Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 43

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.352 Cevap: 1.997
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
26 Mart 2006       Mesaj #421
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Tatlı Yalan

Sponsorlu Bağlantılar
- Bir Hayat: Tenorio Baba, siz hiç deniz kızlarının şarkısını işittiniz mi?
Tenorio Baba, piposunu kıyıya çekilmiş eski sandalın bordasına vurdu. Sayısız hatıralarla yüklü başını eğdi ve düşünmeye başladı.
Mehtap, oturduğumuz takanın üzerinde Tenorio Baba'nın enginlerin güneşiyle yanmış yüzünü aydınlatıyor, beyaz kumsalın fonunda ihtiyar balıkçının zayıf ve uzun silueti büsbütün ortaya çıkıyordu.
Tenorio Baba'nın açık gömleğinden göğsüne değen beyaz sakalına baktıkça, kendimi efsanevi bir velinin karşısında zannediyordum.
Her gün kapısının önünde, burnunun ucuna düşmüş gözlükleri ve kulaklarına kadar geçmiş beresiyle, öksüre tıksıra kitap okuyan ihtiyarcıktan o kadar farklıydı ki şu anda...
Eski deniz kurdu, artık emekliye çıkmıştı. Yemyeşil ağaçları, serseri yelkenleri, aşk şarkıları ve neşeli evleriyle ışık dolu Ponta - Evela'ya karşı, mahzun bir filozof kayıtsızlığıyla yaşıyordu.
- Elbette işittim, diye söze başladı. Tam yedi taneydiler. Böyle bir geceydi. Teker teker suyun yüzüne çıktıklarını görmüştüm. Çocuk sayılacak bir yaştaydım. Balık avından dönüyordum. Ayın ışıklarıyla yıkanan deniz, bir göl kadar sakindi.
Birincisinin elinde bir gül demeti vardı ve şarkı söylüyordu. Ah bu deniz kızları ne kadar güzel şarkı söylerler.
"Ben Hülya'yım. Bana gel; yaşaman için sana yardım edeceğim; hayatı tatlılaştıracağım" diyordu.
Fakat o anda melekler gibi kanatları, zümrüt gibi yeşil gözleri olan ikincisi; şarkıya şunları ilave etmişti:
"Bana gel, ben Aşk'ım. O sana hülyayı vaat ediyor. Fakat hayal kurmanın asıl m******* sana veremeyecektir. Onun için aşık ol..."
Üçüncüsü:
"Ümit et, dedi, ben Ümit'im. Hayal kurmadan ve aşık olmadan önce beni dinle. Bensiz hülya ve aşk neye yarar ki? Sana söyleyecek ne güzel şeylerim var benim."
Üçü de:
"Zafer'e bak, Zafer'e..." diye koro halinde şarkıya devam ettiler.
Zafer, güzel beyaz kollarında bir taç taşıyordu. Sesi baş döndürecek kadar büyülüydü.
Beşincisi ise şarkı söylememiş, sadece gülümsemişti. Avuçları altın ve mücevherle doluydu. Taşıdığı servet, ay ışığında parıl parıl parlıyordu. Kendisi esmer ve güzel gözleri gece gibi siyah ve derindi.
"Ben Servet'im, diyordu. Senin gerçek ve tek dostun. Benimle Hayal'e, Aşk'a, Ümit'e ve Zafer'e sahip olabilirsin. Seni kimsenin sevemeyeceği kadar seveceğim. Sütunları, incilerden, mercanlardan yapılmış saraylar vereceğim sana sevgilim. Hasretle seyrettiğin ötekilerin hepsi, birer köpükten ibaret yalanlardır. Onların hepsi yalandır, yalan..."
O sırada birden gözlerim kamaştı. Sevimli ve vakur Saadet yükseliyor, tatlı sesiyle:
"Sana arılar vereceğim
Koyunlar vereceğim sana,
Ağaçlar, ballar vereceğim."
Diyordu.
Servet gülerek:
"Bu da sadece köpük" dedi.
Ben kendimi deniz kızlarının şarkısına kaptırmıştım. Nihayet bir kamelya kadar beyaz olan yedincisi gözüktü. Bütün arkadaşları onun geniş kanatları altında toplandılar. O öyle bir kahkaha attı ki içimi bir korku kapladı.
"Ben Hayat'ım. Sana Hülya'yı, Aşk'ı, Ümit'i, Zafer'i, Servet'i, Saadet'i yalnız ben verebilirim balıkçı çocuğu. Bunların hepsi yalancı" dedi. Daha hızlı gülmeye başladı ve ötekilerin şarkılarını sulara gömerek, kendisi de denizin derinliklerinde kayboldu.
Merakla ve pek safça:
- Tenorio Baba, onları tekrar gördünüz mü, diye sordum.
Omuzlarını silkti:
- Evet gördüm, dedi. Hayal ettim, sevdim, ümitlendim, acı çektim.
(Ve piposunu temizleyip tekrar doldurdu, yaktı, ihtiyar bakışlarını bembeyaz gecenin nihayetlerinde gezdirdi)
- Meğer en yalancısı, en güzel olanıymış.
Hangisi olduğunu soran gözlerime bakarak içini çekti:
- Hayat, dedi...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Mart 2006       Mesaj #422
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kendini Murat Gülsoy Sanan Adam
Sayın Murat Gülsoy,
Sponsorlu Bağlantılar

İlk olarak burada okuyacağınız sizin hakkınızdaki bir yığın saçmalıktan dolayı özür diledikten sonra şunu söylemek istiyorum. Yazımın başlığı size bir hikayenizin başlığını çağrıştıracaktır. Ben de zaten sırf bu amaçla böyle bir başlık koyarak yazmak istedim. (Bundan dolayı bu mektubumu bir hikaye olarak algılamamalısız. Her ne kadar sizin hikayenize çok benziyor olsa da. )Bunun nedenini okuduktan sonra net bir şekilde anlayacaksınız. Burada yazdıklarım belki sizin canınızı sıkabilir,belki de hiç ilgininizi çekmez ve görmezlikten gelirsiniz. Ama her ne olursa olsun size karşı olan beğeni ve saygımdan dolayı mazur görüleceğimi umuyorum.Anlatacağım olaylardan ziyade, alıntı yaparak aktaracağım, kaldığımız hapishanedeki tek dostumun günlüğünde tuttuğu sizinle ilgili olan notlarını okumanız gerektiğini düşündüm.İsterseniz daha fazla zamanınızı almadan mevzuya geçeyim.

İlk tanıştığımız sıralarda onun edebiyatla ilgilendiğini hiç bilmiyordum. Bir ara yattığı ranzanın altından geniş diktörgen bir kutuyu çıkartıp açtığında içerisinin kitaplarla dolu olduğunu görünce onunla arkadaşlık kurmak istedim. Sessiz,içedönük kişiliğini kırmam çok zor olmadı doğrusu. Yanına gidip te ondan okumak için bir kitap istediğim de beni çoşkuyla karşıladı. Gün boyunca doğru dürüst bir şey konuşmayan bu arkadaşım(İsmini vermek istemiyorum,umarım anlayışla karşılarsınız) benimle saatlerce konuşarak kitaplar ve yazarları hakkında bilgiler verdi. Ben de okuduğum kitaplardan bahsedince aramızda bir yakınlaşma başlamış oldu böylece. O günden sonra artık birbirimizle sık sık görüşüyor,zaman zaman edebiyat ve yazarlar hakkında konuşuyor ve birbirimizden çok şey öğreniyorduk. . . Bu sohbetlerde ikimizin görüşlerinin kesiştiği bir kaç ortak nokta vardı ki ilginç olduğunu düşündüğüm ikisini söylemeden geçemeyeceğim;ilki hiç bir kadının asla gerçekten yazar olamayacağı,diğeri de Kafka’ya neden bu kadar önem verildiğine hiç bir anlam verememizdi. Bize göre o çok duygusal bir salaktan,biraz sevgi koparmak için bir kadına yamanmaya çalışan bir dalkavuktan (Bunu millenaya yazdıklarından çıkartmıştık),akıl dışı olayları mantıklı göstermeye çalışan yanlız bir hayalperestten başka bir şey değildi.Neyse ki gerçekleri geçte olsa görebilmişti. İşte böylesi konuları özellikle geceleri konuşmayı çok severdik. . . Off Allahım!! ne günlerdi. Koridorlarda boş boş gezen uykulu ve buruşuk suratlı gardiyanların haricinde herkesin yattığında aklımıza gelen bir sürü kaçış planları ile birlikte Dostoyevski’nin “Yer Altından Notlar”ı,Soljenitsin’in “İvan denisoviçin bir günü” ve benzeri şekilde mekanın hapishane olduğu eserler üzerine fısıltılarla konuştuğumuz geceler. . . Kimlerden geldiğini tesbit edemediğimiz horultuların yanısıra insan kaynaklı onlarca kokunun içinde dilimizden döküldüğü anda değerini yitiren fikirlerimiz... Ve bizi dinlediğini hiç belli etmemeye çalışan,etrafımızı boydan boya kuşatan soğuk, gri duvarlar. . .

Burada biraz konun dışına çıkıp,onun kurduğu bir kaçış planını anlatacağım. Çoğu gece yaptığımız gibi yine bir kaçış planı hazırlıyorduk,bana çok iyi bir planı olduğunu söyledi ve anlatmaya başladı:
-Dostum,daha önceleri kurduğumuz kaçış planlarının mantıksızlığından anlıyorum ki buradan çıkmanın tek yolu ölmektir, gardiyanla anlaşıp, ilk ölen mahkumun cesedinin yerine geçeceğim, gömüldükten sonra akşam olduğunda gardiyan gelip mezarı kazacak ve ben artık serbest olacağım.
-Bu işi yapacak gardiyanı nasıl bulacaksın,hadi buldun diyelim Ya gardiyanın başına bir iş gelirse, ya da daha kötüsü seni kurtarmaya gelmezse o zaman ne olacak dedim.

-O zaman, mezarın içinde ölürüm. Yazılan neyse o gelir başa. Değiştirmenin imkanı yok. . Ne kadar değişsede hep aynı kalacak. . . Hem ne farkeder zaten eninde sonunda ölmeyecekmiyiz.

Konuşmanın akışı felsefi konulara doğru yöneldiğinde iyice uykum gelmişti. O gece yatağımın içinde dört dönerken,tabutun içinde olduğumu hayal ettim. Kapalılık komleksi vardı bende. Hayatta böyle bir planı uygulamaya kalkışamazdım herhalde. Sanırım söyledikleri bu yüzden aklımda kalmıştı. Eminim bu kaçış planı size hiç yabancı gelmeyecektir. Neyse nerede kalmıştık. . .

Dört beş hafta önceydi sanırım. (Sanırım diyorum, çünkü burada günler genellikle tekdüze geçtiği için çıkış günlerini hesaplayanların köşeye bucağa koydukları takvimlerin üzerindeki rakamların ve harflerin değişiminden öte bir zamansal karışıklık yaşanabiliyor.) Hapishanenin küçük ve sararmış kitaplarla dolu kütüphanesinde bir kaç kitapla masaya oturmuş vakit geçirmeye çalışıyorduk. O, zaman zaman yanında getirdiği siyah kaplı defterine bir şeyler yazıyordu. Bu esnada yüzünün donukluğundan belli olan bir keyifsizlik daha doğrusu bir huzursuzluk içinde olduğunu anlaşılıyordu.Havadaki kasveti dağıtmak için espriler yapmaya çalıştım. Fakat o hiç dinlemiyordu. Önce başını sağa sola bir kaç defa salladı ve gözlerini köhne raflardaki kitaplara dikerek;
-Aslında onların yaptığı nedir biliyor musun? Dedi. Senin benim gibi insanların ruh yapısına uygun olarak yaşanması muhtemel olan olayları ve durumları yazarlar. Fakat kendileri bunları bir hayal olarak zihinlerinde kurgularken biz gerçekte bir benzerini yaşarız. . Ve biz kendi hayatımızın mümkün olabilecek bir versiyonunu zevk duyarak okurken onlar da rahat koltuklarında yeni eserlerinin tasarılarını yaparlar. . . Biliyorsun değil mi? Onları bizden ayıran tek şey onların kendi çemberlerini aşmış olmalarıdır. Bizse bir kısır döngü içinde dönüp durmaya mahkumuz aynı zamanda bu hapishaneye de mahkum. Ne kadar kötü değil mi?

Evet,kısmen bu doğru olabilirdi. Fakat dar kapsamlı bir yargı olduğu da son derece aşikardı. Belki de düpedüz saçmalıyordu. Bir tereddüt içinde kaldığım için susmayı tercih ettim. Bana kalırsa insanların kişilik denen kabukları kırıldığında içlerinden sızacak olan şeyin birbirinin kabaca bir kopyası,taklidi olduğunu anlatsam,herkesde ki “BEN”in birbirinin “BEN”zeri olduğunu söylesem bana ne kadar inanırdı. Suskun durmama bozulmuş olacaktı ki yumruklarını sıktı ve kütüphaneden hızlı adımlarla yürüyerek çıkıp gitti. . O sıralarda bu hallerini pek garip bulmuyordum, çünkü bazen durduk yere bir şeylere canını sıkar, yanlız kalmak isterdi . Aynı zamanda onun gerçekte böyle düşünmediğini de biliyordum. Bir karamsarlık içinde olduğunda onun işlemiş olduğu sanılan suç (Size şimdiye kadar hiç onun ne yüzden hapse düştüğünü anlatmadım. Kusurumu mazur görün. O bir yayınevinde çalışırken uğradığı korkunç bir iftira yüzünden suçlu bulunmuş. Güya dizgi esnasında yayıma hazırlanan bütün kitapların yazarlarının ismini değiştirirerek kendi ismini yazmış. Bunun bir komplo olduğunu,arkadaşlarından birinin şaka yapmak istemiş olabileceğini söylediyse de kimseyi ikna edememiş. Nihayetinde verilen para cezasını da ödeyemeyince buraya getirilmiş. ) Evet, üzerine atılan bu suçun onda bıraktığı bir nevi sinir bozukluğu yüzünden bazen herşeye,en sevdiklerine bile umarsızca saldırdığını gözlemliyordum. Neyse şimdi tekrar konumuza dönelim.

Son zamanlarda hep sizin kitaplarınızı okurken görüyordum onu. Söylediğine göre bir yıl öncesinde sizi keşfetmiş,hikayelerinizde adeta kendini bulmuş. Bununla birlikte bazen ortaya çıkan eski öfkeli tavırları durulumuş ve yerini bir göl sakinliği almıştı. Hatta aşağıda ki televizyon odasında futbol karşılaşması izleyenlere kızıp, bana şikayet etmiyordu. Onun bu durumundan sıkılmaya başladığımda şaşırtıcı bir hırsla ve arzuyla karşılaştığı,kendi deyimiyle gömleğinde mürekkep lekesi olan herkese sizin hikayelerinizi gösterip okutarak (Gerçi okumak istemeyenler de oluyordu ama onun şiddetli ısrarına karşı dayanamayıp pesediyorlardı. ) kendisinin Murat Gülsoy olduğunu söylemeye başladı. Bir kaç gün öncesinde de yazdığı bir kaç hikayeyi bana okuttuktan sonra:
–Bak,görüyormusun,dedi. Onun hikayeleri benimkilerin biraz daha iyi kurgulanmış, akıcılaştırılımış ve genişletilmiş bir şekli. Şöyle de düşünebilirsin, bu okudukların diğerlerinin gelişmemiş,henüz büyümemiş bir hali. Yani benim ileride ulaşacağım sanatsal yapıtlarımı o şimdi yazıyor. Burdan da şöyle bir sonuç çıkıyor:Farklı zamanları yaşayan aynı kişileriz aslında. Zamanı bir tren olarak düşün. O benden bir kaç vagon öndeki kompartımanda oturuyor. Hepsi bu.

Doğrusu bu söyledikleri beni düşündürmeye başladı ve böylece sizin hikayelerinizle birlikte onunkileri karşılaştırmaya başladım. Sizin anlatımınızı yakalayabilmek için çok çaba sarfettiği görünüyordu. Fakat sözünü ettiği benzetmeden yola çıkarak onun treninin farklı olduğunu ve karşılaşılan ilk makasta sizden ayrıldığını söylediğim de yüzüme bir tuhaf baktı:

-Hadi ordan. dedi, senin gibi istasyonda bekleyip duran birisi ne anlar makastan falan. . . Hem o senin bekleyip durduğun eski istasyondan yıllardır tren geçmiyor. Farkında değilsin ama güzergah çoktan değişti. Etrafına iyice bir bak Allahaşkına!! kimseyi görebiliyor musun?

Ben de cevap olarak:
-Senin bindiğin tren ise çoktan raydan çıkmış ve uçuruma doğru hızla yol aldığının Farkında bile değilsin. Dediğimde bana karşı iyiden iyiye öfkelenmeye başladığını görünce konuyu zorlukla değiştirerek bir tartışmanın doğmasına engel oldum. Eninde sonunda haksız çıkacaktım nasılsa. Geride kalan bütün zamanımızı birlikte geçirip odalarımıza ayrıldıktan sonra akşam yemeğine gelmeyince merak ettim. Gerçi zaman zaman gelmediği olurdu fakat bu sefer içimde bir sıkıntı vardı. Yemekten sonra yukarı çıkıp koğuşa girdiğimde onu göremedim. Ranzasının üzerinde sadece defteri duruyordu. İlerleyen saatler boyunca hapishanenin dört bir yanında onu aradığımı ve hiçbir yerde bulamadığımı söylememe gerek var mı? Kaçmıştı işte. Ona dair elimde kalan tek şey olan ve sonradan günlüğü olduğunu anladığım, ayrıca içinde onun tarafından yazılan çok sayıda hikayenin bulunduğu defterin kapağını açtığımda sadece şu sözler yazıyordu:

“Dostum,bu satırları okuduğun da ben çoktan gitmiş olacağım. . . ”

Aptalca bir intihar mektubunun başlangıç cümlelerine benzeyen satırların devamını getirmemişti. Biliyorum,her zaman gizemi çok severdi. Belki de günlüğünde yazdıklarını okuyup nereye gitmiş olabileceğini bulmamı istiyordu. Benimse aklıma ilk siz geldiniz. .
Şimdi aşağıda sizinle ilgili olan bölümleri aktarıyorum:

7 ekim 2002
Herşey bir kaç yıl öncesinde başladı ve etkileri halen devam ediyor. Bahar bütün güzelliğiyle kendini gösterdiği halde ben ısrarla kendimi insanlara göstermekten kaçınarak vaktimin çoğunu bilgisayarın karşısında geçiriyordum. İnternet sitelerinin mümkün mertebe sisli ve karanlık sokaklarını geziyor, karşıma çıkan değişik veya ilginç bulduğum bir şey olursa bir kopyasını çıktı olarak alıyordum.İşte bu sıralarda o hikayelerle karşılaştım. Önceleri hiç şüphelenmedim. Sadece kendi kendime diyordum ki:Ben de bir gün hikaye falan yazacak olsam aynen böyle yazardım herhalde. Sonraları bende yazmaya başlayınca hikayeleri birbirleri ile mukayese etme olanağına kavuştum. Ben giderek daha iyi yazarken de aradaki benzerliğin gittikçe artığını dehşetle gördüm. İçimden bir his sürekli onların da aslında bana ait olduğunu söylüyordu. . .

Başlangıç olarak fena olmadı. Fakat devamını nasıl yazacağım. . Kalemle yazı yazmakta doğrusu klavye ile yazmaktan çok zor. Ama alışırım herhalde. Hem eskiden bilgisayar mı vardı ki.Teknoloji gelişti ve herşey gittikçe daha bir yapay hale dönüştü. Neyse devam edebilmek için yeni birşeyler bulmam lazım. Yarın onunla daha uzun zaman geçireyim bari. Belki bana yardımcı olabilir.

14 kasım 2002
Bu nasıl olur hiç anlamıyorum. Kesinlikle onu engellemem gerekli. Fakat buradan çıkmak için öyle zekice bir kurgu yapmalıyım ki. . .
20 kasım 2002

“Korkuyu beklerken” gerçekten ilginç bir hikaye. Keşke benim de yanımda bir kaç şişe şarap olsaydı. Belkide bu hikayedeki gibi bir mektup yazıp gönderebilirim. Evet, şu andan itibaren bir radikal dinci ve hatta gizli mezhep mensubu birisiyim. UBOR METENGA.
Sayın Murat Gülsoy

Bu bir uyarı mektubudur. Bir daha hikaye yazıp yayımlamamanız için uyarıyorum sizi. Neden? Diye soracak olursanız. Size kısaca açıklamama izin verin. Şöyle ki:Hikayelerinizin çoğunda bir dinsizlik politikası gizliden gizliye işleniyor ve bununla beraber insanları "gizemli bilimcilik"gibi bir dinin yerine konulmak istenen yola teşvik ediyorsunuz. Neymiş efendim "Mahşerin Otuzbeş Dakikası" Hiç mahşer'i gördünüz mü ki? Mahşerin dehşetinden kendi isminizi dahi zorlukla hatırlayacaksınız ve çekileceğiniz hesapta bu yazdıklarınız sizden sorulacak. Öyle hayalinizde canladırdığınız bir hakim ve şeytan olmayacak. Gerçek bir mahkeme-i kübra kurulacak. Otuz beş dakika öyle mi ? Neden yirmi yedi yada otuz sekiz dakika değil. Ne demek istiyorsunuz? anlaşılmıyor. Hem orada bizim anladığımız manada bir zamandan söz etmek olanaksızdır. Burada da gizli bir alay var. . .Hz Süleyman’ın “Hüt hüt” kuşu ve Ashab-ı Kehf’in köpeği kıtmir’i hikayelerinize başlık olarak seçmeniz,özellikle de kahramanın köpeğe kıtmir ismini vermesi ve sonrasında onu yemek istemiş olması da son derece düşündürücü.Birde Tanrının Adem peygambere dünyadaki herşeyin “isim”lerini öğretmesini bir hikayenizde psikolojik vaka olarak konu edinmeniz sizin hakkınızdaki düşüncelerimi doğrular nitelikte olduğu kanısındayım.

Ayrıca kozmik bir tanrı da ne demektir. . . Peygamber hayalinde düşsel bir tanrı yaratıyor ,ona inanıyor ve inandırıyor da. Sizde bize kozmik bir tanrıya inanmamız gerektiğini mi söylüyorsunuz. . . Böyle kaç tane tanrı var daha;kozmik tanrı,düşsel tanrı,insanımsı tanrı,yarı tanrı. . . Her neyse asıl önemli olan sizin neye inandığınız yada inanmadığınız değil,sizin düşüncelerinizi açıkça beyan edip etmemenizdir. Okuyucular sizin ne düşüncede olduğunuzu tam olarak bilmediği için gizliden gizliye onların manevi alemlerinde sarsıntılar hatta depremler yaratıp bir yıkıma sebebiyet verme ihtimaliniz var. Baştan tedbirli olsalar, yani evrim teorisine inandığınızı ve dini bir mitolojik olgu olarak gördüğünüzü bilseler hazırlıklı olur ve ona göre tavır alırlar. Edebiyatı adeta bir silah gibi kullanarak insanların mahremlerine ve yasaklarına nüfuz etmeye çalışmanız hiç te affedililir bir suç değil.. Bunu için de edebiyatı seçtiniz. Çünkü yazılardan süzülüp gelen gerçeklerle hayallerin asla belirli bir sınırı yoktur. Nereye sınır konulursa, sınır orası olur...Fakat siz bütün sınırları,yasakları aşma çabasındasınız.

Ben sizi görebiliyorum. Görmekle kalmıyor içinizde mütemadiyen inanç ve bilimin birbiriyle savaştığını sanmanızdan dolayı kalbinizde açılan yaraları hissedebiliyorum. Ah keşke şeytanın bu yaralardan sızıp sizi ele geçirmesine mani olabilseydiniz.Ve gömüldüğünüz yapışkan karanlıktan yolunuzu aydınlatan ilahi melekler eşliğinde Kuran’ın sonsuz ışıklı,nurani caddesine çıkabilseydiniz.Fakat siz ısrarla kuşkucu ve kararsız tavrınızı sürdürmeye devam ediyorsunuz.

Ciddiyetle söylüyorum: Durmalısınız.Ve şunu katiyetle bilmenizi isterim ki benim sizinle oyun oynamadığım gibi mensubu olduğum mezhepin de hiç şakası yoktur.”Yasadışı öyküler”de görünürde hikayelerinizin tekrar okunmasını sağlamaya çalışmışsanız da asıl niyetiniz yazdıklarınızın sebeb vereceği her türlü kötü etkiden kendinizi temize çıkartıp masumiyetinizi ilan etmek.Ayrıca bir kaç hikayenizde görünüp kaybolan Mehmet ise gerçek hayatta yaşayan sizsiniz. Bunları yazıyorum ki siz ve hikayeleriniz arasındaki bağlantıları nasıl çözümlediğimi görün ve ne kadar ciddi bir gözlem içinde olduğumu anlayın.Ve bir gün 54 no’lu evinize yabancı birileri geldiğinde ise hiç şaşırmayın.

Acaba bu yazdıklarımı bir mektup olarak göndersem nasıl bir tepki gösterir? Ben şahsen büyük bir zevkle okur ve gerçekten başarılı olduğumun bir kanıtı olarak çekmecemde saklardım.Sanki eski bir dosttan gelen mektub gibi.

18 Ocak 2002
Beni dışarıda bekleyen özel ve çılgın birisi yok.Aşk da zaten bir zamanlar zevkle okunan bir şiir yada görülen güzel bir rüyadan ibaretti.Sonuçta zaman geçti ve ben değiştim.Farklı birisi oldum.Farklılık... Kendimi ne kadar fazla farklı hissedersem o kadar yanlızım demektir. Farklı hissedemiyorsam şayet yaşamanın bir anlamı kalmamış demektir. Demek ki serap’ın asansöre binme fobisi vardı. Bu durumda ebediyen seninim yanlızlık. Yanlızca senin. Yada bir başkasının. Ne Fark-eder ki.

20 ocak 2002
O gün tren ineceğim istasyona vardığın da hava yavaş yavaş ağarmaya başlıyordu. Basamaklardan inip yürümeye çalıştığım da kendimi çok yorgun hissettim. Tren sanki yol boyunca rayların değil de uzun uzun birbiri ardına konumlandırılmış cümlelerin üstünde yol almıştı. Bir kaç adım daha yürüdükten sonra içimde bir eksiklik duygusu uyandı. Hikayelerimi yazdığım defterimi trende,oturduğum kompartımanın deri ve kaygan koltuğunun üzerinde unutmuş olduğumu yada birisinin ben uyurken onu çalmış olduğunu düşündüm. Geriye dönüp baktığımda ise tren çoktan gitmişti. . . Ve böylece hikayelerim yoluna devam ederken ben burada,bu bomboş istasyonda öylece kalakalmıştım.

Şimdi anlıyorum ki: O mutlaka trenin başka bir kompartmanında yolculuk ediyordu. Trenin koridorlarında dolaşırken bir rastlantı eseri benim siyah kaplı hikaye defterimi buldu ve okudu. Bir kaç ay sonra hikayelerimi çok iyi bulduğu için çevresindeki edebiyat eleştirmenlerine yada dergi editörlerine gönderdi. Büyük bir beğeni kazandıktan sonra kendisine mal ederek yayınlatmaya devam ediyor. . . .

Tamamdır. Bunu hikayemin sonuna eklerim artık. Aradaki boşlukları ilerleyen günlerde tamamlayabilsem bari. Aksi halde gelişme bölümü olmayan bir hikaye olarak kalacak böyle. Doğan ve kısa bir süre sonra hiç gelişemeden ölen bir bebek gibi. Kimbilir belki de zaten ölü doğan bir bebekti.
21 ocak 2002
Neden bana hiç inanmıyor. Onu dahi inandıramıyorum. Kaldı ki hikayemi okuyanlar inansın. Kaçmaktan başka bir çare görünmüyor.

Alıntıladığım kısım burada bitiyor. O günden sonra nereye gittiğini bilen yok. Size gelip bir zarar vermesinden korkuyorum. O da mutlaka sizin “Kendini Orhan Pamuk sanan adam” adlı hikayenizi okumuştur. Kendisini oradaki kahramanın yerine koymuş olabileceğini düşünüyorum. . . ve bu mektubu hikayenizin son parağrafıyla noktalamak istiyorum.
“Bunları yazmak istedim, çünkü olayların bu sekilde akmasında biraz benim de payım olduğunu düşünüyorum. Vaktinizi aldığım için kusura bakmayın. ”
Saygılarımla. . .

Not:Buradaki tek dostumun kaçışından sonra derin bir yanlızlığa gömüldüm. Hem beni teskin etmek hem de buradaki okurlarınıza şeref vermek için gelirsiniz ümidiyle hapishanenin adresini zarfın arkasına yazdım. Ayrıca yeni hikayelerinizi de heyecanla bekliyoruz.


Eminim okurken dahi anladınız. Evet,bu mektubun yazarı ve kaçak mahkum benim.Yani kısacası hapishanede canı sıkılan bir okurunuz. Sizin komplo teorilerinizin etkisi altında böyle bir mektub yazdım. Fakat bunları yazarken de size bir tuzak kurmuş olabilirim. Buraya geldiğinizde başınıza hiç beklenmedik bir şey gelebilir... Adresi biliyorsunuz.
Biliyorum. Hiç korkmadınız. Öyleyse buyrun gelin.

GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
30 Mart 2006       Mesaj #423
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Göç Destanı

Bir yiğidin, Alper Beyin destanı... Akyüreklerin destanı... Yerde bilinmezlerin ama göklerde adı belki de elmasla yazılıların destanı.

Alper Bey sekiz yıl önce bir işaretle ana vatandan hicret etti. Çileye adanmış bir ömürdü onunkisi. Verilmiş sözleri vardı... Son nefeste bile Hubeyb edasıyla huzur taşıyacaktı muhtaç gönüllere...

Ve geldi Basarabyaya... Gün erken bitiyordu buralarda... Ruhlarsa zaten yıllardır sönmeye yüz tutmuş kor gibiydi... Hayatının son demini yaşayan fakat Hakk'tan uzak nice insan vardı. Bunların ızdırabını her gün sinesinde yaşadı... Bazı geceler rüyalarında, yığın yığın insanı ateşler içinde gördü, bazen de bu insanları kutlular arasında...

Orada sekiz yıl kaldı; fakat sekiz yıla sığmayacak büyük dostluklar edindi. Arkadaşlarına hep rehber oldu, hâl ve diliyle... Ne mesajlar verdi gerçek mutluluk adına, öğrencilerine ne hakikat diplomaları dağıttı.

O, giderken gülüyordu; fakat arkasından ağlayanlar vardı: arkadaşları, öğrencileri, veliler ve okul personeli.. herkes onun kalmasını arzuluyor ve lisan-ı haliyle şunları söylüyordu: 'Sen Hakk'ın şâhidi idin. Seni görünce O'nu hatırlıyor ve mutluluğa menfez açıyorduk. Şafağın atmasına beş kalmıştı. Gidişin şafağın atmasına engel olmasın öğretmenim!'

Öğrencilerinden Denis de ağlıyordu... Denis'in yaşlı gözlerinde, onun okuldaki ilk günlerini gördü. Annesi, Denis'i okula verirken: "Hiç inanmazdım bir gün Türklerle oturup yemek yiyeceğime ve Türk okuluna çocuğumu vereceğime. Çünkü biz yıllarca Türk düşmanlığı ile büyüdük ve şimdi biricik evlâdımı size emanet ediyorum." demişti.

Denis'in babası yoktu. Annesi ve anneannesi ile başka bir şehirde yaşıyordu. Denis, milletler arası olimpiyatlarda fizikten dereceler aldı. Denis'in annesi bayramlarda ve değişik vesilelerle Alper Beye mektuplar gönderdi. Bir mektubunda: "Bugüne kadar hayatımda en önemli şey para idi; ama sizi tanıdıktan sonra bunun doğru böyle olmadığını anladım. Bundan dolayı da size çok teşekkür ederim." demişti. Denis'in annesi ölmeden önce bir mektupla oğlunu Alper Beye emanet etmişti.

Alper Bey ağlıyordu. Sadece emanetler değildi onu ağlatan. Yarım kalmış işler, söylenememiş hakikâtler, girilememiş nice gönül vardı... Mezarının bile burada olması için, yaşlı gözlerle yakarmıştı Mevlâ'ya... Fakat insanlık adına yapılan hizmetler şahıslarla kâim değildi, nasıl olsa onun yerine başka Alperler gelecekti!..
Yine söz verdi, bir Basarabya'dan bir başka Basarabya'ya giderken: Son nefese kadar!


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Nisan 2006       Mesaj #424
Misafir - avatarı
Ziyaretçi


BALON
Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmis gibi takip ederken, saskinligini gizleyemiyordu. Onu hayrete düsüren sey, "Bizim eve bile sigmaz" dedigi o güzelim balonlarin adami nasil havaya kaldirmadigi idi. Baloncu dinlenmek için durakladiginda o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamin kendisine baktigini farkederek ona dogru yaklasti ve bütün cesaretini toplayarak:
-Baloncu amca, dedi. Biliyormusun benim hiç balonum olmadi.
Adam çocugu söyle bir süzdükten sonra:
-Paran var mi? diye sordu. sen onu söyle.
-Bayramda vardi, diye atildi çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.
-Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.
Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayirmadigi gözleri dolu dolu olmus, yürümeye bile mecali kalmamisti. Bir kaç adim attiktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktiginda, gördüklerine inanamadi. Balonlar, her nasilsa adamin elinden kurtulmus ve yol kenarindaki büyük bir akasya agacinin dallarina takilmisti. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona dogru dönerek:
-Küçük, diye seslendi. Balonlari agaçtan kurtarirsan birini sana veririm.
Yapilan teklif, yavrucagin aklini basindan almisti. Kosarak agacin altina dogru yöneldi ve ayakkabilarini aceleyle firlatip tirmanmaya basladi. Hedefine adim-adim yaklasirken duydugu heyecan, bacaklarini kanatan akasya dikenlerinin acisini hissettirmiyordu. Sincap çevikligiyle balonlara ulastiginda bir müddet onlari seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkitti. Ancak balonlardan birisi iyice sikistigindan digerlerinden ayrilmis ve agaçta kalmisti. Çocuk onu kurtarmaya kalkissa, dikenlerden patlayacagini çok iyi biliyordu. Ister istemez balonu yerinde birakip asagiya indi ve adam dönerek:
-Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o?
Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
-Seninki agaçta kaldi evlat, dedi. Istersen çik al.
Çocuk bu sefer ayakta bile duramadi. Kaldirim kenarina oturup baloncunun uzaklasmasini bekledikten sonra, dallar arasinda parlayan balona uzun uzun bakarak:
"Olsun", diye mirildandi. "Olsun." Agacin üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artik..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Nisan 2006       Mesaj #425
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle
ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl
pırıl
ufukta tam karşısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz
çarşaf
gibi günü karşılıyordu.

Dedi ki, "Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve her gün
güneş
bana gülümseyerek gün başlıyor."

Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu.

Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir
de
baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor.

"İiiiiiiiihhhhhh , bu da ne? Bu küçük fare benim manzaramı şimdi neden
bozuyor?"

Onun oradan bir an önce gitmesini istedi ve şöyle bir titredi.

Tepeden aşağıya doğru bir kaç taş hızla yuvarlanmaya başladı. Fare sesi
duyunca hemen bir yüksek kayanın üstüne sıçradı ve oraya yerleşti.
Düşen
taşlarda ona hiç bir zarar vermedi. Farecik de başladı denizin
güzelliğini
seyre...

Ara ara atlayan zıplayan balıklar denizin duruluğunda küçük halkalar
oluşturuyordu.

Deniz dağın sıkıntısını anladı ve dağa seslendi:

"Neden böyle bir günde bir küçük fare için mutsuzluk oyununa
başlıyorsun ki?
Bak ben dümdüzken balıklar da benim duruluğumu bozuyorlar. Ben onlara
kızıyor muyum? Biliyorum ki onlar bensiz ben onlarsız olamayız. Sen de
seninle birlikte yaşamak zorunda olanlara kollarını açmalısın. Güneş
hiç
bulutlara bozuluyor mu? Benim ışınlarımı engelliyorlar diye kızıyor mu?

Kabul et gerçeği, herşey bir şeylerle bütün aslında. Fark ve güzellik
de
burada. Bu sayede hergün ayrı bir şey öğretiyor bize; her gün ayrı bir
ders
veriyor. Sen iyisi mi sadece SEYRET, SUS ve DİNLE."

Dağ denize sordu:

"SEYRET, SUS ve DİNLE? O da ne demek?"

Deniz, "Bak... Seyrettiğinde güzellikleri göreceksin... Sustuğunda
kendinden
başkalarının söylediklerini duyabileceksin...

Dinlediğindeyse onlardan öğrendiklerini uygulama fırsatı
bulabileceksin...
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
3 Nisan 2006       Mesaj #426
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Hatıra
10. sınıf

İngilizce dersinde yanımda bir kız oturuyordu onun için 'benim en iyi arkadaşım' diyordum... ama ben onun ipek gibi saçlarına bakıp onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum, dersten sonra kalktı ve geçen gün sınıfta olmadığı için o günün notlarını istedi ona notları verirken bana teşekkür etti ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

11. sınıf

Telefonum çaldı, arayan oydu ve ağlıyordu bana aşkın nasıl kalbini kırdığını anlattı, beni evine çağırdı, yalnız kalmak istemediğini söyledi, bende tabi ki gittim, koltuğa, onun yanına oturdum, güzel gözlerine bakmaya başladım ve onun benim olmasını diledim, 2 saat sonra Drew Barrymore'un bir filmi başladı ve onu izledik filmi izledikten sonra uyumaya karar verdi, bana her şey için teşekkür etti ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Son sınıf

Mezuniyet balosundan bir gün önce yanıma geldi ve "çıktığım çocuk hasta ve partiye gelemeyecek" dedi, benimde çıktığım biri yoktu ve 7. sınıfta birbirimize söz vermiştik eğer çıktığımız biri olmazsa partilere birlikte gidecektik, "en iyi arkadaş" olarak. Ve partiye birlikte gittik, o akşam çok güzeldi, her şey yolunda gitti, partiden sonra onu evine kapısının önüne kadar bıraktım, kapının önünde ona baktım o da bana o güzel gözleriyle gülümseyerek baktı. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum, bana "hayatımın en güzel zamanını geçirdiğini" söyledi ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Günler, haftalar, aylar geçti ve mezuniyet günü geldi çattı...

Sürekli onu izledim onun mükemmel vücudunu seyrettim. Diplomasını almak için sahneye çıkarken sanki havada süzülen bir melek gibiydi. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Herkes evine gitmeden önce yanıma geldi ve ağlayarak bana sarıldı sonra başını omzuma koydu ve "sen benim en iyi arkadaşımsın, teşekkürler" deyip yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Aradan yıllar geçti...

Bir kilisedeyim ve o kızın nikahını izliyorum... evet artık evleniyordu, onun "evet, kabul ediyorum" demesini, yeni hayatına girmesini izledim, başka bir adamla evli olarak. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Yeni hayatına girmeden önce yanıma geldi ve "nikahıma geldin teşekkürler" deyip yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Yıllar çok çabuk geçti...

Şu an benim bir zamanlar en iyi arkadaşım olan kızın tabutuna bakıyorum, eşyaları toplanırken lise yıllarında yazdığı günlüğü ortaya çıktı... Hemen günlüğünü aldım ve günlükte okuduğum satırlar şöyleydi...

"Onun gözlerine bakarak onun benim olmasını diledim... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum... Keşke bana beni bir kez sevdiğini söyleseydi..."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Nisan 2006       Mesaj #427
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BULUT VE YILDIZIN AŞKI

Bir zamanlar gökyüzünde birbirlerini gerçekten çok seven bir bulutla yıldız vardı...
Bulut gökyüzünün en şeker, en pembe bulutu yıldızsa; en parlak, umudu en çok yansıtan yıldızıydı?
Gökyüzündeki her varlık onların sevgisini kıskanırdı. Tatlı bir kıskançlıktı onlarınkisi.
Ama biri vardı ki; bulut ve yıldızın ayrılmalarını yürekten istiyordu.
Hem de yıldızın en yakın arkadaşı olmasına rağmen.
Bulut biraz saftı, kimseyi kıramazdı.
Yıldızsa bulutu için elinden gelen her şeyi yapabilir, herkese meydan okuyabilirdi.
Zaten onun için bir bulutu bir de çok sevdiği dostu peri vardı.
Bir derdi olduğunda gider periye anlatırdı.
Nereden bilebilirdi ki, perinin bir gün bunların hepsini yıldızla bulutun ayrılmaları için kullanacağını?
Bir gün nazar değdi bulutla yıldıza, hiç yoktan bir sebepten tartıştılar.
Bulut, hatalı olmasına rağmen, çekti gitti. Yıldızsa "nasılsa bulutum beni seviyor,
dönecektir" diye düşündü...

Fakat hiç bir şey beklendiği gibi gitmedi, bulut dönmedi. Kim bilir, belki de cesaret edemedi dönmeye. Tek bir gerçek vardı ki: o da; ikisinin de çok üzgün olduklarıydı.
Gökyüzündeki iyilik melekleri bile ağladılar onların durumlarına ama ne fayda.
Ertesi gün yıldız olanları en yakın dostu periye anlattı. Periyse göstermelik bir hüzne büründü.
Eline büyük bir fırsat geçmişti, artık hayatı boyunca kıskandığı kişiye karşı kozları vardı elinde.
O kişi, en yakın dostu yıldız olmasına rağmen kullanacaktı kozlarını. Hem de büyük bir zevkle. Bulutun yanına gitti ve yıldızın artık onu sevmediğini söyledi. Bulutsa üzüldü, boynunu büktü ama elinden hiç bir şey gelmeyeceğini düşündü. Çünkü yıldız inatçıydı.
Bir kere olmaz dediyse, bir daha olur demezdi. Peri de bulutun bu üzgün durumundan yararlanıp ona olan sevgisini itiraf etti. Bulut da kimseyi kıramadığı için perinin, yıldızının yerine geçmesine izin verdi. Yıldız, günlerce bulutunun dönmesini, ondan af dilemesini bekledi ama bulut gelmedi. Bir gün yıldız, bulutun yanına gidip, konuşmaya karar verdi.
Gece yola çıktı.
Bulut, dostu sandığı periyle birlikte ayda eleleydi. Melekler dayanamayıp, tüm olan biteni anlattılar yıldıza. Çok üzüldü ve çaresiz, döndü arkasını gitti. Yavaş yavaş sönmeye başladı...
O günden sonra yıldız söndü, ışık veremez oldu. Bulutsa artık ne o kadar pembe, ne de o kadar kadifeydi.
Yıldız, ilk zamanlar her şeyden vazgeçti, hayata küstü. Ama kolay pes etmezdi.
Kısa bir süre sonra hayatıyla ilgili o önemli kararı verdi, o güne kadar hiç görmediği güneşin yanına gidecekti ve biraz daha ışık isteyecekti ondan.
Çok geçmeden daha önce hiç görmediği güneşin yanına gitti. Ondan yansıtması için biraz daha ışık istedi. Güneş ışık yerine sevgisini verdi yıldıza. O gün bu gündür yıldız, dünyaya güneşin sevgisini yansıtır.
Bulutsa; hep gözyaşlarını akıtır dünyaya. Bir de yüreğinde kopan fırtınaları...
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
3 Nisan 2006       Mesaj #428
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Saklambaç

Hayatı elinde sıkıca tutan, sıka sıka avuçlarını kanatan biriydi. Her iki tarfı ağaçlarla kaplı yolları arkadaş edindi. Yürüdüğü zamanlar arada bir arka cebine uzanırdı eli. Çekip çıkarırıdı cüzdanını, kimliklerini, henüz kapısı çalınmamış adreslerin yazılı olduğu kağıtlarını, telefon numaralarını, fotoğraflarını, az ama öz parasını karıştırırdı. Sıkıldığında, cüzdanını yine arka cebine koyar, yavaşlayan adımlarını hızlandırırdı. Çılgın bir çizgi film kahramanının resmi vardı cüzdanında; onu eline her alışında çocuklaşırdı.

Hayatı hiç ama hiç kendine bırakmadı. Tokatladı, tekmeledi, iki üç şekerli çay sohbetlerinin dibi de eritti. Kendini anlatmasını, anlattırmasını sohbet aralarına adını karıştırmayı öğrendi. Karşısındakinin yüzünü sahte tebessümleriyle çizdi; yabancı yüzlerde sevecen anlar, anılar bıraktı, sevindi...

Hayatı mavi tuğlalarla ördüğü duvarla çevirdi, duvarın üstüne bulutlar ve martı resimleri çizdi. Bulutlarla oyun hamuruyla oynayan çocuklar gibi oynadı, martılara ekmek attı gerçek tebessümler edindi.

Hayatı satıraralarında, tamamlanmamış cümlelerinde, yarım kalmış öykülerinde gizledi. Parçlı bulutlu düşledi, üç noktalı düşler edindi. Küçük harflerle yüksek sesle düşündü. Ön kapısından girdi, arka kapısından çıktı hayatın. Zamanın dışında kaldı, siyah beyaz oldu her şeyi.

Hayatı içini sıktı. Sigara içmeleri, gökyüzünü seyretmeleri cebindeki bozuk paraları denize fırlatıp, etrafa deniz sıçratmaları, yorulana dek gezmeleri oldu. Kaldırım çizgilerine kırıldı. Kaldırımsız ve çamurlu caddeleri sevdi. Yalnızlığını çamura buladı, yağmuru sevdi. Yıldırımları kül rengi bulutları içine çekti, ağladı.Yorulana dek ağladı, yorgunluğuna sarılıp uyudu.

Bir gece, elinde içtiği üç şekerli çayı, dudağıda sigarası balkona çıktı. Gökyüzündeki bulutlara takıldı gözleri ve bir bulutun ardından Ay fısıldadı:

- SAKLAMBAÇ OYNAR MISIN BENİMLE?

- OLUR dedi ve gözlerini kapadı. Yüzünü bulutlardan birine yasladı ve ardından kendini boşluğa bırakıp saymaya başladı;

- BİİİR,

- İ,,,


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Nisan 2006       Mesaj #429
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gül ile Bülbül


Bir zamanlar bülbüller şarkılarını yalnız ağaçlar için söylerlermiş. Yeryüzünün süsü olan çiçeklere şarkı söylemek akıllarının ucuna bile gelmezmiş. Çiçeklerse bu duruma çok üzülürlermiş:

- Ah... Ah. Şu güzel sesli, hoş nefesli bülbüller, bir güncük de olsa bizim için şarkı söyleseler ne olur sanki! diye yakınır dururlarmış.

Bülbül bir gün bir çiçek bahçesinden geçerken çiçeklerin her türü kendilerine şarkı söylemesi için bülbüle yalvarmışlar. "Sesini çok seviyoruz!" demiş her bir çiçek bülbüle. Binlerce çiçeğe binlerce defa kim şarkı söyleyebilir ki... Bülbül de çiçeklerin hepsine şarkı söylemek istememiş ve demiş:

- Yarın sabah, erkenden gelirim. İçinizden en çok hanginizi beğenirsem onun için en güzel şarkılarımı söylerim. demiş ve uçup gitmiş.

Bülbül gidince kıskançlık bu ya, herkes kendinin daha güzel olduğunu iddia etmeye başlamış. Sümbül:

- İçinizde en güzel ben varım, bülbül güzel şarkılarını benim için söyleyecek!

Menekşe bu sözlere çok içerlemiş.

- Şaka mı yapıyorsun sen? Benden daha güzel olduğunu nasıl söyleyebilirsin! Şu güzelliğime bir bak! Bülbül şarkısını benim için söyleyecektir. demiş.

O ana kadar konuşmaları sessiz sedasız dinleyen papatya gülmeye başlamış. Papatyaya, niçin güldüğü sorulmuş. O da:

- Nedeni mi var canım! Sümbül ile menekşe benden habersiz yaşıyorlar herhalde. Bahçelerin kraliçesiyim ben! Bülbül kesinlikle şarkısını benim için okuyacak! Benim için söyleyecek en güzel şarkısını.

Ardından, kırmızı lale, mavi küçük mine, zambak, çiğdem derken çiçeklerin hepsi başlamış tartışmaya, tartışmaların arkası kesilmemiş. Hakaret derecesine varan sözler söyleyenler olmuş aralarında. Gece geç vakte kadar sürmüş bu tartışma. Sürmüş sürmesine de gül bir köşede durup hiç karışmamış söze. Ağız kavgası yapmamış, arkadaşlarıyla. Yatma vakti gelmiş arkadaşlarına:"iyi geceler!" deyip uyumuş bir güzelce. Sabah kalkmış, bakmış arkadaşları horul horul uyuyor. Onları rahatsız etmemiş ve bülbülü beklemiş. Bülbül gelmeden bütün çiçekler uyanmış, ama hepsinin gözünden uyku akıyormuş. Hepsi yorgunmuş, yüzleri solgunmuş. Gül ise zamanında yatıp zamanında kalktığı için bütün güzelliğini muhafaza etmiş.

Bülbül gelmiş, çiçekleri selamlamış. Çiçekleri seçmiş, ayırmış, birer birer. Her çiçekte bir kusur bulmuş, ama güle hayran hayran bakakalmış. Bütün çiçekler bülbüle aşık olmuş; bülbül ise yalnız güle...

En güzel şarkıyı bülbül güle söylemiş. En güzel şarkıyı gül dinlemiş bülbülden.

O günden bu güne bülbül, güle hep en güzel şarkıları güzel makamda söylermiş. Bülbül ile gül bir araya gelseler, şarkı söyleyip gülüşürlermiş. Onların muhabbetleri bütün sevenlere rehber olmuş. O zamanlardan beri sevenler sevdiklerine, muhabbetler artsın diye gül verirlermiş.

Derler ki bülbül gülü her sabah gün doğmadan güzel şarkılarıyla uyandırırmış.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Nisan 2006       Mesaj #430
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yoldan Güzel Geçmek





Bir kral halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi. Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeye karar verdi. İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan ettiren kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyeceğini söyledi.

Yarışma günü, insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını, bazıları en güzel elbiselerini getirmişti: Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti. Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu.

Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın yanına döndüklerine hepsi aynı şikayette bulundu: Yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu.

Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzattı:

“Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan taş ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı.”

Kral gülümseyerek cevap verdi:

“O altınlar sana ait delikanlı.”

“Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı.”
“Evet” dedi kral. “Bu altınları sen kazandın, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir.”

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar