Arama

Psikoloji ile ilgili Makaleler       - Sayfa 12

Güncelleme: 23 Temmuz 2018 Gösterim: 227.918 Cevap: 185
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
17 Temmuz 2009       Mesaj #111
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Antipsikotik Tedavi Altında Olmayan Şizofreni Hastalarında Periferik T-Lenfosit ve Alt Tip Oranları ve Tedavi Yanıtıyla İlişkisi

Sponsorlu Bağlantılar
Dr. Seda Çelik BASKAK, Dr. Hüseyin ÖZSAN, Dr. Bora BASKAK, Dr. Halise DEVRİMCİ ÖZGÜVEN, Dr. Gülay KINIKLI

GİRİŞ

Şizofreni patogenezinde bağışıklık sistemi değişikliklerinin rolü 20. yüzyılın başlarından beri ilgi çekmiştir. Bu konudaki ilk çalışmalar, o dönemdeki tekniklerle sınırlı kalarak daha çok hücresel bağışıklık üzerine odaklanmıştır. 1903 yılında Bruce ve Peebles (1903) bozukluğun ilk dönemlerinde periferik lökosit oranında artış olduğunu bildirmişlerdir. Dameshek (1930) şizofrenide lökosit oranında artışa ek olarak, lenfosit oranında azalma ve eozinofili olduğunu göstermiştir. 1930'lu yıllarda Molholm şizofrenide gecikmiş tip aşırı duyarlılık yanıtında azalma olduğunu, Vaughan ise boğmaca aşısına yanıtın azaldığını bildirmiştir (aktaran; De Lisi 1982). Bu çalışmalar henüz antipsikotik ilaçların kullanıma girmediği yıllarda yapıldığı için önemlidirler ve şizofrenide hücresel bağışıklık sistem işlevlerinde in-vivo bir bozukluk olduğunu destekler niteliktedirler.

T lenfosit alt tip oranları hücresel bağışıklık sisteminin durumu hakkında değerli bilgiler sağlar. T8 lenfositlerinde artma hücresel bağışıklığı bastırır. Azalma ise hücresel bağışıklık sisteminin fazla çalışmasına ve kontrolden çıkmasına sebep olabilir. Uygun T4/T8 oranının 2:1 olması beklenir. 1:1'den düşük oranlar bağışıklık sistemine dair ciddi rahatsızlıklara işaret eder (Kouttab ve ark. 1989). Yanı sıra lenfosit oranlarındaki değişimlerin merkezi sinir sistemi hücrelerinin metabolizmalarındaki değişiklikleri yansıttığı ve psikiyatrik hastalıkların incelenmesinde nöral bir imleç olarak kullanılabileceği öne sürülmüştür (Gladkevich ve ark. 2004). Şizofrenide periferik kanda lenfosit alt tip oranlarının belirlenmesi ile ilgili pek çok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalarda; periferik T-lenfositlerde azalma (Loseva ve Khondkarian 1978, Vartarian ve ark. 1978, Zarrabi ve Zucker 1979, Nyland ve Ness 1980 ve Koliasinka ve Burbaeva 1979), T4-lenfosit oranında artma (Henneberg ve Riedl 1980) ve T8-lenfosit oranında artma (Cazullo ve ark. 1998) bildirilmiştir.

Anılan çalışmalarda T-lenfositlerin belirlenmesinde koyun eritrositleri kullanılmış ve T-lenfositlerdeki bu azalma timus antikorları ile ilişkilendirilmiştir. Akım sitometrisi periferik kanda lenfositlerin alt-tiplerinin araştırılması için güncel ve duyarlılığı yüksek bir yöntemdir (Rudolf ve ark. 2004, Schiavon ve ark. 1996). Akım sitometrik yöntemin kullanıldığı çalışmalarda Mazzarello ve arkadaşları (2004) şizofreni hastalarında kontrol grubuna göre T8 lenfosit oranında azalma olduğunu bildirmişlerdir. Rudolf ve arkadaşları (2004) ise T hücre alt-tipleri bakımından kontrol grubuyla arada herhangi bir farklılık bulmamışlardır. Toplam T-lenfosit sayısında artış bulunan çalışmalar da mevcuttur (DeLisi ve Goodman 1982). Pırıldar ve arkadaşları (2001) akım sitometrik yöntemle, yıkımı olan ve olmayan şizofreni hastaları arasında T4 ve T8 lenfosit oranlarında farklılık olmadığını göstermişlerdir.

Antipsikotiklerin bağışıklık sistemi üzerine etkileri de birkaç çalışmaya konu olmuştur. Şizofrenide gözlenen atipik lenfositler antipsikotik kullanımıyla ilişkilendirilmiş (Mc Allister ve ark. 1989), klorpromazinin invitro lenfosit işlevlerinde bozukluğa yol açtığı gösterilmiştir (Zarrabi ve Zucker 1979). Bilici ve arkadaşları (2003) olanzapin tedavisinin üçüncü ayında T4/T8 lenfosit oranında azalma olduğunu tespit etmişlerdir. Atipik antipsikotiklerin interlökin-6 ve interlökin-1RA düzeylerinde bozukluğa yol açtığı (Maes ve ark. 2000) ve interlökin reseptör seviyelerini değiştirdiği (Akiyama 1999) gösterilmiştir. Klozapin ve haloperidolün lenfosit enzim aktivitelerini değiştirdiği bildirilmiştir (Whatley ve ark. 1998).

Özetle şizofrenide hücresel bağışıklık sistemine dair bozukluklar bir infeksiyöz ya da otoimmün sürecin varlığına işaret ediyor olabilir. Rothermundt ve arkadaşlarının (2001) yaptıkları geniş kapsamlı gözden geçirmede dikkat çektikleri üzere, bu alandaki çalışmalar çelişkili ve tutarsız sonuçlar vermiştir. Yapılan bunca çalışmaya karşın bu konuda üzerinde yoğunlaşılabilecek tek bir çalışma alanı saptanamamış, bu değişikliklerin neden mi sonuç mu olduğu gösterilememiştir. Öte yandan, çalışmaların çoğu antipsikotik kullanan hastalar üzerinde ve bazıları duyarlılığından emin olunamayan teknik yöntemlerle yürütülmüştür ve sonuçlardaki çelişkilerden bunlar sorumlu olabilir (De Lisi ve Goodman 1982, Rothermund ve ark. 2001).

Bu çalışmada ölçüm aracı olarak en duyarlı yöntemlerden birisi olarak kabul edilen akım sitometri yöntemi (Sachivion ve ark. 1996) kullanılarak, şizofrenide, antipsikotik etkisi dışlandığında da, hücresel bağışıklık sistemine ilişkin parametrelerde sağlıklı kontrollere göre farklılıklar bulunduğu, tedavi sonrasında bu parametrelerin değiştiği ve bu değişikliğin klinik belirtilerdeki düzelme için bir gösterge olabileceği hipotezileri sınanmıştır.

YÖNTEMLER

Örneklem

Çalışma 2000-2002 yılları arasında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı'na başvuran, DSM-IV'e göre şizofreni (s=7) ya da şizofreniform bozukluk (s=7) tanısı konmuş 14 hasta ve onlarla yaş ve cinsiyet bakımından tam olarak eşleştirilmiş 14 sağlıklı kontrol üzerinde yürütülmüştür. Çalışma öncesinde yerel etik kurul onayı alınmıştır. Çalışmaya alınma ölçütleri 15-65 yaş arasında olma, en az son 6 aydır antipsikotik ilaç kullanmamış olma, şizofreni ya da şizofreniform bozukluk tanısı konmuş olma ve çalışmaya katılmayı kabul etmedir. Bağışıklık sistemine ait bozukluklar diğer psikiyatrik hastalıklarda da gösterilmiş olduğundan (Sperner-Unterweger 2005), şizofreni dışında herhangi bir birinci ya da ikinci eksen ek tanısı olan hastalar çalışmaya alınmamıştır. Bağışıklık sistemine ilişkin ölçümleri etkileyebileceği için, herhangi bir dahili, cerrahi, nörolojik hastalığın bulunması, alkol-madde bağımlılığı ya da kötüye kullanımı olması, son 6 ay içinde bağışıklık sistemini etkileyebilecek herhangi bir ilaç kullanımının olması, özgeçmişte sık enfeksiyon geçirme ve allerji öyküsü olması gibi bağışıklık sistemi bozukluğuna işaret edebilecek anamnez bulguları olması dışlama ölçütleri olarak belirlenmiştir. Dahil olma ölçütlerini karşılayan, ardısıra hastalar çalışmaya davet edilmiş, kabul eden hastalar çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya davet edilen 25 hastadan 21'i katılmayı kabul etmiştir. Bu hastalardan ise 14'ü dışlama ölçütlerini karşılamadıkları için çalışmaya alınmışlardır. Çalışma giderleri araştırmacılar tarafından karşılanmıştır.

Araçlar

Hasta ve kontrol gruplarındaki deneklerin sosyodemografik verileri Sosyodemografik Bilgi Formu, genel tıbbi durumları ve allerji profillerine ait verileri Sistem Sorgusu Formu ile toplanmıştır. Bu formlar araştırmacılar tarafından hazırlanmıştır.

Hastaların klinik belirtilerinin şiddeti, ülkemizde geçerliği ve güvenilirliği gösterilmiş olan Pozitif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği (SAPS) (Andreasen ve Olsen 1982, Erkoç ve ark. 1991a) ve Negatif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği (SANS) (Andreasen ve Olsen 1982, Erkoç ve ark. 1991b) kullanılarak belirlenmiştir.

Toplam T-lenfosit oranı, lenfosit alt tip oranları ve T4/T8 lenfosit oranlarının saptanması için FAC SORT, Becton DICKSON akım sitometri cihazı kullanılmıştır.

İşlem

Çalışmaya davet edilen hastalardan katılmayı kabul edenler, iki psikiyatri uzmanı tarafından (SÇB, HDÖ) ayrı ayrı değerlendirilmiş ve tanısı üzerinde anlaşma sağlanan ve alınma ve dışlama ölçütlerine uygun olan hastalar çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya alınan bu hastalara ve birinci derece yakınlarına birinci yazar (SÇB) tarafından araştırma hakkında bilgi verilmiş ve hastaların kendileri ve birinci derece yakınlarından yazılı bilgilendirilmiş olur alınmıştır. Bunun ardından, fizik ve nörolojik muayene yapılmış, sosyodemografik bilgi ve sistem sorgusu formları uygulanmış, SANS ve SAPS ile belirti şiddeti değerlendirmeleri yapılmış ve EDTA'lı tüplere kan alınmıştır. Daha sonra hastalardan alınan kan örnekleri Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmünoloji-Romatoloji Bilim Dalı Laboratuvarı Akım Sitometrisi Bölümü'ne 30 dakika içinde ulaştırılmıştır. Kontrol grubuna da araştırma hakkında bilgi verilip yazılı bilgilendirilmiş olur alınmasının ardından SANS, SAPS ölçekleri dışında, yukarıda sayılan tüm işlemler aynı sırayla uygulanmıştır. Bu işlemlerin sonunda hastalara poliklinik hekimleri tarafından öngörülen antipsikotik tedavi başlanmıştır. Hastalar tedavinin üçüncü haftasının sonunda yeniden değerlendirme yapılmak üzere davet edilmişlerdir. Tedaviye başlandıktan 3 hafta sonra yeniden değerlendirilmeyi kabul eden 10 hasta olmuş, kalan 4 hastadan 1'i randevuya gelmemiş, diğer 3'ü ise yeniden kan vermeyi kabul etmemişlerdir. Yeniden değerlendirmeye alınan 10 hastadan dördüne olanzapin 5-10 mg/gün, iki hastaya ketiyapin 600-800 mg/gün, iki hastaya nörofren 4mg/gün, bir hastaya risperidon 4 mg/gün ve bir hastaya trifluperazin 10mg/gün tedavisi başlandığı gözlenmiştir. Yeniden değerlendirilen 10 hastaya belirti şiddetindeki değişiklikleri saptamak için verilen tedaviye kör olan birinci yazar (SÇB) tarafından ikinci kez SAPS ve SANS ölçekleri uygulanmış ve ikinci kan örnekleri alınarak aynı laboratuvar süreci gerçekleştirilmiştir.

Akım sitometrik inceleme

1. Aşama; T-Lenfositlerin işaretlenmesi. Bu işlem için T lenfosit ve alt tiplerinin CD3, CD4, CD8 yüzey floresanlı molekül antikorları kullanılmıştır. Bu antikor panellerine göre tüpler hazırlanıp tüplere 10µl. monoklonal antikor ve 100µl. kan örneği dağıtıldıktan sonra oda ısısında 20 dakika inkübe edilmiş ve ortalama 2 ml. litik solüsyon eklenerek eritrositler ortamdan uzaklaştırılmıştır. Daha sonra hücreler PBS ile yıkanarak resuspande edilip fikse edilmiştir.
2. Aşama; Okuma işlemi. Uygun antikorlarla işaretlenen tüplerin sayımına geçmeden önce akım sitometri cihazının (FAC SORT, Becton DICKSON) günlük ayarlamaları yapılarak kontrol edilmiş ve okumaya hazır hale getirilmiştir. Okuma işlemi 450 mm'lik argon lazer kaynağına sahip FAC SORT'la yapılmıştır. Cihazdaki simul set programı kullanılarak, side scatrer (SSC) ve forward scatter diyagramlarıyla ve optik sistemle lenfositler taşıdıkları floresan miktarı ve büyüklüğüne göre ayrıştırılmış, miktarları belirlenmiştir. Kullanılan monoklonal antikorlara uygun olarak seçilmiş izotopik kontrollerin bulunduğu tüp de değerlendirmeye alınmıştır. Bu şekilde özgün olmayan olası monoklonal antikor bağlanması saptanmıştır. Okuma işleminde izotipik kontrol tüpüne göre sınırları saptanmış olan pozitif hücre yüzdesi ölçüt olarak kullanılmıştır. Daha sonra çıktılar elde edilmiş ve veriler kaydedilmiştir.

Analiz

Elde edilen sosyodemografik, klinik ve laboratuvar verileri elektronik ortamda SPSS 11.0 paket programı ile istatistiksel analize tabi tutulmuştur. Gruplar arasında toplam T-lenfosit, lenfosit alt tip oranları ve T4/T8 lenfosit oranlarının karşılaştırılması için Mann-Whitney u testi, tedavi öncesi ve sonrasında gruplar arasında aynı değişkenlerin karşılaştırılması için Wilcoxon işaret testi ve klinik belirtilerdeki düzelme ile lenfosit oranlarındaki değişimin ilişkisinin saptanması için spearman korelasyon testi kullanılmıştır. Hiç antipsikotik maruziyeti olmayan hastalar kontrol grubu ile Mann-Whitney u testi kullanılarak ayrıca karşılaştırılmıştır.

BULGULAR

Çalışmaya alınan hastaların yaş ortalamaları 27.7±10.7 dir ve 15-49 arasında değişmektedir. Ortalama hastalık süresi 27 aydır (şizofreniform bozukluk tanısı alan hastalar için 2-6 ay, şizofreni hastaları için 1-20 yıl arası değişmektedir). 14 vakanın 8'i kadındır (%57.14). Kontrol grubunun yaş ve cinsiyet dağılımı hasta grubuyla aynıdır. Hastaların %78.3'ü (s=11) o güne dek hiç antipsikotik ilaç kullanmamıştır. Üç hasta ise daha önceden antipsikotik ilaç kullanmış olmalarına karşın (toplam antipsikotik maruziyet süreleri; 2 ay, 4 yıl ve 20 yıl), hastalardan biri 12 aydır, diğer ikisi ise 6 şar aydır antipsikotik ilaç kullanmamaktadır.

Hasta ve kontrol grupları toplam T-lenfosit oranı, T-lenfosit alt-tip oranları ve T4/T8 lenfosit oranı bakımından karşılaştırıldığında, toplam T-lenfosit oranı, T4 ve T8 lenfosit oranları ve T4/T8 lenfosit oranı bakımından iki grup arasında anlamlı bir fark saptanmadı (Tablo 1). Hasta grubunda 4 (%28) ve kontrol grubunda bir deneğin lenfosit değeri normal değerlerin alt sınırındaydı (toplam beyaz hücre oranının %15-20'si).

Antipsikotik kullanımına ara vermiş 3 hastadan ikisinin yaşam boyu antipsikotik maruziyet süreleri uzun (4 yıl, 20 yıl) olduğu için ve antipsikotiklerin uzun dönem kullanımda bağışıklık sistemi üzerindeki etkileri daha önce gösterilmiş olduğundan (Muller ve ark. 1991, Maes ve ark. 2000), daha önce hiç antipsikotik kullanmayan hastalar (s=11) kontrol grubuyla ayrıca karşılaştırıldı. Bu karşılaştırma sonucunda, toplam T-lenfosit oranı, T4 lenfosit oranı ve T4/T8 lenfosit oranı bakımından iki grup arasında anlamlı bir farklılık bulunmadı, buna karşılık T8 lenfosit oranının hiç antipsikotik ilaç kullanmamış hastalarda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük olduğu saptandı (p=0.02) (Tablo 2).

Hastalık süresi 2 yıldan kısa olan grupta (s=7) T8 lenfosit sayısı kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha düşüktü (p=0.02, u=19.5); hastalık süresi 2 yıldan uzun olan hasta grubuyla (s=7) kontrol grubu arasında ise hiçbir değişken için anlamlı bir farklılık saptanmadı.

Tedavi öncesi ve sonrasına ait immünolojik ve klinik değişkenler karşılaştırıldığında, tedavi sonrasında SAPS ve SANS ölçek puanlarında istatistiksel olarak anlamlı azalma (sırasıyla p=0.005, z=-2.80; p=0.01, z=-2.44), toplam T-lenfosit ve T8 lenfosit oranlarında artış olduğu saptandı (sırasıyla p=0.03, z=-2.14; p=0.05, z=-1.96) (Tablo 3).

Tedavi sonrasında SAPS ve SANS toplam ölçek puanlarındaki değişimle toplam T-lenfosit sayısı, alt-tip sayıları ve T4/T8 lenfosit oranlarındaki değişim arasında bir ilişki olup olmadığı korelasyon analizi ile test edildi (Tablo 4). SAPS puanlarındaki değişim ile toplam T-lenfosit sayılarındaki değişim arasında ters (r=-0.63, p=0.05) ve SANS puanlarındaki değişim ile T4 lenfosit alt tipi sayılarındaki değişim arasında pozitif (r=0.74, p=0.01) bir ilişki olduğu saptandı

TARTIŞMA

Bu çalışma antipsikotik kullanmayan şizofreni hastalarının hücresel bağışıklık sisteminin durumuna ait bazı göstergelerin yaş ve cinsiyet bakımından eşleştirilmiş sağlıklı kontrollerle karşılaştırıldığı ve bu göstergelerin hastalık süresi ve tedavi yanıtı ile ilişkisinin araştırıldığı, deneysel, kontrollü bir klinik çalışmadır.

Çalışmada antipsikotik tedavi altında olmayan şizofreni hastaları ve sağlıklı kontroller arasında toplam T-lenfosit ve alt-tip oranları bakımından bir farklılık saptanmaması toplam T-lenfosit oranlarında artma (Henneberg ve ark. 1980, Cazullo ve ark. 1998) ya da azalma bildiren çalışmalarla (Loseva ve Khondkarian 1978, Vartarian ve ark. 1978, Zarrabi ve Zucker 1979, Nyland ve Ness. 1980 ve Koliasinka ve Burbaeva 1979) uyumsuzdur. Daha önceki çalışmalarda saptanan T-lenfosit değişiklikleri antipsikotik kullanımına bağlı olabilir.

Antipsikotik tedavisine ara vermiş hastalarla yapılan çalışmalarda ise tutarsız sonuçlar elde edilmiştir. Lenfosit oranlarında değişiklik olmadığı (Schleifer ve Keller 1985, Oral ve Ceylan 1991, Achirion ve ark. 1994), toplam T- lenfosit (Coffey ve ark. 1983) ve T8 lenfosit oranlarında (Villemein ve ark. 1999) anlamlı azalma olduğunu bildiren çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmalarda antipsikotik ilaç almadan geçen süre sadece Coffey'in çalışmasında en az 6 ay olarak belirlenmiş diğer çalışmalarda ise bu süre 2 hafta ile 3 ay arasında değişmektedir. Bu çalışmada hiç antipsikotik kullanmayan hastalar tek başına kontrol grubuyla karşılaştırıldığında T8-lenfosit oranında kontrol grubuna göre anlamlı düşüklük saptanmasına karşın, antipsikotik tedavisine en az 6 ay ara vermiş hastalar bu gruba eklendiğinde bu farklılığın ortadan kaybolması antipsikotik ilaçların hücresel bağışıklık sistemi üzerinde uzun süreli etkileri olabileceği şeklinde yorumlanabileceği gibi, örneklem sayısının düşüklüğüne de bağlı olabilir.

Hiç antipsikotik ilaç kullanmamış olan hastalarda toplam T-lenfosit ve alt-tip oranları hakkında yapılmış iki çalışma mevcuttur. Unterwerger ve arkadaşları (1999) şizofreni hastalarında T4 lenfosit oranında artış olduğunu saptamış, diğer değerlerde gruplar arasında anlamlı bir farklılık bulmamıştır. Theodoropoulo ve arkadaşları (2001) ise, gruplar arasında hiçbir değişken için anlamlı bir farklılık bulamamıştır. Bu çalışmanın sonuçları da eklendiğinde görülebileceği üzere, antipsikotik etkisi dışlansa da sonuçlar arasında çelişkiler devam etmektedir. Bu çelişkilerden sorumlu olması muhtemel diğer bir değişken hastalık süresi olabilir. Nitekim Rothermundt ve arkadaşları (2001) şizofrenide bağışıklık sistemine ait parametrelerin ilk psikotik atak ya da hastalık süresi kısa olan gruplarda çalışılmasını önermişlerdir. Bu çalışmada toplam T-lenfosit ve alt-tip oranlarının hastalık süresi ile ilişkisi de incelenmiştir. Örneklemimizde hastalık süresi 2 yıldan kısa olan grubun hepsi ilk atak şizofreni hastalarından oluşmaktaydı. Bu grupta yalnızca T8 lenfosit oranının kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha düşük olduğu, hastalık süresi 2 yıldan uzun olan hasta grubuyla kontrol grubu arasında ise hiçbir değişken için anlamlı bir farklılığın olmadığı gözlendi. İlk atak şizofrenide T8 lenfosit oranının düşük olması hastalığa ait bağışıklık sistemini ilgilendiren intrensek bir etkiye bağlı olabilir.

Tedavi öncesi ve sonrası toplam T-lenfosit ve alt tip oranları karşılaştırıldığında tedavinin üçüncü haftasında toplam T-lenfosit oranında artış olduğu saptandı. Bu değişiklik antipsikotik tedaviye bağlı olabilir. Nitekim daha önceki çalışmalarda antipsikotik ilaçların bağışıklık sistemi üzerinde etkileri olduğu gösterilmiştir (Maes ve ark. 2000, Dettling ve ark. 2001). Ayrıca şizofrenide immün-modülatör uygulanmasının lenfositlerde saptanan anormallikleri düzeltmediği, ancak haloperidolün düzeltici etkisinin olduğu bildirilmiştir (Oral ve Ceylan 1991). Tedavi sonrası saptadığımız bu değişiklik şizofreniye ait durumsal bir bağışıklık sistemi anomalisini de işaret ediyor olabilir. Nitekim şizofrenide periferik lenfositler üzerindeki D2 reseptörlerinin antipsikotik tedaviden bağımsız bir şekilde artmış oranlarda sentezlendiği gösterilmiştir (Zvara ve ark. 2005).

T-lenfosit ve alt-tip oranlarının şizofrenide tedaviye verilen cevap için bir laboratuvar işaretleyicisi olabileceği öne sürülmüştür (Muller ve ark. 1993). Zhang ve arkadaşları (2006) tedavi sonrası şizofrenide klinik iyileşmenin T4-lenfosit oranlarında artışla ilişkili olduğunu göstermişlerdir. Çalışmamızda negatif belirtilerdeki düzelmeyle T4-lenfosit oranındaki artış arasında saptanan ilişki bu bulgularla uyumludur. Muller ve arkadaşları (2000) şizofrenide bağışıklık sistemine ait farklılıklarla karakterize klinik alt grupların var olabileceğini öne sürmektedirler. Bu çalışmada SAPS puanlarındaki değişim ile toplam T-lenfosit oranı değişimi ve SANS puanlarındaki değişimle T4-lenfosit oranındaki değişim arasında saptanan korelasyonlar, gelecekte bu parametrelerin tedavi cevabını yordama ya da izlemede kullanılabileceğini ve bu konuda yeni ve daha özgül değişkenleri ele alacak çalışmaların yapılması gerektiğini düşündürmektedir.

Bu çalışmanın antipsikotik tedavisi altında olmayan hastalar üzerinde yürütülmüş olması, bu ilaçlara özgü bağışıklık sistemi değişikliklerinin (Zarrabi ve Zucker 1979) dışlanması bakımından çalışmanın bir üstünlüğü, aynı zamanda örneklem sayısının nispeten düşük kalmasının nedenidir. Çalışmada gruplar arasında yaş ve cinsiyetin kontrol edilmesi ve allerjik hastalıklar, ilaç kullanımı gibi faktörlerin dışlanması bu faktörlere ait bağışıklık sistemi değişikliklerini dışlamış ve sonuçların yorumlanmasını kolaylaştırmıştır. Çalışmada toplam T-lenfosit sayıları ve alt-tip sayılarının teknik olarak en duyarlı yöntemlerden olan (Rudolf ve ark. 2004, Schiavon ve ark. 1996) akım sitometrik inceleme ile ölçülmüş olması çalışmanın bir diğer üstünlüğüdür.

Bu çalışmanın en önemli sınırlılığı örneklem sayısının düşüklüğüdür ve hücresel bağışıklığa ilişkin parametrelerde hasta ve kontrol grupları arasında fark saptanmamasının nedeni bu olabilir. Bir başka önemli kısıtlılık ise, tedavi öncesi ve sonrası değerlendirmeye alınan hastaların farklı ilaçlar kullanmaları, bu ilaçların dozlarının da standardize edilememiş olmasıdır. Öte yandan, bağışıklık sistemi değişiklikleri toplam T-lenfosit ve alt-tip oranları ile sınırlı tutulamaz ve yalnızca bu bulgularla şizofrenide bağışıklık sistemine ait bir anomali olup olmadığı konusunda bir sonuca varmak doğru değildir. Bundan sonraki çalışmalarda bu çalışmada olduğu gibi dışlama ölçütleri belirlenirken eşik yüksek tutulmalı fakat örneğin, çok merkezli bir çalışma planlanarak, alınan hasta sayılarının düşük kalması önlenmelidir. Tercihen hiç antipsikotiğe maruz kalmamış ve hastalık öyküsü daha kısa olan vakalardan oluşturulmuş örneklemlerde, kullanılan ilaçlar standardize edilerek ve bağışıklık sisteminin genel durumu hakkında veri elde edilmek isteniyorsa bu sistemle ilgili başka parametrelerin de yönteme dahil edilerek (örn: T-Helper-1 ve 2 hücreleri aktivasyonu, lenfosit 5HT-2A ve D2, D3 reseptör yoğunluğu, lenfosit serotonin taşıyıcısı düzeyleri) çalışılması çelişkili sonuçların netleşmesine katkıda bulunabilir.

KAYNAKLAR

Achirion A, Noy S, Pras E ve ark. (1994) T-cell subsets in acute psychotic schizophrenic patients. Biol Psychiatry, 1;35(1):27-31.
Akiyama K (1999) Serum levels of soluble IL-2 receptor alpha, IL-6 and IL-1 receptor antagonist in schizophrenia before and during neuroleptic administration. Schizophr Res, 37(1):97-106.
Andreasen NC, Olsen S (1982) Negative v. positive schizophrenia. Definition and validation. Arch Gen Psychiatry, 39:789?794.
Bilici M, Tekelioğlu Y, Efendioğlu S ve ark. (2003) The influence of olanzapine on immune cells in patients with schizophrenia. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry, 27:483-5.
Bruce LC, Peebles AMS (1903) Clinical and experimental observations on catatonia. J Ment Sci, 49:614-628.
Cazzullo CL, Saresella M, Roda K ve ark. (1998) Increased levels of CD8+ and CD4+ 45RA+ lymphocytes in schizophrenic patients. Schizophr Res, 31(1):49-55.
Coffey CE, Sullivan JL, Rice JR ve ark. (1983) T-Lymphocytes in schizophrenia. Biol Psychiatry, 18:113-119.
Dameschek W (1930) The white blood cells in dementia praecox and dementia paralytica. Arch Neurol Psychiatry, 24:855.
De Lisi EL, Goodman S (1982) An analysis of lymphocyte subpopulations in schizophrenic patients. Biol Psychiatry, 17:1003-1008.
Detting M, Schaub R, Mueller B ve ark. (2001) Further evidence of HLA-Encoded susceptibility to clozapine induced agranulocytosis. Pharmacogenetics, 11:135-141.
Erkoç ŞA, Arkonaç O, Ataklı C ve ark. (1991) Negatif Semptomları Değerlendirme Ölçeğinin güvenilirliği ve geçerliliği. Düşünen Adam, 4:16-19.
Erkoç ŞB, Arkonaç O, Ataklı C ve ark. (1991) Pozitif Semptomları Değerlendirme Ölçeğinin güvenilirliği ve geçerliliği. Düşünen Adam, 4:20-24.
Gladkevich A, Kauffman HF, Korf J ve ark. (2004) Lymphocytes as a neural probe: potential for studying psychiatric disorders. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry, 28(3):559-76.
Henneberg A, Riedl B, Dumke HO ve ark. (1980) T Lymphocyte subpopulations in schizophrenic patients. Eur Arch Psychiatry Neurol Sci, 239:283-284.
Koliaskina GI, Burbaeva GSH (1979) Modern approaches to the study of immunity in schizophrenia. Vestn Akad Med Nauk SSSR, 7:76-84.
Kouttab NM, Prada M, Cazzola P ve ark. (1989) Thymomodulin: biological properties and clinical applications. Med Oncol Tumor Pharmacother, 6(1):5-9.
Loseva TM, Khondkarian OA (1978) Thymus-dependent lymphocytes in multiple sclerosis and amyotrophic lateral sclerosis. Zh Nevropatol Psikhiatr Im S S Korsakova, 78(2):182-7.
Maes M, Bocchia Chiavetto L, Bignotti S ve ark. (2000) Effects of atypical antipsychotics on the inflamatory response system in schizophrenic patients resistant to treatment with typical neuroleptics. Eur Neuropsychopharmacol, 10:119-124.
Mazzarello V, Cecchini A, Fenu G ve ark. (2004) Lymphocytes in schizophrenic patients under therapy: serological, morphological and cell subset findings. Ital J Anat Embryol, 109(3):177-88.
McAllister CG, Rapaport MH, Pickar D, Paul SM (1989) Effects of short-term administration of antipsychotic drugs on lymphocyte subsets in schizophrenic patients.Arch Gen Psychiatry, 46(10):956-7.
Muller N, Ackenheil M, Hofschuster ve ark. (1991) Cellular immunity in schizophrenic patients before and during neuroleptic treatment. Psychiat Research, 37:147-160.
Muller N, Hofschuster E, Ackenheil ve ark. (1993) T Cells and psychopathology in schizophrenia: relationship to the outcome of neuroleptic therapy. Acta Psychiatr Scand, 87:66-71.
Muller N, Michael R, Rudolf G ve ark. (2000) The immun system and schizophrenia an integrative view. Ann N Y Acad Sci, 917:456-467.
Nyland H, Ness A (1980) Lymphocyte subpopulations in peripheral blood from schizophrenic patients. Acta Psychiatr Scand, 61: 313-318.
Oral T, Ceylan E (1991) Şizofren hastalarda haloperidolün bağışıklık sistemine etkisi. Psikiyatri, 27-30.
Pırıldar Ş, Veznedaroğlu B, Terzioğlu E ve ark. (2001) Şizofrenide yıkım olan ve olmayan hastaların immunolojik özellikler bakımından karşılaştırılması Anadolu Psikiyatri Dergisi, 2:197-203.
Rothermundt M, Arolt V, Bayer TA ve ark. (2001) Review of immunological and immunopathological findings in schizophrenia. Brain Behav Immun, 15(4):319-39.
Rudolf S, Schlenke P, Broocks A ve ark. (2004) Search for atypical lymphocytes in schizophrenia. World J Biol Psychiatry, 5(1):33-7.
Schiavon V, Roth P, Bolton WE ve ark. (1996) Lymphocytes subsets in normal individuals: analysis by four color immunofluorescence and flow cytometry on whole blood. Tissue Antigens, 48(4 Pt 1):312-8.
Schleifer S, Keller SE (1985) Depression and immunity. Arch Gen Psychiatry, 42:129-133.
Sperner-Unterweger B (2005) Immunological aetiology of major psychiatric disorders: evidence and therapeutic implications. Drugs, 65(11):1493-520.
Theodoropoulou S, Spanakos G, Baxevanis CN ve ark. (2001) Cytokine serum levels, autologous mixed lymphocyte reaction and surface marker analysis in never medicated and chronically medicated schizophrenic patients. Schizophrenia Res, 47:13-25.
Unterwerger BS, Whitworth A, Kemler G ve ark. (1999) T-Cell subsets in schizophrenia: a comparison between drug naive first episode patients and chronic schizophrenic patients. Schizophrenia Res, 38:61-70.
Vartanian ME, Kolyaskina GI, Lozovsky DV ve ark. (1978) Aspects of humoral and cellular immunity in schizophrenia. Birth Defects Orig Artic Ser, 14(5):339-64.
Villemain F, Chatenoud L, Galinowsky A ve ark. (1999) Aberrant T-Cell mediated immunity in untreated schizophrenic patients: deficient Interleukin-2 production. ** J Psychiatry, 146:609-616.
Whatley SA, Curti D, Das Gupta ve ark. (1998) Superoxide, neuroleptics and the ubiquinone and cytochrome b5 reductases in brain and lymphocytes from normals and schizophrenic patients. Mol Psychiatry, 3(3):227-37.
Zarrabi MH, Zucker S (1979) Immunologic and coagulation disorders in chlorpromazine treated patients. Ann Intern Med, 91:194-199.
Zhang XY, Zhou DF, Cao LY ve ark. (2006) The effects of Ginkgo biloba extract added to haloperidol on peripheral T cell subsets in drug-free schizophrenia: a double-blind, placebo-controlled trial. Psychopharmacology, 188(1):12-7.
Zvara A, Szekeres G, Janka Z ve ark. (2005) Over-expression of dopamine D2 receptor and inwardly rectifying potassium channel genes in drug-naive schizophrenic peripheral blood lymphocytes as potential diagnostic markers. Dis Markers, 21(2):61-9.


_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
17 Temmuz 2009       Mesaj #112
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olan Çocukların Serebral Kan Akımlarının Karşılaştırılması

Sponsorlu Bağlantılar
Dr. Pınar ÖNER, Dr. Özgür ÖNER, Dr. Ayla AYSEV, Dr. Özlem KÜÇÜK, Dr. Erkan İBİŞ

GİRİŞ

Obsesif kompulsif bozukluğu (OKB) olan yetişkin olguların üçte biriyle yarısı arasında değişen bir kısmında ilk belirtiler 15 yaşından önce başlamaktadır (Pauls ve ark. 1995). Çocuk ve ergen OKB olgularında bazal gangliyon işlev bozukluğunu düşündüren nörolojik bulgular daha sık görülür (Rosenberg ve Keshavan 1998). OKB'nin dejeneratif bir süreçten çok nörogelişimsel bir bozukluk olduğu düşünülmektedir ve bu durum çocuk ve ergen OKB olgularıyla ilgili çalışmaların önemini göstermektedir (Rosenberg ve Keshavan 1998). Çocukluk başlangıçlı OKB yetişkin başlangıçlı bozukluk etiyolojisi için önemli ipuçları içerebilir.

OKB olgularında, Tek Foton Bilgisayarlı Emisyon Tomografisi (Single Photon Emission Tomography, SPECT), Positron Emisyon Tomografisi (PET) ve işlevsel Manyetik Rezonans Görüntüleme (iMRG) çalışmalarında beyin kortikal kan akımı, metabolizma ve aktivasyon değişiklikleri olduğu gösterilmiştir (Aouizerate ve ark. 2004). Bu değişiklikler en tutarlı olarak prefrontal korteks, anterior singulat ve kaudat çekirdek başında saptanmıştır. Çocuk ve ergen olgularda ise talamus ve bazal gangliyonlarda değişiklikler olduğunu gösteren bazı yapısal beyin görüntüleme çalışmaları yapılmıştır (Giedd ve ark. 2000, Gilbert ve ark. 2000). Çocukluk başlangıçlı yetişkin OKB olgularında işlevsel beyin görüntüleme çalışmaları yapılmıştır (Swedo ve ark. 1992, Busatto ve ark. 2000), ancak çocuk ve ergen OKB olgularıyla yapılmış işlevsel görüntüleme çalışmaları çok sınırlıdır. Diler ve arkadaşlarının çalışması çocuk ve ergen OKB olgularında kontrol olgularına göre kaudat, prefrontal ve singulat kan akımlarının iki taraflı olarak artmış olduğunu ortaya koymuştur (2004). Bir diğer çalışmada ise 10 çocuk ve ergen OKB olgusunda klomipramin tedavisi ile beyin kan akımının değişmediği, ancak bozukluğun başlangıç yaşı ve takvim yaşı ile iki taraflı frontal ve paryetal kan akımı arasında ters ilişki olduğu bildirilmiştir (Castillo ve ark. 2005).

Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu [DEHB] bir diğer nörogelişimsel bozukluktur. İşlevsel görüntüleme çalışmaları prefrontal, paryetal, anterior singulat korteks ve kaudat çekirdekte kan akımında ve metabolik aktivitede azalma olduğunu göstermiştir (Bush ve ark. 2005). Birçok yapısal beyin görüntüleme çalışması da sağ prefrontal-bazal gangliyon anormalliklerinin DEHB patofizyolojisi açısından önemli olduğunu düşündürmektedir (Castellanos 1997).

OKB'nun hiperglutamaterjik ve DEHB'nun hipoglutamaterjik durumlar olduğu ve her iki durumda da prefrontal bölgenin özellikle tutulmuş olduğu öne sürülmüştür (Carlsson 2000). Bazı araştırıcılara göre ise kortiko-striato-talamo-kortikal (KSTK) yolaklardaki anormallikler birbirine benzer: DEHB, OKB ve Tourette bozukluğunda KSTK dolaylı yolağında ketlenme ya da direk yolakta aşırı aktivasyon olabilir (Baxter ve ark. 1992, Aouizerate ve ark. 2004). Ayrıca bu bozuklukların sıklıkla beraber görülebilmesi de bu görüşü destekler niteliktedir. Bu nedenle OKB ve DEHB olgularının doğrudan karşılaştırılması ilgi çekici veriler ortaya koyabilir.

Çalışmanın esas amacı literatürdeki çocuk ve ergen OKB olgularıyla yapılan işlevsel görüntüleme çalışmalarına katkıda bulunmaktır. Önceki çalışmalar ışığında çocuk ve ergen OKB olgularının prefrontal kan akımının DEHB olgularına göre daha yüksek olacağı öngörülmüştür.

YÖNTEMLER

Örneklem

Örneklem 13 OKB (4 erkek, 9 kız) ve 13 DEHB (8 erkek, 5 kız) olgusunu içermektedir. DEHB olguları 29 DEHB olgusunda yaşla beyin kan akımı (BKA) değişiminin araştırıldığı bir çalışmadan alınmıştır (Öner ve ark., 2005). Yaş ve cinsiyet değişkenlerinin kontrolü amacıyla DEHB olguları OKB olguları ile yaş ve cinsiyet değişkenleri açısından anlamlı fark göstermeyecek şekilde eşleştirilmiştir. Bu eşleştirme için tüm kız DEHB olguları alınmış ve iki gruptaki olgular yaş açısından ±1 yıl olarak eşleştirilmiştir. Eşleştirme sırasında seçilen tüm olgular aşağıda belirtilen çalışmaya alınma ölçütlerini karşılamaktadır. Eşleştirme sırasında birden çok eşleştirme olasılığı olan durumlarda başvuru sırası önde olan olgu çalışmaya alınmıştır. Pediatrik Nörolojik Silik Bulgular (Denckla, 1985) değerlendirmesinin lateralite maddelerine göre olguların hiçbirisi sol elli değildir. Tüm OKB ve DEHB olguları bir üniversite hastanesi çocuk psikiyatrisi polikliniğine başvuran ardıl olgulardan çalışmaya alınma ölçütlerini karşılayanlar arasından seçilmiştir. Çalışmaya katılan olguların ailelerinden aydınlatılmış onam alınmış ve çalışma üniversite etik kurulu tarafından onaylanmıştır. Tanılar iki psikiyatrist tarafından DSM-IV tanı ölçütlerine göre konmuştur ve iki psikiyatristin tanılar konusundaki uyumu tamdır. Tüm OKB ve DEHB olgularının medikal öyküleri normaldir ve tüm olgular klinik olarak psikoz, yeme bozukluğu, madde kötüye kullanımı, zekâ geriliği ve yaygın gelişimsel bozukluk açısından taranmıştır. Olguların hiçbirisi önceden tedavi almamıştır. OKB olgularının hiçbirisinde DEHB eşhastalanımı ya da kronik tik bozukluğu saptanmamıştır. OKB ve DEHB olguları için çalışmaya alınma koşulları DSM-IV tanı ölçütlerine göre bu tanıları karşılamak, özgeçmişinde başka bir tıbbi hastalık bulunmaması ve 7-14 yaşları arasında yer almaktır. Çalışmada dışlama ölçütleri psikoz, yeme bozukluğu, madde kötüye kullanımı, zekâ geriliği ve yaygın gelişimsel bozukluk tanılarının varlığı, OKB olgularında tik ve DEHB eşhastalanımı varlığı ve SPECT tetkikine uyum sağlayamamak (aşırı hareket, aşırı ağlama, enjeksiyona direnç gibi) olarak belirlenmiştir. Bu nedenle 3 OKB ve 2 DEHB olgusu çalışmadan çıkartılmıştır.

Değerlendirme araçları

Conners Öğretmen Derecelendirme Ölçeği (CÖDÖ): Bu ölçek çocukların sınıftaki davranışlarının öğretmen tarafından değerlendirilmesi amacını taşıyan 28 maddeden oluşmaktadır (Goyette 1978). Ölçeğin 8 maddesi dikkatsizlik, 7 maddesi hiperaktivite ve 8 maddesi davranım sorunları alt ölçeklerini oluşturmaktadır. Türkçe uyarlamasının geçerlik ve güvenirliği yeterlidir (Cronbach alfa. 95) (Şener ve ark. 1995).

Çocuklar için Yale-Brown Obsesyon Kompulsiyon Ölçeği (Children Yale-Brown Obsessive Compulsive Scale?CY-BOCS): CY-BOCS 10 maddeden oluşmaktadır. Klinisyen tarafından puanlanır. Değerlendirme yaklaşık ortalama 10 dakika sürer. OKB belirtilerinin son 1 hafta içindeki ağırlığını ölçmek için kullanılan yarı-yapılandırılmış bir araçtır. Beş temel bölümden oluşur: (1) yönergeler, (2) obsesyon tarama listesi, (3) obsesyonların ağırlığını saptama maddeleri, (4) kompulsiyon tarama listesi, (5) kompulsiyonların ağırlığını saptama maddeleri. Puanlama yapılırken hem çocuğun kendisinden hem de ebeveynlerden alınan bilgiler kullanılır. Kompulsiyon alt toplam puanı 1-5. maddelerin, obsesyon alt toplam puanı 6-10. maddelerin toplamından elde edilir. Çocuklarda erişkinlere kıyasla ilk uygulamada daha fazla zaman ayrılması ve çocuğun gelişim düzeyine göre obsesyon ve kompulsiyonların farklı terimlerle açıklanması gerekmektedir. CY-BOCS, 8-16 yaşları arasındaki çocuklarda kullanılmak üzere hazırlanmıştır. Çocuklar için geçerli ve güvenilir olduğu gösterilmiştir (Scahill ve ark. 1997). Türkçeye uyarlaması ve geçerlik ve güvenilirlik çalışması Yücelen ve arkadaşları tarafından yapılmıştır (2000).

Prosedür

Görüntü elde edilmesi


Tüm çocuklar ve aileleri izlekle ilgili bilgilendirilmiştir. Olgular tetkik sırasında sırt üstü, gözleri kapalı bir şekilde en az duyusal uyarım olacak şekilde 5 dakika süreyle yatırılmıştır. Bundan sonra olgulara intravenöz Tc99m HMPAO anne babadan birisinin eşliğinde verilmiştir. Tc99m HMPAO dozu her çocuk için bireysel olarak hesaplanmıştır [(yaş+1)/(yaş+7)] x standard yetişkin dozu (15 mci). SPECT görüntülerinin elde edilmesine enjeksiyondan 15 dakika sonra başlanmış, bu sırada çocuklar istirahat durumunda kalmışlardır. Araştırıcılar tarafından izleğe uyum her hasta için kontrol edilmiştir ve 3 OKB ve 2 DEHB olgusu çalışmadan çıkartılmıştır.

Radyokimyasal saflık kromotografi ile ölçülmüş ve her defasında %90'ın üstünde bulunmuştur. Tetkikler yüksek çözünürlüklü kolimatör kullanan bir SPECT sistemi ile (GE 4000I) gerçekleştirilmiş ve 3 dakika içerisinde 64x64 matrikslere 128 yansıtım ile elde edilmiştir (her pixel 4 x 4 mm). Veriler Meltz filtresi ile işlenmiş ve Ramp filtresi ile filtrelenmiş geri yansıtım yoluyla tekrar yapılandırılmış ve Sorenson yöntemi ile veriler düzeltilmiştir. Orbitomeatal çigiye paralel 2 piksel kalınlığında (8 mm) transaksiyel görütülerin elde edilmesi için oblik tekrar yönelim kullanılmıştır.

İlgi alanları (Regions of interest, ROI) sağ prefrontal, frontal, temporal ve paryetal kortekste elle belirlenmiştir. ROI analizleri olguların tanılarını bilmeyen bir araştırıcı tarafından (Dr ÖK) gerçekleştirilmiştir. Bulguların nesnelliğinin arttırılması için klinik parametreler bilinerek işlem tekrarlanmıştır (O'Tauma ve ark. 1999).

Transaksial kesitlerde farklı alanların seçimi için bir nöroanatomi atlası kullanılmıştır. Yarı niceliksel analizler anatomik düzeylere karşılık gelen birbirini takip eden 5 oblik kesitten gerçekleştirilmiştir. Serebellum DEHB patofizyolojisinde önemli yer tutuyor olabileceği için önceki bir çok çalışmadan farklı olarak ilgi alanlarındaki ligand tutulumunu ?normalleştirmek? için her olgu için kortikal kan akımına (iki taraflı prefrontal, frontal, paryetal ve temporal korteks beyin kan akımı değerlerinin toplamı) oran olarak verilmiştir.

Veri analizi

Gruplar arasındaki beyin kan akımı (BKA) farklılıklarını belirlemek için parametrik olmayan Mann-Whitney-U testi kullanılmıştır. Çoklu karşılaştırmaların kontrolü için Bonferroni testi kullanılmıştır ve anlamlı p değeri 0.05/ 8=.006 olarak belirlenmiştir (ilgi alanlarının sayısı, sağ ve sol prefrontal, frontal, temporal ve paryetal). Analizler için SPSS 10.0 programı kullanılmıştır.

BULGULAR

Yaş ve cinsiyet

Gruplar arasında anlamlı cinsiyet dağılımı farklılığı bulunmamaktadır (x2=2.4, p>.23). Grupların yaş dağılımı arasında da anlamlı farklılık bulunmamıştır (OKB ortalama yaş ± SD= 10.4 ± 2.8,; DEHB ortalama yaş ± SD= 10.5 ± 2.2; z=-.52, p=.96).

Belirti şiddeti

CY-BOCS OKB grubunda OKB belirti şiddetini ölçmek için kullanılmıştır (aralık: 0-40, obsesif belirtiler, ortalama=11.2, ss=4.1, kompulsif belirtiler, ortalama=12.9, ss=3.5). DEHB belirti şiddeti CÖDÖ ile ölçülmüştür (Dikkatsizlik, ortalama=8.8, ss=4.2, Hiperaktivite, ortalama=11.9, ss=3.7, Davranış Sorunları, ortalama=9.0, ss=4.2, Toplam, ortalama=34.0, ss=8.5).

SPECT değerlendirmesi

Grupların ?normalleştirilmiş? BKA değerleri Tablo 1'de özetlenmiştir.
Mann-Whitney-U testi sonucunda OKB olgularının sağ prefrontal BKA değerlerinin DEHB olgularından anlamlı olarak yüksek olduğu bulunmuştur (z=2.89, p=.003). Diğer bölgelerdeki BKA değerleri Bonferroni düzeltmesinden sonra gruplar arasında anlamlı farklılık göstermemiştir.

OKB şiddeti ile BKA değerleri arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır.

TARTIŞMA

Bu çalışma çocuk ve ergen OKB olgularının doğrudan incelendiği çok az sayıdaki çalışmadan birisidir. Sonuçlar OKB olgularında sağ prefrontal korteks normalleştirilmiş BKA değerinin DEHB olgularından yüksek olduğunu göstermiştir.

Bu sonuçlar hem DEHB hem de OKB ile ilişkili daha önce yapılan çalışmaların sonuçları ile uyumludur. Birçok işlevsel beyin görüntülemesi çalışmasında OKB olgularında prefrontal metabolizma ve kan akışında artma saptanmıştır (Aouizerate ve ark. 2004). Çocuk ve ergenlerle yapılan bir SPECT çalışması bu veriyi destekler niteliktedir (Diler ve ark. 2004). Diğer bir çalışmada da çocuk ve ergenlerde şu andaki yaş ve bozukluğun başlangıç yaşı ile iki taraflı frontal kan akımı arasında ilişki bulunmuştur (Castillo ve ark. 2005). Diğer bazı beyin görüntüleme çalışmaları prefrontal korteks metabolizması ya da kan akımındaki normale dönüşle belirtilerin düzelmesi arasında ilişki saptamıştır (Baxter ve ark. 1992, Swedo ve ark, 1992, Benkelfat ve ark. 1990, Perani ve ark. 1995, Saxena ve ark. 1999). Buna karşın, prefrontal aktivitede artma saptamayan bazı çalışmalar da mevcuttur (ör Crespo-Facorro ve ark. 1999, Busatto ve ark. 2000). Bizim bulgularımız çocuk ve ergen OKB olgularında da yetişkin OKB olgularında öne sürülen prefrontal kortekste aktivite artışı olduğunu düşündürmektedir. Birçok yazar tarafından OKB'de prefrontal korteks, singulat korteks ve kaudat çekirdek başından oluşan sinirsel ağın aşırı işlev gösterdiği iddia edilmiştir (Insel 1992, Baxter 1994). Çalışmamızda DEHB olgularının sağ prefrontal kan akımlarının OKB olgularından düşük olduğu saptanmıştır. Önceki birçok çalışma DEHB olgularında sağ prefrontal bölgede aktivite azalması olduğunu belirtmiştir (Zametkin ve ark. 1990, Zametkin ve ark. 1993, Rubia ve ark. 2000, Spaletta ve ark. 2001). Bu açıdan, çalışmamızın sonuçlarının her iki bozuklukla ilgili önceden yapılan çalışmalarla uyumlu olduğu görülmektedir.

Bradshaw ve Shephard'a gore DEHB, OKB, otizm ve şizofreni ?nörogelişimsel frontostriatal bozukluklar? olarak adlandırılabilirler ve bu bozukluklar arasında tanısal çakışmanın yanı sıra sıklıkla eşhastalanım görülür, ayrıca bu bozuklukların hepsinde beyin lateralizasyonunda farklılık olduğu gösterilmiştir (Bradshaw ve Shepard 2000). Bu yazarlara göre anatomik ya da nörokimyasal olarak tanımlanan belli ağlarda etki eden genetik ve çevresel faktörler bozukluk ortaya çıkıp çıkmayacağını ve bozukluk ortaya çıkarsa hangisinin oluşacağını belirler. Yani, OKB ve DEHB benzer sinir ağlarıyla ilişkili, aynı gruba dahil ancak farklı genetik ve çevresel etkenler dolayısıyla frontostriatal bölgede farklı tutulum gösteren bozukluklar olabilir. Bizim bulgularımız OKB olgularında DEHB olgularına göre daha yüksek prefrontal BKA değerleri olduğunu göstermiştir. Her iki bozukluğun bir arada olduğu durumlar incelenerek bu iki bozukluğun patofizyolojisi daha iyi anlaşılabilir.

Bu çalışmanın bazı kısıtlılıkları olduğu açıktır. Bunların en önemlisi çalışmada sağlıklı bireylerden oluşan bir kontrol grubunun bulunmamasıdır. Bu durumun araştırma sonuçları önceki yayınlarla uyumlu ise de, çalışmanın sonuçlarının yorumlanmasını zorlaştırmaktadır. Ancak, iyonizan radyasyon içeren bir teknik olan SPECT'in sağlıklı çocuklarda uygulanmasına dair etik sorunlar olduğu ve daha önceki SPECT çalışmalarının pek çoğunda da aynı kısıtlama ile karşılaşıldığı göz önünde bulundurulmalıdır (Bush ve ark. 2005). Bush ve arkadaşlarına göre, DEHB olguları ile gerçekleştirilen 13 SPECT çalışmasının sadece üçünde, en büyüğünde 7 kişi olmak üzere normal kontrol grubu bulunmaktadır; geri kalan çalışmaların dördünde hiçbir kontrol grubu bulunmazken, altısında ise psikiyatrik olgular, nörolojik olgular ya da kardeşler kullanılmıştır (Bush ve ark. 2005). Çocuk ve ergen OKB olguları ile gerçekleştirilen iki çalışmanın birisinde de kontrol grubu bulunmamaktadır (Castillo ve ark. 2005). Kontrol grubu olarak diğer psikiyatrik tanıları ya da nörolojik bozuklukları olan olguların kullanılması da bu olguların olası BKA değişiklikleri göz önüne alındığında çok iyi bir yol olarak görülmemektedir. Kardeşlerin kontrol grubu olarak alınması ise hem bu bireylerde BKA değerlerini etkileyebilecek genetik yatkınlıklar hem de etik sorunlar nedeniyle sorunludur. Bu durumda, kontrol, ya da daha doğru bir tanımlamayla karşılaştırma grubu olarak kullanılan tüm olası grupların bazı sorunlara yol açtığı ve hiçbir tercihin ideal bir kontrol grubu sağlamadığı görülmektedir.

Çalışmanın diğer önemli kısıtlılığı ise grupların arasında istatistiksel olarak anlamlı olmasa da cinsiyet farklılıkları bulunmasıdır. Özellikle önceki PET çalışmaları DEHB olgularının beyin metabolizmalarının cinsiyet farklılıkları gösterebileceğini ve yetişkin kadın olgularda bu farklılıkların daha belirgin olabileceğini düşündürmektedir (Zametkin ve ark. 1993, Ernst ve ark. 1994).

DEHB olgularının SPECT ile incelendiği çalışmalarda örneklem büyüklüğünün 8-54 olgu arasında değiştiği, ortalama olgu sayısının ise 22.9 olduğu görülmektedir (Bush ve ark. 2005). Çocuk OKB olgularının değerlendirildiği daha önce yayınlanmış iki çalışma vardır ve bu yayınlarda sırasıyla 18 ve 14 OKB olgusu yer almıştır, ikinci çalışmada kontrol olgusu bulunmamaktadır (Diler ve ark. 2004, Castillo ve ark. 2005). Bu durumda bizim çalışmamızın DEHB ve OKB örneklem büyüklüğünün kabul edilebilir olduğu düşünülebilir. Parametrik olmayan istatistiksel yöntem ve çoklu karşılaştırmaların düzeltilmesi için Bonferroni düzeltmesi uygulanarak olası istatistiksel sorunlar azaltılmaya çalışılmıştır.

Bu kısıtlılıklara karşın beraber de görülebilen ve aynı sinirsel ağlarla ilişkili olabileceği düşünülen iki bozukluğu doğrudan karşılaştıran bir çalışma olmasından dolayı çalışmanın sonuçlarının değerli olduğunu düşünüyoruz.

KAYNAKLAR

Aouizerate B, Guehl D, Cuny E ve ark. (2004) Pathophysiology of obsessive-compulsive disorder: a necessary link between phenomenology, neuropsychology, imagery and physiology. Prog Neurobiol, 72:195-221.
Baxter LJ, Schwartz JM, Bergman KS ve ark. (1992) Caudate glucose metabolic rate changes with both drug and behavior therapy for obsessive-compulsive disorder. Arch Gen Psychiatry, 49:681-689.
Baxter LR (1994) Positron emission tomography studies of cerebral glucose metabolism in obsessive-compulsive disorder. J Clin Psychiatry, 55:54-59.
Benkelfat C, Nordahl TE, Semple WE ve ark. (1990) Local cerebral glucose metabolic rates in obsessive-compulsive disorder, patients treated with clomipramine. Arch Gen Psychiatry, 47:840-48.
Bradshaw JL, Shepard DM (2000) The neurodevelopmental frontostriatal disorders, evolutionary adaptiveness and anomalous lateralization. Brain Lang, 73: 297-320.
Busatto GF, Zamignani DR, Buchpiguel CA ve ark. (2000) A voxel-based investigation of regional cerebral blood flow abnormalities in obsessive-compulsive disorder using single photon emission computed tomography (SPECT) Psychiatry Res, 99:15-27.
Bush G, Valera EM, Seidman LJ ve ark. (2005) Functional neuroimaging of attention deficit hyperactivity disorder: a review and suggested future directions. Biol Psychiatry, 57:1273?84.
Carlsson ML (2000) On the role of cortical glutamate in obsessive-compulsive disorder and attention deficit hyperactivity disorder, two phenomenologically antithetical conditions. Acta Psychiatr Scan, 102 : 401-413.
Castellanos FX (1997) Toward a pathophysiology of attention deficit hyperactivity disorder. Clin Pediatrics, 36:381-393.
Castillo AR, Buchpiguel CA, de Araujo LA ve ark. (2005) Brain SPECT imaging in children and adolescents with obsessive-compulsive disorder. J Neural Transm, 112:1115?29.
Crespo-Facorro B, Cabranes JA, Lopez-Ibor AI ve ark. (1999) Regional cerebral blood flow in obsessive-compulsive patients with or without a chronic tic disorder, A SPECT study. Eur Arch Psychiatry Clin Neurosci, 249:156-161.
Denckla MB (1985) Revised neurological examination and subtle signs. Psychopharmacol Bull, 21:773-779.
Diler RS, Kibar M, Avci A ve ark. (2004) Pharmacotherapy and regional cerebral blood flow in children with obsessive-compulsive disorder. Yonsei Med J, 45:90-9.
Ernst M, Liebenauer LL, King AC ve ark. (1994) Reduced brain metabolism in hyperactive girls. J ** Acad Child Adolesc Psychiatry, 33:858?868.
Giedd JN, Rapoport JL, Garvey MA ve ark. (2000) MRI assessment of children with obsessive-compulsive disorder or tics associated with streptococcal infection. ** J Psychiatry, 157:281-3.
Gilbert AR, Moore GJ, Keshavan MS ve ark. (2000) Decrease in thalamic volumes of pediatric patients with obsessive-compulsive disorder who are taking paroxetine. Arch Gen Psychiatry, 57:449-56.
Goyette CH, Conners CK, Ulrich RF ve ark. (1978) Normative data on revised Conners' parent and teacher rating scales. J Abnorm Child Psychol, 6:221-36.
Insel TR (1992) Toward a neuroanatomy of obsessive-compulsive disorder. Arch Gen Psychiatry, 49:739-744.
O'Tuama LA, Dickstein DP, Neeper N ve ark. (1999) Functional brain imaging in neuropsychiatric disorders of childhood. J Child Neurol, 14: 207-221.
Öner Ö, Öner P, Aysev A ve ark. (2005) Regional cerebral blood flow in children with ADHD: changes with age. Brain Dev, 27:279-85.
Pauls DL, Alsobrook JP, Goodman W ve ark. (1995) A family study of obsessive-compulsive disorder. ** J Psychiatry, 125: 76-84.
Perani D, Colombo C, Bressi S ve ark. (1995) [18F]FDG PET study in obsessive-compulsive disorder. A clinical/metabolic correlation study after treatment. Br J Psychiatry, 166:244-50.
Rosenberg DR, Keshavan MS (1998) Toward a neurodevelopmental model of obsessive-compulsive disorder. Biol Psychiatry, 43:623-40.
Rubia K, Overmeyer S, Taylor E ve ark. (2000) Functional frontalisation with age: mapping neurodevelopmental trajectories with fMRI. Neuroscience and Biobehav Rev, 24:13-9.
Saxena S, Brody AL, Maidment KM ve ark. (1999) Localized orbitofrontal and subcortical metabolic changes and predictors of response to paroxetine treatment in obsessive-compulsive disorder. Neuropsychopharmacol, 21:683-93.
Scahill L, Riddle MA, McSwiggin-Hardin M ve ark. (1997) Children's Yale-Brown Obsessive Compulsive Scale: reliability and validity. J ** Acad Child Adolesc Psychiatry, 36:844-52.
Spalletta G, Pasini A, Pau F ve ark. (2001) Prefrontal blood flow dysregulation in drug naive ADHD children without structural abnormalities. J Neural Trans, 108:1203-1216.
Swedo SE, Pietrini P, Leonard HL ve ark. (1992) Cerebral glucose metabolism in childhood-onset obsessive-compulsive disorder, revisualization during pharmacotherapy. Arch Gen Psychiatry, 49:690-4.
Şener S, Dereboy C, Dereboy IF ve ark. (1995) Conners Öğretmen Derecelendirme Ölçeği Türkçe uyarlaması-1. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Dergisi 2: 131-141.
Yücelen A, Arman V, Topçuoğlu G ve ark. (2000) Çocuklar için Yale- Brown obsesif kompulsif geçerlik ve güvenilirlik değerlendirmesi. 10. Ulusal Çocuk ve Ergen Kongresi'nde poster bildiri olarak sunulmuştur. Sarıgerme.
Zametkin AJ, Nordahl TE, Gross ME ve ark. (1990) Cerebral glucose metabolism in adults with hyperactivity of childhood onset. N Eng J Med, 323:1361-1366.
Zametkin AJ, Liebenauer LL, Fitzgerald GA ve ark. (1993) Brain metabolism in teenagers with attention-deficit hyperactivity disorder. Arch Gen Psychiatry, 50:333-40.


_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Temmuz 2009       Mesaj #113
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Hemodiyaliz Hastalarındaki Depresiflik Düzeyinin Yordanmasında Kontrol Odağı, Öğrenilmiş Güçlülük ve Sosyotropi-Otonomi
Dr. Misli BAYDOĞAN, Dr. İhsan DAĞ

GİRİŞ

Kronik bir hastalık olan son dönem böbrek hastalığı (end stage renal disease), tedavi seçenekleri yaşam boyu hemodiyaliz ya da böbrek nakli olan bir hastalıktır (Tsay ve Healstead 2002). Diyaliz tedavisinde hasta pek çok stresle karşı karşıyadır. Hasta, ömür boyu kendini sınırlayan ve yetersizleştiren bir hastalıkla uğraşmak zorunda olup, bir makine yardımı ile bakım ekibine tam olarak kişisel bağımlılık içindedir. Hastalığı nedeniyle birçok kayıplara uğramış, tüm aktiviteleri sınırlanmıştır (Özatalay 1990), yaşam kalitesi düşüktür (Mollaoğlu ve Arslan 2003). Yaşam kalitesindeki düşüklüğün kısmen birlikte seyreden depresyona bağlı olması mümkündür (Vazquez ve ark. 2005). Özgür ve ark. (2003) yaptıkları çalışmada hemodiyalize bağlı fiziksel bozulmaların hastaların psikolojik ve sosyal parametrelerinde bozulmaya neden olduğu ve hasta grubun depresyon düzeyinin toplum için belirlenen kesme puanından yüksek olduğunu saptamışlardır. Kimmel (2002) diyaliz hastalarındaki stres faktörlerini; diyet kısıtlaması, diyaliz seanslarının gün içinde uzun zaman alması, işlevsel sınırlılıklar, iş kaybı, rol kaybı, cinsel işlevlerde değişim, hastalık etkileri, tedavi etkileri ve ölüm korkusu olarak sıralamıştır. Tüm bu sayılan stres faktörlerinin, diyaliz hastalarında depresif duyguduruma yol açıp açmayacağı veya hangi başka değişkenler ile birlikte depresif duyguduruma yol açabileceği araştırılması gereken bir konudur; çünkü diyaliz tek başına uzun bir yaşam için yeterli değildir.

Diyaliz hastaları için kronik bir hastalığa sahip olmanın yanı sıra, bu hastalığın tedavisinde karşı karşıya kalınan pek çok kısıtlamanın, fiziksel yıpranmanın dışında psikolojik açıdan da bazı sıkıntılara yol açabileceği düşünülmektedir. Başta depresyon olmak üzere ruhsal bozuklukların (Sağduyu ve Erten 1998) ve depresif duygulanımın sıklıkla görüldüğü bildirilmiştir (Elal ve Krespi 1999; Kimmel ve Peterson 2005). Hemodiyaliz hastalarında major depresyon yaygınlığının % 5 ile % 8.1 arasında bulunduğu (Craven ve ark. 1987; Hinrichsen ve ark. 1989; Smith ve ark. 1985), ancak minör depresyonun % 17.7 oranında görüldüğü bildirilmiştir (Hinrichsen ve ark. 1989).

Diyaliz hastalarında depresyonun görülmesinde anlamlı etkilerinin olup olmadığı üzerinde tartışılan kişilik boyutlarından kontrol odağı, iç ve dış yönelimli olmak üzere, kişinin yaşadığı ya da başına gelen olayların kendi davranışlarının sonucu olarak ya da başka dış güçler tarafından belirlendiği inancıdır (Rotter 1966). İç kontrol odağı inancında olan kişiler kendi davranışlarının olaylara yol açtığına inanırken, dış kontrol odağı inancı olan kişiler olayları şans ya da kader gibi dış faktörlerin belirlediğine inanırlar (Dağ 2002). Dış kontrol odağı genel olarak psikopatolojiyle ilişkilidir (Dağ 1992). İç kontrol odağına sahip olma ise hastalığın kontrol altında tutulabileceğine olan inançla birlikte düşünülebilir. Kontrol odağının bu hastalarda depresyonun bir yordayıcısı olduğu bildirilmiştir (Meijer ve ark. 2002).

Bu çalışmada diyaliz hastalarında kontrol odağı kişilik değişkenine ek olarak öğrenilmiş güçlülük (başa çıkma) ve sosyotropi-otonomi kişilik faktörleri de araştırmaya dahil edilmiştir. Batıda yapılan bazı araştırmalarda hemodiyaliz hastalarının depresif tepkiler göstermelerinde ?başa çıkma stratejileri' kişilik değişkeninin rollerine ilişkin bulgular bildirilmiştir (Mok ve Tam 2001). Sosyotropi-otonomi değişkenin ise bu hasta örneklemleri üzerinde çalışıldığı bir araştırmaya rastlanmamıştır. Türkiye'de hemodiyaliz hastalarıyla yapılan önceki çalışmalarda bu iki faktörün ele alındığı bir çalışmaya rastlanmamıştır. Ancak kişisel gözlem ve uzmanların görüşleri doğrultusunda uyum değişkeninin bu kişilik faktörleriyle de ilişkili olabileceği düşünülmüştür. Öğrenilmiş güçlülük kişilerin stresli bir durumla karşı karşıya kaldıklarında bilişsel başa çıkma stratejilerini ne düzeyde kullanabildiklerini ve kendilerini denetleme becerilerini ifade eden bir kavramdır (Rosenbaum 1980; Dağ 1991b). Bu kavram daha geniş anlamda başa çıkma stratejileri olarak da bilinmektedir (Folkman ve Moskowitz 2004).

Sosyotropi ve otonomi kavramları da (Beck ve ark. 1983) kişilerin başkalarına bağımlı ya da özerk olma durumlarına işaret eder. Benzer şekilde, diyaliz hastalarının diyaliz makinasına bağımlı olmaları dışında, kendi tedavi süreçlerinde başkalarının bakımına muhtaç olduklarına dair inançları da depresif duygu durumu olumsuz etkileyebilecek değişkenler arasında yer alabilir. Sosyotropi ile depresyon arasında orta düzeyde bir ilişkinin bulunduğu bildirilmektedir (Alford ve Gerrity 2003). Ülkemizde bu alanda yapılan çalışmalarda söz konusu kişilik değişkenlerinin üzerinde durulmadığı noktasından hareketle bu araştırmada, kronik hemodiyaliz hastalarında, yaş, cinsiyet ve diyalize girme süresinin etkisi kontrol edildiğinde, kontrol odağı, öğrenilmiş güçlülük ve sosyotropi-otonomi kişilik değişkenlerinin depresif belirti düzeyi üzerinde etkisinin olup olmadığını belirlemek amaçlanmıştır. Araştırmanın bağımlı ölçümü Beck Depresyon Envanteri puanlarının gösterdiği depresif belirti düzeyidir. Depresiflikte artışın ve sonuçta depresyonun hemodiyaliz tedavisinin gidişini ve hastanın bu tedaviye uyumunu etkileyebileceği kabul edildiğinde, hemodiyaliz hastalarında bazı kişilik özelliklerine sahip olmanın depresif belirti düzeyini artırabileceği sonucunu gözleyebilmek, gelecekteki uygulamalarda hastanın daha etkili bir tedavi almasında ve yaşam kalitesinin artırılmasında önemli katkılar sağlayabilecektir.

YÖNTEMLER

Örneklem

Araştırmaya Ankara'da özel bir diyaliz merkezine sürekli devam eden 71 hemodiyaliz hastası katılmıştır. Düzenli olarak haftada üç gün diyalize giren, uygulanan ölçeklere yazılı ya da sözel olarak yanıt verebilecek zindelikte olan, son dönem böbrek hastalığının yanı sıra herhangi bedensel bir eksikliği olmayan hastalar çalışmaya dahil edilmiştir. Toplam hasta sayısı 97 olan diyaliz merkezinde, 70 yaşın üzerinde olma, bedensel bir eksikliği olma (bir bacağın olmaması), çocuk olma, işitsel engelli olma, halsizlik nedeniyle klinikte ölçekleri dolduramayanların evlerinde okur-yazar yakınları olmaması gibi karıştırıcı da olabilecek değişkenlerden en az biri nedeniyle toplam 26 hasta araştırmaya katılmamıştır

Kırk üçü (% 60.6) kadın, 28'i (% 39.4) erkek olan örneklemin, yaş ortalamaları da sırasıyla 44 (Ss= 9.68) ve 52.6 (Ss= 7.8)'dır. Çalışılan örneklemin cinsiyet dağılımı (nkadın >nerkek) ve yaş ortalaması (Xkadın <Xerkek) açısından eşitsiz olması, hem araştırmanın öngörülen süresinin kısıtlı olması nedeniyle yeterli sayıda kişiye ulaşılamamasının, hem de hastaların doğal demografik özelliklerinin bir sonucu olarak düşünülmelidir. Örneklemdeki kişilerin 60'ı (% 83) evli; 12'si (% 17) bekârken; 39 kişi (% 53.5) ilkokul, 17 kişi (% 24.3) ortaokul, 10 kişi (% 14.2) lise, 6 kişi (% 8) üniversite ve/ya yüksek okul mezunudur. Kadın katılımcıların toplam diyalize girme süresi X= 4.5 (Ss= 2.1) yıl, erkek katılımcıların toplam diyalize girme süresi ise X= 7.3 (Ss= 3.4) yıldır. Hastaların diğer fiziksel hastalıkları ve ilaç kullanımları ise kontrol edilememiştir.

Veri toplama araçları

Beck Depresyon Envanteri (BDE): Beck Depresyon Envanteri depresyonda görülen somatik, duygusal, bilişsel ve motivasyonel belirtileri ölçmektedir. Ölçeğin amacı depresyon tanısı koymak değil, depresif belirtilerin derecesini nesnel olarak ölçmektir. Yirmi bir maddelik ölçekte her maddede 4 seçenek bulunmakta, bir maddeden en çok 3 puan alınabilmekte ve toplamda da en yüksek 63 puana ulaşılabilmektedir. Puan yükseldikçe depresif belirti düzeyinin arttığı düşünülür. Batıda yapılan çeşitli araştırmalarda envanterin çeşitli türden güvenirlik katsayılarının .60 ve .87 arasında değiştiği görülmüştür. Türkiye'de yapılan uyarlama çalışmasında Hisli (1988; 1989) envanterin iki yarım test güvenirlik katsayısını .74; geçerlik çalışmasında ise MMPI-D Skalası ile korelasyon katsayısını .63 olarak hesaplamıştır (Savaşır ve Şahin 1997).

Rotter'in İç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği (RİDKOÖ): Bireylerin genellenmiş kontrol beklentilerinin içsellik-dışsallık boyutu üzerindeki konumu; pekiştiricilerin bireyin kendi içindeki ya da dışındaki güçlerin (şans ya da kader) kontrolünde olduğuna ilişkin sahip olduğu genel beklenti ya da inançları ölçen bir ölçektir (Rotter 1966). Yirmi dokuz maddelik ve her maddede iki seçenekte ifadelerin bulunduğu ölçeğin 23 maddesi puanlanmakta ve 0 ile 23 arasında puan alınabilmekte, yüksek puanlar da dış kontrol odağına işaret etmektedir. Türkiye'de yapılan uyarlama çalışmalarında, Cronbach Alfa iç tutarlık katsayısı .71, test-tekrar test güvenirliği .83 olarak bulunmuştur. Ölçeğin aynı çalışmada elde edilen ölçüt bağlantılı geçerliği de r=.69 (p<.001) olarak saptanmıştır (Dağ 1991a).

Sosyotropi-Otonomi Ölçeği (SOSOTÖ): İnsanlara bağımlı olma ve insanlardan özerk olma kişilik özelliklerini ölçmektedir (Beck ve ark. 1983). Altmış maddelik ölçekte beş dereceli likert tipi derecelendirme yaptırılmakta, 30 ar madde ile iki alt boyut olarak sosyotropi ve otonomi ölçülmektedir. Her alt boyutta 0 ile 150 arasında bir puan alınabilmekte, yükselen puanlar ilgili boyutun kuvvetli olduğunu göstermektedir. Türkiye'de yapılan çalışmalarda ölçeğin iç tutarlığı Sosyotropi için .70 - .83 arasında , otonomi için .81 olarak bulunmuştur. Ölçeğin geçerliği üzerine yapılan çalışmalarda sosyotropi alt ölçeğinin hasta ve normal grupları ayırt ettiği ve depresyonla daha yakından ilişkili olduğu bulunmuştur. Otonomi alt ölçeğinin ise hasta ve normal grupları ayırt etmediği görülmüştür. Otonomi alt ölçeğinin ayrıca depresyondaki yatkınlığa karşı duyarlığını arttırmaya yönelik çalışmalara gerek olduğu belirtilmektedir (Şahin ve ark. 1993; Savaşır ve Şahin 1997).

Rosenbaum'un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği (RÖGÖ):Bu ölçek, stresle başa çıkmada bireyin kullanabileceği bilişsel başa çıkma stratejilerini ne ölçüde kullandığını ve öz-kontrol becerilerini ölçmektedir (Rosenbaum 1980; Dağ 1991b). Otuz altı maddelik ölçekte beş dereceli likert tipi derecelendirme yaptırılmakta ve 0 ile 180 arasında bir puan alınabilmekte, yükselen puanlar öğrenilmiş güçlülüğün kuvvetli olduğunu göstermektedir. Türkiye'de yapılan çalışmalarda ölçeğin Cronbach Alfa iç tutarlık katsayısının .78; madde toplam korelasyonlarının da .11 ile .51 arasında değiştiği, tüm korelasyonların anlamlı olduğu belirlenmiştir. Ayrıca ölçeğin ölçüt bağlantılı geçerlik çalışmasında Rotter'in İç-Dış Kontrol Odağı ölçeği ile arasında -.29 düzeyinde anlamlı ilişki saptanmıştır (Dağ 1991b).

Bilgi Toplama Formu. Bu çalışmaya katılan diyaliz hastalarının isim, cinsiyet, doğum tarihi, diyalize başlama tarihi, meslek, öğrenim durumu bilgilerinin alındığı form araştırmacı tarafından hazırlanmıştır.

İşlem

Katılımcıların her biri haftada üç gün, her defasında dört saat süren diyaliz tedavisi görmektedir. Araştırmanın uygulamaları sırasında Özel Hemodiyaliz Merkezinde çalışmakta olan ve ilk yazar olan araştırmacı, tek tek uygun olan her katılımcıyla görüşerek çalışmanın amacını anlatmış, izinlerini almış ve katılımcılara tüm ölçekleri doldurabilecek kadar kendilerini iyi hissedip hissetmediklerini sorarak, boş madde bırakmadan soru formlarını yanıtlamalarını istemiştir. Büyük çoğunluk formları diyaliz seansı sırasında doldurmayı tercih etmiş, yalnızca 5 hasta tansiyon düşüklüğü nedeniyle formları evlerine götürerek daha sonra doldurup getirmişlerdir. Çalışmaya katılmayı reddeden hasta olmamıştır.

İstatistik

Analizlerde öncelikle depresyon puanı üzerinde cinsiyet ve yaş grupları etkilerine bakmak üzere sırasıyla F testi ve tek yönlü ANOVA yapılmış, yaş grupları arasında ortaya çıkan farkın kaynağını belirlemek amacıyla post hoc Tukey testi yapılmıştır. Yaş grupları belirlenirken, mevcut yaş ranjı 15'er yıllık üç eşit parçaya ayrılmak suretiyle bir sınıflamaya gidilmiştir. Böylece katılımcılar 3 yaş grubuna ayrılmışlardır: 24-39 (n=31); 40-55 (n=16); 56-70 (n=24). Daha sonra depresif belirti düzeylerinin yordanmasında Aşamalı Bileşik Regresyon Analizi kullanılmıştır. Eşitliğe girmeyen değişkenlerin birbirleriyle gösterdikleri korelasyonların da görülebilmesi amacıyla araştırma değişkenlerinin Pearson Korelasyon katsayıları da hesaplanmıştır.

BULGULAR

Katılımcıların ölçeklerden aldıkları puanlar ile cinsiyet, yaş ve toplam diyalize girme süresi değişkenleri istatistiksel işlemlere tabi tutulmuştur. Araştırmadaki tüm sürekli değişkenlerin ortalama ve standart sapma değerleri Tablo 1'de verilmiştir.

Yaş değişkeni 3 gruba ayrılmış [(1) 24-39, (2) 40-55, (3) 56-70] ve yaşın depresif belirti düzeyi üzerindeki etkisine bakabilmek amacıyla tek yönlü ANOVA uygulanmış; ortalamalar arasındaki farkın anlamlı olduğu görülmüştür (F(2,68)= 12,426, p< .01, z2= .29). Bağımsız ve bağımlı ölçüm arasındaki ilişkinin güçlü olduğu tespit edilmiş, yaş faktörünün depresif belirti düzeyindeki artışı % 29 açıkladığı görülmüştür. Yaş grupları arasında ortaya çıkan bu farkın kaynağını belirlemek amacıyla post hoc Tukey testi yapılmıştır. Bu analizin sonuçları ve betimsel istatistikler Tablo 2'de görülmektedir.

Tablo 2'den de anlaşılabileceği gibi 56-70 yaş grubunun 24-39 ve 40-55 yaş gruplarından anlamlı olarak daha yüksek bir ortalamaya sahip olduğu, yani diğerlerine göre daha depresif oldukları görülmüştür.

Cinsiyetin hastaların depresif belirti düzeyi üzerindeki etkisine bakmak amacıyla F testi yapılmış ve iki grubun anlamlı olarak birbirinden farklılaştığı [Xkadın= 18,14 (S= 12.06) > Xerkek= 11,14 (S= 3.19)] görülmüştür (F(1,69)= 8,969, p<.01, z2= .115). Kadınların daha depresif oldukları görülmüştür.

Araştırmanın temel amacına uygun şekilde, diyaliz hastalarındaki depresif belirti düzeyini yordanan değişken olarak; yaş, cinsiyet, toplam diyaliz süresi değişkenlerini ilk blokta kontrol değişkeni olarak ve kişilik değişkenlerini de (kontrol odağı, öğrenilmiş güçlülük, sosyotropi ve otonomi) yordayan değişkenler olarak alıp, Aşamalı Bileşik Regresyon Analizi (Stepwise Multiple Regression Analysis) uygulanmıştır. Bu analiz sonucunda elde edilen bulgular Tablo 3'de özetlenmiştir.

Tablo 3'te görüldüğü gibi, depresif belirti puanlarının yordanmasında ilk blokta kontrol değişkeni olarak girilen yaş, cinsiyet ve toplam diyaliz süresi değişkenlerinden diyaliz süresi ve yaş, depresyon puanlarındaki varyansın sırasıyla % 8.8 ve % 7.2'sini açıklamıştır. Cinsiyet değişkeni ise, yapılan F testinde fark ortaya çıkmasına rağmen burada eşitliğe girememiştir. İkinci blokta girilen 4 farklı kişilik değişkeninden 2'si yordayıcı olarak eşitliğe girmiştir. Öğrenilmiş güçlülük depresyon puanlarındaki varyansın %11.1'ini, kontrol odağı ise % 5.5'ini açıklamıştır. Böylece depresyon puanlarındaki varyansın toplam % 32.7'si açıklanmıştır. Kontrol değişkenleri dışta tutulduğunda kişilik değişkenlerinden öğrenilmiş güçlülük ve kontrol odağı birlikte varyansın toplam % 16.6'sını açıklamıştır. Eşitliğe giren değişkenlerin açıklanan varyansın yüzdesinde meydana getirdikleri artışlar da anlamlı bulunmuştur.

Eşitliğe girmeyen değişkenlerin birbirleriyle gösterdikleri korelasyonların da görülebilmesi amacıyla araştırma değişkenlerinin Pearson Korelasyon katsayıları da hesaplanmış ve Tablo 4'te verilmiştir. Tablo 4'te görülebileceği gibi değişkenler arasındaki anlamlı korelasyonlar .25 ila .66 arasında değişmiştir.

TARTIŞMA

Diyaliz hastalarında depresyonun etiyolojisine bakıldığında karmaşık bir tablo ile karşılaşılmaktadır. Bu hastalarda hayati bir organ olan böbreğin işlevlerinin, fiziksel becerilerin, bilişsel yetilerin, aile ve iş ortamındaki bazı rollerin ve cinsel işlevlerin kaybı gibi çok sayıda kayıp söz konusudur. Hem tüm bu kayıpların hem de hastaların diyaliz tedavisinde kullandığı bazı ilaçların depresyona yol açabileceği düşünülmektedir. Üstelik olası bir depresyon, hastanın tedaviden faydalanmasını, tedaviye uyumunu, beslenmesini etkileyebilir ve bağışıklık sisteminde değişiklik yaratabilir (Kimmel 2002). Bu hastalarda depresyonun ölümün bir yordayıcısı olduğu da bildirilmiştir (Lopes ve ark. 2002). Ayrıca, depresyon belirtileri ile kronik böbrek yetmezliği hastalığının bazı belirtileri birbiriyle örtüşme göstermekte, bu da diyaliz hastalarında depresyon konusunun çalışılmasını zorlaştırmaktadır (Kimmel 2001; Kimmel ve ark. 1993). Araştırmamızda hemodiyaliz hastalarında depresif belirti düzeyleri ile ilgili elde edilen bulgular bu zorluk dikkate alınarak yorumlanmalıdır.

Çalışmamızda, kadın diyaliz hastalarının depresif belirti puanlarının, erkek hastalara göre anlamlı olarak daha yüksek olduğu görülmüştür. Diyaliz hastalarında depresyonun araştırıldığı çalışmaların bir kısmında erkek hastaların, kadın hastalardan anlamlı oranda daha yüksek depresyon düzeyine sahip olduğu öne sürülse de, cinsiyetler arasında depresyon düzeyi açısından anlamlı fark olmadığını gösteren araştırma sonuçları da mevcuttur (Astan 2001; Akman ve ark. 2004).

Yaşa göre depresif belirti düzeyinde anlamlı değişme olup olmadığına bakıldığında, 56-70 yaş arasındaki diyaliz hastalarının daha genç gruplara göre daha depresif oldukları görülmüştür. Yapılan bir çalışmada diyaliz hastası olan yaşlı insanların, hasta olmayan akranlarına göre daha fazla depresif belirti sergiledikleri ileri sürülmüştür (Kimmel 2002); bu çalışmada işlevsel bozulmalar ve yetersizlikler ile kronik bir sağlık sorununa sahip olma depresyon ile birlikte görülmüştür. Kronik tıbbi hastalıkların belirtileri de tıpkı yaşlanma belirtileri gibi depresyon belirtileri ile örtüşme göstermekte ve araştırma yapmayı güçleştirmektedir (Kimmel 2002; Kutner ve ark. 2000). Ancak depresif belirtilerin insanlar yaşlandıkça fiziksel soruna yol açma riskini artırdığı da bu durumda ileri sürülebilir. Ayrıca yaşla birlikte diyalize girme sıklık ve yaygınlığının arttığını ileri süren bazı çalışmalarda, daha yaşlı hasta grubunda görülen bazı işlevsel kayıpların diyaliz hastası olmayan aynı yaş grubundaki popülasyonda da görülebildiği, dolayısıyla bu tür bozulmaların beklenir olduğu belirtilmiştir (Kutner ve ark. 2000). Kutner ve arkadaşlarının (2000) yaptıkları karşılaştırmalı çalışmada diyaliz hastası olan 60 yaş ve üzeri yaş grubunun, diyaliz hastası olmayan akranlarına göre daha depresif oldukları görülürken; izleme çalışmasında hasta grubun depresyon tedavisinden daha az yararlanabildikleri sonucuna da ulaşılmıştır.

Hollanda'da yapılan, diyaliz hastası olmayan yaşlılarda depresyonun çalışıldığı bir diğer araştırmada, daha yaşlı, erkek, düşük eğitim düzeyinde, işlevsel kayıpları olan, diğer kronik hastalıklara sahip, bilişsel yıpranma yaşayan kişilerde daha yüksek depresyon düzeyine rastlanılmıştır (Beekman ve ark. 2000). Konuyla ilgili yapılan çalışmalar gözden geçirildiğinde, depresyon başlangıcını bağımsız olarak yordama gücüne sahip olan iki değişkenin pek çok çalışmada ortak olduğu belirlenmiştir: Kronik tıbbi bir hastalık ve dış kontrol odağına sahip olmak (Beekman ve ark. 2000). Burada dikkati çeken nokta, depresyon başlangıcının tespitidir. Daha erken yaşlardan itibaren başlayan kronik bir hastalık ve dış kontrol odağı gibi bazı kişilik özelliklerine sahip bulunmak ileri yaşlarda depresyona girmeyi kolaylaştırıyorsa, bu durumda diyalize girme süresinin önemi de ortaya çıkmaktadır. Diyalize girme süresinin bu çalışmada depresif belirti düzeyi ile pozitif ilişki gösterdiği sonucuna ulaşılmıştır. Uygulanan bileşik regresyon analizinde kontrol değişkeni olarak girilen cinsiyet, yaş ve toplam diyaliz süresi değişkenlerinden ilk sırada toplam diyalize girme süresi yordayıcı olmuş ve depresif belirti puanlarındaki varyansın % 8.8'lik bir bölümünü açıklamıştır. Yine anılan araştırmalarla tutarlı olarak bu analizde ikinci sırada yaş değişkeni yordayıcı olmuş ve depresyon puanlarındaki varyansın % 7.2'sini açıklamıştır. Diyalize girme süresi ile yaş arasında -.32'lik anlamlı negatif bir ilişki saptanmıştır ki, bu da bu örneklemdeki daha genç hastaların, daha uzun süredir diyalize girdiklerine işaret etmektedir. Uygulanan regresyon analizinde cinsiyet değişkeni ise, depresyon puanlarıyla .29'luk anlamlı bir korelasyon göstermesine rağmen yordayıcı olarak eşitliğe girmemiştir.

Araştırmada bazı kişilik değişkenlerinin diyaliz hastalarındaki depresif belirti düzeylerini yordamada rollerinin ne kadar olduğu incelenmiştir. İlgili literatürde cinsiyet, yaş ve toplam diyalize girme süresinin depresyon puanları üzerindeki etkisi bilindiğinden, kişilik değişkenlerinin etkilerini gözleyebilmek amacıyla bu değişkenler kontrol edilmek üzere ilk blokta regresyon analizine sokulmuştur. Söz konusu analizde ikinci blokta ise araştırmada ölçüm alınan dört farklı kişilik değişkeni analize sokulmuştur. Öğrenilmiş güçlülük, kontrol odağı, sosyotropi ve otonomi değişkenleri aşamalı olarak analize sokulmuş ve bunlardan ikisi, öğrenilmiş güçlülük ve kontrol odağı eşitlikte yordayıcı olarak yerlerini almıştır. Depresif belirti puanlarındaki varyansın % 11.1'ini öğrenilmiş güçlülük değişkeni, % 5.5'ini de kontrol odağı değişkeni açıklayabilmiştir. Bu iki kişilik değişkenin birlikte açıkladıkları varyans toplam % 16.6 olmuştur. Bu yüzde, yaş, cinsiyet ve toplam diyalize girme süresi kontrol edildikten sonra kalan yüzdedir. Bir araştırmada başa çıkmalar ve kontrol odağının bu hastalardaki depresyonun yordayıcıları olduğu bildirilmiştir (Meijer ve ark. 2002).

Batıda yapılan bazı araştırmalarda hemodiyaliz hastalarının depresif reaksiyonlar göstermelerinde başa çıkma stratejileri kişilik değişkeninin rollerine ilişkin bulgular bildirilmiştir (Mok ve Tam 2001). Öğrenilmiş güçlülüğün düşük olmasıyla paralel kaçınmacı başa çıkmalar depresif reaksiyonlarla daha çok ilişkilidir (Welch ve Austin 2001). Hemodiyaliz hastalarının duygu odaklı başa çıkmaları daha çok kullandıkları bildirilmiştir (Ersoy-Kart ve Güldü 2005). Bu hastalarda başa çıkma stratejilerinin değiştirilmesine yönelik müdahalelerin depresif belirtilerin düzeyinde değişikliklere yol açabildiği bildirilmektedir (Takaki ve ark. 2004).

Literatürdeki araştırma sonuçları değerlendirildiğinde, öğrenilmiş güçlülük düzeyinin yüksek olduğu diyaliz hastalarında hastalıkla başa çıkma becerisinin depresyon düzeyi ile negatif yönde ilişkili olacağı beklenebilir. Bulgularımız bu bulguları desteklemiştir. Bazı çalışmalarda da diyaliz hastalarında yoğun bir başa çıkma srtatejileri kullanımı görüldüğü bildirilmiştir (Herken ve ark. 2000).

Evans (2000) kronik hastalıklarda dış kontrol odağı inançlarının depresif belirtileri etkileyebileceğini ve ümitsizlik duygusu ile stres yaşantısına neden olabileceğini ileri sürmüştür. Diyaliz hastalarında kontrol odağının çalışıldığı araştırmalarda iç kontrol odağının, dış kontrol odağına kıyasla tedaviye daha iyi uyum göstermeyle ilişkili olduğu bildirilmiş; sağlığın, ?güçlü diğerleri' tarafından kontrol edilebileceğine olan inanç, yani dış kontrol odağı ile ise düşük düzeyde depresyon arasında pozitif ilişki görüldüğü belirtilmiştir (Strickland 1978). Strickland (1978) yaptığı gözden geçirme çalışmasında, iç kontrol odağına sahip diyaliz hastalarının daha uyumsal işlev gösterdiklerini, davranışlarının sorumluluğunu daha fazla üstlendiklerini, hastalıkları hakkında daha fazla bilgiye sahip olduklarını ve sağlık alışkanlıklarını geliştirmek için daha fazla çaba sarf ettiklerini belirlemiştir.

Otonomi değişkeni ise depresyon puanlarıyla gösterdiği .29'luk anlamlı ilişkiye rağmen eşitliğe yordayıcı olarak girmemiştir. Sosyotropi değişkeni de depresyon puanlarıyla .11'lik anlamlı olmayan bir ilişki göstermiştir. Bu bulgunun hemodiyaliz hastalarıyla çalışılan ilgili literatürde karşılaştırılabileceği bir araştırmaya rastlanmamıştır, ancak normal örneklemlerde BDE puanlarıyla saptanan depresif belirti düzeyi ile sosyotropi orta düzeyde ilişkili bulunmuş, otonomi ile ilişkili bulunmamıştır (Alford ve Gerrity 2003).

Öte yandan, kişilik değişkenlerinden (?kalıcı, tutarlı davranış örüntüleri?) söz edildiğinde, tanımı gereği bunların görece sabit, erken yaşlarda temellenmiş, kendiliğinden ya da müdahalelerle kolay kolay değişmeyen özellikler olduğu anlatılmak istenir. Kontrol odağı inancı, öğrenilmiş güçlülük ve sosyotropi-otonomi değişkenleri de ilgili literatür incelendiğinde tam olarak bu tanıma uymaktadır. Binlerce araştırmada da hep bağımsız değişken olarak ele alınmışlardır (Gözden geçirme için bkz: Dağ 1992). Bu çalışmada depresif belirti düzeyi olarak alınan bağımlı ölçümün, değişebilirliği açıkça bilindiğinden, ilgili analizlerde bu kalıcı kişilik değişkenleriyle ne derece yordanabileceği üzerinde durulmuştur. Yani, akla gelebileceği gibi örneğin öğrenilmiş güçlülüğün depresif belirti düzeyine bağlı olarak değişebileceği ihtimali, bu tanımsal çerçeve içinde söz konusu değildir.

Yaş ile diyalize girme süresi arasında elde edilen negatif ilişki, diyalize girme süresinin artmasıyla öğrenilmiş güçlülüğün azalıyor görünmesini de anlaşılır kılmaktadır. Daha genç yaşta kronik böbrek yetmezliği hastalığına yakalanmış hastalarda öğrenilmiş güçlülüğü temsil eden baş etme stratejilerinin daha az gelişebildiği, buna karşılık hastalığa geç yakalananların hastalığa yakalanmadan önceki yaşamlarında benzer stratejileri geliştirecek daha yeterli zamanlarının olduğu ileri sürülebilir. Bilindiği gibi normal örneklemlerde öğrenilmiş güçlülük, depresyonu da içeren psikopatoloji ile negatif ilişkili bulunmaktadır (Dağ 1992). Diyaliz hastalarındaki depresif belirti düzeyinin yordanmasında dış kontrol odağı inancının yordayıcı olarak bulunması, Astan (2001)'ın çalışmasında sözü edilen Cauce (1992)'nin bulgularını destekler yöndedir. Zaten yine bilindiği gibi normal örneklemlerde dış kontrol odağı ile depresif belirti düzeyi de dahil psikolojik belirti düzeyi pozitif ilişkili bulunmaktadır (Dağ 1992). Ayrıca diyalize girme süresi arttıkça dış kontrol odağının da artıyor görünmesi (.24; p<.05) zaman içinde hastalarda, hastalığın gidişini kendilerinin değil de dış faktörlerin belirleyeceği inancının yerleştiğini gösteriyor olabilir.

Beck ve arkadaşlarının (1983) kişiliğin sosyotropi-otonomi boyutunun, depresif dönemlerin başlangıcında yatkınlık faktörü olabileceğini öne sürdüğü bilinmektedir. Ancak, bu çalışmada yordayıcı olarak çıkmasa da, depresyon ve otonomi arasında anlamlı pozitif ilişkiye rastlanması dikkati çeken bir sonuçtur. Normal popülasyonda yapılan çalışmalarda kadın ve sosyotropik olmak depresyon için bir yatkınlık olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye için yapılan ölçek geçerlik- güvenirlik çalışmalarında otonomi boyutu için üzerinde daha fazla çalışma yapılmasının gerektiği belirtilmiş; yapı geçerliği çalışmasında ise sosyotropi ile depresyon arasında daha yakın bir ilişki bulunurken, otonomi alt ölçeğinin depresyondaki yatkınlığa karşı duyarlığını artırmaya yönelik çalışmalara gerek duyulduğu ifade edilmiştir (Savaşır ve Şahin 1997). Kavramsal olarak birbirine zıt özellikler olan sosyotropi ve otonomi, çalışmamızda kendi aralarında pozitif ilişkili (.66) görünmekte ve bu durum ölçeğin ayırt ediciliği ile ilgili kuşkular doğurmaktadır. Ancak, bu durum bu çalışmadaki kısıtlı örneklem özelliklerinden de kaynaklanabilir.

Bu çalışmanın sonuçları değerlendirilirken örneklem sayısının yetersizliği ile ulaşılan hasta popülasyonundaki olası bazı yanlılıklar göz önünde bulundurulmalıdır. Cinsiyet faktörü ile diğer demografik faktörlerin dengelenebildiği bir çalışmadan elde edilecek sonuçların daha genellenebilir nitelikte olacağı açıktır. Araştırmanın öngörülen uygulama zamanının sınırlılığı ve diyaliz merkezlerinin işletme politikaları nedeniyle bu çalışmada yeterli sayıda hastaya ulaşılamamıştır. Bundan sonra yapılacak olan çalışmalarda, hem örneklemin daha geniş tutulması, hem de hasta yakınlarının (bakım verenlerin) hastalarla ilişkilerinin niteliği ve niceliğinin de araştırmaya dahil edilmesi önerilebilir. Ayrıca diyabet ve hipertansiyon gibi diğer bazı kronik hastalıkların karşılaştırma grubu olarak araştırmaya dahil edilmesinde de fayda olabilir. Gelecek çalışmalarda ölçeğe dayalı depresif belirti düzeyi yerine depresyonun klinik olarak tanılanması da bulguların dış geçerliğini artıracaktır. Bu düzenlemelerle yapılacak araştırmalarda diyaliz hastalarında gözlenen depresyon düzeyinin kronik bir hastalık olarak ne derecede bu soruna özgü olduğu tek bir desen içinde irdelenebilir. Ayrıca yine diyaliz hastalarında depresyon dışında görülen diğer psikolojik sorunların neler olabileceği de başlı başına bir araştırma konusu olarak görülebilir. Son olarak da çocuk, ergen ve genç diyaliz hasta popülasyonunda depresyonla ilişkili faktörlerin, bu yaş dönemlerinin kendine özgü nitelikleri nedeniyle ayrıca incelenmesinde fayda olacağı düşünülmektedir.

Çalışmanın sonuçları genel olarak değerlendirildiğinde, depresif belirtilerdeki artışın ve sonuçta depresyonun hemodiyaliz tedavisinin gidişini ve hastanın bu tedaviye uyumunu etkileyebileceği kabul edildiği takdirde, hemodiyaliz hastalarında bazı kişilik özelliklerine sahip olmanın depresif belirti düzeyini artırabileceği sonucunu gözleyebilmek, gelecekteki uygulamalarda hastanın daha etkili bir tedavi almasında ve yaşam kalitesinin artırılmasında önemli katkılar sağlayabilecektir. Hemodiyalizin, hastaların günlük yaşamını çok ileri derecede kısıtlayan bir işlem olması nedeniyle, bu işleme bağımlı olan hastalarda depresyon ortaya çıkmakta ya da depresif belirti düzeyinde artış görülmekte ve bu durum görgül araştırmalarda ortaya konmaktadır. Kadınlar ve daha yaşlı hemodiyaliz hastalarında depresyon düzeyi daha yüksek bulunmaktadır. Bu ilişkide toplam kaç yıldır diyalize bağımlı olunduğu da belirleyicidir. Araştırmamızda klinik depresyon tanısı konulmamış olmakla birlikte, bu bulgular desteklenmiştir. Bu araştırmada esas olarak incelenmek istenen bazı kişilik değişkenlerinin diyaliz hastalarının depresif belirti düzeyleri üzerindeki olası etkileri ile ilgili olarak da, başa çıkma becerilerini gösteren öğrenilmiş güçlülüğün düşük olmasının ve dış kontrol odağı inancının depresif belirti düzeyinin yordayıcısı olduğu ortaya konmuş, sosyotropi-otonomi değişkenleri ise yordayıcı bulunmamıştır. Bu değişkenlerle ilgili bazı korelasyonlar gözlenmiş de olsa, sonuca götürücü bir bulgu elde edilememiştir. Bu konuda öncelikle bu boyutların ölçümüne ilişkin sorunların giderilmesi önerilebilir.

Hemodiyaliz merkezlerinde bu hastalara ve bakıcılarına uygulanması gereken psikososyal programlarda, hastaların depresyon düzeylerini azaltmak, tedaviye uyumlarını artırmak ve genel olarak yaşam kalitelerini yükseltmek hedeflenebilir. Bunun için de başa çıkma becerilerini artıracak yönde ve öz-kontrol yaşantılarını zenginleştirecek özellikte müdahalelere ve günlük yaşam düzenlemelerine yer verilmesinin yararlı olabileceği önerilebilir. Bu hastalarda depresyona yönelik ek bir tedavi uygulanmadığında depresyonun izlemelerde de devam ettiği bilinmektedir (Soykan ve ark. 2004). Bu nedenle bu hastalarda psikiyatrik müdahalelere de gereksinim vardır.

KAYNAKLAR

Akman B, Özdemir FN, Miçozkadıoğlu H ve ark. (2004) Depression levels before and after renal transplantation. Transplant Proceed, 36(1): 111-113.
Alford BA, Gerrity DM (2003) The specificity of sociotrophy-autonomy personality dimensions to depression vs. anxiety. Journal of Clinical Psychology, 59: 1069-1075.
Astan G (2001) Effects of social support and locus of control on depressive and anxiety symptoms of dialysis patients.Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara, 32-40; 120-135.
Beck AT, Epstein N, Harrison RP ve ark. (1983) Development of the Socotropy?Autonomy Scale: A measure of personality factors in psychopathology. Philadelphia: University of Pennsylvania.
Beekman ATF, Schoevers RA, Van Tilburg W (2000) Association of depression and gender with mortality in old age. The British J Psychiatry, 177: 336-342.
Craven JL, Rodin GM, Johnson L ve ark. (1987) The diagnosis of major depression in renal dialysis patients. Psychosom Med, 49(5): 482-492.
Dağ İ (1991a) Rotter'in İç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği (RİDKOÖ)' nin üniversite öğrencileri için güvenirliği ve geçerliği. Psikoloji Dergisi, 7:10-16.
Dağ İ (1991b) Rosenbaum'un Öğrenilmiş Güçlülük Ölçeği'nin üniversite öğrencileri için güvenirliği ve geçerliği. Türk Psikiyatri Derg, 2: 269-274.
Dağ İ (1992) Kontrol odağı, öğrenilmiş güçlülük ve psikopatoloji ilişkileri. Psikoloji Dergisi, 7(27): 1-9.
Dağ İ (2002) Kontrol Odağı Ölçeği (KOÖ): Ölçek geliştirme, güvenirlik ve geçerlik çalışması. Türk Psikoloji Dergisi, 17 (49): 77-92.
Elal G, Krespi M (1999) Life events, social support and depression in haemodialysis patients. Jornal of Community and Applied Social Psychology, 9: 23-33.
Ersoy-Kart M, Güldü Ö (2005) Vulnerability to stress, perceived social support, and coping styles among chronic hemodialysis patients. Dialysis Transplant, 34(10): 662-667.
Evans RW, Manninen DL, Garrison LP, Hart LG, Blagg CR, Gutman RA, Hull AR, Lowrie EG (2000) The quality of life of patients with end-stage renal disease. The New England J of Medicine, 312: 553-559.
Folkman S, Moscowitz JT (2004) Coping: Pitfalls and promise. Annual Review of Pschology, 55: 745-774.
Herken H, Aşkın R, Karaca S ve ark. (2000) Dializ hastalarının psikiyatrik belirti düzeyleri ve stresle başa çıkma becerileri. Anadolu Tıp Dergisi, 2(3): 206-211.
Hinrichsen GA, Lieberman JA, Pollack S ve ark. (1989) Depression in hemodialysis patients. Psychosomatics, 30(3): 284-289.
Hisli N (1988) Beck Depresyon Envanterinin geçerliği üzerine bir çalışma. Psikoloji Dergisi, 22: 118-126.
Hisli N (1989) Beck Depresyon Envanterinin üniversite öğrencileri için geçerliği. Psikoloji Dergisi, 23: 3-13.
Kimmel PL (2002) Depresion in patients with chronic renal disease: What we know and what we need to know. J Psychosom Res, 53: 951-956.
Kimmel PL (2001) Psychosocial factors in dialysis patients. Kidney Int, 59: 599-613.
Kimmel PL, Peterson RA (2005) Depression in end-stage renal disease patients treated with hemodialysis: tools, correlates, outcomes, and needs. Semin Dialysis, 18(2): 91-7.
Kimmel PL, Weihs KL, Peterson RA ve ark. (1993) Survival in hemodialysis patients: The role of depression. J Amer Soc Nephro, 4: 12-27.
Kutner NG, Brogan D, Hall D ve ark. (2000) Functional impairment, depression and life satisfaction among older hemodialysis patients and age-matched controls: A prospective study. Arch Phys Med Rehabil, 21: 453-459.
Lee SH, Molassiotis A (2002) Dietary and fluid compliance in Chinese hemodialysis patients. Int J Nursing Stud, 39: 695-704.
Lopes AA, Bragg J, Young E ve ark. (2002) Dialysis Outcomes and Practice Patterns Study (DOPPS) Depression as a predictor of mortality and hospitalization among hemodialysis patients in theUnited States and Europe. Kidney Int, 62:199-207.
Meijer SA, Sinnema G, Bijstra JO ve ark. (2002) Coping styles and locus of control as predictors for psychological adjustment of adolescent with a chronic illness. Soc Sci Med, 54:1453-1461.
Mok E, Tam B (2001) Stressors and coping methods among chronic haemodialysis patients in Hong Kong. J Clin Nurs, 10:503-511.
Mollaoğlu M, Arslan S (2003) Diyaliz hastalarında yaşam kalitesinin değerlendirilmesi. Sağlık ve Toplum, 13 (4): 42-46.
Oygar DD (2001) Kronik hemodiyaliz tedavisi gören hastaların yaşam süreleri ve buna etki eden faktörler. Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul.
Özatalay E (1990) Kronik hemodializ programındaki hastalarda anksiyete. Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi, Atatürk Üniversitesi, Erzurum.
Özgür B, Kürşat S, Aydemir Ö ve ark. (2003) Hemodiyaliz hastalarında yaşam kalitesi ile anksiyete ve depresyon düzeyleri yönünden değerlendirilmesi. Türk Nefroloji Diyaliz ve Transplantasyon Dergisi, 12:113-116.
Rosenbaum MA (1980) A schedule for assessing self-control behaviors: Preliminary findings. Behavior Therapy, 11: 109-121.
Rotter JB (1966) Generalized expectancies for internal versus external control of reinforcement. Psychological Monographs, 80: 1-28.
Sağduyu A, Erten Y (1998) Hemodiyalize giren kronik böbrek hastalarında ruhsal bozukluklar. Türk Psikiyatri Derg, 9(1):13-22.
Savaşır I, Şahin NH (1997) Bilişsel davranışçı terapilerde değerlendirme: Sık kullanılan ölçekler. Ankara, Türk Psikologlar Derneği Yayınları.
Smith MD, Hong BA, Robson ** ve ark. (1985) Diagnosis of depression in patients with end stage renal disease. ** J Med, 79(2): 160-166.
Soykan A, Boztaş H, Kutlay S ve ark. (2004) Depression and its 6-month course in untreated hemodialysis patients: a preliminary prospective follow-up study in Turkey. Int J Behav Med, 11(4): 243-246.
Strickland BR (1978) Internal-external expectancies and health related behaviors. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 46: 1192-1211.
Şahin NH, Şahin N, Ulusoy M ve ark. (1993) Exploring the sociotropy-autonomy dimensions in a sample of Turkish psychiatric inpatients. Journal of Clinical Psychology, 49: 751-763.
Takaki J, Nishi T, Shimoyama H ve ark. (2004) Possible interactive effects of demographic factors and stress coping mechanisms on depression and anxiety in maintanance hemodialysis patients. J Psychosom Res, 58:217-223.
Tsay SL, Healstead M (2002) Self-care self-efficacy, depression and quality of life among patients receiving hemodialysis in Taiwan. Int J Nursing Stud, 39: 245-251.
Vazquez I, Valderrabano F, Fort J ve ark. (2005) Psychosocial factors and health-related quality of life in hemodialysis patients. Qual Life Res, 14: 179-190.
Welch JL, Austin JK (2001) Stressors, coping and depression in hemodialysis patients. J Adv Nursing, 33(2): 200-207.

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Temmuz 2009       Mesaj #114
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
İnme Sonrası Demans: Sıklığı ve Risk Faktörleri

Dr. Banu TAMAM, Dr. Nebahat TAŞDEMİR, Dr. Yusuf TAMAM


GİRİŞ

İnme tüm dünyada yaşlı nüfus için önemli sağlık sorunlarından biridir (Mackowiak-Cordoliani ve ark. 2005). İnmeden sonra yaşamını sürdürebilen hastaların büyük bir kısmında, kişinin sosyal ve mesleki işlevlerini ve aile yaşamını ciddi biçimde etkileyen kalıntı fiziksel ve bilişsel yeti yıkımı ve davranışsal değişimler gözlenir (Leys ve ark. 2005). Kişinin çevresine bağımlı olmasına neden olan ve yaşamını kökten etkileyen en önemli komplikasyonlardan biri inme sonrası demansdır (İSD). İSD, inme öncesi demansı olmayan fakat inme sonrası demans tablosu geliştiren hastaları tanımlayan bir terimdir (Pohjasvaara ve ark. 1998). İSD, nedeni ne olursa olsun (vasküler, dejeneratif, karışık) inme sonrası gelişen tüm demans olgularını içerir (Leys ve ark. 2005). İnme geçiren hastalarda demans sıklığının ortalama 4-12 kata kadar arttığı, ortalama İSD yaygınlığının %30 civarında olduğu bildirilmektedir (Tatemichi ve ark. 1992, Censori ve ark. 1996, Kokmen ve ark. 1996, Henon ve ark. 1997, Kooten ve Kaudstaal 1998, Barba ve ark. 2000, Skoog 2000, Bakar 2003a, Zhou ve ark. 2004).

Ülkemizde ve dünyada yaşlı nüfusun giderek artması ve yoğun bakım ünitelerinin yaygınlaşması sonucunda inme sonrası ölümlerin azalması, İSD sıklığının ve dolayısıyla topluma olan maliyetinin ileride daha da artacağını göstermektedir (Leys ve ark. 2005).Bu bulgular İSD' ye yol açan olası risk etkenlerinin belirlenmesini önemli kılmaktadır. Yapılan çok sayıdaçalışmaya karşın, İSD gelişiminde rolü olan yaş ve eğitim düzeyi gibi etkenler dışında diğer olası risk etkenleri hakkında tam bir fikir birliği sağlanabilmiş değildir (Bowler ve Hatchinsky 1994, Moroney ve ark. 1996, Gorelick 1997, Breteler ve ark. 1998, Ott ve ark. 1998a). ISD gelişimine neden olduğu düşünülen hipertansiyon, diabetes mellitus (DM), atrial fibrilasyon (AF), myokard enfarktüsü (MI), kalp yetmezliği gibi çeşitli olası risk etkenleri sadece İSD'ye değil, aynı zamanda inme oluşumuna da zemin hazırlamaktadır. Benzer biçimde aynı yaş grubunda görülen Alzheimer hastalığı gibi dejeneratif demansların ilk kez inme sonrası ortaya çıkabileceği, vasküler süreçlerin bu hastalığın da ortaya çıkma ve ilerleme sürecini etkilediği bildirilmektedir (Henon ve ark. 1995, Hofman ve ark. 1997). Bu nedenlerle bu risk etkenlerinin belirlenmesi ve kontrolünün, İSD'nin yanı sıra dejeneratif demansların da ortaya çıkışını azaltabileceği düşünülmüştür (Henon ve ark. 1995, Bakar 2003b).

Bu temel noktalardan yola çıkarak, bu çalışmada inme geçirmiş hastalarda, inme sonrası üç aylık bir sürenin sonunda yani inme sonrası erken dönemde İSD gelişme sıklığının saptanması ve İSD gelişimini yordayan olası sosyodemografik ve klinik risk etkenlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEMLER

Bu çalışmaya Nisan 2004-Mart 2005 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji kliniğine inme (iskemik ya da hemorajik) ön tanısı ile yatırılan ve yapılan incelemeler sonrası bu tanısı doğrulanan 55 yaşın üstündeki 147 hasta (86 erkek, 61 kadın) alınmıştır. Tüm hastaların yaş ortalaması 66.5 ± 6.1 (aralık: 55-77) yıl olarak saptanmıştır. İnme tanısı Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ölçütlerine göre (ani gelişen, 24 saatten fazla süren ya da bu süreç içinde ölümle sonuçlanan vasküler ya da başka bir sebep ortaya konulamayan fokal ya da yaygın nörolojik defisitlerin varlığı) (Hatano 1976) konmuş ve tüm hastalarda beyin görüntüleme teknikleri (Manyetik rezonans görüntüleme (MR) ve/veya bilgisayarlı beyin tomografisi (BT)) ile doğrulanmıştır.

(1) Subdural hematom, subaraknoid kanama ya da posttravmatik hemoraji geçiren; (2) bilişsel işlevleri etkileyebilecek geçirilmiş bir merkezi sinir sistemi hastalığı (örn. tümör, hidrosefali, kafa travması ya da Parkinson hastalığı gibi) olan; (3) bilişsel işlevlerin nesnel değerlendirmesini etkileyebilecek ciddi fiziksel hastalık, görme ya da işitme sorunu olan; (4) inme sonrası bilinci sürekli olarak kapalı olan ve hiç açılmayan; (5) ağır afazisi olan hastalar çalışma dışı bırakılmışlardır. Tüm hastalardan çalışmaya alınmadan önce aydınlatılmış onam alınmıştır.

Hastaların çalışma için ilk klinik değerlendirmesi Nöroloji kliniğinde yatarken ilk araştırmacı tarafından yapılmıştır. Hastaların ikinci değerlendirmeleri inmeden sonraki 3. ayda aynı hekim tarafından tekrarlanmıştır. Üçüncü ayda çağrıldığı halde kontrole gelmeyen, bu süre içerisinde ölen ya da ulaşılamayan hastalar çalışma dışı bırakılmışlardır. Çalışmaya alınan ve ilk değerlendirmesi yapılan 147 hastadan 39'u kontrole gelmediği için, ayrıca 2 hastada inme öncesi demans tanısı olabileceği şüphesiyle çalışma dışı bırakıldı. Kontrole gelmeyen 39 hastanın 23'ünün kalp krizi, tekrarlayan inme, diabetik koma gibi nedenlerden dolayı öldüğü belirlendi. Diğer 16 hasta hakkında bilgi edinilemedi. Yüz kırk yedi hastadan çalışma ölçütlerini karşılayan ve inme sonrası 3. ayda yeniden değerlendirilebilen 106 hasta (% 72.1) (66 erkek, 40 kadın) çalışmaya dahil edilmiştir. Tüm hastaların inme sonrası klinikte yatarken, ayrıntılı nörolojik ve sistemik muayeneleri yapılarak rutin laboratuvar tetkikleri (tam kan sayımı, elektrolitler, kan şekeri, lipit değerleri ve diğer değerler), elektrokardiyografi (EKG), göğüs radyografisi, ekokardiyografileri (emboli ve diğer kardiyak bozuklukları tanımlamak için) tamamlanmıştır.

Bu çalışma için, hastaneden taburcu edilmeden önce hasta ve birinci derece yakınları ile ilk yazar tarafından, ayrıntılı klinik görüşmeler yapılmış, yaş, cinsiyet, medeni hal, eğitim düzeyi ve süresi, sosyoekonomik düzey (SED) gibi sosyodemografik veriler elde edilmiştir. SED değerlendirilirken, aylık geliri çalışmanın yapıldığı dönemde Türkiye İstatistik Kurumu'nca ilan edilen yoksulluk sınırının altında olanlar (2004 yılı için aylık 429 YTL) alt, bunun üstünde geliri olanlar orta SED'de olarak değerlendirilmişlerdir. Bu görüşmede hastaların inme sonrası işlevsellik durumları, hasta, hasta yakınları ve dosyasından elde edilen bilgilerin yardımıyla Barthel İndeksi (Mahoney ve Barthel 1965) kullanılarak değerlendirildi. İnmenin şiddeti ve hastaların inme sonrası klinik durumunu nesnel olarak değerlendirebilmek için NIH İnme Ölçeği (NIHSS, National Institute of Health Stroke Scale) (Brott ve ark. 1989) ve bilişsel durumunu tespit için hastanın eğitim durumuna göre Standardize Mini Mental Test (SMMT) (Güngen ve ark. 2002) ya da eğitimsizler için Standardize Mini Mental Test (E-SMMT) (Ertan ve ark. 1999) uygulanmıştır. Hastalar klinikte yatarken ya da taburcu edilirken, öykü, klinik bulgular, dosya, yakınlarından alınan bilgiye ve SMMT ya da E-SMMT verilerine dayanılarak geçmişe yönelik olarak demans olup olmadığı araştırılmıştır. Bu bilgiler ışığında DSM-IV'e göre daha önce demans tanısı aldığı belirlenen ya da şüphelenilen iki hasta çalışma dışı bırakılmıştır.

Aynı görüşmede dosya bilgileri de kullanılarak mevcut ya da geçirilmiş kalp hastalıkları (örn. AF, kapakçık hastalıkları, kalp yetmezliği, myokard enfarktı) diğer sistemik hastalıklar, daha önce geçirilmiş inmeler ya da geçici iskemik atakların varlığı sorgulanmış ve kaydedilmiştir. Diğer vasküler risk etkenlerinin varlığı (sigara içimi, alkol, hipertansiyon, DM, hiperlipidemi, koroner ve diğer aterosklerotik hastalıklar), yatış sırasında elde edilen laboratuvar bulgularına dayanılarak aşağıdaki ölçütlere göre değerlendirilip tanımlanmıştır;

1. Hipertansiyon; arteryel kan basıncı, 10 dakika istirahatten sonra iki ayrı ölçüm ile değerlendirildi. Sistolik kan basıncı 140 mmHg'nin ve diastolik kan basıncı 90 mmHg'nin üzerinde olanlar, antihipertansif tedavi öyküsü olanlar hipertansif olarak kabul edildi.
2. Diabetes Mellitus; açlık kan şekeri 110 mg/dl'nin üstünde olanlar ya da oral antidiyabetik ya da insulin tedavisi alanlar, diyabet öyküsü olanlar.
3. Hiperkolesterolemi; öyküsü tanımlanması veya en az iki kez ölçülen serum kolesterol değerinin 200 mg/dl'ın üzerinde bulunması.
4. Hipertrigliseritemi; öyküsü tanımlanması veya en az iki kez ölçülen serum trigliserit değerinin 150 mg/dl'ın üzerinde bulunması.
5. Alkol; Önceki ya da şu anki alkol kullanma alışkanlığı.
6. Sigara; Önceki ya da şu anki sigara içme alışkanlığı.

Laboratuar bulgularının ortalama değerleri yerine, risk etkeni bulunan ya da lipit değerleri yüksek (kolesterol, trigliserit) olan hasta sayısının verilmesi yeğlenmiştir.

Bu klinik veriler dışında; hastalarda saptanan inme tabloları, klinik bulgular, BT ya da MR bulgularına dayanılarak alt-gruplara ayrılmıştır. Hastalar inme etyolojisine göre iskemik ya da hemorajik; lezyon sayısına göre tek ya da çoğul tutulum olarak gruplandırıldı. Klinik ve radyolojik değerlendirmelere göre inmeler; lokalizasyonuna (sol, sağ ya da bilateral), tutulan alan (kortikal, subkortikal ya da karışık) ve lezyon büyüklüğüne göre gruplandırıldı.
İnmeden üç ay sonra ulaşılabilen hastaların ayrıntılı sistemik ve nörolojik muayeneleri tekrarlanmış, fonksiyonel, bilişsel ve klinik durumlarını değerlendirmek için ilgili ölçekler yeniden uygulanmıştır. İnmeden üç ay sonra hastalar ve birinci derece yakınları ile yapılan klinik görüşme, SMMT ya da E-SMMT skorlarındaki değişim ve son duruma dayanılarak hastalarda İSD gelişip gelişmediği değerlendirilmiştir. Hastalara klinik demans tanısı DSM-IV tanı ölçütlerine göre konmuştur.

Ölçekler

Hastalara inme sırasında ve üç ay sonra uygulanan ölçekler şunlardır

1. Barthel İndeksi: Mahoney ve Barthel tarafından 1965 yılında geliştirilen, dünyada ve ülkemizde birçok çalışmada sıkça kullanılan, inmenin yol açtığı işlevsellik kaybının sayısal olarak değerlendirilmesine imkan veren bir ölçektir (Mahoney ve Barthel 1965, Altın ve ark. 2006). Bu ölçek beslenme, yıkanma, öz bakımını yapabilme, giyinme, dışkılama kontrolü, idrar kontrolü, tuvalete gitme, yataktan tekerlekli sandalyeye geçebilme yetisi, yürüme ya da tekerlekli sandalyeye bağımlı olma gibi hareketlilik durumu ve merdiven çıkma işlevlerini, 5-15 puan üzerinden (soruya göre 5 puanlık artışlarla 0 ?15 puan arası) derecelendiren toplam 10 maddeden oluşmaktadır. Bu ölçekle yapılan değerlendirmede temel amaç, hastanın herhangi bir fiziksel, sözel yardım almaksızın bağımsız olarak tek başına bu eylemleri ne düzeyde yaptığını saptayabilmektedir. Herhangi bir düzeyde yardım görmesi hastanın bağımsız olmadığı şeklinde değerlendirilmesini gerektirir. Hastanın doğrudan test edilmesi zorunlu olmayıp, doğrudan gözlem, hastadan, hasta yakınlarından ya da bakımı ile ilgilen hastabakıcı ya da hemşireden elde edilen bilgiler ışığında da değerlendirme yapılabilir (Mahoney ve Barthel 1965). Alınabilecek puanın 0-100 arası olduğu bu ölçekte, skorun yüksekliği hastanın o derece diğer insanlardan bağımsız olduğu, kendi işini yürütebildiği anlamına gelir.

2. NIH İnme Ölçeği (NIHSS: National Institute of Health Stroke Scale): Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü tarafından oluşturulan ayrıntılı klinik ve ilaç çalışmalarında kullanılmak üzere tasarlanmış bir ölçektir (Brott ve ark. 1999). Amaca yönelik olarak, inmeli hastanın izleminde kullanılan ve inme şiddetini belirleyen bir klinik ölçektir. Bu ölçek; bilinç düzeyi, sorulara bilinçli yanıtı, emirlere yanıt vermeyi, ekstraoküler kas hareketleri, görme alanı, yüz felci, kol ve bacak motor hareketleri, ekstremite ataksisi, duyu kaybı, afazi, dizartri ve nörolojik ihmali araştıran ve olası sorunları 2 ile 3 puan üzerinden (soruya göre 1 puanlık artışlarla 0 -3 puan arası) derecelendiren, biri üç alt madde içeren toplam 11 maddeden oluşan bir ölçektir. Ölçekten alınabilecek en yüksek puan 36 puandır. NIHSS'te alınan puanın az olması inme sonrası klinik durumun daha iyi olduğu anlamına gelir.

3. Standardize Mini Mental Test (SMMT) (eğitimliler ve eğitimsizler için): Folstein ve arkadaşları (1975) tarafından geliştirilen bu ölçek, kolay uygulanabilen ve bilişsel bozukluğun derecesi hakkında bilgi verici özelliktedir. Bu test; yönelim, kayıt, dikkat-hesaplama, hatırlama, dil testleri ve yapılandırmayı değerlendiren alt bölümlerinden oluşmaktadır. SMMT ve E-SMMT'nin Türkçe geçerlik ve güvenirlilik çalışmaları sırasıyla Güngen ve arkadaşları (2002) ve Ertan ve arkadaşları (1999) tarafından yapılmıştır. Alınabilecek en yüksek puanın 30 olduğu SMMT'nin, Türk toplumunda hafif demans tanısında geçerli ve güvenilir olduğu ve ideal kesme noktasının 23/24 olduğu bildirilmiştir (Güngen ve ark. 2002).

İstatistiksel değerlendirme

İstatistiksel değerlendirmelerin hepsi Statistical Packages for the Social Sciences (SPSS-10.0) (1999) istatistik programı kullanılarak yapılmıştır. Hastaların sosyodemografik verileri ve sıklıklar, sayı ve yüzde olarak verilmiştir. İSD'si olan ve olmayan grupların ortalamalarının karşılaştırılmasında student t testi uygulanmıştır. Kategorik değişkenlerin değerlendirilmesinde ki-kare testi uygulanmıştır. 2x2 gözlü ki-kare testi uygulamasında gözlerde beklenen sayı değeri 5'ten küçükse Fisher kesin ki kare testi yapılmıştır. İstatistiksel anlamlılık düzeyi tüm istatistiksel analizler için p< 0.05 olarak alınmıştır.

İSD gelişimini yordayan risk etkenlerini saptayabilmek için çok değişkenli (multivariate) analiz, geriye doğru basamaklı (backward stepwise) lojistik regresyon analizi yapılmıştır. Bu analizde İSD tanısı alıp almama, yordanan dikotom bağımlı değişken olarak alınmıştır. Öte yandan tek değişkenli (univariate) analizlerde, istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösteren yaş, cinsiyet, AF, daha önce geçirilmiş inme varlığı, lezyon sayısı (tek ya da çoğul olarak), ve yatış dönemindeki NIHSS, Barthel İndeks ve SMMT skorları bağımsız değişken olarak alınmıştır. Lojistik regresyon analizi sonuçları, anlamlılık düzeylerinin yanısıra tahmini rölatif risk (odds ratio-OR) ve %95 Güven Aralığı (GA) değerleri verilerek gösterilmiştir.

BULGULAR

Bu çalışmada değerlendirmeye alınan 106 olgunun 32'sine(% 30.2) İSD tanısı konmuştur. Yetmiş dört olgu (% 69.8) ise İSD tanısı almamıştır. Olgu sayılarının az olması nedeniyle çalışma durumuna göre hastalar çalışan ve çalışmayan olarak iki ayrı gruba ayrılmıştır. Aralıklı ve düzenli işi olanlar çalışan olarak, diğerleri çalışmayan olarak gruplandırılmıştır. Benzer biçimde eğitim durumu; eğitimsiz ve okur yazar olanlar eğitimsiz başlığı altında, diğerleri eğitimli başlığı altında iki grupta değerlendirilmiştir.

İSD tanısı alan ve almayan hastaların sosyodemografik özellikleri Tablo 1'de verilmiştir. İSD tanısı alan ve almayan hastaların sosyodemografik özellikleri karşılaştırıldığında, İSD tanısı alan hastaların daha yaşlı ve çoğunlukla kadın oldukları saptanmıştır. Eğitim süresi, sosyoekonomik düzey, medeni hal ve çalışma durumu açısından gruplar arasında istatistiksel anlamlı fark bulunmamıştır (p>0.05). Kadın hastaların yaş ortalamasının erkeklerden anlamlı olarak yüksek olması (erkek, 65. 5±5. 9; kadın, 68. 2±6. 0; p:0.026) cinsiyet ve yaş yönünden gruplar arasında saptanılan bu farklılığın bu iki değişkenin birbirlerine olan etkisinden kaynaklandığının düşünülmesine neden olmuştur. ISD'si olan ve olmayan hastaların cinsiyet ve yaş yönünden karşılaştırmaları, diğer değişkeni kontrol ederek çok değişkenli analizlerle tekrarlandığında, cinsiyet için aradaki istatistiksel farkın ortadan kalktığı belirlenmiştir (yaş için p<0.001; cinsiyet için p=0.171).

İSD tanısı alan ve almayan hastaların vasküler risk etkenleri Tablo 2'de gösterilmiştir. İSD tanısı alan ve almayan gruplar vasküler risk etkenleri yönünden karşılaştırıldığında, İSD tanısı alan hastalarda AF ve geçirilmiş inme öyküsünün İSD tanısı almayan gruba oranla istatistiksel olarak anlamlı düzeyde fazla olduğu görülmüştür (p<0.05). Hipertansiyon, DM, geçirilmiş kalp hastalığı, MI, hiperkolesterolemi, GİA öyküsü, sigara ve alkol kullanımı yönünden gruplar arasında anlamlı bir farklılık saptanmamıştır (p>0.05). İSD tanısı alan ve almayan grupları inme özellikleri yönünden karşılaştırdığımızda;inme tipi, inme lokalizasyonu, beyinde tutulan alan ve lezyon büyüklüğü yönünden gruplar arasında bir farklılık saptanmamıştır (p>0.05) (Tablo 2). Çekilen BT'lerde birden fazla sayıda lezyon saptanma yüzdesi İSD tanısı alan hastalarda (% 56.3, s=18), İSD tanısı almayanlara göre (% 27, s= 20) anlamlı düzeyde yüksek olarak bulunmuştur (p<0.05).

Hastaların işlevsel, bilişsel ve nörolojik durumlarını karşılaştırmak için sırasıyla Barthel İndeksi, SMMT ya da E-SMMT ve NIHSS kullanılmıştır (Tablo 3). İSD tanısı alan hastalarda hem yatış sırasında, hem de üç ay sonra yapılan değerlendirmede, İSD tanısı almayan hastalara göre NIHSS, Barthel indeksi ve SMMT sonuçlarında anlamlı bir farklılık saptanmıştır. NIHSS skorları İSD hastalarında anlamlı düzeyde yüksek iken, Barthel indeksi ve SMMT skorları anlamlı düzeyde düşük bulunmuştur. Bu farklılık 3. ayda da aynı yönde devam ettiği saptanmıştır.

Bu değerlendirmeden sonra İSD gelişimini yordayan değişkenleri saptayabilmek için lojistik regresyon analizi uygulanmıştır. Bu analiz için, İSD tanısı alıp almama bağımlı dikotom değişken olarak tanımlanırken, tek değişkenli analizlerde gruplar arasında anlamlı farklılık sergileyen (p<0.05) değişkenler (yaş, cinsiyet, AF, geçirilmiş inme öyküsü, lezyon sayısı ve yatış sırasında uygulanan ölçekler) bağımsız değişken olarak ele alınmıştır. Yapılan lojistik regresyon değerlendirmesi sonucunda cinsiyet, geçirilmiş inme öyküsü ve yatış sırasındaki NIHSS puanı değişkenlerinin İSD gelişimini anlamlı düzeyde yordamadığı (p>0.05) saptanmıştır. Diğer beş bağımsız değişkenin (yaş, AF, lezyon sayısı, yatış sırasındaki Barthel indeksi ve SMMT skorları) ise inme geçiren bir hastada İSD gelişip gelişmeyeceğini anlamlı bir şekilde yordadığı saptanmıştır. Bu değişkenleri içeren modelle ilgili lojistik regresyon analizinin sonuçları Tablo 4'te gösterilmiştir.

TARTIŞMA

Amaçlarından ilki Güneydoğu Anadolu Bölgesine hizmet veren bölgenin en büyük hastanesinde inme sonrası erken dönemde (3. ayda) İSD sıklığının saptanması olan bu çalışmada, çalışmayı tamamlayan 106 hastanın 32'sine (%30.2) İSD tanısı konmuştur. Saptadığımız bu %30.2 lik değer genel olarak literatürde inme sonrası 3. ayda ortaya çıkan İSD sıklığı için %5.9 ile %32 arasında bildirilen oranların üst sınırına yakın bir değerdir (Leys ve ark. 2005). Pohjasvaara ve arkadaşlarının (1997) 486 olgu üzerinde yaptıkları bir çalışmada, inme sonrası üçüncü ayda İSD sıklığı elde ettiğimiz sonuca çok yakın bir oranda %31.8 olarak bildirilmiştir. Aynı çalışmada ilk inmeyi takiben demans görülme oranı ise %28.9 olarak bulunmuştur (Pohjasvaara ve ark. 1997). Yakın tarihli iki ayrı çalışmada inmeden 3 ay sonra DSM-IV'e göre İSD sıklığı, Tayvan'da yürütülen Chongqing inme çalışmasında % 27.2 (Zhou ve ark. 2004), Polonya'da yürütülen bir çalışmada (Klimkowicz-Mrowiec 2006) %22.6 olarak saptanmıştır.

ISD tanısı alan hastalarda inme sonrası 3. ayda ölüm oranlarının İSD tanısı almayanlara göre 8.5 kata kadar yüksek olduğu bildirilmektedir (Desmond ve ark. 2002, Barba ve ark. 2002). Bu hastaların süreç içerisinde daha çabuk ölmeleri, geç dönem ISD sıklığını araştıran daha uzun süreli izlem çalışmalarında (3 aydan daha uzun) İSD oranlarının daha düşük çıkmasına neden olarak gösterilmektedir (Leys ve ark. 2005). Buna karşın, yakın tarihli bir çalışmada (Altieri ve ark. 2004), İSD sıklığının ilerleyen yıllarda çok büyük değişiklik göstermediği, inme sonrası 4 yıllık bir sürenin sonunda ISD sıklığının %21.5 olarak bulunduğu bildirilmiştir.

Çalışmanın amaçlarından diğeri, İSD gelişimindeki olası risk etkenlerinin saptanmasıydı. Bu örneklemde sosyodemografik risk etkenlerinden yaşın, vasküler risk etkenlerinden AF ve beyinde inmeye bağlı çoğul lezyonların bulunmasının, inme sonrası dönemdeki işlevsellik ve bilişsel durumun (sırasıyla, Barthel İndeksi ve SMMT puanları ile saptandığı üzere) İSD gelişimini yordayan risk etkenlerini oluşturdukları belirlenmiştir. Öte yandan tek değişkenli analizlerde kadın olma ve daha önce inme öyküsünün bulunması İSD'li hastalarda anlamlı ölçüde fazla iken, çok değişkenli analizlerde bu iki değişkendeki anlamlılık ortadan kalkmıştır.

Çalışmamızda olduğu gibi literatürde de elde edilen bulgular yaşın İSD gelişiminde önemli risk etkenlerinden biri olduğunu göstermektedir (Barba ve ark. 2000). Yaş demansta olduğu gibi İSD için de önemli bir yordayıcı etkendir (Censori ve ark. 1996, Barba ve ark. 2000, Klimkowicz-Mrowiec 2006). Bu çalışmada İSD tanısı alan hastaların yaş ortalamalarının İSD tanısı almayanlara oranla anlamlı düzeyde yüksek (69.9' a karşı 65.1), ve yaşın İSD gelişiminde yordayıcı bir etken olduğu belirlenmiştir. Barba ve arkadaşlarının (2000) çalışmasında ISD geliştiren hastaların ortalama yaşı 76 iken, ISD geliştirmeyenlerde yaş ortalaması 65 yıl olarak bulunmuştur.

Literatürde genel olarak cinsiyetin İSD oluşumu ile ilişkisinin belirgin olmadığı vurgulanmasına (Mackowiak-Cordoliani ve ark. 2005) karşın, erkeklerin kadınlara oranla İSD geliştirme riskinin daha fazla olduğunu bildiren (Tatemichi ve ark. 1992, Skoog 2000) yayınlar da bulunmaktadır. Çalışmamızda ise elde edilmiş bulguların aksine tek değişkenli analizde kadınlarda İSD sıklığı erkeklere oranla daha fazla bulunmuştur (sırasıyla %42.5, %22.7). Bu işlem yaş kontrol edilerek tekrarlandığında ise istatistiksel olarak anlamlı farklılık kaybolmuştur. Bu değerlendirme, mevcut farklılığın örneklem grubumuzdaki kadınlarda ortalama yaşın erkeklere oranla daha yüksek olması ile ilişki olduğunu göstermiştir. Bu nedenle çalışma grubumuzda cinsiyete göre İSD sıklığında bir farklılığın olmadığı ve bu bulgunun literatürle (Zhou ve ark. 2004, Klimkowicz-Mrowiec ve ark. 2006) uyumlu olduğu söylenebilir.

Son yıllarda eğitim düzeyi ile demans arasındaki ilişki birçok çalışmada incelenmiştir. Genellikle yüksek eğitim düzeyinin Alzheimer hastalığı ve ISD'den hastaları koruduğu ya da mevcut hastalığın ilerleyişini geciktirdiği ileri sürülmüştür (Beard ve ark. 1992, Bonaiuto ve ark. 1995, Gorelick 1997, Stern ve ark. 1999). Diğer bazı çalışmalarda ise düşük SED ve İSD arasında bir ilişki olduğu ileri sürülmüşse de (Pojhasvaara ve ark. 1998, Desmond ve ark. 2000) bu bulguyu desteklemeyen çalışmalar da bulunmaktadır (Tatemichi ve ark. 1990, Henon ve ark. 2001). Örneklem grubumuzun büyük bir kısmı eğitimsiz (%64.1), düşük sosyokültürel düzeyde (%71.7) ve işi olmayan hastalardan (%83) oluşmuştur. Örneklem grubumuzun bu özelliği, İSD gelişimini anlamlı düzeyde yordadığı bildirilen (Barba ve ark. 2000, Zhou ve ark. 2004) düşük SED ile eğitim düzeyinin İSD gelişimine olan etkilerinin tam olarak değerlendirilmesini önlemiştir.

Sosyodemografik etkenler gibi, vasküler risk etkenleri ile İSD gelişimi arasındaki ilişki hakkında da birbirleriyle uyuşmayan sonuçlar bildirilmiştir. Literatürde, hipertansiyon (Tatemichi ve ark. 1994, Ott ve ark. 1998b), DM (Ott ve ark. 1996), sigara (Ott ve ark. 1998a), MI (Gorelick ve ark. 1993) ile İSD arasında ilişki bildiren çalışmalar bulunmaktadır. Geniş bir örneklem grubunda yürütülmüş yakın tarihli bir çalışmada (Zhou ve ark. 2004) İSD tanısı alan hastalarda tüm vasküler risk etkenlerinin daha sık bulunduğu, bununla birlikte sadece DM, AF, geçirilmiş inme öyküsü ve düzenli içki kullanımının İSD gelişimini yordadığı bildirilmiştir. Öte yandan Barba ve arkadaşları (2000) İSD ile hipertansiyon, DM, MI, kalp yetmezliği, aort ve mitral kapak hastalığı, GİA ve sigara arasında anlamlı bir ilişki bulamamışlardır.

Çalışmamızda İSD'yi anlamlı olarak yordayan vasküler risk etkenlerinden AF ile İSD arasındaki bir ilişki olduğu literatürde sıkça bildirilmiştir (Pojhasvaara ve ark. 1998, Barba ve ark. 2000, Tang ve ark. 2004). AF'nin tromboembolizme ve kardiyak çıkışın azalmasına neden olarak beyne giden kan akımını azalttığı, bu düzeneğin hastalarda ortaya çıkabilecek bilişsel kayıpları açıklayabileceği bildirilmektedir (Gorelick 1997, Ott ve ark. 1997). Çok büyük bir örneklem grubu üzerinde yürütülmüş olan Rotterdam çalışmasında da, AF'nin demansı olan olgularda demansı olmayanlara göre daha sık görüldüğü saptanmıştır (Ott ve ark. 1997). Aynı çalışmada AF'nin yaşlı hastaların bilişsel yetilerinde kayıp riskini artırdığı ve vasküler demans için önemli bir risk etkeni olduğu vurgulanmıştır (Ott ve ark. 1997).

Beyinde bazı özgül alanlarda ortaya çıkan serebral infarktların sayı ve boyutlarının demansın ortaya çıkışında önemli rol oynadığı düşünülmektedir (Tatemichi ve ark. 1992). Literatürde iskemik nekroz hacmi 100 ml'nin üzerinde olan olgularda demans saptanırken 100 ml'nin altındaki olgularda demans saptanmamıştır (Tatemichi ve ark. 1992, Pohjasvaara ve ark. 1998, Gorelick 1997). Çalışmamızda, lezyon büyüklüğü ile İSD arasında bir ilişki görülmemesine karşın, çok sayıda lezyon bulunmasının İSD gelişimini yordayan bir risk etkeni olduğu saptanmıştır. Örneklem grubunda İSD geliştiren hastaların büyük kısmının daha önce inme geçirmiş olması da bu konuyla ilişkilendirilebilir. Daha önce geçirilmiş olan inmeler, hastalarda lezyon sayısını artırarak İSD'nin ortaya çıkma riskini artırmış olabilirler. Çok değişkenli analiz sonuçlarına göre geçirilmiş inme bu çalışmada İSD gelişimini anlamlı olarak yordayan bir risk etkeni olmasa da, literatürdeki birçok çalışmada (Tatemichi ve ark. 1994, Zhou ve ark. 2004) geçirilmiş inme İSD'yi yordayan önemli bir etken olarak tanımlanmıştır. On yıllık bir iskemik inme izlem çalışmasında, Desmond ve arkadaşları (1998) önceki inmelerin varlığının demans gelişimi için en önemli risk etkeni olduğunu bildirmiştir. Genel toplumda yapılan bir çalışmada ise Kokmen ve arkadaşları (1996) ikinci inmenin İSD'nin önemli bir bağımsız yordayıcısı olduğunu savunmuştur. Bu bulgular serebrovasküler hastalıkların beyin üzerindeki etkilerinin birikerek geriye dönüşümsüz bir sürece neden olabileceğini düşündürmektedir.

Literatürden farklı olarak, çalışmamızda inmenin yerleşimi ve tuttuğu bölge, GİA varlığı ile İSD arasında ilişki bulunamamıştır. Literatürde kimi çalışmalar, sol hemisferi tutan lezyonlarda İSD gelişme riskinin yüksek olduğunu bulmuşlardır (Desmond ve ark. 1998, Pohjasvaara ve ark. 1998, Zhou ve ark. 2004). Sol hemisfer lezyonları dil ve bellek bozukluklarına yol açarak demansa neden olabilmektedir. Bu bölgedeki lezyonların bu yetiler dışında kişilerin genel bilişsel işlevlerini etkileyerek İSD gelişimi için önemli bir risk etkeni oluşturabilecekleri düşünülmektedir (Pohjasvaara ve ark. 1998). Öte yandan Tang ve arkadaşları (2004) tek taraflı lezyonlardan çok bilateral lezyonların İSD'ye zemin hazırladığını öne sürmüşlerdir. Aynı çalışmada yazarlar, bu bulgunun ilk bakışta daha önce bildirilmiş sonuçlara uymadığını, ancak bilateral lezyonların beyinde çok sayıda lezyon bulunduğu anlamına geldiği düşünüldüğünde literatürle uyumlu olduğunu açıklamışlardır (Tang ve ark. 2004). Yine bazı çalışmalarda (Barba ve ark. 2000), baskın hemisferde yer alan inmelerin, İSD geçirenlerde geçirmeyenlere oranla daha sık görüldüğü ve anterior bölge infarktları ve frontal lezyonların bağımsız risk etkenleri olabileceği bildirilmiştir.

Literatür bulguları ile uyumlu olarak, bu çalışmada yatış sırasında hastalarda bulunan bilişsel, nörolojik ve işlev bozukluğunun İSD geliştiren hastalarda daha belirgin olduğu ve bu farklılığın inme sonrası 3. ayda da sürdüğü saptanmıştır. Yapılan analizler özellikle hastaların yatışları sırasında belirlenen SMMT ve Barthel İndeks skorlarının İSD gelişimini yordamada yardımcı olabileceğini ortaya koymuştur. Benzer bir bulgu bildiren Lin ve arkadaşları (2003), bu tür ölçeklerin İSD gelişiminin yordanmasında, gerekli önlemlerin alınmasında yardımcı olabileceğini, ancak daha geniş çalışmalara ihtiyaç duyulduğunu belirtmişlerdir.
Çalışmamızın sonuçlarını değerlendirirken bazı kısıtlılıkları göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Öncelikle bu çalışmada inme sonrası erken dönemde yani ilk 3 ayın sonunda hastaların demans geliştirip geliştirmediği değerlendirilmiştir. Bu sonuçlarla uzun dönemde, yani üç aydan sonraki dönemde, İSD yaygınlığının nasıl bir değişim gösterdiğini saptamamız olası değildir. Kliniğimiz bünyesinde özgülleşmiş bir inme bölümü bulunmadığı ve uzun dönemli bir izlem çalışmasında hastaların tekrar değerlendirilmesinin ölüm ya da tekrar ulaşılamaması nedeniyle zor olacağı, çalışmaya alınacak hasta sayısının oldukça az olabileceği düşüncesiyle bu çalışma inme sonrası erken evreyle sınırlandırılmıştır. Özgül bir inme kliniğinin bulunduğu ve hizmet verdiği koşullarda bu çalışma daha kolay yürütülebilecektir. Olguların inme öncesi demans belirtileri gösterip göstermedikleri, hasta ve hasta yakınlarından ya da varsa tıbbi dosyalarından elde edilen bilgiler ışığında değerlendirilmeye çalışılmıştır. İnme öncesi demans tanısını saptayabilmek için oldukça titiz bir çalışma sergilemiş olmamıza karşın, premorbid bilişsel işlevlerin nesnel olarak değerlendirmesinin yapılamamış olması bu çalışmanın bir kısıtlılığıdır. Çalışmamızın bir diğer kısıtlılığı örneklem grubunun büyük bir kısmını, yörenin sosyoekonomik durumunu yansıtacak biçimde, sağlık güvencesinden yoksun, eğitim düzeyi ve SED'si oldukça düşük bir hasta grubunun oluşturmasıdır. Bu sosyodemografik yapı, çalışmadan elde edilecek bulguların tüm topluma genelleştirilmesini ve ayrıca İSD gelişimini önemli düzeyde yordadığı bildirilen (Leys ve ark. 2005) düşük eğitim düzeyinin bu grupta İSD gelişimine olan etkilerini tam olarak değerlendirmemizi önlemiştir. Örneklem grubumuzun bu özelliğinin İSD oranının normal nüfustan daha fazla bulunmasına neden olmuş olabileceği çalışma sonuçları değerlendirilirken dikkate alınmalıdır. Ayrıca afazisi olan ve bilinci açılmayan hastaların çalışma dışı bırakılmış olması, İSD sıklığının olduğundan daha az çıkması sonucunu doğurabileceğinden çalışmanın bir diğer kısıtlılığı olarak ele alınmalıdır.

Çalışmamızın sonuçları, İSD'nin inme hastalarında %30 dolaylarında sık görülen bir komplikasyon olduğunu doğrulamıştır. İlerlemiş yaş, AF ve beyinde çoğul lezyonların olması, yatış sırasında işlevsellik ve bilişsel işlev puanlarının düşük bulunması bu örneklem grubunda İSD gelişimini yordayan risk etkenleridir. Literatür bulguları da göz önüne alındığında İSD'yi yordayan tek bir etkenden çok birbirleriyle etkileşim halindeki çok sayıda risk etkeninin varlığından söz etmek daha doğru olacaktır. İSD gelişimine neden olacak risk etkenlerinin belirlenerek erken dönemde tanınıp tedavi edilmesi, bu bozukluğun topluma olan yükünü oldukça azaltacak ve hastaların yaşam kalitelerinin artırılması için önlemler almamıza yardımcı olacaktır.

KAYNAKLAR

Altın Ö, Gelecek N, Akdal G ve ark. (2006) The effect of unilateral visual neglect on mobility status and quality of life in stroke patients. Nörolojik Bilimler Dergisi, 23:264-271.
Altieri M, Di Pierro V, Pasquini M ve ark. (2004) Delayed poststroke dementia: a 4-year follow-up study. Neurology, 62:2193-2197.
Bakar M (2003a) Poststrok demans: Epidemiyoloji ve risk faktörleri.Demans Dergisi, 3:15-20.
Bakar M (2003b) Demans gelişiminde inme risk faktörleri. Demans Dergisi, 3:59-63.
Barba R, Martinez-Espinosa S, Rodriguez-Garcia E ve ark. (2000) Poststroke dementia clinical features and risk factors. Stroke, 31:1494-1501.
Barba R, Morin MD, Cemillan C ve ark. (2002) Previous and incident dementia as risk factors for mortality in stroke patients. Stroke, 33:1993-1998.
Beard CM, Kökmen E, Offord KF ve ark. (1992) Lack of association between Alzheimer's disease and education, occupation, marital status, or living arrangement. Neurology, 42:2063-2068.
Bonaiuto S, Rocca WA, Lippi A ve ark. (1995) Education and occupation as risk factors for dementia: a population based case control study. Neuroepidemiology, 14:101-109.
Bowler JV, Hachinski V (1994) Progress in the genetics of cerebrovascular disease: Inherited subcortical arteriopathies. Stroke, 25:1696-1698.
Breteler MMB, Bots ML, Ott A ve ark. (1998) Risk factors for vascular disease and dementia. Haemostasis, 28:167-173.
Brott T, Adams HP, Olinger CP ve ark. (1989) Measurements of acute cerebral infarction: a clinical examination scale. Stroke, 20:864?870.
Censori B, Manara O, Agostinis C ve ark. (1996) Dementia after first stroke. Stroke, 27:1205-1210.
Desmond DW, Moroney JT, Paik MC ve ark. (2000) Frequency and clinical determinants of dementia after ischemic stroke. Neurology, 54:1124-1131.
Desmond DW, Moroney JT, Sano M ve ark. (2002) Mortality in patients with dementia after ischemic stroke. Neurology, 59: 537-543.
Ertan T, Eker E, Güngen C ve ark. (1999) The Standardized Mini Mental State Examination for illiterate Turkish elderly population. 2nd International Symposium on Neurophysiological and Neuropsychological Assessment of Mental and Behavioral Disorders, 28-30 Ağustos 1999, Bursa.
Folstein MF, Folstein SE, McHugh PR ve ark. (1975) ?Mini-Mental State?: a practical method for grading the cognitive state of patients for the clinician. J Psychiatr Res, 12: 189-198.
Gorelick PB (1997) Status of risk factors for dementia associated with stroke. Stroke, 28:459-463.
Gorelick PB, Brody J, Cohen D ve ark. (1993) Risk factors for dementia associated with multiple cerebral infarcts: A case control analysis in predominantly African-American hospital-based patients. Arch Neurol, 50:714-720.
Güngen C, Ertan T, Eker E ve ark. (2002) Standardize Mini Mental Test'in Türk toplumunda hafif demans tanısında geçerlik ve güvenilirliği. Türk Psikiyatri Derg, 13:273-281.
Hatano S (1976) Experience from a multi center stroke register: a preliminary report. Bull World Health Organ, 54: 541-553.
Henon H, Godefroy O, Leys D ve ark. (1995) Early predictors of death and disability after acute cerebral ischemic event. Stroke, 26:392-398.
Henon H, Pasquier F, Duricu I ve ark. (1997) Preexisting dementia in stroke patients. Baseline frequency, associated factors and outcome. Stroke, 28:2429-2436.
Henon H, Durieu I, Guerouaou D ve ark. (2001) Poststroke dementia: Incidence and relationship to prestroke cogntive decline. Neurology, 57:1216-1222.
Hofman A, Ott A, Breteler MMB ve ark. (1997) Atherosclerosis, apolipoprotein E, and the prevalance of dementia and Alzheimer's disease in the Rotterdam study. Lancet, 349:151-154.
Klimkowicz-Mrowiec A, Dziedzic T, Slowik A ve ark. (2006) Predictors of poststroke dementia: Results of a hospital-based study in Poland. Dement Geriatr Cogn Disord, 21:328-334.
Kooten F, Koudstaal PJ (1998) Epidemiology of post stroke dementia. Haemostasis, 28:124-133.
Kökmen E, Whisnant JP, O'Fallon WM ve ark. (1996) Dementia after ischemic stroke. A population based study in Rochester Minnesota (1960-1984). Neurology, 9:154-159.
Leys D, Henon H, Mackowiak-Cordoliani MA ve ark. (2005) Poststroke dementia. Lancet Neurol, 4:752-759.
Lin JH, Lin RT, Tai CT ve ark. (2003) Prediction of poststroke dementia. Neurology, 61: 343-348.
Mackowiak-Cordoliani MA, Bombois S, Memin A ve ark. (2005) Poststroke dementia in the elderly. Drugs Aging, 22:483-493.
Mahoney FI, Barthel DW (1965) Functional evaluation: the Barthel index. Maryland State Med J, 14:61-65.
Moroney JT, Bagiella E, Desmond DW ve ark. (1996) Risk factors for incident dementia after stroke: Role of hypoxic and ischemic disorders. Stroke, 27:1283-1289.
Ott A, Breteler MMB, De Bruyne MC ve ark. (1997) Atrial fibrillation and dementia in a population based study: The Rotterdam study. Stroke, 28:316-321.
Ott A, Breteler MMB, Van Harskamp F ve ark. (1998a) The incidence and risk of dementia: The Rotterdam study. ** J Epidemiol, 147:574-580.
Ott A, Slooter AJC, Hofman A ve ark. (1998b) Smoking and the risk of dementia and Alzheimer disease in a population based cohort study. The Rotterdam study. Lancet, 351:1840-1843.
Ott A, Stolk RR, Hofman A ve ark. (1996) Association of diabetes mellitus and dementia. The Rotterdam study. Diabetologia, 39:1392-1397.
Pohjasvaara T, Erkinjutti T, Vataja R ve ark. (1997) Dementia three months after stroke. Baseline freqency and efect of different definitions of Dementia in the Helsinki Stroke Aging Memory Study (SAM) Cohort. Stroke, 28:785-792.
Pohjasvaara T, Erkinjutti T, Ylikoski MA ve ark. (1998) Clinical determinants of poststroke dementia. Stroke, 29:75-81.
Skoog I (2000) Risk factors for dementia after stroke. Fifth Annual Advances in stroke symposium. Proceedings Highlights. Bermuda, 27-28.
SPSS (1999) Statistical Package for Social Sciences (computer program). Windows version, release 10.0 Chicago, IL, ABD.
Stern Y, Albert S, Tang MX ve ark. (1999) Rate of memory decline in AD is related to education and occupation: cognitive reserve? Neurology, 53:1942-1947.
Tang WK, Chan SS, Chiu HF ve ark. (2004) Frequency and determinants of poststroke dementia in a Chinese cohort. J Neurol, 251: 604-608.
Tatemichi TK, Desmond Dw, Mayeux R ve ark. (1992) Dementia after stroke: Baseline frequency, risks, and clinical features in a hospitalised cohort. Neurology, 42:1185-1193.
Tatemichi TK, Foulkes MA, Mohr JP ve ark. (1990) Dementia in stroke survivors in the stroke data bank cohort. Prevalence, incidence, risk factors and computed tomographic findings. Stroke, 21:858-866.
Tatemichi TK, Paik M, Bagiella E ve ark. (1994) Risk of dementia after stroke in hospitalized cohort: Result of longitudinal study. Neurology, 44:1885-1891.
Zhou DH, Wang JY, Li J ve ark. (2004) Study on frequency and predictors of dementia after ischemic stroke: the Chongqing stroke study. J Neurol, 251:421-427.


_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Temmuz 2009       Mesaj #115
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Akne Vulgaris Hastalarında Sosyal Kaygı Düzeyi ve Bunun Klinik Değişkenler İle İlişkisi

Dr. Aslı YOLAÇ YARPUZ, Dr. Elif DEMİRCİ SAADET, Dr. Hatice ERDI ŞANLI, Dr. Halise DEVRİMCİ ÖZGÜVEN


GİRİŞ

Dermatolojik hastalıklar ve psikiyatrik bozukluklar arasındaki ilişki uzun zamandır araştırılmaktadır. Bu araştırmaların bir yönü psikolojik etmenlerin dermatolojik hastalıklardaki rolü ve etkisi ile ilgilidir ve bu konuda yapılan pek çok çalışma bu türden bir ilişkiyi desteklemiş görünmektedir (Folks ve Warnock 2001). Bu çalışmalara göre, psikiyatrik ve psikolojik faktörler dermatolojik hastalıkların en az %30'nda rol oynamaktadır (Gupta ve Gupta 2003). Bunun yanında dermatozların da olumsuz psikolojik sonuçları var gibi görünmektedir (Rubinow ve ark. 1987). Deri hastalıkları kozmetik kaygının ötesinde, artrit gibi sakatlığa yol açan hastalıklar kadar anksiyete, depresyon ve diğer psikolojik problemlere yol açabilmekte ve bunda cinsiyet, yaş, lezyon yerleşim yeri gibi hasta ve hastalığa ait birçok faktör rol oynamaktadır (Barankin ve DeKoven 2002).

Akne, pilosebase bezlerin komedon, papül, püstül ve nodül gibi lezyonlarla karakterize kronik inflamatuar hastalığıdır. Genellikle adolesan yaşlarda başlayıp 20'li yaşların ortalarında gerilemekte, erkeklerde daha sık ve şiddetli seyretmektedir (Aktan ve ark. 2000). Adolesan ve genç erişkinlerin yaklaşık %85'ini etkilemektedir (Hanna ve ark. 2003).

Deri hastalıkları içinde akne en sık görülenidir ve akne ile ruhsal durum arasındaki ilişki uzun zamandan beri araştırılmaktadır. Emosyonel stres akneyi alevlendirebildiği gibi, hastalar aknenin sonucu olarak da psikolojik ve psikiyatrik sorunlar yaşayabilmektedir (Koo ve Smith 1991). Psikojenik faktörlerin akne patogenezindeki yeri ile ilgili teorilerin önemi gittikçe azalmaktadır. Buna karşılık, aknenin hastanın duygusal durumunu ne dereceye kadar etkileyeceği hala araştırma konusudur. Bu konudaki araştırmaların sonuçları çelişkilidir ve farklı bakış açıları içermektedir (van der Meeren ve ark. 1985).

Akneyle ilişkili olarak bildirilen psikiyatrik sorunlar kişinin genel iyi oluş halinde ve kendilik değerinde azalma, beden algısında bozulma, utanma, reddedilme korkusu, sosyal içe çekilme, öfke, yaşam tarzında kısıtlanmalar, aile ilişkilerinde sorunlar, akne ile ilgili düşünce uğraşları, depresyon ve anksiyetedir (Aktan ve ark. 2000, Hanna ve ark. 2003, Kellet ve Gawkrodger 1999, Rubinow ve ark. 1987). Yapılan çalışmalarda aknesi olan öğrenciler partilere yeterince davet almadıklarını, diğer insanların arasında olmayı sevmediklerini ve bazen insanların kendilerine baktıklarını düşündüklerini belirtmektedirler (van der Meeren ve ark. 1985). Gövde lezyonu olan hastalarda ise ek olarak fiziksel temastan korku, yüzme ve spor gibi faaliyetlerden kaçınma, uyku güçlüğü gibi sıkıntılar ortaya çıkmaktadır (Rubinow ve ark. 1987). Ancak akneli hastalarda psikolojik belirtilerin klinik düzeyin altında olduğunu bildiren çalışmalar da vardır (Kaymak ve ark. 2006).

Aknenin, sosyal ve fiziksel değişikliklerin en üst düzeyde olduğu ve kimlik gelişiminin yaşandığı ergenlik döneminde ortaya çıkması, bu hastalığı kişilerin kaygılarının odak noktası haline getirmekte; bu nedenle hastanın kişiler arası ilişkilerinde, kendisi ile ilgili değerlendirmelerinde ve günlük performansında etkili olmaktadır (Hanna ve ark. 2003, Khan ve ark. 2001, Rubinow ve ark. 1987). Aslında bedenin görünen bölgelerindeki lezyonların, deformitelerin ve istemsiz hareketlerin beden imajına ve sosyal kaygı düzeyine olumsuz etkisi yalnızca ergenlerde değil erişkinlerde de önem taşımaktadır ve parkinson, kas hastalıkları, polyo sekelleri, kazalar ile ortaya çıkan maluliyetler, psöriyazis, hemifasiyal spazm hastalarında da gösterilmiştir (Montgomery 1995, Oberlanger ve ark. 1994, Özgüven ve ark. 2000, Özel-Kızıl ve ark. 2006).

Akne ve diğer deri hastalıklarında psikiyatrik morbiditeyi belirleyenin klinisyence yapılan şiddet değerlendirmesinden çok deri hastalığının yaşam kalitesine etkisi olduğu görülmektedir. Bu nedenle bu hastalarda eşlik eden psikopatolojinin belirlenmesi ve tedavide birincil dermatolojik faktörlere ek olarak psikolojik ve sosyal faktörleri de içine alan bir tedavinin uygulanmasının yararlı olacağı önerilmektedir (Gupta ve Gupta 2003).

Aknenin yol açtığı psikolojik sorunları ve psikiyatrik belirtileri ele alan birçok çalışma olmasına karşın, bu hastalığın yol açabileceği sosyal anksiyete ve bununla ilişkili faktörler yeterince araştırılmamıştır. Akne vulgaris bir ergenlik dönemi hastalığıdır. Ergenlik döneminde beden imajının önemi ve bu hastalığın belirtilerinin yol açabildiği kozmetik sorunlar birlikte düşünüldüğünde, akneli hastalarda sosyal anksiyete düzeyinin araştırılması gerektiği açıktır. Bu çalışmanın amacı akneli hastalarda sosyal anksiyete düzeyinin belirlenmesi ve bunun sosyodemografik ve klinik özellikler, depresyon belirtileri, benlik değeri ve olumsuz otomatik düşünceler ile ilişkisinin incelenmesidir.

YÖNTEMLER

Örneklem

Mayıs 2002 ve Mart 2004 tarihleri arasında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı polikliniğine başvuran tüm akne hastaları çalışma hakkında bilgilendirilmiş ve çalışmaya alınma ölçütlerine uyan ve katılmayı kabul eden 83 hasta çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya alınma ölçütleri hastanın en az ilkokul düzeyinde eğitimi olması, akne tanısının kesinleşmiş olması, akne dışında ek bir hastalığın (psikiyatrik hastalıklar da dahil olmak üzere) olmaması, geçirilmiş kafa travması ve konvülsiyon öyküsünün bulunmamasıdır. Kontrol grubunu yaş, cinsiyet gibi sosyodemografik özellikler açısından hasta grubuna benzer özellikler taşıyan, akne ya da başka bir hastalığı olmayan, geçirilmiş kafa travması ve konvülsiyon öyküsü bulunmayan 58 sağlıklı birey oluşturmaktadır. Hasta ve kontrol grubunun sosyodemografik özellikleri Tablo 1'de görülmektedir. Gruplar arasında sosyodemografik değişkenler açısından anlamlı bir fark yoktur.

Araçlar

Çalışmaya alınan hastalara ve kontrol grubuna sosyodemografik ve klinik bilgi formu, Global Akne Derecelendirme Ölçeği (GADÖ), Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği (HADÖ), Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği (LSKÖ), Rosenberg Benlik Değeri Ölçeği (RBDÖ) ve Otomatik Düşünceler Ölçeği (ODÖ) uygulanmıştır.

Sosyodemografik ve Klinik Bilgi Formunda hastanın sosyodemografik özellikleri (yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi, medeni durum, meslek), akne ile ilgili bilgiler (yerleşim yeri, kronisite, şiddet), uygulanan tedavi, hastanın akne ile ilgili subjektif şiddet değerlendirmesi sorgulanmaktadır. GADÖ, Doshi ve arkadaşları (1997) tarafından geliştirilen ve akne şiddetini belirlemeye yarayan bir ölçektir. Yüz (alın, sol ve sağ yanak, burun, çene), göğüs ve sırtın üst bölümü olmak üzere 6 yerleşim yerinde pilosebase ünitelerin yoğunluğu ve dağılımını değerlendirilmekte ve hastalara 0 ile 44 arasında global akne puanı verilmektedir. Hastadaki akne şiddeti bu puan kullanılarak ayrıca şu şekilde derecelendirilebilmektedir: ?Akne yok (0 puan), hafif şiddette (1-18 puan), orta şiddette (19-30 puan), şiddetli (31-38 puan) ve çok şiddetli (>39 puan)?. Akne yerleşim yeri ise ?ağırlıklı yüz, ağırlıklı gövde ve eşit ağırlıklı yüz-gövde? biçiminde üç sınıfta değerlendirilmiştir. Sosyodemografik ve Klinik Bilgi Formunda hastanın kendindeki aknelerin şiddetini değerlendirmesi için hazırlanmış olan 10 cm. uzunluğunda ve 10 eşit parçaya bölünerek üzerine 0 ile 10 arasında puanların yazıldığı bir görsel analog değerlendirme cetveli hazırlanmıştır. Görüşmede bu cetvel gösterilerek hastalardan ?0 (aknem yok)? ve ?10 (aknem çok şiddetli)? arasında bir puan vererek akne şiddetini değerlendirmeleri istenmiştir.

HADÖ, likert tipinde bir öz-değerlendirme ölçeğidir. Yedisi depresyon, yedisi anksiyete belirtilerini araştıran toplam 14 maddeden oluşmaktadır. Ölçek bedensel hastalığı olanlarda anksiyete ve depresyonu kısa sürede tarayarak risk gruplarını belirlemeye yönelik bir tarama testidir. HADÖ ölçeği Zigmond ve Snaith (1983) tarafından geliştirilmiştir. Türkçe formunun geçerlik ve güvenilirlik çalışmaları Aydemir ve arkadaşları (1997) ile Özgüven ve arkadaşları (1997) tarafından yapılmış olup, kesme noktaları anksiyete alt ölçeği için 10, depresyon alt ölçeği için 7 olarak saptanmıştır.

LSKÖ, 24 sorudan oluşan likert tipinde bir öz-değerlendirme ölçeğidir. Çeşitli sosyal durumlarla ilgili olarak ortaya çıkan kaygı ve kaçınma şiddetini sorgulamaktadır. Birincisi sosyal ortamlarda yaşanan kaygı düzeyini ve ikincisi kaçınma davranışının şiddetini ölçmeye yönelik iki alt-ölçek içermektedir. Her bir alt-ölçekten alınabilecek puanlar 0 ve 72 arasında değişebilmekte ve toplam ölçek puanı 0 ile 144 arasında olmaktadır. Alınan puanın yükselmesi sosyal kaygının ve kaçınmanın şiddetlendiğini göstermektedir. Önerilen kesim puanı herbir alt ölçek için 25 ve toplam puan için 50'dir. Ölçek Liebowitz (1987) tarafından geliştirilmiş, geçerlik ve güvenilirlik çalışmaları Heimberg ve arkadaşları (1999), Türkçe formunun geçerlik ve güvenilirlik çalışması Soykan ve arkadaşları (2003) tarafından yapılmıştır.

RBDÖ, 10 sorudan oluşan likert tipinde bir öz-değerlendirme ölçeğidir. Rosenberg (1965) tarafından geliştirilmiştir. İlk on maddesi benlik saygısını değerlendirmek için kullanılmaktadır. Türkçe formunun geçerlik güvenilirlik çalışması Çuhadaroğlu (1986) tarafından yapılmıştır. İlk 10 sorudan alınan toplam puan 0-1 ise benlik saygısının yüksek, 2-4 ise orta düzeyde, 5-6 ise düşük olduğunu göstermektedir.

ODÖ, Hollan ve Kendall tarafından (1980) hastalarda depresif otomatik düşüncelerin sıklığını objektif olarak belirlemek amacı ile geliştirilmiştir. Otuz maddeden oluşan likert tipinde bir öz-değerlendirme ölçeğidir. Ölçekten elde edilebilecek puan 30 ile 150 arasında değişebilmektedir ve alınan puanın artması hastanın depresif otomatik düşüncelerinin arttığı anlamına gelir. Türkçe formunun geçerlik ve güvenilirlik çalışmaları Aydın ve Aydın (1990) ve Şahin ve Şahin (1992) tarafından gerçekleştirilmiştir.

İşlem

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı polikliniğine başvuran tüm akne hastaları çalışma hakkında bilgilendirilmiş, çalışmaya alınma ölçütlerini karşılayan ve katılmayı kabul eden hastalara yazının ikinci yazarı tarafından aynı gün dermatolojik muayene uygulanmıştır. Bu görüşmede hastanın akne şiddeti, akne yerleşim yeri, hastanın subjektif akne şiddeti değerlendirmesi gibi klinik değişkenler değerlendirilmiştir. Ardından hastaya, ilk 2 gün içinde, yazının birinci yazarı tarafından araştırma formları ve ölçekleri uygulanmıştır. Görüşme ve ölçeklerin uygulanması ortalama 30 dakika sürmüştür.

Analiz

Bulguların analizi ?SPSS for Windows 11.0? paket programında yapılmıştır. Bağımsız gruplar arası karşılaştırmalarda sürekli değişkenler için t testi ve tek yönlü varyans analizi, kategorik değişkenler için ki-kare testi, sürekli değişkenler arasındaki ilişkinin saptanmasında ise Pearson korelasyon katsayısı kullanılmıştır. İstatiksel anlamlılık düzeyi 0.05 olarak belirlenmiştir.

BULGULAR

Hastaların akne ile ilgili klinik özellikleri Tablo 2'de sunulmuştur. Hastaların yaklaşık dörtte üçünde akne yerleşim yeri yüzdedir; yaklaşık yarısında akne klinik şiddeti orta, yaklaşık dörtte birinde ise yüksek düzeydedir. Hastaların kendilerinin yaptığı subjektif akne şiddeti değerlendirmesinde ise, aknelerini doktorların yaptıkları değerlendirmeden (40 üzerinden ortalama 22) daha şiddetli olarak değerlendirmiş, kendi aknelerine şiddetli sayılabilecek bir puan, 10 puan üzerinden ortalama 7 vermişlerdir. Bütün bu klinik değişkenler açısından kadın hastalar ile erkek hastalar arasında fark yoktur. Akne kronisitesi kadınlarda yaklaşık 6 yıl, erkeklerde ise yaklaşık 4 yıldır ve bu açıdan iki grup arasında anlamlı fark saptanmıştır.

Hasta ve kontrollerin psikiyatrik ölçeklerden aldıkları ortalama puanlar ve iki grubun karşılaştırılması ile elde edilen sonuçlar Tablo 3'de gösterilmiştir. Tabloda da görülebileceği gibi, hastalar tüm ölçeklerde kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksek puanlar almıştır. Hastaların % 25.6'sı LSKÖ'den, % 32.9'u LSKÖ-Kaygı Alt ölçeğinden, % 27.7'si LSKÖ-Kaçınma Alt ölçeğinden, % 36.1'i HADÖ ölçeğinden, % 30.1'i HADÖ-Depresyon Alt ölçeğinden, % 50.6'sı HADÖ-Anksiyete Alt ölçeğinden kesim puanının üzerinde puan almışlardır.

Kadın ve erkek hastalar arasında ölçek puanları açısından anlamlı farklılık saptanmamıştır. Akne yerleşim yeri ağırlıklı yüz, ağırlıklı gövde ve eşit ağırlıklı olan üç hasta grubunun ölçeklerden aldıkları puanlar arasında anlamlı fark saptanmamıştır.

Hastalardaki yüksek ölçek puanlarının sosyodemografik ve klinik değişkenlerle ve birbirleriyle ilişkisi Pearson korelasyon analizi ile incelenmiş ve bulgular Tablo 4'de gösterilmiştir. Akne süresi yaşla birlikte artmakta (p< .001), akne şiddeti ise yaşla birlikte azalmaktadır (p<.05). Yaşın artmasıyla sosyal kaygı anksiyete alt ölçeği puanı azalmaktadır (p<.05). Eğitim süresi tüm ölçek puanlarıyla negatif korelasyon göstermektedir. Doktor tarafından değerlendirilen objektif akne şiddeti, hastaların yaptığı subjektif akne şiddeti değerlendirmesi ile ilişkili bulunmuştur (p<.01). Ancak hastaların subjektif değerlendirmesi ile yaş, eğitim ve psikolojik belirtiler arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Ölçek puanlarının birbirleriyle ilişkisine bakıldığında, RBDÖ dışındaki tüm ölçeklerin birbiriyle korele olduğu saptanmıştır (p< .01).

Ölçek puanlarının birbirleri ve sosyodemografik değişkenler ile ilişkisi kontrol grubunda da analiz edilmiş, ölçekler birbiri ile anlamlı korelasyonlar göstermekle birlikte, sağlıklı bireylerin yaşı ve eğitimi ile ölçek puanları arasında, hasta grubun aksine, ilişki saptanmamıştır.

TARTIŞMA

Bu çalışmada akne hastalarında sağlıklı kontrollere göre sosyal kaygı, sosyal kaçınma, genel kaygı, depresyon, hatalı otomatik düşünceler ve benlik değeri düşüklüğü açısından farklılık olup olmadığı incelenmiş ve bu belirtilerde etkili olabilecek sosyodemografik faktörler araştırılmıştır.

Daha önce yapılmış birçok çalışmada akne utangaçlık ve sosyal inhibisyon, kendilik değeri ve kendine güvende azalma, beden algısında bozulma, intihar fikirleri, somatik belirtiler, anksiyete ve depresyonla ilişkili bulunmuş ve aknenin etkili tedavisi sonucunda bu belirtilerde düzelme sağlandığı gösterilmiştir (Ferahbaş ve ark. 2004, Kellet ve Gawkrodger 1999, Khan ve ark. 2001, Rubinow ve ark. 1987, Tan 2004, Thomas 2004, van der Meeren ve ark.1985).
Ancak akneli hastalarda anksiyete ve depresyon düzeylerinin değişmediğini öne süren çalışmalar da vardır (Aktan ve ark. 2000, Myhill ve ark. 1988).

Bizim çalışmamız akneli hastalarda psikiyatrik morbiditenin arttığını bildiren çalışmaların sonuçlarını desteklemektedir. Akne hastalarında sosyal kaygı, sosyal kaçınma, genel kaygı, depresyon, hatalı otomatik düşünceler kontrol grubuna göre yüksek, benlik değeri ise düşüktür. Ancak bu psikolojik belirtilerde etkili olabilecek sosyodemografik ve klinik risk faktörleri ile ilgili incelemede, belirtilerle ilişkili olduğu saptanan tek değişken, hastaların yaşı olmuştur. Hastaların yaşı küçüldükçe yaşadıkları psikolojik belirtiler şiddetlenmektedir. Ergenliğin beden imajı ve buna bağlı kaygıların en yoğun ve aynı zamanda kişilerin karşılaştıkları sorunlarla başetme becerilerinin en kısıtlı olduğu dönem olduğu düşünüldüğünde, yaş ile psikolojik belirtiler arasındaki bu ilişki şaşırtıcı değildir. Yaş ilerledikçe hastaların dış görünümlerine ilişkin kaygıları azalmakta, buna karşılık, aknenin getirdiği sorunlarla başetme becerileri artmakta olabilir.

Çalışmamızda eğitim süresi azaldıkça yaşanan psikolojik belirtilerin arttığı görülmektedir. Bu durumun, eğitim süresinin azlığından kaynaklanan donanımsızlık ile başetme ve problem çözme becerilerinde düşüklük nedeniyle olabileceği düşünülmüştür.

Hipotezimizin aksine, yaşanan psikolojik belirtiler akne şiddeti ile ilişkili bulunmamıştır.
Akne ve psikiyatrik morbidite ilişkisini araştıran çalışmaların çoğu şiddetli aknesi ya da kistik aknesi olan hastalarla yapılmıştır, oysa klinik popülasyondaki akne hastalarının çoğunu hafif ya da orta şiddetteki vakalar oluşturmaktadır. Gupta ve arkadaşları (1990) hafif-orta şiddette aknesi olan 10 hastanın tümünün tedavi sonrasında ruhsal durumlarının düzeldiğini saptamış, hastaların tümü utangaçlıklarının azaldığını, genel görünümlerinden daha memnun olduklarını, beden algılarının daha olumlu olduğunu bildirmişlerdir. Bizim çalışmamıza alınan akne hastaları, bu bakımdan klinik popülasyonu iyi yansıtmakta ve aknenin psikolojik sıkıntılara yol açması için şiddetli olması gerekmediğini göstermektedir. Çalışmaya alınan hastalarda psikolojik belirtiler ile akne şiddeti arasında ilişki bulunmamış olması da bununla ilgili olabilir. Hafif-orta şiddetli akne de önemli ölçüde stres ve kaygılara yol açabilmekte ve bu hastalar şiddetli aknesi olanlar kadar sosyal anksiyete ve diğer psikolojik sorunlar yaşayabilmektedirler (Gupta ve ark. 1990).

Çalışmaların bazılarının kontrollü yapılmaması ya da kontrol grubu sayılarının yeterli olmaması ile akne şiddetinin hastaların kendisinin yaptığı subjektif derecelendirmesinden ziyade dermatalog tarafından yapılmış olmasının da çelişkili sonuçlara neden olabileceği düşünülmektedir. Klinisyenin objektif derecelendirmesi daha hassas ve değerli olmakla birlikte kişinin kendisiyle ilgili algısı psikolojik durumunu, davranış ve kişilik özelliklerini önemli ölçüde etkilemektedir. Wu ve arkadaşları (1988) hastaların ve dermatologların akne derecelendirmesini yalnızca %60 oranında birbiriyle uyumlu bulunmuştur. Bu çalışmada aknelerini şiddetli olarak değerlendiren hastaların daha hafif aknesi olanlar ve kontrol grubuna göre daha yüksek düzeyde anksiyete yaşadıkları gösterilmiştir. Başka bir çalışmada da hastaların özellikle yüzdeki akneyi klinisyenden daha şiddetli olarak derecelediği görülmektedir (Kellet ve Gawkrodger 1999). Bizim çalışmamızda hastaların akneleri ile ilgili subjektif şiddet değerlendirmesi, klinisyen tarafından yapılan objektif değerlendirme ile ilişkili bulunmuştur, ancak hastaların aknelerine verdikleri puanlar, objektif akne skorlarına göre oldukça yüksek görünmektedir. Hastalar aknelerini gerçekte olduğundan daha şiddetli algılamaktadır ancak, hastaların subjektif değerlendirmesi ile psikolojik belirtiler arasında, tıpkı objektif şiddet değerlendirmesinde olduğu gibi, anlamlı bir ilişki saptanmamıştır.

Aktan ve arkadaşları (2000) ve Kellet ve Gawkrodger (1999) aknenin yol açtığı psikolojik etkilerin kadınlarda erkeklerden daha fazla görüldüğünü öne sürmektedirler, ancak bizim çalışmamızda akneli kadın ve erkek hastalar arasında araştırılan psikiyatrik parametreler açısından anlamlı bir fark saptanmamıştır. Bu bulgu, hastalarımızın büyük bölümünün ergenlik döneminde olması ile ilişkili olabilir. Bilindiği gibi ergenlik döneminde beden imajı ve dış görünüş, yalnız kadınlarda değil, erkeklerde de büyük önem taşımakta ve bu dönem her iki cinsiyet için de zorlu bir dönem olmaktadır.

Akne birincil olarak yüzde yerleştiğinde psikolojik işlevselliğe etkisi daha fazla olmaktadır. Sırt ya da gövdede olduğunda ise giysi ile büyük ölçüde saklanabildiğinden daha az sıkıntıya yol açmaktadır. Tedavi sonunda da ağırlıklı olarak yüz yerleşimli aknesi olan hastaların depresyon ve anksiyetelerinin daha büyük ölçüde değiştiği, gövde yerleşimli akneli hastalarda ise tedaviye bağlı değişikliğin daha az olduğu gözlenmektedir (Kellet ve Gawkrodger 1999, Rubinow ve ark. 1987). Bizim çalışmamızda hastaların büyük kısmının (%80) yüz yerleşimli aknesi mevcuttu. Ancak bu çalışmada akne yerleşim yeri ve psikiyatrik ölçek skorları arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı.

Akne hastalarında rastlanan psikolojik belirtilerin diğer dermatolojik ya da dermatolojik olmayan hastalıklarda rastlanan belirtilerden farklılık taşıyıp taşımadığını araştıran çalışmalar da yapılmıştır. Gupta ve Gupta (1998a) akneli hastalarda depresyon skorlarını alopesi, atopik dermatit ve psöriatik hastalara göre daha yüksek, Kellet ve Gawkrodger (1999) akneli hastalardaki emosyonel stres ve anksiyete düzeyini genel dermatoloji, psöriazis, onkoloji hastalarından yüksek, psikiyatri hastalarından ise daha düşük, Mallon ve arkadaşları (1999) ise akneli hastaların psikolojik ölçek puanlarını epilepsi, diyabet, astım, koroner arter hastalığı olanlarınkinden daha kötü bulduklarını saptamışlardır. Bizim çalışmamızın önemli bir eksikliği bu çalışmada normal kontrollere ek olarak, görünür lezyonu olmayan başka bir dermatolojik hastalık seçerek başka bir kontrol grubu oluşturulamamasıdır.

Çalışmaya alınan hastaların aknelerinin genel olarak düşük şiddette olmasının genel klinik popülasyonu iyi yansıtmasının getirdiği avantajlar yanında, şiddetli aknesi olan hastaların, bu çalışmada yeterince temsil edilmemiş olması, hastalardaki sosyal kaygıya ilişkin risk faktörlerinin saptanamamasında etkili olmuş olabilir. Bu hastalarda sosyal kaygı ile ilişkili olabilecek kişilik özellikleri, reddedilme yaşantıları gibi faktörlerin araştırılmamış olması ise çalışmanın bir başka sınırlılığıdır. Bunun yanında hastalara psikiyatrik değerlendirme için standardize değerlendirme araçları uygulanmamıştır. Psikiyatrik morbiditenin araştırılması açısından SCID gibi standart görüşme araçlarının kullanılmasının yararlı olacağı düşünülmüştür.

Çalışmalarda göze çarpan bir başka nokta da aknenin psikososyal etkilerinin değerlendirilmesinde standart psikometrik ölçümlerin yetersiz kalabileceği ve aknenin tüm psikososyal etkilerini ölçebilen psikometrik yöntemlere ihtiyaç olduğudur. Akne tedavisinin değerlendirilmesinde kullanılan klinik derecelendirmeye son zamanlarda hasta açısından değerlendirmeyi içeren yaşam kalitesi ölçümleri eklenmiştir (Klassen ve ark. 2000). Gupta ve arkadaşları (1998b) hafif ve orta şiddetteki hastalar için akne şiddeti ve psikolojik morbiditeye duyarlı akneye özgü sosyal ve mesleki yaşam kalitesi alt gruplarını içeren 12 maddelik yaşam kalitesi ölçeği geliştirmişlerdir.

Sonuç olarak, akne vulgaris önemli psikolojik ve psikiyatrik komplikasyonlara yol açma potansiyeli olan ve kişinin yaşam kalitesini olumsuz olarak etkileyebilen bir hastalıktır. Bu çalışmada, akne vulgarisi olan hastaların depresyon ve anksiyete düzeylerinin yüksek olduğu, sosyal anksiyete ve sosyal kaçınma belirtilerinin yoğun ve kendilik değerlerinin düşük olduğu, bunun ise akne şiddeti ile ilgili olmaktan çok genç yaşta ve eğitimsiz olmayla ilişkili olduğu saptanmıştır. Bu bulgu, hastalarda aknenin iyi bir biçimde tedavi edilmesi dışında genç yaşta ve daha eğitimsiz olmaktan kaynaklanan donanımsızlığın ve aknenin yarattığı sosyal ve bireysel sıkıntıların giderilebilmesi için psikolojik desteğin yararlı olacağını düşündürmektedir. Birçok çalışmada da aknenin kişinin psikolojik durumuna birçok kronik hastalıktan daha fazla zarar verdiği gösterilmiştir. Yaş, eğitim düzeyi, sosyal ve kültürel faktörler, kişilik yapısı, kişinin algıları ve hastalıkla ilgili bazı durumlar (süre, şiddet, yerleşim yeri, skar oluşumu) bu durumu etkilemektedir. Aknenin sıklıkla en yoğun sosyal ve fiziksel değişikliklerin görüldüğü, kimlik gelişiminin yaşandığı ve kalıcı psikolojik sekellerin gelişebileceği ergenlik döneminde ortaya çıkması da, bu komplikasyonların önlenmesinin önemini göstermektedir. Tüm bu nedenlerle akne rahatsızlık veren bir deri hastalığı olduğu kadar hastanın psikolojik ve emosyonel işlevselliğine büyük zarar verme potansiyeli olan bir hastalık olarak ele alınmalı ve tedavi planında psikiyatrik değerlendirme ve psikolojik desteğe yer verilmelidir.

KAYNAKLAR

Aktan S, Özmen E, Sanlı B ve ark. (2000) Anxiety, depression and nature of acne vulgaris in adolescents. International Journal of Dermatology, 39: 354-357.
Aydemir Ö, Güvenir T, Küey L ve ark. (1997) Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği Türkçe Formunun geçerlilik ve güvenilirliği. Türk Psikiyatri Dergisi, 8:280-187.
Aydın G, Aydın O (1990) Otomatik Düşünceler Ölçeğinin geçerlik ve güvenirliği. Psikoloji Dergisi, 7(4):51-57.
Barankin B, DeKoven J (2002) Psychosocial effect of common skin diseases. Can Fam Physician, 48: 712-6.
Çuhadaroğlu F (1986) Adolesanlarda Benlik Saygısı. Uzmanlık Tezi. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ankara.
Doshi A, Zaheer A, Stiller MJ ve ark. (1997) A comparison of current acne grading systems and proposal of a novel system. Int J Dermatol, 36:416-418.
Ferahbaş A, Turan MT, Esel E ve ark. (2004) A pilot study evaluating anxiety and depressive scores in acne patients treated with isotretinoin. J Dermatolog Treat, 15(3): 153-7.
Folks DG, Warnock JK (2001) Psychocutaneous disorders. Curr Psychiatry Raep, 3(3):219-25.
Hanna S, Sharma J, Klotz J ve ark. (2003) Acne vulgaris: more than skin deep. Dermatol Online J, 9(3): 8.
Gupta MA, Gupta AK, Schork NJ ve ark. (1990) Psychiatric aspects of the treatment of mild to moderate facial acne. Int J Dermatol, 29(10):719-21.
Gupta MA, Gupta AK (1998a) Depression and suisidal ideation in dermatology patients with acne, alopecia areata, atopic dermatitis and psoriazis. Br J Dermatol, 139(5):846-50.
Gupta MA, Johnson **, Gupta AK ve ark. (1998b) The development of an acne quality of life scale: reliability, validity, and relation to subjective acne severity in mild to moderate acne vulgaris. Acta Derm Venerol (Stockh), 78:451-456.
Gupta MA, Gupta AK (2003) Psychiatric and psychological co-morbidity in patients with dermatologic disorders: epidemiology and management. ** J Clin Dermatol, 4(12): 833-42.
Heimberg RG, Horner KJ, Juster HR ve ark. (1999) Psychometric properties of the Liebowitz Social Anxiety Scale. Psychological Medicine, 29:199-212.
Hollan SD, Kendal PC (1980) Cognitive self-statements in depression: Development of an Automatic Thoughts Questionnaire. Cognitive Therapy and Research, 4:383-395.
Kaymak Y, Kalay M, Ilter N, Taner E (2006) The incidence of depression related to isotretinoin treatment in 100 acne vulgaris patients. Psychol Rep (yayında).
Kellet SC, Gawkrodger DJ (1999) The psychological and emotional impact of acne and the effect of treatment with isotretinoin. Br J Dermatol, 140(2):273-82.
Khan MZ, Naeem A, Mufti KA (2001) Prevalance of mental health problems in acne patients. J Ayub Med Coll Abbottabad, 13(4): 7-8.
Klassen AF, DPhil, Newton JN ve ark. (2000) Measuring quality of life in people referred for specialist care of acne: Comparing generic and disease-spesific mesaures. J ** Acad Dermatol, 43:229-33.
Koo JY, Smith LL (1991) Psychologic aspects of acne. Pediatr Dermatol, 8(3):185-8.
Liebowitz MR (1987) Social phobia. Modern Problems of Pharmacopsychiatry, 22:141-173.
Mallon E, Newton JN, Klassen A ve ark. (1999) The quality of life in acne: a comparision with general medical conditions using generic questionnaries. Br J Dermatol, 140(4):672-6.
Montgomery S (1995) Social Phobia: A clinical Review. Basel-Switzerland, World Psychiatric Association Social Phobia Task Force.
Myhill JE, Leichtman SR, Burnett JW ve ark. (1988) Self-esteem and social assertiveness in patients receving isotretinoin treatment for cystic acne. Cutis, 41:171-3.
Oberlander EL, Schneier FR, Liebowitz MR ve ark. (1994) Physical disability and social phobia. J Clin Psychopharmacol, 14(2):136-143.
Özel-Kızıl ET, Akbostancı EC, Özgüven HD, Atbaşoğlu EC (2006) Hareket bozukluklarında ikincil sosyal anksiyete. Türkiye Psikiyatri Derneği Yıllık Toplantısı 10. Bahar Sempozyumu Program ve Özet Kitabı, 28 Mart-2 Nisan 2006, İstanbul, s. 140-141.
Özgüven HD, Köker S, Canat S ve ark. (1997) Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği'nin Bir Ankara Örnekleminde Geçerlik ve Güvenirliği. 3P (Psikiyatri Psikoloji Psikofarmakoloji) Dergisi, 5(3):197-201.
Özgüven HD, Kundakçı N, Boyvat A ve ark. (2000) Psöriyazis Hastalarında İkincil Sosyal Anksiyete. Türk Psikiyatri Dergisi, 11(2):121-126.
Rosenberg M (1965) Society and adolescent self-image. New Jersey: Princeton University Press.
Rubinow DR, Peck GL, Squillace K ve ark. (1987) Reduced anxiety and depression in cystic acne patients after successful treatment with oral isotretinoin. J ** Acad Dermatol, 17:25-32.
Soykan C, Özgüven HD, Gencoz T ve ark. (2003) Liebowitz Social Anxiety Scale: the Turkish version. Psychol Rep, 93:1059-69.
Şahin NH, Şahin N (1992) Reliability and validity of the Automatic Thoughts Questionnaire. J Clin Psychology, 48: 334-340.
Tan JK (2004) Psychosocial impact of acne vulgaris: evaluating the evidence. Skin Therapy Lett, 9(7): 1-3.
Thomas DR (2004) Psychosocial effects of acne. J Cutan Med Surg, 4:3-5.
van der Meeren HLM, van der Meeren WW, van der Hurk CMAM (1985) The psychological impact of severe acne. Cutis, 36(1):84-6.
Wu SF, Kinder BN, Trunnell TN ve ark. (1998) Role of anxiety and anger in acne patients: A relationship with the severity of the disorder. J ** Acad Dermatol, 18:325-33.
Zigmond AS, Snaith PR (1983) The hospital anxiety and depression scale. Acta Psychiatr Scand, 67: 361-70.

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Temmuz 2009       Mesaj #116
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Obsesif Kompulsif Bozuklukta Psikofarmakolojik Tedavinin Yaşam Kalitesine Etkisi

Dr. Lütfullah BEŞİROĞLU, Dr. Faruk UĞUZ, Dr. Ertan YILMAZ, Dr. Mehmet Yücel AĞARGÜN, Dr. Rüstem AŞKIN, Dr. Adem AYDIN

GİRİŞ

Uzun yıllar "sağlıklılığın" değerlendirilmesinde ya da sağlığın ölçümünde morbidite, mortalite ve beklenen yaşam süresi gibi niceliksel kavramlar esas alınmıştır (Eser ve ark. 1999a). Bu terimler fizyolojik veya ruhsal bir hasarın ya da işlev bozukluğunun yalnızca bireyin kendisinde nesnel olarak saptanan etkisine atıfta bulunmaktadır. (Suser 1990). Bu yaklaşıma koşut olarak ruhsal hastalıklarda tedaviye yanıt oranları ve yanıt ile ilişkili olan etmenleri araştıran çalışmaların büyük çoğunluğunda, incelenen değişkenler de niceliksel olarak değerlendirilmiştir (Gill ve Feistein 1994). Son yıllarda bu yaklaşımın sağlıklılığın değerlendirilmesi ve ölçümünde yeterli olmadığı düşüncesi ortaya çıkmış, fizyolojik ya da ruhsal bir patolojinin olumsuz etkileri hakkında kişinin öznel değerlendirmesi ve farkındalığı önem kazanmıştır (Lehman ve ark. 1983). Bunun sonucu olarak iyilik hali ve yaşam kalitesini ölçülebilir kılma girişimleri artmış, sağlığın ekonomik, sosyal ve benzeri farklı boyutları da değerlendirme kapsamına alınmıştır (WHOQOL Group 1994, Eser ve ark. 1999, World Health Organization 1997).

Obsesif-kompülsif bozukluk (OKB) bilişsel, duygusal ve davranışsal bileşenleri ile kişinin aile ile ilgili, mesleki ve sosyal işlevselliğini olumsuz yönde etkileyen süreğen bir rahatsızlıktır (Hollander ve ark. 1998). Psikiyatrik hastalıklar içinde fobiler, madde kullanımı ve duygulanım bozukluklarından sonra dördüncü sıklıkta gelmektedir (Karno ve ark. 1988). Ülkemizde yapılan çalışmalarda ise yaşam boyu yaygınlığı %2.5?6.2, 12 aylık yaygınlığı %0.5-5.6 arasında bulunmuştur (Doğan ve ark. 1995, Erol ve ark. 1997, Kırpınar ve ark. 1997, Çilli ve ark. 2004).

Son yıllarda OKB'nin ilaç tedavisi ile ilgili olarak önemli gelişmeler sağlanmasına rağmen, hastaların %40-60'ının tedaviye yeterli derecede yanıt vermediği anlaşılmaktadır (McDonough ve Kennedy 2002). Hem toplumda yüksek görülme oranı hem de hastalık ile oluşan belirgin işlevsellik kaybına rağmen bazı olgularda yetersiz tedavi yanıtı, hastalığı kişi için bireysel ve toplumsal anlamda bir yük haline getirmektedir. Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre OKB, işlevselliği olumsuz yönde etkileyen fiziksel ve ruhsal hastalıklar arasında genelde onuncu sırada, 15-44 yaş arasındaki kadınlarda ise beşinci sırada yer almaktadır (World Health Organization 1999). Bu açıdan OKB ve yaşam kalitesi arasındaki ilişki son yıllarda giderek daha fazla ilgi çekmektedir. OKB' de yaşam kalitesini kesitsel olarak araştıran çalışmalarda en fazla etkilenen alanlar psikolojik sağlık, sosyal ilişkiler ve bağımsızlık düzeyi olarak bulunmuştur (Koran ve ark. 1996, Bobes ve ark. 2001). Bobes ve arkadaşları (2001) OKB ve şizofreni olan hastaların işlevselliğinin benzer şekilde etkilendiğini bulurken, Stengler-Wenzke ve arkadaşları (2006) ise OKB olan hastalarda psikolojik sağlık ve sosyal ilişkiler alanlarında şizofreni hastalarına oranla daha olumsuz etkilenme olduğunu bulmuşlardır.

OKB'de yaşam kalitesi hakkındaki verilerden hastalığın doğasının daha iyi anlaşılmasında, doktor-hasta ilişkilerinin iyileştirilmesinde, tedavi hizmetlerinin seçiminde, tedavi sonuçlarının izlenmesinde ve tedavi yöntemlerinin karşılaştırılmasında yararlanılabileceği düşünülmektedir. OKB'de tedavinin yaşam kalitesine etkisini araştıran çalışmalar yeterli olmayıp bu konuda ülkemizde yapılmış bir çalışma bulunmamaktadır. Bu bağlamda, bu çalışmada ilk defa psikiyatrik yardım arayan OKB hastalarında tedavinin yaşam kalitesine olan etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Ayrıca tedavi sonrası yaşam kalitesi düzeyi ile ilişkili olması beklenen tedavi öncesi değişkenlerin tedavi sonrası yaşam kalitesi ile ilişkisi araştırılmıştır.

YÖNTEMLER

Selçuk Üniversitesi Hastanesi psikiyatri polikliniğine ardışık olarak başvuran 53 erişkin OKB hastası (13 erkek, %25; 40 kadın %75) (yaş ortalaması=32.7±12.2) çalışmanın örneklemini oluşturdu. Hastalar için çalışmaya alınma ölçütleri; a) DSM-IV tanı ölçütlerine göre tanı konmuş olması, b) çocukluk çağında sekel bırakan bir hastalık ya da kafa travması geçirmemiş olması, nörolojik bozukluk veya zekâ geriliğinin olmaması, c) görüşme esnasında veya geçmişte DSM-IV tanı ölçütlerine göre şizofreni, diğer psikotik bozukluklar, madde bağımlılığı ya da kötüye kullanımı tanısı almamış olması, d) yaşam kalitesini belirgin olarak etkileyecek ciddi bir süreğen fiziksel hastalığının olmaması (kanser, böbrek yetmezliği, diabetes mellitus, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, epilepsi, astım), e) 18?60 yaşları arasında olması, f) okuma yazma biliyor olması, g) gebe ya da bebek emziriyor olmaması ve h) ilk defa psikiyatrik yardım arıyor olması ve son 2 ay içinde herhangi bir psikotrop ilaç kullanmaması (psikiyatrist dışında hekimler tarafından reçetelenen) olarak belirlendi.

Gereçler

DSM-IV Eksen-I Bozuklukları İçin Yapılandırılmış Klinik Görüşme Aracı (SCID-I)

Hastalarda DSM-IV'e göre Eksen-I psikiyatrik bozukluk tanılarını araştırmak için görüşmecinin uyguladığı yarı-yapılandırılmış bir klinik görüşme aracıdır (First ve ark. 1997). Hastalık süresi, aile öyküsü, fiziksel hastalıkların varlığı gibi değişkenlerin de araştırılmasına olanak tanımaktadır. SCID-I'in Türkçeye uyarlama ve güvenilirlik çalışmaları Çorapçıoğlu ve arkadaşları (1999) tarafından yapılmıştır.

Yale-Brown Obsesyon Kompülsiyon Ölçeği (YBOKÖ)


Obsesif-kompülsif belirtilerin türü ve şiddetini ölçmek amacıyla Goodman ve arkadaşları (1989) tarafından geliştirilmiştir. Görüşmeci tarafından uygulanır. Toplam 19 maddeden oluşmaktadır fakat toplam puanın saptanması için yalnızca ilk 10 madde (madde1b ve 6b dışında) kullanılır. Her sorunun puanı 0-4 arasında değişmektedir. Ayrıca ölçeğin yanında belirti dağılımını araştırmaya yönelik Y-BOKÖ Belirti Kontrol Listesi bulunmaktadır. 11. madde ile hastaların içgörüsü değerlendirilebilmektedir. Türkçeye uyarlanması ve geçerlik-güvenilirlik çalışmaları Karamustafalıoğlu ve arkadaşları (1993) ve Tek ve arkadaşları (1995) tarafından yapılmıştır.

Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği (HDDÖ)

Hastalarda depresif belirtilerin şiddetini ölçmek üzere Hamilton (1960) tarafından geliştirilmiş ve Williams (1978) tarafından yapılandırılmış hale dönüştürülmüştür. Bu çalışmada 17 maddelik formu kullanılmıştır. Her sorunun puanı 0-4 arasında değişmekte ve görüşmeci tarafından uygulanmaktadır. Türkçeye geçerlik-güvenilirlik çalışması Akdemir ve arkadaşları (1996) tarafından yapılmıştır.

Dünya Sağlık Örgütü Yaşam Kalitesi Ölçeği Kısa Formu Türkçe Versiyonu (WHOQOL-BREF TR)

WHOQOL-BREF-TR, çeşitli ülkelerden başlangıçta 15 merkezin katkısıyla Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından yaşam kalitesinin öznel olarak değerlendirilmesi amacıyla geliştirilmiş bir değerlendirme aracıdır (WHOQOL Group 1994). Yirmi altı soru ve 4 alanı kapsamaktadır (World Health Organization 1997). Bu 4 alan fiziksel, psikolojik, sosyal ilişkiler ve çevre alanlarıdır. Kişinin hastalığın yarattığı somut ve fiziksel bulguları nasıl algıladığını ve yaşadığını, hastalık ile fiziksel aktivite, sosyal ilişkiler ve çevrenin nasıl bir ilişki içinde olduğunu ölçmektedir. Yanıtlar hastanın yaşadıklarının şiddetini, sıklığını, yaşadıklarına ilişkin yorumunu içermektedir. Fiziksel alanda gündelik işleri yürütebilme, ilaçlara ve tedaviye bağımlılık, canlılık ve bitkinlik, hareketlilik, ağrı ve rahatsızlık, uyku ve dinlenme, çalışabilme gücü ile ilgili sorular yer almaktadır. Psikolojik alan, olumlu ve olumsuz duygular, benlik saygısı, beden imgesi ve dış görünüş, kişisel inançlar ve dikkat; sosyal ilişkiler alanı ise diğer kişilerle ilişkiler, sosyal destek ve cinsel yaşam ile ilgili sorulardan oluşmaktadır. Ölçeğin çevre boyutunda ev ortamı, fiziksel güvenlik ve emniyet, maddi kaynaklar, sağlık hizmeti alabilme, boş zamanları değerlendirme, fizik çevre ve ulaşım ile ilgili sorular bulunmaktadır. Alan puanları 4-20 arasında ve 0-100 arasında ayrı ayrı hesaplanabilmektedir (WHOQOL Group 1998). Ölçeğe ait bir toplam puan hesaplanmamaktadır. Bu çalışmada 4-20 arası puanlar kullanılmıştır. Türkçe formunun geçerlik ve güvenilirliği Eser ve arkadaşları (1999 a,b) tarafından yapılmıştır.

Uygulama ve istatistik analiz

Başlangıçta tüm hastalar OKB ve diğer eksen-I bozuklukları için SCID-I, YBOKÖ, WHOQOL-BREF TR ve HDDÖ ile değerlendirildi. İki hasta ciddi fiziksel hastalığı olduğu için (biri epilepsi, biri kronik böbrek yetmezliği), 2 hasta psikotik bozukluk eştanısı aldığı için (biri kısa psikotik bozukluk, biri şizofreniform bozukluk), 1 hasta okuma yazma bilmediği için, 1 hasta da çalışmaya katılmayı kabul etmediği için çalışmaya alınmadı. Bilgilendirilmiş olurları alınarak çalışmaya katılmayı kabul eden hastaların her birine geliş sırasına göre sertralin 100-200 mg/gün, fluvoksamin 200-300 mg/gün ya da paroksetin 40-80 mg/gün tedavisi uygulandı. Hastaların hiç birine takip süreci boyunca herhangi bir ek tedavi ya da yapılandırılmış psikoterapi yöntemi uygulanmadı. Hastaların %68'i (n=36) 12 hafta sonra tekrar değerlendirildi. Hastaların 4'ü ilaç yan etkilerinden dolayı, 3'ü ilaçları düzensiz kullandığı için, 6'sı kontrole gelmediği için ve 4'ü takip değerlendirmesi esnasında yaşam kalitesi verileri elde edilemediği için çalışma dışı kaldı. Çalışmayı tamamlayan hastaların %31'i paroksetin (n=11), %31'i fluvoksamin (n=11) ve %38'i sertralin (n=14) kullanmakta idi. Tekrar değerlendirme sırasında hastalara YBOKÖ, HDDO ve WHOQOL-BREF TR uygulandı. Başlangıçta ve izlem sırasında tüm değerlendirmeler 5 yıllık klinik deneyime sahip bir psikiyatrist tarafından gerçekleştirildi. Tedavi öncesi ve sonrası değerlendirmeler arasındaki fark olup olmadığını değerlendirmek amacıyla bağımlı gruplarda t testi uygulandı. Tedavi sonrası yaşam kalitesi düzeyi ve tedavi öncesi değişkenler arasındaki ilişki öncelikle iki yönlü Pearson bağıntı analizi ile sonrasında çoklu regresyon analizleri (standart yöntem) ile araştırıldı. Regresyon analizlerine alınacak değişkenlerin bir kısmının tedaviden etkilenmediği göz önüne alındığında (örn: cinsiyet, hastalık süresi gibi), analizlere girecek değişkenler seçilirken sadece yapılan ikili bağıntı analizlerde tedavi öncesi ve sonrasında anlamlı ilişki olması şartı aranmamıştır. Bu bağlamda tedavi sonrası yaşam kalitesi ile ilişkili olması beklenen, hastalık süresi, cinsiyet, tedavi öncesi YBOKÖ toplam puanı, HDDÖ puanı, içgörü puanı, diğer eksen-I tanıların varlığı bağımsız, tedavi sonrası yaşam kalitesi alan puanları ise bağımlı değişken olmak üzere regresyon analizleri uygulanmıştır. Bu analizlerde kategorik değişkenler kukla değişken olarak kodlanmak suretiyle analizlere alınmıştır.

BULGULAR

Örnekleme ilişkin sosyodemografik ve bazı klinik değişkenler Tablo 1'de sunulmuştur. Çalışmayı tamamlayan 36 hastanın 8'i erkek (% 22), 28'i kadın (%78) ve yaş ortalaması 31.6±11.3 idi. Yirmi üç (%63.8) hasta ilk değerlendirme sırasında herhangi bir eksen-I bozukluğu eş tanısını karşıladı.

Tedavi öncesi ve sonrası YBOKÖ obsesyon, kompülsiyon ve toplam puanları, HDDÖ puanları ve WHOQOL-BREF TR alan puanları ve her iki ölçüm arasındaki karşılaştırma istatistikleri Tablo 2'de verilmiştir. Tedavi sonrası YBOKÖ obsesyon, kompülsiyon, toplam puanları ve HDDÖ puanları tedavi öncesi puanlardan anlamlı olarak daha düşük bulunmuştur. Yaşam kalitesi alanlarının hiçbiri için tedavi öncesi ve sonrası arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır.

Yaşam kalitesi alanları için her iki değerlendirme arasında fark bulunmamakla birlikte çalışma deseni ile uyumlu olarak, tedavi sonrası yaşam kalitesi düzeyi ile tedavi öncesi değişkenler arasındaki ilişki araştırılmıştır. Tedavi sonrası yaşam kalitesi alan puanları ve tedavi öncesi değişkenler arasında bağıntı katsayıları Tablo 3'de görülmektedir. Bu analizlerin sonucunda tedavi sonrası psikolojik sağlık ve tedavi öncesi HDDÖ puanları arasında anlamlı derecede negatif yönde bağıntı (r=-0.35, p <0.05) bulunmuştur. Tedavi sonrası sosyal ilişkiler puanı ile tedavi öncesi aynı alan puanı arasında anlamlı derecede pozitif yönde ilişki (r=0.63, p< 0.001) bulunurken, kompülsiyon puanı ile anlamlı derecede negatif yönde bağıntı bulunmuştur (r=-0.37, p<0.05). Diğer bağıntılar anlamlı bulunmamıştır. Cinsiyet, hastalık süresi, tedavi öncesi obsesyon ve kompülsiyon şiddeti, içgörü düzeyi, depresif belirtilerin şiddeti ve eş tanı varlığı bağımsız değişkenler olarak, tedavi sonrası yaşam kalitesi alan puanları ise bağımlı değişken olarak çoklu regresyon analizlerine sokulmuştur. Bu analizler sonucunda yalnızca tedavi sonrası sosyal ilişkiler alan puanı, tedavi öncesi kompülsiyon şiddeti ile anlamlı derecede bağıntılı bulunmuştur (R=0.48, R2=0.23, F değişikliği=1.18, B=0.69, SH=0.29, b =-0.51, t=-2.33, p<0.05). Diğer tedavi sonrası yaşam kalitesi alan puanlarını anlamlı olarak yordayan tedavi öncesi bir değişkene rastlanmamıştır.

Çalışmayı tamamlamayan hastaların (n=17, %32) nispeten yüksek oranda olması nedeniyle bu hastaların çeşitli hastalık özellikleri ve yaşam kalitesi açısından farklı bir grup olabilme durumu araştırılmıştır. Bu nedenle çalışmayı tamamlayan ve tamamlamayan hastaların cinsiyet, hastalık süresi, başlangıçtaki obsesyon, kompülsiyon ve toplam hastalık şiddeti, depresif belirtilerin şiddeti, içgörü düzeyi ve yaşam kaliteleri karşılaştırılmıştır. İzlem için gelmeyen hastaların tedavi öncesi kompülsiyon puanları (15.4±1.9) çalışmayı tamamlayan hastalardan (13.5±2.9) anlamlı olarak yüksek bulunmuş (t=2.45, df=1, p<0.05), diğer değişkenler açısından anlamlı fark bulunmamıştır (diğer sonuçlar gösterilmemiştir).

TARTIŞMA

Bu çalışmada OKB'de psikofarmakolojik tedavinin kısa dönemde yaşam kalitesine olan etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmanın sonucunda OKB olan hastalarda psikofarmakolojik tedavinin sonuçları nesnel olarak değerlendirildiğinde, şiddet puanlarında belirgin bir azalma görülürken, öznel yaşam kalitesi değerlendirmelerinde ise bir fark bulunamamıştır. Bağıntı analizlerinde tedavi sonrası psikolojik sağlık alan puanı tedavi öncesi depresyon şiddeti ile anlamlı derecede ilişkili bulunurken, sosyal ilişkiler puanı ise tedavi öncesi aynı alan puanı ve kompülsiyon şiddeti ile ilişkili bulunmuştur. Çoklu regresyon analizleri sonucunda yalnızca tedavi öncesi kompülsiyon şiddeti ile tedavi sonrası sosyal ilişkiler puanı arasında anlamlı ilişki ortaya çıkmıştır.

Daha önce farklı tedavi uygulamalarının OKB'de yaşam kalitesine olan etkisini değerlendirmek üzere yapılmış üç farklı çalışma bulunmaktadır. Bu konuda yapılan ilk çalışmada (Bystritsky ve ark. 1999) tedaviye dirençli hastalarda altı haftalık bir tedavi programının (ilaç ve davranışsal tedavi) yaşam kalitesi üzerindeki etkisi araştırılmıştır. Tedavi sonucunda hastalarda özellikle genel aktivite, sosyal ilişkiler ve sağlık algısı alanlarında anlamlı düzelme bulunmuştur. Fakat bu alanlardaki iyileşme, hastalık şiddeti ile bağıntılı bulunmamıştır. Tenney ve arkadaşları (2003) 12 hafta boyunca paroksetin ve venlafaksin tedavisinin yaşam kalitesine etkisini araştırmıştır. Yazarlar her iki ilaç tedavisi ile yaşam kalitesi düzeylerinde anlamlı düzelme bulmuş fakat iki tedavi arasında anlamlı bir fark bulamamıştır. Ayrıca hastaları tedaviye yanıt veren ve vermeyen olarak gruplandırdıklarında, yaşam kalitesindeki düzelmenin iki grupta birbirinden farklı olmadığını bulmuşlardır. Yaşam kalitesindeki düzelmenin obsesif kompülsif belirtilerdeki düzelmeden bağımsız olduğunu bulmuşlar ve bu düzelmeyi tedavinin plasebo etkisi olarak yorumlamışlardır. Daha uzun süreli tedavi çalışmaları ile bu etkinin ortadan kalkıp kalkmadığının test edilmesinin mümkün olabileceğini belirtmişlerdir. Bir diğer çalışmada Moritz ve arkadaşları (2005) 10 haftalık bir psikofarmakoloji ve bilişsel davranışçı tedavi (BDT) uygulaması sonucunda, hastaların tüm yaşam kalitesi alanlarında anlamlı bir düzelme bulmuş fakat bu düzelmenin en fazla depresyon şiddetindeki düzelme ile ilişkili olduğunu bulmuşlardır. Bu çalışmada ise daha önceki çalışmalardan farklı olarak tedavi öncesi ve sonrası hastaların yaşam kalitesi arasında herhangi bir fark bulunmamıştır. Ayrıca yeni bir bulgu olarak, tedavi öncesi kompülsiyon şiddetinin fazla olmasının tedavi sonrası sosyal ilişkiler alanında yaşam kalitesinin düşük olması ile ilişkili olduğu bulunmuştur.

Daha önce de belirtildiği gibi OKB'si olan hastaların önemli bir kısmı ilaç tedavisine yeterli yanıt vermemektedir. Son yıllarda OKB'nin tedavisinde psikofarmakoloji ve BDT'nin birlikte kullanımı neredeyse standart bir uygulama haline gelmiştir. BDT'nin ve diğer psikososyal yaklaşımların ilaç tedavisinin etkinliğini artırdığı bilinmektedir (McLeod 1997). Bu çalışmada ise yalnızca psikofarmakolojik tedavinin etkisi değerlendirilmiştir. OKB'nin olumsuz bireysel ve sosyal etkileri karşısında psikososyal yaklaşımları eksik tedavi süreçlerinin hastalığın olumsuz etkilerini yeterince azaltmadığı düşünülmektedir. Bu çalışmada önceki çalışmalardan da farklı olarak psikososyal ya da bilişsel davranışçı yaklaşımların uygulanmaması tedavi öncesi ve sonrası yaşam kalitesi açısından anlamlı fark bulunmamasını açıklayabilir. Ayrıca hastaların yaşam kalitelerini yorumlama biçiminin olumsuz ekonomik, sosyal ve kültürel koşullardan belirgin olarak etkilenebileceği düşünülmektedir. Hastalar tedavi altına alındıklarında ilaca bağlı kalma, hastaneye sık sık gitme, ilaç yazdırma, yakınları ve doktorlar tarafından tedaviye devam etmeleri ve ilaçlarını kullanmaları yönünde yapılan baskılar ve ilaç yan etkileri gibi olumsuzluklar ile karşılaşabilirler. Bir çalışmada, belirtilerinde azalma olmasına rağmen hastaların %78'i hala bazı sıkıntılar yaşadığını, %52'si aile ve sosyal hayatında zorluklarla karşılaştığını, %44'ü iş yaşamında zorlandığını, %24'ü ilaçların yan etkisinden yakınmaları olduğunu ifade ederken, yalnızca %11'i mevcut bir problem tanımlamamıştır (Hollander ve ark. 1998). Tüm bu etkenlere bağlı olarak tedavi sonrası yaşam kalitesinde anlamlı bir düzelme olmamasının açıklanabileceğini düşünmekteyiz.

Çalışmamızda regresyon analizi sonucunda ortaya çıkan bir bulgu olarak, tedavi öncesi kompülsiyon şiddetinin tedavi sonrası sosyal ilişkiler puanı ile ilişkili bulunmasının bir takım nedenleri olabileceği düşünülmektedir. Obsesyonların etkisine bağlı olarak yaşanan olumsuzluklar daha öznel olarak yaşantılanırken, kompülsiyonların etkisi ise hem öznel hem de sosyal açıdan daha fazla hissedilebilmektedir. OKB nedeniyle oluşan aile içi iletişim sorunları, duygusal katılımın sağlanamaması, cinsel yaşamda zorluklar, boş zamanların değerlendirilememesi, suçluluk duyguları gibi ek sorunlar hem hastanın hem de aile fertlerinin psikolojik ve sosyal işlevselliğini etkilemektedir (Freund ve Steketee 1989, Emmelkamp ve ark. 1990, Black ve ark. 1998). Bir çalışmada aile üyelerinin % 87'si törensel davranışların (kompülsiyonların) kendileri için çok sıkıcı bir durum haline geldiğini belirtmiştir (Cooper 1996). Ailelerin yaklaşık üçte birinden fazlasının rutin ev düzenlerinde hastaların belirtilerine göre değişiklikler olmaktadır (Calvocoressi ve ark. 1995). Tüm bu olumsuzlukların hastanın sosyal sorunlarına odaklanan psikososyal yaklaşımlar ve daha çok kompülsiyonlarda azalmayı hedefleyen davranışcı tedaviler olmaksızın, tek başına psikofarmakolojik tedavi ile düzelemeyeceği düşünülmektedir. Ayrıca çalışmayı tamamlamayan hastaların başlangıçtaki kompülsiyon şiddetinin çalışmayı tamamlayan hastalardan yüksek bulunması bu yorumu desteklemektedir.

Bu çalışma için birkaç nokta belirtilmelidir ki; tüm fiziksel ve ruhsal hastalıklarda olduğu gibi tedavi uygulamalarının sonuçları değerlendirilirken o hastalığın şiddetini yansıtan ölçütler, veriler ya da laboratuar değerleri esas alınmaktadır. OKB'de hastalık şiddeti ile ilgili değerlendirmelerde uluslararası kabul görmüş bir değerlendirme aracı olan YBOKÖ ile sadece obsesif-kompülsif belirtilerin şiddeti ölçülmektedir. Bununla birlikte hastalar yaşam kalitelerini, sadece obsesyon ve kompülsiyonların etkisine göre değil genel olarak yorumlamaktadırlar. Bu açıdan çalışmamızda tedavi ile hastalık şiddeti azalırken, yaşam kalitesinde bir değişiklik bulunmaması bir tutarsızlık olarak yorumlanmamalıdır. OKB'ye özgü bir yaşam kalitesi değerlendirme aracının geliştirilmesi ve kullanımı ile bu farklılıkların ortadan kalkabileceği düşünülmektedir. Böylece hastalığa özgü bir yaşam kalitesi değerlendirmesi, kişinin kendi durumu hakkındaki yorumuna dikkat çekerek, hastalığın olumsuz etkilerine daha kapsamlı bakabilme fırsatı sunabilir. Böylece tedavi sonuçlarının değerlendirilmesinde nesnel yaklaşımlara destek olarak öznel değerlendirmelerden de yararlanılması faydalı olacaktır. Fakat yaşam kalitesi değerlendirmelerine klinik bakış açısı ve nesnel değerlendirmelerin tam karşıtı bir uygulama gibi bakılmaması gerekmektedir. Sadece öznel bakış açısına dayanan değerlendirmelerin esas alınması durumunda hastalık şiddetinin olduğu gibi değerlendirilmesinin mümkün olmayacağı düşünülebilir.

Çalışmamızı olumsuz etkilediği düşünülen bazı sınırlılıkları belirtmek gerekmektedir. Çalışmanın en önemli kısıtlılığı hastaların %32'sinin çeşitli nedenlerle çalışma dışı kalmış ve bu deneklerin takip değerlendirmelerinin yapılamamış olmasıdır. İkinci olarak, her ne kadar SSGI'leri benzer etki ve yan etki profiline sahip olsalar da, her birinin nispeten kendine özgü farmakodinamik ve farmakokinetik özelliği mevcuttur. Bu açıdan tüm SSGI'lerinin tek bir ilaç gibi uygulanmış ve etkisinin değerlendirilmiş olması çalışmanın bir diğer sınırlılığıdır. Ayrıca örneklem sayısının yeterli derecede fazla olmaması nedeniyle sonuçların olağan şartlarda psikofarmakolojik tedavi altına alınan tüm hastalara genellenemeyeceği göz önüne alınmalıdır.

KAYNAKLAR

Akdemir A, Örsel S, Dağ İ ve ark. (1996) Hamilton depresyon derecelendirme ölçeği (HDDÖ)'nin geçerliliği, güvenilirliği ve klinikte kullanımı. 3P Dergisi, 4:251-259.
Black DW, Gaffney, Schlosser S ve ark. (1998) The impact of obsessive-compulsive disorder on the family: preliminary findings. J Nerv Ment Dis, 186: 440-442.
Bobes J, González MP, Bascaran MT ve ark. (2001) Quality of life and disability in patients with obsessive-compulsive disorder. Eur Psychiatry, 16:239-245.
Bystritsky A. Saxena S, Maidment K ve ark. (1999) Quality of life changes among patients with obsessive-compulsive disorder in a partial hospitalization program. Psychiatr Serv, 3: 412-414.
Calvocoressi L, Lewis B, Harris M ve ark. (1995) Family accommodation in obsessive-compulsive disorder. ** J Psychiatry, 152: 441-443.
Cooper M (1996) Obsessive-compulsive disorder: effects on family members. ** J Orthopsychiatry, 66: 296-304.
Çilli AS, Telcioğlu M, Aşkın R ve ark. (2004) 12 month prevalence of obsessive-compulsive disorder in Konya, Turkey. Compr Psychiatry, 45:367-374.
Çorapçıoğlu A (1999) DSM IV Eksen I bozuklukları için yapılandırılmış klinik görüşmenin Türkçeye uyarlanması ve güvenilirlik çalışması. İlaç ve Tedavi Dergisi, 12:233-236.
Doğan O, Gülmez H, Ketenoğlu C ve ark. (1995) Ruhsal bozuklukların epidemiyolojisi, 1. baskı, Sıvas. Dilek Matbaası, s. 50-52.
Emmelkamp PMG, de Haan E, Hoogduin CAL (1990) Marital adjustment, and obsessive-compulsive disorder. Br J Psychiatry, 156:55-60.
Erol N, Kılıç C, Ulusoy M ve ark. (1997) Türkiye Ruh Sağlığı Profili. 1. baskı. Ankara. Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü.
Eser SY, Fidaner H, Fidaner C ve ark. (1999a) Yaşam kalitesinin ölçülmesi, WHOQOL-100 ve WHOQOL-Bref. 3P Dergisi, 7(Ek. 2)5?13.
Eser SY, Fidaner H, Fidaner C ve ark. (1999b) WHOQOL-100 ve WHOQOL-BREEF'in psikometrik özellikleri. 3P Dergisi, 7(Ek. 2)23-40.
First MB, Spitzer RL, Gibbon M ve ark. (1997) Structured clinical interview for DSM-IV clinical version (SCID-I/CV). Washington American Psychiatric Press.
Freund B, Steketee G (1989) Sexual history, attitudes and social functioning of obsessive-compulsive patients. J Sex Marital Ther, 1: 31-41.
Gill TM, Feinstein AR (1994) A critical appraisal of the quality of life measurements. JAMA, 272: 619-626.
Goodman WK, Price LH, Rasmussen SA ve ark. (1989) The Yale-Brown Obsessive Compulsive Scale, I: Development, use and reliability. Arch Gen Psychiatry, 46:1006-1011.
Hamilton M (1960) A rating scale for depression. J Neurol Neurosurg Psychiatr, 23:56-62.
Hollander E, Stein DJ, Kwon JH ve ark. (1998) Psychosocial function and economic costs of obsessive-compulsive disorder. CNS Spectrums, 3(Suppl. 1) 48-58.
Karamustafalıoğlu KO, Üçışık **, Ulusoy M ve ark. (1993) Yale-Brown obsesyon-kompülsiyon derecelendirme ölçeği'nin geçerlilik ve güvenilirlik çalışması. Bursa Savaş Ofset, s. 86.
Karno M, Golding JM, Sorenson SB ve ark. (1988) The epidemiology of obsessive-compulsive disorder in five US Communities. Arch Gen Psychiatry, 45:1094-1099.
Kırpınar İ, Özer H, Coşkun İ ve ark. (1997) Erzurum'daki üniversite öğrencilerinde CIDI/DSM-III-R ruhsal bozuklukların yaşam boyu ve 12 aylık yaygınlığı. 3P Dergisi, 5:253-265.
Koran LM, Thienemann ML, Davenport R (1996) Quality of life for patients with obsessive compulsive disorder. ** J Psychiatry, 153: 783-788.
Lehman AF, Mand NC, Linn LS (1983) Chronic mental patients: the quality of life issue. ** J Psychiatry, 10: 1271-1276.
McDonough M, Kennedy N (2002) Pharmacological management of obsessive-compulsive disorder: a review for clinicians. Harv Rev Psychiatry, 10:127-137.
McLeod DR (1997) Psychosocial treatment of obsessive-compulsive disorder. Int rev psychiatry, 9:119-132.
Moritz S, Rufer M, Fricke S, Karow ve ark. (2005) Quality of life in obsessive-compulsive disorder before and after treatment. Compr psychiatry, 46:453-459.
Stengler-Wenzke K, Kroll M, Matschinger H, Angermeyer MC (2006) Subjective quality of life of patients with obsessive-compulsive disorder. Soc Psychiatry Psychiatr Epidemiol, 41: 662-668.
Suser M (1990) Disease, illness, sickness; impairment, disability and handicap. Psychol Med, 20: 471-473.
Tek C, Ulug B, Rezaki BG, Tanriverdi ve ark. (1995) Yale-Brown Obsessive Compulsive Scale and US National Institute of Mental Health Global Obsessive Compulsive Scale in Turkish: reliability and validity. Acta Psychiatr Scand, 91:410-413.
Tenney NH, Denys DA, van Megen HJ ve ark. (2003) Effect of a pharmacological intervention on quality of life in patients with obsessive-compulsive disorder. Int Clin Psychopharmacol, 18:29-33.
WHOQOL GROUP (1994) Development of the WHOQOL: rationale and current status. Int J Mental Health, 23:24-56.
WHOQOL GROUP (1998) The World Health Organization quality of life assessment (WHOQOL): development and general psychometric properties. Soc Sci Med, 46:1569-1585.
Williams BW (1978) A structured interview guide for Hamilton Depression Rating Scale. Arch Gen Psychiatry, 45: 742-747.
World Health Organization (1997) WHOQOL, Measuring Quality of Life. World Health Organization, WHO/MSA/MNH/PSF/4.
World Health Organization (1999) The ?newly defined? burden of mental problems. Geneva, WHO.

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Temmuz 2009       Mesaj #117
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
MMPI-2 Depresyon, Kaygı ve Öfke İçerik Ölçeklerinin Ölçüt Geçerliği Açısından Değerlendirilmesi

Dr. Sait ULUÇ


GİRİŞ


MMPI (Minnesota Çok Yönlü Kişilik Envanteri) Hathaway ve McKinley (1940) tarafından rutin değerlendirmede kullanılmak üzere geliştirilmiş bir kendini değerlendirme aracıdır. MMPI geliştirilirken, hastanın kişilik özelliklerini ve topluma uyum becerilerini tek bir testle ölçebilmek hedeflenmiştir (Erol 1982). Gerçekten de, süre gelen klinik uygulamalar, görüşme ve gözlemlerle desteklendiğinde MMPI'nın etkin ve güvenilir bir psikodiagnostik sınıflama ölçeği olduğunu kanıtlamıştır (Graham 1993). Ölçeğin Türkiye standardizasyonu Savaşır (1981) tarafından gerçekleştirilmiştir. Erol'un (1982) geniş bir hasta örneklemi üzerinde yapmış olduğu çalışma, MMPI'nın Türkiye'deki normal ve psikiyatrik sorunları olan yetişkinleri ayırt etmek için uygun bir araç olduğunu göstermiştir.

MMPI ölçekleri geliştirilirken yanıt anahtarı görgül yaklaşımla hazırlanmıştır (Hathaway ve McKinley 1940). Başka bir ifadeyle, klinik ölçekler normal ve klinik gruba uygulanmış ve tanılı hastaları (örneğin, depresyon) normallerden en iyi ayırt eden maddeler seçilmiştir. Bir maddenin hangi klinik ölçeğin altında yer alacağını belirleyen ölçüt maddenin içeriğinden çok ayırt edici gücü olmuştur. Dolayısıyla MMPI'ın standart ölçekleri madde içerikleri açısından oldukça heterojendir. Belli bir klinik ölçekte, birbirinden farklı madde birleşimlerini işaretleyerek aynı ham puan toplamına erişmek mümkündür. Bu nedenle, klinik ölçeklerdeki yükselmelere anlam verebilmek için hasta tarafından işaretlenen maddelerin tek tek değerlendirilmesi sıklıkla başvurulan yararlı bir yöntemdir. MMPI'ın kullanımı yaygınlaştıkça, araştırmacılar ve uygulamacılar profillerin yorumlanmasında madde içeriklerinin önemini daha iyi fark etmeye başlamışlardır. Gerek genel madde havuzu gerekse bağımsız klinik ölçekler üzerinde yapılan sistematik analizler sonucu, MMPI protokollerinin yorumlanmasına önemli katkılar sağlayan alt madde grupları oluşturulmuştur (örneğin, Comrey 1957, Graham ve ark. 1971). İçerik ölçekleri olarak adlandırılan bu madde grupları oluşturulurken iki farklı yöntem kullanılmıştır: (1) istatistiksel bir yöntem olan faktör analizi (ör., Haris ve Lingoes 1955, 1968) ya da (2) belirlenen içerik sınıflamalarına maddelerin uzmanlar tarafından rasyonel olarak atanması yöntemi (ör., Wiggins 1969). Orijinal MMPI için Haris-Lingoes İçerik Alt-Ölçekleri ve Wiggins İçerik Ölçekleri en çok kabul gören ve yaygın olarak kullanılanlardır (Graham 1993).

Norm grubunu güncellemek ve uygulamada fark edilen sorunları gidermek amacıyla orijinal MMPI yenilenerek MMPI-2 oluşturulmuştur. Yenileme sürecinde orijinal MMPI ve MMPI-2 arasındaki süreklilik korunmaya çalışılmış, ancak çok sayıda madde yeniden yazılmış ya da ölçekten çıkarılmıştır (Graham 1993). Bu yeni düzenlemeler çerçevesinde içerik ölçeklerinin yeterliliği sorgulanır hale gelmiştir. Dolayısıyla, MMPI-2'nin madde havuzunu temel alan yeni bir içerik değerlendirmesini gerekmiştir. MMPI-2'nin Türk Kültürüne uyarlama çalışmaları Savaşır ve Çulha (1996) tarafından gerçekleştirilmiştir. Ölçeğin Test-tekrar test ve ölçüt geçerliğine ilişkin psikometrik çalışmalar Bozkurt (2001) tarafından yapmıştır. Ancak MMPI-2'nin Türkçe Kullanım Kılavuzu henüz yayınlanmamıştır. MMPI-2 Türk örneklemlerinde araştırma amaçlı olarak kullanılmaktadır. Demir ve arkadaşları (2002), alkol bağımlılarının MMPI-2'ye yansıyan patolojik özelliklerini değerlendirmişlerdir. MMPI-2'nin alkol ve madde bağımlılığı ile ilgili Mac Andrew Alkolizm (MAC-R), Bağımlılık Potansiyeli (BP) ve Bağımlılığı Kabullenme (BK) alt ölçeklerinin ölçüt bağımlı geçerlik, iç-tutarlılık ve tanısal etkinlik özellikleri araştırılmıştır (Demir ve ark. 2002). Yıldırım ve arkadaşları (2005) MMPI-2'yi Bipolar Bozukluğu olan hastalar ve kontrol grubunun kişilik profillerini karşılaştırmak için kullanmışlardır. MMPI-2'nin İçerik ölçeklerinin Türkçe Formunu içeren başka bir çalışmaya rastlanmamıştır.

MMPI-2 İçerik Ölçekleri, Butcher ve arkadaşları (1990) tarafından yenilenen ölçeğin içerik boyutunu değerlendirmek amacıyla ve birbirini izleyen 3 aşamada geliştirilmiştir. İlk aşamada, rasyonel olarak belirlenmiş ve ayrıntılı olarak tanımlanmış 22 içerik sınıflaması oluşturulmuş, 3 klinik psikologdan MMPI-2 maddelerinden uygun olanları bu içerik sınıflamalarına atamaları istenmiştir. Bu aşamada değerlendirmeciler arası tutarlılık temel alınmıştır. İkinci aşamada ölçeklerin iç tutarlığı, faktör yapıları ve madde toplam korelasyonları incelenmiştir. Kabul edilemeyecek kadar düşük iç tutarlılık gösteren ölçekler elenmiş ve birden fazla ölçekle yüksek korelasyon gösteren maddeler dışarıda bırakılmıştır. Son aşamada, elde edilen içerik ölçeklerini oluşturan maddelerin tanımlanan içeriğe ne ölçüde uygun oldukları yeniden değerlendirilmiştir. Ölçek tanımına tam olarak oturmayan maddeler ölçek toplam puanıyla yüksek bir ilişki gösterseler bile ölçeklerden çıkarılmışlardır. Ölçek geliştirme çalışmasının sonunda 15 içerik ölçeğine ulaşılmıştır: MMPI-2'nin içerik boyutunu temsil eden 15 ölçeğe ait isimlendirmeler, madde sayıları ve temsil ettikleri öngörülen belirti ya da özelliklerin tanımı Ek 1'de verilmiştir.

MMPI-2'nin norm grubunu oluşturan kadınlar ve erkeklerden toplanan veriler İçerik Ölçeklerine ait ham puanların T-puanı dönüştürme tablosunu elde etmek için kullanılmıştır (Butcher ve ark. 1990). Bu işlem aracılığı ile İçerik Ölçekleri ve Klinik Ölçekler aynı metrik sisteme dönüştürülmüştür. Böylece, İçerik Ölçeklerinin birbirleriyle ve Klinik Ölçeklerle karşılaştırabilmesine olanak sağlanmıştır. Test-tekrar test sonuçları İçerik Ölçeklerinin güvenilirliğinin, Klinik Ölçeklerin güvenilirliğinden daha yüksek olduğuna işaret etmektedir (Graham, 1993). Sınırlı sayıdaki geçerlik çalışmaları MMPI-2 İçerik Ölçeklerinin değerlendirdikleri sorun alanlarını doğrulukla ölçtüğüne işaret etmektedir (Butcher ve ark. 1990, Ben-Porath ve ark. 1991, Schill ve Wang 1990).

MMPI uygulamalarındaki genel eğilim çizilen kişilik profilindeki yükselmeleri temel alarak yordamaların yapılması yönündedir. Profil değerlendirmeleri çok değerli bilgiler sağlamaktadır. Ancak İçerik Ölçeklerinin yeterince çalışılmamış olması MMPI'dan sağlanabilecek maksimum yararı azaltmaktadır. Profil değerlendirmesine ek olarak İçerik Ölçeklerinin de kullanılması, belirtilerin şiddetinin ve ifade şeklinin belirlenmesinde ve tedavi sonuçlarının değerlendirilmesinde önemli katkılar sağlama potansiyeline sahiptir. Ayrıca, İçerik Ölçekleri normal örneklemlerle yapılan araştırmalarda kullanılabilecek kısa ve yanıtlaması kolay ölçekler olma potansiyeline de sahiptir. Ancak MMPI-2 İçerik Ölçeklerinin ölçmeyi hedefledikleri içerik alanlarını ne ölçüde yansıttıklarının sınanması gerekmektedir. Bu araştırma MMPI-2 Depresyon, Kaygı ve Öfke İçerik Ölçeklerinin ölçmeyi hedefledikleri sorun alanlarını ne ölçüde yansıttıklarını değerlendirmek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Bu amaç doğrultusunda, MMPI-2 Depresyon, Kaygı ve Öfke ölçek puanlarının, güvenilir ölçüm araçları olan Beck Depresyon Envanteri (BDE), Beck Anksiyete Envanteri (BAE) ve Sürekli Öfke-Öfke Tarz Ölçeği (SÖÖTÖ) ile olan ilişkileri değerlendirilmiştir. Bu çalışmanın MMPI-2 İçerik Ölçeklerinin klinik ve klinik dışı kullanımının yaygınlaşmasına önemli katkılar sağlayabileceği düşünülmektedir.

YÖNTEMLER

Katılımcılar


Bu çalışmaya 196 üniversite öğrencisi gönüllü olarak katılmıştır (s= 196; 122 kadın, 74 erkek). Katılımcıların yaş aralığı 19?24, ortalaması 21.06, standart sapması 1.43 tür. Çalışmada 105 2. sınıf, 91 3. sınıf öğrencisi yer almıştır. Tek ölçüm yapılmış ve katılımcıların tamamı tüm testleri almışlardır.

Veri toplama araçları

MMPI-2 Kaygı (ANK) İçerik Ölçeği: Kaygı ve gerginlik duygularını; konsantrasyon ve uyku sorunlarını; karar almada yaşanan güçlükler ve günlük yaşam sorumlulukları konusunda yaşanan aşırı sıkıntıları değerlendiren 23 madde içerir (Graham 1993).

MMPI-2 Depresyon (DEP) İçerik Ölçeği: Sıkıntı, çökkünlük ve çaresizlik duygularını; ilgi azlığını; ölüm ve intihar düşünceleriyle uğraşıları değerlendiren 33 madde içerir (Graham 1993).

MMPI-2 Öfke (ANG) İçerik Ölçeği: Öfke ve düşmanlık duygularının ortaya çıkış sıklığı ve ifade ediliş şekliyle ilişkili 16 madde içerir. (Graham 1993).

Beck Depresyon Envanteri (BDE): 21 maddeden oluşan bir kendini değerlendirme ölçeğidir. Her maddeden 0 ile 3 arası puan alınmaktadır, en yüksek puan 63 tür. Depresyonda gözlenen somatik, duygusal, bilişsel ve motivasyonel belirtilerin derecesini objektif olarak ölçmektedir (Savaşır ve Şahin 1997). Türkçeye uyarlaması Hisli (1988) tarafından yapılmıştır. İki yarım test güvenilirlik katsayısı .74 (Hisli 1989); MMPI-D ölçeği ile arasındaki ölçüt geçerliği .63 tür (Hisli 1988).

Beck Anksiyete Envanteri (BAE): 21 maddeden oluşan bir kendini değerlendirme ölçeğidir. Her maddeden 0 ile 3 arası puan alınmaktadır, en yüksek puan 63 tür. Bireyin yaşadığı kaygı belirtilerinin sıklığını belirlemeyi hedefler (Savaşır ve Şahin 1997). Türkçe uyarlaması Ulusoy (1993) tarafından yapılmıştır. Test-tekrar test güvenilirlik katsayısı .57, iç tutarlılık katsayısı .92 olarak belirlenmiştir (Savaşır ve Şahin 1997). Faktör analizi sonuçları subjektif ve somatik kaygı olmak üzere iki alt boyut içerdiğini göstermiştir.

Sürekli Öfke-Öfke Tarz Ölçeği (SÖÖTÖ): Öfke duygusunun şiddetini ve ifade ediliş şeklini ölçmeye yönelik bir kendini değerlendirme ölçeğidir (Savaşır ve Şahin 1997). 10 madde Sürekli Öfke, 10 madde Durumluk Öfke ve 24 madde Öfke İfade Tarzı olmak üzere toplam 44 maddeden oluşmaktadır. Öfke İfade Tarzı, Kontrol altına alınmış öfke, Dışa vurulan öfke ve İçte tutulan öfke olmak üzere 3 alt boyuttan oluşmaktadır. Ölçekten her biri bir boyutu temsil eden 5 ayrı puan elde edilmektedir. Bu çalışmada Durumluk Öfke Boyutu kullanılmamıştır. Ölçeğin Türkçe uyarlaması Özer (1994) tarafından yapılmıştır. Ölçek boyutlarının İç tutarlılık katsayıları .62 ile .84 arasında değişmektedir.

Desen ve prosedür

Bu çalışma MMPI-2 Depresyon, Kaygı ve Öfke İçerik ölçeklerinin Ölçüt geçerliğini değerlendirmek amacıyla yapılmıştır. Depresyon İçerik Ölçeği için Beck Depresyon Envanteri (BDE), Kaygı İçerik Ölçeği için Beck Anksiyete Envanteri (BAE), Öfke İçerik Ölçeği için ise Sürekli Öfke-Öfke Tarz Ölçeği (SÖÖTÖ) yordayıcı olarak kullanılmıştır. MMPI-2 içerik ölçeklerini oluşturan toplam 72 madde ve BDE, BAE, SÖÖTÖ Ölçekleri katılımcılara grup uygulaması olarak sunulmuştur. MMPI-2'nin üç içerik ölçeğini oluşturan maddeler tek form oluşturacak şekilde seçkisiz olarak sıralanmıştır. Diğer üç ölçek ayrı formlar halinde korunmuştur. Envanterler her bir gönüllü katılımcı grubuna tek oturumda uygulanmıştır.

BULGULAR

Görgül çalışmalar, MMPI-2 ölçümlerinde cinsiyete bağlı farklılıklar olduğuna işaret etmektedir (Schinka ve ark. 1998, Barthlow ve ark. 1999). Bu nedenle analizler kadınlar ve erkekler için ayrı ayrı yapılmıştır. Analizlerde MMPI-2 Depresyon, Kaygı ve Öfke İçerik Ölçeklerinden elde edilen ham puanlar kullanılmıştır. MMPI-2 Depresyon, Kaygı ve Öfke İçerik Ölçekleri ve BDE, BAE ve Sürekli Öfke için ortalama puanlar ve standart sapma değerleri Tablo 1'de verilmiştir.

MMPI-2 İçerik Ölçeklerinin İç Tutarlılığı

Analizlerin ilk aşamasında MMPI-2 Depresyon, Kaygı ve Öfke içerik ölçeklerinin iç tutarlılığı değerlendirilmiştir. MMPI-2 Depresyon İçerik Ölçeği için madde analizi 33 madde üzerinden yapılmıştır. MMPI-2 Depresyon İçerik ölçeğinin genel tutarlılığı a = .82, kadınlar için a =.83, erkekler için a =.84 olarak hesaplanmıştır.

23 maddelik MMPI-2 Kaygı İçerik Ölçeğinin genel tutarlığı a = .73 olarak hesaplanmıştır. Her iki cinsiyet için de a =.73 olarak belirlenmiştir. ?Birçoklarından daha sinirli sayılırım. (223)? ve ?Kalbimin hızlı çarptığını hemen hemen hiç hissetmem ve çok seyrek nefesim tıkanır. (208)? maddelerinin ölçek toplam puanıyla ters yönde korelasyon gösterdiği belirlenmiştir. Bu maddeler çıkarıldığında ölçeğin iç tutarlılığı a = .77'ye yükselmektedir. Orijinal ölçeğin bütünlüğünü bozmamak amacıyla ilerleyen analizlerde maddeler korunmuştur.

MMPI-2 Öfke İçerik Ölçeğinin genel tutarlılığı a =.72, kadınlar için a =.70, erkekler için a =.76 olarak hesaplanmıştır. Ölçek puanıyla korelasyonu olamayan ?Beni acele ettirenlere kızarım. (461)? ölçekten çıkarıldığında iç tutarlılığın a =.74'e yükseldiği belirlenmiştir. Orijinal ölçeğin bütünlüğünü bozmamak amacıyla ilerleyen analizlerde bu madde korunmuştur. Analiz sonuçları MMPI-2 Depresyon, Kaygı ve Öfke İçerik Ölçeklerinin iç tutarlılığının gerek araştırma gerekse de klinik değerlendirme amacıyla kullanılabilecek düzeyde olduğunu göstermektedir.

Ölçüt geçerliği

Bu araştırmada üç içerik ölçeğinin ölçüt geçerliğini test etmek için regresyon analizi kullanılmıştır. MMPI-2 İçerik Ölçeklerinin kriter ölçümlerle karşılaştırılmasında regresyon analizi sıklıkla tercih edilen yöntemdir (örneğin, Ben-Porath, Butcher ve Graham 1991; Clark 1996; Barthlow, Graham, Ben-Porath, ve McNulty 1999; Scheibe ve ark. 2001). Regresyon analizlerine ek olarak, ölçeklerin kendi aralarındaki ilişkileri bütünlük içinde görebilmek için bir korelasyon tablosu hazırlanmıştır. Korelasyon analizleri Tablo 2'te verilmiştir.

Analiz sonuçları, MMPI-2 Depresyon İçerik Ölçeği ile Beck Depresyon Envanteri arasında yüksek düzeyde, pozitif ve bir ilişki olduğunu (N=196, r=.71, p<.000); MMPI-2 Kaygı İçerik Ölçeği ile Subjektif Kaygı (N=188, r=..61, p<.000) ve Somatik Kaygı (N=188, r=.42, p<.000) arasında orta düzeyde, pozitif ve anlamlı bir ilişki olduğunu göstermiştir. MMPI-2 Öfke İçerik Ölçeği ile Sürekli Öfke-Öfke Tarz Ölçeğinin alt boyutları arasında anlamlı ilişkiler belirlenmiştir: Sürekli Öfke Alt Ölçeği ile orta düzeyde, pozitif ve anlamlı (N=182, r=.57, p<.000); Dışa vurulan öfke ile orta düzeyde, pozitif ve anlamlı (N=182, r=.63, p<.000); Kontrol altına alınmış öfke ile orta düzeyde, negatif ve anlamlı (N=182, r=-52, p<.000). MMPI-2 Öfke İçerik Ölçeği ile İçte tutulan öfke arasında anlamlı bir ilişki gözlenmemiştir.

Kriter ölçümlerinin MMPI-2 İçerik Ölçeklerini ne ölçüde yordaya bildiğini belirlemek için regresyon analizleri kullanılmıştır. Örneklemin tamamı için BDE puanlarının, MMPI-2 Depresyon ölçeğinin anlamlı bir yordayıcısı olduğunu belirlenmiştir [N=196, R2=.486, F=181.6, p<.000]. BDE'nin MMPI-2 Depresyon ölçeği puanlarına ilişkin toplam varyansın % 48.6'sını açıklandığı hesaplanmıştır. Analiz sonuçları BDE puanlarının, her iki cinsiyet içinde MMPI-2 Depresyon İçerik Ölçeğinden elde edilen puanların anlamlı bir yordayıcısı olduğunu göstermektedir [erkek: N=74, R2=.506, F=71.81, p<.000; kadın: N=122, R2=.487, F=112.86, p<.000]. MMPI-2 Depresyon ölçeği puanlarına ilişkin toplam varyansın kadınlar için % 48.2'sinin ve erkekler için % 49.9'unun BDE puanı ile açıklandığı hesaplanmıştır. MMPI-2 Depresyon İçerik Ölçeğine ilişkin doğrusal regresyon analizi sonuçları Tablo 3'de verilmiştir.

BAE'nin kaygının bedensel belirtilerini tarayan ?Somatik Kaygı? ve bilişsel boyutunu tarayan ?Subjektif Kaygı? olmak üzere 2 boyutu vardır. BAE'nin alt boyutlarının MMPI-2 ANK ölçeği aracılığıyla değerlendirilen kaygı üzerindeki yordayıcı gücü hyerarşik regresyon analizi kullanılarak değerlendirilmiştir. Analiz sonuçları Tablo 4'de verilmiştir.

Analiz sonuçları BAE'nin, MMPI-2 Kaygı puanlarının anlamlı bir yordayıcısı olduğunu göstermektedir [N=188, R2=.375, F=111.40, p<.000]. Subjektif Kaygı ve Somatik Kaygı birlikte, MMPI-2 Kaygı İçerik Ölçeğindeki toplam varyansın % 37.5'ini açıklamaktadır. Cinsiyet farkı göz önünde bulundurulduğunda BAE'nin erkekler için kadınlara göre görece olarak daha iyi bir yordayıcı olduğu gözlenmiştir [erkek: N=71, R2=.450, F=54.536, p<.000; kadın: N=117, R2=.332, F=56.983, p<.000]. BAE erkekler için toplam varyansın % 45'ini; kadınlar için toplam varyansın % 33.2'sini açıklamaktadır. Standardize edilmiş regresyon katsayısına (b) göre, Subjektif Kaygı puanlarının MMPI-2 kaygı puanını yordama gücü somatik kaygıdan görece olarak daha yüksektir. Regresyon katsayılarının anlamlılığına ilişkin t-testi sonuçları incelendiğinde sadece subjektif kaygının MMPI-2 kaygı puanlarını yordayabildiği görülmektedir. Somatik kaygının anlamlı bir yordama gücüne sahip olmadığı belirlenmiştir. Analiz sonuçları, her iki cinsiyet için de benzer bir önem ve anlamlılık örüntüsünün geçerli olduğunu göstermiştir. Standardize edilmiş regresyon katsayısına (b) ve t-testlerine ilişkin analiz sonuçları Tablo 4'te verilmiştir.

MMPI-2 öfke ölçeğinin ölçüt geçerliğini test etmek için SÖÖTÖ kullanılmıştır. SÖÖTÖ toplam puanları, öfkenin düzeyini gösteren ?sürekli öfke?, öfkenin ifade ediliş tarzını gösteren ?öfke-dışta?, ?öfke-içte? ve öfkenin kontrol edilebilirlik düzeyini yansıtan ?öfke-kontrol? olmak üzere 4 alt ölçeğin puanlarının toplamıyla elde edilmektedir (Savaşır ve Şahin 1997). Her bir boyutun MMPI-2 Öfke İçerik ölçeği puanlarını yordama gücü hiyerarşik regresyon analizi kullanılarak değerlendirilmiştir. Analiz sonuçları Tablo 5'te verilmiştir.

SÖÖTÖ tüm alt ölçekleri birlikte ele alındığında, MMPI-2 Öfke içerik ölçeğinden elde edilen puanların anlamlı bir yordayıcısı olduğunu göstermektedir [N=182, R2=.506, F=71.81, p<.000]. SÖÖTÖ'nün tamamı MMPI-2 Öfke ölçeğindeki toplam varyansın % 51.1'ni açıklamaktadır. Cinsiyet farkı göz önünde bulundurulduğunda SÖÖTÖ'nün erkekler için kadınlara göre görece olarak daha iyi bir yordayıcı olduğu gözlenmiştir [erkek: N=66, R2=.506, F=71.81, p<.000; kadın: N=116, R2=.487, F=112.86, p<.000]. SÖÖTÖ kadınlar için toplam varyansın % 48.7'sini; erkekler için toplam varyansın % 55.8'ini açıklamaktadır. Örneklemin tamamı söz konusu olduğunda standardize edilmiş regresyon katsayısına (b) göre, yordayıcı değişkenlerin MMPI-2 Öfke Ölçeği üzerindeki göreli önem sırası: ?öfke-dışta?, ?öfke-kontrol?, ?sürekli öfke? ve ?öfke-içte?dir. Regresyon katsayılarının anlamlılığına ilişkin t-testi sonuçları değerlendirildiğinde SÖÖTÖ'nün tüm boyutlarının MMPI-2 Öfke içerik ölçeğinin anlamlı bir yordayıcısı olduğu görülmektedir. Analiz sonuçları, her iki cinsiyet içinde aynı önem ve anlamlılık örüntüsünün geçerli olduğu göstermiştir. Standardize edilmiş regresyon katsayısına (b) ve t-testlerine ilişkin analiz sonuçları Tablo 5'te verilmiştir.

TARTIŞMA

Çalışmanın sonuçları MMPI-2 Depresyon, Kaygı ve Öfke İçerik Ölçeklerinin araştırma ve klinik uygulama için uygun iç tutarlılık katsayılarına (a >.70) sahip olduğunu göstermektedir. Bu çalışma çerçevesinde elde edilen iç tutarlılık değerlerinin Butcher ve arkadaşlarının (1990) orijinal çalışmalarında elde ettikleri değerlerle oldukça paralel olduğu gözlenmiştir. İki farklı örneklem grubundan elde edilen iç tutarlılık değerlerinin oldukça yakın olması ölçeklerin kültürler arası geçerliğinin de yüksek olabileceği şeklinde yorumlanmıştır. Aşağıda iki çalışmadan elde edilen iç tutarlılık değerleri karşılaştırılabilecek şekilde sunulmuştur.

İçerik Ölçeklerinin araştırma çerçevesinde değerlendirilen diğer bir psikometrik özelliği de ölçüt geçerlidir. Araştırma sonuçları, MMPI-2 Depresyon İçerik Ölçeğinden alınan puanlar yükseldikçe kişinin depresyon belirtilerinin şiddetinin arttığına, puanlar düştükçe depresyon belirtilerinin şiddetinin azaldığına işaret etmektedir. Bulgular, BDE'nin Kaygı ve Öfke İçerik ölçeğiyle de anlamlı bir ilişkisi olduğuna işaret etmiştir. Kaygının ve depresif duygu durumun eş zamanlı ortaya çıkma sıklığı göz önünde bulundurulduğunda, BDE ile MMPI-2 Kaygı İçerik Ölçeği arasında orta düzeyde bir ilişkinin gözlenmesi anlaşılabilir gözükmektedir. BDE ile MMPI-2 Öfke İçerik Ölçeği arasıda anlamlı ama zayıf bir ilişkinin olduğu belirlenmiştir. Gelecekte, özellikle depresif hastalar ile öfke kontrol güçlüğü çeken hastaların karşılaştırıldığı klinik örneklemler üzerinde yapılacak olan araştırmaların, MMPI-2 Öfke İçerik Ölçeğinin depresif duygu durumla olan ilişkisinin niteliğini ve düzeyini daha iyi açıklayacağı düşünülmektedir. Bu araştırma sonucu elde edilen MMPI-2 Depresyon ölçeğinin depresif duygu durumun iyi bir yordayıcısı olabileceği yönündeki bulgular, farklı kriter ölçeklerini temel alan çalışmaların sonuçlarıyla da desteklenmektedir. Butcher ve arkadaşları (1990), MMPI-2 Depresyon İçerik Ölçeğinin Winnigs Depresyon Ölçeğiyle erkekler için .89 ve kadınlar için .91; MMPI-2 Depresyon Klinik Ölçeği ile erkekler için .52 ve kadınlar için .63 korelasyon belirlemişlerdir. Daha yakın zamanlı araştırmalar MMPI-2 Depresyon İçerik Ölçeğinin ayırıcı tanı içinde yararlı bir araç olarak kullanılabileceğini göstermektedir (Ben-Porath ve ark. 1991).

Araştırma sonuçlarına dayanarak MMPI-2 Öfke İçerik Ölçeğinden elde edilen puanlar yükseldikçe kişinin öfkesinin şiddetinin arttığı ve öfkesini dışa vurma ihtimalinin yükseldiği söylenebilir. Aynı zamanda, yüksek puanlar alan kişilerin öfkelerini kontrol etmekte güçlükler yaşadığı kabul edilebilir. Analiz sonuçları, MMPI-2 Öfke İçerik Ölçeğinin kişinin öfkesini içe atma eğilimini yansıtmadığını göstermiştir. Buna karşın, kişinin öfkesini içe atma eğiliminin düşük düzeyde de olsa MMPI-2 Depresyon İçerik Ölçeği ile anlamlı bir ilişkisinin olduğu belirlenmiştir. Bu bulgu, depresyon ve öfke ifadelerini bastırma eğilimi arasında kişilerin ölçeklerden aldıkları puanlara yansıyan bir ilişki olabileceği şeklinde yorumlanmıştır. BDE ve MMPI-2 Öfke İçerik Ölçeği arasında da benzer bir ilişkinin gözlenmiş olması bu görüşü destekler niteliktedir. Ancak bu varsayımın psikiyatrik örneklem üzerinde çalışılması gerekmektedir. Önceki çalışmalar MMPI-2 Öfke İçerik Ölçeğinin Wiggins Düşmanlık ölçeğiyle yüksek bir ilişkiye sahip olduğuna işaret etmektedir (erkekler için r=.79 ve kadınlar için r=.80) (Butcher ve ark. 1990). MMPI-2 İçerik Ölçeği üzerinde yapılan yeni çalışmalar, ölçeğin dışarıya yöneltilmiş saldırganlık eğilimleri için doğrudan ölçüm olanağı (Kawachi ve ark. 1996, Schill ve Wang 1990, Strassberg ve Russell 2000) ve hastaların inhibisyona dayanan kontrol becerilerinin düzeyinin belirlenebilmesi için dolaylı bir ölçüm olanağı sağladığını göstermiştir (Elliott ve ark. 2000b, Goldstein ve ark. 2005).

Bu çalışma çerçevesinde elde edilen bulgular, MMPI-2 Kaygı İçerik Ölçeğinin hem somatik hem de subjektif kaygıyla ilişkili olduğunu göstermiştir. Ancak, regresyon analizleri ölçeğin büyük oranda kişinin yaşadığı subjektif kaygıyı ölçme eğiliminde olduğunu yansıtmaktadır. Butcher ve arkadaşları (1990) çalışmalarında MMPI-2 Kaygı İçerik ölçeği ile Welsh Kaygı ölçeği arasında kadınlar için .80, erkekler için .84; MMPI-2 Kaygı İçerik Ölçeği ile MMPI Psikasteni Klinik Ölçeği arasında erkekler için .80, kadınlar için .83 korelasyon belirlenmiştir. Daha yakın zamanlı çalışmalar, Depresyon ve Kaygı İçerik ölçeklerinin ayakta takip edilen hastalar için terapistler tarafından doldurulan belirti değerlendirme ölçekleriyle (Barthlow ve ark. 1999), serviste yatan hastalar için (Archer ve ark. 1996) ve normal örneklem için (Ben-Porath ve ark. 1993) kendini değerlendirme ölçekleri aracılıyla elde edilen dış kriter puanlarıyla ilişkilerinin yüksek olduğunu göstermiştir.

Araştırmanın en önemli sınırlılığı ölçümlerin normal örneklemden alınmış olmasıdır. Bu durum bulguların psikiyatrik hastalara genellemesinde güçlükler oluşturabilir. Ancak, MMPI-I'in norm grubunun çoğunluğunun, % 54.66'nın üniversite öğrencisi genç yetişkinler oluşturulduğu göz önünde bulundurulduğunda, MMPI-2 içinde normal örneklem üzerinde yapılan çalışmaların klinik çalışmalar için değerli bir zemin oluşturabileceği öngörülebilir. Bu sorun giderilmesi için araştırma bulgularının hasta örneklemi üzerinde yapılacak çalışmalarla desteklenmesi planlanmaktadır.
Araştırmanın diğer bir sınırlılığı da analiz ve değerlendirmelerin ham puanlar üzerinden yapılmış olmasıdır. Analizlerin ham puanlar üzerinden yapılmış olması, katılımcının farklı içerik ölçeklerinden aldığı puanları birbiriyle karşılaştırmayı engellemektedir. Bu tür analizler için standart puanlara gereksinim duyulmaktadır. Bu araştırmada ham puanların kullanılmasının nedeni MMPI-2 el kitapçığının henüz yayınlanmamış olmasıdır. Bu nedenle, ölçeklerin kendi aralarındaki karşılaştırmaların izleyen çalışmalarda yapılabileceği düşünülmüştür. Ayrıca, MMPI-2'nin diğer içerik ölçeklerinin de sağlayabilecekleri katkılar göz önünde bulundurularak yakın zamanda çalışılmaya başlanmasında büyük yarar olduğu düşünülmektedir. Bu tür görgül çalışmaların MMPI-2 içerik değerlendirmelerinin uygulama ve araştırma alanında yaygınlaşmasına yardımcı olacağı öngörülebilir.

KAYNAKLAR

Archer RP, Aiduk R, Griffin R, Elkins DE (1996) Incremental validity of the MMPI-2 content scales in a psychiatric sample. Assessment, 3: 79?90.
Barthlow DL, Graham JR, Ben-Porath YS, McNulty JL (1999) Incremental validity of the MMPI-2 content scales in an outpatient mental health setting. Psychological Assessment, 11: 39?47.
Ben-Porath YS, Butcher JN, Graham JR (1991) Contribution of the MMPI-2 content scales to the differential diagnosis of schizophrenia and major depression. Psychol Assess. J Consult Clin Psychol, 3: 634-640.
Ben-Porath YS, McCully E, Almagor M (1993) Incremental validity of the MMPI-2 content scales in the assessment of personality and psychopathology by self-report. J Pers Assess, 61: 557?575.
Bozkurt S (2001) Minnesota Çok Yönlü Kişilik Envanteri-2'nin Geçerlik, Klinik ve İçerik Ölçeklernin Test Tekrar Test Güvenirliği ve Depresyon ve Anksiyete İçerik Ölçeklerinin Ölçütle Bağlantılı Geçerliği. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi; Ankara Üniversitesi, Ankara.
Butcher JN, Graham JR, Williams CL, Ben-Porath YS (1990) Development and Use of the MMPI-2 Content Scales. Minneapolis: University of Minnesota Pres.
Clark ME (1996) MMPI-2 negative treatment indicators content and content component scales: clinical correlates and outcome prediction for men with chronic pain. Psychol Assess, 8,1: 32-38.
Comrey AL (1957a) A factor analysis of items on the MMPI depression scale. Educ Psychol Meas, 17: 578-585.
Demir B, Batur S, Mercan S, Uluğ B (2002) Erken ve geç başlangıçlı alkol bağımlılığı tiplerinde yürütücü işlevler ve kişilik özellikleri. Psikoloji Dergisi, 49: 63-76.
Demir B, Uluğ B, Batur S, Mercan S (2002) Alkol bağımlılarında MMPI-2 bağımlılık alt ölçeklerinin psikometrik özellikleri. Türk Psikiyatri Derg, 13:265-272.
Elliott R, Rubinsztein JS, Sahakian BJ, Dolan RJ (2000b) Selective attention to emotional stimuli in a verbal go/no-go task: an fMRI study. NeuroReport, 11: 1739?1744.
Erol N (1982) Ülkemizde psikiyatrik hastalarda Minnesota Çok Yönlü Kişilik Envanterinin geçerlik araştırması. Doktora Tezi. AÜ. DTCF Psikoloji Kürsüsü.
Goldstein aRZ, Alia-Kleina n, Leskovjana AC, Fowlera JS, Wanga GJ, Gurb RC, Hitzemann cR, Volkowa ND (2005) Anger and depression in cocaine addiction: association with the orbitofrontal cortex. Psychiatry Res, 138: 13?22.
Graham JR (1993) MMPI-2 Assessing Personality and Psychopathology. New York, Oxford University Press.
Graham JR, Schroeder HE, Lilly RS (1971) Factor analysis of items on the social introversion and Masculinity-Femininity scales of the MMPI. J Clin Psychol, 27: 367-370.
Harris R, Lingoes J (1955) Subscales for the Minnesota Multiphaic Personality Inventory. Mimeographed materials The Langley Porter Clinic.
Harris R, Lingoes J (1968) Subscales for the Minnesota Multiphaic Personality Inventory. Mimeographed materials The Langley Porter Clinic.
Hathaway SR, McKinley JC (1940) A Multiphasic personality schedule (Minnesota): I. Construction of the Schedule. J Psychol, 10: 249-254.
Hisli N (1988) Beck Depresyon Envanteri'nin geçerliği üzerine bir çalışma. Psikoloji Dergisi, 22: 118-122.
Hisli N (1989) Beck Depresyon Envanteri'nin üniversite öğrencileri için geçerliği güvenirliği. Psikoloji Dergisi, 23: 3-13.
Kawachi I, Sparrow D, Spiro A, Vokonas P, Weiss ST (1996) A prospective study of anger and coronary heart disease. The Normative Aging Study. Circulation, 94: 2090?2095.
Özer AK (1994) Sürekli Öfke (SL-ÖFKE) ve Öfke İfade Tarzı (Öfke-Tarz) ölçekleri ön çalışması. Türk Psikoloji Dergisi, 31: 26-35.
Savaşır I (1981) Minesota Çok Yönlü Kişilik Envanteri-Elkitabı (Türk Standardizasyonu). Sevinç Matbaası, Ankara.
Savaşır I, Şahin NH (1997) Bilişsel Davranışçı Terapilerde Değerlendirme: Sık Kullanılan Ölçekler. Türk Psikologlar Derneği Yayınları, Ankara.
Savaşır I, Çulha M (1996) Development of the MMPI-2 in Turkey. International Adaptations of the MMPI-2, 1. Baskı, JN Butcher (Ed), Mineapolis, London. University of Minnesota Press.
Schill T, Wang S (1990) Correlates of the MMPI-2 anger content scale. Psychol Rep, 67: 800?802.
Schinka JA, LaLone L, Grene RL (1998) Effects of psychopathology and demograhic characteristics on MMPI-2 scale scores. J Pers Assess, 70: 197-211.
Scheibe S, Bagby RB, Miller LS, Dorian BJ (2001) Assessing posttraumatic stress disorder with the MMPI-2 in a sample of workplace accident victims. Psychol Assess, 13, 3: 369-374.
Strassberg DS, Russell SW (2000) MMPI-2 content scale validity within a sample of chronic pain patients. J Psychopathol Behav Assess, 22: 47?60.
Ulusoy M (1993) Beck Anksiyete Eenvanteri: Geçerlik ve güvenirlik çalışması. Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi. İstanbul.
Yıldırım AS, Çelik M, Kabakçı E, Uluşahin A (2005) Bipolar bozukluğu olan hastaların birinci derece akrabalarında psikopatoloji ve kişilik örüntüleri. Türk Psikiyatri Derg, 16(4): 229-236.
Wiggins JS (1969) Content dimentions in the MMPI. Research Developments and Clinical Applications. Butcher JN (Ed.) New York, McGraw-Hill s. 127-180.

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Temmuz 2009       Mesaj #118
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Üstbiliş Ölçeği-30'un Türkçe Uyarlaması, Geçerliği, Güvenirliği, Kaygı ve Obsesif-Kompülsif Belirtilerle İlişkisi
Dr. Ahmet TOSUN, Dr. Metehan IRAK

GİRİŞ

Üstbiliş (metacognition) kavramı, bilişleri kontrol eden, düzenleyen ve değerlendiren üst düzey bilişsel yapı, bilgi ve süreçler olarak tanımlanabilir. Üst-biliş, kişinin kendi zihnindeki olay ve işlevlerin farkında olmasını, zihin olaylarını ve işlevlerini amaçlı yönlendirebilmesini içeren bir üst sistemdir (Crick 2000, Dienes ve Perner 1999). Diğer bir ifadeyle, kişinin ne bildiği hakkındaki bilgisi, ne düşündüğü hakkındaki düşüncesi veya kendi bilişsel süreci üzerine çevrilmiş gözüdür.

Üstbiliş sistemi, insanın bilişsel süreçlerinin işlevsel ve uyuma yönelik çalışmasında büyük rol oynar. Dolayısıyla bu sistemde meydana gelebilecek herhangi bir sapmanın, doğal olarak pek çok psikopatolojinin gelişmesi ve sürmesinde önemli bir faktör olacağı düşünülmektedir (Wells ve Cartwright-Hatton 2004). Bu yaklaşımı benimseyen yazarlara göre, psikolojik bozukluklardaki bazı işlevsel olmayan düşünce ve başa çıkma tarzlarına üstbilişsel bir takım işlevler yol açmaktadır. Bu önermeye göre, kişiler olayları değerlendirmelerini etkileyen düşünceleri (işlevsel olmayan bilişleri) hakkında bir takım olumlu ve olumsuz inançlara (üstbilişlere) sahiptirler. Bu tarzdaki üstbilişler kişinin uyuma yönelik olmayan tepki tarzları geliştirmelerine yol açmaktadır (Cartwright-Hatton ve Wells 1997, Gwilliam ve ark. 2004). Örneğin, Obsesif Kompülsif Bozukluğun (OKB) bu yaklaşıma dayanan üstbilişsel modeline göre, kişiler bazı girici tarzdaki düşüncelerinin önemi ve etkilerine yönelik olumsuz değerlendirme içeren inançlara sahiptirler. Örneğin, ?olumsuzluklara karşı hazır olmak için daima endişe içinde olmalıyım? ya da ?çocuğuma zarar vereceğim diye düşünüyorsam, bu onlara zarar vereceğimi gösterir? gibi. Uygun olmayan ölçütlere dayanan üstbilişler kişiyi bir takım nötrleştirici ve kontrol edici (checking) ritüeller sergilemeye yöneltir. Örneğin, ?eğer o davranışı yapmazsam, bu duygu artar ve beni çıldırtır? ya da ?bu ritüeli yapmazsam o düşüncem gerçekleşir? gibi. Böylelikle tehdit hakkındaki değerlendirmelerinin kalıcı hale gelmesine ve belleklerine olan güvenlerinin azalmasına yol açarlar (Mather ve Cartwright-Hatton 2004).

Psikolojik sorunlarla ilgili üstbilişsel modelleri araştıran araştırmaların sayısı son yıllarda hızla artmaktadır. Yaygın Kaygı Bozukluğu (Wells 2005), OKB (Fisher ve Wells 2005, Myers ve Wells 2004, Wells ve Papageorgiou 1998), Travma Sonrası Stres Bozukluğu (Holeva ve ark. 2001), psikozlar (Bacon ve ark. 2001, Morrison ve Wells 2003, Weiss ve ark. 2002), depresyon (Papageorgiou ve Wells, 2003) ve madde kötüye kullanımında (Toneatto 1999) üstbilişin rolünü araştıran çalışmalar üstbilişin etkilerini doğrulayan bulgular sunmaktadır. Bununla birlikte, tüm bu çalışmalar için üstbilişi ölçmek meydan okuyucu bir işlemdir. Üstbilişle ilgili çalışmalarda en yaygın kullanılan üç ölçek, Düşünce Kontrol Ölçeği (Thought Control Questionnaire, TCQ), Kaygı Verici Düşünceler Ölçeği (The Anxious Thoughts Inventory, AnTI) ve Üstbiliş Ölçeği'dir (Metacognitions Questionnaire, MCQ) (Wells ve Cartwright-Hatton 2004). Bu ölçeklerden ilk ikisi hem psikopatolojik hem de normal evrende kullanılabilen ölçeklerdir. Bununla birlikte, Üstbiliş Ölçeği (ÜBÖ) psikopatolojilerle ilgili üstbilişsel modellerden yola çıkarak hazırlanmış ve bu nedenle psikopatolojilerdeki üstbilişleri değerlendirmeye uygun bir ölçektir.

Cartwright-Hatton ve Wells (1997) tarafından geliştirilen ve psikometrik çalışmaları yapılan ÜBÖ, kavramsal olarak birbirinden farklı, fakat birbiriyle ilişki içinde olan beş faktörden oluşmaktadır. Bu beş faktör, (1) olumlu inançlar, (2) bilişsel güven, (3) kontrol edilemezlik ve tehlike, (4) bilişsel farkındalık ve (5) kontrol ihtiyacı şeklindedir. Tüm faktörler, olumlu ve olumsuz üstbilişsel inançlar (yapılar) ile üstbilişsel süreçler (seçici dikkat, içsel bilişsel süreçlerin gözlenmesi) şeklinde iki ortak bileşeni içermektedir. Yazarlar tarafından yapılan çalışmada, bu beş faktörün Cronbach Alpha güvenirliği .72 ile .89 arasında bulunmuştur.

ÜBÖ kullanılarak yapılan çalışmalar, düşünceler hakkındaki olumsuz inançların yaygın kaygı bozukluğu hastalarını diğer kaygı bozukluklarından ayırt ettiğini göstermektedir (Wells ve Cartwright-Hatton 2004). Üstbiliş ile obsesif kompülsif belirtiler arasındaki ilişkiyi çalışan araştırmalar, ÜBÖ ile ölçülen üstbilişsel faktörlerin obsesif kompülsif belirtilerle pozitif yönde ilişkili olduğunu bildirmektedir (Gwilliam ve ark. 2004, Hermans ve ark. 2003, Janeck ve ark. 2003, Wells ve Papageorgiou 1998). Wells ve Papageorgiou (1998), üstbilişlerin aynı zamanda patolojik endişe belirtileriyle de pozitif ilişki içinde olduğunu bulmuşlardır.

Ülkemizde de ütbilişle ilgili çalışmalar bulunmaktadır (Irak 2005, Peynircioğlu ve Tekcan 2000, Tekcan ve Aktürk 2001). Bu çalışmalarda genellikle ?bilme hissi? (feeling of knowing) paradigması kullanılmıştır. Ulaşılabilen kaynaklarda üstbilişi ölçmek için deneysel paradigmalar haricinde anket türü bir ölçeğe rastlanmamıştır. Bu da ülkemizde üstbilişle ilgili olarak yapılacak çalışmalar için bir güçlük yaratmaktadır. Çünkü bilme hissi gibi paradigmalar deneysel ortam gerektiren, uygulamada ve yorumlamada karmaşık işlemler barındıran, ayrıca bütün psikopatolojik örneklemler için kullanışlı olmayan ölçümlerdir. Buradan hareketle araştırmanın amacı üstbiliş ölçeğini Türkçe'ye çevirmek ve Türk örnekleminde geçerlik ve güvenirlik çalışmasını yapmaktır. Böylelikle normal örneklemlerin yanı sıra psikopatolojilerde üstbilişi değerlendirmek üzere klinik araştırmalarda ve uygulamalarda kullanılabilecek bir ölçeği ülkemiz kültürüne kazandırmaktır.

YÖNTEMLER

Örneklem

Araştırmaya 2005-2006 öğrenim döneminde, Ankara ve İstanbul'daki 15 üniversitede 27 farklı bölümde öğrenim gören toplam 850 (282 erkek, 568 kadın) üniversite öğrencisi katılmıştır. Katılımcıların yaş ranjı 17-36 ve yaş ortalaması 21.22'dir (ss=1.90). Katılımcılar gönüllülük esasına göre araştırmaya katılmışlardır.

Araçlar

Üstbiliş Ölçeği-30 (ÜBÖ-30). Cartwright-Hatton ve Wells (1997) tarafından geliştirilen ölçeğin orijinal adı ?Meta-Cognitions Questionnaire (MCQ)? şeklindedir. Daha sonra Wells ve Cartwright-Hatton (2004) bu ölçeğin 30 maddelik kısa formunu (ÜBÖ-30) oluşturmuşlardır. Yazarlar, ölçeği hazırlama sürecinde Yaygın Kaygı Bozukluğu, Obsesif Kompülsif Bozukluk, Hipokondriazis ve Panik Bozukluk hastalarının endişe (worry) ve girici düşüncelerini (intrusive thoughts) sormuşlar, bu tip bilişsel faaliyetlerle uğraşmalarının nedenlerini ve bunlarla ilgili olarak yaşadıkları sorunları bildirmelerini istemişlerdir. Bu işlem sonucunda üstbilişleri içeren bir ifade havuzu elde etmişler, psikometrik işlemler sonucunda bu havuzdan 61 maddelik bir üstbiliş ölçeği uzun formunu meydana getirmişlerdir.

ÜBÖ-30'daki her madde, ?(1) kesinlikle katılmıyorum? ile ?(4) kesinlikle katılıyorum? uçlarına sahip, 4 birimli Likert tipi derecelendirme skalası üzerinden yanıtlanır. Ölçekten alınabilecek puanlar 30 ile 120 arasında değişir ve puanın yükselmesi patolojik tarzda üstbilişsel faaliyetin arttığına işaret eder.

Wells ve Cartwright-Hatton'nın (2004) yaptıkları psikometrik çalışmaya göre, ÜBÖ-30'daki maddeler beş faktöre dağılmaktadır ve bu dağılım uzun formdakiyle özdeştir. (1) Olumlu inançlar, 1, 7, 10, 20, 23 ve 28. maddelerden oluşur ve endişelenmenin, plan yapma ya da problem çözmeye yardımcı olduğuna dair, endişelenmeye yönelik olumlu inançları içerir. Aynı zamanda bu faktöre göre endişe, arzu edilir bir kişilik özelliğidir. (2) Kontrol edilemezlik ve tehlike, 6, 13, 15, 21, 25, 27. maddeleri içerir ve iki boyuttan oluşmaktadır. Birincisi, ?insanın işlevlerini yerine getirebilmesi ve güvende kalabilmesi için endişelerini kontrol etmesi gereklidir' şeklindeki inançtır. Diğeri, endişenin kontrol edilemeyeceğine dair inançtır. (3) Bilişsel güven, 8, 14, 18, 24, 26 ve 29. maddeleri içerir ve kişinin kendi bellek ve dikkat yeteneklerine güveninin olmaması ile ilgilidir. (4) Düşünceleri kontrol ihtiyacı, 2, 4, 9, 11, 16, 22. maddelerden oluşur ve batıl inanç, cezalandırılma ve sorumlu olma temalarını içeren olumsuz inançları kontrol altına alma ihtiyacını içerir. Bu inançlar, kişi onları kontrol edemediği takdirde ortaya çıkacak zarar verici sonuçlardan kişinin sorumlu olacağına ve cezalandırılacağına ilişkindir. (5) Bilişsel farkındalık, 3, 5, 12, 17, 19 ve 30. maddelerden oluşur ve kişinin kendi düşünce süreçleri üzerinde sürekli uğraşmasını ifade eder.

Wells ve Cartwright-Hatton'nın (2004) yaptıkları psikometrik çalışmaya göre, ÜBÖ-30'un maddeler arası korelasyon matrisi .3'ün üstündedir ve bu değer maddelerin faktör analizine uygun olduğunu işaret eder. Kaiser?Meyer?Olkin (KMO) ölçümü .90'dır ve maddelerin faktör analizine uygunluğunu desteklemektedir. İç tutarlılık için düzeltilmiş madde toplam korelasyonları tüm ölçek için .31 - .68 arılığında, olumlu inançlar .77 - .83, bilişsel güven .72 - .87, kontrol edilemezlik ve tehlike .70 - .82, bilişsel farkındalık .56 - .83 ve kontrol ihtiyacı .30 - .65 aralığındadır. Ölçeğin tüm olarak iç tutarlılık Cronbach Alpha değeri .93'dür ve faktörler için Alpha değerleri .72 ile .93 aralığındadır. Alt ölçekler arası korelasyonların tümü anlamlı bulunmuştur ve bu korelasyonlar ÜBÖ-30'un uzun versiyonundakilerle tutarlıdır. Yapı geçerliği için yapılan karşılaştırıcı uyum indeksi CFI (comparative fit index) .90'dır ve yapı modelinin iyi bir uyum gösterdiğine işaret eder. Diğer taraftan, bir yapı test etme analizi olan RMSR (root mean square residual) .04'dür. Bu katsayının küçülmesi model uyumunun arttığına işaret eder ve .05'den küçük olması ise iyi bir model uyumu olduğunu gösterir. Yazarlar yakınsak geçerliği (covergent validity) için, ÜBÖ-30'un sürekli kaygı, obsesif-kompülsif belirtiler ve patolojik endişe ile olan korelasyonuna bakmış ve ÜBÖ-30 bu üç değişkenle de anlamlı düzeyde korelasyon göstermiştir (Wells ve Cartwright-Hatton 2004).

Sürekli Kaygı Envanteri (SKE). Spielberger ve ark. tarafından 1970 yılında geliştirilen Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri'nin sürekli kaygıyı ölçen alt ölçeğidir (Öner 1994). SKE, bireyin içinde bulunduğu durumlar ve koşullardan bağımsız olarak, genellikle kendini ne kadar kaygılı hissettiğini ölçer. Le Compte ve Öner tarafından 1975 yılında Türkçe'ye uyarlama, geçerlik ve güvenirlik çalışmaları yapılmıştır ve uzun yıllardır klinik araştırma ve uygulamalarda yaygın olarak kullanılmaktadır (Öner 1994). Ölçekte her madde, ?(1) hemen hiçbir zaman? ile ?(4) hemen her zaman? uçlarına sahip, 4 birimli Likert tipi derecelendirme skalası üzerinden yanıtlanır. Ölçekten alınabilecek puanlar 20 ile 80 arasında değişir ve puanın yükselmesi sürekli kaygı düzeyinin attığına işaret eder.

Maudsley Obsesif Kompülsif Soru Listesi (MOKSL). Hodgson ve Rachman tarafından 1977 yılında geliştirilen ölçek, obsesif kompülsif belirtilerin düzeyini ve türünü araştırmayı amaçlar (Erol ve Savaşır 1988). Ölçek kontrol, temizlik, yavaşlık, kuşku ve ruminasyon alt ölçeklerinden oluşmaktadır. Ölçekte her madde, doğru/yanlış olarak yanıtlanır. Ölçekten alınabilecek puanlar 0 ile 37 arasında değişir ve puanın yükselmesi obsesif kompülsif belirtilerin arttığına işaret eder. Ölçek, Erol ve Savaşır (1988) tarafından yapılan uyarlama çalışmasında 7 madde eklenmesiyle 37 madde olarak yeniden düzenlenmiştir. Bu çalışmada MOKSL'un ülkemizde normal ve psikiyatrik örneklemlerde obsesif kompülsif yakınmaların türü ve yaygınlığını ölçmede, araştırma ve klinik amaçlar için geçerli ve güvenilir olduğu gösterilmiştir.

İşlem

İlk olarak ÜBÖ-30'un Türkçe'ye çevirisi için bir ön çalışma yapılmıştır. Bu ön çalışma çeviri ve geri-çeviri olmak üzere iki aşamadan oluşmuştur. İlk aşmada ölçeğin maddeleri İngilizce'den Türkçe'ye her madde için birden çok olası alternatif öneren bir şekilde çevrilmiştir. Daha sonra bu taslak çeviri örnekleri Türkiye'de psikoloji alanında doktor dereceli ve İngilizce'ye hakim toplam yedi profesyonele değerlendirmek üzere gönderilmiştir. Değerlendirmede her bir ölçek maddesi için önerilen alternatifler arasından en uygun olanının seçilmesi veya eğer uygunsa yeni bir alternatif önerilmesi istenmiştir. Bu işlem sonucunda yargıcılardan ortak onay alan maddeler Türkçe formu oluşturmuştur. Sonraki aşama olan geri-çeviri aşamasında, elde edilen ölçek maddeleri farklı üç uzman tarafından yeniden İngilizce'ye çevrilmiştir. Bu sonuçla elde edilen maddeler üzerinde gerekli düzenlemeler yapılarak ölçeğin son formu oluşturulmuştur.

Veri toplama aşamasına geçildiğinde uygulamalar Ankara ve İstanbul'daki 17 üniversitede, ilgili bölümlerden ve ders sorumlularından önceden alınan randevu saatlerinde, ders başlamadan önceki 20 dakikalık sürede yürütülmüştür. Araştırma hakkında verilen ön bilgiden sonra gönüllü olan kişiler araştırmaya katılmıştır. Araçlar kısmında belirtilen ölçekler bir araya getirilerek oluşturulan ölçek bataryasındaki ölçeklerin sırası tam dengeleme yöntemine göre düzenlenmiştir. Uygulama grup olarak ve kağıt-kalem testi şeklinde tek oturumda yapılmıştır. Ayrıca tekrar-test güvenirliği için ölçek bataryası 49 kişilik bir örneklem grubuna 20 gün arayla yeniden uygulanmıştır.

BULGULAR


Analizlere geçmeden önce verilerin çok değişkenli istatistiğin temel sayıltıları olan normallik, doğrusallık ve örneklem varyanslarının homojenliği (homoscedasticity) test edilmiş ve ayrıca verilerin aşırı skora sahip olup olmadıkları incelenmiştir. Yapılan analiz sonucunda verilerde aşırı skora sahip denek olmadığı ve ayrıca verilerin sözü edilen sayıltıları karşıladığı görülmüştür.

Analizler araştırmanın amacına uygun olarak iki adımda yürütülmüştür. Buna göre, ilk adımda ÜBÖ-30'un geçerlik ve güvenirliğine ilişkin bulgular, ikinci adımda ise ÜBÖ-30, SKE ve MOKSL arasındaki ilişkileri belirlemeye yönelik olarak yapılan analiz sonuçlarına yer verilmiştir.

Maddeler arasındaki ilişkiler

ÜBÖ-30'u oluşturan 30 madde arasındaki ilişkilerin incelenmesi için Pearson momentler çarpımı korelasyon analizi tekniği kullanılmıştır. Analiz sonuçları Tablo 1'de sunulmuştur. Tablodan da görüldüğü gibi maddeler arasında seçici ilişkiler elde edilmiştir. Anlamlı olan korelasyon katsayıları .090 ile .764 arasında değişmiştir ve bu katsayılar .01 düzeyinde anlamlı olmuştur.

Güvenirlik analizi sonuçları


ÜBÖ-30'un güvenirliğini belirlemeye yönelik olarak test-tekrar güvenirlik yöntemi kullanılmıştır. Test-tekrar test arasındaki zaman aralığı 20 gün olmuştur. Analiz sonuçları Tablo 2'de sunulmuştur. Buna göre, tüm maddeler arasındaki korelasyonlar anlamlı olmuştur. Ayrıntılı olarak test tekrar-test korelasyon katsayıları ölçek maddeleri için .40 (ÜBÖ19) ile .94 (ÜBÖ9) arasıda; alt ölçekler için .70 ile .85 arasında olmuştur. Sonuçlar ÜBÖ-30'un Türkiye örneklemi için güvenilir bir ölçme aracı olduğunu göstermiştir.

İç tutarlılığı belirlemede Cronbach Alpha korelasyon analizi tekniği kullanılmıştır. Analiz sonucuna göre 30 maddelik ÜBÖ'nin Cronbach Alpha güvenirlik katsayısı .86 olmuştur. Ayrıca bu oran ölçeğin ilk yarısı (tek numaralı maddeler) için .72, ikinci yarısı (çift numaralı maddeler) için .79 olmuştur. Sonuçlar ÜBÖ-30'un iç tutarlılığının yüksek olduğunu göstermiştir.

Geçerlik analizi sonuçları

1. Yapı geçerliği


ÜBÖ-30'un yapı geçerliğini belirlemede faktör analizi tekniği kullanılmıştır. Uygulamalarda faktör çıkartma yöntemi olarak temel bileşenler analizi (TBA) kullanılmıştır. Buna göre, ölçek maddelerinin TBA için uygunluğunun bir ölçütü olan KMO indeksi .89 olarak?mükemmel uyum düzeyinde -elde edilmiştir (Bartlett's ki-kare = 9165.11; p = .001). Ayrıca, özdeğeri >1 olan altı faktör elde edilmiş ve bu faktörlerin toplam varyansın %55.98'ini açıkladığı görülmüştür. Scree- plot eğim grafiğine bakıldığında ise beş faktörün olduğu görülmüştür. Beşli faktör çözümlemesi ve Varimax rotasyonu sonucunda elde edilen beş faktör toplam varyansın %52.44'ünü açıklamıştır. Analiz sonuçları Tablo 3'te sunulmuştur. Sonuçlar ÜBÖ-30 Türkçe formunun faktör yapısının orijinaliyle aynı olduğunu göstermiştir. Buna göre 1. faktörde ÜBÖ-30'un 20, 23, 10, 28, 7 ve 1. maddeleri yer almıştır (örneğin, ?Endişelenmek bir şeylerin üstesinden gelmeme yardım eder'). Bu faktör toplam varyansın %12.42'sini açıklamıştır. Ölçeğin orijinal formundakiyle benzer olarak bu faktör olumlu inançlar (positive beliefs) olarak adlandırılmıştır (orijinal formda ikinci faktör). İkinci faktörde ÜBÖ-30'un 26, 29, 18, 24, 8 ve 14. maddeleri yer almış ve bu faktör toplam varyansın %12.39'unu açıklamıştır. Ölçeğin orijinal çalışmasında birinci faktör olan ve Türkçe formuyla aynı maddeleri içeren (örneğin, ?Belleğime güvenmem') bu faktör orijinaline uygun olarak bilişsel güven (cognitive confidence) olarak adlandırılmıştır. Toplam varyansın %11.14'ünü açıklayan üçüncü faktör (orijinal formdaki dördüncü faktör) ÜBÖ-30'un 9, 22, 4, 16, 3, 11 ve 2. maddelerinden oluşmuştur (örneğin, ?Endişelenmeye başladığım zaman kendimi durduramam'). Bu faktöre de orijinal formundakiyle benzer olarak kontrol edilemezlik ve tehlike (uncontrollability and danger) adı verilmiştir. Ölçeğin orijinal formunda bilişsel farkındalık (cognitive self-consciousness) faktörü altında yer alan 3. madde (?Aklımdan geçenlerle çok uğraşırım') Türkçe formunda .652 faktör yükü ile kontrol edilemezlik ve tehlike faktörü altında yer almıştır. Anlamsal özelliği açısından düşünüldüğünde de bilişsel farkındalık faktörü altında yer alması gereken bu maddenin bilişsel farkındalık faktöründeki faktör yükü .297 olmuştur. Faktör yükleri arasındaki bu yüksek fark nedeniyle, 3. maddenin bilişsel farkındalık faktörüne atanmasının mantıksal olarak doğru bir yanı olsa da istatistiksel olarak uygun bir işlem olmayacağına karar verilmiştir.

ÜBÖ-30'un dördüncü faktörü (orijinal formda üçüncü faktör) toplam varyansın %8.37'sini açıklamış ve örneğin, ?Düşüncelerimi kontrol edememek bir zayıflık işaretidir' gibi ölçeğin 12, 17, 30, 5, 13 ile 19. maddelerinden oluşmuştur. Orijinal formundakiyle uygun olarak bu faktöre bilişsel farkındalık adı verilmiştir. Ölçeğin orijinal formunda 13. madde (Düşüncelerimi her zaman kontrol altında tutmalıyım), düşünceleri kontrol ihtiyacı faktörü altında yer almıştır. Uyarlama çalışmasında 13. madde .47 faktör yükü ile 4. faktöre, .43 faktör yükü ile de 5. faktöre yüklenmiştir. Bu durum 13. maddenin ?kararsızlığına' işaret etmektedir. TBA ile ilgili temel kaynaklarda da belirtildiği gibi (örneğin, Kim ve Mueller 1978, Stevens 2002) faktör yükünün birbirine bu denli yakın olduğu kararsızlık durumlarında maddenin anlamsal ve ölçtüğü özellikleri göz önüne alınarak ilgili maddenin uygun faktöre ataması yapılabilmektedir. Buradan hareketle, 13. maddenin anlamsal ve ölçtüğü özellikleri ile söz konusu iki faktör yükünün birbirine çok yakın olması nedeniyle 13. maddenin ölçeğin Türkçe formunda orijinal formundaki gibi 5. faktörde yer almasının uygun olduğuna karar verilmiştir. Ölçeğin son faktörü olan beşinci faktörde 21, 15, 25, 27 ve 6. maddeler yer almış ve bu faktör toplam varyansın %8.13'ünü açıklamıştır. Orijinal formundakine (need to control thoughts) uygun olarak beşinci faktöre düşünceleri kontrol ihtiyacı adı verilmiştir. Sonuç olarak, ÜBÖ-30'un Türkçe formunun faktör yapısı orijinaliyle aynı olmuştur. Söz konusu bulgular ÜBÖ-30'un Türkçe formunun yapı geçerliğine kanıt oluşturmuştur.

ÜBÖ-30'un faktör yapısı doğrulayıcı faktör analizi (confirmatory factor analysis, DFA) ile de AMOS programı (sürüm 6, Arbuckle, 2003) kullanılarak analiz edilmiştir. Bu analizdeki asıl amaç, TBA ile elde edilen faktör örüntüsünün geçerliğini farklı bir yöntem kullanarak test etmek ve ayrıca 3 ve 13. maddelerle ilgili önceki bölümde sözü edilen tartışmaya açıklık kazandırmaktır. Buradan hareketle TBA analizi temel alınarak DFA'da ölçeğin beş faktörden oluştuğu hipotez edilmiştir. Faktörlerde yer alan maddeler TBA sonucunda elde edilen yapıya uygun olarak analize sokulmuştur. Oluşturulan ilk modelin (hipotez model) sonuçlarına göre, uyum indeksleri istenir düzeyde olmamıştır (RMSEA= .054; CFI= .88; GFI = .89; RMR= .54; IFI= .88; TLI = .87). DFA ile ilgili kaynaklarda (Byrne 2001, Hayduk 1987, Scott 1983) RMSEA'nın 0.05 veya daha düşük, diğer (CFI, GFI, RMR gibi) indekslerin ise .90 veya daha yüksek değerde olması modelin uygunluğu için gerekli görülmektedir. Analiz sonucunda program 3 ve 13. maddelerin aynı anda birden fazla faktörde yer alması (cross factor loading) nedeniyle bu maddelerle ilgili değişiklik indeksleri önermiştir. Bu önerilerden en yüksek oranda ve istatistiksel olarak anlamlı değişikliğe sahip olanlar, 3. maddenin kontrol edilemezlik ve tehlike faktörüyle ilişkili olduğu; diğeri ise 13. maddenin düşünceleri kontrol ihtiyacı faktöründe yer alan maddelerle ilişkisi olduğu yönündedir. Bu değişiklikler uygulanarak yapılan dönüştürülmüş modelin (revised model) analizi sonucunda elde edilen uyum indeksleri oldukça yüksek olmuş (RMSEA= .051; CFI= .90; GFI = .90; RMR= .50; IFI= .90; TLI = .89) ve sonuçlar modelin doğrulandığını (good-fit) göstermiştir, c² (465, N = 850) = 1282.91, p<. 001. Sonuç olarak DFA ile elde edilen sonuçlar TBA analizi sonucunda elde edilen ÜBÖ-30'un faktör yapısının geçerliğini desteklemiş ve ayrıca TBA sonucunda 3. ve 13. maddelerle ilgili yapılan önerilere destek oluşturmuştur. Bu sonuçlar 3. maddenin bilişsel farkındalık, 13. maddenin düşünceleri kontrol ihtiyacı faktörü altında yer alması gerektiğini göstermiştir.

2. Yakınsak (convergent) geçerliği


ÜBÖ ile ilgili önceki çalışmalar (Cartwright-Hatton ve Wells 1997, Wells ve Cartwright-Hatton 2004) ölçeğin kaygı ve obsesyon türü belirtilerle pozitif yönde anlamlı ilişkisinin olduğunu göstermiştir. ÜBÖ-30'un yakınsak geçerliğini belirlemek için ÜBÖ-30, MOKSL ve SKE puanları arasındaki ilişkiler Pearson korelasyon tekniği ile incelenmiştir. Sonuçlar Tablo 4'te sunulmuştur. Buna göre ÜBÖ-30'un alt ölçekleri ve toplam puanları ile MOKSL'nin alt ölçekleri ve toplam puanı ve SKE arasında pozitif yönde anlamlı ilişkiler elde edilmiştir. Sonuçlar önceki çalışmalardan elde edilen bulgularla uyumlu olmuş ve ÜBÖ-30 Türkçe formunun yakınsak geçerliği için kanıt oluşturmuştur. Ayrıca Tablo 4'ten de görüldüğü gibi ÜBÖ-30'un alt ölçekleri arasındaki ilişkiler, bilişsel güven ve bilişsel farkındalık dışında, anlamlı olmuştur. Bu katsayılar orijinal çalışmalardan (Cartwright-Hatton ve Wells 1997, Wells ve Cartwright-Hatton 2004) elde edilen katsayılarla uyumlu olmuştur.

Cinsiyet etkisi

ÜBÖ-30'dan elde edilen puanların cinsiyete göre nasıl değiştiği çok değişkenli varyans analizi (MANOVA) ile incelenmiştir. Analizlerde ÜBÖ-30'un beş alt faktörü ve toplam puanı bağımlı değişken, cinsiyet ise bağımsız değişken olarak alınmıştır. Analiz sonucunda Wilks' Lambda anlamlı bulunmuştur (F=58.62, p<.001; c2=.047). Diğer yandan cinsiyetin olumlu inançlar (F (1-848) = 6.63; p<.001), kontrol edilemezlik ve tehlike (F (1-848) = 5.02; p<.05) ve düşünceleri kontrol ihtiyacı (F (1-848) = 14.33; p<.001) alt ölçekleri üzerindeki etkisinin anlamlı olduğu görülmüştür. Kadın ve erkeklerin ÜBÖ-30 alt ölçeklerinden aldıkları puanlara ait ortalama ve standart sapma sonuçları Tablo 5'te sunulmuştur. Anlamlı olan farklar için ayrıntılı olarak bakıldığında, olumlu inançlar alt ölçeğinde erkeklerin, kontrol edilemezlik ve tehlike alt ölçeği ile düşünceleri kontrol ihtiyacı alt ölçeğinde ise kadınların daha yüksek ortalamaya sahip olduğu görülmüştür. Diğer yandan, bilişsel güven alt ölçeğinde kadınların, bilişsel farkındalık alt ölçeği ile ÜBÖ-30 toplam puanında ise erkeklerin daha yüksek ortalamaya sahip oldukları görülmüş, ancak bu farklar istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır.

Yaş etkisi

Katılımcıların yaşları ile ÜBÖ-30'un alt puanları arasındaki ilişkiler Pearson korelasyon tekniği ile incelenmiştir. Analiz sonuçları Tablo 6'da sunulmuştur. Korelasyon değerlerinin -.085 ile -.122 arasında değiştiği görülmüştür. Buna göre, yaşın bilişsel farkındalık, kontrol edilemezlik ve tehlike, düşünceleri kontrol ihtiyacı ile toplam puanla ilişkisi istatistiksel olarak negatif yönde anlamlı bulunmuştur. Buna karşın, yaşın bilişsel güven ve olumlu inançlar alt ölçekleriyle ilişkisi pozitif yönde olmuş, ancak bu ilişkiler istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır.

Diğer yandan katılımcıların halen kaçıncı sınıfa devam ettikleri de sorulmuştur. Buradan hareketle ÜBÖ-30'un alt ölçekleri ve toplam puanlarının yaşa/sınıfa göre nasıl değiştiği MANOVA ile incelenmiştir. Analizde sınıf (1-4. sınıf) bağımsız değişken, ÜBÖ-30'un alt ölçek puanları ile toplam puanı ise bağımlı değişken olarak alınmıştır. Analiz sonucuna göre Wilks' Lambda anlamlı bulunmuştur (F=5.18, p<.001; c2=.030). Diğer yandan sınıf değişkeninin ÜBÖ-30'un bilişsel farkındalık (F (3-845) = 8.25; p<.001), kontrol edilemezlik ve tehlike (F (3-845) = 4.59; p<.01), düşünceleri kontrol ihtiyacı alt ölçekleri (F (3-845) = 20.665; p<.001) ile toplam puanı (F (3-845)= 8.98; p<.001) üzerindeki etkisi anlamlı bulunmuştur. ÜBÖ-30 puanlarının sınıf değişkenine göre olan değişimi Tablo 6'da sunulmuştur. Post-doc LSD testi sonuçlarına göre düşünceleri kontrol etme ve bilişsel farkındalık alt ölçekleri için 1. sınıflar 2, 3 ve 4. sınıflardan anlamlı olarak farklıdır. Kontrol edilemezlik ve tehlike alt ölçeği için 1. sınıflar 3 ve 4. sınıflardan; 2. sınıflar 4. sınıflardan anlamlı olarak farklıdır. Toplam puan için 1. ve 2. sınıflar diğer sınıflardan anlamlı olarak farklıdır. Tüm puanlar için sınıf arttıkça puanlarda azalma olduğu görülmüştür. Bu sonuçlar da ÜBÖ-30 ile yaş arasında elde edilen negatif yöndeki anlamlı ilişkileri desteklemiştir.

TARTIŞMA

Bu çalışmada ÜBÖ-30'un Türkçe formunun üniversite öğrencilerinden oluşan katılımcı grubundaki uyarlama, geçerlik ve güvenirlik analizlerine yer verilmiştir. Yapılan analizler ölçeğin iç geçerliğinin oldukça yüksek ve maddeler arasında seçici ve anlamlı korelasyonların olduğunu göstermiştir. Ayrıca faktör analizi sonuçları, ÜBÖ-30 Türkçe formunun orijinal formdakiyle aynı faktör yapısına sahip olduğuna işaret etmiştir. TBA sonuçları ÜBÖ-30'un beş faktörünün toplam varyansın %52.44'ünü açıkladığını göstermiştir. Bu oran orijinal çalışmada %68 olarak daha yüksek olarak elde edilmiştir. DFA sonuçları da ÜBÖ-30'un beş faktörden oluştuğunu ve orijinal formundaki faktör yapısıyla aynı olduğunu göstermiştir.

ÜBÖ-30'un Türkçe formunun güvenirliği ile ilgili olarak yapılan test-tekrar test korelasyon analizi sonuçları ölçek maddeleri için elde edilen güvenirlik katsayılarının maddeler için .40 ile .94, alt ölçekler için .70 ile .85 arasında değiştiğini göstermiştir. Bu oranlar orijinal çalışmada elde edilen bulgularla uyumlu olmuştur. Sonuçlar ÜBÖ-30'un Türkçe formunun güvenilir bir ölçme aracı olduğunu göstermiştir.

Önceki bölümlerde de belirtildiği gibi ÜBÖ ile ilgili çalışmalarda, ölçeğin sürekli kaygı, endişe ve obsesyon belirtileriyle pozitif yönde anlamlı ilişkisi olduğu bulunmuştur. Mevcut çalışmada da, üstbilişin sürekli kaygı ve obsesyon ile anlamlı ilişkisi olduğu yönündeki denence doğrulanmış, ÜBÖ-30'un alt ölçekleri ile sürekli kaygı ve obsesif belirtiler arasında pozitif yönde anlamlı ilişkiler elde edilmiştir. Bu bulgular da, ölçeğin, orijinal formundakiyle benzer olarak, ölçeğin yakınsak geçerliğine kanıt oluşturmuştur. Bu bulgular kaygı ve obsesyon gibi semptomlarda üstbilişin önemli bir yordayıcı olabileceğine işaret etmektedir. Normal ve klinik örneklemlerde yapılacak yeni değerlendirme ve araştırmaların yanı sıra, farklı klinik gruplardaki bilgi işleme süreçlerinin inceleneceği araştırmalarda da üstbilişin önemli bir bilgi kazanımına yol açacağı düşünülmektedir.

Ölçeğin orijinal formuyla ilgili çalışmada cinsiyetin hiç bir ÜBÖ-30 puanı üzerinde anlamlı etkisi bulunmamıştır. Buna karşın mevcut çalışmada bazı alt ölçekler (olumlu inançlar, kontrol edilemezlik ve tehlike, ve düşünceleri kontrol ihtiyacı) üzerinde cinsiyet etkisinin anlamlı olduğu görülmüştür. Mevcut çalışmadaki kadın ve erkek oranları arasındaki oran farkının fazla olması ile, yaş aralığının (17-36) orijinal çalışmada daha geniş (18-69) olması, söz konusu farkların yorumlamasında göz önünde bulundurulmalıdır.

ÜBÖ-30'un Türkçe formunun yaş ile ilişkisinin incelemeye yönelik analiz sonuçları, yaş ile bilişsel farkındalık, kontrol edilemezlik ve tehlike, düşünceleri kontrol ihtiyacı alt ölçekleri ve toplam puan arasında negatif yönde anlamlı ilişkiler olduğunu göstermiştir. Ayrıca MANOVA sonuçlarına göre de sınıf değişkeninin söz konusu ölçek puanları üzerindeki etkisi anlamlı olmuştur. Sonuçlar yaş arttıkça puanlarda olumlu yönde bir artış olduğuna işaret etmektedir. Ölçeğin orijinal formuyla ilgili çalışmadaki yaş aralığının daha geniş olduğu göz önünde bulundurulmakla birlikte, üstbiliş ve yaş arasında elde edilen bu ilişkilerin farklı yaş dönemlerinde incelenmesinin önemli doğurguları olacağı düşünülmektedir.

Sonuç olarak ÜBÖ-30'un Türkçe formunun üniversite öğrencileri üzerinde yapılan uyarlama, geçerlik ve güvenirlik çalışması ölçeğin yeterli düzeyde psikometrik özelliklere sahip olduğunu göstermiştir. İleriye yönelik olarak ÜBÖ-30'un üstbilişin klinik olgulardaki rolüne ilişkin ülkemizde yapılacak çalışmaların önünü açacağı düşülmektedir. Yaygın Kaygı Bozukluğu (Wells 2005), OKB (Fisher ve Wells 2005, Myers ve Wells 2004, Wells ve Papageorgiou 1998), PTSD (Holeva ve ark. 2001), psikozlar (Bacon ve ark. 2001, Morrison ve Wells 2003, Weiss ve ark. 2002), depresyon (Papageorgiou ve Wells 2003) ve madde kötüye kullanımında (Toneatto 1999) üstbilişin rolünü işaret eden son dönem araştırmalar, ülkemizde ÜBÖ-30 ile yapılacak çalışmaların üstbiliş hakkındaki bilgilerimize önemli katkılar sağlayacağını düşündürmektedir. Aynı zamanda, ÜBÖ-30'un normal örneklemler üzerindeki temel bilimsel araştırmalarda kullanılmasının da önemli bilgi kazanımına yol açacağı düşünülmektedir.

KAYNAKLAR

Arbuckle J (2003) Amos 5.0 update to the Amos user's guide. Chicago, Ill.: Marketing Dept. SPSS Inc.: Small Waters Corporation.
Bacon E, Danion JM, Kauffmann-Muller F, Bruant A (2001) Consciousness in schizophrenia: a metacognitive approach to semantic memory. Conscious Cogn, 10: 473?484.
Byrne BM (2001) Structural equation modeling with amos: basic concepts, applications, and programming. Mahwah, N.J.: Lawrence Erlbaum Associates.
Cartwright-Hatton S, Wells A (1997) Beliefs about worry and intrusions: the metacognitions questionnaire and its correlates. J Anxiety Disord, 11: 279?296.
Crick F (2000) Şaşırtan varsayım (Çev. Sabit Say). Ankara: TÜBİTAK.
Dienes Z, Perner J (1999) A theory of implicit and explicit knowledge. Cambridge: Cambridge University Pres.
Erol N, Savaşır I (1988) Maudsley Obsesif Kompulsif Soru Listesi. XXIV. Ulusal Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Kongresi Bildiri Kitabı, Ankara, GATA Basımevi, s.107-114.
Fisher PL, Wells A (2005) Experimental modification of beliefs in obsessive?compulsive disorder: a test of the metacognitive model. Behav Res Ther, 43: 821?829.
Gwilliam P, Wells A, Cartwright-Hatton S (2004) Does meta-cognition or responsibility predict obsessive?compulsive symptoms: a test of the metacognitive model. Clin. Psychol. Psychother, 11: 137?144.
Hayduk LA (1987) Structural equation modeling with LISREL:essentials and advances. Baltimore.: Johns Hopkins University Press.
Hermans D, Martens K, De Cort K, Pieters G, Eelen P (2003) Reality monitoring and metacognitive beliefs related to cognitive confidence in obsessive?compulsive disorder. Behav Res Ther, 41: 383?401.
Holeva V, Tarrier NT, Wells A (2001) Prevalence and predictors of acute stress disorder and PTSD following road traffic accidents: thought control strategies and social support. Behavior Therapy, 32: 65?83.
Irak M (2005) Üst-biliş mi? Yönetici işlev mi? Bilme hissinin nöropsikolojik testlerle ölçülen dikkat süreçlerinden yordanması. Türk Psikoloji Dergisi, 20: 97-116.
Janeck AS, Calamari JE, Riemann BC, Heffelfinger SK (2003) Too much thinking about thinking?: metacognitive differences in obsessive-compulsive disorder. Anxiety Disorders, 17: 181-195.
Kim J, Mueller CW (1978) Factor analysis: statistical methods and practical issues. Beverly Hills, California. Sage Publications.
Mather A, Cartwright-Hatton S (2004) Cognitive predictors of obsessive?compulsive symptoms in adolescence: a preliminary investigation. Journal of Clinical Child and Adolescent Psychology, 33: 743?749.
Morrison AP, Wells A (2003) A comparison of metacognitions in patients with hallucinations, delusions, panic disorder, and non-patient controls. Behav Res Ther, 41: 251?256.
Myers SG, Wells A (2004) Obsessive-compulsive symptoms: the contribution of metacognitions and responsibility. Anxiety Disorders, 19: 806?817.
Öner N (1994) Türkiye'deki kullanılan psikolojik testler. İstanbul. Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.
Papageorgiou C, Wells A (2003) An empirical test of a clinical metacognitive model of rumination and depression. Cognitive Therapy and Research, 27: 261?273.
Peynircioğlu Z, Tekcan Aİ (2000) Feeling of knowing for translations of words. Journal of Memory and Language, 43: 135-148.
Scott LJ (1983) Confirmatory factor analysis: a preface to LISREL. Beverly Hills.: Sage Publications.
Stevens J (2002) Applied multivariate statistics for the social sciences. N.J.: Lawrence Erlbaum Ass.
Tekcan Aİ, Aktürk M (2001) are you sure you forgot? Feeling of knowing in directed forgetting. J Exp Psychol Learn Mem Cogn, 27: 1487-1490.
Toneatto T (1999) Metacognition and substance use. Addict Behav, 24: 167?174.
Weiss AP, Dodson CS, Goff DC, Schacter DL, Heckers S (2002) Intact suppression of increased false recognition in schizophrenia. ** J Psychiatry, 159: 1506-1513.
Wells A (2005) The metacognitive model of gad: assessment of meta-worry and relationship with dsm-ıv generalized anxiety disorder. Cognitive Therapy and Research, 29: 107?121.
Wells A, Cartwright-Hatton S (2004) A short form of the metacognitions questionnaire: properties of the MCQ 30. Behav Res Ther, 42: 385?396.
Wells A, Papageorgiou C (1998) Relationships between worry, obsessive?compulsive symptoms and meta-cognitive beliefs. Behav Res Ther, 36: 899?913.

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Temmuz 2009       Mesaj #119
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Bipolar Bozuklukta Bilişsel Belirtilerin Doğası ve Önemi

Dr. Emre BORA, Dr. Simavi VAHİP, Dr. Fisun AKDENİZ

GİRİŞ

Kraepelin şizofreniyi işlevsellik kaybının sürekli olduğu ve yıkımla seyreden ilerleyici bir bozukluk, manik depresif hastalığı sadece hastalık dönemlerinde işlevsellik kaybına yol açan döngüsel bir hastalık olarak tanımlamıştır (Kraepelin 1904). Bilişsel işlev bozukluğu şizofreni dışında, şizotipal kişik bozukluğu dahil olmak üzere şizofreni yelpazesinde (spektrum) yer alan tüm bozukluklarda ve şizofreni hastalarının birinci derece akrabalarında gösterilmiştir (Cadenhead ve ark. 1999, Gooding ve Tallent 2002, Keri ve Janka 2004, Snitz ve ark. 2006). Şizofrenide bilişsel belirtilerin şiddeti işlevsellik kaybı (Bora ve ark. 2006b, Green 2006) ve hastalığın kötü gidişiyle (Silverstein ve ark. 1994) ilişkilendirilmiştir.

Bipolar bozuklukta (BP) da bazı bilişsel belirtilerin olabileceği uzun süredir bilinse de, Kraepelin'ci görüşünde etkisiyle BP'da bilişsel belirtilerin hastalık dönemlerine özgü, manik ve depresif belirtilere ya da motivasyonla ilgili etkenlere ikincil olduğu düşünülüyordu. Son yıllarda, BP'da iyilik (remisyon) döneminde de bilişsel bozukluğun sürdüğünü gösteren veriler hızla artmıştır (Cavanagh ve ark. 2002, Clark ve ark. 2002, Robinson ve ark. 2006). Ancak BP'da saptanan bilişsel bulguların anlamı ve doğası yeterince bilinmemektedir.

Bu gözden geçirme yazısında, öncelikle, BP'da iyilik döneminde yürütücü işlevler, bellek, psikomotor hız ve dikkat yetilerini inceleyen çalışmalar, kendi bulgularımızla birlikte özetlenmiş ve daha sonra bilişsel bozuklukların manik ve depresif semptomatolojiyle ve hastalık riskiyle ilişkisi tartışılmıştır (1. bölüm). Bu bölüm için bir çalışmamızda (Bora ve ark. 2007) BP hastalarınında saptanan bilişsel bozuklukların etki boyutları hesaplanmıştır. Daha sonra 2007 mayıs ayında seçilen anahtar sözcüklerin (bipolar disorder, mania, neurocog*, cog*, neuropsych*, MRI, PET, genet*) kombinasyonlarıyla yapılan PUBMED taraması sonucunda 1996'dan beri yayınlanan ve ve BP'da bilişsel işlev bozukluğunun doğasını inceleyen çalışmalar sistematik olarak gözden geçirilmiştir (2. bölüm). Bu bölüme dahil edilme kriterleri: (1) BP'da yürütücü işlevler, bellek, dikkat ve psikomotor hız alanlarından en az birisinde performansı ölçmeye yönelik testlerin uygulanması ve (2) Bu testlerdeki performansla beyin görüntüleme, genetik, hastalık alttipi, BP riski, komorbidite, hastalık seyri göstergeleri arasındaki ilişkiyi incelemesidir. BP'da, sosyal biliş, emosyon tanıma, karar verme testleri, genel zeka gibi alanlarda görülen bozukluklar bu çalışmanın kapsamı dışında bırakılmıştır.
Bu yazının amaçları: (1) BP'da bilişsel belirtilerin doğasını, seyrini, hastalık alttipi, tedavi ve madde kötüye kullanımı ile ilişkisini (2) BP'da bilişsel belirtilerin beyin görüntüleme bulguları, genetik bulgularla ilişkisini gözden geçirmektir.

Bipolar bozuklukta bilişsel belirtiler

Bipolar bozuklukta remisyon döneminde bilişsel işlev bozukluk

Bellek

BP hastalarında iyilik döneminde saptanan bilişsel belirtilerden en önemlilerinden biri sözel bellek bozukluğudur (Cavanagh ve ark. 2002, Bearden ve ark. 2001, Robinson ve Ferrier 2006). Ayrıca görsel bellek bozukluğu bildiren çalışmalar da vardır (Deckersbach ve ark. 2004). Sözel bellek için en sık kullanılan değerlendirme araçları, Rey İşitsel Sözel Öğrenme Testi (Rey Auditory Verbal Learning Test) ve Kaliforniya Sözel Öğrenme Testi (California Verbal Learning Test)'dir. Bu testlerde, deneklere anlık bellek kapasitesinin (5-9 kelime) üzerinde bir sayıda kelime okunur (15-16 kelime) ve listenin okunması bitince hastalardan bu kelimeleri tekrar etmesi istenir. Bu işlem birkaç kez tekrarlanır ve deneklerin performansının sözel öğrenmeyi yansıttığı düşünülür. Öğrenme aşaması sonrası, deneklerin liste okunmaksızın kelimeleri akıldan tekrarlaması (erken hatırlama) istenilir. Daha sonra başka testlere geçilir, fakat bir süre sonra denekten tekrar bu kelimeleri tekrarlaması istenilir (geç hatırlama). En son olarak deneklere listede olan ve olmayan kelimeler verilir ve listede olan kelimeleri seçmesi istenilir (tanıma). İyilik dönemindeki BP hastalarının sözel bellek bozukluğu görece belirgin (orta-büyük etki boyutu) olarak bildirilmektedir. Robinson ve arkadaşlarının (2006) yayınladıkları bir metaanalizde BP hastalarında sözel öğrenme bozukluğunun etki boyutu (Cohen D) 0.9, erken ve geç hatırlama için Cohen D skoru 0.7 olarak saptanmıştır. Cohen D skorunun 0.8 ve üzeri bulunması büyük etki boyutuna, 0.5-0.8 arası olması orta etki boyutuna işaret eder. Bu derlemede etki boyutunun büyüklüğü bipolar grubunda bilişsel bozukluğun şiddetini göstermektedir. Biz bir çalışmamızda, bu bulgulara benzer şekilde (öğrenme puanı dışında) orta büyüklükte etki boyutları (öğrenme, erken hatırlama ve geç hatırlama için sırasıyla 0.56, 0.70 ve 0.61) saptadık (Bora ve ark. 2007). Bizim çalışmamızda, bipolar bozuklukta öğrenme bozukluğu Robinson ve ark. (2006) metaanalizlerine aldıkları 10 çalışmada bildirilenden (etki boyutları 0.74-1.06) daha az şiddetliyken, hatırlama puanları çok benzerdi. Bu sonuç çalışmalar arasındaki örneklem farklılıklarıyla ilgli olabilir, örneğin bizim çalışmamızda hastaların son hastalık döneminden (episod) beri geçen süre çok daha uzundu.

Yürütücü işlevler


BP'un iyilik döneminde bilişsel bozukluk belirtilerinden bir diğeri yürütücü işlevlerdeki bozukluktur. Yürütücü işlev bozukluğu kavramı altında, çalışan bellek (working memory) (Watson ve ark. 2006), bilişsel esneklik (cognitive flexibility) (Zubieta ve ark. 2001, Bora ve ark. 2005), interferansa karşı koyabilme, planlama gibi frontal lobun aktif katkısını gerektiren çeşitli bilişsel yetilerde bozukluklar bildirilmiştir (Bearden ve ark. 2001, Quarashi ve ark. 2002, Thompson ve Ferrier 2006). Wisconsin Kart Eşleme Testi (Wisconsin Cart Sorting Test), Stroop, sözel akıcılık ve İz sürme B testi bu amaçla en sık kullanılan testler arasındadır. WKET bilişsel esneklik ve bir ölçüde çalışan bellek kapasitesini değerlendiren bir testtir. En sık bildirilen WKET puanları tamamlanan kategori sayısı (kaç değişik kurala göre gerekli yanıt sayısının tamamlandığı) ve perseverasyon sayısıdır (yanıt kuralının değişmiş olmasına karşın, deneğin önceki kurala göre verdiği yanıtlar). Stroop testi seçici dikkati değerlendiren bir testtir ve bazı puanları, özellikle interferans puanı, frontal loblarla ilgili bir yeti olan-baskın yanıtın bastırılma başarısını değerlendirir. İz sürme B testinde, olgudan bir rakamından alfabenin ilk harfine gitmesi buradan ikinci sayıya sonra ikinci harfe gitmesi ve bu şekilde devam etmesi istenir. Bu testin psikomotor hız ve dikkat dışında, frontal işlevlere de duyarlılığı vardır. Robinson ve ark. (2006) sırasıyla yürütücü işlevler için etki boyutlarını, WKET'de tamamlanan kategori sayısı için 0.62, perseverasyon sayısı için 0.76, Stroop interferans puanı için 0.63 ve iz sürme B testi için 0.78 olarak hesaplamışlardır. Bizim çalışmamızda da yürütücü işlevlerde benzer etki boyutunda performans düşüklüğü saptanmıştır; WKET tamanlanan kategori sayısı için 0.60, perseverasyon sayısı 0.55 için, İz sürme B testi 0.79 için ve stroop interferans skoru için 0.69 olarak hesaplanmıştır (Bora ve ark. 2007).

Dikkatin sürdürülmesi

BP'un iyilik döneminde dikkati çeken başka bir bilişsel belirti, Sürekli Performans Testlerinde (SPT; Continous performance test) saptanan sorunlardır. SPT'de deneğe test süresince bilgisayar ekranında bir uyarana (örneğin, A dan sonra X harfinin gelmesi) yanıt vermesi ve diğer harflere yanıt vermemesi istenir. Testin bir çok farklı tipi vardır ve uygulama süreleri de farklıdır. Deneğin hedef uyarana yanıt vermemesi omisyon hatası, hedef olmayan uyarana yanıt vermesi komisyon hatası olarak tanımlanır. Hedef saptama güçlüğü (omisyon hatası) BP'da SPT ile iyilik döneminde en sık saptanan bulgudur. Buna karşın, az sayıdaki çalışmadaysa, BP hastalarının iyilik dönemindeki SPT performanslarını kontrollerden farklı bulmamıştır (Bozikas ve ark. 2005). Robinson ve ark. (2006) SPT değişkenleri için sinyal işleme teorisine göre omisyon ve komisyon hatalarından ortak bir puan hesaplamışlardır, sözel bellek ve yürütücü işlevlere göre daha küçük, orta büyüklükte bir etki boyutu (Cohen D skoru 0.5-0.6 arası) bildirmişlerdir. Clark ve ark. (2002) göre SPT'de hedef saptama güçlüğü iyilik döneminin en belirgin bilişsel işlev bozukluğudur. Bizim bulgularımızda BP'da dikkati sürdürme güçlüğü olduğu fikrini desteklemektedir ve ayrıca orijinal olarak hedef yanıta değişkenlikte bir artış olduğunu göstermektedir. Bizim bulgularımıza göre BP hedef saptama güçlüğünün etki boyutu hedef saptama güçlüğü (omisyon) için 0.9, yanlış alarm (komisyon) için 0.55 ve değişkenlik skoru için 0.70 olarak saptanmıştır (Bora ve ark. 2007). Puan hesaplamadaki yöntem farklılıkları ve farklı SPT'lerin farklı psikometrik özellikleri nedeniyle, sonuçlar arasında doğrudan bir karşılaştırma yapmak zordur. Farklı SPT testlerinin zorluk dereceleri birbirinden çok farklıdır. Örneğin, hedefin karmaşık olması, çalışan bellek yükünü artırabilir. Ayrıca, bizce sinyal işeme teorisine yapılan etki boyutu hesaplamaları tartışmalıdır. Bu yöntemde hem omisyon hem komisyon hatalarından yararlanarak bir skor hesaplanır ancak BP'da ötimik dönemde sadece hedef saptama güçlüğü (artmış omisyon hatası) gözlenmektedir (Clark ve Goodwin 2004). Hedef saptama güçlüğü ayrı olarak skorlandığında, BP'da büyük etki boyutunda bir bozukluk saptanmaktadır (Clark ve ark. 2002; Bora ve ark. 2007).

Psikomotor hız

Bazı çalışmalarda BP'da iyilik döneminde psikomotor hızda yavaşlamanın sürdüğü görülmüştür ve Robinson ve ark. (2006) İz Sürme A (Trail Making A) testi için etki boyutunu 0.5 olarak bildirmişlerdir. Bizim çalışmamızda İz Sürme A Testi için etki boyutu 0.65 olarak saptanmıştır (Bora ve ark. 2007).

Hastalık döneminin bilişsel belirtilere etkisi

Manik dönemin etkisi

SPT yanlış alarm sayısı ötimik hastalarda normal deneklerle eşit sayıda saptanırken, manik dönemde yanlış alarm sayısı belirgin derecede artmaktadır (Bora ve ark. 2006). Ayrıca ötimik hastalarda gözlenen hedef saptama güçlükleri manik dönemde şiddetlenmektedir (Clark ve Goodwin 2004, Bora ve ark. 2006). Manik dönemde yanıt önlenmesini (response inhibition) değerlendiren testlerde sorunlar gözlenmektedir (Murphy ve Sahakian 2001). Dixon ve ark. (2004) BP'ta yürütücü işlev bozukluğunun manik hastalarda depresif ve ötimik hastalara göre daha şiddetli olduğunu göstermişlerdir. Fleck ve ark. (2003), manik hastalarda ötimik BP hastalarla aynı düzeyde hatırlama, ama daha belirgin tanıma bozukluğu saptamıştır. Bazı çalışmalarda ise erişkin (Martinez-Aran ve ark. 2004) ve çocuk hastaların (Pavuluri ve ark. 2006) manik ve ötimik dönemleri arasında performans farkı saptanmamıştır. Ancak, yine de manik dönemin daha belirgin frontal işlev bozukluğuyla ilişkili olduğu söylenebilir. Göz önüne alınması gereken bir etkende, hastaların manik dönem bulgularının en şiddetli olduğunda çalışmalara alınamamasıdır; bu nedenle gerçekte manik dönemde bilişsel işlev bozukluğu bildirilenden daha şiddetli olabilir.

Depresif dönemin etkisi

Bipolar bozukluğun depresif döneminde belirgin bilişsel işlev bozukluğu olduğu bilinmektedir. Ancak bu bozukluğun ötimik hastalardan ne farkı olduğu yeterince çalışılmamıştır. Rubinsztein ve ark. (2006) BP depresyonda karar verme testlerinde, daha önce ötimik hastalarda bulamadıkları bir bozukluk saptamışlardır. Malhi ve ark. (2007) depresif dönemdeki BP hastalarında, ötimik hastalarda saptamadıkları yürütücü işlev ve dikkat bozukluğu saptamışlardır. Ancak ötimik ve depresif dönemdeki BP hastaları doğrudan karşılaştıran çok az çalışma vardır ve depresif hastaların ötimik hastalardan farklı olmadığı da bildirilmiştir (Martinez-Aran ve ark. 2004). Bazı çalışmalar depresyon ve mani arasında bir fark bulmazken (Martinez-Aran ve ark. 2004), diğer çalışmalar bipolar depresyondaki bilişsel bozukluğun manide gözlenenden daha hafif şiddette olduğu da bildirilmiştir (Sweeney ve ark. 2000, Gruber ve ark. 2007). Bu son iki çalışmaya göre, manide depresyondan daha belirgin bir frontal işlev bozukluğu vardır. Ancak BP'de depresyon ve maniyle daha özgül ilişkili olan bilişsel belirtiler yeterince ilgi odağı olmamıştır.

Eşikaltı duygudurum bulgularının etkisi

Bipolar bozukluk duygudurumda sık ve ani dalgalanmalarla seyreden bir ruhsal hastalıktır. Duygudurumdaki dalgalanmalar depresyon ve mani dönemleri dışında da sürmektedir. BP'da bilişsel yetileri inceleyen bazı çalışmalarda iyilik dönemi ölçütleri iyi tanımlanmamıştır. Bu nedenle, BP'da iyilik dönemindeki bilişsel bozukluk belirtilerinin hastalık döneminin tümüyle sona ermemesinden ya da eşikaltı duygudurum belirtilerinden kaynaklanabileceği düşünülmüştür (Savitz ve ark. 2005). Bazı çalışmalarda bilişsel testler eşikaltı duygudurum bulguları için düzeltildiğinde, kontrol grubuyla arasındaki fark bazı testler için azalmıştır (Clark ve ark. 2002). Diğer bazı çalışmalarda, psikomotor hız (Goswami ve ark. 2006, Bora ve ark. 2007), öğrenme ve hatırlama (Goswami ve ark. 2006), dikkat (Frangou ve ark. 2005) ve eşik altı belirtiler arasında, özellikle depresif belirtilerle, az derecede ilişki bulunmuştur. Son dönemde yapılan bir çok çalışmada iyilik dönemi daha iyi tanımlanmış ve benzer bilişsel bozukluklar yine de saptanmıştır (Robinson ve ark. 2006). Bu sonuçlar BP'ta iyilik döneminde saptanan bilişsel bozukluk belirtilerinin duygudurum semptomlarıyla açıklanamayacağını göstermektedir.

BP tanılı hastaların akrabalarında bilişsel işlevler

Akraba çalışmaları

Henüz çok az sayıda çalışma, BP için genetik risk varlığı ile bilişsel bozukluk arasındaki ilişkiyi incelemiştir. Bipolar hastalarının akrabalarında yürütücü işlev bozukluğu (Clark ve ark. 2005, Frangou ve ark. 2005, Bora ve ark. 2006c) ve çalışan bellek bozukluğu (Ferrier ve ark. 2004, Bora ve ark. 2006c) olduğunu gösteren bulgular vardır. Frangou ve ark. (2005) bilişsel esneklik performansını, yukarıda bahsedilen iki çalışmanın (Clark ve ark. 2005, Bora ve ark. 2006c) tersine normal bulmuş ve sadece ventromedial frontal korteks işlev bozukluğunun BP'un endofenotipi olduğunu öne sürmüştür.

Çalışmalar arasındaki farkların nedenlerinden biri, ailede psikoz öyküsü olabilir. Bir çalışmada sağlıklı akrabalarda bilişsel esneklik testindeki bozukluğun, hastada psikotik bulgulu dönemlerin varlığıyla ilgili olabileceğini gösterilmiştir (Bora ve ark. 2006c). Ancak bu çalışmanı küçük örneklemi nedeniyle, bu konuda henüz bir yargıya varmak güçtür.

Bazı çalışmalar (Keri ve ark. 2001) bipolar tanılı hastaların sağlıklı akrabalarında, sözel bellek bozukluğu olabileceğini göstermiştir, ancak diğer çalışmalar bu sonucu desteklememiştir (Ferrier ve ark. 2004, Clark ve ark. 2005, Bora ve ark. 2006c ).

Birkaç çalışmada bipolar bozukluk tanılı hastaların akrabalarının SPT performansları incelenmiş ve bu çalışmalarda sağlıklı akrabalarda dikkatin sürdürülmesinde anlamlı bozukluk gösterilmemiştir (Clark ve ark. 2005, Bora ve ark. 2006c). Ancak bu sonuç her iki çalışmanın da örnekleminin kısıtlı olmasıyla ilgili olabilir.

İkiz çalışmaları

Gourovitch ve ark. (1999) 7 monozigotik, biri BP tanılı ikizi 15 monozigotik sağlıklı kontrolle karşılaştırmış ve BP ikizlerinde çalışan bellek ve sözel bellek bozukluğu bildirmişlerdir. Kieseppa ve ark. (2005) biri BP tanılı 19 ikizi 114 kontrolle karşılaştırmış ve sadece kadın ikizlerde sözel öğrenme bozukluğu bulmuştur. Christensen ve ark. (2006) duygudurum hastalarının sağlıklı dizogitik ikizlerinde, bellek ve dil yeti bozukluğu ve sağlıklı monozigotik ikizlerde ayrıca yürütücü işlev bozukluğu, dikkati sürdürme güçlüğü ve çalışan bellek bozukluğu bildirmişlerdir. Sonuç olarak akraba çalışmaları bilişsel bozukluğun BP için genetik riskin bir göstergesi olabileceğini ortaya koymuştur.

Birinci bölümde bahsedilen çalışmalar özetlenecek olursa: (a) BP'da sözel bellekte ve dikkatin sürdürülmesindeki bozukluk ötimik hastalarda tutarlı bir şekilde gösterilmiştir, ancak BP hastaların sağlıklı akrabalarında sonuçlar çelişkilidir. Bu bulgu, sözel bellek ve dikkatin sürdürülmesindeki bozukluğun hastalık sürecinin bir sonucu, ya da tersine alta yatan genotipin vulnarabilite (incinebilirlik) göstergesi olduğuna işaret edebilir. (b) Yürütücü işlevlerde bozukluk hem ötimik hastalarda, hem de sağlıklı akrabalarda gösterilmiştir. Bu bulgu, yürütücü işlevlerin bipolar bozukluğun olası endofenotiplerinden biri olduğunu göstermektedir. Ancak bu konuda bir yargıya varmak için bu değişkenlerin, hastalık süreci, bipolar bozukluğun nörobiyolojik göstergeleri ve genetiği ile ilişkisini ortaya koymak gereklidir.

Bipolar bozuklukta bilişsel belirtilerin doğası

BP'ta bilişsel bozukluk belirtilerinin iyilik döneminde de saptanması, bu belirtilerin hastalığın kalıcı özelliği olabileceğini ve BP patofizyolojisiyle ilişkili olabileceğini göstermektedir. Bu bilişsel belirtiler hastalığın doğasıyla mı ilgilidir, ya da tedavi amaçlı kullanılan ilaçların yan etkilerinin sonuçları olabilir mi? Bilişsel bozukluk belirtileri hastalığın başından beri var mıdır? Bu belirtilerin şiddeti zamanla artar mı? BP'ta bilişsel belirtiler hastalığın genetik risk faktörlerinin daha doğrudan bir göstergesi olabilir mi? Bu soruların yanıtlarını bulmak BP patofizyolojisine ışık tutabilir.

Hastalık sürecinin etkisi

Hastalık süresi ve dönem sayısının etkisi

Çok sayıda hastalık dönemi yaşayan bipolar hastaların bilişsel bozukluk belirtilerinin daha şiddetli olduğu gösteren bulgular vardır (Bearden ve ark. 2001). Ayrıca, Strakowski ve ark. (2002) çok sayıda hastalık dönem yaşayan bipolar hastalarında, ilk dönem mani hastalarına göre belirgin ventrikül genişlemesi göstermiştir. Bu bulgular, bipolar bozukluğun nörodejeneratif bir yönü olabileceğini ya da hastalık dönemlerinin nörotoksik özellikte olabileceğini akla getirmiştir (Savitz ve ark. 2005).

İlk hastalık dönemlerini yaşayan semptomatik bipolar hastalarında da belirgin bilişsel bozukluklar gözlendiği bilinmektedir (Albus ve ark. 1996). İlk dönem sonrası ötimik hastalarda da bilişsel bozukluklar saptanmıştır. Kolur ve ark. (2006) hastalık başlangıcı 5 yıldan kısa olan ve en fazla 2 hastalık dönemi olan bir grupta, kontrol grubuna göre, yürütücü işlevler ve dikkati sürdürmede çok belirgin bozulma bildirmişlerdir. Nehra ve ark. (2006) ötimik bipolar hastalarda tek dönem ve çok dönem yaşayan gruplar arasında bir fark bulmamıştır. Ancak, uzunlamasına çalışmalar olmadan bu konuda bir sonuca varmak olası gözükmemektedir.

Hastalık süresinin etkisi

Birçok çalışma, hastalık süresinin uzunluğunun BP'ta bilişsel işlevlerdeki bozukluklarla ilişkili olduğunu göstermiştir (Tablo 1). Sözel bellek (Clark ve ark. 2002, Cavanagh ve ark. 2002, Deckersbach ve ark. 2004, Martinez-Aran 2004), yürütücü işlevler (Clark ve ark. 2002, Frangou ve ark. 2005, Thompson ve ark. 2005, Torrent ve ark. 2006), psikomotor hız (Martinez-Aran 2004, Torrent ve ark. 2006, Bora ve ark. 2007), çalışan bellek (Torrent ve ark. 2006) alanlarındaki performans düşüklüğü hastalık süresinin uzunluğu ile ilişkilidir.

Manik dönem sayısının etkisi

Manik dönem sayısıyla BP'de bilişsel bulgular arasında ilişki vardır (Tablo 1). Sözel bellek (Van Gorp ve ark. 1998, Clark ve ark. 2002, Cavanagh ve ark. 2002, Deckersbach ve ark. 2004, Martinez-Aran 2004), dikkatin sürdürülmesi (Clark ve ark. 2002), yürütücü işlevler (Van Gorp ve ark. 1998, Zubieta ve ark. 2001, Goswami ve ark. 2006), psikomotor hız (Bora ve ark. 2007) alanlarındaki bilişsel bozukluklar manik dönem sayısıyla ilişkili bulunmuştur.

Depresif dönem sayısının etkisi

Çalışmalar, depresif dönem sayısıyla bilişsel işlev bozukluğu arasında da ilişki göstermiştir (Tablo 1), ancak bu ilişkinin şiddeti manik döneme göre daha zayıftır. Sözel bellek (Clark ve ark. 2002, Deckersbach ve ark. 2004), yürütücü işlevler (Zubieta ve ark. 2001, Clark ve ark. 2002, Thompson ve ark. 2005), çalışan bellek (Clark ve ark. 2002), sözel olmayan bellek (Deckersbach ve ark. 2004), psikomotor hız (Bora ve ark. 2007) alanlarında belirlenen bulgularla depresif dönem sayısı arasında ilişki gösterilmiştir.

Başlangıç yaşının etkisi

Az sayıda çalışma BP'de hastalık başlangıç yaşıyla bilişsel bulgular arasındaki ilişkiyi incelemiştir. Bir çalışma da sözel bellek bozukluğuyla erken başlangıç yaşı arasında ilişki gösterilmiştir (Bora ve ark. 2007). Ancak, genel olarak hastalık başlangıç yaşının, hastalık süresi gibi bilişsel bulgular üzerine etkisi olduğunu gösteren fazla kanıt yoktur.

Sonuç olarak, BP'ta bilişsel bozukluk belirtileri hastalığın başından beri gözlenmekte, ancak tekrarlayan hastalık dönemleriyle olasılıkla belirginleşmektedirler. Bu sonuç, tekrarlayan hastalık dönemlerinin nörotoksik etkisi olduğu görüşünü desteklemektedir. Tekrarlayan hastalık dönemleri sırasında artmış kortizol düzeyleri (Watson ve ark. 2004) ya da azalmış BDNF (Machado-Vieira ve ark. 2007) düzeyleri hippokampus ve frontal korteks gibi yapılarda hasara yol açabilir. Ancak, bu bulguları alternatif bir görüşle açıklamak da mümkündür; belki de çok epizod yaşamakla baştan beri daha şiddetli bilişsel bozukluk olması arasında bir ilişki olabilir. Kesitlemesine çalışmalar bu olasılığı dışlayamaz. Ayrıca retrospektif olarak hastalık dönem öyküsü almanın metodolojik kısıtlılıkları vardır. Hastalardan ve izlem dosyalarından alınan öykülerde depressif dönemlerin, manik dönemlere oranla gözardı edilmesi beklenebilir. Şizofrenin aksine, BP'ta bilişsel belirtilerin seyri ile ilgili elimizde çok az doğrudan veri vardır.

Bipolar bozukluk alttipleri, ek tanıların bilişsel belirtilere etkisi

Psikotik belirtilerin etkisi

Albus ve ark. (1996) şizofrenide bilişsel işlev bozukluğunun sadece psikotik bulgusuz BP'den daha şiddetli olduğunu bildirmiştir. Psikotik bulguların yokluğunda, psikoz öyküsünün de bilişsel bulgularla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Martinez-Aran ve ark. (2004) sözel bellek bozukluğuyla psikoz öyküsü arasında ilişki saptamıştır. Glahn ve ark. (2006) ötimik ve semptomatik hastalardan oluşan karma bir grupta, çalışan bellek bozukluğu ile psikoz öyküsü arasında ilişki bulmuştur. Selva ve ark. (2007) ise yine ötimik ve semptomatik hastaları içeren ve küçük örneklemli bir çalışmada, psikoz öyküsünün bilişsel bulgular üzerine anlamlı bir etkisini bulmamıştır. Tek bir araştırmada BP'da psikotik dönem öyküsü varlığı ile bilişsel bulgu ilişkisini görece büyük örneklemli ve tümü remisyonda olan hastalardan oluşan bir grupta incelenmiştir (Bora ve ark. 2007). Bu çalışmanın bulgularına göre, bellek bozukluğu ve özellikle bilişsel esneklik bozukluğu (WKET) sadece psikotik dönemler yaşamış bipolar hastalarda saptanmıştır. Dikkatin sürdürülmesi, psikomotor hız ve dikkat bileşeni belirgin yürütücü işlev testlerinde (Stroop, İz Sürme B) gözlenen bilişsel bozukluk psikoz öyküsüyle ilişkili bulunmamıştır. Bu sonuçlar bipolar hastalardaki psikozun bilişsel bulgularla, özelikle frontal lob işlev bozukluğuyla ilgili olabileceğini göstermektedir. Ancak bu konuda bir yargıya varmak henüz güçtür ve alternatif açıklamalarda geçerli olabilir. Örneğin, psikotik bulgulu hastaların geçirdiği manik dönem sayılarının daha fazla olduğu bilinmektedir ve belki de önceki sonuçlar mani ağırlıklı bipolar bozukluğun daha şiddetli bilişsel bozuklukla ilgili olabileceğine işaret edebilir. Ya da sadece belli bir grup psikotik BP hastalarında, örneğin duyguduruma uyumsuz psikotik bulguları olanlarda, daha şiddetli bilişsel bozukluk olabilir.

BP Tip I ve II'in etkisi

Çok az çalışma BP tip I ve tip II hastalarının bilişsel yetilerini karşılaştırmıştır. Torrent ve ark. (2006), 33 ötimik BP II hastasının nöropsikolojik performanslarını, 38 ötimik BP I ve 35 sağlıklı kontrolle karşılaştırmıştır ve BP II hastalarında BP I grubuna göre daha hafif bilişsel bozukluk saptamışlardır. Bu çalışmada, BP II hastalarında dikkat, psikomotor hız yetilerinde BP I hastalarıyla eşit şiddette bozukluk saptanırken, sözel bellek ve stroop testlerinde BP II hastalarının performansı BP I hastalarından daha iyi, kontrol grubundan ise daha kötü olarak bildirilmiştir. Aynı ekibin daha önceki bir başka çalışmasında BP I hastaların sözel bellek performansları BP II hastalarından daha kötü bulunmuştur (Martinez-Aran ve ark. 2004). Çocuk hastalarda yapılan ve sözel belleği değerlendiren bir çalışmada, BP I hastalarının tersine BP II hastalarının performansı kontrollerden farklı bulunmamıştır (Glahn ve ark. 2005). Summers ve ark. (2006) ise karma bir grupta (ötimik ve depresif), yukarıdaki bulguların tersine, BP II hastalarının IQ, bellek ve yürütücü işlev performanslarını BP I hastalarından daha kötü bulmuştur. Yazarlar, bu sonucun bipolar bozuklukta bilişsel bozukluğun daha çok tekrarlayan depresyonlara bağlı olduğunu görüşünü desteklediğini öne sürmüşlerdir. Harkavy-Friedman ve ark. (2006) ise özkıyım öyküsü olan BP I ve II depresyon hastaların bilişsel işlevlerini karşılaştırmış ve her iki grup arasında farklar bulmuştur. BP I hastaları sözel akıcılık, BP II hastaları Stroop testi ve reaksiyon zamanında daha düşük performans göstermiştir. Bu konuda henüz kesin bir yargıya varılmamıştır ve çelişkili sonuçlar bir ölçüde, bipolar II hastalarındaki rezidüel depresif bulgularla ve örneklemlerin iyi eşleştirilmemesiyle ilişkili gözükmektedir.

Ek tanının (komorbidite) etkisi

BP hastalarında anksiyete bozuklukları ve dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) gibi ek tanılar sıklıkla görülür. Pavuluri ve ark. (2006) çocuk hastalarda DEHB ek tanısının yürütücü işlev ve dikkat bozukluğı şiddetini artırdığını göstermiştir. Küçük örneklemli başka bir çalışmada sadece DEHB eşlik eden BP ergen hastalarında belirgin bilişsel işlev bozukluğu saptanmıştır (Rucklidge 2006). Bazı çalışmalarsa (Doyle ve ark. 2005, Bearden ve ark. 2007) ergen BP hastalarının bilişsel bozukluklarının DEHB belirtileriyle açıklanamayacağını göstermektedir. Komorbid OKB ve diğer anksiyete bozuklukları da bilişsel işlevleri etkileyebilir ancak bu konuda henüz yeterli veri yoktur. Deckersbach ve ark. (2004) çeşitli anksiyete bozuklukları komorbid tanısı olan BP hastaların sözel bellek performansını daha bozuk bulmuştur ve Bearden ve ark. (2007) BP'de anksiyete bozukluğu-bilişsel sorunlar arasında bir ilişki bildirmiştir. Geçmişteki çalışmaların çoğunluğunda komorbiditenin bilişsel işlevlere etkisi gözardı edilmiştir ve bu konu sonuçların yorumlanması açıısndan oldukça önemlidir.

Tedavi için kullanılan ilaçlar ve eşlik eden madde kötüye kullanımının bilişsel belirtilerle ilişkisi

Bipolar bozukluğun tedavisinde kullanılan ilaçların, eşikaltı duygudurum bulguları gibi ötimik hastalarda görülen bilişsel işlev bozukluğuna katkıda bulunması olasıdır. BP tanılı hastaların büyük çoğunluğu ötimik dönemde lityum, antikonvülzanlar ve antipsikotikleri tek başına ya da birlikte kullanmaktadırlar.

Bazı çalışmalar lityumun bilişsel işlevler üzerine olumsuz etkileri olabileceğini gösterse de (Honig ve ark. 1999), bu bulguları desteklemeyen ve lityumun uzun dönemde bilişsel işlevleri olumsuz etkilemediğini gösteren çalışmalar da vardır (Stip ve ark. 2000, Savitz ve ark. 2005). Birçok çalışmada, lityum kullanan BP hastaların bilişsel performansları kullanmayanlardan farklı gözükmemektedir (Clark ve ark. 2002, Altshuler ve ark. 2004, Frangou ve ark. 2005). Bir çalışma da, lityum serum düzeyi ile sözel bellek performansı arasında ters bir ilişki bildirilmişti. Ancak bu ilişki remisyondaki bellek bozukluğunu tek başına açıklamaya yetmiyordu (Bora ve ark. 2007).

Antikonvülzanların BP'da bilişsel işlevlere etkisi daha az çalışılmıştır. Valproik asidin ılımlı dikkat bozukluğu dışında bilişsel yan etkisi olmadığı düşünülmektedir (Savitz ve ark. 2005). Bir olgu serisinde lityum kesilip, valproat başlanan hastalarda bilişsel işlevlerde düzelme olduğu bildirilmiştir (Stoll ve ark. 1996). Şentürk ve ark. (2007) tek başına valproat ya da lityum kullanan BP hastalarda bilişsel işlevlerde bir fark bulmamıştır. Karbamazepin ve yeni antikonvülzanların BP'da bilişsel yan etkileri hakkında bilgimiz çok azdır. Bir çalışma lityum, karbamazepin, okskarbazepin, valproat, lamotrijin ve topiramat kullanan BP tanılı hastaların bilişsel işlevlerini karşılaştırmıştır (Gualtieri ve ark. 2006). Bu çalışmanın sonuçlarına göre okskarbamazepin ve lamotrijinin en az, topiramatın en fazla bilişsel yan etkisi vardı. Lityumda orta derecede bilişsel işlev bozukluğu ile ilişkili bulunmuştur. Ancak bu çalışmanın kesitsel doğası nedeniyle, söz konusu farklılıkların gruplararası diğer farklılıkların bir ürünü olması söz konusu olabilir.

Antipsikotik kullanan BP hastaların bilişsel işlevlerde daha düşük performans gösterdiğine ilişkin bazı kanıtlar vardır. Birkaç çalışma antipsikotik kullanımı ve BP'da bilişsel bulgular arasında ilişki bulmuştur. Altshuler ve ark. (2004) antipsikotik kullanımıyla düşük WKET performansı arasında ilişki bulmuştur. Ancak bu çalışmada antipsikotik kullanımı BP'da bilişsel işlev bozukluğunu tek başına açıklamıyordu. Zubieta ve ark. (2001) antipsikotik kullanımı ve WKET de performans bozukluğu arasında ilişki bulmuştur. Frangou ve arkadaşları (2005) da antipsikotik kullanan hastaların frontal lob testlerini daha bozuk bulmuş ve bu durumu bazı yürütücü işlevlerin dopaminle ilişkili olmasına bağlamışlardır. Antipsikotik kullanımın düşük IQ ve sözel bellek bozukluğu (Donalson ve ark. 2003) ve psikomotor yavaşlıkla (Bearden ve ark. 2007) ilgili olduğu bildirilmiştir. Ancak antipsikotik kullanımın olumsuz bir etkisini bulmayan çalışmalar da vardır (Pavuluri ve ark. 2006). Ayrıca atipik antipsikotiklerin şizofrenide olduğu gibi BP'da bilişsel işlevlere daha az olumsuz etkisi olabileceği de iddia edilmiştir ancak bu konuda veri çok azdır. Reinares ve ark. (2000) ötimik BP hastalarında tipik antipsikotik alanlarla risperidon kullanan alt grupları karşılaştırmışlar ve rispredidon kullanan hastaların tek bir testte (iz sürme B) daha iyi performans gösterdiğini bildirmişlerdir.

Yukarıda bahsedilen çalışmalar, BP'da tedavinin ötimik hastalardaki bilişsel sorunlarla bir ilgisi olabileceğine işaret etmektedir, ancak bu durumun BP'da remisyonda görülen bilişsel bozukluğu bütünüyle açıklamadığı düşünülmektedir (Savitz ve ark. 2005). Ayrıca bazı çalışmalar, hiç ilaç kullanmayan hastaların bilişsel işlevlerini ilaç kullanandan farklı bulmamıştır (Deckersbach ve ark. 2004, Pavuluri ve ark. 2006). Ayrıca, bipolar bozuklukta bilişsel işlev bozukluğu ve ilaç kullanımı arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmaları yorumlamakta kimi zorluklar vardır. Farklı ilaç kullanan hasta grupları arasındaki farklar ilaçların yan etkisinden çok, gruplar arası farklardan kaynaklanabilir. Örneğin, antipsikotiklerin, daha kötü seyiri olan ya da psikotik dönemlere yaşamış hastalara verilmiş olması bir etken olabilir.

Hastalık döneminde antipsikotik ve diğer ilaçların bilişsel işlevler üzerine etkisi ise pek çalışılmamıştır. Bir çalışma da, manik hastalarda görülen sedasyon ile hedef saptama güçlüğü arasında bir ilişki saptanmıştır (Bora ve ark. 2006a). Yüksek dozda psikotrop kullanımı, manik dönemde bilişsel bozukluğun şiddetlenmesine yol açabilir. Ancak, psikotrop ilaçlar aynı zamanda semptomları yatıştırmak yoluyla bilişsel işlevleri düzeltebilir (Gualtieri ve ark. 2007).

BP'da alkol ve madde kullanımına, özellikle gelişmiş ülkelerde sık rastlanmaktadır (Chengappa ve ark. 2000). Alkol ve madde kullanımının bilişsel bulgulara yol açtığı bilinmektedir ve Van Gorp ve ark. (1998) alkol kullanan BP tanılı hastalarda daha belirgin bilişsel işlev bozukluğu olduğunu bildirmiştir. Ancak BP'da bilişsel bozukluğu eşlik eden madde kullanımına bağlamak mümkün görünmemektedir (Savitz ve ark. 2005). Ayrıca, Türkiye ve Hindistan gibi ülkelerden gelen, alkol madde kullanımının sık görülmediği BP hastalarında yapılan çalışmaların gelişmiş ülkelerden gelen araştırma bulgularına benzer sonuçlar vermesi bu görüşü desteklemektedir (Bora ve ark. 2007, Gowami ve ark. 2006).

Bipolar bozuklukta görülen bilişsel belirtiler ve beyin görüntüleme bulguları
Yapısal görüntüleme çalışmaları

Çok az sayıda çalışma BP'da bilişsel bulgularla yapısal beyin görüntüleme bulguları arasındaki ilişkiyi incelemiştir. Bir çalışmada BP'da en sık gözlenen bulgulardan biri olan beyaz cevher lezyonlarının bilişsel işlevlerle ilgisini incelemiş ve ilişki bulmamıştır (Krabbendam ve ark. 2000). Zimmermann ve ark. (2006) BP'da ön singulat bölgelerinin hacminde azalmayla yürütücü işlev bozukluğu arasında ilişki bildirmişlerdir. BP'da subgenual ve rostral gri madde hacmi WKET'de bozukluğu ve rostral beyaz ve gri madde hacmi İz Sürme Testi performansında bozukluğu öngörmüştür. Sax ve ark. (1999) dikkatin sürdürülmesiyle frontal ve hipokampal anomali, So ve ark. (2000) sağ hippokampus hacminde artışla bilişsel işlev bozukluğu arasında ilişki göstermiştir.

İşlevsel görüntüleme çalışmaları

BP'da bilişsel bozukluğu inceleyen araştırmalarda işlevsel görüntüleme yöntemleri daha çok kullanılmıtır. BP'da işlevsel görüntüleme çalışmalarında aktivasyon için en sık kullanılan görev Stroop testi olmuştur. Blumberg ve ark. (2003) ötimik, depresif ve manik bulguları olan üç bipolar bozukluk grubu ve sağlıklı kontrollerin Stroop testi sırasındaki nöronal etkinliği incelemişlerdir. Sol ventral prefrontal kortekste hasta grubunda kontrol grubuna göre hastalık belirtileri ile açıklanamayacak aktivasyon düşüklüğü saptanmıştır. Ayrıca, ventrolateral prefrontal kortekste sağda aktivasyonun azalması mani, sol aktivasyon artışı depresyonla ilişkili bulunmuştur. Gruber ve ark. (2004) bipolar hastalarda ön singulat korteks aktivasyonunda azalma bildirmişlerdir. BP'de Stroop testi sırasında ventral frontal aktivasyonda azalma, diğer fMRI çalışmalarında da, hem ötimik hem de semptomatik hastalarda, gösterilmiştir (Kronhaus ve ark. 2006, Roth ve ark. 2006). Ötimik bipolar hastalarda Stroop testi sırasında dorsolateral frontal korteks, bazal ganglia, talamus ve oksipital kortekste aktivasyon artışı gösterilmiştir (Gruber ve ark. 2004, Strakowski ve ark. 2005). Manik dönemde orbitofrontal aktivasyon azalması sözel akıcılık (Blumberg ve ark. 1999) ve Go-No Go testi (Altshuler ve ark. 2005) sırasında da gösterilmiştir.

BP'da dikkati sürdürmedeki sorunlarda işlevsel görüntüleme yöntemleriyle incelenmiştir. Strakowski ve ark. (2004) BP hastalarda sağlıklı kontrol grubuna göre SPT görevi sırasında limbik, paralimbik, ventrofrontal ve görsel assosiasyon korteksi etkinliğinde artma bildirmişlerdir. PET çalışmasında, Brooks ve ark. (2006) BP hastalarında, depresif dönem sırasında, SPT performansı ve prefrontal korteks metabolizması arasında kontrol grubunda gözlenmeyen bazı sonuçlar bildirmişlerdir. Bu çalışmada, azalmış subgenual prefrontal korteks etkinliğiyle hedef saptama güçlüğü ve yanıt zamanında gecikme arasında ve dorsolateral prefrontal korteks metabolizmasında yavaşlamayla yanlış yanıt hataları arasında ilişki saptanmıştır. Eşlik eden tanılar BP'da bilişsel görevler sırasında gözlenen aktivasyon örüntüsünü etkileyebilir. BP-DEHB komorbiditesi, dikkat testi sırasında, ventrolateral prefrontal korteks ve ön singulat etkinliğinde azalma ve posterior parietal korteks aktivitesinde artış ile ilişkili bulunmuştur (Adler ve ark. 2005).

İyilik dönemindeki hastalarda öğrenme sırasında dorsolateral frontal korteks ve hippokampus etkinliğinde, kontrollere göre, daha az bir artış olduğu gösterilmiştir (Deckersbach ve ark. 2006). BP'da çalışan bellek görevleri sırasındada beyin işlevselliğinde değişiklikler bildirilmiştir. Bazı çalısmalar, ötimik bipolar hastalarda çalışan bellek görevi sırasında iki yönlü frontal, parietal ve temporal korteks etkinliğinde azalma ve supramarginal girus ve sağ medial frontal korteks etkinliğinde azalma bildirilmiştir (Monks ve ark. 2004, Lagopoulos ve ark. 2007). Diğer iki çalışmadaysa, tersine ön singulat korteks, talamus, bazal ganglia, temporal lob ve sol dorsolateral frontal kortekste hipoaktivasyon bildirmiştir (Adler ve ark. 2004, Chang ve ark. 2004).

Eğer görüntüleme çalışmalarını özetlenecek olursa, en önemli bulgu singulat korteks ve frontal lob gibi emosyonların bilişsel kontrolunda görev alan beyin bölgelerininde işlevsel ve olasılıkla ılımlı bir yapısal bozukluğun varlığıdır. Ancak işlevsel bozukluğun niteliği ile ilgili veriler bir ölçüde tutarsızdır. Manik dönemde, ventrolateral ve medial frontal korteks etkinliğinde azalma gözlenmektedir. Depresyondaysa veriler daha az olmakla birlikte aynı bölgelerin etkinliğinde bir artış gözlenmiştir. Ötimik dönemdeyse bulgular daha çelişkilidir. Bazı çalışmaların sonuçları, Strakowski ve ark. (2005), bipolar bozuklukta bilişle ilgili beyin bölgelerinde aktivasyon azalması, emosyonla ilgili beyin bölgelerindeyse aktivasyon artışı olduğu görüşünü desteklemektedir. Ama bu bulgularin tersine, ötimide orbitofrontal hipoaktivasyon ve dorsolateral hiperaktivasyon olduğu da gösterilmiştir. Bu durum kullanılan testlerin zorluk derecelerindeki farklılıklarla ilişkili olabilir. İşlevsel bozukluğu olan beyin bölgeleri basit görevler sırasında normalden daha çok aktivite göstererek görevi başarıyor olabilir.

Bipolar bozuklukta bilişsel bulguları etkileyen faktörler

İki çalışma BP'da bilişsel bozukluk ve Herpes Simplex Virus tip I (HSV I) infeksiyonu arasında ilişki bulmuştur(Dickerson ve ark. 2004, Dickerson ve ark. 2006). BP'da silik nörolojik bulgular yürütücü işlev bozukluğuyla ilişkili bulunmuştur (Goswami ve ark. 2006). Bir çalışmada BP'da deksametazon supresyon testinde anormallik ve çalışan bellek testinde düşük performans arasında, kontrollerde gözükmeyen, ilişki saptanmıştır (Watson ve ark. 2006). Ayrıca, BP'da homosistein düzeyi ile bilişsel bozukluk arasında ilişki bulunmuştur (Dittmann ve ark. 2007).

Bipolar bozuklukta bilişsel belirtiler ve genetik

İki çalışmada BDNF polimorfizmi ve WKET performansı arasında ilişki bildirilmiştir (Rybakowski ve ark. 2004, Rybakowski ve ark. 2006). Bu çalışmaların sonuçlarına göre Val/Val BDNF genotipi taşıyan BP hastalar WKET testinde Val/Met genotipi taşıyanlardan daha başarılı olmuşlardır. Bir başka çalışmada, LIS1 genini ve trombosit aktive edici faktör ilişkili genleri içeren lissensefali kritik bölgesindeki (kromozom 17p) genetik varyasyon BP ve şizofrenide WKET'de perseveratif hata sayısı ile ilişkili bulunmuştur (Tabarres-Seisdedos ve ark. 2006). Dickerson ve ark. (2006), BP'da COMT Val158Met genotipini bilişsel bozukluk (özellikle öğrenme ve hatırlama) için risk faktörü olarak saptamışlardır. Szoke ve ark. (2006) ise COMT ve NET (norepinefrin transporter) ile yürütücü işlevler arasında bir ilişki bulmamışlardır. Yukarıda bahsedilen az sayıda çalışma, BP'da bazı genetik varyasyonlarla bilişsel bozukluk arasında ilişki bulduğu için ilginçtir. Ancak bu bulguların bipolar bozukluğun etiyolojisiyle ilişkisi tartışmalıdır. Beyin işlevlerinde ya da gelişiminde görev alan belki de yüzlerce genin bilişsel işlevleri, normallerde ve hastalarda, etkilemesi beklenen bir sonuçtur; ancak sadece bipolar bozukluğun bilişsel belirtileriyle özgül ilişki gösteren genetik varyasyonlar etiyolojiyi anlamak açısından bir anlam taşıyacaktır.

SONUÇ

BP'da bilişsel bulgular hem hastalığa genetik yatkınlıkla hem de hastalık süreciyle ilgili gözükmektedir. Bipolar bozuklugun alttipleri, ek tanılar ve bir ölçüde tedavide kullanılan ilaçlar bu hastalıkta görülen bilişsel işlev bozukluğunu etkileyen faktörler arasındadır. Bilişsel bulgular işlevselliği olumsuz etkilemektedirler. Bu açıdan, BP'da bilişsel bozukluğa yönelik tedavi yaklaşımlarını geliştirmek önemli bir hedef olmalıdır. Beyin görüntüleme çalışmaları frontal lob ve singulat korteks işlev bozukluğun BP bozuklukla ilişkili olabileceğini göstermektedir. İşlevsel görüntüleme çalışmalarında, hastalığın farklı dönemlerinde, farklı bilişsel yetilerle daha özgül olarak ilişkili olan görevlerin ve sosyal-emosyonel yetilerle ilişkili testlerin kullanılması bir sonraki aşama olmalıdır. Beynin işlevsel ve yapısal konnektivitesindeki değişiklerin bilişsel bozuklukla ilişkisi ortaya konmalıdır. Uzunlamasına izlem çalışmaları, akraba çalışmaları ve nöropsikolojik testlerin, beyin görüntüleme, genetik ve moleküler biyolojik yöntemlerle birlikte kullanılması hastalığın doğasını anlamamız için önem taşımaktadır.

KAYNAKLAR

Acherberger M, Linden M, Benkert O ve ark. (1999) Psychological distress and psychiatric disorders in primary health care patients in East and West germany 1 year after the fall of the Berlin wall. Soc Psychiat and Psychiat Epidemiol, 34: 195-201.
Aker T, Ayata B, Özeren M ve ark. (2002) Zorunlu iç göç: Ruhsal ve toplumsal sonuçları. Anadolu Psikiyatri Dergisi, 3(2):97-103.
Aker T (2006) 1999 Marmara Depremleri: Epidemiyolojik Bulgular ve Toplum Ruh Sağlığı Uygulamaları Üzerine Bir Gözden Geçirme. Türk Psikiyatri Dergisi, 17(3):204-212.
Alexander J (1966) The psychology of bitternes. Int J Psychoanal, 41: 514-520.
Amerikan Psikiyatri Birliği (1994) Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı, dördüncü baskı (DSM-IV) (Çev. ed.: E Köroğlu) Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 1995.
Amiel-Lebrige F, Kovess V, Labarte S, Chevalier A (1995) Symptom distress and frequency of life events. Soc Psychiat and Psychiat Epidemiol, 33: 263-268.
Başoğlu M, Şalıcıoğlu E, Livanou M ve ark. (2001) A study of the validity of a screening instrument for traumatic stress in earthquarke survivors in Turkey. J Trauma Stress, 14:491-509.
Başoğlu M, Kılıç C, Şalcıoğlu E ve ark. (2004) Prevalence of Posttraumatic Stress Disorder and Comorbid Depression in Eartquarke Survivors in Turkey: An Epidemiological Study. J Trauma Stress, 17:133-141.
Baures MM (1996) Letting go bitternes and hate. J Humanistic Psychol, 36: 75-90.
Dünya Sağlık Örgütü (1992) ICD-10 Ruhsal ve Davranışsal Bozukluklar Sınıflandırılması. (Çev. ed.: MO Öztürk, B. Uluğ, Çev.: F. Çuhadaroğlu, İ. Kaplan, G. Özgen, MO Öztürk, M Rezaki, B Uluğ). Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı Derneği Yayını, Ankara, 1993.
Bronisch T, Hecht H (1989) Validity of adjustment disorder, comparison with major depression. J Affect Dis, 17:229-236.
Despland JN, Monod L, Ferrero F ve ark. (1995) Clinical relevance of adjusment disorder in DSM-III and DSM-IV. Compr Psychiat, 36:454-460.
Ekşi A (2002) Sığınmacı ve Göçmenlerde Psikopatoloji. Türk Psikiyatri Dergisi, 13(3):215-221.
Fabrega H, Mezzich JE, Mezzich AC ve ark. (1997) Adjusment disorder as a marginal or transitional illness category in DSM-III. Arc Gen Psychiat, 44:567-572.
Fava GA, Mangelli L, Ruin C ve ark. (2001) Assessment of psychological distress in the setting of medical diesease. Psychother Psychosom, 70: 171-175.
Fischer G, Riedesser P (1999) Lehrbuch der Psychotraumatologie. München. Reinhardt.
Grinberg L, Grinberg R (1999) Psychoanalytic perspectives on migration. Psycoanalyses and culture. A Kleinien perspective. Bell D (Ed). Tavistock Clinic Series, s. 154-170.
Hofmann A (2006) Psychotraumatologie?der Stand des Wissens und die Versorgungslage. Psychotherapie im Dialog, 4:351-357.
Karakaya I, Belma A, Coşkun A, Şişmanlar ŞG (2004) Marmara Depreminden Üç Buçuk Yıl Sonra Ergenlerde TSSB, Depresyon ve Anksiyete Belirtileri. Türk Psikiyatri Dergisi, 15(4):257-263.
Kaya B (2000) Travma Sonrası Stres Bozukluğunda Komorbidite. Psikiyatri Dünyası, 4:37-43.
Koch E (1995) Hintergründe ?gescheiterter? Migration. Psychologie und Pathologie der Migration. E Koch, M Özek, WM Pfeiffer (Ed.) Freiburg im Bresgau. Lambertus, s.101-110.
Linden M (2003) Posttraumatic Embitterment Disorder. Psychother Psychosom, 72: 195-202.
Linden M, Schippan B, Baumann K, Spielberg R (2004) Posttraumatische Verbitterungsstörung (PTED). Nervenarzt, 75: 51-57.
Maercker A (Ed) (2005) Therapie der posttraumatischen Belastungsstörungen, ikinci baskı. Berlin. Springer, s. 3-51.
O'Brian LS (Ed) (1998) Traumatic events and mental health. Cambridge Univ Press, Cambridge.
Pirhacova I (1997) Perceived social injustice and negative affective states. Studia Psycholog, 39: 133-136.
Regier DA, Boyd JA, Burke JD ve ark. (1988) One-month prevalence of mental disorders in the United States, Arch Gen Psychiat, 45:977-986.
Schippan B, Baumann K, Linden M ve ark. (2004) Weisheitstherapie ?kognitive Therapie der posttraumatischen Verbitterungsstörung. Verhaltenstherapie, 14: 284-293.
Schwarzer R, Jerusalem M (Ed) (1994) Gesellschaftlicher Umbruch als kritisches Lebensereignis. Psychosoziale Krisenbewältigung von Übersiedlern und Ostdeutschen. Weinheim. Juventa Verlag.
Simon GE (2000) Long-term prognosis of depression in primary care. Bull World Health Organ, 78:439-445.
Sır A, Bayram Y, Özkan M ve ark. (1998) Zorunlu iç göç yaşamış bir grupta Travma Sonrası Stres Bozukluğu üzerine ön çalışma. Türk Psikiyatri Dergisi, 9:173-180.
Sluzki CE (2001) Psychologische Phasen der Migration und Ihre Auswirkungen. T. Hegemann, R. Salman (Ed.) Transkulturelle Psychiatrie Berlin. Psychiatrie Verlag.
Snyder S, Strain JJ, Wolf D ve ark. (1990) Differantiating major depression from adjusment disorder with depressed mood in the medical setting. Gen Hosp Psychiat, 12:159-165.
Spurell MT, Mc Farlanen AC (1995) Life-events and psychiatric symptoms in a general psychiatry clinic. Ther role of intrusion and avoidence. Br J Med Psychol, 68: 333-340.
Van der Kolk BA, Mc Farlane AC, Weisaeth L (Ed) (1996) Traumatic Stress. New York, Guilford.
Weiss R (2005) Macht Migration krank? Seismo Verlag.
Yılmaz AT, Hasanoğlu A, Weiss M ve ark. (2000) Depression und Kultur. E Koch, R Schepker, S Taneli (Ed) Psychosoziale Versorgung in der Migrationsgesellschaft. Lambertus Verlag, Freiburg im Breisgau, s. 148-157.
Zemperl J, Frese M (1997) Arbeitslose: Selbstverwaltung überwindet die Lethargie. Psychol Heute, 24: 36-41
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Temmuz 2009       Mesaj #120
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Konversiyon Bozukluğunda Uyarılmış Potansiyeller ve Beyin Kan Akımı Değişiklikleri: Olgu Sunumu ve Gözden Geçirme

Dr. Nadide GÜRSES, Dr. Çağrı Mesut TEMUÇİN, Dr. Eser LAY ERGÜN, Dr. Aygün ERTUĞRUL, Dr. Suzan ÖZER, Dr. Başaran DEMİR

GİRİŞ

Konversiyon bozukluğu (KB); hareket, duyu ve nörovejetatif sistemle ilgili organlarda organik bir temele dayanmayan işlev yitimi, işlev azalması ya da çoğalması şeklinde tanımlanmaktadır (Öztürk 2001). Bu bozukluk ICD 10'da ?Disosiyatif bozukluklar? başlığı altında ?hareket ve duyuların disosiyatif bozukluğu? kavramı içerisinde yer almaktadır (Dünya Sağlık Örgütü 1992). DSM-IV'te ise somatoform bozukluklar başlığı altında bir tanı olarak yer almaktadır (Amerikan Psikiyatri Birliği 1994). Her iki tanı sisteminde de tanı konulabilmesi için saptanan işlev bozukluğunun tıbbi bir bozukluğa bağlı olmamasının gerekli olduğuna vurgu yapılmaktadır. Bununla birlikte, son yıllarda konversiyon bozukluğu belirtileri gösteren hastalarda beyin işlevlerinde patolojik bulguların olabileceğine ilişkin bulgular bildirilmektedir. Bu gibi sonuçlar konversiyon bozukluğu belirtileri gösteren hastalarda bu belirtilere eşlik eden ve beyin görüntüleme ve nörofizyolojik ölçümlerle saptanabilen bozukluklara odaklanılmasına neden olmuştur.

Beyin görüntüleme alanında bildirilen ilk bulgular sol hemiparezi tarzında konversiyon belirtileri olan bir hastada saptanan beyin etkinlik değişiklikleridir (Marshall ve ark. 1997). Bu hastada hemiparezik beden yarısını hareket ettirme çabası ile birlikte sağ primer motor kortekste bir etkinlik artışı görülmemiş, ancak sağ orbitofrontal ve ön singulat bölgelerde etkinlik artışı saptanmıştır. Yazıcı ve Kostakoğlu (1998) astazi-abazi tarzında yürüme bozukluğu belirtileri gösteren 5 hastada yaptıkları beyin SPECT çalışmalarında 4 hastada sol temporal, 1 hastada ise sol paryetal lobda bölgesel beyin kan akımında azalma saptamışlardır. Spence ve arkadaşları (2000) işlevsel beyin görüntüleme çalışmalarında hemiparezi belirtileri ile giden konversiyon bozukluğu hastalarında azalmış sol dorsolateral prefrontal korteks etkinliği saptamışlardır. Bir başka çalışmadaduyusal-motor kayıpları olankonversiyon bozukluğu hastalarında, belirtilerin olduğu beden yarısının karşı tarafında talamus, putamen ve kaudatta bölgesel beyin kan akımının azaldığı saptanmıştır. Araştırmacılar belirtilerin düzelmesi ile birlikte beyin kan akımı bulgularının da düzeldiğini bildirmektedirler (Vuilleumier ve ark. 2001). Bir diğer olgu sunumunda konversiyon bozukluğu belirtileri taşıyan bir hastada sağ paryetal lob enfarktının eşlik ettiği bildirilmiştir (Ramasubbu 2002).

Konversiyon bozukluğu olan hastaların, elektrofizyolojik ölçümlerini değerlendiren araştırmalar çoğunlukla negatif sonuçlar vermiştir. Yazında yer alan az sayıdaki bulgular ise tutarsızdır ve geniş örneklemli, yeni araştırma bulgularıyla desteklenmemiştir. Hernandez ve arkadaşları (1963) bir olgu sunumunda kolunda duyu kaybı olan bir konversiyon bozukluğu hastasında SEP dalgalarının izlenmediğini bildirmişlerdir. Bir başka çalışmada; histerik hemiparezi bulguları taşıyan bir hastada, belirtilerin olduğu tarafta eşik altı uyaran verildiğinde SEP dalgalarının genliğinde azalma olduğu, eşik üstü uyaran verildiğinde ise SEP dalgalarının simetrik olduğu bildirilmiştir (Levy ve Mushin 1973). Flor-Henry ve arkadaşları (1981) konversiyon belirtileri olan hastalarda yaptıkları nörofizyolojik testler ile baskın hemisferde daha şiddetli olmak üzere hem baskın hem de baskın olmayan beyin yarısında bozukluklar saptamışlardır. Yukarıdaki bulgulara ek olarak Yazıcı ve arkadaşları (2004) yukarıda sözü geçen beyin görüntüleme çalışması kapsamında yer alan konversiyon bozukluğu hastalarının ikisinde saçlı deriden elde edilmesi gereken somatosensoryel yanıtların hastalığın aktif döneminde elde edilemediğini, ancak belirtiler yatıştıktan sonra hastaların SEP yanıtlarının normale döndüğünü bildirmektedirler (Yazıcı ve ark. 2004). Ülkemizde gerçekleştirilen bir çalışmada ise çeşitli nörolojik belirtilerle giden konversiyon bozukluğu hastalarında olaya bağlı işitsel uyarılmış potansiyeller çalışılmış, N1 ve P2 ortaya çıkış süreleri kontrol grubuna göre uzamış, P3 genliğinin ise azalmış olduğu bulunmuştur (Köse ve ark. 1998).

Yazında az sayıdaki bu pozitif bulgular olmakla birlikte, daha yüksek oranda negatif bulgular bildirilmektedir (Kaplan ve ark. 1985, Foong ve ark. 1997, Haghighi ve ark. 2001, Ramassubu 2002). İkinci gruptaki çalışmalar konversiyon bozukluğu hastalarında uyarılmış potansiyellerde patolojik bir bulgu olmamasının konversiyon bozukluğu tanısı için bir ölçüt olduğunu ileri süren görüşü desteklemektedirler.

Bu yazıda konversiyon bozukluğu belirtileri olan bir hastada saptanan bölgesel beyin kan akımı değişiklikleri ve uyarılmış potansiyellere ilişkin bulgular sunulmaktadır. Hasta ve yakınına yapılan tetkiklerin amaçları anlatıldı ve ?bilgilendirilmiş olurları? alındı.

OLGU

21 yaşında, bekar kadın. Çalışmıyor. Ailesi ile birlikte Artvin'de yaşıyor.
Yakınmaları ilk kez 5 yıl önce merdiven çıkarken tüm vücudunda titreme ve dengesizlik belirtileri ile başlamış. Bu belirtiler bir iki aylık aralıklarla bir kaç kez tekrarlamış. Sonrasında süreklilik kazanmaya başlamış. Önceleri yürümekte önemli bir güçlük çekmezken, giderek yürürken zorlanmaya başlamış. Yürürken sık sık düşüyor ya da bir yere tutunmak zorunda kalıyormuş. Karşıdan biri kendisine doğru geldiğinde dengesizliği artıyor, tüm vücudu titriyormuş. Geceleri yatakta sağa sola dönmekte zorlanıyormuş. Sabahları yataktan desteksiz kalkamıyormuş. Merdiven çıkması gerekince bacakları titriyor, dengesini sağlayamıyormuş. Bu nedenle evin dışına çok fazla çıkamıyor, evdeyken de gündelik işlerinin bir bölümünü gerçekleştiremiyormuş. Yorulduğu zamanlar tüm yakınmaları daha fazla artıyormuş. Bazen yürüme güçlüğü ve dengesizlik yakınmalarına ellerindeki titremeler de ekleniyormuş.

Hasta bu yakınmalarla yaşadığı ilde görev yapan nöroloji doktorları tarafından değerlendirilmiş. Beyin magnetik rezonans görüntülemesi yapılmış ve normal sınırlar içerisinde olduğu bildirilmiş. Geçen süre içerisinde yakınmalarında bir düzelme olmaması üzerine hasta Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Polikliniğine başvurmaya karar vermiş.

Hasta ilk kez hastanemiz nöroloji polikliniğinde yukarıdaki öykü ile değerlendirildiğinde yürüme güçlüğü dışında nörolojik herhangi bir anlamlı bulgu taşımadığı, yürüme güçlüğü belirtilerinin de herhangi bir nörolojik rahatsızlık ile uyumlu olmadığı düşünülerek konversiyon bozukluğu ön tanısı ile psikiyatri bölümüne yönlendirilmiştir. Psikiyatri polikliniğinde yapılan muayenede aynı doğrultuda bir görüş belirmesi üzerine tedavisinin planlanması amacıyla psikiyatri yataklı servisinde izlenmesine karar verildi

Hastanın psikiyatri servisine kabul edildiği tarihte belirgin yürüme güçlüğü devam ediyordu.

Yürürken sık sık düşüyor ya da bir yerlere tutunmak zorunda kalıyordu. Yürüme sorununun yaşamını önemli ölçüde aksatmasına karşın, duygusal olarak yaşadığı zorlanmaya ilişkin kısmen bir aldırmazlık içerisinde olduğu göze çarpıyordu. Yapılan fizik muayenesinde anlamlı bir bulgu saptanmadı. Nörolojik muayenesinde; kafa çiftleri normal olarak değerlendirildi, motor ya da his muayenelerinde normal dışı bir bulgu saptanmadı. Refleks muayeneleri normaldi. Patolojik refleks saptanmadı.

Psikiyatrik muayenesinde hastanın bilinci açıktı, yeterli kooperasyon kuruyordu. Genel görünümü yaşı ve sosyoekonomik düzeyi ile uyumlu idi. Konuşması normal hızda ve tonda idi. Duygudurumu keyifsiz olmakla birlikte depresyon bulguları saptanmadı. Herhangi bir algı bozukluğu belirtisi gözlenmedi. Düşünce akışı doğaldı. Düşünce içeriğinde hastalığına yönelik endişeleri mevcuttu.

Hemogram, kan biyokimyası, tiroid işlevleri, serum B12 vitamini, folik asit düzeyleri, idrar tetkiki normal sınırlarda bulundu. EEG incelemesinde patolojik bulgu saptanmadı. Hastanın beyin görüntüleme tetkik sonucunun (MR) normal sınırlar içerisinde olması dikkate alınarak, konversiyon bozukluğu tanısı kesinleştirildi.Hastanın ilk uyarılmış potansiyel (SEP, MEP) ölçümleri ve ardından bölgesel beyin kan akımı (SPECT) değerlendirilmeleri bu sırada gerçekleştirildi.

Hastaya psikiyatri servisinde yattığı süre içerisinde çatışma alanlarını ele alan, destekleyici yönü ön planda psikoterapi yanında sertralin tedavisi (50 mg/gün) başlandı. Ayrıca yürüme güçlüğü belirtileri üzerinde fiziksel olarak başetme becerileri kazanabilmesi için fizik tedavi programına dahil edildi. Serviste yattığı süre içerisinde özellikle tedavi ekibinin bulunduğu ortamlarda yürümesindeki dengesizlik ve düşme şikayetlerinin artış gösterdiği gözlendi. Yapılan görüşmeler sırasında hastanın 7 yaşında iken 2 yaş büyük bir yakını tarafından cinsel tacize uğradığı öğrenildi. Hasta bu olay nedeni ile kendisini suçlu hissettiğini, geleceğe yönelik endişeleri olduğunu belirtiyordu. Ayrıca hastanın 8 yaşında iken babasının bir kaza sonrası silahla yaralandığı ve bu olayla ilgili olarak üzüntü duyduğu öğrenildi.

Hastanın izleminde yürümedeki dengesizlik ve düşme yakınmalarının gün içerisinde dalgalanma göstermekle birlikte genel olarak giderek azaldığı görüldü. Servise ilk yattığı günlerde yürürken bacakları titriyor ve bir yere tutunmak durumunda kalıyor, bazen de düşüyordu. Bu şekilde gün içinde en az 3-4 kere düştüğü oluyordu. Ancak ilerleyen haftalarda titremesinin azaldığı ve dengesini daha iyi koruyabildiği gözlendi. Düşme sayısı haftada bir-iki defaya indi. Ayrıca başlangıçtayürürken dönüşlerde dengesini koruyamazken, ilerleyen haftalarda daha rahat dönebildiği gözlendi. Servisteki ilk günlerinde daha geniş adımlarla yavaş yavaş ve tutunarak yürürken izlemde daha hızlı ve normal adımlarla yürüyebildiği gözlendi. Önceleri merdivenlerden çıkamazken veya destekle çıkabilirken, izlemde yavaş da olsa merdivenleri kendi başına çıkabildiği, serviste fizyoterapist tarafından yapılan egzersizleri daha kolay yapabildiği gözlendi. Hastaneye yatışını takiben 8 hafta sonra yürüme güçlüğü, dengesizlik ve düşme yakınmaları kısmen azalan hastanın taburcu edilerek ayaktan kontrol görüşmeleri ile izlenmesine karar verildi.

Taburcu edilirken hastaya fizyoterapist tarafından günlük egzersiz programı verildi. Hasta ve ailesi rahatsızlık hakkında tekrar bilgilendirildi ve tutum önerilerinde bulunuldu. Taburcu edildikten 10 gün sonra değerlendirilen hastanın evde hiç düşmediği, annesine ev işlerinde yardım edebildiği, arabaya yardımsız binebildiği öğrenildi. Fizyoterapisti tarafından verilen günlük egzersizlerini düzenli yaptığı bildirildi. Sonrasında ulaşım güçlüğü nedeni ile aile ancak 2 ayda bir kontrole gelebileceğini bildirdi. İki ay sonraki kontrolünde hastanın ara ara düşme şikayetlerinde artış olduğu, bazı günler ise tama yakın düzelme olabildiği öğrenildi. İyi olduğu günlerde annesine ev işlerinde yardım ettiği, annesinin yardımı ile tarlaya yürüyerek gidebildiği öğrenildi. İlerleyen kontrollerde isteksizlik, keyifsizlik gibi şikayetlerinde artış olduğu, görüşme sırasında çökkün olduğu görüldü. Görüşmede yürüyememe şikayetinin tama yakın düzelmediğini, bu nedenle karamsarlığa düştüğünü belirtiyordu. Bu nedenle serviste yatarken başlanan sertralin dozu 100 mg /güne çıkarıldı. İzlemde nedenini bilmedikleri bir şekilde evleri yanan ve yakınlarında kalmaya başlayan hastanın depresif belirtilerinin daha da arttığı gözlendi. Ayrıca bu olay sonrası hastanın düşme sıklığı artış gösterdi. Bütün gün evde oturuyor, hiçbir iş yapamıyordu. Sertralin kesilerek venlafaksin 150 mg/gün tedavisi başlandı. Bir sonraki kontrolde şikayetlerinde düzelme olmayan hastanın tedavisine lityum ilacı eklendi. Hastanın en son kontrolü 2 ay önce yapıldı. Bu muayenede hastanın isteksizlik, keyifsizlik, sık ağlama şikayetleri azalmıştı. Ancak halen yürüme güçlüğü yaşıyordu. Evde iş yapamadığını, bulaşık yıkamaya kalksa tabakları yere düşürüp kırdığını, sürekli halıya takılıp yere düştüğünü belirtiyordu. Yemek yerken elinin titrediğini, yemekleri üzerine döktüğünü söylüyordu. Tuvalete annesinin desteği ile gidebildiğini, dışarıya kendi başına çıkamadığını belirtiyordu. Hastaya günlük egzersiz programına uyması, güç de olsa ev işlerini yapmaya çalışması belirtildi. Hasta halen 2 aylık aralıklarla düzenli olarak takip edilmektedir.

(Bu yazının Türk Psikiyatri Dergisi'nde yayınlanma sürecinde (Mart 2007) hasta bir kez daha kontrol muayenesi için geldi. Bu muayenede yürüme güçlüğünün büyük ölçüde düzelmiş olduğu kaydedildi. Ayrıca depresyon belirtilerinde tama yakın bir düzelme kaydedildi).

Elektrofizyolojik Çalışmalar ve Bulgular

Somatosensoryel uyarılmış potansiyeller (SEP): Hastadaki yürüme bozukluğu ve dengesizlik nedeniyle, olası bir arka kordon tutuluşunun dışlanması açısından somatosensoryel uyarılmış potansiyellerin (SEP) değerlendirilmesi yapılmıştır. Bu amaçla sağ medyan sinir, el bileği hizasında yüzeyel elektrik stimülatörü ile 2 Hz frekansında 0.2 ms süreli elektriksel uyaranlar ile uyarıldı. Karşı taraf paryetal duyusal korteksten (C3') SEP kaydedildi. İkiyüz uyarının ortalaması alınarak 2 kez tekrar edildi. Ölçümler iki tekrarın ortalaması alınarak yapıldı.

Hastanın ilk SEP değerlendirmesi hastanede yattığı süre içerisinde yapıldı. Bu değerlendirmede N20, P25 dalga ortaya çıkış süreleri ve N20 genliği normal sınırlar içerisinde olmakla birlikte, P25-N33 tepeden tepeye genliğinin çok yüksek olduğu dikkati çekti (dev SEP). Taburculuğu takiben belirtilerin azalmış olduğu 6 aylık süreçte hastanın iki kez daha SEP incelemesi yapıldı. Bu değerlendirmelerde P25-N33 amplitüdünün sırası ile 87 µV, 103.9 µV ve 113.5 µV olacak şekilde giderek yükseldiği gözlendi (Şekil 1. A-B-C).

Bu bulgu üzerine, motor kontrol ve hareket bozuklukları incelemelerinde kullanılan aşağıdaki elektrofizyolojik çalışmalar gerçekleştirildi.

Olaya ilişkin potansiyeller: Standart işitsel şaşırtmalı uyaran düzeneği (oddball paradigm) kullanıldı. Sık tonlar düzenli aralıklarla, nadir tonlar ise rastgele aralıklarla verilerek Cz ve Pz elektrotlarından kayıt alındı. Kayıt 2 kez tekrarlandı. Her iki kayıtta da P300 dalgasının ortaya çıkış süresi normal sınırlar içerisinde idi (330 ms).

Hareket-ilişkili potansiyeller: Hastaya, istemli olarak ve düzensiz aralıklarla (yaklaşık 2 saniyede bir) sağ el 2. parmakta ani abdüksiyon hareketi yapması öğretildi. Hasta öğretilen hareketi yaparken, sağ 1. dorsal interosseous kasından konsantrik iğne elektrot ile EMG, Cz ve C3 elektrod poziyonundan ise EEG kaydı alındı. Rektifiye EMG sinyali, tetik potansiyel olarak kullanıldı. EMG sinyalinin başlangıcından itibaren tetiklenen EEG sinyallerinin, 2 s. öncesi ile 500 ms sonrasını alacak bir analiz penceresinde, ?back-averaging? yöntemi ile ortalaması alındı.

Elde edilen hareket ilişkili potansiyellerin genlik ve ortaya çıkış süreleri normal sınırlar içerisinde idi.

Transkraniyal Manyetik Uyarılma (TMU)


Transkraniyal Manyetik Uyarılma için Medtronic MagPro manyetik uyarı cihazı kullanılarak, hastanın I. dorsal interosseous kasından yüzeyel elektrotlar ile kayıt alındı. TMU ile, istemli kasılma sırasında eşik üstü uyaran uygulanarak istemli EMG etkinliğindeki kesinti (sessiz süre) hesaplandı. Sessiz süre normal sınırlar içerisinde idi (264 ms). Ayrıca, koşullayıcı uyaran MEP yanıtı oluşturmayacak şekilde ve motor eşik değerin % 75'i uyarım şiddetinde, test uyaranı ise motor eşik değerin % 120 üstünde olacak şekilde 1,2,3,4,5,6,7,9,12,15 ms uyaranlar arası süre (interstimulus interval) ile çift uyarı kullanılarak intrakortikal inhibisyon ve fasilitasyon incelendi. Çift uyarı ile 1-5 ms uyaranlar arası sürede, kontrol yanıtına göre test yanıtı genliğinde düşüş (inhibisyon), 7 ms'nin üzerinde ise artış (fasilitasyon) gözlendi. Bu bulgular normal sınırlar içerisinde kabul edildi.

Bölgesel Beyin Kan Akımı (SPECT) Bulguları

Bölgesel beyin kan akımı değerlendirilmesi beyin perfüzyon SPECT (Single Photon Emission Computed Tomography) çalışması ile yapıldı. Hastaya tedavi öncesinde ve tedaviden 3 ay sonra olmak üzere toplam 2 kez beyin perfüzyon SPECT çalışması uygulandı.

Beyin SPECT çalışması için hasta loş ve sessiz bir odada 5 dakika bekletildikten sonra Tc-99m ECD (?ethyl cysteinate dimer?, ?Neurolite, Bristol-Myers Squibb?, Belçika) isimli beyin perfüzyon ajanı 555 MBq dozda intravenöz yolla enjekte edildi. Enjeksiyondan 15 dakika sonra çift başlı SPECT gamma kamera (Siemens, E-CAM, Erlangen, Almanya) ile beyin perfüzyon SPECT görüntülemesi (yüksek çözünürlüklü, paralel delikli kolimatör, 3600 rotasyon, 128X128 matriks, 128 X 40 saniyelik görüntüleme) yapıldı.

Tedavi öncesi dönemde beyin SPECT çalışmasında sol paryetal bölgede belirgin ve sol temporal lob bölgesinde orta derecede azalmış bölgesel beyin kan akımı (hipoperfüzyon) izlendi (Resim 1A-1B). Diğer kortikal, subkortikal bölgelerde ve serebellumda kanlanma normaldi. Tedaviden 3 ay sonra uygulanan ikinci beyin SPECT görüntülemesinde ilk sintigrafide sol paryetal bölgede izlenen kanlanma azlığının tamamen düzeldiği görüldü; sol temporal bölgedeki kanlanma azlığı ise sürmekteydi (Resim 2A-2B).

TARTIŞMA

Hastamızda belirtilerin yoğun olduğu dönemde elde edilen P25-N33 dalga genliklerinin yükselmesi şeklindeki SEP bulgularının kontrol muayenelerinde de sürdüğü görülmüştür. Yazında değişik hastalık gruplarında gözlenen dev SEP'ler, primer duyusal korteks alanlarının uyarılabilirliğinde artış veya intrakortikal disinhibisyon ile ilişkilendirilmiştir (Kofler ve ark. 2000). Dev SEP bulgusu en sık kortikal refleks myoklonuslu hastalarda saptanmış ve fizyopatolojisi bu hastalık grubunda incelenmiştir. Bu çalışmalarda dev SEP'lerin, anormal bir potansiyel bileşeni olarak ortaya çıkmadığı, normal SEP'in fizyolojik bileşenlerindeki aşırı artıştan kaynaklandığı ileri sürülmüştür (Shibasaki ve Hallet 2005). Artmış uyarılabilirliğin ise primer somatosensoryal kortekste ve dokunma duyusundan girdiler alan 3b ile proprioseptif girdiler alan 3a alanlarından kaynaklandığı ileri sürülmüştür. Ağrılı uyaranlar ile yapılan çalışmalarda ise SEP bileşenlerinde artış gözlenmemiştir. Bu hastalık grubunda, hastamızda olduğu gibi, subkortikal alanlardan kaynaklanan ortaya çıkış süresi daha kısa olan SEP bileşenlerinin (N20, P20) genliğinde bir artış gözlenmemiştir. Diğer yandan hastamızda, TMU çalışmalarında, incelenen parametreler için, motor kortikal alanlarda intrakortikal uyarılabilirlikte artış veya inhibisyonda azalma gözlenmemiştir.

Bu tür SEP bulguları daha önce konversiyon bozukluğu olan hastalarda bildirilmemiştir. Hastamızın belirtileri arasında bulunan, yürümek, merdiven çıkmak gibi etkinlikler ile artış gösteren titreme, irkilme şeklindeki hareket bozukluklarının ayırıcı tanısında, hastada kortikal myoklonusu destekler bulgu saptanmamıştır. Diğer yandan, yukarıda belirtildiği gibi, kortikal myoklonusta, saptanan duyusal-motor korteks uyarılabilirlik değişikliklerinin ve dev SEP'lerin semptomatik açıdan bu bozukluğa benzerlik gösteren olgumuzda da gözlenmiş olması ilginç bir bulgudur.

Buhastada elde edilen beyin görüntüleme bulguları belirtilerin daha yoğun olduğu dönemde sol paryetal ve temporal bölgelerde bölgesel beyin kan akımında orta derecede bir azalma olduğunu göstermektedir. Belirtilerin kısmen düzelmesi ile, paryetal bölgedeki kanlanma azalmasında düzelme görülürken temporal bölgedeki kanlanma azalmasının sürdüğü saptanmıştır. Bunun yanısıra, ilk SEP değerlendirmesinde saptanan P25-N33 dalga genliklerinin yüksek olmasına ilişkin bulgu kontrol SEP'lerinde de aynen sürmektedir.

Benzer bir şekilde Yazıcı ve Kostakoğlu'nun (1998) araştırma bulguları da hastalığın aktif olduğu dönemde sol paryetal ve temporal bölgelerde kan akımında göreceli azalmaya işaret etmektedir. Ancak bu araştırmada izlem süresi içerisinde yeniden SPECT incelemesi yapılmadığı için belirtilerin seyri ile kan akımı değişiklikleri arasında bir ilişki kurulamamaktadır. Vuilleumier ve arkadaşları (2001) ise bir grup konversiyon bozukluğu hastasında belirtilerin karşı tarafında talamus, putamen ve kaudat çekirdekte bölgesel kan akımının azaldığını bildirmişlerdir. Bu çalışmada klinik belirtilerin düzelmesi ile birlikte beyin kan akımı değişikliklerinin de düzeldiği bildirilmektedir. Burada sunulan hastada talamus ve bazal ganglionlarda bölgesel beyin kan akımı normal ve simetrik olarak bulunmuştur.

Yazında bildirilen işlevsel beyin görüntüleme çalışmalarından elde edilen bulgular henüz konversiyon bozukluğunun fizyopatolojisini yeterli şekilde açıklayamamaktadır. Marshall ve arkadaşları (1997) yukarıda anılan hasta kayıtlarında hemiparezik beden yarısını hareket ettirme çabası ile birlikte primer motor kortekste bir etkinlik artışı görülmezken, sağ orbitofrontal ve ön singulat bölgelerde etkinlik artışı görülmesini, bu beyin yapılarının motor korteks üzerinde inhibe edici bir etkiye sahip olabileceği yönünde yorumlamışlardır. İlginç bir şekilde, Halligan ve arkadaşları (2000) da hipnoz altında paralizi belirtileri yaşayan bir hastanın ekstremitesini hareket ettirme çabası ile birlikte karşı taraf orbitofrontal ve ön singulat kortekslerinde bir etkinlik artışı saptamışlardır. Araştırmacılar bu bulguları konversiyon bozukluğu ve ?hipnotik felç? ile ilgili fizyo-patolojik süreçlerin benzer oldukları yönünde yorumlamaktadırlar.

Vuilleumier ve arkadaşları (2001) ise konversiyon bozukluğu belirtileri taşıyan hastalarda bölgesel kanlanma değişikliklerin yalnızca korteks yapıları ile sınırlı olmadığını göstermektedirler. Araştırmacılar kendi olgu serilerindeki duyusal ve motor işlev bozukluğu olan hastalarda, belirtilerin karşı tarafında talamus ve bazal gangliyonlarda saptanan kanlanma azlığından yola çıkarak, konversiyon bozukluğunda striatum-talamus-korteks arasındaki devrenin (striatotalamokortikal devre) bir rolü olabileceği yorumunu yapmaktadırlar. Duygusal streslerin bu devreyi amigdala ve orbitofrontal korteksten köken alan uyarılar aracılığı ile engelleyerek motor hareket bozukluklarına neden olabileceğini öne sürmektedirler. Bu araştırmada ilginç bir şekilde, kaudat çekirdek kanlanması ile belirtilerin sonlanışı arasında bir ilişki saptanmıştır.

Spence ve arkadaşları (2000) çalışmalarında konversiyon bozukluğu hastalarında hareket sırasında sol dorsolateral prefrontal korteks etkinliğinde azalma görmüştür. Aynı çalışmada istemli olarak felç izlenimi veren (kandırmaya yönelik olarak) hastalar da değerlendirilmiş ve konversiyon bozukluğu hastalarından farklı olarak bu hastalarda sağ ön prefrontal kortekste etkinlik azalması gözlenmiştir. Araştırmacılar dorsolateral prefrontal korteksin yüksek düzeyde iradi hareketlerin gerçekleştirilmesinden sorumlu merkezlerden birisi olduğunu ve konversiyon bozukluğu hastalarında bu iradi hareketlerin gerçekleştirilmesinde bir güçlük olduğunu ileri sürmektedirler.

Bu hastada elde edilen bölgesel beyin kan akımı verilerini değerlendirirken dikkate alınması gereken önemli bir konu da psikiyatrik rahatsızlıklara eşlik eden bölgesel beyin kan akımı değişikliklerinin her zaman o hastalıkla ilgili özgül fizyopatolojik süreçleri yansıtmıyor olabileceğidir. Bölgesel kan akımı değişikliklerinin bir bölümü, hastalığa ikincil olarak gelişen diğer bazı süreçleri (anksiyete vs) ya da organizmada psikolojik-fiziksel strese uyum sağlama sürecinde ortaya çıkan bazı mekanizmaları yansıtıyor olabilir. Dolayısıyla bu hastada saptanan bu bulguların net açıklaması ancak daha geniş örneklemli ve kontrollü araştırmaların sonucunda ortaya çıkabilecektir.

Bu hastadan elde edilen bulgular toplu olarak, konversiyon bozukluğu olan hastalarda önemli beyin bulgularının eşlik edebileceğini düşündüren diğer araştırma bulgularını destekler niteliktedir. Bu tür bulguların ilerisi için olası bir etkisi sınıflandırma sistemlerinde konversiyon bozukluğunun tanımlanma biçimi üzerine olacaktır. Konversiyon bozukluğunda ?tabloyu açıklayabilecek beyin bulgularının olmaması' halen bir tanı ölçütü olarak değerlendirilmektedir. Kuşkusuz bu türden beyin bulguları biriktikçe tıbbi bozukluk ?işlevsel bozukluk ayırımı da anlamını yitirecektir.

Son olarak, bu olguda belirti seçiminde anlamlı olabilecek bazı özellikler gözlenmiştir. Hastanın babası kaza sonucunda sol kol ve bacağından yaralanmış ve buna bağlı olarak uzun bir süre sol bacağını sürüyerek yürümek zorunda kalmış, ara ara dengesini sürdürmekte güçlükler yaşamıştır. Hasta babasının yüz yüze olduğu zorlanmayı yakın olarak yaşamış ve bundan etkilenmiştir. Diğer çalışmalar ve klinik gözlemler konversiyon bozukluğu hastalarının ?belirti seçiminde? yakın çevrelerinde yaşanan bedensel belirtilerin bir ?model? olarak alınabildiğini göstermektedir. Bu durum bizim hastamız için de geçerli olmuş olabilir.

KAYNAKLAR

Amerikan Psikiyatri Birliği (1994) Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı, dördüncü baskı (DSM-IV) (Çev.ed.: E. Köroğlu) Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 1995.
Dünya Sağlık Örgütü (1992) ICD-10 Ruhsal ve Davranışsal Bozukluklar Sınıflandırması. (Çev. ed.: MO Öztürk, B. Uluğ, Çev.: F. Çuhadaroğlu, İ. Kaplan, G. Özgen, MO Öztürk, M. Rezaki, B. Uluğ) Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı Derneği Yayını, Ankara, 1993.
Flor-Henry P, Frown-Auch D, Tapper M ve ark. (1981) A neuropsychological study of the stable syndrome of hysteria. Biol Psychiatry, 16: 601-626.
Foong J, Ridding M, Cope H ve ark. (1997) Corticospinal function in conversion disorder. J Neuropsychiatr, 9(2):302-303.
Haghigi SS, Meyer S (2001) Psychogenic paraplegia in a patient with normal electrophysiological findings. Spinal Cord, 39: 664-667.
Halligan PW, Athwal, Oakley DA ve ark. (2000) Imaging hypnotic paralysis: implications for conversion hysteria. The lancet, 355:986-987.
Hernandez-Peon R, Chavez?Ibarra G, Aguilar?Figueroa E (1963) Somatic evoked potantials in one case of hysterical anesthesia. Electroencephalogr Clin Neurophysiol, 15: 889-892.
Kaplan BJ, Friedman WA, Gravenstein D (1985) Somatosensory Evoked Potentials in Hysterical Paraplegia. Surg Neurol, 23:502-6.
Kofler M, Muller J, Reggiani L, Wenning GK (2000) Somatosensory evoked potentials in progressive supranuclear palsy. J Neurol Sci, 179: 85-91.
Köse S, Tunca Z, Çakmur R ve ark. (1998) Konversiyon Bozukluğunda Olaya Bağlı İşitsel Uyarılmış Potansiyeller (P300): Depresyon ve Anksiyete ile İlişkileri. Turk Psikiyatri Derg, 9(1):1-11.
Levy R, Mushin J (1973) Somatosensory evoked responses in patients with hysterical anesthesia. J Psychosom Res, 17:81-84.
Mashall JC, Halligan PW, Fink GR ve ark. (1997) The funchional anatomy of a hysterical paralysis. Cognition, 64: B1-B8.
Öztürk O (2001) Ruh Sağlığı ve Bozuklukları. 8. basım, Feryal Matbaası, Ankara, s.389-425.
Ramasubbu R (2002) Conversion sensory symptoms associated with parietal lobe infarct: case report, diagnostic issues and brain mechanisms. J Psychiatry Neurosci, 27(2):118-122.
Shibasaki H, Hallet M (2005) Electrophysiologıcal studies of myoclonus. Muscle Nerve, 31: 157?174.
Spence S, Crimlisk H, Cope H ve ark. (2000) Discrete neurophysiological correlates in prefrontal cortex during hysterical and feigned disorder of movement. Lancet, 355 (9211) :1243-1244.
Vuilleumer P, Chicherio C, Assal F ve ark. (2001) Functional neuroanatomical correlates of hysterical sensorimotor loss. Brain, 124:1077-1090.
Yazıcı KM, Kostakoğlu L (1998) Cerebral blood flow changes in patients with conversion disorder. Psychiatry Res, 83:163-168.
Yazıcı KM, Demirci M, Demir B ve ark. (2004) Abnormal somatosensory evoked potentials in two patients with conversion disorder. Psychiatry Clin Neurosci, 58: 222-225.


Benzer Konular

12 Ağustos 2018 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
24 Ekim 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap
18 Şubat 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
10 Ağustos 2017 / Misafir Cevaplanmış