Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 168

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.295 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Ekim 2006       Mesaj #1671
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
yokluk

Sponsorlu Bağlantılar

savruldun gittin ya nerede olduğunu bilmiyorum artık. sen savruldun gittin ya beni de savurdun gittin. artık bende nerede olduğumu bilmiyorum. boşlukta anlamsız değersiz ve duygusuz yaşıyorum. duyularımı ve duygularımı kaybetmişim gibi.

sen ortaya çıkmadığın sürece kendimi ve yerimi bilemeyeceğim. sen görünmediğin sürece ben de görünemeyeceğim. ben gözlerini kaybettiğimde kaybettim seni. varlığını açığa çıkardığın yerdi gözlerin. ama gözlerini kaybettim. hani demiştim ya gözler görünmek içindir. gözlerinde görünmediğin gün seni kaybettim, kendimi kaybettim.

unuttum ben seni. en acısı nasıl unuttum ben seni. aynı gözler, aynı beden ama sen değilsin ki. geçte kaldım yazarın dediği gibi: her intihar geç kalınmış bir eylemdir. genç werther'in bilmediğide bu olsa gerek. her intihar GEÇ KALINMIŞ bir eylemdir.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Ekim 2006       Mesaj #1672
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
mum1 Işık mum

Sponsorlu Bağlantılar
Uzaklarda küçük bir kasabada genç bir adam kendi işini kurdu bu, iki caddenin köşesinde bir perakendeciydi Adam dürüst ve dost canlısıydı,insanlar onu seviyorlardı. Ondan alış veriş yapıyorlar ve arkadaşlarına tavsiye ediyorlardı.Adam kısa süre içinde bir dükkandan , Amerikanın bir ucundan diğerine uzanan bir zincir yarattı.
Bir gün hastalanıp hastaneye kaldırıldı.Doktorlar az zamanı kalmış olabileceğinden endişe ediyorlardı..
Üç yetişkin çocuğunu yanına çağırdı ve onlara bir görev verdi: içinizden biri yıllar boyu uğraşarak kurduğum şirketimin başına geçecek. Hanginizin bunu haketiğine karar vermek için,her birinize birer dolar vereceğim
Şimdi gidip bu birer dolarla ne alabiliyorsanız alacaksınız,ama bu akşam geri döndüğünüzde paranızıla aldığınız şey hastane odamı bir uçtan bir uca doldurmalı.; Çocuklar bu başarılı şirketi yönetme fırsatı karşısında heyecana kapıldılar. Üçü de şehre gidip parasını harcadı.
Akşam geri döndüklerinde babaları sordu:
"Birinci, çocuğum ,bir dolarla ne yaptın ?"
Çocuk cevap verdi "Arkadaşımın çiftliğine gittim,bir dolarımı verdim ve iki balya saman aldım.Sonra odadan dışarı çıktı ,saman balyalarını getirdi ,açtı ve havaya savurmaya başladı. Oda bir anda samanlarla dolmuştu.
Ama biraz sonra samanların tamamı yere indi ancak babanın söylediği gibi odayı bir uçtan öbür uca dolduramadı.
Adam sordu: "Peki ikinci çocuğum ,sen paranla ne yaptın?."
Yorgancıya gittim .İki tane yastık aldım ." Bunu söyleyen çocuk ,yastıkları içeri getirdi ,açtı ve tüyleri bütün odaya dağıttı. Zaman içinde bütün tüyler yere düştü, böylece oda yine dolmamıştı.
"Sen üçüncü çocuğum, sen paranı ne yaptın?." diye sordu adam .
Dolarımı cebime koyup senin yıllar önceki dükkanın gibi bir dükkana gittim.Dükkanın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim .Dolarımın 90 centini şehrimizdeki iki yardım kurumuna bağışladım.Böylece bir onluğum kaldı. Bununla iki şey aldım."
Çocuk elini cebine atıp bir kibrit kutusu ve bir mum çıkardı. Işığı kapatıp mumu yakınca oda mumun yaydığı ışıkla dolmuştu.Oda samanla veya tüyle değil,bir uçtan öbür uca ışıkla dolmuştu.
Baba memnundu "Çok iyi oğlum .Bu şirketin başına sen geçeceksin,çünkü yaşam hakkında çok önemli bir şeyi , ışığını yaymayı biliyorsun. Bu çok güzel .
kandil
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
15 Ekim 2006       Mesaj #1673
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Geceydi... Bütün insanların çırılçıplak olduğu bir zamandı. Onları düşünüyordum; gümüş tepsilerdeki kristal kadehlerden zamanı yudumlayan insanları düşünüyordum. İrili ufaklı aynaların karşısında enseleri bembeyaz kadınlar boyanıyordu. Uzun uzun parmakları vardı kadınların. Öpülmeye alışmış dolgun dudakları vardı. Kocaman kocamandı kalçaları. O kadınları düşünüyordum.

Bir kurt bir geyiği kovalıyordu yüreğimde. Geyik soluk soluğaydı, yorgundu, bitkindi. Karların üzerinde akıp giden bir yıldız gibiydi. Koşuyordu. Koşmak kurtuluş değildi belki, ama bir ümitti. Koşmalıydı.

Oysa bir namlu ağzıydı kurdun gözleri. Avına güvenle, şehvetle yaklaşıyordu. Yeni bilenmiş, sedef saplı bıçaklara benziyordu dişleri. Bütün dileği et ve kandı. İstese geyiğe hemen yetişebilirdi, ama uzasın istiyordu bu şehvetli koşu, bu bütün damarlarına yayılan sarhoşluk bitmesin istiyordu.

Ben seni düşünüyordum. Çünkü geceydi. Sevişme zamanı insanların. Yalnızdım. Benim kuşatan duvarlar birer beyaz çarşaftı bu saatte. Kapılar tüylü, yumuşak battaniyelere benziyordu.

Ben seni düşünüyordum. Kimbilir ne güzeldin soyunduğun zaman ? Nasıl kadındın ? Nasıl öpüşürdün kimbilir ? Nasıl kadın kadın kokardı her yerin ? Tutup avuçlarıma sığdırıyordum seni, gözlerime, dudaklarıma sığdırıyordum.

Sensiz kahrolmak vardı. Seninle yaşamak vardı doludizgin. Seninle her gece birbirimizi yenilemek vardı odalarda. Odalara sığmamak vardı. Bir sel gibi taşmak vardı gecelerden.

Elimi uzatsam tutabilirdim seni, öyle yakındın. Zamana kokun sinmişti. Belki uzaktan günlerce koşsam yetişemezdim sana. Zamana kokun sinmişti.

Tuttum resmini indirdim duvardan.

Duvar ağlamaya başladı.
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
15 Ekim 2006       Mesaj #1674
kambis - avatarı
Ziyaretçi

Nereye gidersin sevdiğim…

Hatırlamak için harcadığımızdan çok daha fazla çabayı unutmak için
harcıyoruz herhalde.
Unutmak…
Çaresizlerin, fırtınalar arasında, bir gün oraya ulaşmanın düşünü kurdukları
o acıklı sığınak.Hayatımıza girenleri ya da girmek için kapılarımızı
zorlayanları silmek aklımızdan, onlar yokmuş gibi davranıp onlar yokmuş gibi
yaşamak.
Geçmişi, o geçmişi yaşayan parçamızla birlikte çıkartıp atmak içimizden,
atılan her parçayla birlikte içimizde bir boşluk kalacağını bilerek yapmak
bunu.
Ya da yaşanacak birşeyler vaat edenleri, bir gün onları da unutmak zorunda
kalacağımızı düşünerek, daha baştan unutmaya çalışmak, geçmiş gibi
gelecekten de parçalar ayıklamak.
Geçmişimiz ve geleceğimizle bir kazı yerine çevirmek hayatımızı.
Nasıl bir öğüt vermeliyiz kendimize?
“Unut “ mu demeliyiz?
Sana zevk vermiş olanları ve zevk vaat edenleri unut.
Hiçbir zaman yekpare bir kıta olamayıp birbirine köprülerle bağlı yüzlerce,
binlerce küçük adacıktan oluşan hayatın parçalarını birbirine iliştiren
köprüleri yakmalı mıyız?
Hafızamızın en çok dönmek istediği, en çok özlediği adacığı mı, köprülerini
yıkıp, hayat haritamızdan silmeliyiz?
Geçmişimizde en çok özlediğimiz mi en çok unutmaya çalıştığımız?
En unutulmaz olan mı en unutulmak istenen?
Ya da geleceğimizde en fazla zevk vaat eden mi, köprüsünün başında en uzun
oyalanıp gözlerimizi kapayarak, belki ben gözlerimi açana kadar, ışıklarıyla
beni çeken o adacık aklımın haritasından silinir diye beklediğimiz?
Hatırlamak için harcadığımız çabadan çok daha fazlasını unutmak için
harcıyoruz.
Unutabiliyor musunuz bari?
Hayatınıza kazdığınız o çukurların etrafından dolaşıp geçebiliyor musunuz?
Bir zamanlar bütün dünyayı birbirine katan o şarkıyı dinlediğinizde, sorulan
sorunun cevabını verebiliyor musunuz:
“Nereye gidersin sevdiğim, yatağında yalnızken? ”
Nerelere gidiyorsunuz yalnızken yatağınızda? En çok gitmek ve en çok kaçmak
isteğiniz yere mi?
Geçmişte en yakınınız olmuş olan”şimdiki yabancıyı” ya da gelecekte en
yakınınız olabilecek “şimdilik yabancıyı” hafızanızın derinliklerinden söküp
uzak sürgünlere gönderdiğinizde onunla birlikte giden birşeyler olmuyor mu?
Her “unutuş” bir “eksiliş” gibi gelmiyor mu size?
Unuturken eksilmiyor musunuz?
Ve korkmuyor musunuz, sımsıkı kapadığınızı sandığınız o sürgün kapıları bir
gün aniden açılıverecek, sürgünleriniz, “nerelere gittiğinizi”hiç
söyleyemeyeceğiniz yalnız yataklarınıza gülümseyerek geliverecekler diye?
Ansızın geliveren bir zarftan çıkan Haydar Ergülen’in yanına mavi çarpı
atılmış şiirindeki mısralardan haberdar mısınız:
“Gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır”
Acıyor mu gözleriniz, göze alamadığınız yakınlıklardan?
Geçmişe ya da geleceğe doğru uzanan kaç köprü yaktınız bugüne dek;
hayatınızın haritasını çizerken kendi ellerinizle, sevgiyle, gülümseyişle,
sevişmeyle denizlerinize kondurduğunuz kaç adanın, unutuluşun depremleriyle
suların derinliğine battığına tanıklık ettiniz?
Kaç adayı batırmak için kaç deprem yarattınız, bir adanın üstünü kapatsın
diye depremlerinizle yükselttiğiniz o dalgalar, o adayla birlikte daha başka
neler yuttu sizden?
Yıllar sonra bütün bu depremleri yarattığınız için affedebilecek misiniz
kendinizi?
“ ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,
öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak”
Acıyor mu gözleriniz?
Gözlerinizi bağışlayacak “öbür” gözleri aramıyor musunuz?
Unutulanlar arasında en zor unutulanı olan o gözleri aramıyor musunuz?
Kim bağışlayacak gözlerinizi, kim bağışlayacak?
Kim bağışlayacak bu unutuşları?
“sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak
şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim”
Hatırlamak için harcadığımız çabadan çok daha fazlasını unutmak için
harcıyoruz
Bize zevk verenleri ya da zevk vaat edenleri unutmak, onları aklımızın
haritasından silmek için.
Unutuyoruz, her unutuşta biraz daha eksilerek.En hatırlanacak olanları
unutmak derin sürgün yaraları açıyor içimizde.
Ve biri soruyor bize şarkılar söyleyerek: ”
“Nereye gidersin sevdiğim, yatağında yalnızken”
Geçmiş köprüleri yakıyor, geleceğe uzanan köprülerin başında, o gelecek de
kaybolsun diye bekliyoruz, geçmişi unuttuğumuz gibi geleceği de unutmaya
çalışıyoruz.
Zevk veren ve zevk vaat eden her şeyi unutmak için çabalayıp duruyoruz.
Gözlerimiz unutmaktan ve ayrılıktan acıyor.
“biri hepimizle göz göze gibi hala uykusuz,
biri sis içinde kirpiklerine kadar açık
bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum
konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,
gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde.”
Bu sessizliği kim bıraktı size?
Gözleriniz birbirine değmiyorsa gecenin iki şehrinde bunun suçu kimde, neden
değmiyor gözleriniz?
Neden tek sözcük bile yok o konuşkan gözlerde?
Geçmiş… Olan her şeyi biliyor ve unutmak için kıvranarak unutuyorsunuz.
Gelecek… Olacak her şeyi tahmin ediyor ve kıvranarak unutmaya
uğraşıyorsunuz.
İki ucunu birden yıkıyorsunuz köprünüzün.Nereye gider bu köprüler, kendi
eksilmişliklerinizden başka?
Ve sen nereye gidersin sevdiğim, yatağında yalnızken?
“İki şehri var gecenin, biri gözümde
tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur
gibi çöken siste, bana bu uykusuz
şehri niye bıraktın, göze alamadığım
bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin.”
Belki de hatırladıklarımızdan ziyade unuttuklarımızı taşıyoruz şehirlerden
şehirlere, ”göze alamadığımız bir şehir” yerine her şehirde, yalnız
yatağımıza yattığımızda unuttuklarımıza gidiyoruz.
Hatırlamak için harcadığımızdan daha fazlasını unutmak için harcıyoruz.
Ve bir şehirde unuttuklarımızı her şehirde hatırlıyoruz.
Yekpare bir kıta değil çünkü hayat, adacıklardan oluşmuş dantelli bir harita
ve unutmayla hatırlamanın med cezirlerinde, silindiğini sandığımız bir ada
birden çıkıveriyor ortaya.Her şehirde çıkıyor.
Unutmaya çalıştıklarınız zevk verdi çünkü, unutmaya çalıştıklarınız zevk
vaat etti çünkü size.
Unutmak, yaşanmış ve yaşanacak olanları yok etmek, silmek, haritanızı derin
boşluklara koyu lacivert noktalara boyamak ve eksilmek istiyorsunuz.
Unuttukça eksiliyorsunuz.
Eksiliyorsunuz, ama unutabiliyor musunuz?
Gözleriniz acımıyor mu gerçekten?
Gözlerinizi bağışlayabildiniz mi?
Peki şu şarkıyı dinliyor musunuz?
“Nerelere gidersin sevdiğim, yalnızken yatağında? ”

Ahmet Altan
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Ekim 2006       Mesaj #1675
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
CANI SIKILMAK NASIL BİRŞEY?


Dün gece uyku tutmadı bir türlü. Baktım doğru dürüst uyuyamıyorum, saat altıya gelirken kalktım yataktan. Uyuyamayınca da, yumuşak yatak bile beton gibi sert gelir. Dönüp durdukça yanları ağrır insanın, kemikleri batar. Üstelik sinirleriniz bozulur. Yataktan top gibi fırlayıp çıktım salona. Ah afedersiniz, çıkmadım çıkmadım; yukarı çıkarken kilerden peynir kokusu geldi burnuma. Kışlık peynir koyduğumuz üç bidondan geliyor bu koku. Hııııım ! İyi ki duydum kokuyu. Peynirlerin hepsini kocaman bir kapta toplayacaktım. Üstüne de tuzlu su dökecektim bozulmasın diye. Nasıl unuttum ! Hemen kilere girdim. Üç kaptaki peyniri, iki kapta topladım. Daha önceden hazırladığım tuzlu suyu üstüne döktüm. Ayyy! Sabah sabah içim bulandı peynir kokusundan. Oysa çok severim peyniri. Ama nedense bugün istemedim peynir kokusunu.

Salona çıkar çıkmaz, önceki gün pazardan aldığım koca lâhana aklıma geldi. Hem de durup dururken. Daha kargalar kahvaltısını etmeden. Lâhanayı balkondan alıp, mutfak setinin üstüne oturttum sabahın köründe. Öööööööf ! Ne kadar ağırmış! Hıııımmmm ! Şundan etli sarma yapayım akşama. Şöyle bol acılı. Çocukları da çağırırım. Lâhana da öyle büyük ki, mahalleye yeter. Sarma yapmak kolay da, sarmaları yiyecek birilerini daha bulmalı. Bu koca lâhananın sarması, yirmi kişiye yeter.

Şoktan kıymayı çıkardım. Onun erimesi de bir saati bulur. Ne yapayım şimdi ben ? Hıh ! Aklıma geldi. Kıyma eriyinceye kadar, zeytinyağlı dolma sararım ben de. Etliye de yeter lâhana, zeytin yağlıya da. Setin üstünde Ağrı Dağı gibi heybetli duruyor lâhana, hadi bilemediniz Hasan Dağı gibi.

Hemen haşladım lâhana yapraklarını. Bendeki de ne sürat ya! Onlar haşlanırken, yıldırım hızıyla içi de hazırladım. Güzel güzel, kocaman kocaman sarmalar sardım. Hem de koca bir tencere. Ah benim kadife elli anneciğim ! Senin sarmalarının tadı bir başka olur. Yatılı okulda, en çok lâhana sarmanı özlerdim senin.

Sarmayı ocağa koydum. Bu arada şoktan çıkardığım kıyma erimiş. Çarçabuk iç hazırladım. Oturdum yere, önüme üç tane tencere koydum. Zehir gibi acı ve yazın balkonda kuruttuğum biberleri ince ince kıyıp, tencerelerden birinin dibine döşedim. Hem de, aralıksız. Bu tencerenin sarması zehir gibi acı olacak. Ve bunu, damadımla ben yiyeceğiz.

Küçük boy tencere de kızım için. Acısız olacak onun sarması. Aslında saman gibi olur acısız sarma ama, ne yapayım ki kızım acı yemiyor. Üçüncü tencere ise, annem - babam için. Zavallı anneciğim, romatizmalı elleri yüzünden zor sarıyor sarmayı. Onun sabah uykusundan uyanmasına, ben sarmayı çoktan pişirmiş olacağım. Akşama afiyetle yesinler.

Sevgili kayınvalideciğim yok bu aralar. Olsaydı, küçük bir tencere de ona sarardım. Bu güzel sarmalardan yiyemeyecek. Eeee!Ne yapalım! Gitmeseydi kızına. " Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer, " demişler. Böylece üç küçük tencere sarmayı da sardım. Koca bir tencere de zeytinyağlı sarma, oldu size dört tencere sarma. Ellerim oldu, erik kurusu gibi. Eğilmekten , sırtım başladı ağrımaya. Oturduğum yerden kalkmaya çalışırken, ayaklarımın uyuştuğunu fark ettim. Yere basamıyorum, şimdi düşeceğim. Dizlerim de, uzun süre bükülmekten sızım sızım sızlıyor. Bu gençlik ne çabuk gitti anlayamadım bile. Sarmalar bittiğinde saat daha sekizbuçuktu. Elim de çok çabuk canım. Beğendim performansımı. Sonra kendimi düşünüp, " Bu pirinç, daha çok su kaldırır, " dedim. Kendime teşvik primi verdim yani.

Sarma sararken kullandığım sofra bezini balkondan silkelerken, çiçeklerimin kuruduğunu fark ettim. Hemen sulamam gerek. Çiçek sulamak deyip de geçmeyin. Pencere kenarları, balkonlar, bahçe; çiçek dolu. " Deliye pekmez tattırmışlar, çarşıda katran bırakmamış," hesabı, her taraf çiçek. Ben diyeyim üçyüz kök, siz deyin dörtyüz. Sulaması, kuruyan çiçekleri ve yaprakları temizlemesi derken; bir bakıyorum en az yarım saat geçmiş. Çiçeklerimle konuşa konuşa, yapraklarını okşaya okşaya suladım.

Şu haberleri bir dinleyeyim düşüncesiyle tv` ye doğru giderken, şömine gözüme çarptı.Tüh ! Külü, öylece duruyor. O kadar karşıda ki, evin neresine otursan, şömine bakış açında kalıyor. Öyle küllü, kömürlü durur mu ? Hemen bu işi de hallettim. Ellerim kömür gibi oldu ama şömineyi yanmaya hazır hale getirdim. Yanması için bir kibrit yeter.

Şöyle bir göz attım salona, her taraf toz. Bu toz nerden geliyor bilmiyorum. Her gün aynı şey. Homurdana homurdana elektrik süpürgesini taktım prize. Bu da güya elektrikli süpürge. Elektriğin, gürültü çıkarmaktan başka birşey yaptığı yok. Koca salonu ben süpürdüm, elektrik değil. Ellerime kollarıma sağlık.Neyse, bu iş de bitti.

İşim bitti zannederken, dün çocukların topladığı mantarlar aklıma geldi. Hem de neredeyse bir çuval.Tozlu, topraklı, çam pürçüklü mantarlar.K oca torbayı boşalttım setin üzerine, tek tek kazıdım, temizledim.Yıkaması çok uzun sürdü. Bu işi ayakta yaptığım için, ayaklarım ağrıdı. Akşama pişiririm artık.Temizlediğim mantarların birazını arkadaşıma götürdüm, birazını da bir komşuma. Aaaaaaaa! Biz büyüklerin yemeği hazır da, Enes ne yiyecek akşam? Kral hazretleri lâhana sarmasını yemiyor. Yaprak sarmasını seviyor. Şimdi biz yerken, zavallı çocuk yutkunup duracak mı? Buna, anneanne yüreği dayanır mı? Ben de yaprak sarması yaparım oğluma. Canım benim! Yerim ben seni, yerim.

Hemen salamura yaprak çıkardım, sıcak suyla iyice yıkadım. Çarçabuk sarma içi hazırlayıp, armut kafalı torunumun sarmasını yaptım, oturttum ocağa. Şöyle küçücük bir tencere. Bülbül yuvası kadar. Ona çok bile gelir. Çünkü yemekle hiç arası yok. Zaten fasülye çomağı gibi bir çocuk. Ama ben bugüne kadar hiç bu kadar güzel bir fasülye çomağı görmedim.

Artık işim bitti, azıcık dinleneyim dedim. Banyoda elimi yıkarken, hiç kafamı kaldırmadım, etrafıma bakmadım. Hani tozlu topraklı bir yer görürüm de, temizlemek zorunda kalırım diye.Yoruldum ya! Sabahtan beri sarma yapıyorum. Ellerim, demirci çıraklarının ellerine benzedi. Zavallı ellerim! İş yaparken eldiven kullanma alışkanlığını kazanamadım bir türlü.

Tam kendimi koltuğa atmaya hazırlanırken, açık balkon kapısından balkon zemini ilişti gözüme. Her taraf yaprak, kuruyup dökülmüş çiçek. Öyle bırakılır mı ? Hem de görüp dururken. Hemen süpürgeyi aldım elime, bir güzel süpürdüm. Arkama döndüm bir baktım, yere dökülmüş sardunya çiçekleri boyamış bembeyaz zemini. Öyle de kötü görünüyor ki ! Eh! Şimdi yıkamak, farz oldu. Yoksa, hepten boyanacak şeyler. Ay neydi onun adı? Fayans değil, parke değil. Hııımmmm? Neydi adı şu meretlerin, neydi ? Hıh ! Hatırladım. Kalebodurlar boyanacak. İki kova suyla balkonu yıkadım.

Tam o sırada cep telefonum çaldı. Belediyeden bir arkadaştı arayan. " Hocam ! Bir ricamız olacak yine," dedi. Doğrudur ! Yoksa niye arasınlar ! " Eşeği düğüne çağırmışlar; ya odun lâzımdır, ya su demiş." İşte aynen öyle. Bir tv kanalı geliyormuş ilçemize, onlara yine yardım eder miymişim. Kına gecesi düzenlenecek ve çekimi falan yapılacakmış. Hiç düşünmeden " Hayır! " dedim. Çünkü televizyoncular çekim yapacaklar, belki ilçemizin tanıtımına katkısı olur hayaliyle, canla başla birkaç gün koşturuyoruz; hazırlıklar yapıyoruz. Geliyorlar efendiler ama, biz onları beklemekten ağaç oluyoruz. Örneğin sabah saat 10`da geliriz diyorlar, gelmeleri akşamı buluyor. Sonra bir de afra tafra. Öyle yapıyoruz , beğenmiyorlar; böyle yapıyoruz,beğenmiyorlar. Üstelik ilçemizi olduğu gibi değil de, kendilerinin istediği gibi tanıtıyorlar. Çalıştıkları tv kanalının siyasi ve dini görüşü çerçevesinde. O da, üç - beş dakika ancak yer veriyorlar programlarında. Bizim verdiğimiz emekler boşa gidiyor. İşte bunları bildiğim ve düşündüğüm için " Hayır! " dedim. Kendileri yapsınlar ne yapacaklarsa. Biz koşuyoruz,yoruluyoruz; efendiler sadece bizim hazırlıkları çekiyorlar. Hani az önce söylendiğim elektrik süpürgesi gibi. Sınavda soruları biz yanıtlıyoruz, kendileri sınav kazanıyorlar . Yok öyle yağma.

Derken kapı çaldı, baktım yan komşumun kızı. "Kâmuran Abla!Bilmem ne sınav sonuçları açıklanmış, bilgisayardan bir bakalım. Acaba kazandım mı? ..." Baktık. Ne yazık kazanamamış. Birrkaç kişinin daha numarasını verdi, onlar da yerleşememişler. O gitti, kayınvalidem telefon etti. Bir aylığına yok da kendisi. " Kiracılardan ne haber ? Birkaç aylık kira borçları var, verdiler mi? " dedi. Ve arkasından; " Temizlikçi kadın, benim gelmeme evi temizleyecekti; geldi mi ? " diye sordu. Kendisine, en kısa zamanda kadını bulacağımı ve evini temizleteceğimi söyledim. Elimden kimse kurtulamaz evelallah. Bu arada, kayınvalidemi de özlemişim. Canııım!

Az sonra annem geldi.Yorgunluğum yüzüme yansımış olmalı ki, " Hasta mısın kızım? " diye sordu. Hasta olmadığımı, uykusuz ve yorgun olduğumu söyledim. O da başladı nasihat etmeye. " Dünya işlerinin biteceği yok, biraz da öbür dünyaya hazırlan kızım! " dedi. Sustum, sadece dinledim." Haklısınız anneciğim haklısınız. Ama, kaçmaktan kovalamaya vakit mi var! " diyemedim.

Annem gitti, bizim torun geldi kreşten. Fırtına gibi girdi içeri. Dört dönüyor evin içinde. Koltukların, kanepelerin üstünde hopluyor. Bir yandan da tutmuş eteğimi, gözlerimin için bakıp yalvarıyor: " Anneanneciğim! Bugün okulda sütümü içtim, yumurtalı ekmeğimi yedim. Hadi güreş yapalım, bakalım kuvvetlenmiş miyim ! " Yapalım bakalım ! Yerde yuvarlandık yarım saat, altalta üst üste. Ev ayakkabılarıyla karnımı ve göğsümü çiğnedi, saçlarımı çekiştirdi. Hatta bir ara, bileğim döndü sandım, çok canım yandı. Çocuk sevinsin diye güreşte yenildim, hatta tuş bile oldum. Güreştiğim kişi, henüz dört yaşında bir çocuk ama yine de yordu beni kerata. Zorla kalktım altından, kabaran nefesimi indirmeye çalışırken yanıma geldi. " Anneanne!Hadi araba yarışı yapalım." Yapalım bakalım. En güzel, en hızlı giden arabaları kendine ayırdı. Tekerlekleri kopuk, eski, külüstür arabaları bana verdi. Hiçbir yerde adalet yok ya ! Başladık yarışa. Halının üzerinde emeklemekten diz kapaklarım ağrıdı. Eeee ! Ne yaparsınız, eşeğin sıpaya uyduğu devirdeyiz. Araba yarışını da kaybettim tabi bu arada, hem de 10 - 0. Nereye gittik de sopa yemeden geldik ki zaten ! Durun, daha bitmedi. Beş altı tane masal okudum kendisine. Sonra boyama kitabındaki resimleri boyadık. Arkasından da birkaç tane masal anlattım.

Saate baktım, iftar vakti geliyor neredeyse. Mantarı pişirdim, salata yaptım, masayı hazırladım. Şöyle bir tarttım kendimi, yorgunluktan yemek yiyecek halim kalmamış. Ama; çoluk çocuk masaya oturunca, acılı sarmaları mideme indirince yorgunluğum birazcık geçer gibi oldu.

Akşamdan sonra yorgunluktan uyuklamaya başlamıştım ki bir arkadaşım telefon etti. " Bugün çok bekledim gelirsin de iki lâf ederiz diye. Çok sıkıldım. Niye gelmedin ? Allahaşkına tek başına ne yapıyorsun evde akşama kadar ? Canın sıkılmıyor mu? " dedi. Canı sıkılmak mı ? Nasıl bir şey acaba canı sıkılmak ? Hiç canım sıkılmaz da, bilemem o duyguyu. Acaba canım neden hiç sıkılmıyor ? Yoksa canım yok mu ? Makine gibiyim . V eya bir bilgisayar ya da bir robot. Basarlar düğmeme, çalışır dururum akşama kadar. Siz bir bilgisayarın veya robotun canının sıkıldığını duydunuz mu hiç? Saçmalamayın lütfen.


notMsn Confusedözü daha fazla uzatmamak için; çamaşır ütülediğimi, ortalığı topladığımı, toz aldığımı , markete gidip alış- veriş yaptığımı, yolda karşılaştığım meraklı insanların bir sürü sorusunu yanıtladığımı yazmadım daha.Yoksa bu yazı, pehlivan tefrikası kadar uzun olacaktı.




-Benim yaptığım çalışmak mı, havanda su dövmek mi; bilmiyorum.-

kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
15 Ekim 2006       Mesaj #1676
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Zamanın Birinde Yaşayan Mutsuz Bir Adam Varmış...

Bir zamanlar bir tepenin üzerindeki villada bir oğlan çocuğu yaşarmış.
İyi de yaşarmış. Köpekleri ve atları, otomobilleri ve müziği severmiş..
Yüzmeye gider, futbol oynar, güzel kızlara bayılırmış...

Bir gün Tanrı'ya "Büyüdüğüm zaman neler istediğimi buldum, uzun uzun düşünüp" demiş...

"Neler"... demiş Tanrı...

"Bir büyük evde yaşamak isterim. Ön kapısında heykeller olsun. Arka kapıda iki St. Bernard köpeği...

Uçsuz bucaksız bir bahçe içinde... Uzun, çok güzel ve çok müşfik bir kadınla evlenmek isterim.
Siyah saçlı, mavi gözlü, gitar çalan ve tatlı tatlı şarkılar söyleyen..."

"Üç güçlü oğlum olsun isterim ki, onlarla futbol oynayabileyim. Büyüdüklerinde birisi büyük bir bilim adamı, öteki senatör, üçüncüsü de milli santrafor olsun."

"Ben bir seyyah olayım... Okyanuslara yelken açayım, dağların zirvelerine tırmanayım, insanları kurtarayım.

Bir Ferrari kullanayım, yollarda..."

"Ne güzel bir hayal bu" demiş, Tanrı...
"Mutlu olmanı dilerim..."

Bir gün oğlan futbol oynarken ayağını incitmiş. Ondan sonra değil dağlara, ağaçlara bile tırmanamaz olmuş.
Okyanuslara yelken açmak da hayal olmuş tabii...
Bunun üzerine pazarlama okuyup, tıbbi malzemeler dağıtan bir şirket kurmuş.

Bir kızla evlenmiş, çok güzel ve çok müşfik. Ama uzun değil kısaymış. Saçları siyahmış ama, gözleri mavi değil, ela imiş. Gitar çalamaz, şarkı söyleyemezmiş ama, harika yemek pişirir, olağanüstü güzel kuş resimleri yaparmış.

İşi dolayısı ile kent dışında bir villada değil, kentte bir apartmanın teras katında oturmak zorunda kalmış, ama evinin deniz manzarası gene harikaymış.

İki St.Bernard besleyecek bahçesi yokmuş ama, evinde harika tüylü bir Ankara kedisi varmış.


Üç kızı olmuş. En küçükleri tekerlekli sandalyede yaşamak zorundaymış, ama en güzelleriymiş. Üç kız da babalarını çok severlermiş.
Onunla futbol oynayamazlarmış ama birlıkte denize, parklara giderlermiş. Uçurtma uçurdukları da olurmuş, bazen. En küçükleri hariç tabii. O gölgede bir ağacın altında oturur, gitarı ile şarkılar söylermiş.

İyi para kazanmış ama öyle kırmızı bir Ferrarisi olmamış.

Bir sabah uykudan üzüntü içinde uyanmış ve en iyi arkadaşına koşmuş...

"Ben" demiş "Hiç mutlu değilim..."

"Neden"... demiş, arkadaşı...

"Çocukken siyah saçlı, uzun boylu, mavi gözlü, gitar çalıp şarkı söyleyen bir kızla evlenmek isterdim.
Oysa karım uzun değil, ela gözlü, gitar da çalamıyor."

"Karın çok güzel" demiş, arkadaşı... "Harika resimler yapıyor, enfes yemekler pişiriyor üstelik."

Adam dinlememiş bile onu...

Bir gün karısına "Hiç mutlu değilim" diye dökmüş içini...

"Neden" demiş, karısı...

"Çünkü büyük bir bahçe içinde bir villada yaşamayı düşlerdim, oysa 47. katta bir apartman dairesine tıkıldım. İki St. Bernard'ın yaşayacağı bir bahçem olsun isterdim, hani nerede..."

"Konforlu bir apartmanda yaşıyoruz" demiş, karısı... "Oturduğumuz yerden okyanus görünüyor.
Gülüyor, eğleniyor, birbirimizi seviyoruz. Kedimizi okşuyor, güzel kuşların resimlerini yapıyoruz... Üç de harika çocuğumuz var."

Adam dinlemiyormuş bile...

Ruh doktoruna koşmuş bir gün...

"Ben mutlu değilim" diye...

"Niye" demiş, doktor...

"Çünkü ben bir gezginci olmak, okyanuslara açılmak, dağlara tırmanmak, insanları kurtarmak isterdim. Oysa masa başı işim ve sakat bir dizim var şimdi..."

Ama sattığın tıbbi malzemeler yığınla hayat kurtarıyor" demiş, doktor...

Adam dinlememiş bile. Doktor da ona 100 $ vizite yazıp yollamış.

Bir gün muhasebecisine "Ben çok mutsuzum" demiş...

"Neden" demiş, muhasebeci...

"Bir kırmızı Ferrarim olsun isterdim hep... Ve dünya umurumda olmasın. Oysa işe metro ile gidip geliyorum. Bir yığın da sorunlarım var."

"İyi giyiniyor, en iyi restoranlara gidiyorsun. Bütün Avrupa ve Amerika'yı gezdin" demiş, muhasebeci.

Ama adam dinlemiyormuş bile. Muhasebeci adama 100 $ danışma ücreti fatura edip yollamış.

Onun da hayalinde kırmızı Ferrari varmış çünkü.

Adam, rahibe "Çok mutsuzum" demiş...

"Neden" demiş, rahip...

"Üç oğlum olsun isterdim. Biri politikacı, biri bilim adamı, biri sporcu. Oysa üç kızım oldu. Birisi yürüyemiyor bile..."

"Ama çok güzel ve çok zeki üç kızın var" demiş, rahip... "Seni çok seviyorlar. Başarılı da oldular. Biri hemşire, biri sanatçı, biri de müzik hocası..."

Ama adam dinlemiyormuş bile...

Öyle mutsuzmuş ki hasta olmuş sonunda. Bir beyaz hastane odasında, etrafı beyaz giyinmiş hemşirelerle dolu yatıyormuş. Vücuduna bağlı teller hastaneye kendi sattığı kalp cihazına gidiyor, kollarına bağlı serumlarla besleniyormuş.

Fena halde mutsuzmuş adam şimdi. Ailesi, dostları ve rahibi yatağının başına toplanmışlar. Onlar da üzüntü içindeymiş.

Mutlu olanlar sadece ruh doktoru ile muhasebecisi imiş.

Bir gece adam hastane odasında Tanrı ile yalnız kaldığında

"Tanrım" demiş...
"Hatırlar mısın, çocukken sana yalvarmış ve istediklerimi sıralamıştım."

"Hatırladım" demiş, Tanrı...
"Güzel bir hayaldi."

"Peki, niye onların hiç birini vermedin bana" demiş, adam...

"Verebilirdim" demiş, Tanrı...
"Ama sana istemediğin şeyleri vererek bir sürpriz yapmak istedim."
"Bak neler verdim sana..."
Bir güzel, sevecen eş, iyi bir iş, yaşanacak güzel bir ev.
Üç tatlı kız evlat...
Bir araya getirdiğim en güzel yaşam paketlerinden biriydi bu."

"Evet" demiş, adam...
"Ama bana benim gerçekten istediklerimi vereceksin sandım."

"Ben de senin, benim gerçekten istediğimi vereceğini sandım" demiş, Tanrı...

"Sen ne istedin ki" demiş, adam hayretle... Tanrı'nın da bazı şeyler isteyeceğini hiç düşünmemişmiş hayatında.

"Sana verdiklerimle mutlu olmanı istemiştim" demiş, Tanrı...

Adam karanlık odasında sabaha kadar düşünmüş. Sonunda yeni bir hayal kurmaya karar vermiş. Yıllar önce kurduğu hayalin yerine
"Keşke bunu hayal etseydim" dediği bir hayal...

Bu defaki hayalinde, zaten sahip olduğu şeyler varmış hep.

Adam kısa zamanda iyileşmiş, 47. kattaki dairesinde çok mutlu yaşamış. Kızların şen şakrak sesleri, eşinin derin ela gözleri ve harika kuş resimleri arasında mutlu olduğunu hissedermiş bütün gün...

Geceleri de okyanusa yansıyan kentin ışıklarının dalgalar üzerinde oynaşmasına bakar, gülümsermiş...

Sınır tanımadan büyük düşünmek...
Hayal gücünü sonuna kadar zorlamak...
Ama elde ettikleriyle de mutlu olmayı bilebilmek...
Tanrı'nın insana verebileceği en büyük iki nimet bu olmalı...
Bakın bakalım, size neler vermiş Tanrı...

(Alıntıdır. )
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
15 Ekim 2006       Mesaj #1677
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Bir ormanda iki kişi ağaç kesiyormuş. Birinci adam sabahları erkenden kalkıyor, ağaç kesmeye başlıyormuş, bir ağac devrilirken hemen diğerine geçiyormuş. Gün boyu ne dinleniyor ne öğle yemeği için kendine vakit ayırıyormuş. Akşamları da arkadaşından bir kaç saat sonra ağaç kesmeyi bırakıyormuş. İkinci adam ise arada bir dinleniyor ve hava kararmaya başladığında eve dönüyormuş. Bir hafta boyunca bu tempoda çalıştıktan sonra ne kadar ağaç kestiklerini saymaya başlamışlar.
Sonuçta ikinci adam çok daha fazla ağaç kesmiş. Birinci adam öfkelenmiş: " Bu nasıl olabilir ? Ben daha çok çalıştım. Senden daha erken işe başladım, senden daha geç bitirdim. Ama sen daha fazla ağaç kestin. Bu işin sırrı ne ?"
Ikinci adam yüzünde tebessümle yanıt vermiş: " Ortada bir sır yok. Sen durmaksızın çalışırken, ben arada bir dinlenip baltamı biliyor, kendimi geliştiriyordum.
Keskin baltayla, daha az çabayla daha çok ağaç kesilir."
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
15 Ekim 2006       Mesaj #1678
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Çook zengin bir Hintli, geleceğini öğrenmek istedi ve sarayına bir falcı çağırttı. Falcı, önce bu zengin kişinin avucuna baktı, sonra yüzünü göğe çevirdi, yıldızlara baktı, daha sonra da cam küresine baktı ve gördüklerini tek tek söyledi:

- Efendimiz, üzülerek söylemek zorundayım, sizi çook büyük bir felaket beklemektedir dedi. Altı oğlunuzu da kaybedeceksiniz ve altısının da ölümlerine tanık olacaksınız.Zengin Hintli,"felaket habercisi bu falcıyı sarayından kovdurdu. Kendisine bir kese altın veril-mesini beklerken kovulan falcı, söylenerek dışarı çıktı.Zengin Hintli adam larına, geleceği doğru dürüst görebilen başka bir falcı bulmalarını söyle-di. Adamları kentte ünlü bir başka falcı bulamayınca, bir önceki falcıya gittiler, ona danıştılar. Ben kılık kıyafetimi değiştiririm, başka bir falcı gibi sizlerin huzununuza gelirim dedi. Siz de efendiniz karşısında, başka bir falcı bulamamış beceriksizler durumuna düşmekten kurtulursunuz.

Birinci falcı, iki gün sonra başka bir falcı görünümünde yeniden saraya gitti ve bu kez yeni kimliğiyle zengin Hintli'nin karşısına getirildi. İlk geldiğinde yaptığı gibi yine önce zengin Hintli'nin avucuna baktı, sonra yüzünü göğe çevirdi, yıldızlara baktı, daha sonra da cam küresine baktı ve gördüklerini yine tek tek ama bu kez değişik biçimde söyledi:

- Efendimiz, Tanrı'nın nimetleri üzerinizden hiçbir zaman eksik olmayacak dedi.Sizin altı oğlunuz var ama, siz onların tümünden daha çok yaşaya-caksınız, onların tümünden daha uzun ömürlü olacaksınız. Ne kadar talihli bir babasınız ki, evlatlarınızın hiçbiri, babalarının ölümünü görmeyecek, hiçbiri yaşamında baba acısı tanımayacaktır...Falcının, geleceği böyle görmesinden çok mutlu olan zengin Hintli, adamlarına emir verdi ve onlar da falcıya bin altın verdiler.

NERDEN DEĞİL NEREDEN BAKMAK ÖNEMLİ....

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
15 Ekim 2006       Mesaj #1679
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Senin için zalim dediler, demek zulmün de bu kadar güzel olurmuş diye düşündüm. Oysa bütün zalimlere karşı kinle doluydu içim. Ben hiçbir zulme baş eğmedim, zalimlerden yana olmadım.

Seni en istediğim anda gelmemen, geldiğin zaman da bana acıların en büyüğünü tattırman belki zulümden başka bir şey değil. Fakat ne yapayım ki onu bile kendine yakıştırabiliyorsun. Çoğu zaman nasıl olsa öldüreceği avına gururla bakan bir panterin vahşi bakışı var gözlerinde. İçinde, ta derinde zulmün kıvılcımları yanıp sönerken bile sana kızamıyorum, senden nefret edemiyorum. İnsanı büyülüyorsun. Başdöndüren güzelliğin karşısında asıl büyük zalimin Tanrı olduğunu düşünüyorum ister istemez.

Senin için "Yalan söylüyor" dediler. Kimse farkında değil dudaklarında yalanın ne kadar güzelleştiğinden. Yalansız bir seni düşünmeye imkan var mı? Senden gelen, senin dudaklarından çıkan bütün yalanlara razıyım. "Seni seviyorum" dediğin zaman, yalan söylemiş olsan bile, bu sözü bütün greçeklere değişmeye razıyım.

Hiçbir yalan bu kadar sevimli ve manalı olmamıştır dünya kurulduğundan beri. Yalan; senin dudaklarında aydınlık, pembe şafaklara benzer. Sen yalan söylerken gözlerin, gökyüzünün sonsuz karanlığında parlayan yıldızlar gibidir.

Sen söylediğin yalanlarla varsan; ben bütün gerçekleri senin bir tek yalanına feda edebilirim. Sana "Yalan söylüyor" diyenler; eşsiz dudaklarında yalanın ne kadar güzel olduğunu bilmeyenlerdir.

Sana "Kalpsiz" dediler. Üç milyar insanın yaşadığı bir dünyada çarpan bir tek kalp varsa o senin kalbindir. Bir tek kalp varsa; iyilik diyen, güzellik diyen, aşk diyen o senin kalbindir. Bir tek kalp varsa yeryüzünde beni seven yine senin kalbindir o.

Bütün zulümlerine, bütün yalanlarına rağmen beni sevdiğini biliyorum. İkimizi çepçevre kuşatan çaresizlikler içinde kalbin hala çarpıyorsa beni sevdiğin içindir. Yoksa aslında bu yalan ve zalim dünyada yaşamaya değer bir tek dakikanın bile var olduğuna inanmak gerçekten imkansız bir şey.

Aşkın seni sevmek olduğunu benden başka bilen var mı söyle? Seni zulümlerinle, seni yalanlarınla kim bunca ilahlaştırabilir söyle?

Söyle, sevdiğim beni, ömür boyunca seveceğim benim; zulümsüz, yalansız bir dünyada yaşanır mı söyle?..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Ekim 2006       Mesaj #1680
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KOCA BİR SEN …

Yazılacak başka hiçbir hikayen yok diye başlayan bir arkadaş fırçasından sonra …

Hakkı var yalan diyemiyorum. Ama seni anlatabilmek kolay olmuyor. Aslında kimi zaman anlatabileceğim tek hikayem olduğunun da farkındayım. Marifetim senin gözlerine sözler söylemekten geçiyor. Senin sözlerine içerlenmekten .
Gözlerin gelip geçiyor bir pınarın içinden,
Gözlerin geçiyor her gördüğüm gözün içinden.
Ve ben her gördüğüm timsallerde seni arıyorum.
Sonra sıkılıyorum her gördüğüm bedensel emsallerde sana ait bir parça bulmaktan.Bu oyunun kahramanları hep aşk adına anlatılan sensin: ama o sensin dediğim hep üçüncü tekil kişiliksin.
Ben sözlerimi seçiyorum en derinlerinden.Hiçbir şeyim yok dediğime bakma büyük büyük laflarım var.Senin duyma imkanına bile sahip olmadığın...Noktalamasına hep ünlemler biriktirdiğim, altında kalmaktan korktuğum.
Her kelimenin kifayetine uygun düşecek kafiyelerde aramıyorum. Seni sevmeme neden olan şeyin ne olduğunu aramadığım gibi.Çünkü edebiyatım zayıf anlatmaya kafi gelmiyor. Sana olan duygularım ise vazgeçilmez.
Bu bir çentik ama asla onunla duramıyorum.
Onsuz mu ? Hiç yapamıyorum.
Üstüne kilitliyorum tüm mahşer ateşlerini.
Hani sana olan duygularım, devralınmış aşklara kızmamla başlayan bir gizemdi.H ani gerçekten gerçek bir aşk arayışımın sebebi sendin.Vizyona açık olmayan yerlerde yaşamak isterdim duygularımın sırlar alemini. Ve kaçardım sınırlarımdaki senden ulu orta nara atarak. Oysaki sırf sen duyma diye içimde çığlıklar atarmışım kalbimin duvarlarına.Gerçekleri anlamak için onlardan uzaklaşmak gerekirmiş. Şimdi en uzağım sensin. Hem de en uzağımdaki uzağım.
En çok yalnızlığımla kalabalıklaşırken gelirdin aklıma.
En çok o dar vakitlerde sana yazardım kimseye gösteremediğim şiirlerimi.
Ki en cesaretli yalnızlığımda sarıldığım sensin hiçbir zaman git diyemeyen.
Her yeni gün başlarken, gün doğması beklenir. Gün ışığı derler yeni güne, oysa saatler sıfır sıfırdan sonra merhaba diyor kırılganlığım sana . Ben seni beklerken gecelerin karanlığıyla yeni güne hazırlanıyorum. Ben sana hazırlanıyorum her gün yeniden her gün çıplak ve her gün aç…
Yemek yemenin sanat olmaktan çıkıp eziyetleştiği anlarda resmini çiziyorum aklımın kıyıntısına …
Deftere her kapadığımda hayatın sensizliğini. Ve hiç ölmeyenlerin sessizliğini. Ve düşler kurarken…
Hayalindeyken hazzın ıstırabıyla neşeleniyorum. Sonra en çok sende kendim oluyorum.Yalnızlığımın gizlerini gizemlediğim de biraz daha kapanıyor sana olan yanılmışlığım. Aldanıyorum. İçime bir soğuk işliyor. Ağlıyorum . Düşünüyorum da neyimsin sen ?
Koca bir hiç gibi bir şeyimsin sen…Gökyüzünden çaldığım gözlerinin rengini , tüm dün gecelerde unuttuğumsun sen. Küçük çerçevelerden kimilerine küçük gelen , büyük hayaller kurduğumsun. Anladım şimdi her şeyimsin sen …

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar