Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 177

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.830 Cevap: 1.997
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
26 Ekim 2006       Mesaj #1761
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
KAYBOLAN CÜMLELER
Gün yüzüne çıkarken evlerin çatıları doğan güneşin ilk ışımasıyla, yataklarından doğrulan kadınlar, köy meydanında dolaşan köpeklerin ne aradığını merak etmek bir yana, bu köpeklerin farkında bile değillerdi.
Derenin kenarında şırıl şırıl çağlayan bir kaynak suyundan, eğilmiş susuzluğunu gidermeye çalışıyordu Nûbe. Annesini yitirdiğinde henüz dokuz yaşındaydı ve babası onu önemsemeyecek kadar az seviyordu. Birbaşına dağın yamacının başlangıcında sur gibi yükselen çınarın gölgesinde toprağı eşeleyerek çıkan taşların desenlerine dalar, kendince masallar mırıldanırdı. “Bu kız deli” dediler babasına. “Bu kız köyün delisi.”
Sponsorlu Bağlantılar
Nûbe, taş toplaya toplaya yürümeye, yürüdükçe köyünden uzaklaşmaya başladığında ilkbaharın ilk günleriydi. Babası dahil hiçkimse kayboluşunu farketmedi. Bir insan hem var hem bu kadar silik yaşayabiliyordu demek bu dünyada. Nûbe bunu ancak yıllar sonra yaşlı Verka’nın verdiği kitabı okuduğunda cümle cümle, yaşadığında o cümleleri bir bir; içi sızlayarak anladı.
Taşların sevdasına düşmüş bu kız hiçbir şeysiz, yapayalnız taşların izini süre süre ilerlerken, yolların varacağı yerlerin gizemine takıldı birgün. Her yolu takip edemeyeceğini anladığında, yaptığı seçimlerin kendi kaderi olduğuna inanarak hislerine güvenmeyi öğrendi yavaş yavaş. Çünkü her yol mutlaka bir yere varıyordu, vardığı her yerde kendisine sunulanlar vardı. Bunları usulca kabul ederken karşılığında bir masal hediye ediyor, sanki kendince seçilmiş bir yer varmış gibi yoluna devam ediyordu.
Nûbe taşların masallarına gebe olduğunu bilmeden, sevgiden uzak yaşanmışlığın acısıyla sızlayan yanının olduğunun bilincinde; zamanı kovaladı, kovaladı, kovaladı; yorulup Verka’nın sıcaklığına sığınana dek. “Güller çok yaşamıyor” dedi. “Yükü olmayanın sancısı olmuyor” dedi. “Güneş her vakit ısıtmıyor” dedi. “Gidenin yerine bir yenisi mutlaka geliyor” dedi. “Tekrarın yaşanmadığı yer yok” dedi. “Taşlar konuşmuyor” dedi ve aylar süren bir ağlama nöbetine tutuldu, Verka’nın kulübesinin kapısında.
Yaşlı Verka, yalnızlığına bir yalnız olarak gelen bu gençkızı evine konuk olarak kabul ettiğinde, onun başından neler geçmiş olabileceğini, nereden geldiğini ve yıllar süren yolculuğunun tam da kendi evinde son bulacağını bilemezdi elbet. Nûbe’yi sakinleştirmeye çalışmadı. Bekledi, bekledi, bekledi... Günler geceye döndü, mevsimler bilinen kovalamacalarını sürdürdü, solan çiçeklerin yerine pek çok kez yenileri açtı, toprak beyazlarla örtüldü... Nûbe sessiz sessiz ağladı. Tüm biriktirdiklerini boşaltır gibi, tüm acılarını dindirir gibi... Bir köşeye pusup yandı yandı söndü, yandı yandı söndü. Sonunda fırtına dindi, dalgalar duruldu, seller çekildi ve Nûbe doğruldu köşesinde. “Keşke okuyabilseydim yazılmış olanları” dedi.
Verka, onun bu isteğini geri çeviremeyecek kadar hoşgörülüydü belki, ama onun da yıllarca beklediği konuğun Nûbe olduğunu anlamasına yetecek bu ilk cümleyle irkildi ilkin. “İstemeden elde edemezsin” dedi. “Madem istedin, elde etmek de hakkın.”
Sığındığı küçük kulübenin bir dağın yamacında, çam ormanının tam da göbeğinde sessizce bakındığını, o kulübeye girdiği akşamın yıllar sonrasında gördü Nûbe. Yalnızları yalnız olanlar, yalnızlığın tadına varanlar, bir de yalnızlığın acımsılığını duyanlar taşıyabilirdi ancak. Verka ile başlanan okuma yolculuğunda hızla kitapların dünyasına girerken hep ne kadar yalnız olduğunu düşündü. Neydi onu böyle yalnız yapan? İstenmemek. Özlenmemek. Aranmamak. Sevilmemek. Okudukça cümleler kurdu. Okudukça soruları çoğaldı. Okudukça cevaplar aradı. Verka hiç dışa vurulmamış bu cümleleri gözlerinden okudu Nûbe’nin. İnsan ne kadar da beklese, birgün içinden geçenleri birilerine anlatmayı mutlaka isterdi. Bu gücü ona, kitaplar hiç yüksünmeden verebilirdi.
Nûbe, günlerini kitap okumakla geçirirken, Verka kulübeden çıkıp gözden yitiyor, ancak hava kararmak üzereyken geri dönüyordu. Her yeni kitap sanki bilinmeyen bir yerlerden geliyor, görevini tamamladığında geldiği yer her neresiyse geri gidiyordu. Kulübede hiç kitap olmadığını farkettiğinde, şaşırmayacak kadar alışmıştı Verka’ya. “Masallarım gibi geliyorlar bana, masallarım gibi gidiyorlar benden” dedi. “İnsanlar bu dünyada hep ‘sahip’ olduklarını düşünmekle yanılıyorlar” dedi. Cümleler çözülmeye başladı. Eğer konuşan varsa, bir dinleyeni de olmalıydı. Yoksa konuşmak gereksiz bir yorgunluktan başka ne olabilirdi? Nûbe anlattı. Verka dinledi. Masallar ardarda bağlanmışcasına aktı, aktı, aktı.
Durulduğunda ne kadar anlatırsa anlatsın, anlatacaklarının hiç bitmeyeceğini gördü. Anlatılanlar yaşanmışlardan, yaşanabilecek olanlardan, hayallerden, hayalgücünün getirdiklerinden beslendikçe besleniyor; nokta koymadan durulmuyordu. Bir dereye benzetti kendisini Nûbe. Aktıkça bitmiyordu. Aktıkça geriden hep gelen damlalar oluyordu. Birisi gelip bu derenin önüne set çekince birikiyordu hiç durmadan. Birikiyor, birikiyor, birikiyordu. Nasılsa birgün o set yıkılacak birikenler akmaya devam edecekti.
Duruldu Nûbe. Verka bu duruluşa şahit oluşuna ne sevinebildi, ne de üzülebildi. İçinden geçenler sevinçten, üzüntüden çok uzaktı. Üzerine çöreklenen zamanın yükünü daha fazla taşıyamayacağını bildiğinden, artık vermesi gerekeni vermesi ve bu hayatın zaman diliminden uzaklaşması gerekiyordu. Küçük kitabı Nûbe’nin boynuna kolye gibi asarken ona söyleyebileceği tek şey kısa bir cümleden ibaretti: “Ne zaman kaybolmazsa cümleler, onu emanet edebilecek birisini bekle; gelecektir.”
Verka kulübeden çıktı ve bir daha geri dönmedi. Nûbe onun gidişini farkettiğinde yine yapayalnız kalmışlığını, bunun kaderden başka bir şekilde açıklanamayacağını düşündü. Öncesinden farklı oluşu, hiç kazanmamışlığının yanında kaybedecek bir şeye de sahip olmadığının bilincine varışıydı. Geliştiğini, öğrendiğini, öğrendikçe açıldığını, açıldıkça güvendiğini, güvendikçe çözüldüğünü, çözüldükçe çoğaldığını, çoğaldıkça büyüdüğünü, büyüdükçe doyduğunu, doydukça dolduğunu, doldukça verdiğini, verdikçe bereketlendiğini, bereketlendikçe anlamlandığını gördü.
Nûbe küçük ve ince kitapla başbaşa kaldığında, kitabın kapağı kendiliğinden açıldı.
İlk cümle: “Artık yola çıkma zamanı hiç yer değiştirmeden; yeşilin çıkmazlarında yol bulmaya başla kendine.”
Nûbe cümleyi okur okumaz, bir taraftan da cümlenin silinip kaybolduğunu gördü. Henüz yeni bitirmişti ki cümleyi, kendini yemyeşil bir ormanda koşarken buldu. Birilerinden kaçar gibiydi. Sesler geliyordu kulağına. Köpek ulumaları gibi. İnsanlar koşuyordu sanki ardından. Bir arkasına bakıyordu, bir önüne... Bir arkasına bakıyordu, bir önüne... korkuyla. Nefes nefese kalmıştı. Dayanamayacaktı bu koşturmaya. Yuvarlandı. Kalktı. Koşmaya devam etti. Elleriyle önüne çıkan çalıları çekmeye çalıştı. Ağaçlar gökyüzünü gizlemişti. Gündüzün karanlığı, bir de kasveti çökmüştü ormana. Nem kokusu vardı. Toprak ıslaktı. Otlar bazı yerlerde dizlerine ulaşıyordu. Bilmediği, hiç bilmediği bir yerde ne yaptığını da bilmeden, bilmeye bilmeye koşuyordu. Nûbe, bakışlarından sarkan korkuyla bir ağacın ardına gizlendiğinde, sağa sola bakınıp nerede olabileceğini çıkarmaya çalıştı ise de, hiç tanıdık bir yer değildi burası. Sanki dünyadan bir yer bile değildi. Hayret... kokusunda bir farklılık, renginde bir farklılık, görüntüsünde bir farklılık var gibiydi bu mekanın. Ağaçların arasından birşeyler görmeye çalışırken ileride parlayan kırmızı ışığı farketti. Bir ışık, bir işaret olabilirdi tabiî. Neden olmasındı. O yöne doğru koşmaya başladığında bir boşlukta buldu kendini. Yine takılmıştı ve düşmüştü görmediği bir çukurun içine. Düşüşü sırasında tutunabilecek bir şey arandı elleri. Sert bir tutunuşa ulaştığında ne aşağıyı, ne de yukarıyı görebiliyordu. Havada asılı kalmaktan başka bir şey değildi başına gelen. Bıraktı kendini boşluğa. Kayarken boşlukta kitabı aralamaya çalıştı. Güçlükle okudu cümleyi: “Uyan uykudan, bu bir gerçektir.”
Nûbe gözlerini açtığında bir rüyada boşluğa düştüğünü sandı; bir samanlıkta uzandığını anlayana dek. “Yazılanlar benim yazgım” diye düşündü. Boynuna uzatıp elini, kitabın orada durup durmadığını yokladı. Tüm somutluğuyla vardı. O sırada bir kapı gıcırtısıyla irkildi. “Kimsin?” diye seslendi. “Umudun bir şekilde yaşadığına inanan biri” dedi biri gerilerden. “Herkes inanmaz mı buna?” diye sordu Nûbe.
“Kimse inanmaz aslında, inanıyormuş gibi yapar.”
“Umutla tanışmadım sanırım hiç.”
“Çağırdın mı onu gelsin diye sana?”
“Nasıl bilmediğimi çağırabilirim?”
“İnsanlar bilmediklerine çokça bulaşırlar.”
“Kim olduğunu söyle bana.”
“Şimdi seninle konuşanım.”
“Adın?”
“Yok böyle bir şey.”
“Var olan...”
“Bir yolculukta oluşumuz.”
“Nereye gidiyoruz?”
“Bilmediğimiz ama tahmin ettiğimiz bir yere.”
“Göster kendini, göreyim kimsin” derken doğruldu yerinde Nûbe, yavaş yavaş yürüdü nereye gittiğini bilmeden. Bir kapı aradı gözleri. Kapılar, hep bir yerlere açılmalıydı. Kapılar hep birilerine açılmalıydı. Kapılar hem gizleyen, hem sunandı.
İçerisi hoş bir loşluğa sahipti. Elleriyle ahşap duvarları yokladı. Bir yazı belirdi dokunduğu yerde: “Tıklat hayatın kapısını. Açan biri olacaktır. Yine de her açık kapıdan geçmek zorunda değilsin. Dönüp geri, başka kapılar arayabilirsin.”
“Anlamakta ne çok zorlanıyorum her şeyi” dedi Nûbe kendi kendine. Sesin sahibi görünmediği gibi sesini de alıp gitmişti. Birileri gelip gidiyor, hep birileri gelip hep birileri gidiyor. Gelmek ve gitmek. Gelmek ve gitmek. Gelmek ve yine gitmek. Bütün insanlar bunu yapıyor. Durmak yok. Durduğun an geride kalıyorsun. Geride kaldığın zaman tözkezlemek... Kurtlar kapar. Ham yapar. İçi ürperdi. Kitabın kapağını açarken hangi zaman diliminde yaşadığını dahi bilmiyordu: “Uzaktan yüzüne vuran ışıkla içine dolan aydınlık bir değil.” Cümle ağır ağır silinirken mekan değişikliğini de beraberinde getiriyordu.
Bir kadın çamaşır leğeninin önüne çömelmiş çitiliyordu çamaşırları kapı önünde. Arkada koşturan çocukların sayısını kestirmek mümkün değildi. Küçük bir kız kuyudan çektiği suyu çamaşır yıkayan kadının yanına bir kovayla ıhlana ıhlana taşıyordu. Başka bir küçük kız çamaşır yıkayan kadının kenara koyduğu çamaşırları boyu yetişmeyen ipe asmaya çalışıyordu. Bir oğlan çocuğu bağıra çağıra geldi kadının yanına. Kadın korkuyla fırlarken ellerinden damlayan suları şalvarına sildi. Nûbe, bu kadar kalabalık bir aileyi şimdiye kadar görmediğini düşünürken kendi yalnızlığından hayrete düştü. Kadın geri geldiğinde kucağında iki yaşlarında bir çocuğu kucağında taşıyordu. Çocukta herhangi bir hareket olmadığını görünce ölmüş olma ihtimalinden endişe etti Nûbe. Uzaktan baktığı küçük eve doğru tedirgin adımlarla ilerledi. Kapıda durup içeri göz attığında dışarının aydınlığından olsa gerek karanlıkta bir şey seçemedi. Sessizlik ağlayan kadının sesiyle bozuldu birden. Nûbe koşup sedirin başında durdu. “Ne oldu? Neyi var?”
Kadın başını çevirmeden “ağaçtan düştü” dedi.
“Bir de ben bakayım.”
Kadın kenara çekilirken elleriyle dizlerine vurmaya başladı. Nûbe, kitabın bir faydası olabileceğini düşünerek kapağı çevirdi ve ilk cümleyi fısıldadı çocuğun kulağına: “Aç gözlerini, gitmek için sence de çok erken değil mi?”
Çocuk sedirde doğrulup, “ekmek pişirmek için ağacın dalını kıracaktım” dedi Nûbe’ye. Ama çocuğun gözlerinde garip bir ışıltı vardı. Birden ışık dışarı doğru taştı taştı, Nûbe gerileyerek ışığın kendisini içine çekmesine engel olmaya çalıştı. Sonunda odada her kim varsa hepsi bir bir ışığın çekimiyle çocuğun gözlerinde kayboldu. “Artık ben buradayım” dedi çocuk. Nûbe, arkasını dönüp koşmaya başladı. Ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla, derelerin içinde suya bata çıka, bayırları nefes nefese tırmana tırmana, o çok sevdiği taşların farkına bile varmadan yollar yollara eklene eklene koştu. İçinde bir sıkıntı, sanki bir karanlık... anlayamadığı, anlamlandıramadığı bir şey. Ne? Çocuk onu ışığına çekmeyi başaramamıştı ama sanki içindeki aydınlığa bir kara leke koymayı başarmıştı.
Zamanın geceye yüzünü dönmeye başladığı an kararan gök içindeki karanlığın yayılmasına neden oluyormuş gibi, Nûbe bir sıkıntının dalga dalga bedenini sardığını hissettiğinde kitaba sarılması gerektiğini anımsayıverdi, bir ses kulağına fısıldamıştı sanki yapması gerekeni. Fakat onu durduran aniden aklına takılan bir cümle oldu: “Ben neden bu şekilde kaçmak zorundayım?”... devami yarinMsn Grin

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
27 Ekim 2006       Mesaj #1762
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yaşıyor muydum ta ki 29 şubat 2004 tarihine kadar belki de yaşamı o gün hissettim.

Sponsorlu Bağlantılar
Aşk neydi nasıl merak ediyordum ama bir türlü cevabı bilinmezlerdeydi.Ama şimdi tam anlamıyla biliyorum,dünyada sevgiyi beklemek bunun yanında ,sevmek ama ölümüne sevmek ve aynı şekilde karşılığını almak kadar güzeli yok güzel az kalır muhteşem bir şey ifadesi yok.

Şimdi nerdeyse tam 1,5 yıl o kadar güzel geçti ki,her şeye rağmen bu kadar güzel olucağını hiç ama düşünmemiştim.

ŞİMDİ TÜM DÜNYA DUYSUN SENİ ÇOK SEVİYORUM AŞKIM.....

(Bebek yüzlüm, ama sadece benim)

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Ekim 2006       Mesaj #1763
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Uyku dolu bir uyanış...


Gözlerimi açtığımda boş bir odanın kuytulu yalnızlığında öylece oturuyordum. Loş duvarların bana hayranlık dolu bakışlarını sezdim bir anda. Sanki her bir duvardan gözler sızıyordu yalnızlıktan yorgun düşmüş biçare yüreğime. Görünürde odanın bir kapısı veya bir penceresi yoktu ama her yer aydınlıktı

-peki nerden geliyordu bu ışık?

Gözlerimi odanın tavanına çevirdiğim de gördüğüm manzara karşısında şaşkına dönmüştüm. Her gece izlemeye çıktığım mehtabın beni izlediğini gördüm. Ay ve yüz binlerce yıldızın tüm güzellikleriyle beni izlediklerini gördüm.

-peki nerdeydim ben ve burası neresiydi? bende bilmiyordum.

Bir an kalkmaya çalıştım duvara yaslanınca yere düşmekten kendimi zor kurtardım . Ben yaklaştıkça duvarlar benden kaçıyordu. Ama nedense içinde bulunduğum odanın boyutları hep aynıydı yani bir duvar kaçarken benden öbür duvar bana yaklaşıyordu. Bir kısır döngü yani.

Şaşkınlığımı gizleyemedim bir an

Mat duvarların gölgesinde derin mi derin düşüncelere dalmaya başladım. Başımı iki avucumun içine sığdırıp bağırdım, bağırdım, bağırdım…
Yankı bile yapmadı sesim ve bir yandan kovalayan ben, öbür yandan kaçan yine ben yani bu oyunda sadece ben vardım. Avda bendim, avcıda bendim.

Yıldızlara bakarken bir şeyler fark eder gibi oldum. Ruhumu bir an yaşadıklarımdan farklı bir his sardı ve yanı başımda beni izlemekle meşgul olan belki de benim varlığımdan haberi bile olmayan Ay’ı izlemeye başladım.Hayatı kovalarken aynı zamanda kovalanan bir avcının nefret dolu bakışlarıyla değil de sevgi dolu bakışlarıyla soğuk namluların uçlarına güller takan çocukların masum gülümsemeleriyle bakmaya başladım mehtaba ve mat görünümlü sessiz duvarlara. Yıldızların yavaş yavaş bana yöneldiklerini gördüm. Duvarlar renklendiler birden bire,sanki gökkuşağı tüm renkleriyle odamın içine daldı. Ben sevgiyle baktıkça onlar da sevgiyle yaklaştılar bana. Ve ellerimi uzattığımda yıldızlar avucumun içindeydiler sanki, duvarlar renk kuşağı her şeyim bir anda değişmişti. Sanki sihirli bir el dokunmuştu her şeye

.Bir bakış neleri değiştirirmiş meğer.

Tamam dedim kendi kendime , tamam…
Anladım artık , anladım. Duvarları mat kılan gözlerimmiş, kendini avcı sanıp avlanan ruhum, duvarlar hayat çizgim, yıldızlar her gün aralarında nefes alıp nefes verdiğim insanlarmış.
Anladım dedim ve ansızın uyandım bu kendini kaybetmişlik uykusundan. Anladım ama anlamak yetmiyormuş meğer birde anladıklarını anlatmak varmış, duvarları hala mat gören yıldız düşmanlarına.

Döndüm ama ne yıldızlardan ne de duvarlardan eser vardı.
Bana ise bu garip anımı sizlerle paylaşmak kaldı…
feather
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
27 Ekim 2006       Mesaj #1764
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kırık bir kadehsin sen elimi kanatsan da.Eski bir şarkısın sen yüreğimde yankılanan.Defalarca dinleyip ,dinlemekten bıkmadığım , her dinlediğimde gözyaşlarımla eslik ettiğim bir eski ask şarkısın sen.Puslu sabahlarda yarınlarımda kurduğum hayallerimsin sen.Sen, beni terk etsen de hayallerimin en güzel düşüsün.Çekip gitsen de gönlümden kopartmaya kıyamadığım nazenin çiçeğimsin .Sönmüş bir yıldızsın sen gözlerimde ; sen uzaklarda olsan da seni gözlerimden silemiyorum ve de gözlerimi sana bakmadan alamadığım parlak yıldızım sen sen..,

O parlak gözlerinde mutlu ömrümü yasadım .Bir bahar yasadımsa kalbimin karakışlarda bil ki ;senin gözlerindeki yasama sevinçlerindeki bahar tomurcukları sayesindedir.Bin defa ölümdümse yasarken ; bil ki senin gözlerinden süzülen gözyaşlarına kıyamadığımdandır.

Ardına bakmadan, kollarımı kollarından mahrum bıraktığın için gecenin sessizliği ruhumu tırmalıyor. Hasretimin çığlıkları karanlık geceyi hıçkırıklara boğuyor. Bir mum ışığı gibi yavaşça sönüyor yasam ışığım. Ne uzanan bir el ne de ışıklar var karanlık var odamda. Karanlıklar içinde üşüyormuş gibiyim.

Kaybettim tüm yaşama sevinçlerimi, yüzümdeki seninle açan gülüşlerimi özledim.Senden kalan yalnızlıklarımda hüzün denizlerinde fırtınalarla savaşıyormuşum gibiyim.Sensiz yasarken seninle her gün ölüyormuş gibiyim...Asırlar geçse de solmaz derken askımız ,ilkbaharları bırakıp karakışlara yenildik.Bir ömür boyu bitmez derken sevdamız hüzün denizindeki ayrılık fırtınalarına yenildik.Hayallerimizde Cennetteki Leyla ile Mecnunu yasarken sevdanın gururu altında ezildik ve sevdamıza ask-ı memnu derken şimdilerde birbirimizi gördüğümüzde ayrı iki yabancı gibiydik.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Ekim 2006       Mesaj #1765
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
GELDİM İŞTE, AŞK OLDUĞU YERDE Mİ HALA?

GELDİM İŞTE, AŞK OLDUĞU YERDE Mİ HALA?



( Kaybettiğim pusulama yükledim bütün suçu... Yaşam dergâhından kaç kez kaçmak istedim kim bilir... Kaçmak istedim mi? Derimin altında gizlediğim dizelere bel bağlamak ahmaklığını gösterdim bir defa. Yapacak bir şey yok. Firak tortusunu ekmiştim dilime... Bahçe duvarından atlarken dizlerini toprağa gizlenmiş cam parçasına değdiren çocuk kadar içimin acıdığını hissediyordum. Yapacak bir şey yok. Kanlanmıştım kendime. )



Ben geldim.

Hoş geldin aydınlığım…

Nasılsın

Nasıl görünüyorum

Yorgun, sorumsuz ve kimsesiz

Eksik ama belli ölçüde doğru…



Nasıl girilir ki söze... Nerden başlanır ki... Ah sevgilim uyuşmuş bir kalpten su çekmeye mi geldin...

...

Neden kayboldun ortadan. Neden aramadın beni. Neden bu kadar bencil olabiliyorsun. Dünya sadece senin istediğin ölçülerden mi ibaret? Bu kadar mı tekil yaşamayı seviyorsun?

Bilmiyorum

Kaçarcasına yaşıyorsun hayatı. Neden ve kimden kaçtığını bilmeden. Yarım yamalak, sorumsuzca yaşıyorsun. Mesela ben aramasam sen aramayacaktın, bunu biliyorum. Mesela ben gelmesem sen gelmeyecektin bana.

Sonra “ben geldim” deyince “ hoş geldin aydınlığım” diye süslü bir laf ediyorsun. Peki, bu seni affettirir mi? Madem aydınlığınım senin neden kaçıyorsun benden. Neden aciz ışığımın ikimizi de aydınlatmasına izin vermiyorsun.

…..

Seni bekledim. Seni aradım, dokunduğumuz her duvara sensiz bir daha dokundum. Benimle konuşur belki diye. Bak şimdi “o şurada şunu yapıyor” diye.

“O bir daha gelmeyecek” saçmalıklarına kulak tıkayarak, seni bekledim. Gelecektin biliyorum. Gelecektin, çünkü ilk defa yarım yaşamayacaktın ve tamamının doyumuna varacaktın bu ilişkinin. Gelmeliydin, çünkü yazgımız böyleydi.

Anlat yalvarırım, nereye gittiğin beni ilgilendirmiyor. Sadece nedenini anlat.



Bir sonbahar yaprağından farkım yoktu. O kadar çok yoruluyordum ki dalımda durmaya...

Düşmeliydim, bunu hissedebiliyordum. Sana ve kendime zarar verdiğimi hissedebildiğim gibi. Hayır, bıkmak değil bu, hele senden bıkmak asla, kimse bana senin tahammül ettiğin kadar tahammül edemezdi. Ya da sesimdeki hüznün uyuyacağı başka bir göğüs de bulamazdım, yani bıktığım için veya bitmesi gerektiğini düşünüp gitmedim. Gitmem gerekiyordu hepsi bu.



Susmam ondandı belki. Ne konuşacağımı bilmeden, denizin en dibine bakarak, gözden ve yaştan nefret ederek susmam ondandı. Konuşsam yangın çıkacaktı. Hayatta tek yeteneğim olan susmayı denemekten başka çarem kalmadığını bilmenin verdiği kederle gitmek...



Bir yerlerde gizlenmiş yalnızlık tanrıları beni çağırıyordu. Gitmekten başka ne yapabilirdim ki. Ellerim mahkûmdu, kalbim… Ben artık bedenini tanrısına sunmuş bir meczuptum.



Peki, beni de götüremez miydin o tanrıların yanına. Saklasaydın iç cebinde. Ses çıkarmadan, nefes almadan beklerdim. Sabırla, inatla beklerdim. Beni içine attığın ateşin ısısı hiç mi yakmadı kalbini. Hiç mi acımadı kolların, ellerin, gözlerin… Bu kadar mı sensizliğe mahkûm olmalıydım.



Ama sevgilim götüremezdim seni yanımda. Tanrılara kurban gerekliyken seni bile bile o cenderenin içine atamazdım. Ki biliyorum senin tükenişini bana izleteceklerdi. Bu acıya nasıl dayanabilirdim ki. Belki yaptığım en mantıklı şeydi sessizce gitmek. Bir savaştı bu sevgilim. Varlıkla yokluğun savaşı. Tanrılar seni istediler benden. Eğer seni verirsem beni azat edeceklerini söylediler. Ve bir daha bana yaklaşmayacaklarını. Bana verdikleri süre zarfında bir kez olsun sana dönmek aklıma gelmedi. Çünkü biliyorum sana gelirsem onlar da gelecek ve seni gözlerimin içine baka baka alacaklar benden. Gelmedim işte, seni unutmalarını sağlamak için. Gelmedim çünkü sen hala çok güzeldin.



Koskoca bir yıl… Peki, neden şimdi geldin. Madem o yalnızlık tanrıları sen eğer bana gelirsen gelip beni alacaklarsa neden geldin. Ne değişti, ne oldu…



Kendi hurilerinden sundular bana. Her renkten, her boydan, her dilden… Aklına gelebilecek her çeşit, güzel, çok güzel kadın… Yatağıma soktukları her kadın yarım kalan yanlarımı gördü, acıyarak baktılar bana. Kiminin göğsünde ağladım, kimiyle aşk üzerine derin sohbetler yaptım, kimi ise tiksinerek çıktı günah mabedinden. Beni şikâyet ettiler yalnızlık tanrılarına. Benim yüzümden tanrılar hemen hemen her gün toplanmak zorunda kalıyorlardı. Benimle ilgili garip kararlar veriyorlardı. Bazen Yusuf’un kuyusuna bırakıyorlardı bir haftalık cezalarla, bazen kalbimin tam ortasına ustura acısı gibi bir acı bırakıyorlardı. Bazen de seninle tehdit ediyorlardı.

Ama yine de her kadınla biraz “sen” sohbeti yaptık. Seni tanıyorlardı. Seni sevmeye de başlamışlardı. Artık ben kapatsam konuyu onlar açıyorlardı. Onlar benim günah annelerimdiler. Hepsinden bir yara taşıyorum. Hepsinden bir hatıra.

Sonra onları tanıdıkça onların öykülerine kaptırdığımı fark ettim kendimi. Öyle özel öyküleri vardı ki. Hepsinden ayrı bir roman çıkardı.



Bir gün çıplak bedenlerimizin verdiği cesaretle ihanetten bahsettik onlardan birisiyle. O da yalnızlık tanrılarının kurbanlarındandı. Aslında hepsi yalnızlık tanrılarının kurbanlarıydılar.

İhanet, dedi aşkın ikiz kardeşidir.

Peki, dedim ya ayrılık?

O da aşkın annesidir…

Her beden biraz ihanete meyillidir. Her kalp. Bak mesela çırılçıplak yatıyoruz burada. Tanrılardan bahsediyoruz bizi buraya savuran tanrılardan. Peki, biz sevgililerimize ihanet etmiyor muyuz şimdi… Neden tanrılara karşı gelemiyoruz. Canınız cehenneme ben sevgilime gidiyorum, diyemiyoruz. Bu kadar mı aciziz. Bu kadar mı kaderin en salak kurbanlarıyız.



Artık, sus tanrılar duyacak demenin bir anlamı yoktu. Bağıra çağıra konuşuyordu.

Biz ihanetlerimize kılıf uydurmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Çünkü biz olmak istediğimiz yerdeyiz. Ama dokunmaktan korkuyoruz birbirimize. Çünkü hala yarım bıraktığımız bir şiire bakar gibi bakıyoruz geriye. Biz olmak istediğimiz ama olamadığımız yerdeyiz.

Ve sevgilim inan ilk defa iliklerime kadar “sen” üşüdüm.



Evet, koskoca bir yıl. Neler değişmez ki. Mesela evlensek çocuk sahibi bile olabilirdik. Bir yılda bir anda üç kişi olabilmek…

Nedensiz değildi gidişim. Umarım anlıyorsun beni…



Anlamıyorum seni sevgilim. Ama seviyorum seni… Her şeye rağmen, olan bitene rağmen seviyorum. Anlamak istemiyorum.



Sabah beni aramasaydın, ben yine seni bekler olurdum hala. Arayıp “ ben geldim” demesen seni düşünerek uyanırdım yine yeni bir güne. Belki umudum kırılmaya başlamıştı. Ama sabırla ve inatla yaşatmaya çalışıyordum seni içimde. Geleceğini biliyordum belki de, ama zamanını kestiremiyordum.



Bu sürede hayatıma konuk olan insanlara fazla tahammül edemedim. Midem bulanarak çıkardım hayatımın misafir odasından onları. Çünkü kalıcı konuğumu bekledim hep. Hep sen koktuğumu söylediler. Başka koktuğumu. Ben o’yum dedim. Ve o, kokmam çok normal…

Şimdi geldin ya gerisine ne uydursak boş…



Kalbim med cezirlere tutulmuştu. Ne yaptığımı bilmeden savruluyordum oradan oraya… Tanrısıyla konuşan Muhammed kadar kargaşa halindeydim. Telaş, içinden çıkılmaz bir hayat ve zamansız konukluklar…

Kalbime söz geçiremiyordum artık. Kalbimle aklımın savaşına taraf olmamayı yeğlemiştim… Kötü mü yaptım bilmiyorum.



Şimdi geldim evet… Bugün gelmem gerektiği söylenmiş gibi bana, geldim. Beni kollarımdan çarmıhlayan tanrılardan kaçamadığımı bile bile geldim işte… Nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımı bilmeden… Nasıl bir “sen”le karşılaşacağımı bilemeden.

Vücudumun yatakta bıraktığı çukura yerleşmek için geldim… Saç tellerinin gezindiği yastığımı soluksuz kalana dek içime çekmek için geldim. Dudağının kenarındaki hüzünden bir parça almak için geldim. Aşk odunda kül olana dek yanmak için. “şem de yanan pervane”ye öykündüğüm için geldim.

Bütün yalanlardan arınarak geldim. Ama “bir daha gitmeyeceğim sözü vermeyerek” geldim.

Yüzünün sazlıklarında hayat bulmak için,

Uzay boşluğundan sarkıp, kusana kadar âşık olduğumu söylemek için geldim.

Kalbim med cezire tutulmuştu. Med oldu geldim…



Yeniden başlayabilir miyiz hiçbir şey olmamış gibi? Eski benliklerimize dönebilir miyiz? Yabancılaşmadığımızı iddia edebilir miyiz? Sabah uyandığımızda yanımızda yatan boşluğu doldurabilir miyiz? Bir ağacın kovuğuna gizlenmiş şiir dizelerinden bir beden çıkarabilir miyiz?

Amacım bu olayı yokuşa sürmek değil. Evet geldin… Çok mutluyum… Gerisine ne uydurursak uyduralım. Ama ya yalnızlık tanrıları bir daha çağırırsa seni ya da beni… Buna dayanabilir miyiz? Ya da ben dayanabilir miyim, bilmiyorum.

Yani her seferinde gidişimiz ardından “ben geldim”li cümleler bizi nereye kadar götürebilir ki… Nereye kadar tutunabiliriz ki bu aşk otobüsünün arkasında… Seni sevmek, çok sevmek yeterli mi sence...

Sevgilim her seferinde dirseklerimi kanatırcasına masaya dayayıp parmaklarımı saçlarımın arasında gezdirip “doğru”yu sorgulamaktan bıktım. Kime göre kim için doğru… Hangi gidiş, hangi yalnızlık, hangi dönmeler doğru… Yani senin için en doğrusu gitmek sonra apansız geri dönmek… Peki, benim için en doğrusu her ne pahasına olursa olsun seni beklemek mi?



Kokunu özledim. Başka ten kokmayan “ben” kokan kokunu. Dokunmama izin ver. İliklerime kadar sen olmama izin ver sevgilim.

Sayısız şehir gezdiğim zaman diliminde aşktan kaçtığım bu demde sana tekrar dönebilmek umuduyla yaşadım. Az az nefes aldım, yarım yarım yaşadım ki sana yetebileyim, sana yetişebileyim. Son nefesimi kulağının dibinde verebileyim diye.

Sevgilim seni terk ettiğimi düşünme. Sen içimi zapt etmişken, ruhumun tüm kalelerini işgal etmişken nasıl senden gidebilirdim ki.



Ayaklarının dibinde uyumama izin ver. Yorgunum. Gönüllü esarete boyun eğdiğimdir sana bakışım… İzin ver sevgilim… Ben geldim işte…



Kimim ben, kim değilim... Ne anlamı var ki bu soruların...


arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Ekim 2006       Mesaj #1766
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kızım defalarca telefon edip , "Anne , zamanları geçmeden gelip nergisleri görmelisin" demişti . Aslında gitmek istiyordum , ama Laguna'dan Arrowhead Gölü neredeyse iki saatlik araba mesafesindeydi . Biraz gönülsüzce , "Haftaya Salı geleceğim" diye söz verdim . Çünkü bu üçüncü telefon edişiydi . Ertesi Salı yağmur ve soğukla birlikte geldi . Ama ne çare , söz vermiştim bir kere ve bu yüzden arabaya atlayıp gittim .

Carolyn'in evine girip kızımı kucakladıktan ve torunlarımla hasret giderdikten sonra dedim ki : "Nergisleri boş ver Carolyn ! Yol sisten görünmüyor . Zaten şu anda seni ve çocukları o kadar çok özlemiş durumdayım ki bir metre daha araba kullanmayı düşünmüyorum ! " Kızım sakince gülümsedi ve "Biz her zaman böyle havalarda araba kullanıyoruz , anneciğim" dedi . Bense : "Hava açılmadan dünyada tekrar yola çıkmam. O zaman da doğru evime döneceğim !" diye kararlı bir şekilde konuştum . Carolyn , "Arabamı almak için beni garaja kadar götürebileceğini düşünmüştüm" deyince "Ne kadar mesafede ?" diye sordum . "Sadece birkaç yüz metre ötede" dedi Carolyn . "Tamam o zaman, götürürüm . Nasılsa bu kadar yola alışığım" dedim .

Yola çıktıktan birkaç dakika sonra "Nereye gidiyoruz biz ? Bu yol garaj yolu değil !" diye sordum . Carolyn gülerek, "Garaja uzun yoldan gidiyoruz" dedi, "Nergislerin yolundan." "Carolyn!" dedim sert bir sesle, "lütfen geri dön ." "Tamam anne" , dedi Carolyn , "inan bana ; bu fırsatı kaçırırsan kendini asla bağışlamazsın . " Yirmi dakika kadar sonra küçük bir çakıl yola saptık ve ileride bir kilise gördüm . Kilisenin diğer ucunda elle yazılmış "Nergis Bahçesi" yazısı vardı .

Arabadan çıkarak her birimiz bir çocuğun elinden tuttuk ve patikadan aşağı doğru yürüyen Carolyn'i takip etmeye başladım . Patika yolun dönemeç yaptığı yeri döner dönmez gördüklerim karşısında nefesim kesildi . Dünyanın en göz alıcı görüntüsü gözlerimin önünde uzanıyordu . Sanki birisi koca bir kazan dolusu altını alıp dağın zirvesinden aşağıya , yamaçlarına doğru boca etmişti . Çiçekler görkemli bir şekilde , helezonlar halinde , koyu turuncu , beyaz , limon sarısı , somon pembesi , hardal ve krem , rengarenk , adeta kurdeleler gibi ardarda dizilmişlerdi . Aynı renkteki çiçekler bir arada ekilmiş olduğundan , her biri kendi rengindeki bir ırmağı andırırcasına akıp gidiyordu . Beş dönüm çiçek vardı .

"Fakat, bütün bunları kim yaptı ?" diye sordum Carolyn'e . "Sadece bir tek kadın" diye cevapladı , "Kendisi de burada yaşıyor ; burası onun evi ." Tüm o ihtişamın ortasındaki küçük ve mütevazı , iyi bakılmış , A şeklindeki bir evi gösterdi . Eve doğru yürüdük . Evin girişindeki bahçede bir tabela gördük .

"Cevaplayabildiğim Kadarıyla Soracaklarınızın Yanıtları" yazıyordu tabelada .

İlk yanıt basitti , "50.000 çiçek soğanı" diyordu .

İkinci yanıt, "Hepsi birer birer , bir kadın tarafından . İki el , iki ayak ve birazcık akıl ile ."

Üçüncüsü , "1958'de başlandı" idi .

İşte bu , Nergis İlkesi buydu . O an benim için hayatımı değiştirecek bir deneyim oldu . Hiç görmemiş olduğum bu kadıncağızı düşündüm , aşağı yukarı kırk yıl önce bu işe koyulan , her seferinde bir çiçek soğanı ekerek , görülmesi bile zor bir dağa göz zevkini ve neşesini getirmiş olan o kadını . Ama , her seferinde tek bir çiçek soğanı ekerek , yıllar boyu süren çabası sonucunda dünyayı değiştirebilmişti . Bu bilinmeyen kadın , içinde yaşadığı dünyayı ebediyen değiştirmişti . Tarifi zor bir büyülü ortam , güzellik ve ilham yaratmıştı . Onun nergis bahçesinin öğrettiği ilke , en çok bilinen prensiplerden biriydi . Yani , amaçlarımıza ve arzularımıza doğru her seferinde bir adım atarak -daha çok küçük birer adım atarak- ulaşmayı öğrenmek , bir iş yapmayı sevmesini öğrenmek ve zaman birikiminin nasıl kullanılacağını öğrenmek . Zamanın küçük parçacıklarını ufak günlük çabalarımızla çarptığımız zaman , kendimizin de muhteşem şeyler yapabileceğimizi görürüz . Biz de dünyayı değiştirebiliriz .

"Yine de bu beni biraz üzüyor" dedim Carolyn'e . "Düşünüyorum da , otuz beş-kırk yıl önce böyle güzel bir amaçla ben yola çıkmış olsaydım , şu anda ne kadarına ulaşmış olabilirdim acaba ? "Kızım , günün anlamını , kendine has tavrıyla kısaca , "Bunu öğrenmeye hemen yarın başla !" diyerek özetledi .

Dün kaybettiğimiz saatleri düşünmenin hiçbir yararı yok. Pişmanlığımızın nedenlerinden bahsedeceğimize kutlanacak bir ders almak istiyorsak , "Bunu bugün nasıl işe yarar hale getirebilirim ?" sorusunu sormamız yeterlidir .
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Ekim 2006       Mesaj #1767
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İşte Aşk

Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez. Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere daha karşılaşabilmek için hep aynı otobüse bindiler. Ama birbirlerine bir türlü açılamıyorlardı. Bu konuşmanın gerçekleşmesi ise fazla uzammadı ve tanıştılar.

Okul bittikten sonra ise evlendiler. Sevgileri de gün geçtikçe büyüyordu. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın. "Burayı alalım mı? Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım". "Sen istersin de ben hiç yapmaz mıyım? Amerika'daki tıp kongresinden dönünce ararım emlakçıyı" dedi adam. Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu anladı kadın. Ona sahildeki evi hatırlattığında ise, "Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen o evi unut" dedi adam.

Kadın bir süre sonra kocasının kendisini aldattığını öğrendi. Bir akşam eşi eve geldiğinde ona her şeyi bildiğini söyledi. Adam ise hiç inkar etmedi. Kapıdan çıkarken, "Son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama, kadın, "Defol" dedi sadece. İlk celsede boşandılar. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika'ya yerleştiğini öğrendi. Bir sabah, çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. Onu kovmak istedi ama yapamadı. Kadın ise, "Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o 1 saat önce öldü. Geçen yıl Amerika'daki kongre sırasında 1 yıllık ömrü kaldığını öğrendi. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi" dedi ve elindeki kutuyu diğer kadına uzattı.

Kadın da elindeki kutuyu açtı. Kutuda itinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu. Kağıtların hepsinde eşini ne kadar çok sevdiği yazıyordu. Kadın son kağıdı açtığında ise şu yazıyla karşılaştı; "Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Terasta martılarla kahvaltı ederken, ben her zaman seni izliyor olacağım sevgilim."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Ekim 2006       Mesaj #1768
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÖĞRENDİĞİM İLK ŞEY
Sıradışı bir yaz sabahında gözlere ve göklere keskin bir bakış atmıştım. Sanki perdeler bana engel oluyordu.Onlara bakış atmama mahal vermiyordu.Denileni yaptım ve ardına kadar açık olan dünyanın çehresine beyaz bir sayfa örttüm.
İçeri giren ışık sızıntılarına hakim olamıyor , ''burası karanlık olmalı'' diyordum.
Görüntüler içinde yer almamalı ve bu karanlık odanın içinde zifiri kalan yönü
mü ona armağan etmeliydim . Ona kötü yönlerimi emanet etmeliydim çünkü ba
na fedakar hayallerini karşılık beklemeden vermeli. Bir gün dışarıya çıkmaya ve
hayallerin arkasından odama selam vermeye çalıştım. Adım adım ilerliyor ve
perdenin dış görüntüsünü oldukça merak ediyordum. Karşıdan elinde siyah bastonu ve sıcak yaz gecesinde sıkı sıkıya bağlandığı bir atkısı olan, yaşlı bir
amca adımlarıma doğru yaklaşmaya başlamıştı. Bir isteği olacakmış ya da yal
varmaya müsait mizacıyla suratıma bakmaya başlamıştı ve gözlerimden istediği
o kadar yoğundu ki şaşırmıştım. Yolun yarısını iki kere atlatmış ve kaderini bir
yastığın tozlu kısmında arayan bu adam için yaşam nedir ki; ya bir sayfa hüzün
ya da kaybedilen bir sayfa hüzün... Böylesine daha önce hiç rastlamamıştım.
Hala gözlerimin içine bakıyor ve , '' sayfayı bulmama yardımcı ol'' diyordu. Tah
minler gözlerimi kamaştırıyor . Yanılabilirdim... Ama ona , ''sen hala eski hafalı
bir aşıksın'' dedim. Benim perdeme bakmasını söyleyerek yirmi yaşın kan ile
dolu boşluğunu ona göstermeye uğraştım. Kanlı olan belki temiz ,beyaz çarşaf
değildi.Kırmızı olan yaşlı amcanın aritmetik veya asırlık, boşa harcanan sene
leriydi.Çatışma vardı;kuraklığını bildiğim hüsran gecelerde... Geçmiş yarım asır
artık yoktu;yaşlı amca bunu sonradan anlasa da... Elime bir mektup tutuşturdu,
kısık sesinin altındaki acındırma duygusunu bana aksederek, okumamı söyledi. Tam olarak şunlar yazıyordu Sene belli değil ,savaş yıpratıyor ve her namlununucunda söylenen aşk şiirleri seni hatırlatıyor. Tam üç yıl geçti,attığım merminin
şaşkınlığı hayallerime üç kurşun yarası daha eklemişti.Meğer senden ayrı geçen
her sene bana yeni bir delik hediye edecekmiş. Uyumayı unutsam da senden cevap alamadığım son savaş senesinde bir kere daha mektup yazmak istedim.
Bu sene mermi yemek daha nasip olmadıysa da sende gizli olan özlemlerimi
en son görüşmemizde bana verdiğin o eski püskü entari parçasının yemininde
arıyorum.Yemin etmiştik... ''ne olursa olsun sende benim hayallerim yer alacak ''
demiştin.Son savaş senesine giriyorum ve acının geleceği ana göz yumuyorum.
Senin hayallerini tadamadığım dördüncü mermiyi bekliyorum yine yoksun...''Bu
entari parçasını al ''demiştin.Aldım...Ama bil ki! yaralara basmaktan sevilecek
bir bez parçası kalmamıştı.Savaşın son senesini yaşıyorum ve seni hala çok özlü yorum. Silinmeye yüz tutmuş mektubun ön yüzünde tam olarak bunlar yazıyordu. Arka yüzünde ise ne yazdığını anlayamadığım için yaşlı amca'ya sormak için merakla
döndüğümde kendisi gibi eski , siyah bastonun ucunda bağlı duran eski bir beze
benzer birşey görmüştüm.Sanırım savaşın son senesinde yaralanmamıştı. Ve son
bez parçasını da bastonuna bağlamıştı. Ya da ben bu şekilde olduğunu sanıyor
dum.Yaşlı amca görkemli sopasını bana doğru uzattı. Ve birden sekmeye başla
mıştı.Ayakta zor durmasına rağmen kolumdan tutarak güç alıyordu. Elinin sol bacağına doğru gittiğini farkettim. Acıyla inleyen kısık sesi''bekle aşkım yarım asırımız daha var ''diyerek paçasını kaldırmıştı. Yaralardan oluşan diz kısmının
altında bez bağlayacak bir yer kalmamıştı. Mektubun arka yüzünde bunların
yazması benim perdelerimi tamamen açmaya yetmişti. Kanla örtülü olan beyaz
çarşaflarım artık berraklığa kavuşmuştu. Yaşlı amca bana gülümseyerek bakı
yor, ben ise yaşanan gülünç aşklar önünde nur yüzlü insana karşı saygı ile eğiliyordum.Adımlarına bahar gündüzlerinde devam edeceğine ve bir asır daha geçsede, hayallerde kaybettiği aşkını bulacağına inandığım yaşlı amca'dan
öğrendiğim ve öğreteceğim ilk şey ; geçen şeyin sadece zaman olduğu ve unutmamalı ki sonsuzlukta bir zamandır. Artık perdelerimi ardına kadar açıyo
rum ve ruhuna hayran olduğum eşsiz sokak manzaralarını ,ilk doğduğum gün
kü kadar yaşlı ve sevdiğimi bildiğim sürece huzurlu yaşıyorum ...

feather
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Ekim 2006       Mesaj #1769
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YOLDA YÜRÜMEK
Yolda yürürken ayaklarımı sevdiğimi fark ettim birden. Onların bir kunduranın kavrayışına tahammüllerini, beni taşımak yeteneklerini, yere basmaktaki meziyetlerini.
Yolda yürürkenHikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] gözlerimi sevdiğimi fark ettim. Onların hiç umurunda değildi ayaklarımın becerisi. Onlar tüm becerilerini sergiliyorlardı önüne çıkanı görmek için. Yalnız görmekte değil üstelik bu görüntüyü beynime aktarmak için.
Yolda yürürken tenimi sevdim birden, onların üşümek, ısınmak, yanmak, okşamak yeteneklerini sevdim. Hayata, hayatın onlara sunduklarına verdikleri o muhteşem kendiliğindenlikteki tepkilerini sevdim.
Yolda yürürken kulaklarımı sevdim birden. Yüzüme bir çok kez kepçe gibi asıldıklarını düşündüğüm kulaklarımı üstelik. Onların her müziği dinleyememekteki hünerlerini sevmiştim zaten. Hiç sevememişlerdi acı soslu arabesk inletileri. Yürek parçalayıcı halk ezgilerine ise nasılda açmışlardı kendi kepçelerini, tıpkı bir anten gibi. Ama şimdi yolda yürürken bir başka seviyordum onları. Simitçinin "simit" diyen sesini duyuşlarini, pazarcinin iş arkadaşina "fasulyeleri şuraya koy" diyen sesini duyuşlarini, giden trenin timbirtilarini uzaktan alişlarini, yolda yürürken sevdim kulaklarimi.
Yolda yürürken bedenimin tüm fonksiyonlarini yerine getiriş becerisini sevdim bu dogru. Her şeye ragmen dişlerimde bir sakizin uzamasi olabilirdi pekala hala, damagimda bir yiyecegin tadi. Yüregim ben yönetmesem de devam ediyordu hayata. Bunu anlamak için gerek yoktu ki grafik göstergelere.
Hayattayim işte, hayatta... ve yolda yürüyorum. Hayati güzel buluyorum. Yolu çok çok güzel. Iyi ki çikmişim arabanin kafesinden. Iyi ki düşmüşüm yollara. Daha fazla hayat var yollarda. Daha fazla insan. "Ne güzel ne güzel, çok şükür çük şükür yaşiyorum" diyecek daha çok gerekçe.
Yolda yürürken düşünüyorum
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
29 Ekim 2006       Mesaj #1770
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kızım defalarca telefon edip, "Anne, zamanları geçmeden gelip nergisleri görmelisin" demişti. Aslında gitmek istiyordum, ama Laguna'dan Arrowhead Gölü neredeyse iki saatlik araba mesafesindeydi. Biraz gönülsüzce, "Haftaya salı geleceğim" diye söz verdim. Çünkü bu üçüncü telefon edişiydi. Ertesi Salı yağmur ve soğukta birlikte geldi. Ama ne çare, söz vermiştim bir kere ve bu yüzden arabaya atlayıp gittim. Carolyn'in evine girip kızımı kucakladıktan ve torunlarımla hasret giderdikten sonra dedim ki; "Nergisleri boşver Carolyn! Yol sisten görünmüyor. Zaten şu anda seni ve çocukları o kadar çok özlemiş durumdayım ki bir metre daha araba kullanmayı düşünmüyorum!" Kızım sakince gülümsedi ve "Biz her zaman böyle havalarda araba kullanıyoruz" dedi. Bense "Hava açılmadan dünyada tekrar yola çımkmam. O zaman da doğru evime döneceğim" diye karalılığımı bildirdim. Carolyn, "Arabamı almak için beni garaja kadar götürebileceğini düşünmüştüm" deyince "Ne kadar mesafede?" diye sordum. "Sadece birkaç yüz metre ötede" dedi Carolyn. "Tamam o zaman, götürürüm. Nasılsa bu kadar yola alıştım" dedim. Yola çıktıktan birkaç dakika sonra "Nereye gidiyoruz biz? Bu yol garaj yolu değil!" diye sordum. Carolyn gülerek, "Garaja uzun yoldan gidiyoruz" dedi, "Nergislerin yolundan." "Carolyn!" dedim sert bir sesle, "Lütfen geri dön." " Tamam anne" dedi Carolyn, "İnan bana; bu fırsatı kaçırırsan kendini asla bağışlamazsın."

Yirmi dakika kadar sonra küçük bir çakıl yola saptık ve ileride bir kilise gördüm. Kilisenin diğer ucunda elle yazılmış "Nergis Bahçesi" yazısı vardı. Arabadan çıkarak her birimiz bir çocuğun elinden tuttuk ve patikadan aşağı doğru yürüyen Carolyn'i takip etmeye başladım. Patika yolun dönemeç yaptığı yeri döner dönmez gördüklerim karşısında nefesim kesildi. Dünyanın en göz alıcı görüntüsü gözlerimin önünde uzanıyordu. Sanki birisi koca bir kazan dolusu altını alıp dağın zirvesinden aşağıya, yamaçlarına doğru boca etmişti. Çiçekler görkemli bir şekilde helezonlar halinde, koyu turuncu, beyaz, limon sarısı, somon pembesi, harda ve krem, rengarenk, adeta kurdelalar gibi ardarda dizilmişlerdi. Aynı renkteki çiçekler bir arada ekilmiş olduğundan, her biri kendi rengindeki bir ırmağı andırırcasına akıp gidiyordu. Beş dönüm çiçek vardı. "Fakat bütün bunları kim yaptı?" diye sordum Carolyn'e. "Sadece bir tek kadın" diye cevapladı. "Kendisi de burada yaşıyor, burası onun evi." Tüm o ihtişamın ortasındaki küçük ve mütevazi , iyi bakılmış, A şeklindeki bir evi gösterdi. Eve doğru yurüdük. Evin girişindeki bahçede bir tabela gördük "Cevaplayabildiğim kadarıyla soracaklarınızın yanıtları" yazıyordu tabelada. İlk yanıt basitti, "50.000 çiçek soğanı" diyordu. İkinci yanıt, "hepsi birer birer, bir kadın tarafından iki el, iki ayak ve birazcık akıl ile." Üçüncüsü, "1958'de başladı" idi. İste bu, "Nergis İlkesi" buydu. O an benim için hayatımı değiştirecek bir deneyim oldu. Hiç görmemiş olduğum bu kadıncağızı düşündüm, aşağı yukarı kırk yıl önce bu işe koyulan, her seferinde bir çiçek soğanı ekerek, görülmesi bile zor bir dağa göz zevkini ve neşesini getirmiş olan o kadını. Ama, her seferinde tek bir çiçek soğanı ekerek, yıllar boyu süren çabası sonucunda dünyayı değiştirebilmişti. Bu bilinmeyen kadın, içinde yaşadığı dünyayı ebediyen değiştirmişti. Tarifi zor bir büyülü ortam, güzellik ve ilham yaratmıştı.

Onun nergis bahçesinin öğrettiği ilke, en çok bilinen prensiplerden biriydi. Yani, amaçlarımıza ve arzularımıza doğru her seferinde bir adım atarak-daha çok küçük birer adım atarak-ulaşmayı öğrenmek. Bir iş yapmayı sevmesini öğrenmek ve zaman birikiminin nasıl kullanılacağını öğrenmek. Zamanın küçük parçalarını ufak günlük çabalarımızla çarpıttığımız zaman, kendimizin de muhteşem şeyler yapabileceğimizi görürüz. Biz de dünyayı değiştirebiliriz. Eşimizin işlerinin iyi olması halinde, daha güzel bir araba aldığımız zaman, güzel bir tatile çıkabilirsek, ya da emekli olursak, yaşantımızın eksiği kalmayacağını kendimize anlatır dururuz. Gerçek şudur ki, daha fazla mutlu olabilmemiz için içinde bulunduğumuz andan daha iyi bir zaman yoktur. Eğer şimdi mutlu olmayacaksak, ne zaman olacağız? Yaşadığınız her anı bir hazine gibi yaşayın, sizin için "zamanı birlikte yaşayacak kadar özel olan" kimselerle geçirdiğinizi düşünerek hazinenize daha sıkı sarılın... Ve unutmayın, zaman hiç kimseyi beklemez.

İşte bunun için beklemekten vazgeçin.
Evinizin ya da arabanızın ödemelerinin bitmesini...
Yeni bir ev veya araba alacağızı günü...
Çocuklarınızın evden ayrılacakları günü...
Tekrar okula dönmeyi, okuldan mezun olmayı...
On kilo vermeyi, ya da on kilo almayı...
Evlenmeyi, boşanmayı, çocuklarınızın doğmasını...
Emekli olmayı, yazın gelmesini...
Baharı, kışı, güzü, ölümünüzü beklemekten vazgeçin !
Mutlu olmak için şu andan daha uygun bir zaman yoktur.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar