Arama

Hayata Dair - Sayfa 89

Güncelleme: 2 Ekim 2013 Gösterim: 268.608 Cevap: 1.657
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
10 Ağustos 2007       Mesaj #881
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Meksika'da Inka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.

Sponsorlu Bağlantılar
Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar, sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar.Arkeologlardan biri,yaşlı rehbere soruyor, hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik? Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden cok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik...

Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yaşadıgımızı, niye mutlu olmayı beceremedigimizi niye kendimiz olmayı başaramadığımızı ve "niye" ile başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor İnkaların yaşlı torunu. Çünkü bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok arkada kaldı, hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile hatırlayamıyoruz. Çocuğunu kaybeden annelerin çılgınlığında bir sağa bir sola saldırıyoruz hepimiz, ama bir farkla,biz neyi aradığımızı bile bilmiyoruz...

Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor. Sanıyoruz ki çok paramız,sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz , spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacagız. Hadi maddeciligi bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi? Çevremiz de kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur.

Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp,çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz...

Gerçekte hız çagında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe, ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörcük. Sevmeye bile vaktimiz yok bizim. Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor, işlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte! Bence doğanın kara bir laneti bu. Biz ondan uzaklaştıkca, o da bizden bütün zamanları çalıyor.

Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok. Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık. Aceleye ne gerek var? Hayat yalnız biz izin verdigimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavas... Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, başarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştugumuzda...


Can Dündar

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ağustos 2007       Mesaj #882
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yalancı Hayat, Yalancı İnsanlarömrüm geçti neşesiz tatsız tuzsuz,ve yavan
bulamadım kafama göre bir post bir dost
Sponsorlu Bağlantılar
herkes yalancı herkes vasıfsız kalitesiz bu alemde
dostluklar ve arkadaşlıklar hissiz ve duygusuz

menfaatler on planda kankalarım satılmış
insanlar birbirinin üstüne çıkmış altta kalan cansız
sende ciğne geç be PATRON yoktur birbirinizden farkınız
bu dünya böyle gelmiş böyle gider hissiz ve duygusuz

kandırmaca on planda gerçekler saptırılmış
ıs yapanlar ise çoktan açıkta kalmış
ellerinde dostlarım bir o yana bir bu yana savrulmuş
bir koşuşturmadır bu hayat böyle başlamış

gerçekler gizlenmiş yalancı gülücükler çıkmış
herkes onlara kanmış dostlar hep aldanmış
adam satmak ,kayırmak günlük moda olmuş
yalakalar bas tacı çalışanlar amele kalmış

yalancı hayatta yalancı insanlar çoğalmış
değerler kaybolmuş yerini yalanlar almış
vasıfsız ve torpilliler makama çalışanlar açlığa mahkum kalmış
GERÇEK DOSTLAR BU ORTAMA AYAK UYDURAMAYIP RABBİNE KOŞMUŞ.
Hasan Yıldırım
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
11 Ağustos 2007       Mesaj #883
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Yazılar
Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasina, bir baska ülkeye, daglara, uzaklara...
Hayatindan memnun olan yok.
Kiminle konussam ayni sey... Her seyi, herkesi birakip gitme istegi.
Öyle ''yanina almak istedigi üç sey'' falan yok. Bir kendisi.

Bu yeter zaten. Her seyi, herkesi götürdün demektir. Keske kendini
birakip
gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize raziyiz diyelim, öteki de olmuyor. Yani her seyi yüzüstü
birakmak göze alinamiyor.
Böyle gidiyor iste. Bir yanimiz ''kalk gidelim'', öbür yanimiz ''otur''
diyor.
''Otur'' diyen kazaniyor. O yan kalabalik zira. Is, güç, sorumluluk,
çoluk
çocuk, aile, güvende olma duygusu... En kötüsü aliskanlik.
Aliskanligin verdigi rahatlik, monotonlugun dogurdugu bikkinligi
yeniyor.
Kaliyoruz.
Kus olup uçmak isterken agaç olup kök saliyoruz.
Evlenmeler...
Bir çocuk daha dogurmalar...
Borçlara girmeler...
Isi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alikoyabiliyor.
Misal, ben...
Kapidaki Rex'i birakip gidemiyorum. Degil bu sehirden gitmek, iki sokak
öteye tasinamiyorum. Alip götürsem gelmez ki... Bütün sokagin köpegi
oldugunun farkinda. Herkes onu, o herkesi seviyor. Hangi birimizle
gitsin?
''Sirtinda yumurta küfesi olmak'' diye bir deyim vardir; evet,
sirtimizda
yumurta küfesi var hepimizin. Kendi imalatimiz küfeler.
Ama egreti de yasanmaz ki bu dünyada. Ölüm var zira. Ölüme inat tutunmak
lazim. Inadina kök salmak lazim.
Bari ufak kaçislar yapabilsek.
Var tabii yapanlar. Ama az. Sadece kaymak tabakasi.
Hepimiz kaçabilsek... Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela... Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 09.00, aksam 18.00.
Sonra baska mecburiyetler.
Sıkışıp kaldık.
Sirf yeme, içme, barinmanin bedeli bu kadar agir olmamali.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karsiligi bir ömür yani.
Ne saçma.
Bahar midir bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar ásik olmam ama her bahar gitmek isterim.
Gittigim olmadi hiç.
Ama olsun... Istemek de güzel.

PAKIZE SUDA
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ağustos 2007       Mesaj #884
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yeni Hayatbugün,eskiye dair ne varsa
atıyorum belleğimden
ve başlıyorum yeniden hayata
hayallerle yaşıyorum artık
tüm kalbimle gerçek olmasını dilediğim hayaller
karşılıksız sevdalara elveda
ve elveda,
sevdiğini bile çekinen korkaklara
kalbimin kapıları sıkı sıkı kapalı
ve ancak gerçek bir aşık açabilecek onları
belki ömrüm boyunca bir aşığım olmayacak
ama kalbim açılınca sevgi seli olmayacaksa
asla açılmayacak...
yeni bir hayat artık önümdeki
ve bu hayat güzel yaşanacak...
Oya Fahlioğulları
Tiglon - avatarı
Tiglon
Ziyaretçi
12 Ağustos 2007       Mesaj #885
Tiglon - avatarı
Ziyaretçi
yasamadım

Yaşamadım,görmedim dünyayı
Anlat,zamanıdır bileyim
Beni kavuştur hayata
Ufacık,adımlarda
Hazırlıksızım.

Göreceksin,beni
Sevginle yüceltip.
aşkınla yürüyeceğim.
Biz ,Korkusuz
Güvende
İkimiz , büyüyeceğiz
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
13 Ağustos 2007       Mesaj #886
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
hangi sokak aşk kokar böyle
kaldırımlarında kırık kalpler dolaşır
bir gün olsun boş göremezsin orayı
yada birgün ayrılıksız geçmez demek
koca dünyada
bir gün...

Ayrılanlar oraya sığınır
medet umar adeta
Bu sokak
yağmurcunun sokağı
dileyene ağlama duvarı
dileyene teselli kaynağı
sevgilisini bekleyen aşıklar
orada en güzel hayallerini görür
kollarında sevgililerini

şart mıdır her aşka bir hasret
veya ayrılık denen şey
hiç aşık olmamış mıdır
hiç mi serseri serseri dolaşmamıştı
yağmurcunun sokağında..
Ömer Seydi Ekinci
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
13 Ağustos 2007       Mesaj #887
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Hepimizin "kaybetmek, yenilmek, hayatın pençesinde ezilmek" için nedenleri var.

Üstelik bu nedenler, donmakta olan birini uykunun çektiği gibi uyuşturucu bir mutluluğa bile çekebilir insanı.

Mücadeleyi, savaşmayı, dövüşmeyi bırakırsın.

Kendini, kendi mazeretlerinin karanlık derinliğine salarsın.

Hayatla arandaki kavgayı daha başlamadan kaybedersin.

En çok da "yenilmekten korkanlar" sever daha baştan kaybetmeyi, "yenilmemişlerdir", sadece savaşa girmemişlerdir.

Teslim olmak, yenilmekten daha iyi gelir onlara.

Bırakın savaşmayı, yenilmeyi bile beceremeyenlerin yenilgisidir bu.

Biraz zavallı görünür bu adamlar bana.

Ben savaşmayı severim, savaşanları severim, yenilmekten korkmayanları severim.

Mücadelecileri, dirençlileri, dövüşçüleri severim.

Kendi hayalini kendi yaratıp, ne olursa olsun o hayale yürüyenleri severim.

Böyle adamları benim gözümde değerli kılan onların hayalleri değildir, bazılarının hayalleri bana çok yabancıdır ama o hayale yürüyüşteki cesaret, o her şart altında dimdik duran azim, gerilememe kararlılığı çeker ilgimi.

O insanlar başarırlar.

Başarının ölçüsü de ne para, ne şöhret, ne iktidardır benim için.

Basittir benim başarı tarifim.

İnsanın hayallerini gerçekleştirmesine başarı derim ben.

Hayalinle senin arana dikilen bütün engelleri aşabilmeye.

Geçenlerde Chris Gardner’ın hikayesine rastladım.

Bir zenci.

Çocukluğu kötü geçmiş.

Babası onları terk etmiş, üvey babası çok kötü davranmış, onu ve kardeşlerini hırpalamış, annelerini dövmüş.

Daha yedi yaşındayken "çocuklarını asla bırakmayacağına" yemin etmiş.

Akıllı olduğu için arkadaşları buna "koca kafa" adını takmışlar.

Ama okumamış.

Gidip Deniz Kuvvetleri’ne yazılmış.

Sıhhiyeci olmuş.

Orada işleri çabuk öğrenmiş, doktorların ilgisini çekmiş.

Askerden sonra tıp okumayı düşünmüş.

Ordudan ayrılınca bir hastanede çalışmaya başlamış.

İşler iyi gidiyormuş.

Evlenmiş.

Sonra hastanede çalışmaktan vazgeçmiş.

Hastane malzemeleri satarak zengin olacağına karar vermiş.

Bu karar, onun felaketinin başlangıcı olmuş.

Bu arada bir de oğlu doğmuş.

Kapı kapı dolaşıp "tarayıcı" denilen bir alet satmaya uğraşıyormuş doktorlara.

Ama işler iyi gitmiyormuş.

Hayat gittikçe daha zorlaşıyormuş.

Parasızlık, çocuğun yuva masrafı, biriken faturalar, ödenemeyen kira, karısının çift vardiya çalışması, tarayıcıları kimsenin almaması.

Gardner, her yandan sıkışırken bir gün elinde kocaman tarayıcısı, sırtında her zaman taşıdığı ucuz çantasıyla bir doktor randevusuna yetişmek için hızla yürüdüğü sırada kaldırımın kenarında kırmızı bir Ferrari durmuş, içinden fiyakalı genç bir adam inmiş.

Adamı durdurmuş hemen.

- Efendim, izninizle iki sorum var. Bu arabayı alabilmek için ne iş yapıyorsunuz? Bu işi nasıl yapıyorsunuz?

- Borsacıyım. Şu binada borsacı olmak isteyenler için bir kurs veriyorlar.

Gardner o anda borsacı olmaya karar vermiş.

Ve hemen binaya girip kursa katılmak istediğini söylemiş.

Kursa katılabilmek için gerekli sınavı başarmış ve mülakata girmeye hak kazanmış.

Mülakattan bir gün önce eve polisler gelmişler ve ödemediği trafik cezasından dolayı onu tutuklamışlar.

O sırada evini boyadığı için onu atleti ve eline yüzüne bulaşmış boya lekeleriyle nezarethaneye atmışlar.

Ertesi sabah karakoldan çıkıp, o haliyle koşa koşa mülakata gitmiş.

Bir borsa sınavına, atletle ve yüzünde boya lekeleriyle gelen bu genç zenciye, kurulun başkanı:

- Karşıma atletle gelen bir adamı borsacı olması için kursa kabul etsem, ne dersin, demiş.

- Herhalde çok güzel bir pantolonu vardı, derim efendim.

Bu espri üzerine onu kursa kabul etmişler.

Kurs altı ay sürecekmiş, bu sürede hiç ara vermeyeceklermiş ve sonunda aralarından sadece birini işe alacaklarmış.

Bir yandan kursa gidip, bir yandan da para kazanabilmek için "tarayıcılarını" satmaya uğraşıyormuş.

Ama satamıyormuş.

Hayat daha da zorlaşmış.

Sonunda karısı onu terk etmiş..

Chris, bütün zorluklara rağmen çocuğuyla birlikte yaşamaya karar vermiş ve oğluyla ikisi baş başa kalmışlar.

Bir akşamüstü oğlunu mahalledeki basket sahasında oynamaya götürmüş.

Çocuğun bir atışını sertçe eleştirince küçük oğlan "ben bu oyunu beceremeyeceğim," diye oynamaktan vazgeçmiş.

- Kendileri yapamayanlar sana, senin de yapamayacağını söylerler, demiş oğluna. Sana, ben bile yapamazsın dersem beni dinleme.

Birkaç gün sonra kirayı ödeyemedikleri için ev sahibi onları evden atmış.

Bir motele yerleşmişler.

Sabahları oğlunu yuvaya bırakıyor, kursa gidiyor, kursta hisse satabilmek için müşterilerle konuşarak diğer kursiyerleri geçmeye çalışıyor, akşam yuvaya koşup oğlunu aldıktan sonra "tarayıcılarını" satmak için doktor muayenehanelerini dolaşıyormuş.

İşler biraz düzelmiş.

Tarayıcı satışları artmış.

Tam biraz nefes alacakken bu sefer de bir mektup gelmiş vergi dairesinden.

Ve, kazandığı bütün parayı elinden almışlar.

Satabileceği tek bir tarayıcı ve cebinde on iki dolarla kalmış.

Motele de para ödeyemediği için oradan da atılmışlar.

Ne gidebilecekleri bir yer, ne de ceplerinde para varmış.

Bir metro istasyonuna götürmüş oğlunu.

Oğluna, elindeki tarayıcıyı gösterip "bak bu zaman aleti" demiş, "hadi düğmesine bas ve zaman değişsin."

Çocuk düğmeye basmış.

"Ah," demiş, Chris, "işte zaman değişti, bak dinozorlar geliyor, hadi kaçıp bir mağaraya sığınalım."

Oğluyla metronun tuvaletine girmişler, "burası mağara," demiş Chris, yerlere tuvalet kağıtları serip oğluyla birlikte onların üstüne oturmuş.

Oğlunu uyutmuş ve o uyurken ilk kez ağlamış.

Ertesi sabah kursa elinde "tarayıcısı", bavulu ve bir takım elbisesiyle gitmiş, soranlara "akşam bir yolculuğa çıkacağım da onun için eşyalarım yanımda" diyormuş.

Bir yandan da deli gibi çalışıyormuş kursta.

O akşam bir kilisenin "evsizler" için olan barınağında kalmışlar.

Oğlunu uyuttuktan sonra elindeki son tarayıcının arızasını tamir etmeye uğraşmış.

Artık her sabah kursa gidiyor, bir ara koşarak bir doktor muayenehanesine gidip tarayıcı satmaya çalışıyor, akşamları evsizler için olan barınağın önünde çocuğuyla kuyruğa girip gece yatacakları bir yatak bulmaya uğraşıyormuş.

Bazı geceler barınakta yer bulamayınca metro istasyonunda kalıyorlarmış.

Bir yandan da diğer kursiyerlerin aramaya bile cesaret edemediği zengin yöneticileri arıyor, onlardan randevu alıyor, gerekirse evlerine gidip oğluyla birlikte kapılarını çalıyormuş.

Cebinde beş kuruş parası, yatacak yeri olmayan bu genç zenci bazı günler ülkenin en zengin adamlarıyla tanışıp onlarla dostluk ediyormuş.

Akşam da yeniden evsizler barınağına dönüyormuş.

Bir gün elindeki son "tarayıcıyı" satmayı başarmış.

O gece iyi bir otelde kalmışlar oğluyla birlikte.

Güzel bir hamburger yemişler.

Kurs son günlerine yaklaşıyormuş.

Ama kursun yöneticisi bu zenci öğrenciyi "ayak işlerine" koşturuyor, onun diğerlerine yetişmek için çabalarken bir de bu angaryalar yüzünden zaman kaybetmesine neden oluyormuş.

Bütün bunlara rağmen kursun sonuna kadar dayanmış.

Hisse senetlerini satmış.

Son gün takım elbisesini giyip gitmiş işe.

Onu son mülakata çağırmışlar.

Yönetici ona,

- Bugün burada kursiyer olarak son günün demiş.

Ve, eklemiş:

- Yarın burada bir borsa simsarı olarak işe başlayacaksın çünkü.

O anda Gardner’ın gözleri dolmuş.

- Zor oldu mu Chris, diye sormuş yönetici.

- Çok zor oldu efendim, demiş.

Ertesi sabah iyi bir maaşla işe başlamış.

Altı yıl sonra kendi şirketini kurmuş.

On beş yıl sonra şirketini milyonlarca dolara satmış.

Sonra oturup hayatını yazmış.

Yazdığı kitap bütün dünyada best seller olmuş.

Kitabından yapılan film Oscar’a aday gösterilmiş.

Şimdi artık zengin bir adam.

Bu adamın hikayesini çok sevdim.

Ne borsacı ne de zengin olmasıydı beni etkileyen.

Hayalini gerçekleştirememek için çok geçerli mazeretleri olan, çocuğuyla sokaklarda yatan, aç kalan, bir yandan kendisinden çok daha iyi eğitim görmüş insanlarla yarışırken bir yandan kimsenin almadığı bir "tarayıcıyı" satmaya uğraşan, bir gün bile çocuğunu yalnız bırakmayan ve en zor şartlar altında bile oğluna "yapabilirsin, yapamayanların öğütlerine aldırma" diyen bir adamın mücadele etmesinden, direnmesinden, metro tuvaletlerinde ağlarken bile amacından vazgeçmemesinden etkilendim.

Bu kadar kararlı bir şekilde ne olmak istese olurdu.

Hayattan, sefaletten, açlıktan korkmaması, bir tek gün bile yakınmaması, aç yattığı gecenin sabahında "nasılsın" diyenlere "iyiyim" diye cevap verebilmesi, başaramamak için sahip olduğu mazeretlerin içine saklanmaması, gerektiğinde yirmi dört saat uykusuz kalması, oğluna hep sahip çıkması, insanların ona hayran olmasını sağlıyordu.

Kendi hayat hikayesiyle, oğluna verdiği öğüdü herkese vermiş oluyordu:

- Yapamayanlar sana da yapamayacağını söylerler, onlara inanma.

Herhangi bir şeyi yapamamak için kuvvetli mazeretleri olanlar bu adamın hayatına bir baksınlar.

Onun hayatını izledikten sonra.

Ya yapacak, ya da utanacaklardır. OĞUZ ALTAN
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Ağustos 2007       Mesaj #888
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hayat DedimHer nefeste dolarsın içime
Varsan hayat var
Yokluğun benzer ölüme
Adı güzel,teni güzel,kendi güzel
Ölüm de olsan ol
Son nefes ol
Yine gel...
S. Mustafa Kayar
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
13 Ağustos 2007       Mesaj #889
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Kimbilir kaç baharı birlikte uğurladık seninle...
Kimbilir kaç yazı karşıladık kan ter içinde...
İlhamısın ergenlik şiirlerimin, o ilk Haziran’dan beri...
Yaşgünlerimin fener alayı, ilkyaz günahlarımın tanığısın...
Tanığısın yüzüme düşen gözlerin, tenime değen ellerin...
Senle başlayıp, sende bitirdim bunca yılı...
Sendin hararetli yılsonu muhasebelerimin değişmez takvim yaprağı...
Tutkunum sana... sadık, itaatkar ve hayran.. ...
Yarim Haziran...!
JALE AKTAŞ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Ağustos 2007       Mesaj #890
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hayat Gül Kokulu SağnakGözlerimin önünde ıslak dağların kabaran yalnızlığı
Ne varsa uçurumlar eşiğinde
Hüzünlerle yalpalayan ne varsa
Gözlerimin önünde

Ve hayat gül kokulu bir sağanak yine
Bir şeyler anlatmak istiyor hayat
Ve alıp götürmek bir şeyleri kurt sofralarına
Gün batıyor
gün batıyor bukağısı paslı bir sevinç oluyor yalnızlığım

Unutuyorum sevgilim suretini
Durgunluğun "niçin"di unutuyorum

Gün batıyor ürkek yıldızlar dolanıyor yalnızlığıma
Umurumda değil ne yağmur ne ayaz
Ne de kerpiç kokusu havada
Unutuyorum/sabaha/kadar/ gün batıyor
Sonra bir akasyayı okşuyor gözlerim
Geciken sabahlara koşuyor kuşlar
Gözlerimin önünde
Ve hayat gül kokulu bir sağanak yine
Yılmaz Odabaşı

Benzer Konular

27 Kasım 2010 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap
20 Temmuz 2009 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri