Arama

Hayata Dair - Sayfa 91

Güncelleme: 2 Ekim 2013 Gösterim: 268.608 Cevap: 1.657
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
24 Ağustos 2007       Mesaj #901
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
İnsan 5 yaşına gelmeden anlıyor; açlığın öldürdüğünü,

Sponsorlu Bağlantılar
soğuğun dondurduğunu, ateşin yaktığını...

Sevgisizliğin insanın canını acıttığını...

Duyguları, nesneleri, kişileri, çevresini tanıyor.

Her şey ona çok büyük görünüyor:

Ev, masa, anne, baba...

10´una gelmeden oyunla, sayılarla, harflerle tanışıyor. Azgın bir iştahla

öğreniyor. Kız ya da erkek olduğunu fark ediyor. Dünyanın evde, okulda

kendisine anlatılandan da büyük olduğunun ayırdına varıyor.



15´inde, tam da en çok kendini sevdireceği çağda, sivilcelenen yüzünden,

değişen bedeninden utanırken aşkı keşfediyor.

Dış dünya kadar iç dünyanın da büyük salonları ve kendisinin bile

bilmediği odaları olduğunu, açıldıkça o odalardan devasa bahçelere

çıkıldığını hissediyor, büyüleniyor. Şarkıların içinde sevdalar

gezdirdiğini, şiirin her türden hasreti dindirdiğini anlıyor. Aşk acısını

öğreniyor. Yine de seviyor; ille seviyor, inadına seviyor.

20´sinde putlarını yıkıyor, başkaldırıyor, kanatlanıyor.

Her şey ona küçük görünüyor:

Ev, masa, anne, baba...

"Dünya küçükmüş; büyük olan benim" efelenmeleri başlıyor.

Lakin dünya bunu bilmiyor.

25´inde ayaklar biraz yere değiyor.

Okul bitiyor, iş telaşı başlıyor.

Sınıfta öğrenilenlerin akı, sokaktaki gerçeklerin karasına çarpıp

grileşiyor.

Yolu hızlı gelenler çabuk yorularak, sevdiğini bulanlarsa kalbinden

vurularak evleniyor genelde...

5 yıl önce uzak bir ülke olan "istikbal", daha yakına geliyor.

"Bir denizde yangın çıkarma" hayali erteleniyor.

"Dünya zor"laşıyor.

30´unda muhasebeye başlıyor insan:

"Dünya hâlâ beni tanımadı, üstelik galiba ben de dünyayı tam tanımıyorum"

dönemi...

Mevcut bilgilerin sorgu yeri...

Kuşkunun beyliği...

Tehlikeli yaşlar: "Bunun nesine hayran oldum ki ben" pişmanlıkları,

"Hakkımı yediler" sızlanmaları, sırta saplanan hançerler, çelmeler, dost

kazıkları, ağır ağır olgunlaştırıyor insanı...

35, yolun yarısı...

Hiç okul asmadan, evden kaçmadan, bir terasta sevdiğiyle öpüşüp bir

çadırda uyanmadan 20´sine gelenler için gecikmiş telafi çağları...

Daha önce hiç yüz verilmemiş ana-babaların sözüne yeniden kulak kabartılan

yaşlar... Olgunluğun karasuları...

40´ında eski kotlar dar gelmeye, saçlara ak düşmeye, aile büyükleri

yaşlanıp ölmeye başladığında bocalıyor insan...

Panik, kadınları kuaföre sürüklüyor, erkekleri araba galerilerine; ve

ikisini birden yeni sevda hayallerine...

Yiten gençliğe, boyalı saçlarla, içe çekilen karınlarla, kırmızı

arabalarla çare aranıyor.

45´inde "istikbal" denilen o uzak ülkenin toprağına ayak basıyor insan...

Hem ölüm yarınmış gibi, hem hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamasını öğreniyor.

Eski dostlar, hatıralar kıymete biniyor.

Didişmenin yerini sükûnet, böbürlenmenin yerini nedamet, kinin yerini

merhamet alıyor. "Keşke"ler "iyi ki"lerle, hırslar hazlarla yer

değiştiriyor.

Bu dünyayı silkelemekten, daha iyi bir dünya için kavga vermekten

vazgeçmeseniz de, öbür dünya umuduna da kulak kabartıyorsunuz, ara

sıra...

Genellenemez tabii; bunlar benim yaşlarım.

Sonrasını bilmiyorum henüz; öğrendikçe yazarım.




*Can DÜNDAR*

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Ağustos 2007       Mesaj #902
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YaŞamaya Daİr
1
Sponsorlu Bağlantılar

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.

1947

2

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...

1948

3

Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...


nazım hikmet

Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
25 Ağustos 2007       Mesaj #903
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Hayat


Sarp bir kayalık oldun kimi zaman
Tırmanırken dizlerimi kanatan..
Kimi zaman da çalkantılı bir deniz çırpındığım.
Bazen vefalı bir dostun gözlerinde buldum ümidi.
Ama bir tek annemin sarılışında buldum teselliyi
Çünkü o acı içinde teslim etti beni sana.



Toz pembe günler de geçirdik birlikte
Sevdamın gözlerinde buldum ihaneti
En kalleş sözleri duydum kimi zaman..
Çok yordun. Çok hırpaladın, içimi acıttın
Durulmadım bak ayaktayım, hala seninle savaşmaktayım.

Son nefese dek yolumdan vazgeçmeyeceğim
Yaşıyorum çünkü sebebim var.
Sana yenilmeyeceğim hayat.
Her şeye başlasam da sıfırdan
Her şeye sil en baştan, inan aldırmam.



Asla pes etmeyeceğim sana hayat
Tüm sevdiklerimi elimden alsan da.
Düzenbaz hilekâr olsanda.
Yalancısın, göstermelik bir bahar olsan da
Bilirim geçicisin, herşey bir gün değişecek
Ama yapıştığım inadım tükenmeyecek.

Bana sormadılar seni armağan ederken.
Yalnızdım biliyorum yola koyulurken
Yine yalnız olacağım göçerken
Şu savaş hep sürecek,
Ömür boyu seninle didişirken



Arada göz kırpacaksın ya da nanik yapacaksın
Ama duyuyor musun sevdalar yaşar hayat
Her ne yaparsan sana olan sevgimi koparamayacaksın
İyisiyle, kötüsüyle, günahıyla, sevabıyla
Her şeye rağmen seni yaşayacağım hayat.


Ani Toros
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Ağustos 2007       Mesaj #904
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hayat ve Hüsranhayat yaşandığı kadar vardır
gerisi ya hafızadaki hatıra ya da
hayallerdeki umuttur
hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum
yaşamak mümkünken yaşamamış olmakta
İsimsiz Şairler
vampir07 - avatarı
vampir07
Ziyaretçi
27 Ağustos 2007       Mesaj #905
vampir07 - avatarı
Ziyaretçi
Gece yarısıydı. Arabadaydım. Radyo Maydonoz'da Selim gazete köşelerinden internete yayılmış bir öykü­yü anlatıyordu. Kulak kesildim:



"Bir sonbahar günü Londra'daki doktor muayenehanesinin bekleme odasında otu­ran adam, yaprakların dökülmesini hüzün­lü bir gülümsemeyle seyrediyordu. Biraz sonra muayene odasında doktor, teşhisi açıkladı kendisine:


'- Bay Winkelman, beyninizde bir ur var. Hemen ameliyat olmalısınız.'


Yüz hatları gerildi Winkelman'ın:


'- İngiltere'de bu ameliyatı yapabi­lecek doktor var mı' diye sordu.


'- Amerika'da yaşadığınıza göre orada olmanızı öneririm' dedi doktor; 'Zaten sizi ameliyat edebilecek tek operatör olan Charles Wronkow da orada yaşıyor.


Winkelman teşekkür edip ayrıldı. Ote­le giderken derin derin düşünüyor ve yere dökülen yaprakları ayaklarıyla yavaşça iti­yordu.


Birkaç gün sonra gazeteler tanınmış Amerikalı operatör Charles Wronkow'un İngiltere'de tatilini geçirirken intihar ettiği haberini verdiler.


Polis, böyle tanınmış bir doktorun ne­den Wilkelman adı altında, Londra'nın yoksul bir mahallesindeki otelde kaldığını merak ediyordu."

* * *

Bu öyküyü dinlediğim gecenin sabahın­da gazeteler Reve Favaloro'nun intihar haberini duyurmuşlardı.


Favaloro, 1967'de bulduğu by-pass yöntemiyle kalp ameliyatlarında bir çığır açan ve milyonlarca hastayı kurtaran Ar­jantinli cerrahtı. Buenos Aires'teki muhte­şem villasında kalbine sıktığı tek kurşunla son vermişti hayatına...


Milyonların kalbine giden kanalları açan bir insanın, kendi yüreğindeki tıkanmaya deva bulamaması ve sonunda onu kurşun­layarak susturması ne trajik bir final!..


Bütün bir salonu gülmekten kırıp geçir­dikten sonra çekildiği makyaj odasında ses­sizce ağlayan bir palyaço gibi... Çevremize yaydığımız ışıktan biz nasiplenemeyiz çoğu zaman... insanın sözü geçmez, gücü yetmez ba­zen kendine...


En güzel aşk filmlerinde oynayan kadın, alabildiğine mutsuzdur bakarsanız...


Diline doladığı herkesin iç dünyasını ka­lemiyle didikleyen yazar, kendi içindeki keş­mekeşi tariften acizdir.


Cemaate iman telkin ederken içten içe Tanrı'yı sorgulamaya başlamış bir din ada­mı kadar çaresiz, kıvranır insan...


Yalnızlık korkusunu bastırmak için ömrü boyunca sayısız kadına tutulmuş bir Kazanova'nın sonunda anavatanı yalnızlığa dönmesi,


...ya da cehennemi bir cephede gün bo­yu askerlerine cesaret aşılayan kumandanın gece karargahta korkudan titremesi gibi,


...en yakından tanıdığı zaafı, en güven­diği yanına yakıştıramaz insan:


...ve kendini en bildiği yerinden vurur: Kalpse kalp; beyinse beyin...


...bir kurşunla durur.

* * *

Çünkü en beteridir kendisiyle savaşan­ların, kendine yenilmesi...


İnanmadan din adamı olarak kalamaz­sınız; sevmeden aşık rolü oynayamaz, cesa­retsiz savaşamazsınız; beyninizde bir urla beyinlere deva, kalbinizde kanayan bir ya­rayla kalplere şifa taşıyamazsınız.


Bu kuşatmayı yarmak için o "zaaf”ları­nızı yok etmek zorundasınızdır; çoğu kez kendinizden vazgeçmek pahasına...


insan, kendine rağmen gider o zaman...gençliğinde nice cana kıydığı kılıcının üzerine karnıyla yatıveren yaşlı bir Samuray savaşçısı ya da intihar için artık hükmedemediği tanıdık bir mikrofonu seçen Zeki Müren gibi, ölümü beklemeden onun kol­larına koşar.


Bazen uluorta, bazen yapayalnız,


...uçsuz bucaksız bir boşluğa akar...

Malum; "uzun süre uçuruma bakar­san, uçurum da senin içine bakar."
vampir07 - avatarı
vampir07
Ziyaretçi
27 Ağustos 2007       Mesaj #906
vampir07 - avatarı
Ziyaretçi
Sevinç artığı bir gülümseyiş



Cumbalı tahtalı evler.


Rutubetten küflenmiş duvarlar.


Yağmurun çürüttüğü pencere pervazları.


Kül tablasında yarım bırakılmış bir sigara.


Köşede külle ovulmuş mangal ve cezve.


Odadan taşlığa sızmış, sırılsıklam bir karanlık. Akşam iyice çökmekte..


Kapı önlerinde itişen, üç numara tıraş olmuş çocuklar. Sümükleri dudak üstlerinde kurumuş, toz, kir içinde. Giyitleri özensiz. Eski, yıpranmış.


Kırık saksılarda fesleğen ve sakız sardunyaları.


Annemin bakışları boşluğa dalıp gitmiş. Bıçak parmağımı sıyırmış oynarken. Kurşun kalemin sarı defter sayfalarında sürüklenişi. Sandalyenin köşesine büzülüyorum. Kendimi daha bir yalnız hissediyorum nedense.


Ablam çay demlemiş, mutfaktan geliyor. Annemin yanına oturuyor. Dantelini alıyor eline. Tığ yere düşüyor.


Belgin kristal kadehi yere çalıyor. Onlarca parçaya bölünüyor kadeh. Kum gibi dağılıyor cam taneleri…


Kuzine küçük çıtırtılarla yanıyor.


Civanbaht Neriman alkol bulaşığı kahkahalarla gülüyor.


Duvarlarda kireç badananın üzerine yapışmış fırça kılları.


Tersine çevrilmiş, telleri rüzgardan kopmuş lacivert şemsiye.


Kardeşimin yüzünde sevinç artığı bir gülümseyiş.


Orta birinci sınıfın yaz tatilinde ayakkabı tamircisi Mesut Usta’nın yanında çalışmıştım. Yıpranmış, delik deşik olmuş ayakkabılar bırakılırdı dükkana. Bir süre ilaçlı suda tutulurdu kunduralar. Suyu iyice emen deri salardı kendini. Sonra kalıba konan ayakkabıya yeni kösele takılırdı.Yarım pençe, isteyenlere tam pençe işlemiydi bu.


Çarşının taa öteki ucunda sayaç vardı. Köseleyi dikerlerdi orada. Sarı, uzayan, genzi biber gibi yakan bir yapışkan kullanılırdı. Derby’di adı. Bol bol, fırçayla sürülürdü ayakkabın tabanına. Sayaca giderken yolda bir Çamlıca gazozu alır, içerdim .Bazen de simit.


Uzun ve sıcak bir yazdı. Kavuran !


Her cumartesi iş bitiminde Mesut Usta haftalığımı verirdi. Ertesi gün, kendime ayırdığım küçük bir tutar hariç, tüm paramı annemle gittiğimiz pazarda evin ihtiyacı için harcardık.


Vize’de kendimle baş başa kaldığım, çekirdeğimi yediğim gizli bir sığınağım vardı.


Kimse bilmezdi orayı. Bana aitti. Büyük bir kayalıktı. Yosunluydu. Kaygandı.Yaş ağaç kabuğu, ıslak ve çürük toprak kokardı.


Seneler sonra o kayalığa gittim yine. Şaşırmamak elde değildi. Çocukken koskoca sandığım kayalık meğer boyum kadarmış ancak.


Özgürce, kahkahalarla gülmedim hiç. Gülemedim. Büyüklerin yanında, hele ki babanın yanında gülünmezdi. Gülmek yasaktı, içlenmek, kendini sürgünlere yazgılanmaksa serbest.


İzmit’e yedi kilometre mesafede Kullar Köyü’nde göreve başlamıştı ablam. İlkokul öğretmeniydi. Sene 1975.


En büyük eğlencem bir arkadaşımla eski çuvalı dereye atıp, tıpkı ağ gibi kullanıp dere balığı yakalamaktı o köyde. Tuttuğumuz balıkları evde plastik leğende yaşatmaya çalışırdım ama en çok bir gün dayanabilirlerdi.


Kendimden geçerdim balık yakalarken. Zaman dururdu sanki. Bahçede civciv beslerdik. Cebimde hep mısır olurdu güvercinlere vermek için.


Dört beyaz tavşanım vardı. Zıpır, Zıpzıp, Mercan ve Tombik. O zaman okula giderken kasket takardık. Sahi ne tuhaftı o kasketler ? Neden icap ederdi ? Bir örnek olmak, kayıtsız koşulsuz boyun eğmek…


Sınavım iyi geçmiş, hele dokuz filan almışsam sözlüden, Pazar öğleden sonraları kendime ödül verir lahmacun yerdim. Eğer iki yazılıdan da aferinli notlar aldıysam menüde kola ve iki lahmacun olurdu.


Susuyorum. Susuyoruz. Sessizlik dakikalarca sürüyor. Gözünün ta içine bakıyorum. Renk vermiyordu.


“ Haklıydın” diyor sigara paketine uzanırken. Sesi bıkkın. Az önce bakışlarında bir şeyler oldu.Bir pırıltı.Kaygı mıydı ? Nefret de olabilirdi.Belki de şehvet..çok çabuk yanıp söndü o pırıltı, ama fark ettim.


Birlikte asıldık dakikalara. Geçmesin, süre bitmesin, diye.


Elleri ellerimi buldu.


Soluğunu yüzümde, içimde duydum. Bütünleşemiyorduk. Parçalarımız yitikti. Her an yeni bir parçamızla yüzleşiyorduk.


Saatine baktı. Sabahın beşiydi.


İşte yine başladı. Ansızın. Durup dururken. Adımlarını daha sıklaştırdı hızlandırdı. Her adımda sesi daha da yükseliyor gibiydi;


Masada Gelincik sigarası. Koridora yayılan anason kokusu.


Hüzünle, kararsız sevinçlerin o dantelli sınırında buluverdim kendimi. Küçük mandalı çevirip, teldolabın kapısını açtım. Zeytin yağlı fasulye tabağına uzanacaktım, vazgeçtim.


Annem ispirto ocağında kabak ve biber kızartıyordu.


Radyoda saz eserleri. Birazdan beraber ve solo şarkılar.Şef , Tülin Korman.


Çamaşır leğeni içindeki çivitli ve bol köpüklü su. Durgun. Kımıltısız.


Çinko yağmur saçakları yıpranmış, yosun yürümüş çoktan.


Sıvaları dökülmüş merdiven boşluğu.


Güneş sararığı patiska perdeler.


Akşam içime dökülüyordu. Kendimi gözyaşlarımda arayabilirdim artık. Kendimi hiç bulamayabilirdim de.


Karma aşısı olmuştuk. Aşım tutmuş olmalı ki, ateşim yükselmişti. Boğazımda ağrıyordu. Kirpiklerime kadar terlemiş olmalıydım. Kardeşim mızıklanıyordu. Annem duymazdan geliyordu onu.


Paris damgalı, tek satırlık, adressiz mektubunda Madam Bovary intihar edeceğini yazmıştı. Şaşırmamıştım, doğrusu. Madam Bovary'de tıpkı Madam Karenina gibi ölümü seçmeliydi.


Hayır, sevgilim filan değildi Emma Bovary. Çocukluk aşkım sadece Aliki'ydi. Kısa pantolondan uzun pantolona geçmiştim henüz. Aliki Vize'deki yazlık bahçe sinemasından çıkıp düşlerime girdiğinde.


Karşı sokakta kırık camlarıyla üç katlı metruk bina korkutuyordu beni.


Balkonlardan sarkıtılmış çamaşırlar.Renk renk..savruk.


Güllaç beyazı bir duman sızardı kuzinenin kapağından.


Babam kışlık tatsız kavun ve peynirle yudumluyordu rakısını.Yüzüme baktı.Belki de tam o an bana, bir şeyler söylemeyi düşündü.


Annem Emma Bovary'nin mektubu uzattı. Öyle üstüme üstüme, gözüme gözüme uzattı. Şaşkındım. Hiç beklemiyordum o mektubu bulacağını .Yastığımın altına gizlemiştim oysa.


Ablam perdeyi çekti.İçerisinin tatlı sarı ışığı çoğaldı giderek.Kolum ağrıyordu.


" Aşısı tuttu bu defa" dedi babam.


Okkalı bir küfür savurdu Nusret dayım. Sarhoş ıslığında hep o şarkı: " Mavi nurdan bir ırmak..gölgede bir salıncak.."


Naylon jarseden pembe geceliği, oksijenle sararttığı saçlarıyla Necmiye kadeh tokuşturdu karanlıkta. Madam Mıgıryan'ın randevuevinde sermaye oluşunun onbeşinci yıldönümüydü.


" Güzelsen aldırmazsan işin kolay.Güzelim, e boşta veriyorum.." diye fısıldadı kulağıma.


Vişne çürüğü ruj sürmüştü..kalın ve yağlıydı ruju. Kasap tezgahında yeni doğranmış çiğeri andırıyordu. Midem bulandı. Altın Damlası kokuyordu teni. Bir şişe rakıyı bitirdiğinde alkol ancak kesiyordu Necmiye\'yi. İşte ancak o saat sarhoşlamaya başlıyor, dili peltekleşiyordu. Laf atıyordu sağa sola. Bileğinde taze jilet izleri..


Blömarin kolej önlüğünün göğüs kısmına bastırarak tuttuğu okul kitaplarıyla yokuştan rüzgar gibi iniyordu Aliki. Ben Orhan Günşiray'dım artık. Aliki hızla gibi koşuyordu ben de arkasından.. ılık ılık bir romantizm doluyordu içime.


Ağlamak bazen ikrardı..ve Aliki, Nubar Terziyan beyin kolejli kızı Aliki ağlıyordu. Kurumuş gibiydi dudakları, unutulmuş gibiydi.Gözbebeklerinde tuttuğu gülümsemeyi bırakıverdi.


İşte tam o anda Kavafis'in dizeleri girdi aramıza:


"Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.Bu şehir arkandan gelecektir.Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın/ Aynı mahallede kocayacaksın./Aynı mahallede kır düşecek saçlarına/ Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda, başka bir şey umma./ Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol hiç yok./ Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte/ Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.."


Sabahın alacasında eve döndüğümde birden hatırladım. Tavşan Tombik ölmüştü. Kırmızıya çalan pembe gözlerine bulanık bir perde inmişti.. soğuktu…kaskatıydı. Tüyleri bile sertleşmişti sanki.

Tarçın kokan bir ölümdü bu.
vampir07 - avatarı
vampir07
Ziyaretçi
27 Ağustos 2007       Mesaj #907
vampir07 - avatarı
Ziyaretçi
Okan, on yaşında bir çocuktu. Süs balıklarına meraklıydı. Evlerinde bulunan akvaryumda pek çok türden süs balığı bulunuyordu. Bir gün Okan’ın eline süs balıklarıyla ilgili bir kitap geçti. Bu kitabın bir sayfasında gayet güzel bir balık dikkatini çekti. Balığın resmi altında Beta diye yazıyordu. Diğer süs balıklarına oranla biraz iriceydi. Beta kesinlikle akvaryumdaki balıkların arasına bırakılmaz, akvaryum kenarına tespit edilmiş, yarıya kadar su dolu küçük bir kavanoz içinde bekletilirmiş. Mümkünse ayrı bir akvaryuma konması daha iyi olurmuş. O akşam Okan, babasına Beta’dan bahsetti, kitaptaki resmi gösterdi ve bir Beta’nın akvaryumlarına çok yakışacağını söyledi. Bunun üzerine babası hafta sonunda bir Beta alacağına dair Okan’a söz verdi. Beta’yı aldıktan sonra Okan akvaryumla daha çok ilgilenmeye başladı. Beta, tek başına kuzu gibi duruyordu. Okan da onu seyrediyordu. Akvaryumdaki balıklar kavanozdan uzak geçiyorlardı. Bakışları ürkütücüydü Beta’nın, duygusuzdu, nedensiz kin ve nefret doluydu.


Beta’nın alınışı bir ay olmuştu ki, Okanlar on beş günlüğüne yazlığa gittiler.Yazlığa gitmeden önce Okan, Beta’ya ve akvaryumdaki balıklara tatil yemlerinden birer tane verdi. Bu tatil yemleri onların on beş günlük besin ihtiyaçlarını karşılardı. Aradan birkaç gün geçince Beta huysuzlaşmaya başladı. Son derece sinirli hareketler yapıyordu. Giderek bu sinirli hareketler sıçrama şeklini aldı. Kavanozdan akvaryuma geçmek istiyordu. Akvaryumdaki balıklar Beta’nın niyetini anlamışlar ve toplu olarak uzak bir köşeye sinmişlerdi. Eğer Beta bu tarafa geçerse korkunç son kaçınılmazdı. Birini bile sağ bırakmazdı Beta,can korkusuydu bunun adı.


Nihayet beşinci gün Beta amacına ulaştı. Kavanozdan bir sıçrayışta akvaryuma geçti. Beta’nın üzerlerine doğru geldiğini gören balıklar çil yavrusu gibi dağıldılar. Birkaç saniye içinde dört beş balığı hakladı Beta, birkaç dakika sonra otuzdan fazla balık, yarı parçalanmış halde, akvaryumun dibinde cansız yatıyordu. Ertesi gün Beta, zafer kazanmış bir kumandan edasıyla göğsünü germiş, gururla yüzüyordu akvaryumda. O, bütün gece gözünü kırpmamış, son kalan birkaç balığı saklandıkları yerden çıkararak parça parça etmişti. “ Oh be, şimdi rahatladım “ diye düşündü Beta. “ Balık malık kalmadı akvaryumda. Onlar yok artık, ben varım, sadece ben…” Beta aniden düşünmeyi bıraktı. Hızla geriye döndü. Minicik bir su kabarcığının akvaryumun yüzeyine doğru yükseldiğini gördü. Az önce duyduğu ses buydu demek. Beta akvaryumun dibindeki küçük bir kayanın kovuğuna bir gözünü yanaştırdı. İşte o zaman akvaryumda yalnız olmadığını gördü. Kovukta bir lepistes vardı ve ona bakıyordu.


“ Çık oradan dışarı ” diye bağırdı Beta. “ Çık dedim sana oradan, çık dışarı kozumuzu paylaşalım..”


Lepistes:


“ Ben şimdi buradayım ve sen istiyorsun diye dışarı çıkacak değilim. Yani senin demenle ben dışarı çıkmam. Kozumuzu paylaşalım diyorsun, ne kozuymuş bu? “


“ Çık dışarı kapışalım. Kim güçlüyse o galip gelir. “


“ Ya ben seninle kapışmak istemiyorsam, zorlayabilir misin beni buna?.. “


“ Pekala da zorlarım. Bir bakıma mecbursun. “


“ Mecbur muyum? Peki neden? “


“ Çünkü ben öyle istiyorum. Nerede karşıma bir balık çıksa saldırırım. Ne yapayım, böyle yaratılmışım ben. “


“ Böyle yaratılmışmış…Daha neler…Bana bak Beta, sen kalbinin sesine değil, aklının sesine kulak ver. O, dürtsün dursun seni, git saldır, git parçala diye. Sen hayır de, karşı çık. O, yine rahat bırakmayacaktır seni. Bu kez de saldırıver, parçalayıver, bir tanecikten ne çıkar diyecektir. Çok şey çıkar Beta, çok şey çıkar.Bir iki derken, tekrar onun her dediğini yapmaya başlarsın, onun oyuncağı olursun, o da seni kurar durur. “


“ Kalbimdeki o dediğin nedir? Kalbime nasıl girmiş? “


“ Bak Beta, kalbi olan her canlı dünyaya gelirken kalbinde iki şey bulundurur. Bunlardan biri iyiliği, diğeri kötülüğü emreder. Sen iyi sözler söyler, iyi davranışlar gösterirsen, iyi tarafın artı puan kazanır,gelişir, kötü tarafın ( yani o ) eksi puan alır, küçülür.Hep iyi olursan, kötülük nedir bilmezsen, kalbin iyiliklerle dolar, iyi kalpli, temiz kalpli olursun. Kalbin beyazlaşır, düşündüklerin berraklaşır. “


“ Kalp beyazlaştı diyelim, bu durumda o yok mu oldu? “


“ Hayır Beta, o hiçbir zaman yok olmaz. Onu kalpten söküp atmak mümkün değildir. Sadece çok küçülmüştür ve bir büyük beyazlığın kenarında bir küçük kara leke olarak varlığını sürdürür. Fakat devamlı olarak hareket halindedir. Hep dürter seni, yalvarır. ‘ Ne olur şu kadarcık sözden bir şey olmaz, söyleyiver efendi ’ der. İyi taraf karşı çıksa ‘ Hayır efendi, söyleme. Karşındakiyle alay etmiş olursun. Alay etmek büyük günahtır. Büyük günahların affı yoktur ‘ diyerek, o hemen araya girer. ‘ Efendiciğim, söyleyiver olsun bitsin, deyiver, hadi söyleyiver. ‘Eğer onun sesini duymamazlıktan gelir de, karşındakine kötü bir söz söylemezsen o sana küsmez, bir başka olayda yine seni yanlış yönlendirmek için fırsat kollar. Bir de devamlı olarak yanlış yapıp da yaptıkları yanlışları kabul etmeyenler, doğru olduğunu söyleyenler var. Bunlara tavsiyem şu olacak: Bilgiçlik taslamayın. Önce iyilik nedir, nasıl iyi olunur, iyi biri olmak için gerekenler nelerdir…bunları güzelce bir öğrenin sonra kendi davranışlarınızla kıyaslayın. “


Lepistes sözlerini tamamlayınca Beta sessizce oradan ayrıldı. Su seviyesinin orta kısmında akvaryumun bir başından, bir başına yavaş yavaş yüzmeye başladı.


“ Lepistes hep iyi tarafın artı puanından söz etti, giderek, kalbin beyazlaştığından bahsetti. Lepistes iyi bir balıktı ve hep iyilikleri anlattı yani hep kendini anlattı. Devamlı kötülük peşinde koşanların kalplerinin kararacağından, kapkara olacağından hiç söz etmedi yani benden söz etmedi. Korktuğu için değil ama bir kötü sözü ağzına almaktan çekindi ve bana katil balık diyemedi. Lepistes konuşurken susan kalbimdeki o, şimdi bana devamlı olarak ‘Kovuktaki küçük balık bizden değil, dışarı çıkarsa, aman verme, gagala onu Beta, gagala.. ‘ deyip duruyor. Lepistes kovuktan çıksa, büyük bir ihtimalle, bu çağrıya dayanamazdım. Dur bakayım. Lepistes, kalbinin sesine değil, aklının sesine kulak ver dediydi. Demek ki, benim kalbimde hiç beyazlık yok, hiç iyi taraf kalmamış. Demek ki, benim iyi bir balık olmam artık imkansız.O zaman bu akvaryumu lepistese bırakıp çekip gitmeliyim. Evet, çekip gitmeliyim.”
Beta “ Affet beni lepistes, affet beni ” diye bağırdıktan sonra akvaryumun dışına sıçradı. Günler sonra Okanlar yazlıktan döndüler. Okan, akvaryumun yanına geldiğinde rengarenk, salına salına yüzen lepistesten başka canlı balık kalmadığını üzülerek gördü. Beta, yerde cansız yatıyordu.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
vampir07 - avatarı
vampir07
Ziyaretçi
27 Ağustos 2007       Mesaj #908
vampir07 - avatarı
Ziyaretçi
Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi bir çok küçük şeye bağlı olduğunu
hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yeni yılda düşünün!
Baharda hemen yayılın çimenlerin üzerine...
Acele edin, er veya geç; çimenler yayılacak üzerinize...
vampir07 - avatarı
vampir07
Ziyaretçi
27 Ağustos 2007       Mesaj #909
vampir07 - avatarı
Ziyaretçi
Belki bilirsiniz, 11 Eylülden kurtulanlardan birisi bir şirket başkanıydı, çünkü o gün oğlu çocuk yuvasına başlamıştı ve önce
oraya gitmişti.

başka birisi kurtuldu çünkü sosis getirme sırası ondaydı.

bir kadın geç kalmıştı çünkü çalar saati zamanında çalmadı.

birisi NJ Turnikesinde takılmıştı çünkü bir araba kazası olmuştu.

bir tanesi üzerine yemek dökmüştü ve lavaboya giysisini silmeye gitmişti.

birisinin o sabah arabası çalışmadı.

bir tanesi telefona cevap vermek üzere yerinden ayrılmıştı.

birisinin, okuluna gitmek için yeterince hızlı hazırlanmamış mızmız bir çocuğu vardı.

bir tanesi iş yerine çıkan asansörü son anda kaçırmıştı.

birisinin, yeni aldığı ayakkabılar ayağını vurmuştu ve ise giderken yolda eczaneden yara bandı almak için oyalandı. bu sayede bugün hala hayatta.

bir dahaki sefere, eğer o sabah her şey ters gidiyor gibi gelirse,şöyle düşünün:
"Tanrı şu dakikada tam da burada olmamı istiyor."

araba anahtarlarını bulamıyorsanız, her trafik lambasında takılıyorsanız, köpürmeyin;
Tanrı sizi seyrediyor.

Tanrı sizi tüm bu küçük sinir edici şeyler ile birlikte korusun, bunların olası amacını anlamanız dileğiyle..
HayLaZ61 - avatarı
HayLaZ61
VIP BuGS_BuNNY
4 Eylül 2007       Mesaj #910
HayLaZ61 - avatarı
VIP BuGS_BuNNY
Hayata Dair

Yine akşam olunca;
Yine güller solunca;
Bir beden yok olunca;
Anlarım ki dünya fani,

İnsan insanı kırınca;
Çıkar uğruna savaşınca;
Umutlar yok olunca;
Ya da zorla yok edilince;
Anlarım ki insan cani,

İnsan ruhuyla barışmadıkça;
İnsan kendini tanımadıkça;
İnsan geleceği göremeyip önüne baktıkça;
Anlarım ki dünya galip,

Nefis bedene hükmettikçe;
Şeytan nefse hükmettikçe;
İnsan dünyaya boyun eğdikçe;
Anlarım ki son geliyor...

Bir gün ışıklar söndüğünde;
Son nefesi verdiğimde;
Ait olduğum yere döndüğümde,
Anlarım ki gerçek buymuş...

Furkan Karataş
Pirana Kovalayan Çılgın Hamsi...

Benzer Konular

27 Kasım 2010 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap
20 Temmuz 2009 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri