ediyor"; bunun neresi yanlış olabilir? Oysa yanlış; böyle bir denklem yapay bir kavramcı model akla getiriyor. Ona göre aşk herşeyi değiştiren, dolaşmış bir düğümü çözen, hokkabazın şapkasını mendillerle dolduran, havaya güvercinler uçuşturan bir peri değneğidir. Ama modelin kaynağı büyü değil, atom fiziğidir. Benim sevgim onu mutlu etmiyor, edemiyor; benim sevgim sadece ondaki mutlu olma yeteneğini ortaya çıkarıyor. Ve böylece her şey daha bir anlaşılır oluyor. Nasıl olur da ben onu mutlu edemem, nasıl olur da o beni mutlu edemez? Basit: beklediğimiz atomik tepki oluşmuyor, atom zerrelerini bombardıman etmek için kullandığınız ışın başka bir frekansta çalışıyor.

Ama aşk bir atom bombası değildir, onun için daha sade bir kıyaslama yapalım. Ben bunları Michigan'daki bir arkadaşımın evinde yazıyorum. Amerikan teknolojisinin yarattığı, mutluluk makinesi dışında her türlü alet ve edevatın bulunduğu tipik bir Amerikan evi. Arkadaşım dün beni Detroit havaalanından arabayla getirdi. Evin kapısına yaklaşırken torpido gözüne uzanıp uzaktan kumanda aletini çıkardı; usta bir dokunuş ve garaj kapıları yukarı doğru sarıldı. İşte benim önerdiğim model: Eve geliyorsun -ya da geldiğini sanıyorsun- garajın önünde her zamanki büyünü kullanmayı deniyorsun. Hiçbir şey olmuyor. Önce şaşkın, sonra endişeli, en sonunda kızgın bir inanamazlıkla, arabanın motoru çalışırken kapının önünde duruyorsun; orada haftalarca, aylarca, yıllarca, kapıların açılmasını bekliyorsun. Ama yanlış arabadasın, yanlış kapı önündesin, yanlış evin dışındasın. Sorunlardan biri de şudur; yürek yürek biçiminde değildir.
SENİ SEVİYORUM



ABERYY - avatarı
ABERYY
Ziyaretçi
12 Ekim 2006       Mesaj #1668
ABERYY - avatarı
Ziyaretçi
İnsan Sevdiğini Görmediğinde.. ..


Kıskançlıklarla, kuşkularla, hesaplaşmalarla süren sancılı bir aşkın orta
yerindeki bir sevişmeden sonra adam seviştikleri odadan çıktığında başlayan
bir hava bombardımanında ev isabet alıyor ve adamın biraz önce geçtiği bölüm
çöküyor.

Daha iki dakika önce koynunuzda olan birinin yok olduğunu görüyorsunuz.
O korkunç anda kadın yaşadığı çaresizlik karşısında, aslında pek de
inanmadığı Tanrı' ya sığınıyor.
Dizlerinin üstüne çöküp yalvarıyor.

"İnandır beni" diyor, "o yaşarsa sana inanacağım. Ona bir fırsat tanı. Bırak
mutluluğuna sahip olsun. Bunu yap, inanacağım sana."

Ve Tanrı'yla bir pazarlığa oturup en çok sevdiğini geri alabilmenin
karşılığında Tanrı'ya en çok sevdiğini vermeyi öneriyor.
Eğer biraz önce o kapıdan çıkan erkek yeniden o kapıdan sağ olarak dönerse,
o erkeği bir daha hiç görmeyeceğine söz veriyor Tanrı'ya.

"İNSANLAR BİRBİRLERİNİ GÖRMEDEN DE SEVEBİLİRLER, değil mi" diyor, "seni
hayatlarında bir kere bile görmeden seviyorlar."

Graham Greene, "Zor Tercih" isimli romanında, erkeğin dönüşünü gören kadının
duygularını yalın bir dille anlatıyor.

"O anda Maurice girdi içeri. Yaşıyordu. İşte şimdi onsuz olmanın ıstırabı
başlıyor diye düşündüm ve yine kapının ardında ölmüş yatıyor olmasını
istedim.'

Kadın, sevdiği erkeğe kavuşmuş ve onu kaybetmişti.
Ve onun yaşadığını gördüğü anda, biraz önceki pazarlığın ağırlığını fark
edip, "keşke ölseydi" diyordu.

Bundan sonra, bir insanı görmeden de sevmenin mümkün olup olmadığını
öğrenecekti.
Romandan yapılan filmde, "Tanrı' yı görmeden seven insanların" birbirlerini
de görmeden sevip sevemeyeceklerini, iki sevgili unutulması zor cümlelerle
tartışıyordu.

- İNSAN SEVDİĞİNİ GÖRMEDİĞİNDE AŞK BİTER Mİ?
- Düşünsene, Tanrı' yı bir kez bile görmedik ama onu seviyoruz.
- Ama benimki o tür bir sevgi değil, Sarah.
- Belki de başka bir tür sevgi yok, Maurice.

Aşk, bir insanı Tanrı' yı sever gibi sevmek mi, onu görmeden ama onu
hissederek onun varlığına bağlı kalmak mı?

Bir dokunuşa, bir bakışa, bir sese, bir işarete muhtaç olmadan, onu
besleyecek bir bedene, bir vaade, bir ümide ihtiyaç duymadan, tek başına da
sürebilecek kadar güçlü bir sevgi mi aşk?
'Sevmeye devam edebilmek için onu görmeliyim' demeyecek kadar büyük bir
iman, büyük bir bağlanma mı?

Bir ruhun bir başka ruha sarılması ve bu sarılışı bir bedene gerek duymadan
da sürdürebilme mi?
'Tanrı'yı sevdiğim kadar severim seni' diyebilmek, böylesine korkunç bir
bağlılığa rıza göstermek mi aşk?

Peygamberler bile Tanrı' ya bir kere yüzünü göstermesi için yalvarırken, hiç
görmeden de ruhunu bir başka ruha adamak mı?

Hayatın içinde, insanların sevmek için görmeye ihtiyaç duyduğuna şahit
oluyoruz; kaybedişler unutuşları da getiriyor; bir bedenin aracılığı olmadan
bir ruha bağlılığımızı da çok sürdüremiyoruz.

'Tanrı' mız' olmuyor sevdiğimiz; imanımızı çabuk kaybetmeye, bütün
inançsızlar gibi sevgimizin sürmesi için bir kanıt görmek istemeye çok
yatkınız.

'Belki de sevmenin başka türü yoktur' diyen birilerinin romanların,
filmlerin arasında dolaşması ve bizim o insanları hayatta da bulacağımıza
dair ümidimiz, bizi aşka doğru çeken.

Böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar yazıyor, böyle bir ümidimiz
olduğu için şiirler, romanlar okuyoruz.

Neredeyse bütün hayatını kendi inancıyla dövüşerek geçiren Graham Greene'in
'Tanrı' yı görmeden seviyorlar, ben de onu görmeden severim' diyen bir
satırı yazması, bize aşkın çekiciliğini yaşatan.

Bu satırı okumak, bunun gerçek olabileceğine inanmak, bu hayali benimsemek,
bizim sıradan hayatımızı, bizim yaşadığımızdan daha renkli, daha çekici,
daha heyecanlı kılan.

Hiç rastlamasanız da 'bir insanı sevmenin bir Tanrı' yı sevmek gibi bir şey
olduğunu' yazan birinin varlığı, sizi, bunu söyleyebilecek birinin varlığına
da inandırır ve o inançtır ki, bence, sizin hayatınıza mana katan.

Aynen, 'Tanrı' yı görmeden sevmek' gibi siz de bir insanın başka bir insanı
hiç görmeden sevebileceğine, o insana hiç rastlamadan inandığınızda,
romanların size itaat ettiği o kutsal topraklara girmek için, o toprakların
sınırlarında içiniz ürpererek dolaşmaya başlarsınız.
Birisi tarafından öyle sevilmek istersiniz.

Ve birisini öyle sevmek.
Ancak o zaman, gerçek bir mümin gibi, çekilecek olan acıları değil, bir
tanrısı olan bir kainatta yaşamanın mucizesinin fark edersiniz.
Acı dolu, isyan dolu bir mucize.

'Keşke inanmasaydım' dedirtecek, 'keşke onu böyle sevmeseydim' dedirtecek
bir mucize.
Ama bütün acısına, bütün kederine, bütün yalnızlığına rağmen vazgeçilmeyecek
bir mucize.
O mucizeyi görenlerin ondan kolay kolay kopabileceklerini sanmam.

İnsanların bütün nankörlüklerine, alaylarına, hor görmelerine,
inanmamalarına karşın tek başına kendi inancıyla yaşayan, kendi inancının
yüceliğinde diğer insanların zavallılığını, yetersizliğini, aşksızlığını
görüp, onlar için üzülen ve kendi sevgisine sıkı sıkıya tutunan bir ahir
zaman peygamberi gibi, başkalarına bomboş gözüken bir çölde, o çölün boş
olmadığını hissederek yürürsünüz.

Sizin bu yürüyüşünüz, bir gün bir romanda ya da bir yazıda bir satıra
dönüştüğünde, sizinle alay eden nice insanın çorak ve loş hayatına sizin
hayatınızdan bir ümit ve ışık sızar.
Büyük bir ödülün ve büyük bir cezanın sahibisinizdir.

Bir insanı bir tanrıyı sever gibi sevebilecek bir güçle ödüllendirilmiş
.....
Bir insanı bir tanrıyı sever gibi sevebilecek kadar güçlü olduğunuz için de
cezalandırılmışsı nızdır.
İnsanlar Tanrı' yı görmeden seviyorlar.

Ama Tanrı' ya inananların çoğu, bir insanın bir başka insanı hiç görmeden
sevmeyi sürdürebileceğine inanmıyor.

Ben, Tanrı' yı inanan Graham Greene' e inanıyorum, 'bir insan başka bir
insanı hiç görmeden de sevmeyi' sürdürür.

Benim inancımı paylaşanlar, bir gün öyle sevmeyi ve öyle sevilmeyi
bekleyecekler, bu inanç, onların içinde kapatıldıkları küçük hayatların
sınırlarını yıkıp onları vaat edilmiş hayallere taşıyacak.

Bir gün biri onlara diyecek ki:
- Belki de başka tür bir sevgi yok, Maurice.

.

Ahmet Altan
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Ekim 2006       Mesaj #1669
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tüm yaşananlar sığar mıymış bir kaç satıra? Tek bir kağıt alır mıymış hatıraları? Şimdi saymaya kalksam tüm olanları, belki bir ömür yetmez. Lakin iş yazmaya gelince kelimeler de yardım etmez. Sadece tanışmamızı anlatsam GÜLÜM... Hani dolmuş kuyruğunda ayağıma basışın. Kızaran bir yüzle özür dileyişin... Çok kızmıştım sana o zaman, sinir etmiştin beni. Ben nerden bilebilirdim beni bu kadar kızdıran birini sevebileceğimi?! Çok değil iki gün sonra bu sefer köşedeki markette kafama düşürmüştüm un paketini. "Yine mi siz?" diyerek ben... Sen dayanamayıp gülerken. Öyle öyle konuşmalar, yavaş yavaş tanışmalar. Sonra öğrendik ki iki sokak arayla oturuyoruz seninle. Meğer müstakbel sevgililer yaşıyormuş aynı mahallede... Tüm yaşananlar sığar mı tek bir kağıda? Bir kaç satır anlatabilir mi? Tanışmamızın yedinci ayında evlenmeye karar vermiştik. Arada geçen yedi ay değil sanki yedi gün idi. O yedi ayın her günü sanki birer GÜL idi. Sonra???... Sonra birgün aniden bir haber getirdin bana. Dişin için gitmişken doktora... Yüzün asık, rengin solmuş... Meğer benim GÜLÜM KANSER OLMUŞ!.. İnanamadım, inanamadık, inanılmaz. Böyle bir acı tarifsiz, anlatılmaz. Kemiklerimin sızladığını hatırlıyorum acıdan. Kopan kalbimi ise asla... Tanışamamızın üçüncü yılında ve bir ekim soğuğunda. Loş ışıklı bir hastahane odası. Acılar yankılanıyor duvarlarda... Ve bir ekim soğuğunda... Tanışmamızın üçüncü yılında... Ellerimden kayıp giderken elin. Dönerken ufka doğru gözlerin... Ve ÖLÜM... Ve AYRILIK! Tüm yaşananlar sığarmıymış bir kâğıda... Beni anlatmaktan aciz bir kaç satıra?...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Ekim 2006       Mesaj #1670
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Açık denizlere kıyısı olan küçük bir köyde yaşlı bir balıkçı yaşarmış. Uzun yıllar, engin denizlerde oltası ile balık avlayan bu ihtiyar, etrafına sevgi saçan hayat dolu bir insanmış. Ancak, gel zaman git zaman, her bir şey kötü gitmeye başlamış onun için!.. Başına gelen kötü şeylerden kurtulmaya çalışırken bu kez de, dünyada her şeyden çok sevdiği insanı kaybetmiş aniden. Bu kaybın ardından, üzüntüye boğularak her bir şeylere, hatta hayata bile küsmüş ve kendini diğer insanlardan soyutlamış.

Bu duygu çöküntüsünün etkisiyle bir gün, minik köhne sandalı ile uçsuz bucaksız denizlerde yitip gitmek için, denizlerin sonsuzluğuna açılmaya karar vermiş ve aynı günün gecesinde de sessizce kıyıdan ayrılmış... Karadan ırak bir halde denizlerde dolaşmaya başlamış. Zaman zaman, oltasıyla tuttuğu balıkları biraz seyrettikten sonra, hepsini tekrar denize bırakmış. Günler geçtikçe yalnızlığından sıkılmaya başlayan yaşlı balıkçı, tuttuğu balıkları karşısına çıkacak ilk kişiyle paylaşmak için, sandalında biriktirmeye başlamış. Ama tüm istemine karşın, uzunca bir süre hiç kimseyle karşılaşamayınca yeniden umutsuz yalnızlığına sarılmış...

Yaşlı balıkçı, böyle amaçsız ve umarsızca denizlerde dolaşırken, günlerden bir gün aniden denizin derinliklerinden çıkıverip gelen, küçük bir deniz kızıyla karşılaşmış. Tüm umudunu yitirdiği bir anda karşısına çıkan küçük deniz kızını gördüğünde tatlı bir şaşkınlığa kapılıvermiş!.. Çünkü herkesten kaçırdığı, sakladığı, herkeslere kapattığı yaşlı kalbi, yine o tatlı heyecanla doluvermiş!.. O an, aklına sandalında biriktirdiği balıklar gelmiş. Uzun zamandır sakladığı balıkları küçük deniz kızı ile paylaşmaya karar vererek, çuvalın altındaki balıkların en büyüklerini seçerek ona vermiş. Küçük deniz kızı, balıkçının bu cömertliğinden, çok mutlu olmuş. Onun bu iyiliğine karşılık olarak, O da, her gün kısa sürelerle yanına gelip, köhne sandalı ile insanlardan kaçan ve denizin ortasında kaybolduğunu sandığı yaşlı balıkçıya , yol göstermeye başlamış...

Aralarındaki, balık verme-yol gösterme şeklindeki bu ilişki günlerce böyle sürüp gitmiş. Ancak, günler geçtikçe, içinde bulunduğu duygu yoğunluğunun etkisiyle, yaşlı balıkçıda her gün daha da artan coşku ve neşe yüklü değişiklikler görülmeye başlamış. Gözlerine ışıltı, yüzüne tebessüm gelmiş. Küçük deniz kızına karşı, içindeki duygu yoğunluğunun önüne geçilemez bir hızla, her geçen gün daha da artarak büyümeye başlamasının etkisiyle, artık, denizden sağladığı kendi ganimetlerinin tamamını ona vermeye başlamış. Küçük deniz kızı da yaşlı balıkçıdaki bu değişikliği fark etmiş ve bunu, “Ne kadar iyi bir insan. Sadece yol gösteriyorum, bana bütün her şeyini veriyor” ve yaşlı balıkçının yüzünde ve gözünde oluşan canlılığı ise, “Ne güzel, yeniden hayata bağlanmaya başladı. Sanırım amacıma ulaşıyorum!..” diye yorumlamış.

Ama geçen her gün, yaşlı balıkçı için eziyet haline dönüşmeye başlamış. İçi içini yemesine rağmen, bir türlü ona açılamamış olmaktan dolayı çok üzülüyor, dertleniyormuş. Çok istemesine rağmen bir türlü küçük deniz kızına açılamamasının nedeni; onu ürkütüp kaçırmaktan ve sonsuza dek kaybetmekten korkmasıymış. Ona açılma girişiminde bulunmaya karar verdiğinde ise, kendi kendine “Ona, seni seviyorum dediğimde, beni yanlış anlayarak ya hemen çekip giderse?.. Ne yapar o zaman kalbim? İkinci bir ayrılığa ben dayanabilirim, ya kalbim?.. Bu yorgun ve yaşlı kalbim nasıl dayanabilir?” diyerek, vazgeçiyormuş.

Karşılıklı balık-yol şeklindeki bu ilişki, günlerce böyle sürüp gitmiş. Ama bir gün yaşlı balıkçı bütün cesaretini toplayıp kendi kendine; “Söyleyeceğim işte! Çekip giderse gitsin! Eğer kalbim buna dayanamayıp duracaksa da dursun. Sonuçta, sevgiyle duracaktır. Sevgisiz yaşamaktansa, severek ölmeyi tercih ederim” diyerek, küçük deniz kızına "seni seviyorum" demiş. Bu sözleri duyan küçük deniz kızı, çok ürkmüş, korkmuş ve hiç bir şey söylemeden denizin derinliklerinde yitip gitmiş... Çünkü küçük deniz kızı, yaşlı balıkçının onu sahiplenmesinden ürkmüş ve kendisini de o köhne sandalına mahkum etmesinden korkmuş. Ne de olsa küçük deniz kızı, engin denizlerde özgürce yüzmeye alışmış ve üstelik, o güne kadar öyle köhne sandallara hiç binmemiş. Kaldı ki küçük deniz kızının tek amacı; yaşlı balıkçıya yol göstermek, karanlıkta, ona ışık olmak ve onu yeniden hayata, insanların içine döndürmekmiş. Küçük deniz kızı, kendi kendine; “Hiçbir şey söylemeden, konuşmadan, çekip gitmekle acaba saygısızlık mı yaptım? Öylece, çekip gitmemden de etkilenmiştir şimdi... Neyse, yarın sabah erkenden yanına gidip özür diler ve düşüncelerimi açıklarım kendisine.” demiş, ve yosun yatağına uzanarak uyumaya başlamış.


Ve Sevgi


O gece yaşlı balıkçı hiç uyumamış. Çünkü, gece boyunca balık tutmuş. Ta ki, gecenin en karanlık anı olan; şafak sökmeden önceki ana kadar. Denize sarkıttığı her oltaya bir balık gelmiş. Hiçbir oltası boş dönmemiş denizden. Ama yaşlı balıkçı, şafak sökmeden önceki anda tuttuğu bir balık hariç, tüm balıkları, tutar tutmaz gerisin geriye denize bırakmış.. O balığı, özenle teknesinin içindeki çuvalın üstüne bıraktıktan sonra, sandalın baş kısmındaki yere oturarak, balığı seyretmeye koyulmuş. O balığı izlerken gözleri nemlenen yaşlı balıkçı, hiç kıpırdamadan gülen gözleriyle kendisine bakan balığa “Aradığım sendin!” demiş. Bir süre sonra yerinden kalkarak balığı sandaldaki çuvalların altına yerleştirdikten sonra, küçük deniz kızıyla sabah gerçekleşecek buluşma için hazırlıklarını yapmaya koyulmuş ve kısa sürede hazırlıklarını tamamladıktan sonra da uykuya dalmış...

Yaşlı balıkçı, sabah gelen küçük deniz kızı tarafından uyandırıldığında, ona “Hayrola? Ne oldu? Hiç bu saatlerde gelmezdin?” diye, sormuş. Küçük deniz kızı, “Öncelikle, dün hiçbir şey konuşmadan, söylemeden çekip gittiğim için özür dilerim” dediğinde, “Sorun değil. Ben zaten öyle bir şey bekliyordum” demiş, yaşlı balıkçı. “Sana açıklamak istediğim bir kaç şey var!..” diyen, küçük deniz kızına “Dinliyorum” demiş. “Ben, gördüğün bu uçsuz bucaksız denizlerde özgürce yüzmeye alışmışım!.. Üstelik hayatımda hiç sandala binmedim, binmem de. Hele hele, seninki gibi köhne bir sandala asla...” demiş ve ardından “Benim, seninle görüşmekteki amacım; sana yol göstermekti. Amacım, en kör karanlıkta bile sana ışık olarak seni yeniden o küstüğün hayata, insanların içine döndürmekti; senin sevgine sahip olmak ya da sana sevgimi vermek değildi.” diyerek, düşüncelerini açıkladığında, yaşlı balıkçı, kısa bir süre durduktan sonra, küçük deniz kızına
"Seni seviyorum dememin, sana ne zararı var ki?.." demiş... "...şunu unutma Küçük Deniz Kızı, hiçbir balıkçı denizde kaybolmaz! Çünkü, şu gördüğün gökte, onlara yol gösteren bir şeyler, her zaman vardır ve var olacaktır. Sen, bana yol değil tamamen yok olduğunu düşündüğüm bir şeyin, aslında hiç kaybolmadığını gösterdin! Ben, aslında seni veya senleri değil, sevgi'nin kendisini seviyormuşum. Bana bunu öğrettiğin için sana ‘seni seviyorum’ dedim. Her ne kadar, aynı denizde yaşıyor olsak da, çok iyi biliyorum; aynı dünyanın ayrılıklarında yaşadığımızı. Evet Küçük Deniz Kızı evet... görünüşte ikimizde aynı denizde yaşıyoruz ama, bir farkla; sen, onun içinde yaşıyorsun, ben ise, üstünde! Ben, artık yolumu biliyorum! Bildiğim şey için de kimsenin yardımına ihitiyacım yok! Sevginle Kal!..” diye, eklemiş ve küreklerine asılmadan önce, küçük deniz kızına "Bu pakettekileri evine dönünce yersin" diyerek, büyükçe bir paket balık daha vermiş ve küreklerine yüklendiği sandalıyla gözde yavaş yavaş küçülerek kaybolmuş...

Yaşlı balıkçıyı kırmış olabileceğini düşündüğünden, üzgün bir halde evine dönen küçük deniz kızı, hemen yaşlı balıkçının verdiği paketi açmış. Paketin içine baktığında; o güne kadar bu denizlerde hiç görmediği ve de duymadığı parıldayan pullarıyla, etrafına ışıklar saçan pembe renkli, mavi gözlü bir balıkla karşılaşmış! Yanında da, bir bez parçasının üzerine mürekkep balığının, mürekkebine batırılmış oltanın ucuyla yaşlı balıkçı tarafından yazılmış bir not... Notta ise şöyle yazıyormuş: "Bunca yıllık balıkçılık hayatımda, hiç karşılaşmadığım bir şeylerle karşılaştım, dün gece sen gidince! Denize attığım her oltadan balık çıktı. Hiçbir oltam boş dönmedi. Ama, ben tuttuğum her balığı, tutar tutmaz gerisin geriye denize bıraktım. Ta ki tutulacak balığı tutana kadar. Ve sonunda tutmak istediğim; bu gördüğün balığı tuttum! İnsan, ideallerine sıkı sıkı tutunursa, artık idealleri tutunduğu şey olmaktan çıkarak, tutkuya dönüşür.
Hiç görmediğim, bilmediğim bir balığı tutma ideali de, dün gece tutkuya dönüştü bende, sen gidince!.. Ve sonunda başardım da!

Şafak sökmeden az önce tuttum bu balığı. Ben; hiç bu kadar beyaz ötesi beyaz bir balığın, bu denizlerde yaşadığını ne gördüm, ne de duydum! Ya o gözlere ne demeli! Onu, bu köhne sandalımın içine yatırdıktan sonra gözlerine baktığımda, bana bu balığı tutturan şeyin 'sevgi' olduğuna inandım ve bu balığın adını 'sevgi' koydum... Şimdi, Sevgi'yi sana veriyorum... Çünkü, O senin... Ve ben dün, senin sevgin yardımıyla tuttum onu...

Sevginin rengi, her zaman ve sadece beyazdır... hem de bembeyaz! Ve gözü de yeşildir küçük deniz kızı; aynı, senin yatağının yosun yeşili gibi! Ne yazık ki sen, onun gerçek halini hiçbir zaman göremeyeceksin. Sen, şimdi evinde Sevgi'ye baktığında, onu parıltısıyla etrafına ışıklar saçan pembe renkli, mavi gözlü bir balık olarak görüyorsundur!.. Öyle değil Sevgi, öyle değil Küçük Deniz Kızı! Sevgi, görmek istediğin renkte değil, olduğu renktedir...

Ve inanıyorum ki, Ondan bu denizlerde bir tane varsa, bir ikincisi de mutlaka vardır. Ben, onu bulmaya gidiyorum! Onu kimsenin yardımı olmadan, yalnız başıma bulacağım. Çünkü, onu kimseyle paylaşmak istemiyorum küçük deniz kızı!.. Benim Sevgi'm benimle kalacak, Sen de ‘Sevgi'nle Kal...”

Mektubu okuyan küçük deniz kızı hüzünlenerek, “Beni bu kadar çok sevdiğini tahmin etmedim yaşlı balıkçı. Affet beni lütfen” demiş ve kafasını suyun üstüne doğru kaldırarak, “Ama üzülme, emanetin olan sevgiye çok iyi bakacağım” dedikten sonra bakışlarını yosunların üstüne koyduğu balığa çevirerek “Sevgi! Sen artık benimsin... hem de sonsuza kadar... Artık hep benimle olacaksın; ben de seninle. Ölene kadar senin yanından ayrılmayacağım. Ama lütfen bana olduğun renkte görün, yalvarıyorum sana sevgi... lütfen... lütfen gerçek renginde görün!..” diyerek Sevgi'ye sarılmış.

O günden sonra küçük deniz kızı, söz verdiği gibi sevginin yanından hiç ayrılmamış. Yemeden, içmeden kesilmiş. Yaptığı tek şey sadece sevgiyi seyretmek ve uykusu geldiğinde sevgiye sarılıp uyumakmış. Bir de sürekli, Sevgi'ye “Lütfen bana gerçek renginde görün!.. Yalvarıyorum sana!.. Bir kerecik bana olduğun renkte görün” diye yalvarıyormuş. Küçük deniz kızı, gün geçtikçe hiçbir şey yemediğinden dolayı zayıflamaya başlamış. Güçten de düştüğü için artık hareketleri de ağırlaşmış. Sevgi ise hala, parlayan pembe renginden ve etrafına ışıklar saçan mavi gözlerindeki canlılıktan hiçbir şey kaybetmeden yosunların üzerinde öylece duruyormuş. Kendisi eriyip giderken, canlılığından hiçbir şey kaybetmeyen sevgiye bakan küçük deniz kızı; “Ne kadar güzel bir şeysin sen sevgi, ne kadar güzel!.. Ben senin için eriyip giderken, sen hala ilk günkü gibi canlısın!..” demiş.

Küçük deniz kızı, her gece yaptığı gibi o gecede sevgiye sarılı bir halde uyurken düşünde, köhne teknesiyle sahile varmak üzere olan yaşlı balıkçıyı görmüş. Yaşlı balıkçının yanında ise parlayan beyaz teni ve etrafına ışıklar saçan yeşil gözlü, bir bayan varmış. Yaşlı balıkçı, yanındaki bayana sarılarak, küçük deniz kızına “Sana tanıştırayım; bu Sevgi!” demiş. “Sevgi'yi tanımaktan memnun oldum.” diyen küçük deniz kızı hiç ara vermeden konuşmaya devam etmiş; “Sen gittikten sonra, ben hep Sevgi'nin yanında kalıyorum... Senin bana verdiğin Sevgi'nin yanında!.. Onu hiç yalnız bırakmıyorum. Hep ona bakıyor; her gece ona sarılıp yatıyorum. Ama onu ve onun gözlerini bir kere olsun senin mektubunda yazdığın renklerde göremedim. O kadar yalvarmama, yakarmama rağmen Sevgi'yi bir kere olsun beyaz göremedim. Ve onun gözü hâlâ mavi!.. Çok zayıfladım, güçsüzleştim Sevgi geldikten sonra!.. Onu bırakıp yiyecek bulmaya gitmiyorum. Çünkü geri döndüğümde Sevgi'yi bulamamaktan, onu sonsuza dek kaybetmekten korkuyorum. Böyle giderse, çok yaşayabileceğimi de sanmıyorum! Günlerim sayılı... ama olsun, hiç umurumda değil... Zaten, Sevgi'yi gerçek rengiyle göremedikten sonra yaşamanın ne anlamı var ki!..Kim bilir belki öldükten sonra onu gerçek rengiyle görürüm.” demiş.

Küçük deniz kızını dinleyen yaşlı balıkçı ise ona; “Üzüldüm senin bu haline. Niçin hâlâ anlamıyorsun küçük deniz kızı, sevgiyi yanında değil, içinde barındırman gerekir!.. Onu görmen değil, hissetmen gerekir. Sevgi, görünmez yaşanır. Sen Sevgi'yi sadece seyretmekle, ona sarılıp uyumakla ve sürekli onun yanında bulunmakla onun gerçek rengini göremezsin. Onu, ancak sonsuz bir aşkla seversen onun gerçek rengini görebilirsin. Ama üzülerek söyleyeyim ki sen hâlâ elindeki sevgiyi yeteri kadar sevememiş; ona aşık olamamışsın!.. Onun ruhundaki değil, dış görünüşündeki güzelliklere, özelliklere takılı kalmışsın... ‘Zayıfladım, güçsüzleştim, öleceğim’ diyorsun. Senin eriyip, sararıp solmana rağmen Sevgi'de bir değişiklik oldu mu? Olmadı değil mi? Zaten Olmazdı da, Olamazdı da!.. Şunu unutma küçük deniz kızı, sevgiyi hissedersen, sevgi için ölmen değil yaşaman gerektiğini anlarsın. Sevgi, senden hayatını değil, sadece kalbini vermeni bekliyor. Ver ona kalbini küçük deniz kızı, ver ona!..” demiş. Küçük deniz kızı, o anda yaşlı balıkçının yanındaki bayanın birden yok olduğunu görünce, irkilerek uykusundan uyanmış.

Gözlerini hafifçe aralayan küçük deniz kızı, sarılarak uyuduğu Sevgi'nin yanında olmadığını görünce, hızla yosun yatağından kalkmış. Her bir tarafları aramış, taramış ama bir türlü onu bulamamış. İçini derin bir hüzün kaplamış!.. Ve o an yuvasını terk ederek uçsuz bucaksız denizlerde, kaybettiği Sevgi'sini aramaya karar vermiş. Bu kararını uygulamak için güçlü olması gerektiğinden yeniden yemek yemeye başlamış. Yanındaki sevgi için hiçbir şey yapmazken, aradığı sevgi için kendine bakmaya başlamış. Vücudu tekrar eski görünüme ve dinçliğine kavuştuğunda denizlere açılmış. Günlerce, haftalarca, aylarca sevginin peşinde dolanıp durmuş. Ama ne ona rastlamış, ne de ona rastlayan birine...

Sevgiyi bulma yolundaki tüm umutları artık tükenme noktasına geldiğinde, bir gece uyurken düşünde bir balık görmüş. Beyaz ötesi beyaz parlayan pullara ve yosun rengi gözlere sahip bu balık, küçük deniz kızına şunları söylemiş; “Beni, neden hiç olmayacağım yerlerde arayıp duruyorsun küçük deniz kızı? Neden hiç bıkmadan, usanmadan beni her gördüğün kişiye soruyorsun? Ben; yaşlı balıkçıyla düşünde yaptığın konuşmanın ardından yatağından kalkarak senin kalbine girdim. Ben artık senin içindeyim küçük deniz kızı. Hem de ta o geceden itibaren. Ve sen, o geceden sonra sadece küçük deniz kızı olmakla kalmayıp ‘sevgili küçük deniz kızı’ oldun!..”

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar