Arama

Psikoloji ile ilgili Makaleler       - Sayfa 13

Güncelleme: 23 Temmuz 2018 Gösterim: 227.870 Cevap: 185
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
22 Temmuz 2009       Mesaj #121
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Psikiyatrik Birinci Eksen Tanısı Almayan İnfertil Çiftlerde Emosyonel Semptomlar, Sosyal Destek ve Cinsel İşlev Bağlamında Cinsiyet Farkı Var Mı?

Sponsorlu Bağlantılar
Dr. Tunay KARLIDERE, Dr. Ali BOZKURT, Dr. Sinan YETKİN, Dr. Ali DORUK, Dr. Levent SÜTÇİGİL, Dr. Kamil NAHİT ÖZMENLER, Dr. Aytekin ÖZŞAHİN


GİRİŞ

Herhangi bir korunma yöntemi kullanmaksızın en az bir yıllık süre içerisinde çiftin düzenli cinsel ilişkisine rağmen kadının gebe kalamaması şeklinde tanımlanan infertilite, bireye özel ve sonuçları belirsiz bir durum olması nedeniyle stresör ve yaşam krizi olarak ifade edilmektedir (Newton ve ark. 1999). Eşler infertiliteye farklı tepkiler gösterebilmekte (Greil 1997) ve bu tepki infertilite nedeninin eşin hangisi olduğuna bağlı olarak da değişebilmektedir (Mahlstedt 1985). Bir taraftan infertilitenin kendisi, diğer taraftan üreme yardımı için uygulanan tetkik ve tedavi yaklaşımları, bireyin ve çiftin başa çıkma becerilerini ve sosyal destek kaynaklarını zorlayıp, fiziksel ve emosyonel enerjisini tüketerek (Boivin ve ark. 1999) cinsel işlev bozukluğu, depresyon, kaygı ve çiftin ilişkisinde bozulmaya neden olmaktadır (Wright ve ark. 1991, Hammarberg ve ark. 2001, Ramezanzadeh ve ark. 2006).

İnfertilitenin hem cinsel işlev hem de emosyonel durum ile ilişkisi iki yönlü gibi görünmektedir. Cinsel işlev bozuklukları bir taraftan infertil çiftlerin küçük bir bölümünde kadın ve erkek infertilitesinin asıl sebepleri olabilirken (Boivin ve ark. 2001) diğer taraftan ve büyük oranda infertilite ve tedavi uygulamaları sırasında gelişen depresyon ve anksiyeteye bağlı olarak ortaya çıkabilmektedir (Ramezanzadeh ve ark. 2006). Kaygı ve depresif semptomlar için de benzer durum söz konusu olup bu emosyonel sorunlar infertilitenin sebebi (Saleh ve ark. 2003) ya da sonucu olabilmektedir (Greil 1997). Ayrıca emosyonel durumun gebelik oluşumuna etkisi bulunmadığını belirten araştırmaların (Milad ve ark. 1998, Anderheim ve ark. 2005) aksine kadınların tedavi başlangıcındaki yüksek kaygı düzeyi ve depresif semptom şiddetinin gebelik şansını azaltabildiğini gösteren sonuçlar bulunmaktadır (Smeenk ve ark. 2001, Gülseren ve ark. 2006). Bu nedenle üreme merkezlerine başvuru sırasında sorunu olanlara tedavi ve destek verilmesinin gebelik şansını arttırabileceği ileri sürülmektedir (Slade ve ark. 1997).

İnfertil çiftlerin uzman yardımı almak yerine öncelikle aile ve arkadaşlarının sosyal desteğini aradıklarına dikkat çekilerek (Boivin ve ark. 1999) sosyal desteğin stresöre karşı tampon etkisi yapabileceği ileri sürülmektedir (Helgeson 2003). Bununla birlikte, infertil çiftlerin sosyal destekleri, bu desteğin cinsiyetler arasındaki farklılıkları ve emosyonel zorlanmaya olan etkisi konusundaki veriler çelişkilidir. Sosyal desteğin infertilitenin emosyonel zorlanmasını azaltabileceği (Boivin ve ark. 1999), ek zorlanmaya neden olabileceği (Wilson ve Kopitzke 2002) ya da ters bir etkiyle kaygıyı ve depresif semptomları artırabileceği (Mindes ve ark. 2003) tanımlanmaktadır.

Ülkemizde yapılan ve infertilitenin emosyonel yönünü araştıran kısıtlı sayıdaki çalışmalardan birisinde üreme yardımı öncesi uygulamalar hakkında bilgilendirilen ve bilgilendirilmeyen infertil çiftlerin emosyonel semptomlarının farkı değerlendirilirken (Terzioğlu 2001), diğerlerinde (Güz ve ark. 2003, Gülseren ve ark. 2006, Özkan ve Baysal 2006). İnfertil kadınların kaygı ve depresyon düzeyleri sağlıklı kadınlarla karşılaştırılmış, fakat erkekler çalışmaya alınmamıştır. Bu araştırmalarda infertil çiftlerin sosyal desteğine, bu desteğin emosyonel etkileriyle cinsiyet farkına ve infertil kadınların cinsel yaşamlarının sorgulandığı bir çalışma dışında (Özkan ve Baysal 2006) çiftin cinsel işlevselliğine ait verilere rastlanmamıştır. Ülkemizin alandaki veri yetersizliği göz önünde tutularak; bu çalışma, üreme yardımı için başvuran infertil çiftlerde, infertiliteden kaynaklanacak emosyonel ve cinsel işlev alanındaki olası sorunları cinsiyet farkına göre belirlemek ve gerekenleri psikiyatrik destek programına almak üzere planlanmıştır. Psikiyatrik birinci eksen bozukluğu olmayan, evli ve birincil infertil çiftlerde kadınların erkeklere göre sosyal desteklerinin yetersiz, emosyonel zorlanmalarının daha fazla ve cinsel işlevlerinin daha sorunlu olduğunu varsayarak kadın ve erkeğin başvuru sırasındaki depresif semptom şiddetleri, kaygı ve sosyal destek düzeyleri ile cinsel işlevlerinin niteliği araştırılmıştır.

YÖNTEMLER

Örneklem ve uygulama

İnfertiliteden kaynaklanabilecek emosyonel zorlanmanın ve cinsel işlev alanındaki sorunların cinsiyet farkına göre araştırılabilmesi ve bağdaşık bir grup oluşturulabilmesi için içleme/dışlama ölçütleri kullanılmıştır. Gülhane Tıp Fakültesi Üreme Sağlığı Merkezine yardımcı üreme teknikleri ile çocuk sahibi olabilmek üzere ardışık olarak başvuran, önceden gebe kalmamış (nulligravid) kadın ve biyolojik çocuğu olmamış erkekten oluşan 250 çift çalışmaya katılmaları için davet edilmiştir. Daveti kabul edenlerden a) birincil infertilite tanısı alan, b) in-vitro fertilizasyon (IVF), intrasitoplazmik sperm enjeksiyonu (ICSI), zigot intrafallopiyan transfer (ZIFT), gamet intrafallopiyan transfer (GIFT) gibi girişimsel tedavi adayı, c) eğitim düzeyi 11 yılın üzerinde olan, d) infertilite dışında genel tıbbi bozukluk ya da hastalığı olmayan, e) halen ve daha önce psikiyatrik birinci eksen tanısı almayan ve/veya tedavi öyküsü bulunmayan ve f) evli (ilgili yasa nedeniyle) çiftler çalışmaya alınmıştır.

Çalışma başlangıcında eğitim düzeyi içleme/dışlama ölçütü olarak belirlenmese de ortalama 11 yılın altında eğitim almış bireylerin derecelendirme ölçeklerini amaca uygun yanıtlandıramadıkları ve görüşmecilerden yardım aldıkları anlaşılmıştır. Geçerlik ve güvenirlik çalışmaları dikkate alındığında, öz bildirime dayalı derecelendirme araçlarının yardımla yanıtlanması yönlendirilmiş ve yanıltıcı sonuçlar verebileceği değerlendirilerek içleme ölçütlerine eğitim düzeyinin 11 yılın üzerinde olması eklenmiştir. Bu düzenlemeye kadar veri elde edilen çiftler, sonuçlarının hatalı olabileceği gerekçesiyle çalışma dışı bırakılmıştır. İkincil infertil çiftlerde önceden çocuğunun olması emosyonel zorlanmaya karşı koruyucu olabileceği (Epstein ve Rosenberg 2005) için bu çiftler dışlanmıştır.

Çalışmaya katılmayı kabul eden çiftler mevcut ya da önceki psikiyatrik birinci eksen tanıları yönünden DSM-IV (Amerikan Psikiyatri Birliği 1994) ölçütlerine göre First ve arkadaşları (1997) tarafından geliştirilen, Türkçe?ye uyarlama, geçerlik ve güvenilirliği Çorapçıoğlu ve arkadaşları (1999) tarafından yapılan SCID-I kullanılarak yazar grubundaki bir psikiyatri uzmanı (TK) tarafından değerlendirilmiştir. Yapılandırılmış bir tanı koyma aracı olması nedeniyle benzer çalışmalarda da tercih edilmiş olmakla birlikte, SCID-I tanılarının güvenilirliği, bu tanılara kör üç psikiyatri uzmanı (AÖ, AB ve KNÖ) tarafından hem usule uygun psikiyatrik görüşme ile hem de bireylerin tıbbi kayıtları incelenerek teyit edilmiştir.

Çalışmaya katılmayı kabul eden 220 çiftin 85?i (%38,63) DSM-IV psikiyatrik birinci eksen tanısı almıştır. Psikiyatrik bozukluklar erkeklere (n=33, %38,82) karşılık kadınlarda (n=72, %84,71) daha yüksek oranda saptanmıştır. En sık, uyum bozukluğu (n= 33, %38,82), genelleşmiş anksiyete bozukluğu (n=21, %24,71) ve Majör Depresif Bozukluk (MDB) (n=9, %10,59) tanılarına rastlanılmıştır. Diğer tanılar ise distimi (n=5, %5,21), Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) (n=3, %3,13), Panik Bozukluk (PB) (n=3, %3,13), OKB+MDB (n=2, %2,08), PB+MDB (n=3, %3,13), bipolar-I bozukluk (n=2, %2,08), sosyal fobi (n=2, %2,08), psikotik bozukluk (n=1, %1,04) ve anoreksiya nevroza (n=1, %1,04) olmuştur. Gülhane Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Araştırma Kurulu tarafından onaylanan bu çalışmaya veri toplama belgesinde belirtildiği şekilde onam veren ve içleme ölçütlerini karşılayan 103 çift kabul edilmiş, 147 çift ise dışlanmış ya da çalışmaya katılmayı reddetmiştir. Çalışmaya katılmak istemeyen 30 çiftin 25?i (%83,33) birden çok gerekçe belirtmiştir. Buna göre; takiplere katılmak üzere şehir dışından üreme merkezine ulaşımın güç olduğunu tanımlayanlar (n=27), tetkikler nedeniyle gereğinden fazla özel yaşam paylaşımı olduğu için ek paylaşım istemeyenler (n=18), psikiyatrik yardımı işe yaramaz (n=12) ve gereksiz (n=10) bulanlar ile sebep belirtmeyenler (n=5) çalışmaya katılmamıştır. Girişimsel olmayan ovulasyon indüksiyonu yöntemi ile gebelik oluşabileceği saptanan (n=28), düşük ve/veya küretaj ile sonuçlanan gebelik öyküsü bulunan (n=11), önceki eşinden canlı çocuk sahibi olan (n=5), tanı konulmuş ve takibe alınmış genel tıbbi sorunu (hipertansiyon, diyabet, böbrek yetmezliği, vb) bulunan (n=32), eğitim düzeyi 11 yılın altında olan (n=16) ve önceden/halen psikiyatrik birinci eksen tanı ve tedavi öyküsü bulunan (n=25) toplam 117 çift çalışma dışı bırakılmıştır.

Böylece 103 çiftten oluşan örneklem infertilite sebebine göre a) Sebebi bilinmeyen infertilite (SBİ) grubu: Kadın ve/veya erkekte infertiliteye neden olacak sorunu bulunamayan 22 çift (%21,4), b) Erkek nedenli infertilite (ENİ) grubu: Kadına ait sorunu olmayan ancak erkekleri infertil olan 35 çift (%33,9), c) Kadın nedenli infertilite (KNİ) grubu: Erkeğe ait sorunu olmayan ancak kadınları infertil olan 24 çift (%23,3) ve d) Her iki nedenli infertilite (HİNİ) grubu: Hem kadına hem de erkeğe ait sorun bulunan 22 çift (%21,4) olmak üzere 4 gruba ayrılmıştır. Uygulanacak tedavi yöntemi (IVF/ICSI/ZIFT/GIFT) konusunda infertilite konseyinde karar verilen çiftlere henüz seçilen tedavi yöntemi uygulamaya geçilmeden kadın ve erkeğe farklı ortamlarda eş zamanlı olarak sosyodemografik bilgi sorgulaması için veri toplama belgesi ile bunun ardından ölçme araçları Golombok ve Rust Cinsel Doyum Ölçeği (GRCDÖ), Procidano ve Heller?in Algılanan Aile Desteği (AAiD) ve Algılanan Arkadaş Desteği (AArD), Beck Depresyon Envanteri (BDE), Spielberger Durumluk (STAI-D) ve Sürekli Kaygı (STAI-S) Ölçeği sırasıyla uygulanmıştır. Her ölçme aracının ilk sayfasında aracın maddelerinden önce ismi ve kullanım yönergesi yer almıştır.

Ölçme araçları

Emosyonel durumun, cinsel işlev ve sosyal desteğin derecelendirmesinde öz bildirime dayalı BDE, STAI-D, STAI-S, GRCDÖ, AAiD ve AArD ölçekleri kullanılmıştır.

İnfertil çiftlerde infertilitenin getirdiği emosyonel yük, mevcut yayınlarda yaygın olarak anksiyete ve depresif semptomlar bağlamında çalışılmıştır. Bu nedenle, her iki semptom kümesini ölçmede benzer yayınlarda tercih edilen BDE ile STAI-D/S kullanılmıştır. Beck ve arkadaşlarının (1961) geliştirdiği BDE?de toplam 0-63 arasında puan alınabilmekte ve 10 puanın altındaki sonuçlar depresif semptomun olmadığı, üzerindeki sonuçlar ise değişen şiddette depresif semptom olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Çalışmada kullanılan şeklinin Türkçe geçerlik ve güvenirliği Hisli (1989) tarafından yapılmıştır. Türkiye?de geçerlik ve güvenirliği Öner ve LeCompte (1985) tarafından yapılmış olan Spielberger?in (1970) Durumluk ve Sürekli Kaygı Ölçeği ise 40 sorudan oluşmaktadır. İlk 20 soru bireyin belirli bir andaki kaygısı olan durumluk kaygıyı, ikinci 20 soru ise bireyin genel kaygı eğilimini tanımlayan sürekli kaygıyı sorgulamaktadır. Toplam puanlar her iki bölümde de 42?nin altında ise normal, üzerinde ise yüksek kaygıyı ifade etmektedir. İnfertil bireyin yardım için başvuru anındaki kaygı düzeyinin STAI-D, infertilitenin uzunlamasına zorlayıcı etkisinin ve bireyin kaygıya yatkınlığının ise STAI-S ile kontrol edilmesi amaçlanmıştır.

Çalışmada infertil çiftin cinsel işlevselliğinin sıklığı, sağladığı doyum, eşler arasındaki ilişki gibi değişik boyutlarının değerlendirilmesi amacıyla, heteroseksüel eşler için cinsel ilişkinin niteliği ve cinsel işlev bozukluklarını değerlendirmek üzere Rust ve Golombok tarafından (1986) geliştirilen GRCDÖ kullanılmıştır. Bu ölçeğin kadın ve erkek için 28?er maddelik ayrı formları bulunmaktadır. Ölçekten genel cinsel işlevsellik puanının yanı sıra, kadınlar ve erkekler için ayrı ayrı kaçınma, doyumsuzluk (doyum), bedensel temas (dokunma), cinsel ilişki sıklığı (sıklık) ve cinsel iletişimsizliği (iletişim) değerlendiren ortak alt ölçekler ile erkekler için empotans ve erken boşalma, kadınlar için ise anorgazmi ve vajinismus özgül alt ölçekleri de elde edilebilmektedir. İnfertil çiftlerin kadın ve erkeklerinin karşılaştırılması amaçlanarak ayrıca sağlıklı kontrol grubu alınmadığından karşılaştırma olanağı bulunmadığı için cinsiyetlere özgül alt ölçekler çalışmada kullanılmamıştır. Genel cinsel işlevselliğin değerlendirmesinde yüksek puanlar cinsel işlevlerdeki ve ilişkinin niteliğindeki bozulmaya işaret etmektedir. Ham puanlar 1 ile 9 arasında standart puanlara dönüştürülebilmekte, 5 ve üzerindeki puanlar cinsel soruna işaret etmektedir. Çalışmada kullanılan GRCDÖ?nin geçerlik ve güvenirliği Tuğrul ve arkadaşları (1993) tarafından yapılmıştır.

İnfertil çiftlerin emosyonel zorlanmalarına tampon etkisi yapabilecek sosyal desteklerinin düzeyi ile bu düzeylerin kadın ve erkek arasındaki farkını belirlemek üzere Procidano ve Heller?in (1983) geliştirdiği Algılanan Sosyal Destek Ölçeği (ASDÖ) kullanılmıştır. ASDÖ, 20?şer soruluk iki bölümden oluşmakta, ilk 20 soru algılanan aile desteğini (AAiD), sonraki 20 soru algılanan arkadaş desteğini (AArD) ifade etmektedir. Bölümlerin ikisinin de kesme noktası olmayıp yüksek puanlar sosyal desteğin yüksekliğini göstermektedir. Her iki form Türk örneklemine Sorias (1989) tarafından uyarlanmıştır.

İstatistiksel çözümleme

Frekans analizinin ardından; grup içi karşılaştırmalarda ölçümle elde edilen verilerden normal dağılıma uyanlar için student t-testi ve uymayanlar için Mann-Whitney U testi, gruplar arası karşılaştırmalarda ise Kruskal-Wallis testi kullanılmıştır. Sayımla elde edilen verilerin karşılaştırmaları 2 testi ile yapılmış, korelasyonların saptanmasında kategorik değişkenler için Spearman, sürekli değişkenler için Pearson korelasyon testleri uygulanmıştır. Ölçümle elde edilen veriler aritmetik ortalama±standart sapma, sayımla elde edilen veriler sayı (%) olarak gösterilmiştir. Tüm çözümlemelerde SPSS (Statistical Package for Social Sciences) Version 11.0 programı kullanılarak önemliliklerde p<0,05 olarak kabul edilmiştir.

BULGULAR

Çalışmaya kabul edilen toplam 103 çiftin (103 kadın ve 103 erkek) verileri değerlendirildiğinde kadın ve erkeklerin tamamının ev dışında çalışmakta olduğu ve aylık ortalama 2.000 YTL hane geliri ile orta-üst düzey gelir grubunda yer aldığı (TUİK 2005) anlaşılmıştır. Doksan iki çift (%89,32) çalışmanın yapıldığı merkezin bulunduğu şehirde yaşadığını, 11 çift (%10,68) ise takiplerine yakın ilçelerden aynı gün içinde katılacağını belirtmiştir. Meslek dağılımında kadınların %86,41?inin (n=89) ve erkeklerin %80,58?inin (n=83) kamu görevlisi olduğu, 8 (%7,77) kadına karşılık 12 (%11,65) erkeğin kamu dışında yönetici olarak çalıştığı, 6 (%5,83) kadın ve 8 (%7,77) erkeğin serbest ticaret ile yaşamını sağladığı saptanmıştır. Çiftlerin çoğunluğu (n=97, %94,17) sadece eşlerden oluşan çekirdek ailede, serbest ticaretle yaşamını sağlayan 6 (%5,83) çift ise ebeveynlerin de bulunduğu geniş ailede yaşadığını tanımlamıştır. Yüz yüze görüşmede elde edilen verilere göre eğitim düzeyi 11 yılın altında olan 16 çiftte kadınlardan 8?inin (%3,63) okuyup yazabildiği ancak okula gitmediği, 3?ünün (%1,36) 5 yıl ve 5?inin (%2,27) 8 yıl eğitim aldığı, erkeklerin tamamı okula gitse de 10?unun (%4,54) 5 yıllık eğitimi tamamlamadığı, 4?ünün (%1,81) 8 yıl ve 2?sinin (%0,90) 10 yıl eğitim aldığı saptanmıştır.

İnfertilite süresinin ENİ grubunda en kısa (2-19, ortalama 6,9±4,1 yıl) ve KNİ grubunda en uzun (3-25, ortalama 10,2±5,4 yıl) olduğu (p=0,002) belirlenmiş, bu süreler SBİ grubunda 2-19 (ortalama 9,8±5,3) yıl ve HİNİ grubunda 3-19 (ortalama 8,2±3,6) yıl olmuştur. Örneklemin yaş, BDE, STAI-D, STAI-S, AAiD, AArD ve toplam GRCDÖ puanları ile grup içi ve gruplar arası karşılaştırmaları Tablo 1?de, GRCDÖ?nin alt boyut sonuçları Tablo 2?de verilmiştir. Grupların tümünde kadınların erkeklerden, gruplar arasında ise erkek nedenli infertilite grubunun hem kadınlarının hem de erkeklerinin diğer gruplardan daha genç olduğu anlaşılmıştır.

Depresif semptom şiddetinin grupların tümünde klinik depresyona işaret etmediği ve ENİ dışındaki grupların tamamında kadınlarda erkeklerden yüksek olduğu bulunmuştur. Bu farklılıklar istatistiksel yönden SBİ grubunda ve ENİ grubunda anlam taşımazken, KNİ ve HİNİ gruplarında anlamlı olmuştur (sırasıyla p<0,01 ve p<0,05). Erkeklerin depresif semptom şiddeti gruplar arasında benzer (p>0,05), kadınların ise farklı bulunmuştur (p<0,01). Buna göre kadınların depresif semptomları çiftin infertilite sebebi belli olmadığında en az, tek başına kendileri infertilite nedeni olduklarında en fazla olmuştur (Tablo 1).

Durumluk kaygı düzeyleri grupların tamamında her iki cinsiyette normal sınırlarda, grup içi ve gruplar arası benzer bulunmuştur (p>0,05). Sürekli kaygı düzeyi tüm grupların hem kadın hem de erkeklerinde yüksek ve kadınlarda anlamlı olarak daha fazla bulunurken gerek kadınlarda gerekse erkeklerde gruplar arası farklılık saptanmamıştır (Tablo 1). Algılanan aile desteği grup içinde ENİ ve KNİ gruplarında kadınlarda erkeklerden anlamlı şekilde yüksek (her ikisinde de p<0,01), gruplar arasında ise benzer (p>0,05) bulunurken, algılanan arkadaş desteği gerek grup içinde gerekse gruplar arasında benzer olmuştur (p>0,05) (Tablo 1).

Genel cinsel işlevselliği gösteren toplam puanlar tüm gruplarda grup içinde ve gruplar arasında benzer (p>0,05) bulunmuştur (Tablo 1). Bunun yanında dönüştürülmüş puanlara göre sorunu olanlarla olmayanların sayısal karşılaştırmasında cinsel işlevin ortak alt boyutlarının doyum dışında tamamında grup içi farklılıklar bulunduğu; ancak, tüm alt boyutların gruplar arasında benzer olduğu saptanmıştır (Tablo 2). Buna göre, cinsel ilişki sıklığı sadece KNİ grubunun kadınlarında eşlerine göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha sık rastlanan (p<0,01) sorun olmuştur. Eşler arasındaki iletişimsizlik ise tüm gruplarda erkekler için kadınlara göre daha sık rastlanan sorun olmuştur (tamamında p<0,01). Cinsel ilişkideki doyumsuzluk (doyum) tüm gruplarda gerek kadınlar gerekse erkekler tarafından en az sorun tanımlanan alan olup grup içi fark bulunmamıştır (p>0,05). Cinsel ilişkiden kaçınma kadınlar için ve bedensel temas (dokunma) erkekler için tüm gruplarda eşlerine göre anlamlı olarak daha sık yakınılan alanlar olmuştur (Tablo 2).

Ölçme araçlarının iki yönlü korelasyonu

Algılanan sosyal desteğin ve cinsel işlevin depresif semptomlar ve kaygı düzeyleri ile ilişkileri Tablo 3?te verilmiştir. Cinsel işlevin alt boyutları her birinde yer alan olgu sayısının kimi zaman 2?ye kadar düşmesi nedeniyle korelasyon analizine alınmamış, bunun yerine genel cinsel işlevselliğe ait toplam puanların ilişkisi araştırılmıştır.

SBİ grubunda kadınların ve erkeklerin emosyonel durumlarının algıladıkları sosyal desteğin her iki boyutu ve cinsel işlevleri ile ilişkisi olmadığı görülmüştür (Tablo 3). ENİ grubunda kadınların emosyonel semptomları algıladıkları sosyal destekle (aile ve arkadaş) ilişkili bulunamazken cinsel işlevleri ile doğrusal ilişkili bulunmuştur (Tablo 3). Buna göre, infertil çiftte kadın infertil değilse depresif semptom şiddeti ve her iki kaygı düzeyi algıladığı sosyal desteğin (aile ve arkadaş) düzeyi ile değişmemiş; ancak, cinsel işlev alanındaki sorunlar emosyonel semptom şiddeti ile paralellik göstermiştir. Erkeklerde ise emosyonel semptomların algılanan sosyal destekleriyle tersine, cinsel işlevleri ile doğrusal ilişkili olduğu saptanmıştır (Tablo 3). Çiftin infertilitesinde erkek tek başına sorumlu olduğunda cinsel işlev alanındaki sorunlar emosyonel semptom şiddeti ile paralellik gösterirken algılanan sosyal desteğin artması emosyonel sorunlarını azaltmıştır.

KNİ grubunda kadınların emosyonel semptomları algılanan sosyal destekleriyle tersine, cinsel işlevleri ile doğrusal ilişkili bulunmuştur (Tablo 3). Çiftin infertilitesinde kadın tek başına sorumlu olduğunda cinsel işlev alanındaki sorunlar emosyonel semptom şiddeti ile paralellik gösterirken algılanan sosyal desteğin artması emosyonel sorunlarını azaltmıştır. Bunun yanında erkeklerin emosyonel semptomları algıladıkları sosyal destekle (aile ve arkadaş) ilişkili bulunamazken cinsel işlevleri ile doğrusal ilişkili bulunmuştur (Tablo 3). Buna göre infertil çiftte erkek infertil olmadığında depresif semptom şiddetinin ve her iki kaygı düzeyinin algıladığı sosyal desteğin (aile ve arkadaş) düzeyi ile değişmediği, ancak cinsel işlev alanındaki sorunlarının emosyonel semptom şiddeti ile paralellik gösterdiği anlaşılmıştır.

HİNİ grubunda ise hem kadınların hem de erkeklerin emosyonel semptomları algılanan sosyal destekleriyle tersine, cinsel işlevleri ile doğrusal ilişkili bulunmuştur (Tablo 3). Buna göre çiftin her ikisinin de infertil olması halinde emosyonel semptomları algıladıkları sosyal desteklerinin artması halinde azalırken, cinsel işlev sorunları emosyonel sorunları doğrultusunda azalmış ya da artmıştır.

TARTIŞMA

Çalışmada psikiyatrik birinci eksen tanısı almayan ve infertilite dışında genel sağlık sorunu bulunmayan 103 infertil çiftin kadınlarının ve erkeklerinin depresif semptom şiddetinin klinik depresyona işaret etmeyecek düzeyde, durumluk kaygılarının normal ve sürekli kaygılarının yüksek olduğu saptanmıştır. Bununla beraber; çiftin infertilitesinde kadınlar doğrudan sorumluysa (tek başına ya da eşi ile birlikte) depresif semptom şiddetleri erkeklerden yüksek olmuş, erkeklerde ise bu durumun tek başına infertilite nedeni olduklarında bile geçerli olmadığı görülmüştür. Keza, gruplar arası karşılaştırmada kadınların tek başına infertilite nedeni olmaları halinde depresif semptomlarının daha fazla olduğu saptanmış, ancak erkeklerin depresif semptom şiddetleri infertilite sebebine göre farklı bulunmamıştır. Durumluk kaygı düzeyi tüm gruplarda kadın ve erkeklerde benzer, sürekli kaygı düzeyi ise kadınlarda yüksek bulunmuştur. Bunun yanında her iki kaygı düzeyinin gruplar arası karşılaştırmalarda hem kadınlarda hem de erkeklerde infertilite sebebine göre farklılık göstermediği anlaşılmıştır. Her ne kadar durumluk kaygı düzeyi her iki cinsiyette normal ve benzer olsa da, depresif semptom şiddetlerinin ve sürekli kaygı düzeylerinin kadınlarda erkeklerden daha yüksek bulunması ?infertil kadınların emosyonel zorlanmasının eşlerinden fazla olduğu? varsayımımızı doğrulamıştır.

Önceki çalışmalarda infertil çiftlerin depresif semptom şiddeti sonuçlarımızla uyumlu olarak normal sınırlarda (Slade ve ark. 1997, Terzioğlu 2001) ya da farklı şekilde yüksek olarak tanımlanmıştır (Beutel ve ark. 1999, Fassino ve ark. 2002). Bulgularımız infertil çiftlerde kadınların depresif skorlarının erkeklerden yüksek olduğunu belirten çalışmaları (Collins ve ark. 1992, Slade ve ark. 1997, Newton ve ark. 1999) desteklemiştir. Ayrıca, kadının depresif semptomlarının ?erkek nedenli? infertilitede daha düşük (Khademi ve ark. 2005), ?kadın nedenli? (Kowalcek ve ark. 2001, Güz ve ark. 2003) ve ?her iki nedenli? infertilitede (Khademi ve ark. 2005) daha yüksek olduğunu belirten çalışmalarla da uyumlu bulunmuştur. Buna karşın, kadınların emosyonel cevabında infertilite sebebine göre fark olmadığını ileri süren Nachtigall ve arkadaşlarının (1992) çalışması ile çelişmiştir.

İnfertil çiftlerin durumluk kaygı düzeylerini bulgularımızla benzer şekilde normal sınırlarda değerlendiren çalışmaların (Terzioğlu 2001, Emery ve ark. 2003) aksine yüksek olduğunu ileri süren çalışmalar (Slade ve ark. 1997, Newton ve ark. 1999) olmuştur. Durumluk kaygı düzeyini farklı bulan bu çalışmalar, aynı zamanda infertil kadın ve erkeklerin sürekli kaygı düzeylerinin de yüksek ve kadınların infertilite nedeninden bağımsız olarak erkeklerden daha kaygılı olduğunu belirterek (Slade ve ark. 1997, Newton ve ark. 1999) sonuçlarımızı desteklemiştir. Farklı kaygı ölçeği kullanılan araştırmalarda da infertil çiftlerde kadınlar erkeklerden daha kaygılı bulunmuştur (Wright ve ark. 1991, Fassino ve ark. 2002).

Çalışma gruplarının tamamında depresif semptom düzeylerinin düşük bulunmasının birinci eksen tanılarının dışlanmasından kaynaklandığı açıktır. Ancak durumluk kaygı düzeyinin normal bulunması ölçeğin uygulama zamanıyla ilişkili olabilir. Bireyin belirli bir zamandaki kaygısını tanımlaması nedeniyle çalışmalarda durumluk kaygı düzeylerine ait çelişkili sonuçlar bulunması başvuru anında, tedavi uygulaması sırasında, oosit toplama aşamasında, embriyo transferi öncesi ya da sonrasında olmak üzere ölçeğin uygulama zamanının farklılığından kaynaklanabilir. Ayrıca, tedavi uygulamaları konusundaki emosyonel hazırlığı bireyin kaygı düzeyini etkileyebilir (Emery ve ark. 2003). Bununla birlikte sürekli kaygı düzeyi bireyin, sonucu belirsiz ve yorucu bir yol olan infertilite ve tedavi uygulamalarının kronik stresine emosyonel tepkisi olarak yüksek olabileceği gibi (Mahlstedt 1985) bir çeşit baş etme yöntemi olarak duyarsızlaşabilmesi nedeniyle normal de olabilir (Kee ve ark. 2000). Toplumun yüklediği annelik/gebelik şeklindeki sosyal rol kadının infertiliteyi tehdit olarak algılamasına ve daha kaygılı olmasına neden olabileceği (Mahlstedt 1985, Mindes ve ark. 2003, Güz ve ark. 2003) gibi, kadınlar olumsuz tepki verirken erkekler inkar ve unutmayı seçebilirler (Wright ve ark. 1991). Kadınların doğrudan infertilite sebebi olmaları halinde daha belirgin olmak üzere depresif semptomlarının ve sürekli kaygı düzeylerinin daha yüksek olması bu bakış açısıyla açıklanabilir. Diğer taraftan infertilitede ölüm ya da boşanmada olduğu gibi elle tutulur-gözle görülür bir kayıp bulunmasa da paradoksal bir şekilde asla olamayacak bir çocuğun özlemi duyulurken hiç bir zaman olmamış bir çocuğun da yası tutulur (Mahlstedt 1985). Bu nedenle çalışma gruplarımızda, psikiyatrik tanı alacak düzeyde olmasa da, depresif semptomların saptanması ve sürekli kaygı düzeyinin yüksek olması infertiliteye özgü bir yas sürecini akla getirmektedir.

Kullanılan ölçeğin kesme noktası olmadığından örneklemde algılanan sosyal destek puan ortalamalarını yüksek ya da düşük şeklinde tanımlamak mümkün değildir. Ancak kadınların algıladığı aile desteği erkek nedenli ve kadın nedenli infertilite gruplarında erkeklerden yüksek bulunmuştur. Algılanan aile desteğinin gruplar arasında ve arkadaş desteğinin gerek grup içi gerekse gruplar arasında benzer olduğu saptanmıştır. Bu veriler kadınların sosyal desteğinin erkeklere göre yetersiz olduğu yönündeki varsayımımızı doğrulamasa da kadınların algıladığı aile desteğinin erkeklerden daha yüksek, arkadaş desteklerinin ise benzer olduğunu belirten Sorias?ın (1989) sonuçları ile örtüşmüştür. Ancak, infertil çiftlerde kadınların sosyal desteğinin fazla olduğunu belirten çalışmaların (Collins ve ark. 1992, Beutel ve ark. 1999, Salvatore ve ark. 2001) yanında erkeklerin sosyal desteğinin fazla olduğunu gösteren (Newton ve ark. 1999, Anderson ve ark. 2003) araştırmalar da mevcuttur.

Stresöre karşı tampon etkisi yaptığı belirtilen sosyal desteğin (Helgeson 2003) infertil bireylerin depresif semptom şiddeti ve kaygı düzeyleri ile ilişkisi korelasyon analizi ile değerlendirilmiştir. İnfertilite sebebi belli olmadığında ve eşlerin her ikisi de infertil olduğunda algılanan sosyal desteğin bireylerin emosyonel semptomları ile ilişkisinin olmadığı saptanmıştır. Ancak; kadın nedenli infertilitede kadınların ve erkek nedenli infertilitede erkeklerin hem depresif semptom şiddetleri hem de kaygı düzeyleri algıladıkları sosyal destek ile tersine ilişkili bulunmuştur. Buna göre, kadın veya erkeğin tek başına çiftin infertilitesinin nedeni olması halinde sosyal desteğinin artmasıyla emosyonel semptomları azalmıştır. Her iki cinsiyet için bunun tersi de doğru olup sosyal desteğin azalması emosyonel semptomları artırmıştır. Bu konuyla ilgili önceki araştırmalarda farklı sonuçlar elde edilmiştir. Çiftlerin uzman yardımı almak yerine öncelikle aile ve arkadaşlarının desteğini aradıklarına dikkat çekilerek sosyal desteğin infertilitenin emosyonel zorlanmasını azaltabileceği (Boivin ve ark. 1999) ya da tersine artırabileceği belirtilmektedir (Wilson ve Kopitzke 2002, Mindes ve ark. 2003). Diğer taraftan yeterli sosyal desteği olan infertil bireylerin durumu olduğundan daha az sorunlu algıladıkları, fakat, zaman içerisinde algılanan destek çözüm sağlayıcı olmaktan uzak kalırsa zorlanmalarının artacağı ileri sürülmektedir (Abbey ve ark. 1992).

Kadınların hem algıladığı sosyal desteğin, hem de emosyonel zorlanmasının erkeklerden fazla olmasının nedenleri değişiktir. Olası tehdit değerlendirmesinde sosyal desteğin ulaşılabilirliğinin kadınlar için erkeklere göre daha önemli olduğu (Abbey ve ark. 1992) söylenebileceği gibi, kadınların stres verici bir durumda sosyal desteğe daha fazla ihtiyaç duymaları sonucu sorunlarını başkalarına açma ve yardım isteme konusunda erkeklere kıyasla daha rahat davrandıkları düşünülebilir (Sorias 1989). Ancak, sosyal çevrenin infertil kadınla ilişkisi olumlu (Guerra ve ark. 1998) olabileceği gibi isteksiz (Sandelowski ve Jones 1986) ve olumsuz da olabilir (Güz ve ark. 2003). Hatta, kadının yeterli olduğunu tanımladığı sosyal desteği, aynı zamanda emosyonel zorlanmasına da yol açabilir (Wilson ve Kopitzke 2002). Erkeklerin ise sorunlarını tek başına çözümlemeleri beklendiğinden sosyal destek kaynaklarını daha az kullandıkları (Sorias 1989) ya da hissettiklerini yeterince açmayıp baş etme mekanizmalarını yeterli kullanmadıkları (Kowalcek ve ark. 2001) akla gelebilir. Erkekler sosyal kabullerini artırmak ya da tedavi seçeneklerinden uzak kalmamak için emosyonel sorunlarını saklama eğiliminde de olabilirler. Bu durumda, baskıladıkları kaygılarının psikosomatik sorunlar için risk oluşturabileceği belirtilmektedir (Demyttenaere ve ark. 1998). Bu bağlamda örneklemimizdeki infertil kadınların sorunları paylaşmaya hazır olmalarına karşın erkeklerin isteksiz oldukları, sorunlarını paylaşan kadın ve erkeklerin algıladıkları sosyal desteklerinin depresif semptom şiddetleri ile kaygı düzeylerini azalttığı anlaşılmaktadır.

İnfertil çiftin değerlendirilmesinde emosyonel durumlarının ve ilişki dinamiklerinin yanında cinsel yaşamları da araştırılmalıdır (Boivin ve ark. 2001). Bu yönüyle baktığımızda, çalışma gruplarımızda kadın ve erkeklerde cinsel işlevselliğin genel değerlendirmesi grup içi ve gruplar arasında, cinsel işlevin ortak alt boyutları ise gruplar arasında benzer bulunmuştur. Ancak, tüm gruplarda cinsel iletişimsizlik ve bedensel temas erkekler için daha sık sorun tanımlanan alanlar olurken daha fazla kadın kaçınma davranışı göstermiştir. Ayrıca, kadın nedenli infertilite grubunda cinsel ilişki sıklığı ve her iki nedenli infertilite grubunda cinsel ilişkiden sağlanan doyum kadınların daha fazla sorun yaşadığı alt boyutlar olmuştur. Kadın ve erkeklerin cinsel işlevselliğin genel değerlendirme puanlarının benzer, bunun yanında alt boyutlarda erkeklerin sorunlarının daha fazla olması nedeniyle ?cinsel işlev bozukluğunun kadınlarda daha fazla olduğu? yönündeki varsayımımız doğrulanmamıştır.

Çalışma gruplarında, özgül bir tanı almamış olsalar da kullanılan ölçeğe göre bireylerin cinsel işlevin değişik alt boyutlarında sorunları olduğu anlaşılmıştır. Cinsel işlev bozuklukları doğrudan infertilite sebebi olabilmesi (Boivin ve ark. 2001) nedeniyle jinekolojik ve ürolojik muayeneler sırasında araştırılmasına karşın, bu yönde bilgi elde edilememiştir. Bu konuyla ilgili olarak, cinsel işlev bozukluğu ve infertilite sorunlarını bir arada yaşayan çiftlerin infertiliteyi sosyal kabulü daha kolay bir durum olarak görmeleri sonucu cinsel işlev bozukluğu tanısı almak yerine infertil tanısı almayı tercih ettikleri ve böylece kaçınma-kaçınma çatışmasını geçici olarak çözebildikleri ileri sürülmüştür (Nene ve ark. 2005). Diğer taraftan, infertilite tanısı konulana kadar cinsel işlev bozukluğu olmayan erkeklerde, infertilite tanısından sonra değişik cinsel işlev bozuklukları geliştiği gösterilmiştir (Saleh ve ark. 2003, Jannini ve ark. 2004). İnfertilite stresinin çekirdeğinde duran cinsel sorunların kadın ve erkekte depresyon riskini arttırabileceği (Newton ve ark. 1999, Peterson ve ark. 2003), ayrıca infertilite ve tedavi uygulamaları sırasında gelişen depresyon ve anksiyeteye bağlı olarak cinsel işlev bozukluğu ortaya çıkabileceği (Ramezanzadeh ve ark. 2006) belirtilmiştir. Bu amaçla yaptığımız korelasyon analizinde sadece çiftin infertilitesinin sebebi belli olmaması halinde kadın ve erkeğin cinsel işlevselliğinin emosyonel semptomları ile ilişkisi bulunmamıştır. Bunun yanında, çiftten herhangi birisinin tek başına ya da ikisinin birlikte infertilite nedeni olması halinde gerek kadınların gerekse erkeklerin cinsel işlevselliği ile depresif semptom şiddeti ve kaygı düzeyleri arasında önemli doğrusal ilişki bulunmuştur. Buna göre kadın ve erkeğin gerek tek başına, gerekse beraberce çiftin infertilite sebebi olmaları durumunda emosyonel sorunlarının artmasıyla birlikte cinsel işlevselliklerinin de bozulduğu saptanmıştır.

İnfertil çiftlerin cinsel işlevini değerlendirmede GRCDÖ kullanılan benzer bir çalışmada, genel cinsel işlevsellik toplam puanlarında sonuçlarımızla uyumlu olarak kadın ve erkek arasında fark bulunmamış; ancak, bulgularımıza zıt şekilde ortak alt boyutların tamamında kadınların daha fazla sorun tanımladıkları belirtilmiştir (Slade ve ark. 1997). Farklı ölçme yöntemi kullanılan araştırmalardan birinde erkeklerde (Monga ve ark. 2004), diğerinde kadınlarda (Newton ve ark. 1999) daha fazla cinsel işlev bozukluğu olduğu gösterilmiştir. İnfertilite sebebinin cinsel doyum ile ilişkisinin olmadığı (Ramezanzadeh ve ark. 2006) ileri sürülse de erkek infertilitesinin gerek kadının gerekse erkeğin cinsel işlevlerini daha fazla bozduğu (Newton ve ark. 1999) ifade edilmiştir. Bir başka çalışmada infertilite nedeni belli olmadığında kadınlar ve erkekler arasında fark olmadığı, kadın nedenli ve her iki nedenli gruplarda kadınların cinsel doyumunun daha az olduğu gösterilmiştir (Lee ve ark. 2001).

Kullanılan ölçme yöntemi ve örneklem özelliğine göre değişiklikler olabilirse de infertil çiftlerin cinsel işlevselliğinin emosyonel durum ile paralel olarak bozulduğu anlaşılmaktadır. Kadınlığın annelik ve erkekliğin üretkenlik ile eşdeğer olduğu toplumlarda infertilite bireyin cinsel kimliği için bir risk oluşturabilmektedir (Mahlstedt 1985). Toplumun çocuksuz kadını ötelemesi (Wright ve ark. 1989) ve eşinin erkekliğini sorgulaması (Mahlstedt 1985) emosyonel sorunlara, çiftin ilişkisinde bozulmaya ve sonuçta cinsel işlev bozukluğuna yol açabilir (Nene ve ark. 2005). Üreme için kadının ovulatuvar döngü takvimine bağlı bir cinsel ilişki tarzı erkeğin güç kaybı endişesi ile birleştiğinde cinselliğin spontanlığı ortadan kalkarak cinsel işlev bozukluğu gelişebilir (Newton ve ark. 1999, Monga ve ark. 2004). Takvimli cinsel ilişki ve hatta cinsel ilişki eyleminin kendisi, gebe kalma amacına yönelik olmaları nedeniyle çifte infertil olduklarını hatırlatarak cinsel sorunlara yol açabilir (Boivin ve ark. 2001).

Çalışmaya katılmayı kabul eden 220 çiftte psikiyatrik birinci eksen tanılarının gerek toplam oranı (%38,63), gerekse tanı dağılımında uyum bozukluğu, anksiyete bozuklukları ve mizaç bozukluklarının daha yaygın olduğu yönündeki bulgularımız önceki yayınlarla (Guerra ve ark. 1998, Chen ve ark. 2004) benzer bulunmuştur. Ancak, çalışma amacına uygun olmadığından diğer içleme ölçütlerini karşılamayan çiftlerin yanında bu tanıları alanlar da çalışma dışı bırakılmıştır. Bununla birlikte, DSM-IV psikiyatrik birinci eksen tanısı alan infertil çiftlerin çalışma dışı bırakılması örneklemin emosyonel zorlanmasının nitelik ve niceliğini yeterince temsil edemeyeceği için çalışmanın kısıtlılığı ve yanlılık olarak değerlendirilebilir. Diğer taraftan psikiyatrik bozukluğu olmayan infertil çiftlerin emosyonel tepkilerini araştırmak adına bu kısıtlılık, örneklemin bağdaşık olmasını da sağlamış olabilir. Kontrol grubunun alınmaması çalışmanın diğer kısıtlılığı olabilirse de emosyonel zorlanmada ve cinsel işlevsellik sorunlarında infertil çiftin kadın ve erkeğinin birbirlerine göre farklılıklarının araştırılması amaçlandığından iki cinsiyetin karşılıklı kontrol gruplarını oluşturduğu söylenebilir. Eğitim düzeyi 11 yılın altında olan bireylerin çalışma dışı tutulması evreni yansıtmaması nedeniyle bir başka yanlılık ve/veya kısıtlılık olabilir. Ancak, çalışmada kullanılan BDE?nin geçerlik ve güvenirliği Hisli (1989) tarafından 11 yılın üzerinde eğitimi bulunan üniversite öğrencilerinde, STAI-D/S?nin ise test-tekrar test güvenirliği iki farklı üniversite öğrenci grubunda (Aydemir ve Köroğlu 2000) yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu verilerin, çalışma sırasında 11 yılın altında eğitimi olan bireylerin ölçme araçlarını yardımla yanıtlayabildikleri yönündeki gözlemle örtüştüğü düşünülmektedir.

Çalışmamızın sonucunda; infertil çiftlerde kadınların sosyal kabulünün fazla olmasına karşın depresif semptom şiddeti ve kaygı düzeyi bağlamında emosyonel zorlanmasının belirgin olduğu, erkeklerin sosyal kabulünün yetersizliği yanında cinsel işlev alanında daha fazla sorunları bulunduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar bağdaşık ve özgün bir örneklemin sonuçlarıyla genelleme yapılamayacak olsa da, infertilite ve tedavi yaklaşımlarının neden olacağı emosyonel ve cinsel yaşama ait olası sorun alanları, bu alanlardaki cinsiyet farklılıkları ve bu sorunların tanı koyma ve tedavi sürecinin değişik aşamalarında ortaya çıkabileceği konularında çifte bilgi verilmesinin ve sorun saptandığında destek olunmasının önemi açıktır. Ayrıca, kaygı ve depresyon düzeyi yüksek olanlarda gebelik oranının da düştüğünü belirten araştırmaları dikkate alacak olursak, bu sorunu olan hastaları önceden belirleyerek gerekli yardımın yapılması gebelik oranlarını arttırabilir, tedavi maliyetini azaltabilir (Mahlstedt 1985, Slade ve ark. 1997, Boivin ve ark. 2001). Bunun yanında, infertilitenin doğrudan nedeni olabilecek bir cinsel işlev bozukluğu saptandığında çiftin bunu öğrenmesi ve üreme yardımı almak yerine cinsel işlev bozukluğunun tedavisinin yapılması akla yakın durmaktadır. Fakat, çiftin bu tedaviyi red ederek yardımcı üreme tekniklerinden mutlaka yararlanmak istemesi durumunda seçilecek yöntem tıbbi ve etik yönden tartışmalı olacaktır (Boivin ve ark. 2001). Bildiğimiz kadarıyla, ülkemizde bu alandaki çalışma sayısı yok denecek kadar az olduğundan, üreme yardımı arayan infertil çiftlere gereken psikiyatrik yardımın zamanında verilebilmesinde bulgularımızın önemli olacağını düşünüyor ve farklı disiplinlerin işbirliğini gerektiren infertilite çalışmalarında psikiyatri uzmanlarının çiftlerin değerlendirmesine doğrudan katılımının sağlanmasını öneriyoruz.

KAYNAKLAR

Abbey A, Halman LJ, Andrews FM (1992) Psychosocial, treatment, and demographic predictors of the stress associated with infertility. Fertil Steril, 57(1):122-8.
Amerikan Psikiyatri Birliği (1994) Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı, dördüncü baskı (DSM-IV) (Çev. ed.: E Köroğlu) Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 1995.
Anderheim L, Holter H, Bergh C ve ark. (2005) Does psychological stress affect the outcome of in vitro fertilization? Hum Reprod, 20(10):2969-75.
Anderson KM, Sharpe M, Rattray A ve ark. (2003) Distress and concerns in couples referred to a specialist infertility clinic. J Psychosom Res, 54(4):353-5.
Aydemir Ö, Köroğlu E (Ed) (2000) Psikiyatride kullanılan klinik ölçekler. Ankara, Hekimler Yayın Birliği, s. 158.
Beck AT, Ward CH, Mendelson M ve ark. (1961) An inventory for measuring depression. Arch Gen Psychiatry, 4:561-71.
Beutel M, Kupfer J, Kirchmeyer P ve ark. (1999) Treatment-related stresses and depression in couples undergoing assisted reproductive treatment by IVF or ICSI. Andrologia, 31(1):27-35.
Boivin J, Appleton TC, Baetens P ve ark. (2001) Guidelines for counselling in infertility: outline version. Hum Reprod, 16:1301-4.
Boivin J, Scanlan LC, Walker SM (1999) Why are infertile patients not using psychosocial counseling? Hum Reprod, 14(5): 1384-91.
Chen TH, Chang SP, Tsai CF ve ark. (2004) Prevalence of depressive and anxiety disorders in an assisted reproductive technique clinic. Hum Reprod, 19(10):2313-8.
Collins A, Freeman EW, Boxer AS ve ark. (1992) Perceptions of infertility and treatment stress in females as compared with males entering in vitro fertilization treatment. Fertil Steril, 57(2):350-6.
Çorapçıoğlu A, Aydemir Ö, Yıldız M ve ark. (1999) DSM-IV Eksen I Bozuklukları İçin Yapılandırılmış Klinik Görüşmenin Türkçe?ye Uyarlanması ve Güvenilirlik Çalışması. İlaç ve Tedavi Dergisi, 12(4):33-36.
Demyttenaere K, Bonte L, Gheldof M ve ark. (1998) Coping style and depression level influence outcome in in vitro fertilization. Fertil Steril, 69:1026-33.
Emery M, Beran MD, Darwiche J ve ark. (2003) Results from a prospective, randomized, controlled study evaluating the acceptability and effects of routine pre-IVF counselling. Hum Reprod, 18(12): 2647-53.
Epstein YM, Rosenberg HS (2005) Depression in primary versus secondary infertility egg recipients. Fertil Steril, 83:1882-4.
Fassino S, Piero A, Boggio S ve ark. (2002) Anxiety, depression and anger suppression in infertile couples: a controlled study. Hum Reprod, 17(11): 2986-94.
First MB, Spitzer RL, Gibbon M ve ark. (1997) Structured Clinical Interview for DSM-IV Axis I Disorders (SCID-I) Clinical Version. Washington DC, American Psychiatry Press.
Greil AL (1997) Infertility and psychological distress: a critical review of the literature. Soc Sci Med, 45(11): 1679-704.
Guerra D, Llobera A, Veiga A ve ark. (1998) Psychiatric morbidity in couples attending a fertility service. Hum Reprod, 13:1733-36.
Gülseren L, Çetinay P, Tokatlıoğlu B ve ark. (2006) Depression and anxiety levels in infertile Turkish women. J Reprod Med, 51(5): 421-6.
Güz H, Özkan A, Sarısoy G ve ark. (2003) Psychiatric symptoms in Turkish infertile women. J Psychosom Obstet Gynaecol, 24(4): 267-71.
Hammarberg K, Astbury J, Baker H (2001) Women?s experience of IVF: a follow-up study. Hum Reprod, 16(2):374-83.
Helgeson VS (2003) Social support and quality of life. Qual Life Res, 12 (Suppl. 1):25-31.
Hisli, N (1989) Beck Depresyon Envanterinin üniversite öğrencileri için geçerliği, güvenirliği. Psikoloji Dergisi, 7:3-13.
Jannini EA, Lombardo F, Salacone P ve ark. (2004) Treatment of sexual dysfunctions secondary to male infertility with sildenafil citrate. Fertil Steril, 81(3):705-7.
Kee BS, Jung BJ, Lee SH (2000). A study on psychological strain in IVF patients. J Assist Reprod Genet. Sep, 17:445-8.
Khademi A, Alleyassin A, Aghahosseini M ve ark. (2005) Pretreatment Beck Depression Inventory score is an important predictor for post-treatment score in infertile patients: a before-after study. BMC Psychiatry, 24:5:25 BioMed Central | Full text | Pretreatment Beck Depression Inventory score is an impor
Kowalcek I, Wihstutz N, Buhrow G ve ark. (2001) Coping with male infertility: gender differences. Arch Gynecol Obstet, 265(3): 131-6.
Lee TY, Sun GH, Chao SC (2001) The effect of an infertility diagnosis on the distress, marital and sexual satisfaction between husbands and wives in Taiwan. Hum Reprod, 16:1762-7.
Mahlstedt PP (1985) The psychological component of infertility. Fertil Steril, 43(3):335-46.
Milad MP, Klock SC, Moses S ve ark. (1998) Stress and anxiety do not result in pregnancy wastage. Hum Reprod, 13:2296?300.
Mindes EJ, Ingram KM, Kliewer W ve ark. (2003) Longitudinal analyses of the relationship between unsupportive social interactions and psychological adjustment among women with fertility problems. Soc Sci Med, 56(10):2165-80.
Monga M, Alexandrescu B, Katz SE ve ark. (2004) Impact of infertility on quality of life, marital adjustment, and sexual function. Urology, 63(1): 126-30.
Nachtigall RD, Becker G, Wozny M (1992) The effects of gender-specific diagnosis on men?s and women?s response to infertility. Fertil Steril, 57(1):113-21.
Nene UA, Coyaji K, Apte H (2005) Infertility: a label of choice in the case of sexually dysfunctional couples. Patient Educ Couns, 59(3):234-8.
Newton CR, Sherrard W, Glavac I (1999) The Fertility Problem Inventory: measuring perceived infertility-related stress. Fertil Steril, 72(1):54-62.
Öner N, Le Compte A (1985) Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri El Kitabı, Boğaziçi Üniversitesi Yayımları. İstanbul-Türkiye.
Özkan M, Baysal B (2006) Emotional distress of infertile women in Turkey. Clin Exp Obstet Gynecol, 33(1):44-6.
Peterson BD, Newton CR, Rosen KH (2003) Examining congruence between partners? perceived infertility-related stress and its relationship to marital adjustment and depression in infertile couples. Fam Process, 42(1):59-70.
Procidano ME, Heller K (1983) Measures of perceived social support from friends and from family: three validation studies. ** J Community Psychol, 11(1):1-24.
Ramezanzadeh F, Aghssa MM, Jafarabadi M ve ark. (2006) Alterations of sexual desire and satisfaction in male partners of infertile couples. Fertil Steril, 85(1):139-43.
Rust J, Golombok S (1986) The GRISS: A psychometric instrument for the assessment of sexual dysfunction. Arch Sex Behav, 15(2): 157-65.
Saleh RA, Ranga GM, Raina R ve ark. (2003) Sexual dysfunction in men undergoing infertility evaluation: a cohort observational study. Fertil Steril, 79(4):909-12.
Salvatore P, Gariboldi S, Offidani A ve ark. (2001) Psychopathology, personality, and marital relationship in patients undergoing in vitro fertilization procedures. Fertil Steril, 75:1119-25.
Sandelowski M, Jones LC (1986) Social exchanges of infertile women. Issues Ment Health Nurs, 8(3):173-189.
Slade P, Emery J, Lieberman BA (1997) A prospective, longitudinal study of emotions and relationships in in- vitro fertilization treatment. Hum Reprod, 12(1):183-190.
Smeenk JM, Verhaak CM, Eugster A ve ark. (2001) The effect of anxiety and depression on the outcome of in-vitrofertilization. Hum Reprod, 16(7):1420-1423.
Sorias O (1989) Sosyal desteğin değerlendirilmesi-II: Toplumdan seçilmiş bir örneklemde, sosyal ağın yapısal özellikleri ile algılanan destek. Seminer Psikoloji, 6/7: 27-40.
Spielberger CD, Gorsuch RL, Lushene RE (1970) Manual for State-Trait Anxiety Inventory. Consulting Psychologist Pres, California-USA.
Terzioğlu F (2001) Investigation into effectiveness of counseling on assisted reproductive techniques in Turkey. J Psychosom Obstet Gynaecol, 22(3):133-41.
Tuğrul C, Öztan N, Kabakçı E (1993) Golombok-Rust cinsel doyum ölçeğinin standardizasyon çalışması. Türk Psikiyatri Derg, 4(2): 83-88.
TUİK (Türkiye İstatistik kurumu) (2005) Hane halkı yaşam koşulları. htpp://.tuik.gov.tr/Veribilgi.do adresinden indirildi.
Wilson JF, Kopitzke EJ (2002) Stress and infertility. Curr Womens Health Rep, 2(3): 194-199.
Wright J, Allard M, Lecours A ve ark. (1989) Psychosocial distress and infertility: a review of controlled research. Int J Fertil, 34(2):126-42.
Wright J, Duchesne C, Sabourin S ve ark. (1991) Psychosocial distress and infertility: men and women respond differently. Fertil Steril, 55(1):100-108.
adresinden indirildi.



_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
22 Temmuz 2009       Mesaj #122
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Kalıcı Ostomi Ameliyatının Beden Algısı, Benlik Saygısı, Eş Uyumu ve Cinsel İşlevler Üzerine Etkisi

Dr. Esra KILIÇ, Dr. Okan TAYCAN, Dr. Ahmet Korkut BELLİ, Dr. Mine ÖZMEN

Sponsorlu Bağlantılar

GİRİŞ

Ostomi, çeşitli hastalıkların sonucunda, atık maddelerin beden dışına atılabilmesi amacıyla vücut üzerinde cerrahi olarak stoma (Yunanca ?açıklık? veya ?ağız? anlamındadır) oluşturulması işlemidir. Ostomi ile istemli kontrolün sağlandığı sfinkter kasın devre dışı kalması, barsak hareketleri üzerindeki istemli kontrolün ortadan kalkmasına ve bu durumda da atık maddenin depolanabileceği bir keseye ihtiyaç duyulmasına neden olur. Cerrahide en sık uygulanan ostomi çeşitleri kolostomi, ileostomi ve ürostomi olup geçici ve kalıcı olmak üzere ikiye ayrılır. Geçici ostomiler adından da anlaşılacağı gibi ostomi açılmasını gerektiren durum ortadan kalktıktan sonra kapatılırken, kalıcı ostomiler yaşam boyu kalır. Barsak ostomi endikasyonlarının önemli bir bölümünü gastrointestinal kanserler ve inflamatuar barsak hastalıkları (ülseratif kolit, crohn hastalığı vs.) oluşturur (Silva ve ark. 2003).

Endikasyon ne olursa olsun, ostomi açılması bireyin fizyolojik, sosyal ve psikolojik açıdan çeşitli sorunlar yaşamasına yol açar. Szczepkowski (2002) yaptığı bir çalışmada psikolojik sorunlar arasında; beden algısının değişmesi, benlik saygısının azalması, cinsel işlevlerde bozulma, eş uyumunda sorunların ortaya çıkması ve başta depresyon olmak üzere çeşitli psikiyatrik bozuklukların yer aldığını göstermiştir. Karadağ ve arkadaşları (2003) yaptıkları bir çalışmada hastanın, ostomisinin sızıntı ve kokuya neden olacağı korkusuyla insanlardan uzak durup, içe kapanıp, yalnız kalmak isteyebileceğini, zamanla, sosyal olarak kendini güvende hissedememe ve güven eksikliğinin tam bir sosyal yalıtım ile sonuçlanabileceğini göstermişlerdir. Blumenfield ve Tiamson (2003) yaptıkları bir çalışmada bu açıdan ostomi hastalarında ortaya çıkan tepkilerin beden bütünlüğünün bozulduğu ampütasyon gibi durumlarda gelişebilecek tepkilerle benzerlik gösterdiğini ileri sürmüşlerdir.

Thomas ve arkadaşları (1987) tarafından yapılan bir çalışmada ostominin psikolojik etkileri araştırılmış; hastaların % 22?sinde orta ve şiddetli düzeyde psikiyatrik bulgu saptanmış ve riski artıran faktörler arasında psikiyatrik hastalık öyküsü, ameliyat sonrası fiziksel belirti ve komplikasyonlar, yetersiz danışmanlık ve anksiyete gösterilmiştir. Bir başka çalışmada (Thomas ve ark. 1979) ise ostomi ameliyatından üç ay sonra erkek hastaların % 17?sinde, kadın hastaların % 19?unda orta-ileri düzeyde psikiyatrik bozukluk bildirilmiştir.

Kolorektal kanser, ileit ya da kolit nedeniyle barsak rezeksiyonu ya da ostomi cerrahisi uygulanan 409 hasta ile yapılan bir çalışmada (Kuchenhoff ve ark. 1981), ostomi hastalarında aynı teşhis nedeni ile rezeksiyon yapılan hastalara göre ameliyat öncesi ve sonrası dönemde daha yüksek oranlarda depresyon ve sosyal faaliyetlerde azalma tespit edilmiştir. Aynı çalışmada kanser hastalarında, ülseratif kolit ya da Crohn hastalarına göre daha düşük oranlarda depresyon görüldüğü saptanmış ve uygulanan ameliyattan bağımsız olarak kanser hastalarının, kontrol grubuna göre ameliyat sonrası cinsel faaliyetlerini sıklıkla sona erdirdikleri gözlemlenmiştir.

Ostomi, beden imgesinin değişmesine neden olarak, kişinin kendisini normal birisi olarak kabul etmemesine, işe yaramadığını, artık normal bir yaşam sürdüremeyeceğini düşünmesine ve yetersizlik duygusuna yol açabilir. Yapılan bir çalışmada (Piwonka ve Merino 1999) beden görünümünde değişimin algılanma düzeyinin ostomili yaşama uyumda önemli bir belirleyici olduğu bildirilmiş ve başarılı bir uyum için hastanın yeni fiziksel özelliklerini sağlıklı bir beden algısı ile bütünleştirebilmesine destek olabilecek psikolojik yardım almasının ve kendi başına bakım için yeterli bilgi ile donatılmış olmasının gerekliliği vurgulanmıştır. Jenks ve arkadaşları (1997) kanser tanısı alan hastalarda ostomi cerrahisinin beden görünümü üzerine etkilerini inceledikleri çalışmalarında, ostomi sonrası hastaların beden görünümünün cerrahiden sonra geçen süre ilerledikçe iyiye doğru gittiği saptamışlardır.

Ostomi hastaları, başkalarının kendileri hakkında olumlu izlenimler edinmesi için durumlarını açığa çıkarmak istemediklerinden, yalan söylemek ya da durumlarını gizlemek için çaba göstermek zorunda kalabilirler. Ostomisi olduğunu kime açıklayıp, kime açıklamayacağı ile ilgili sorular ya da normal görünüp, öyle olmama durumu ile ilgili çatışmadan doğan gerginlik, hastada hem benlik saygısında zedelenmeye, hem de psikolojik rahatsızlık gelişimine yol açabilir. Bu gibi durumlarda sıklıkla öfke, depresyon ve anksiyete görülür. Güçlü olumsuz duygular, hastanın ostomi ile ilgili teknik becerisinin artması ile birlikte genellikle azalır. Kontrolsüz defekasyonlarla sosyal düzenin ihlali, utanç verici olarak değerlendirilir, kaçınma ve sosyal olarak geri çekilme davranışı ile sonuçlanabilir. Szczepkowski (2002) tarafından yapılan bir çalışmada ostomi hastalarında düşük benlik saygısı ve beden görünümünde tercih edilmeyen değişimler nedeniyle yaşanan depresyon, yalnızlık ve keder hissinin daha sıklıkla genç ve kadın hastalarda görüldüğü bildirilmiştir.

Persson ve Hellstromm (2002) tarafından yapılan bir çalışmada ostomili hastaların çoğunun cinsellikle ilgili konular hakkında endişelere sahip olduğu gösterilmiştir. Vücut görünümündeki değişim, ostomi aparatlarının cinsel ilişkiye müdahalesi ve düşük hijyen hissi bu duruma katkıda bulunuyor olabilir.

Çavdar (1999) ostominin cinsellik üzerinde oluşturduğu fiziksel etkilerden bahsettiği çalışmasında; erkekte rektum veya mesanenin çıkarılmasından sonra empotans, orgazm bozukluğu, ejekülasyon yetersizliği ve sterilite görüldüğünü bildirmiştir. Özellikle yaygın lenf nodülü diseksiyonu uygulanan hastalarda ameliyat sonrası cinsel işlev bozukluğunun olası bir sorun olabileceğini belirtmiştir. Kadında ise, genellikle vajinanın bir kısmı ya da tamamı çıkarılmadıkça pelvik cerrahinin cinsel duyguların canlanmasını etkilemediği belirtilmiştir. Eti ve arkadaşları (1995) kadın hastalarda, geniş pelvis yapısının sinir yaralanma riskini azalttığını ancak, vajinanın kısalması ya da alınması durumunda, vajinal kayganlıkta azalma ve pelvisteki skar doku bölgesi varlığının birleşme sırasında ağrıya neden olabileceğini bildirmişlerdir.

Perssons ve Hellstroms (2002), Ostomi sonrasında hastaların tümünün cinsel çekiciliklerinin azaldığına inandıklarını saptamıştır. Bu bulguyu destekleyen bir başka araştırmada Salter (1992) ostomi hastalarının kendilerini cinsel olarak daha az çekici hissettiklerini, oysa eşlerinin cinsel çekiciliklerini kaybettiği fikrini paylaşmadıklarını tespit etmiştir.

Persson ve arkadaşları (1983) rektal kanser teşhisi alıp, ostomi cerrahisi uygulanan hastaların eşleri ile yaptıkları bir çalışmada; eşlerin belirsizlik duygusu, yeni bir yaşam şeklini öğrenme ve ona uyum sağlama ve değişen beden ile ilgili zorluklar yaşadıklarını, ostomiye bağımlı yaşamanın ailevi ve sosyal yaşantıyı etkilediğini ve kısıtladığını gösterilmişlerdir. Bir başka çalışmada (Oberst ve Scott 1998). Ostomi ameliyatı geçiren hastaların eşlerinde, anksiyetenin eve gidişin 10. gününde en düşük düzeye indiği, fakat daha sonra, 90. ve 180. günlerde depresyona dönüşme riskinin yüksek olduğu gözlemlenmiştir.

Ülkemizde ostomi ameliyatının psikolojik etkisi konusunda henüz bir çalışma yapılmamıştır.

Amaç

Bu çalışmanın amacı; gastrointestinal kanser ya da inflamatuar barsak hastalığı nedeni ile ameliyat edilen hastalarda ostominin beden algısı, cinsel işlevler, benlik saygısı ve eşler arasındaki uyuma etkisini araştırmaktır.

YÖNTEMLER

Örneklem

Çalışmaya Mart 2005-Aralık 2005 tarihleri arasında özel bir ostomi bakım merkezine kontrollere gelen, inflamatuar barsak hastalığı ya da gastrointestinal kanser nedeni ile kalıcı ileostomi veya kolostomi yapılmış ve ameliyatı üzerinden en az bir ay zaman geçmiş, 20-70 yaş arasındaki 40 hasta dahil edilmiştir. Kontrol grubunda ise yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş 20 sağlıklı gönüllü kullanılmıştır. Her katılımcıya çalışmanın amacı ve içeriği hakkında kısa bir bilgi verildikten sonra, çalışmaya katılım için yazılı onay belgesi alınmıştır. Elli iki ardışık gelen hastaya ruhsal bozuklukları dışlamak amacıyla SCID-I ayaktan hasta ölçeği uygulandıktan sonra, psikiyatrik tanı almayan 40 hastaya aşağıda adı geçen ölçekler uygulanmıştır. GRCDÖ tek bir eşle düzenli bir cinsel yaşamı, ÇUÖ ise uzun süreli bir ilişkinin sonuçlarını değerlendirdiğinden, çalışmanın pratik nedenlerle daha rahat uygulanabilmesi amacıyla tüm denekler evli olanlardan seçilmiştir.

Araçlar

1. Sosyodemografik Bilgi Formu: Bu ölçekte, yaş, medeni durum, eğitim durumu, gelir düzeyi gibi demografik bilgilerin yanı sıra, özgeçmiş ve soygeçmiş özellikleri, ostomi tipi ve endikasyonu, tanıdan ve ameliyattan sonra geçen süre, kanser ise evresi, kemoterapi veya radyoterapi alıp almadığı gibi bilgiler mevcuttur ve hastanın ameliyat ve sonuçları hakkında yeterince bilgilendirilip bilgilendirilmediği sorgulanmaktadır.

2. Golombok-Rust Cinsel Doyum Ölçeği (GRCDÖ): Golombok-Rust (Rust ve Golombok 1986) cinsel doyum ölçeği, 28 sorudan oluşan cinsel sorunları ve şiddetini değerlendirmek için kullanılan bir ölçektir. Empotans, erken boşalma, orgazm bozukluğu, vajinismus, iletişimsizlik, sıklık ve erkek ve kadın kaçınma, erkek ve kadın duyarsızlık ve erkek ve kadın doyumsuzluk ile ilgili 12 alt değerlendirme ölçeğinden oluşmaktadır. Beş ve üzeri puanlar o alt boyutta cinsel işlevlerde bozulmaya işaret etmektedir. Tuğrul ve arkadaşları (1993), Golombok?Rust Cinsel Doyum Ölçeğinin ülkemizde geçerli ve güvenilir olduğunu bildirmişlerdir.

3. Beden Algısı Ölçeği (BAÖ): Bedenin çeşitli parçalarından hoşnutluk durumunun ölçüldüğü ölçek, Secord ve Jourard (1953) tarafından geliştirilmiştir. 40 maddelik ölçekte alınan düşük puanlar, hoşnutsuzluğun yüksek olduğuna işaret etmektedir. Kesme puanı mevcut değildir. Ölçeğin ülkemizdeki geçerlik çalışması Hovardaoğlu (1993) tarafından gerçekleştirilmiştir.

4. Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeği (RBSÖ): Benlik saygısını ölçmek için Rosenberg (1965) tarafından geliştirilen ölçekte toplam 10 item bulunmaktadır. Alınan toplam puanın yüksek olması, benlik saygısının yüksek olduğuna işaret etmektedir. Ülkemizde geçerlik güvenilirlik çalışması Çuhadaroğlu (1986) tarafından yapılmıştır.

5. Çiftler Uyum Ölçeği (ÇUÖ): Çiftler arasındaki uyumu, doyum, duygu dışa vurulması, bağlılık gibi alt boyutlarda ölçmek için Spanier (1976) tarafından geliştirilmiştir. Puanlar 0-151 arası değişmekte ve alınan yüksek puanlar eş uyumunun iyi olduğuna, 100 ve altı puanlar ilişkide bir sorun olduğuna işaret etmektedir. Ülkemizde geçerlik ve güvenilirlik çalışması Fışıloğlu ve Demir (2000) tarafından yapılmıştır.

6. SCID-NP: DSM-III R eksen I bozukluklar için SCID-I ayaktan hasta ölçeği uygulanmıştır.

İstatiksel analiz: Verilerin özelliğine göre, ölçümsel olanların karşılaştırılması Pearson korelasyon testi ile, ölçümsel olmayanların karşılaştırılması ise Kendal Tau-b korelasyon testi ile yapılmıştır. Gruplar arası frekans ve yüzdelerin karşılaştırılması ki-kare testi ile yapılmıştır. İki bağımsız grubun ortalamalarının karşılaştırılması Student -t testi ile yapılmıştır.

BULGULAR

Çalışmamıza ostomi grubunda 40, sağlıklı kontrol grubunda 20 olmak üzere toplam 60 denek katılmıştır. Sağlıklı kontrol grubunun (s=20) yaş ortalaması 44,15±11,54; ostomi grubunun (s=40) yaş ortalaması 46,30±11,74 olarak bulunmuştur. Ostomi ameliyatı sonrası geçen zaman ortalaması 33 ay, SS=59,95 olarak bulunmuştur.

Ostomi grubunun sosyodemografik ve tıbbi özellikleri Tablo 1?de, çalışmada kullanılan ölçeklerin ostomi ve sağlıklı kontrol grupları arasında karşılaştırılması ise Tablo 2?de gösterilmiştir.

Çalışmamıza katılan hastaların %57,5?inin (s=23) ameliyat ve sonuçları hakkında yeterince bilgilendirilmediğini düşündüğü saptanmıştır. Ameliyat sonucu hakkında bilgilendirilen hastalar ile bilgilendirilmeyen hastalar arasında cinsel işlevler, beden algısı, benlik saygısı ve eş uyumu açısından anlamlı bir farklılık saptanmamıştır.

Ostomi grubunu oluşturan olgular ostomi tipine göre, ileostomi (s=24) ve kolostomi (s=16) olarak ikiye ayrıldığında, kolostomi grubunun yaş ortalamasının ileostomi grubundan büyük olduğu ve aradaki farkın da istatistiksel olarak anlamlı olduğu tespit edilmiştir (F= 0.002 df= 38 p= 0.000). Ayrıca anorgazmi puanlarının iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdiği bulunmuştur (F=0,764, df=18, p=0,036). Bu bulguya göre kolostomi uygulanan hastalar, ileostomi uygulananlarla karşılaştırıldığında daha sık olarak anorgazmi sorunu yaşadığı sonucuna ulaşılmıştır. Bunun dışında çalışmada kullanılan diğer tüm ölçekler açısından iki grup arasında anlamlı bir farklılık saptanmamıştır.

Cinsel işlev ile ilgili bulgular: Çalışmamızda kadınların dokunma, kaçınma, iletişim ve sıklık alt birimlerinden aldığı puanlar, erkeklerle karşılaştırıldığında anlamlı ölçüde daha yüksekti. Buna göre kadınlarda, erkeklerle karşılaştırıldığında daha yüksek oranda cinsel işlev bozukluğuna rastlanıldı. Cinsel işlevlerin alt birimleri olan dokunma (F=2,044, df=58, p=0,000), kaçınma (F=0,247, df=58, p=0,000), doyum (F=1,334, df=58, p=0,000), sıklık (F=3,984, df=58, p=0,014), iletişim (F=2,078, df=58, p=0,001), ham puan (F=8,132, df=57,7, p=0,000), vajinismus (F=2,296, df=30, p=0,000) ve anorgazmi (F=1,882, df=30, p=0,000) puanları, ostomi grubunda kontrol grubuna oranla daha yüksek olup, aralarındaki fark istatistiksel olarak anlamlı iken empotans ve erken boşalma parametrelerinde anlamlı bir farklılık saptanmamıştır (Tablo 2). Ostomi hastalarında kontrol grubuna göre empotans ve erken boşalma itemleri hariç cinsel işlevlerdeki bozulma anlamlı olarak daha belirgindi. Hastaların özgeçmişlerinde psikiyatrik hastalık öyküsü bulunması ile vajinismus arasında (r=0,50) zayıf ve aynı yönde bir ilişki belirlenmiştir. Özgeçmişinde psikiyatrik sorunu olan kadın hastalarda daha sık vajinismus sorunu saptanmıştır. Bir diğer bulgu empotans ile ostomi uygulaması üzerinden geçen süre arasında (r = -0,67) orta güçte ve ters yönde bir korelasyonun varlığıdır. Ostomi ameliyatı üzerinden geçen süre uzadıkça empotans sorununun izlenme sıklığında bir düşüş görüldü. Anne ve babadan ayrı kalma hikayesi ile cinsel işlevlerden kaçınma parametresi arasında (r = 0,32) zayıf ve aynı yönde bir korelasyon saptandı (p<0,05). Çocukluğunda anne ve babasından ayrı kalmış olan hastaların cinsellikten daha sık kaçındıkları saptandı.

Eş uyumu ile ilgili bulgular: ÇUÖ ile BAÖ toplam puanları (F=0,512, df=38, p=0,04) ile GRCDÖ alt ölçeklerinden iletişim (F=0.424, df=38, p=0.047) arasında anlamlı bir ilişki saptanırken, çalışmanın geri kalan diğer itemlerinde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Bu sonuç eş uyumu yüksek olan hastaların, beden algısının da yüksek ve cinsel iletişimlerinin de daha iyi olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Öte yandan ostomi ve kontrol grubu eş uyumu puanları karşılaştırıldığında, aralarında fark olduğu ve farkın da istatistiksel olarak anlamlı olduğu tespit edilmiştir (F: 0.216, df: 58, p: 0.000) Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında ostomi hastalarında eş uyumu sorunu daha yüksek oranlarda bulundu (Tablo 2).

Beden algısı ile ilgili bulgular: Beden algısı ile cinsiyet arasında çok zayıf ve aynı yönde (r =0,40), cinsel işlevlerden dokunma (r =-0,37), kaçınma (r = -0,34), doyum (r = -0,42), sıklık (r = -0,33), iletişim (r = -0,40) ile zayıf ve ters yönde, cinsel işlevlerin toplam ham puanı (r =-0,52) ile orta güçte ve ters yönde ve anne ve babadan ayrı kalma hikayesi (r = -0,32) ile çok zayıf ve ters yönde bir korelasyon saptanmıştır. Beden algısı kadınlarda daha bozuk bulunmuştur. Beden algısı daha iyi olan hastalarda cinsel işlevlerin daha iyi olduğu saptanmıştır. Çocukluğunda anne ve babasından ayrı kalmış olan hastalarda beden algısının göreceli olarak daha bozuk olduğu görülmüştür. Ayrıca RBSÖ toplam puanları ile beden algısı arasında orta güçte ve aynı yönde (r= 0.58) ilişki bulunmuştur. Beklenildiği gibi benlik saygısı ve beden algısı aynı yönde korelasyon göstermektedir. Ostomi grubunun beden algısı puanları kontrol grubu ile karşılaştırıldığında, daha düşük olduğu ve aradaki farkın da istatistiksel olarak anlamlı olduğu tespit edilmiştir (F: 2.036 df: 58 p: 0.000) (Tablo 2). Ostomi grubunun beden algısı kontrol grubuna göre daha bozuk bulunmuştur.

Benlik saygısı ile ilgili bulgular: Kaçınma, doyum, sıklık ve cinsel işlevlerin toplam ham puanı ile benlik saygısı toplam puanları arasında, (r = -0,36), (r = -0,37), (r = -0,41), (r = -0,43) çok zayıf ve ters yönde bir ilişki bulunmuştur. Benlik saygısı yükseldikçe cinsel açıdan doyumun yükseldiği, kaçınmanın azaldığı, sıklığın arttığı görülmüştür. Ostomi grubunun benlik saygısı, kontrol grubu ile kıyaslandığında daha düşük olduğu ve aradaki farkın da istatistiksel olarak anlamlı olduğu bulunmuştur.

(F: 2.078 df: 58 p: 0.000) (Tablo 2). Ostomi grubunda kontrol grubu ile karşılaştırıldığında benlik saygısının daha düşük olduğu bulunmuştur.

TARTIŞMA

Çalışmamız, ülkemizde kalıcı ostomi hastalarında beden algısı, benlik saygısı, eş uyumu ve cinsel işlevleri bir arada değerlendiren ilk çalışmadır. Çalışmamızda ostomili hastalarda kontrol grubu ile karşılaştırıldığında, benlik saygısı, beden algısı, eş uyumu ve cinsel işlevlerde (empotans ve erken boşalma dışında) bozulma saptanmıştır.

Çalışmamızda ostominin ne kadar süre önce yapıldığı itemi ile cinsel işlevlerden empotans arasında orta güçte, ters yönde bir ilişki saptanmıştır. Beklenilenin aksine, ostomi sonrası geçen zaman ile araştırdığımız diğer itemler arasında anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. Bu farklılık, çalışmamızda ostomi ameliyatı sonrası geçen zaman ortalamasının (33 ay SS=59,95), diğer çalışmaya göre (4,6 yıl SS=32,25) düşük olması ile açıklanabilir.

Çalışmamızda kadın hastalarda, cinsel işlevlerden dokunma, kaçınma, doyum ve genel olarak tüm cinsel işlevler açısından, erkeklere oranla daha fazla sorun saptanmıştır. Bu sonucun muhtemel nedenlerinden birisi ostomi ameliyatında vajinanın kısaltılması ya da alınmasının vajinal kayganlıkta azalma meydana getirmesi veya ameliyatla pelviste oluşan skar dokusunun, birleşme sırasında ağrıya neden olabilmesi şeklinde değerlendirilmiştir. Nitekim disparoni ve vajinal kuruluğun, ostomi hastalarında oldukça sık görüldüğü bildirilmiştir (Çavdar 1999 ve Libman ve ark. 1991). Ayrıca yapılan bir çalışmada bildirildiği gibi (Mathias ve ark. 1999) genel olarak erkeklerin, cinsel sorunları konuşmakta zorluk yaşamaları ve sorunlarını bildirmeyip, kendilerine saklamayı tercih etme eğilimleri de bu farkın ortaya çıkmasında rol oynamış olabilir.

Ostomi cerrahisinden sonra ileostomi ve kolostomi hasta gruplarında, cinsel işlev bozukluğu görülme sıklığı ile ilgili farklı sonuçlar bildirilmiştir. Bir çalışmada, kolostomi hastalarının % 43?ü ve ileostomi hastalarının %45?inde, ostomi cerrahisi sonrası cinsel sorunlar bildirilmiştir (Bartha ve ark. 1992). McDonald ve arkadaşları (1985), rektal kanser nedeniyle ostomi uygulanmış olan 420 hasta ile yaptıkları bir çalışmada, hastaların % 63?ünde cinsel işlev bozukluğu ile birlikte idrar yolları ile ilgili yakınmalar, gaz, rahatsız edici bağırsak hareketleri gibi daha fiziksel bulgular bulunduğunu, cinsel işlevlerde bozukluğun, cinsel istekte azalmadan çok cinsel yeterlilikte azalma ilgili olduğu göstermiştir.

Bizim çalışmamızda, cinsel işlevlerden dokunma, kaçınma, doyum, sıklık, iletişim ve vajinismus açısından kolostomi ve ileostomi hastalarında istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık saptanmamış, ancak her iki grupta da kontrol grubuna göre önemli ölçüde bozulma olduğu gösterilmiştir. Öte yandan yapılan bir çalışmada (Keating 2004) cinsel işlevlerden orgazm bozukluğu açısından zayıf, aynı yönde bir ilişki bulunarak, kolostomi uygulanmış kadın hastalarının, ileostomi uygulanmış kadın hastalara göre daha fazla orgazm bozukluğu sorunu yaşadığı saptanmıştır. Rektal kanser nedeni ile yapılan klasik kolostomi ameliyatlarında, rektal eksizyon yapılma oranının yüksekliği ile hipogastrik sinir hasarında göreceli olarak meydana gelebilecek artış, bu hastalarda daha sık orgazm bozukluğu görülmesini açıklayabilir.
Yapılan çalışmalarda özgeçmişte psikiyatrik hastalık öyküsü bulunmasının, ostomi cerrahisi sonrası gelişebilecek psikiyatrik sorunların önemli belirleyicilerinden birisi olduğu gösterilmiştir (Thomas ve ark. 1987 ve 1979). Çalışmamızda özgeçmişinde psikiyatrik hastalık bulunan kadınlarda araştırılan itemlerden yalnızca vajinismus sorununun daha sık olduğu saptanmıştır; ancak ameliyat öncesi vajinismusun varlığını taramaya yönelik bir sorgulama yapılmadığından, ülkemizde oldukça sık gözlenen bu sorunun ostomi ile ilişkisine yönelik bir değerlendirme yapmak mümkün olamamıştır.

Yapılan çalışmalarda (Ramer 1992 ve Gloeckner 1984), ostomi cerrahisinden sonra geçen zamanla, geliştirilen uyumun derecesi arasında doğrudan bir ilişki gösterilmiştir. Gloeckner, (1984) tarafından 40 ostomi hastasının retrospektif çekicilik algısının değerlendirildiği bir çalışmada; hastaların yaklaşık olarak yarısında, cinsel çekicilikle ilgili duyguların ameliyattan sonraki ilk bir yılda azalmış olduğu ve daha sonra zamanla düzelme gösterdiği bildirilmiştir. Yaklaşık 10 yıldan beri hasta olan ileostomi hastaları, görüşme esnasında farklı tipte ostomi uygulanan ve ostomi uygulanmasının üzerinden daha kısa zaman geçen hastalarla karşılaştırıldığında, kendilerini daha çekici olarak gördüklerini belirtmişlerdir. Bu durum, beden algısındaki bozulmanın en çok ameliyattan sonraki bir yıl içerisinde belirgin olduğuna işaret etmektedir.

Szczepkowski M ve arkadaşları (2002) yaptıkları çalışmada, ostomi hastalarında, düşük benlik saygısının ve beden algısında bozulmanın daha çok genç ve kadın hastalarda görüldüğünü bildirilmişlerdir. Bu bulgu ile uyumlu olarak, çalışmamızda cinsiyet ile beden algısı arasında, çok zayıf da olsa bir ilişki varlığı ve kadın hastalarda beden algısının erkek hastalara göre daha düşük olduğu saptanmıştır.

Çocukluğunda anne ve babasından ayrı kaldığını bildiren hastalarda, göreceli olarak daha düşük beden algısı puanları saptanmıştır. Bu bireylerde aynı zamanda beden algısı bozuk bireylerde beklenebileceği gibi cinsel ilişkiden kaçınma da saptanmıştır.

Literatürde beden algısı ile benlik saygısı arasında doğrudan bir ilişkinin varlığı bildirilmiştir (Henriques ve Calhoun 1999). Çalışmamızda da, beden algısı ölçek puanları arttıkça, benlik saygısı ölçek puanlarında da göreceli olarak bir artış saptanmıştır. Sağlıklı bir kendilik algısı gelişimi, çocuğun, olumlu bir ebeveyn figürünü tam anlamıyla içselleştirmesi ile mümkün olabilmektedir. Çocukluk döneminde ayrılığın kendilik algısında ve bunun bir parçası olan beden algısında, benlik saygısı ve cinsel işlevlerde bozulmaya katkıda bulunduğu ileri sürülebilir.

Çocukluğunda anne ve babasından ayrı kalmış hastalarda, göreceli olarak daha düşük beden algısı puanları saptadık. Bu durum ile ilgili olabilecek bir varsayım; çocukluğunda rol modelinden yoksun kalmış olmanın, ileride bireylerde bedeniyle barışık olamama haline yol açabilmesidir. Bu bireylerde aynı zamanda cinsel ilişkiden kaçınma saptadık. Beden tatminsizliği ve cinsellikten kaçınma birbirleriyle yakından ilişkili konular olduğundan bu beklenilebilir bir sonuçtur. Stice (1994) ebeveynlerin, çocuklarına ideal beden ile ilgili sosyokültürel mesajları iletmede önemli bir role sahip olduğunu bildirmiştir. Yapılan bir çalışmada bedensel hoşnutsuzluğu nedeniyle, cinsel ilişki esnasında beden imajı ile ilgili aşırı farkındalık durumunda olan kadınların, kendilerine daha az güvendikleri ve daha sık cinsel ilişkiden kaçınma sergiledikleri gösterilmiştir (Wiederman 2000). Çalışmamızda, bu bulgularla uyumlu olarak, beden algısı düşük olan hastaların, cinsel olarak daha sık kaçınma ve dokunma sorunu yaşadığı tespit edilmiştir.

Vücut algısı ile eş uyumu arasında, anlamlı ve aynı yönde bir ilişki saptanması, beden algısı yüksek olan bireylerin, eşleri ile de uyumlu olabilecekleri, bu bulgular iki yönlü değerlendirilebileceğinden, eş uyumu yüksek bireylerin de beden algılarının yükselebileceği sonucuna ulaşılmasını sağlamıştır. Eş uyumu ile cinsel iletişim arasında da doğru ve aynı yönde bir ilişki saptanmıştır. Beklenildiği gibi, cinsel iletişimi güçlü olan çiftlerin daha uyumlu olabilecekleri, uyumlu çiftlerin de cinsel olarak daha iyi iletişim kurabilecekleri söylenilebilir.

Ameliyat öncesi ve sonrası bilgilendirmenin, hastanın ameliyat ve sonuçları ile ilgili korkularının azalmasına yardım ederek, ameliyat sonrası dönemde hastanın yaşayacağı uyumda artış sağlayabileceği yapılan bir çalışmada gösterilmiş olmasına karşın (Lavery ve Erwin-Toth 1993). Çalışmamızda incelediğimiz herhangi bir item üzerinde istatistiksel açıdan anlamlı bir etkisi saptanmamıştır. Çalışmamızda yeterince bilgilendirilmediğini düşünen hastaların oranı daha düşük olmakla beraber gene de yüksektir; (%57,5; s=23). Bu farklılık, toplumumuzda doktorlara, özellikle de cerrahlara genel olarak atfedilen tüm güçlülük nedeniyle uygulanacak girişimlerde hastanın iradesinden ziyade doktorun tutumunun daha belirleyici olmasına ve hastaların vücutlarına yapılacak işlemi sorgulamamaları, dolayısıyla bilgi edinme talebinde bulunmamaları ile açıklanabilir.

SONUÇ

Ostomi ameliyatı, oluşturduğu olumsuz bedensel ve ruhsal etkiler nedeniyle ciddi yaşamsal tehdit yaşayan hastalarda, uyum sürecini güçleştirebilmektedir. İlerleyen teknoloji sayesinde geliştirilen yeni ostomi keseleri ile birlikte hastaların daha önce yaşamak zorunda olduğu sızıntı, koku, balonlaşma gibi günlük yaşamı kesintiye uğratıp, zorlaştıran sorunlarda azalma kaydedilmektedir. Çalışmamızda ostomi uygulanan hastalarda kontrol grubu ile karşılaştırıldığında benlik saygısı, beden algısı, eş uyumu ve cinsel işlevlerde (empotans ve erken boşalma dışında) bozulma saptanmıştır. Özellikle kadınlarda cinsel işlevlerde bozulma daha belirgindir. Özgeçmişinde psikiyatrik hastalık bulunan kadınlarda daha fazla vajinismus sorunu bildirilmiştir. Cinsel işlevler açısından kolostomi ve ileostomi hastaları arasında anlamlı bir farklılık bulunmamış ama kontrol grubuna göre önemli ölçüde bozulma saptanmıştır. Ostomi ameliyatı ne kadar uzun süre önce yapıldıysa empotans sorununun o kadar az görüldüğü bulunmuştur. Eğitim seviyesi yüksek olan çiftlerde cinsel ilişki sıklığında artış ve cinsel iletişimde düzelme, çift uyumunda iyileşme saptanmıştır. Beden algısı daha yüksek olan bireylerin eşleri ile daha uyumlu olduğu bulunmuştur. Çocukluğunda anne ve babasından ayrı kalmış bireylerde göreceli olarak daha düşük bir beden algısı ve cinsel ilişkiden daha sık kaçınma davranışı saptanmıştır. Kadın hastaların beden algısı erkek hastalara göre daha düşük bulunmuştur. Beden algısı düşük olan hastaların cinsel olarak daha sık kaçınma ve dokunma sorunu yaşadıkları bulunmuştur. Ameliyat sonuçları hakkında bilgilendirilmiş olmanın cinsel işlevler, beden algısı, benlik saygısı ve eş uyumu üzerine anlamlı bir etkisi saptanmamıştır.

Çalışmamız, ülkemizde kalıcı ostomi hastalarında beden algısı, benlik saygısı, eş uyumu ve cinsel işlevleri bir arada değerlendiren ilk çalışmadır. Ancak kanser nedeni ile ostomi ameliyatı gerçekleştirilen hastalarda, uyum sürecini etkileyebilen ameliyat sonrası dönem metastaz bilgilerinin alınmamış, hastaların ameliyat öncesi aşamada değerlendirilmemiş olması, uzun zaman öncesine yönelik retrospektif bilgi kullanılmış olması ve çocukluk döneminde kaç yaşında ve ne kadar süre ebeveyinden ayrı kalındığına dair bilgi alınmamış olması açısından bazı kısıtlılıklar içermektedir.

KAYNAKLAR

Bartha I (1992) Quality of life of post-colostomy patients, 81:277-83.
Blumenfield M, Tiamson MLA (2003) Consultation Liasion Psychiatry, s.69-71.
Çavdar İ (1999) Kolostomili hastaların kolostomilerine uyumlarında hemşirelik eğitiminin etkinliği. İ. Ü. Sağlık Bilimleri Enstitüsü Hemşirelik Anabilim Dalı Doktora Tezi, İstanbul. Mart 2005 tarihinde http://www.androloji.org.tr/file/kadin2.pdf ***adresinden indirildi.
Çuhadaroğlu F (1986) Adölesanlarda Benlik Saygısı. Uzmanlık tezi. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ankara.
Druss RG (1968) Psychological response to a colectomy. Arc Gen Psychiatry, 18:53-9.
Eti Aslan F, Gürkan A, Şelimen D (1995) Stomalı hastanın cinsel sorunları ve bu sorunlara yönelik hemşirelik yaklaşımları, I. Ulusal Stoma Bakım Hemşireliği Sempozyum basımı, s. 32-34, İstanbul. Mart 2005 tarihinde http://www.androloji.org.tr/file/kadin2.pdf ***adresinden indirildi.
Fışıloğlu H, Demir A (2000) Applicability of the Dyadic Adjustment Scale of Marital Quality with Turkish Couples. Eur J Psychol Assessment, 16: 214-218.
Gloeckner MR (1984) Perceptions of sexual attractiveness following ostomy surgery. Res Nurs Health, Jun, 7:87-92.
Gloeckner MR, Starling JR (2002) Scand J Gastroenterol, Apr; 37:450-7.
Henriques GR, Calhoun LG (1999) Gender and ethnic differences in the relationship between body esteem and self-esteem. J Psychol, Jul; 133:357-68.
Hovardaoğlu S (1993) Vücut Algısı Ölçeği. 3P,1:26.
John P. Keating (2004) Sexual function after rectal excision. ANZ Journal of Surgery, 74 :248.
Karadağ A, Menteş BB, Üner A (2003) İmpact of stomatherapy on quality of life in patients with permanent colostomies or ileostomies. İnt J Colorectal Dis, 18:234-238.
Kuchenhoff J (1981) Coping with a stoma -a comparative study of patients with rectal carcinoma of inflammatory bowel diseases. Psychother Psychosom, 36:98-104.
Lavery I, Erwin-Toth P (1993) Stoma therapy in Intestinal Stomas: Principles and Management, St Louis: Quality Medical Publishing, s. 60-84.
Lewis SM, Heitkemper M, Dirksen SR (2000) Medical Surgical Nursing, Mosby, st. Louis. Mart 2005 tarihinde http://www.androloji.org.tr/file/kadin2.pdf
Libman E, Fichen CS, Rotenberg P (1991) Prostatectomy and inguinal hernia repair:a comparison of the sexual consequences. J. Sex. Marital Ther, 17:27-34.
MacDonald LD, Anderson HR (1985) The health of rectal cancer patients in the community. Eur J Surg Oncol, Sep; 11:235-41.
Mathias SD (1999) A comparison of patient and partner responses to a brief sexual function questionnaire J Urol, Dec; 162:1999-2002.
Michael W. Wiederman (2000) Women?s Body Image Self-Consciousness During Physical Intimacy With a Partner. Journal of Sex Research. Mart 2005 tarihinde http://www.findarticles.com/adresinden indirildi.
Oberst MT, Scott DW (1988) Postdischarge distress in surgically treated cancer patients and their spouses. Res Nurs Health, 11:223-33.
Persson E, Severinoss E, Hellstrom AL (1983 fall) Spouses? perceptions of and reactions to living with a partner who has undergone surgery for rectal cancer resulting in a stoma. J Sex Marital Ther, 9:182-90.
Persson E, Hellstrom AL (2002) Experiences of Swedish men and women 6 to 12 weeks after ostomy surgery. Journal of Wound, Ostomy and Continence Nursing, 26:298-305.
Piwonka MA ve Merino JM (1999) A multidimensional modelling of predictors influencing the adjustment to a colostomy. Journal of Wound, Ostomy and Continence Nursing, 26:298-305.
Ramer L (1992) Self-image changes with time in the cancer patient with a colostomy after operation. JET Nurs, Nov-Dec; 19:195-203.
Rosenberg M (1965) Society and the adolescent self-image. Princeton University Press.
Princeton, NJ, Rust J, Golombok S (1986) The GRISS: a psychometric instrument for the assessment of sexual dysfunction. Arch Sex Behav, Apr; 15:157-65.
Salter M (1992) What are the differences in body image between patients with a convensional stoma compared with those who have had a conventional stoma folowed by a continental pouch? Journal of Advanced Nursing, 17:841-848.
Secord PF, Jourard SM (1953) The appraisal of body-cathexis: body-cathexis and the self. J Consult Psychol, 17:343-347.
Silva MA, Ratnayake G, Deen KI (2003) Quality of life of stoma patients: temporary ileostomy vs colostomy. World J Surg, 27:421-424.
Spanier GB (1976) Measuring dyadic adjustment: new scales for assessing the quality of marriage and similar dyads. J Marr Family, 38:15-28.
Stice, E. Review of the evidence for a sociocultural model of bulimia nervosa and an exploration of the mechanisms of action. Clinical Psychology Review, 1994;16:633-661.
Sucu N (1998) Abdominal stomalı hastaların bireysel özellikleri ile benlik saygıları arasındaki ilişki, M.Ü. Sağlık Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans.
Tezi, İstanbul. Mart 2005 tarihinde http://www.androloji.org.tr/file/kadin2.pdf
Szczepkowski M (2002) Do we still need a permanent colostomy in XXI-st century? Acta Chir Iugosl, 49:45-55.
Thomas C, Madden F, Jehu D (1979) Psychosocial morbidity in the first three months following stoma surgery. Fortschr Med, Feb, 22; 97:318-20.
Thomas C, Madden F, Jehu D (1987) Psychological effects of stomas-I. Psychosocial morbidity one year after surgery. Psychosom Res, 31: 311-6.
Tuğrul C, Öztan N, Kabakçı E (1993) Golombok-Rust Cinsel Doyum Ölçeği?nin Standardizasyon Çalışması. Türk Psikiyatri Dergisi, 4: 83-88.
***adresinden indirildi. ***adresinden indirildi.


_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
22 Temmuz 2009       Mesaj #123
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Depresyon Tanısı Alan Hastalarda Kalıntı Belirtilerin Yetiyitimi ile İlişkisi: 3 Aylık İzlem Çalışması

Dr. Banu ÖZYÜKSEL, Dr. Berna ULUĞ


GİRİŞ

Depresyon, sık görülen ve genellikle tekrarlamalarla seyreden bir ruhsal hastalıktır. Bu özellikleri ile yetiyitiminin de önde gelen nedenlerinden birisi olmaktadır (Wells ve ark. 1992). Yaşam boyu sıklığının ortalama % 15-17 arasında olduğu tahmin edilmektedir (Angst 1996, Kessler ve ark. 1996).

Kontrollu çalışmalar ve doğal izlem çalışmaları depresyondaki hastalarda sosyal işlevsellik kaybının yaygın ve kalıcı olduğunu göstermektedir. Yeterli tedaviyle bu kayıpların azaltılabileceği düşünülmektedir ancak halen klinik uygulamalarda yeterli sonuç alınamamaktadır (Hirschfeld ve ark. 2000). Ayaktan başvuran hastalarda depresyonun hipertansiyon, diabet veya kalp hastalıkları gibi kronik bedensel hastalıklardan daha fazla işlev kaybına ve iyilik halinde azalmaya neden olduğu bildirilmiştir (Hays ve ark. 1995, Wells ve ark. 1989). Kaplan?ın 1995 yılında yaptığı çalışmada ruhsal bozukluk tanısı alan hastalarda kronik bedensel hastalığı olanlara göre daha fazla sosyal ve bedensel yetiyitimi olduğu, bu hastaların değerlendirilen son bir ay içinde günlük işlerini daha sık aksattıkları ve daha fazla sayıda günlerini yatakta geçirdikleri bulunmuştur.

Bu alandaki çalışmalar depresyon hastalarının % 29-46?sının antidepresan tedaviye kısmi cevap verdiğini veya hiç cevap vermediğini göstermektedir (Fava ve ark. 1996). Yalnızca kısmi remisyon (düzelme) gözlenen hastalarda değil remisyon ölçütlerini karşılayan hastalarda da kalıntı belirtiler gözlenmektedir (Nierenberg ve ark. 1999). Depresyon tedavisindeki tüm ilerlemelere karşın hastaların birçoğunda iyileşme derecesi beklenenin altındadır.

Kalıntı belirtiler hafif şiddette olsa bile yetiyitimine neden olurlar. Yetiyitimi ile kalıntı belirtilerin şiddeti doğrusal bir ilişki göstermekte; belirti şiddeti arttıkça yetiyitimi artmaktadır (Mintz ve ark. 1992, Judd ve ark. 2000). Sosyal işlevsellikteki bozulma sadece bireyin kendisini değil evliliğini, ailesini ve iş çevresini de etkilemektedir. Bu bozulma sıklıkla semptomatik iyileşmeden sonra da kalmaktadır ve tedavi edilmezse prognozun kötüleşmesine neden olur (Hirschfeld ve ark. 2000).

Agosti?nin (1999) yaptığı 6 aylık doğal izlem çalışmasında National Institute of Mental Health?in bir depresyon tedavi programına katılmış hastalardan iyileşme ölçütlerini karşılayan hastaların normal kontrol grubuna göre sosyal işlevlerde daha yetersiz olduğu, yine iyileşmiş hastalarda normal kontrol grubuna göre psikiyatrik belirtilerin daha fazla olduğu bulunmuştur. Bu hastalarda hafif veya eşik altı olsa bile belirtiler olduğunda yetiyitimi de gözlenmektedir. Kalıntı depresyon belirtilerinin olmadığı durumda ise yetiyitiminin ve psikososyal işlevlerin düzeldiği gözlenmektedir. Bir metaanalizde kalıntı belirtilerle işlevsellikte bozulma arasında doğrusal bir ilişki bulunmuştur. Bu çalışmanın bulgularına göre hafif şiddetteki kalıntı belirtiler bile işlevsellikte bozulmayla sonuçlanmaktadır (Mintz 1992). Kalıntı belirtilerin varlığında, yetiyitiminin devam etmesi dışında relaps (depreşme) daha sıktır ve prognoz daha kötüdür. Bu belirtilerin düzelmesiyle uzun dönemde çok daha iyi bir gidiş olması beklenmektedir (Menza ve ark. 2003). Paykel tarafından geliştirilen ?Depresyon İçin Klinik Görüşme? (Clinical Interview for Depression) ile değerlendirilen major depresyonu olan 49 hastanın sadece 6?sı (%12.2) antidepresanlarla başarılı bir şekilde tedavi edilebilmiştir ve hiç kalıntı belirtileri gözlenmemiştir. Hastaların geri kalanının %73?ünde yaygın anksiyete, %55?inde somatik anksiyete ve % 40?ında irritabilite bildirilmiştir (Fava ve ark. 1994). Depresyonun seyrini inceleyen klinik bir araştırmada 119 depresif hasta alınmış ve bunlardan ulaşılabilen 66?sı ile ortalama 30 ay sonra tekrar görüşme yapılmıştır. İkinci kez değerlendirilen hastaların % 9.1?inde hastalığın kronikleştiği, % 31.8?inde yinelediği gözlenmiştir. Bu hastaların % 57.6?sının ise iyileştikleri ve bir daha da hastalanmadıkları saptanmıştır. Kronikleşen hastaların ortak özelliklerinin ise kadın olma ve ilk değerlendirmede 30 yaşından büyük olma olduğu belirlenmiştir (Uluşahin ve Uluğ 1994).

Bu çalışmada, depresyon tanısı konan hastalarda tedavi başlanmadan önce depresyon şiddeti ve yetiyitimi düzeyi saptanarak tedavinin 3. ayında kalıntı belirtiler ve yetiyitimindeki düzelmenin belirlenmesi amaçlandı. Kalıntı depresyon belirtileri ve yetiyitimi düzeyi arasındaki ilişki incelendi.

YÖNTEMLER

Örneklem

HÜTF Psikiyatri polikliniğine Ekim 2002-Mayıs 2004 tarihleri arasında başvuran, DSM IV?e göre major depresyon tanısı konmuş olan 104 hasta rastgele seçilmiştir. Antidepresan tedavi başlanmadan önce ve tedavinin üçüncü ayında değerlendirilerek çalışma kapsamına alınmıştır. Hastaların en az ilkokul mezunu olmaları, DSM IV?e göre başka bir psikiyatrik hastalık ek tanısı almamaları, eşlik eden kronik bedensel hastalıklarının olmaması, yetiyitimine yol açacak bedensel sakatlıklarının olmaması, başvuru sırasında düzenli olarak bir psikotrop tedavi almıyor olmaları ölçütleri dışında zeka geriliğinin olmaması ve yeni depresif epizod (dönem) olması ölçütlerine uyulmuştur.

Uygulama

Demografik verileri belirlemek üzere bir bilgi formu, tanı değerlendirmeleri için SCID I kullanıldı. Depresyon şiddetini ölçmek için 17 maddelik Hamilton Depresyon Değerlendirme Ölçeği (HAM-D) uygulandı. Depresyona eşlik eden anksiyete şiddeti Hamilton Anksiyete Değerlendirme Ölçeği (HAM-A) ile belirlendi. Yetiyitimini ölçmek için Dünya Sağlık Örgütü-Yetiyitimi Değerlendirme Çizelgesi (World Health Organisation-Disability Assessment Schedule, WHO-DAS II) kullanıldı. Testler tedavi başlanmadan önce ve tedavinin üçüncü ayında her biri 1-1.5 saat süren tek görüşmede verildi. Tedavi planına araştırmacılar tarafından müdahalede bulunulmadı. Çalışmaya katılmayı kabul eden kişilerin hepsi çalışma hakkında bilgilendirildi ve sözel onayları alındı.

Araçlar

Bilgi formu: Deneğin yaşı, cinsiyeti, eğitim düzeyi, iş durumu, medeni durumu, yaşam koşulları (yalnız yaşıyor, ailesiyle yaşıyor vb.), geçirilmiş psikiyatrik hastalığı olup olmadığı, kaçıncı depresif epizod olduğu, ilk epizodu kaç yaşında geçirdiği kaydedilmiştir.

DSM-IV Eksen I Bozuklukları için Yapılandırılmış Klinik Görüşme (SCID-I; Structured Clinical Interview for DSM-IV Axis I Disorders): DSM-IV Eksen I tanılarının konması için First ve arkadaşları (1997) tarafından geliştirilmiş ve Amerikan Psikiyatri Birliği (APA, 1994) tarafından yayımlanmış, yapılandırılmış bir klinik görüşme ölçeğidir. Türkçe?ye uyarlama, geçerlilik ve güvenilirlik çalışması Çorapçıoğlu ve arkadaşları tarafından (1999) tarafından yapılmıştır.

Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği (HAM-D): Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği Hamilton (1960) tarafından depresif hastaların incelenmesi ve belirtilerin faktör analizi sonucunda geliştirilmiştir. 1967?de aynı araştırmacı tarafından gözden geçirilerek son şekli verilen ölçek (Hamilton 1967), depresif hastalarda belirtilerin şiddetini saptamak amacıyla yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu çalışmada, değişik belirti sayısı içeren formları arasından 17 sorudan oluşmuş olanı kullanılmıştır. Derecelendirmede likert tipi bir puanlama dizgesi kullanılmaktadır. Türkçe geçerlilik ve güvenilirlik çalışması Akdemir ve arkadaşları (1996) tarafından yapılmıştır.

Hamilton Anksiyete Değerlendirme Ölçeği (HAM-A): HAM-A, bugün daha çok yaygın anksiyete bozukluğu tanısı alan hastalarda anksiyetenin şiddetini, ilaçların anksiyete belirtileri üzerindeki etkilerini tayin etmekte kullanılan yarı yapılandırılmış bir ölçektir (Hamilton 1959). Ölçeğin geçerlilik çalışması Yazıcı ve arkadaşları (1998) tarafından yapılmıştır.

Yetiyitimi Değerlendirme Çizelgesi (Disability Assessment Schedule, WHO-DAS II): Dünya Sağlık Örgütü tarafından geliştirilen (1998) WHO-DAS II ile tıbbi tanıdan bağımsız olarak bireyin faaliyet düzeyinde ve topluma katılımındaki kısıtlılıklarının tespit edilmesi amaçlamaktadır. Değerlendirmeye alınacak süre son bir ay olarak seçilmiştir. Bu araç, bireyin belli faaliyetleri yaparken ne kadar güçlük çektiğini tespit etmeye çalışmaktadır ve birçok kültürde ortak olarak önemli sayılan faaliyetleri içeren altı alandan oluşmaktadır. Bunlar 1) Anlama ve iletişim kurma, 2) hareket etme ve bir yerden bir yere gitme, 3) kendine bakım, 4) insan ilişkileri, 5) yaşam faaliyetleri, 6) toplumsal yaşama katılım başlıkları altında toplanmıştır. Tüm bu alanlarla ilgili soruların cevapları 1 ile 5 arasında puanlanmaktadır. WHO-DAS II 36?lık form uygulandığında görüşme yaklaşık 20 dakika sürmektedir. WHO-DAS II?nin uluslararası geçerlilik ve güvenilirlik çalışması yapılmıştır. Ülkemizdeki güvenilirlik çalışması ise WHO-DAS II eğitimi almış iki araştırıcının 30 hastayı 15 gün arayla test-yeniden test deseninde değerlendirmesiyle yapılmış, değerlendiriciler arasında güvenilirlik saptanmıştır (Ertuğrul ve Uluğ 2002).

İstatistiksel analizler

Verilerin analizi ?SPSS for Windows, 11.5? istatistik paket programında yapılmıştır. Örneklemin farklı iki zamanda alınan ortalamaları için ?Eşleştirilmiş Serilerde Student?s t testi, farklı iki grup ortalamaları için ?Bağımsız Örnekler t testi? ve Mann-Whitney U testi kullanılmıştır. Kalıntı belirtileri olan grup ile remisyona giren grup sosyodemografik değişkenler yönünden ki-kare testi ile karşılaştırılmıştır. Depresyon şiddeti ile yetiyitimi düzeyindeki azalma arasındaki ilişki Pearson korelasyon analizi ile, yetiyitimi düzeyindeki azalmayı yordayan klinik değişkenler ve sosyodemografik özellikler regresyon analizi ile değerlendirilmiştir. Kalıntı belirti gözlenmesini yordayan değişkenler için lojistik regresyon analizi kullanılmıştır. Geriye dönük eleme yöntemi ile değişkenler seçilmiştir.

BULGULAR

Hastaların 83?ü kadın 21?i erkek, yaş ortalaması 31.32, (SS= 9.92) dir. Hastalığın başlangıç yaşı ortalaması 28.14 (SS=9.37)?dir. Geçirilmiş depresif epizod sayısına bakıldığında hastaların 66?sı (%63.5) ilk depresif epizod ile başvurmakta iken 38?i (% 36.5) yineleyen depresif epizod (epizod sayısı≥1) bildirdiler.

Hastaların ilk görüşme ve 3 ay sonraki görüşmedeki depresyon şiddeti, anksiyete şiddeti ve yetiyitimi düzeyleri ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05) (Tablo 1). Depresyon şiddetindeki azalma ile yetiyitimi düzeyindeki düzelme arasındaki ilişki incelendiğinde birinci görüşmede ve ikinci görüşmede uygulanan HAM-D toplam puanlarının farkı (hdt1-hdt2) ile her iki görüşmedeki DAS toplam puanlarının farkı (DAST1-DAST2) arasında pozitif bir korelasyon (r²= 0.24, p<0.01) bulunmuştur. Depresyon şiddeti azaldıkça yani belirtilerdeki düzelme arttıkça yetiyitimi düzeyindeki düzelme de artmaktadır (Şekil 1). WHO-DAS II ile değerlendirilen 6 ayrı alandaki yetiyitimi düzeyleri ile belirtilerdeki düzelme arasındaki korelasyona tek tek bakılmıştır. Depresif belirtilerdeki düzelmenin anlama ve iletişim kurma ile ilgili olan DAS 1 puanıyla (r²=0.21, p<0.01) kendine bakım ile ilgili olan DAS 3 puanıyla (r²=0.14, p<0.01), insan ilişkileri ile ilgili olan DAS 4 puanıyla (r²= 0.11, p<0.01), yaşam faaliyetleri ile ilgili olan DAS 5 puanıyla (r²= 0.1, p<0.01), toplumsal yaşama katılım ile ilgili olan DAS 6 puanıyla (r²= 0.14, p< 0.01) ilişkili olduğu, korelasyonun anlamlı ve pozitif olduğu bulunmuştur. Hareket etme ve bir yerden bir yere gitme ile ilgili olan DAS 2 puanının depresyondaki düzelme ile ilişkisinin (r²= 0.04, p>0.01) olmadığı saptanmıştır. Yetiyitimi düzeyindeki düzelme için yaş, cinsiyet, eğitim (üniversite mezunu/üniversite mezunu değil), iş durumu (çalışıyor/çalışmıyor), medeni durum (evli/evli değil), yaşam koşulları (ailesiyle yaşıyor/diğer) gibi sosyodemografik değişkenler ve hastalığın başlama yaşı, ilk depresif epizod veya yineleyen depresif epizod geçirmek, başlangıçtaki anksiyete ve depresyon şiddeti gibi klinik değişkenler arasında yordayıcı bulunmamıştır.

Hastalar 3. ayda yapılan görüşmede depresyon şiddetine göre remisyona girenler, kalıntı belirtisi olanlar ve halen sendromal düzeyde depresyonu olanlar şeklinde 3 gruba ayrılmışlardır. Araştırmacılar remisyonu tanımlamak için HAM-D toplam puanı için 7-10 arasında kesme noktaları bildirmişlerdir (Nierenberg ve DeCecco, 2001). Bu çalışmada HAM-D toplam puanı 7 ve altında olan hastaların remisyona girdiği kabul edilmiştir. Yine sendromal depresyon için pek çok araştırmada HAM-D toplam puanı 17 ve üzeri olarak kabul edilmiştir (O?Leary ve ark. 2000). Bu tanımlara göre ikinci görüşmeye gelen 77 hastanın 50?sinin (%64.94) remisyona girdiği, 23?ünün (%29.87) kalıntı belirtileri olduğu (yani HAM-D toplam skor 8 ile 16 arasında), 4?ünün (%5.19) ise halen semptomatik olduğu bulunmuştur (Tablo 2). Kalıntı belirtileri olan grup ile remisyona giren grup sosyodemografik özellikler, klinik değişkenler ve tedavi uyumları açısından karşılaştırılmışlardır. Kalıntı belirtileri olan grubun yaş ortalaması 30.96 (SS=10.03), remisyona giren grubun yaş ortalaması ise 32.56 (SS=10.4) dır. Her iki grubun yaş ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktur (Z= -0.725, p= 0.468). Kalıntı belirti grubu ve remisyon grubu arasında cinsiyet (fisher kesin ki-kare testi p>0.05), medeni durum (X²=0.021, p= 0.884), eğitim (X²=0.055, p=0.814) ve iş durumu (X²=0.458, p=0.499) yönünden fark bulunmamıştır. Kalıntı belirtileri olan grup ile remisyona giren grup başlangıçtaki anksiyete ve depresyon şiddetine göre karşılaştırılmıştır. Kalıntı belirtileri olan grupta başlangıçtaki anksiyete ve depresyon şiddeti daha yüksektir. Her iki grubun ikinci görüşmedeki HAM-D toplam puanları ve HAM-A toplam puanları karşılaştırılmıştır. Gruplar arasında depresyon ve anksiyete şiddeti açısından anlamlı fark saptanmıştır. Kalıntı belirtileri olan grup ve remisyona girmiş olan grubun 2. görüşmedeki DAS toplam puanları ve altı ayrı DAS alanı puanları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. Kalıntı belirtilerin gözlendiği grupta yetiyitimi düzeyi fazladır (Tablo 3). Bu araştırmada hastaların tedavilerine araştırmacılar tarafından müdahalede bulunulmamıştır. Tedaviyi düzenleyen doktorlar tarafından 104 hastanın 82?sine (%78.7) SSRI grubu bir antidepresan başlanmıştır. Kalan 22 hasta (%21.3) ise diğer antidepresanlarla tedavi edilmiştir. 27 hasta (&) izlem görüşmesine gelmemiştir. İkinci görüşmeye gelen 77 hastanın 50?si (%64.94) remisyona girenler, 23?ü (%29.87) kalıntı belirtisi olanlar, 4?ü (%5.19) ise semptomatik olanlardır. Remisyona giren 50 hastanın 38?inin (%76) tedaviye düzenli devam ettiği, 12 hastanın (%24) ise tedaviyi kendiliğinden bıraktığı gözlenmiştir. Kalıntı belirtisi olan 23 hastanın 15?inin (%65.2) tedaviye devam ettiği, 8?inin (%34.8) ise tedaviyi kestiği gözlenmiştir. Bu iki grup arasında ilaç tedavisine uyum açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır (Tablo 2). Ayrıca ikinci görüşmeye gelen ve gelmeyen hastalar arasında sosyodemografik özellikler ve klinik değişkenler açısından karşılaştırılmışlardır. İkinci görüşmeye gelen grubun yaş ortalaması 31.94 (SS=10.08), gelmeyen grubun yaş ortalaması ise 29.56 (SS=9.43) dır. Her iki grubun yaş ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktur (Z= -1.121, p= 0.262). İkinci görüşmeye gelenler ve gelmeyenler arasında cinsiyet (X2=0.744,p=0.388), medeni durum (X²=0.193, p= 0.661), eğitim (X²=0.007, p=0.934) ve iş durumu (X²=1.467, p=0.226) yönünden fark bulunmamıştır. Klinik değişkenlerden HAM-D toplam puan ortalaması gelenlerde 15.97 (SS=3.86), gelmeyenlerde 16.59 (SS=4.49) bulunmuştur. Ortalamalar arasında anlamlı fark yoktur (t=-0.686, p=0.494). HAM-A toplam puan ortalaması gelenlerde 13.31 (SS=5.74), gelmeyenlerde 14.30 (SS=6.28) bulunmuştur. Ortalamalar arasında anlamlı fark saptanmamıştır (t=-0.748, p=0.456).

Kalıntı belirti gözlenmesini yordayan değişkenler araştırılmıştır. Sosyodemografik özelliklerden yaş, cinsiyet, eğitim (üniversite mezunu/üniversite mezunu değil), iş durumu (çalışıyor/çalışmıyor), medeni durum (evli/evli değil), yaşam koşulları (ailesiyle yaşıyor/diğer) değişkenlerinin kalıntı belirti gözlenmesi için yordayıcı olmadığı bulunmuştur. Klinik değişkenlerden hastalığın başlama yaşı, ilk epizod veya yineleyen epizod geçirmek, başlangıçtaki anksiyete ve depresyon şiddeti incelenmiştir. Başlangıçtaki depresyon şiddetinin kalıntı belirti gözlenmesi için yordayıcı değişken olduğu bulunmuştur (B = 0.196, p= 0.025, Ci %95, odds ratio=1.217) (Tablo 4).

Bu çalışmada kalıntı belirtileri HAM-D toplam puanı ile değerlendirmek dışında her maddeden alınan puanlar tek tek değerlendirilmiştir. Sık gözlenen kalıntı belirtiler ve bunların yetiyitimi ile ilişkisi araştırılmıştır. Puanı 2 ve üzerinde kalan semptomlarda düzelme olmadığı ve bunların kalıntı belirtiler olduğu kabul edilmiştir. Buna göre en sık görülen kalıntı belirti ?psişik anksiyete?dir (%17.3). İkinci sırada ?iş ve aktivitelerle ilgili yetersiz hissetme, ilgi kaybı? gelmektedir (%16.3). Üçüncü olarak uykuya dalma güçlüğü (% 13.5), dördüncü olarak depresif duygudurum (%11.5), beşinci olarak ise suçluluk duygusu (%10.6) gelmektedir. Psişik anksiyete puanı (Z= -3.570, p<0.05), iş ve aktivitelerle ilgili yetersizlik hissi ve ilgisizlik puanı (Z=-4.06, p<0.05), uykuya dalma güçlüğü puanı (Z=-2.074, p<0.05), depresif duygudurum puanı (Z=-2.88, p<0.05), suçluluk duygusu puanı (Z=-3.626, p<0.05) 2?den büyük olanlarda olmayanlara göre yetiyitimi düzeyleri daha yüksek bulunmuştur (Tablo 5).

TARTIŞMA


Bu çalışmada depresyon tanısı alan hastalarda 3 aylık izlemde gidiş ve sonlanış özellikleri, depresif belirtilerdeki düzelme ve yetiyitimi düzeyindeki düzelme arasındaki ilişki incelenmiştir. Depresif belirtilerdeki düzelmeyi incelemek için iki ayrı değerlendirme yapılmıştır. İlk olarak hastalar, ikinci görüşmede aldıkları HAM-D ölçeği toplam puanlarına göre remisyona girenler (HAM-D toplam puanı ≤7) ve kalıntı belirtileri olanlar (HAM-D toplam puanı 8 ile 16 arasında olanlar) şeklinde iki gruba ayrılmışlardır. Kalıntı belirtileri olan grubun sosyodemografik ve klinik özelliklerinin bilinmesi tedavi planlarını da etkileyebileceği için bu özellikler incelenmiştir. Kalıntı belirti grubu ve remisyon grubu arasında sosyodemografik özellikler açısından ki-kare testlerinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır ve lojistik regresyon analizinde yordayıcı bir değişkene rastlanmamıştır. Klinik özelliklerle ilgili değişkenlerden ise depresyon şiddetinin kalıntı belirti gözlenmesi için yordayıcı olduğu bulunmuştur. Yapılan bazı çalışmalarda kalıntı belirtileri olanlar ile remisyona girmiş olanlar arasında sosyodemografik ve klinik özellikler arasında fark bildirilmemiştir. Nierenberg ve arkadaşlarının (1999) yaptıkları izlem çalışmasında yaş, cinsiyet, medeni durum, iş durumu, daha önceki epizod sayısı gibi değişkenlerin kalıntı belirti gözlenmesi için yordayıcı olmadığı bulunmuştur. Ancak bu çalışma gibi çoğu çalışmada başlangıçtaki depresif belirtilerin şiddetinin de kalıntı belirti gözlenmesi için yordayıcı olduğu bildirilmiştir. Ramano ve arkadaşlarının (1995) yaptıkları 2 yıllık izlem çalışmasında başlangıçtaki depresyon şiddeti yüksek olanların daha geç remisyona girdikleri gösterilmiştir. Yine Paykel ve arkadaşları (1995) tarafından başlangıçta depresyonu şiddetli olan hastalarda kalıntı belirtilerin daha yaygın olduğu bildirilmiştir. Bu sonuçlar göz önüne alındığında ilk başvuru sırasında depresif belirtileri şiddetli olan kişilerin antidepresan tedavi açısından yeterince bilgilendirilmelerinin, izlemde tedaviye uyumlarının sağlanmasının ve yeterli süre tedavilerinin sürdürülmesinin önemi dikkat çekmektedir.


Kalıntı belirtileri incelemek için yapılan ikinci değerlendirme şu şekildedir; 3 ay sonraki görüşmede HAM-D ölçeğinin her maddesi için aldıkları puanların 2?den büyük olması durumunda o belirtinin devam ettiği kabul edilmiştir. Buna göre 17 madde tek tek incelendiğinde psişik anksiyete (10. madde) bu örneklemde en sık (%17.3) gözlenen kalıntı belirtidir. Araştırmacılar anksiyete belirtilerinin major depresyona sıklıkla eşlik ettiğini ve aynı zamanda kısmi remisyonda da sık rastlandığını bildirmişlerdir (Menza ve ark. 2003, Paykel 1998, Nierenberg ve ark. 1999). Yine uykuya dalmakta güçlük (4. madde), depresif duygudurum (1. madde), iş ve aktivitelerle ilgili yetersizlik hissi, ilgi kaybı (7. madde), suçluluk duygusu (2. madde) maddelerinden 2 ve üzerinde puan alanların sık olduğu saptanmıştır. İş ve aktivitelerle ilgili yetersizlik hissi, ilgi kaybı gibi depresif belirtiler devam ettiğinde kişinin psikososyal ve mesleki işlevlerini yerine getirmesi zorlaşmaktadır. Tek tek tüm bu belirtilerden yüksek puan alan hastaların yetiyitimi düzeyleri, düşük puan alanlara göre anlamlı derecede fazla bulunmuştur (Tablo 5). Bu sonuç, tek bir depresif belirtinin dahi şiddetli olmasının işlevselliği etkilediğini göstermektedir. Depresyonda kalıntı belirtilerle ilgili yapılan çalışmalarda, bu belirtilerin ne zaman klinik olarak önemli olmadığı konusu tartışmalıdır. Depresyon belirtileri ne zaman yetiyitimine neden olmayacak kadar hafiftir sorusunun cevabı da açık değildir. Fava ve arkadaşlarının (1982) bir çalışmasında normal kontrol grubunda HAM-D toplam puan ortalaması 6 bulunmuştur. Bu sonuca bakıldığında belki de tamamen belirtisiz bir durum sağlamak mümkün değildir.

Çalışmaların pek çoğunda kalıntı belirtilerin olması durumunda sosyal işlevsellikte belirgin bozulma olduğu vurgulanmaktadır. Bu çalışmada kalıntı belirtileri olan grup ile remisyona girmiş olan grubun ikinci görüşmedeki DAS toplam puanlarının ortalaması karşılaştırılmıştır. Daha önce yapılan araştırmaların sonuçlarıyla uyumlu olarak (Mintz ve ark. 1992) kalıntı belirtileri olan grupta yetiyitimi daha fazla bulunmuştur. WHO-DAS-II?nin 6 ayrı alanında kalıntı belirtileri olan grup ile remisyona giren grubun yetiyitimi düzeyleri ölçülmüştür. İkinci görüşmedeki yetiyitimi düzeylerinin ortalamaları karşılaştırıldığında kalıntı belirti grubunda her alanda yetiyitimi düzeyi fazla bulunmuştur. Her iki grup arasındaki fark her alan için istatistiksel olarak anlamlıdır. Yetiyitimi düzeyindeki düzelme ile HAM-D ölçeği toplam puanı ile ölçülen belirtilerdeki düzelme arasında pozitif, anlamlı bir ilişki vardır. Bu alanda yapılan başka çalışmalarda da benzer sonuçlar elde edilmiştir (Judd ve ark. 2000, Mintz ve ark. 1992).

Bu çalışmaya dahil edilen 104 hastanın 27?si (&) 3 ay sonraki ikinci görüşmeye gelmemiştir. Bu hastaların depresif belirtilerinin ve yetiyitimi düzeylerinin ne durumda olduğu bilinmemektedir. Yapılan çeşitli doğal izleme çalışmalarında farklı hasta kaybı oranları gözlenmektedir. Pintor ve arkadaşlarının yaptıkları 2 yıllık bir izleme çalışmasında hastaların %47.8 oranında kaybedildiği, çalışmaya devam edenlerle etmeyenler arasında sosyodemografik ve klinik değişkenler açısından fark olmadığı bildirilmiştir. Yine 18 aylık bir izlem çalışmasında 100 hastanın 15?i çalışmanın sonunda çeşitli nedenlerle izlemden çıkmıştır (O?Leary ve ark. 2000). Bu çalışmanın önemli bir kısıtlılığı çeşitli nedenlere bağlı hasta kaybı sonucunda örneklemin küçülmesidir.

Bu örneklem daha çok orta ve hafif şiddette depresyonu olan ve ayaktan izlenen hastaları içermektedir. Ayrıca hastaların depresyon şiddetlerinin hafif düzeyde bulunmasında, kullanılan depresyon derecelendirme ölçeğinin önemli bir etkisinin olduğu düşünülmektedir. Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği ters nörovejetatif belirtiler olarak bilinen uyku artisi, istah artisi ve kilo artışı gibi belirtileri göz önüne almamaktadır. Bu nedenle SCID-I görüşmesinde depresyon tanısı alan ve bu görüşmede sorulan tüm depresif belirtilerin var olduğunu bildiren hastaların HAM­-D toplam puanları düşük bulunabilmektedir. Sonuç olarak atipik depresyonu olan hastaların uyku ve istah artisi gibi belirtileri başlangıçta ölçülmemiştir. Yine depresyonda 17 maddelik HAM-D ölçeği ile düzelme değerlendirilirken de bu belirtilerdeki düzelmenin etkisi gözlenememiştir. 17 maddelik HAM-D ölçeğinin ters nörovejetatif belirtileri ölçüme katmak bakımından yetersiz olduğu başka yazarlar tarafından da vurgulanmıştır (Nierenberg ve DeCecco, 2001).

Depresyona bağlı yetiyitimiyle ilgili önemli bir soru işlevsel kısıtlılığın zaman içinde kalıcı olup olmadığıdır. Depresyon epizodik bir hastalık olduğu için daha ilerleyici gidiş gösteren diğer tıbbi hastalıklara göre yetiyitimiyle ilişkisinin daha az olacağı ileri sürülebilir. Bu konu bazı izleme çalışmalarında incelenmiştir. ?Medical Outcome Study? (Wells ve ark. 1992) sonuçlarına göre major depresyonu veya distimisi olan hastaların %40?ının 2 yıl sonunda halen depresif bozukluğu olduğu bulunmuştur. Zaman içerisinde fiziksel ve sosyal işlevsellikte düzelme ve özellikle psikolojik iyilik hali gözlenmekle birlikte 2 yıl sonra depresyon hastalarının işlevsellikte ve iyilik halinde kronik bedensel hastalığı olan hastalar kadar bozukluk gösterdiği bildirilmektedir. Kalıntı depresif belirtileri olan bireyler incelendiğinde zaman içinde işlevselliklerinde çok az bir düzelme olduğu bulunmuştur. Semptomlar geçici gibi görünmekle birlikte bu hastaların işlevsellik açısından bedensel hastalığı olanlarla aynı veya daha kötü düzeyde oldukları saptanmıştır.

Kalıntı belirtilerin depreşme riski ile ilişkili olduğuna dair bulgular sık tekrarlanan sonuçlardır. Bu çalışmada izleme süresi 3 ayla sınırlı olduğu için kalıntı belirtileri olanların relaps (depreşme) oranına bakmak mümkün olmamıştır. Ancak tam remisyon sağlanmaması morbidite ve mortalitenin artmasıyla sonuçlanmaktadır. Antidepresan tedaviye yeterli dozda yeterli süre devam edilmesinin pek çok olumsuz sonucu engellediği bilinmektedir. Klinisyenin hedefi hasta remisyona girinceye kadar değil tam iyileşme sağlanıncaya kadar tedaviye devam etmek olmalıdır (Bakish 2001). İyileşme tanımı tartışmalı olmakla birlikte çoğu yazar tarafından remisyonun en az 6 aydır devam etmesi olarak kabul edilmektedir (Frank ve ark. 1991). Judd ve arkadaşlarının (1997) yaptıkları bir çalışmada hiç depresif belirtisi olmayanlara göre subsendromal depresyonu olanlarda yetiyitiminin devam ettiği, yaşam boyu intihar düşüncesi ve girişimlerinin olduğu bildirilmiştir.

Bu çalışmada izleme süresi 3 ay olduğu için yalnızca remisyona girme oranlarına bakılmış ancak relapsın kalıntı belirtilerle olan ilişkisi araştırılamamıştır. Bu konuda yapılan çalışmalarda tedaviye cevap ve remisyon 6. haftadan itibaren değerlendirilmektedir (Bakish 2001). Q?leary ve arkadaşlarının (2000) yaptıkları bir çalışmada hastaların %85?inin ilk 3 ay içinde remisyona girdikleri, izleme süresi arttıkça relapslar nedeniyle remisyon oranlarının azaldığı bildirilmektedir.

Sonuç olarak bu alanda yapılan tüm çalışmalarda kalıntı belirtiler yüksek relaps oranlarıyla ve sosyal işlevlerde önemli derecede bozulma ile ilgili bulunmaktadır. Bu konuda yapılmış diğer çalışmalara benzer olarak bu araştırma da depresyonun yeterli tedavi edilmesinin önemini tekrar vurgulamaktadır. Kalıntı depresif belirtilerin yaşamın pekçok alanında işlev kaybına yol açması, depresyondaki hastaların belirtilerinin şiddetinin dikkatle değerlendirilmesinin ve antidepresan tedaviye yeterli süre ve dozda devam edilmesinin gerekliliğini ortaya koymaktadır.

KAYNAKLAR

Agosti V (1999) Residual symptoms and social functioning over six-months in recovered outpatients with chronic depression. J Affect Disord, 52: 251-255.
Akdemir A, Örsel S, Dağ I ve ark. (1996) Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği (HDDÖ)?nin geçerliliği, güvenirliliği ve klinikte kullanımı. Psikiyatri Psikoloji Psikofarmakoloji Dergisi, 4:251-259.
Angst J, Kupfer DJ, Rosenbaum JF ve ark. (1996) Recovery from depression: risk or reality? Acta Psychiatr Scand, 93:413-419.
American Psychiatric Association. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, Fourth Edition. Wasington, DC:American Psychiatric Association, 1994.
Bakish D (2001) New standard of depression treatment: remission and full recovery. J Clin Psychiatry, 62 (Suppl. 26)5-9.
Çorapçıoğlu A, Aydemir Ö, Yıldız M ve ark. (1999) DSM-IV Eksen I Bozuklukları İçin Yapılandırılmış Klinik Görüşmenin Türkçeye Uyarlanması ve Güvenilirlik Çalışması. İlaç ve Tedavi Dergisi, 12(4):33-36.
Ertugrul A, Uluğ B (2002) The influence of neurocognitive deficits and symptoms on disability in schizophrenia. Acta Psychiatr Scand, 105(3):196-201.
Fava GA, Kellner R, Munari F ve ark. (1982) The Hamilton Depression Rating Scale in normals and depressives: a cross cultural validation. Acta Psychiatr Scand, 66: 26-32.
Fava M, Davidson KG (1996) Definition and epidemiology of treatment resistant depression. Psychiatr Clin North **, 19: 179-195.
Fava GA, Grandi S, Zielezny M, Canestrari R, Morphy MA (1994) Cognitive behavioral treatment of residual symptoms in primary major depressive disorder. ** J Psychiatry, 151: 1295-1299.
First MB, Spitzer RL, Gibbon M, Williams JBW (1997) Structured Clinical Interview for DSM-IV Axis I Disorders (SCID-I), London and Washington DC, American Psychiatric Press.
Frank E, Prien RF, Jarrett RB, Keller MB, Kupfer DJ ve ark. (1991) Arch Gen Psychiatry, 48:851-855.
Hamilton M (1959) The assessment of anxiety states by rating. Br J Med Psychol, 32:50-55.
Hamilton M (1960) A rating scale for depression. J Neurol Neorusurg Psychiatry, 23:56-62.
Hamilton M (1967) Development of a rating scale for primary depressive illness. Br J Soc Clin Psychology, 6: 278-96.
Hays R, Wells K, Sherbourne C, Rogers W, Spitzer K (1995) Functioning and well-being ourcomes of patients with depression compared with chronic medical illness. Arch Gen Psychiatry, 52:11-19.
Hirschfeld RMA, Montgomery SA, Keller MB, Kasper S, Schatzberg AF ve ark. (2000) Social functioning in depression: A review. J Clin Psychiatry, 61: 268-275.
Judd LL (1997) The clinical course of unipolar major depressive disorders. Arch Gen Psychiatry, 54: 989-991.
Judd LL, Akiskal HS, Zeller PJ ve ark. (2000) Psychosocial disability during the long-term course of unipolar major depressive disorder. Arch Gen Psychiatry, 57:375-380.
Kaplan İ (1995) Yarı kırsal alanda bir sağlık ocağına başvuran hastalarda ruhsal bozuklukların yetiyitimi ile ilişkisi. Türk Psikiyatri Dergisi, 6(3): 169-179.
Kessler RC, Nelson CB, McGonagle KA ve ark. (1996) Comorbidity of DSM-III-R major depressive disorder in the general population: results from the US national comorbidity survey. Br J Psychiatry, 168 (suppl 30):17-30.
Menza M, Marin H, Opper RS ve ark. (2003) Residual symptoms in depression: Can treatment be symptom-specific? J Clin Psychiatry, 64: 516-523.
Mintz J, Mintz LI, Arruda MJ ve ark. (1992) Treatment of depression and the functional capacity to work. Arch Gen Psychiatry, 49: 761-768.
Nierenberg AA, Kefe BR, Leslie VC ve ark. (1999) Residual symptoms in depressed patients who respond acutely to fluoxetine. J Clin Psychiatry, 60: 221-225.
Nierenberg AA, DeCecco LM (2001) Definitions of antidepressant treatment response, remission, nonresponse, partial response and other relevant outcomes: a focus on treatment-resistant depression. J Clin Psychiatry, 62 (suppl 16): 5-9.
O?Leary D, Costello F, Gormley N ve ark. (2000) Remission onset and relapse in depression, an 18-month prospective study of course for 100 first admission patients. J Affect Disord, 57: 159-171.
Paykel ES, Ramana R, Cooper Z ve ark. (1995) Residual symptoms after partial remission: an important outcome in depression. Psychol Med, 25:1171-1180.
Paykel ES (1998) Remission and residual symptomatology in major depression. Psychopathology, 31: 5-14.
Pintor L, Gasto C, Navarro V ve ark. (2003) Relaps of major depression after complete and partial remission during a 2-year follow-up. J Affect Disord, 73: 237-244.
Ramana R, Paykel ES, Cooper Z ve ark. (1995) Remission and relapse in major depression: a two-year prospective follow-up study. Psychol Med, 25(6):1161-70.
Uluşahin A, Uluğ B (1994) Depresif bozukluklarda bir izlem çalışması. Türk Psikiyatri Dergisi, 1(5): 19-24.
Wells K, Stewart A, Hays R, Burnam M, Rogers W, Daniels M ve ark. (1989) The functioning and well-being of depressed patients: Results from the Medical Outcome Study. JAMA, 262: 914-919.
Wells K, Burnam MA, Rogers W, Hays R, Camp P (1992) The course of depression in adult outpatients. Results from the Medical Outcomes Study. Arch Gen Psychiatry, 49:788-794.
Yazıcı MK, Demir B, Tanrıverdi N ve ark. (1998) Hamilton Anksiyete Değerlendirme Ölçeği, Değerlendiriciler Arası Güvenilirlik ve Geçerlilik Çalışması. Türk Psikiyatri Dergisi, 9(2): 114-117.


_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
22 Temmuz 2009       Mesaj #124
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Aleksitimi Boyutlarının Depresyon ve Anksiyete Belirtileri ile İlişkileri

Dr. İrem MOTAN, Dr. Tülin GENÇÖZ


GİRİŞ


Latince kökenli bir kelime olan aleksitimi, kavramsal olarak ?duygulara söz bulamamak? anlamına gelmektedir. Aleksitiminin klinik özelliklerini daha önceki yıllarda tanımlayan Sifneos, 1970 yılında Nemiah ile birlikte bu kavramı kuramsal bir çerçeveye oturtmuştur (Nemiah ve Sifneos 1970; Sifneos 1996). Genel olarak bu kuramda, aleksitimik özellikler gösteren kişinin duygularını anlamada ve düzenlemede zorluklar yaşadığı ifade edilmektedir. Bu zorluklar, duyguları isimlendirememek ve ifade edememek, duygularını birbirinden ayrıştıramamak veya duygularını farkında olmaksızın yaşamak şeklinde özetlenebilir.

Literatürde geçmişten günümüze değin sıklıkla kullanılan çeşitli aleksitimi ölçeklerini geliştiren Taylor ve arkadaşları (1985), bu değerlendirme araçlarını geliştirme aşamasında öncelikle ölçülecek yapının tanımını yapma gerekliliği üzerinde durmuşlardır. Bu doğrultuda, önceleri aleksitimiyi, duyguları tanımlamada zorluk; bedensel duyumlar ile duyguları ayrıştırmada zorluk; içgözlem yoksunluğu; sosyal uydumculuk; hayal kurma konusunda kısıtlılık başlıklarını içeren beş alanda tanımlamışlardır. Ancak, teorik bilgiler ve yaptıkları istatistiksel analizler ışığında, aleksitimi alt-boyutlarını, duyguları tanıma ve tanımlama ile duygularla bedensel hisleri ayrıştıramama; duygular konusunda başkalarıyla iletişim kuramama; hayal kurma konusunda kısıtlılık; ve içsel deneyimler yerine dışsal olaylara odaklanma tercihi olarak yeniden belirlemişlerdir (Bagby ve ark. 1986; 1988). Taylor ve arkadaşları, daha sonraki çalışmalarında, geliştirdikleri aleksitimi ölçeklerinin psikometrik özelliklerini destekleyici yönde bulgular elde etmişlerdir. Böylece alanda yapılacak diğer çalışmalarda kullanılabilecek ve farklı boyutlar üzerinde aleksitimik özellikler gösteren ve göstermeyen kişileri ayırt edebilme becerisi bakımından oldukça güvenilir ve geçerli bir araç elde etmişlerdir (Taylor ve ark. 1988). Bagby ve arkadaşları (1986), Toronto Aleksitimi Ölçeği'nin kapsam geçerliği ve faktör yapısı açılarından, aleksitimi ile ilgili teorik bilgileri yeterince yansıttığını öne sürmektedir.

Toronto Aleksitimi Ölçeği (TAÖ), 1992 yılında, yeniden düzenlenerek kısaltılmış ve günümüzde sıkça kullanılan son haline getirilmiştir (Bagby ve ark. 1994a, 1994b). Bu iki aleksitimi ölçeği karşılaştırıldığında ilk dikkati çeken literatür bilgisi, ölçekleri geliştiren ve psikometrik özelliklerini ortaya koyan kişiler olarak Taylor ve arkadaşlarının (1985) TAÖ-26'nın 4 boyut içerdiğini, Parker ve arkadaşlarının (1993) da TAÖ-20'nin 3 boyut içerdiğini açıklamalarıdır. Ölçekleri karşılaştırma konusunda en güncel kaynağı sağlayan Zimmerman ve arkadaşları (2005), TAÖ-26 ve TAÖ-20 ölçeklerini karşılaştırmayı temel amaç olarak kabul ettikleri araştırmalarında, en sık kullanılan aleksitimi ölçeği olan TAÖ-20'nin, güvenirlik ve geçerlik gibi psikometrik özellikleri açısından kuvvetli bir ölçek olmasına rağmen, hayal kurma ile ilgili boyutu içermemesi nedeniyle özgün aleksitimi kavramını birebir yansıtmadığı eleştirilerine dikkat çekmektedirler. Ayrıca, araştırmalarının sonucu olarak TAÖ-26 ölçeğinin çok boyutlu aleksitimi değerlendirmelerine daha uygun olduğunu vurgulamışlardır.

Bu durumda iki ölçeğin kullanım amacı karşılaştırıldığında, TAÖ-20'nin güncel olarak daha sık kullanılan bir ölçek olmasına rağmen, Taylor ve arkadaşlarının savundukları gibi ölçekteki işevuruk düşünme boyutunun hayal kurmaktan yoksun olma boyutu yerine geçecek varsayımı çok eleştirildiğinden, aleksitimi kavramının çok boyutluluğu üzerine kurulu çalışmaların diğerinden önce geliştirilmiş TAÖ-26 ölçeğiyle kullanılması uygun görülmektedir. Örneğin, Hendryx ve arkadaşlarının (1991), aleksitimi boyutlarının anksiyete ve depresyonla ilişkilerini araştırdıkları çalışmalarında ?TAÖ-26? kullanmaları dikkat çekicidir. Öte yandan, Zimmerman ve arkadaşları (2005) TAS-26 ve TAS-20 ölçeklerinden alınan puanların birbiriyle anlamlı şekilde ilişkili bulduklarını ifade ederek, her ne kadar aleksitimi kavramını tam olarak içerdiğine inandıkları TAS-26 ölçeğinin kullanımını önerseler de, yapılan araştırmanın amacına yönelik olarak her iki ölçeğin de kullanılabileceğini vurgulamaktadırlar.

Bagby ve arkadaşları, kişilik ve psikopatoloji ile aleksitimi ilişkisini TAÖ yardımıyla araştırmış ve aleksitiminin depresyon ve anksiyete ile güçlü bir ilişkisi olduğunu bildirmiştir. Bu ekip (1986), depresyon ve anksiyetenin etkisi kontrol edildiğinde, aleksitiminin, diğer klinik ilgi odağı olabilecek kavramlarla ilişkisinin daha sağlıklı şekilde tespit edilebileceğini vurgulamaktadır.

Aleksitiminin psikopatolojinin gelişimi ve devamında yer alan mekanizmalar üzerindeki rolü, giderek ilgi çeken bir araştırma konusu haline gelmiştir. Özellikle, psikosomatik hastalıklar ve duygulanım bozuklukları gibi duygu düzenleme bakımından temel sorunların görüldüğü olgularda, aleksitimik özellikler önemli risk faktörlerinden biri olarak dikkati çekmektedir (Feldman ve ark. 2002; Yücel ve ark. 1998). Bunun dışında, yeme bozuklukları, panik bozukluk, sosyal fobi, konversiyon bozukluğu, madde bağımlılıkları gibi pek çok spesifik alandaki çalışmalarda da aleksitimiye yer verilmektedir (Çelikel ve Saatçioğlu 2002; Parker ve ark. 1993; Zeitlin ve McNally 1993). Son yıllarda, aleksitimi sıklıkla depresyon ve anksiyete bozuklukları araştırmalarında veya spesifik gruplarda depresyon ve anksiyete ile birlikte ele alınmaktadır (Aksu ve ark. 2004; Honkalampi ve ark. 2000; Karlıdağ ve ark. 1997; Şentürk ve ark. 2000; Taylor 2000).

Literatürde, sadece depresyon ile aleksitimi arasındaki ilişki üzerine odaklanan pek çok araştırma bulunmaktadır (örn., Haviland ve ark. 1988; Hendryx ve ark. 1991; Hintikka ve ark. 2001; Honkalampi ve ark. 1999; Saarijarvi ve ark. 2001; Wise ve ark. 1988). Hintikka ve arkadaşlarının (2001) yaptıkları çalışmanın sonucunda, aleksitimi ve depresyonun pozitif yönde ve yüksek derecede ilişkili olduğu, hatta örtüştüğü sonucuna varılmıştır. Ülkemizde yürütülen çalışmalarda da, örneğin Güleç ve arkadaşlarının (2005) depresyonun somatik semptomlarını inceledikleri çalışmaları ve yine bu konuda Evren ile arkadaşlarının (2002) spesifik grup olarak alkol bağımlılarıyla yaptıkları araştırmanın sonuçları, bu bulguları desteklemektedir.

Öte yandan, bazı çalışmalarda aleksitiminin tüm alt-boyutlarının depresyonla ilişkilerinin farklı olabileceği vurgulanmaktadır. Haviland ve arkadaşları (1988b), sadece duyguları tanıma-tanımlama ve duygu iletişiminde zorluk boyutlarını depresyonla ilişkili bulmaktadır. Aleksitiminin başka bir boyutu olan dışarı odaklı düşünmenin depresyonla ilişkili olmadığı gösterilmektedir (Berthoz ve ark. 1999; Haviland ve ark. 1988b). Ülkemizde de benzer şekilde, Sayar ve arkadaşları (2000a), İrritabl Kolon Sendromlu hastalarla yaptıkları bir çalışmada, duygularını ve bedensel duyumlarını tanıma, ifade etme ve hayal kurma açısından bu hastaların zorluklar yaşadıklarını ve aleksitimik özelliğin bu boyutlarının hastaların hipokondriak tutumları ve somatize etme eğilimleri ile pozitif yönde ilişkili olduğunu bulmuşlardır. Sayar ve arkadaşları (2000b) başka bir çalışmalarında, aleksitimik özellikler gösteren kişilerden duygularını ve bedensel duyumlarını ayırt etmede yetersizlik yaşayanların, umutsuzlukla ilişkili olarak daha sık intihar eğilimi gösterdiklerini ortaya koymuşlardır.
Özetle, depresyonun aleksitimi boyutlarıyla ilişkisi incelendiğinde, genelde depresyonun duyguları tanıma ve tanımlamada zorluk boyutuyla pozitif yönde ilişkili olduğu bulunmaktadır. Ancak, çoğu zaman hayal kurmada kısıtlılık ve dışarı odaklı düşünme, depresyonla ilişkili bulunmamaktadır (Haviland ve ark. 1988b). Bununla beraber, depresyon ile aleksitimi alt-boyutları arasındaki ilişkilere odaklanan çalışmalardan elde edilen sonuçlar arasında henüz tam bir tutarlılık bulunmamaktadır (Wise ve ark. 1988; Sexton ve ark. 1998).

Depresif yakınmaların yanısıra, aleksitiminin anksiyete ile ilişkili olduğunu gösterir nitelikte çalışmalar da bulunmaktadır (Arık ve ark. 2002; Berthoz ve ark. 1999). Araştırmacılar anksiyete bozukluğu yaşayan bireylerde, aleksitimi oranının yükselmesine dikkat çekmektedir. Anksiyete bozukluklarının gelişme ve devam mekanizmaları ile ilişkili olarak, aleksitiminin şiddetli duygulanımdan kaçınmak amacıyla, bir savunma mekanizması şeklinde işlev gördüğü düşünülmektedir. Panik bozukluğu olan kişilerin, bedensel duyumların aşırı uyarılması korkularından dolayı, duygusal deneyimlerini ketledikleri ve aleksitimik eğilimler yönünde harekete geçtikleri savunulmaktadır (Aslan ve ark. 1997). Bu durum, aleksitiminin, duygulanımdan kaçınma fonksiyonunun da olabileceğine işaret etmektedir.

Aleksitimin psikosomatik yakınmalara ve duygudurum bozukluklarına olabilecek etiolojik katkısı kesin olarak tespit edilememekle birlikte, sadece kaygı bozukluklarını ele alan bazı çalışmalarda, aleksitimi ve panik bozukluk arasında, örneğin obsesif kompülsif bozukluk veya basit fobiye kıyasla daha güçlü bir ilişki olduğu bulunmuştur (Parker ve ark. 1993; Zeitlin ve McNally 1993). Örneğin, Joukamma ve Lepda (1994) yaptıkları bir çalışmada, sağlıklı gruptakilere kıyasla, panik bozukluk tanısı almış gruptaki bireylerin anlamlı derecede daha fazla aleksitimik özellikler gösterdiğini tespit etmiştir. Öte yandan, Cox ve arkadaşları (1995) sosyal fobisi olan grupla, panik bozukluğu olan bir grubu kıyasladıklarında aleksitimik özellikler bakımından hiçbir farka rastlamadıklarını bildirmektedir.

Berthoz ve arkadaşlarının (1999), aleksitimi ile durumluk-sürekli anksiyete arasındaki ilişkiyi irdeleyen çalışmasında, sürekli anksiyete ile aleksitiminin ?duyguları tanıma ve tanımlamada zorluk? ve ?duygu iletişimde zorluk? boyutları pozitif yönde ilişkili bulunmuştur. Ancak, sürekli anksiyete ile aleksitiminin ?hayal kurmada zorluk? boyutu negatif yönde ilişkili bulunurken; ?dışarı odaklı düşünme? boyutu sürekli anksiyete ile ilişkili bulunmamıştwır. Öte yandan, durumluk anksiyete ile ?duyguları tanımada zorluk? boyutu arasında pozitif yönde bir ilişki bulunurken, ?hayal kurmada zorluk? boyutu arasında negatif yönde bir ilişki bulunmuştur. ?Duygu iletişimi? ve ?dışarı odaklı düşünme? boyutları ise durumluk anksiyete ile ilişkili bulunmamıştır. Özetle, literatürde, aleksitimi alt-boyutlarının depresyonla ilişkisini inceleyen çalışmalara benzer bir şekilde, bu alt-boyutların anksiyete ile de farklı ilişkileri olduğunu vurgulayan çalışmalar bulunmaktadır. Ancak, depresyon ve anksiyete yakınmalarını birlikte ve birbirleriyle karşılaştırarak, aleksitimi alt boyutlarıyla ilişkilerini inceleyen çalışmalar nadir görülmektedir (örn., Marchesi ve ark. 2000).

Depresyon ve anksiyete bozukluklarının ortak ve ayrışan yönlerini vurgulayan en önemli modellerden biri ?Üç bölümlü model-Tripartite model?dir (Clark ve Watson 1991). Bu modele göre, negatif duygulanımdaki artış bu iki bozukluğun ortak özelliği şeklindeyken, pozitif duygulanımdaki düşüş sadece depresif bozukluğa özgü bir özellik olarak ön plana çıkmaktadır. Aleksitimi ve Pozitif-Negatif Duygulanım ilişkisinden yola çıkarak, aleksitimi alt-boyutlarının depresyon ve anksiyete ile farklı ilişkileri olabileceği düşünülmektedir. Ancak, literatürde henüz Pozitif-Negatif Duygulanım ile Aleksitimik özelliklerin bir arada ele alındığı bir çalışmaya rastlanmamıştır.

Bu çalışma, Türk toplumunda aleksitiminin alt-boyutlarını belirlemeyi ve bu boyutlardan hangilerinin depresyon ve anksiyete belirtileriyle ne yönde ilişkili olduğunu araştırmayı hedeflemektedir. Bu çalışmada ayrıca, üç bölümlü modele göre (Watson ve ark. 1988) anksiyete bozuklukları ve depresyonun ayırt edici özellikleri olarak kabul edilen pozitif ve negatif duygulanım ile aleksitimi boyutları arasındaki ilişkilerin de araştırılması da hedeflenmiştir.

YÖNTEMLER

Örneklem

Bu çalışmanın örneklemi Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin çeşitli bölümlerinde lisans eğitimi alan 119 kadın (%82) ve 26 (%18) erkek olmak üzere toplam 145 üniversite öğrencisinden oluşmaktadır. Katılımcıların yaş dağılımı 18 ile 36 arasında değişmektedir (Ort. = 21, SS = 2.09).

Veri toplama araçları

Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ). Bu ölçek 21 sorudan oluşmaktadır. Her bir soru 0 (hiç) ile 3 (ciddi derecede) arasında değerlendirilmektedir ve yüksek puanlar anksiyete yakınmalarındaki artışa işaret etmektedir. Böylece bu ölçekten alınabilecek toplam puan 0 ile 63 arasında değişmektedir. Beck ve arkadaşları (1988) tarafından geliştirilen ölçeğin Türkçe standardizasyonu Ulusoy (1993) tarafından gerçekleştirilmiştir.

Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ). BDÖ 21 sorudan oluşmaktadır ve her bir soru 0 ile 3 arasında bir puan almaktadır. Yüksek puanlar depresif yakınmaların şiddetinde artışa işaret etmektedir. Böylece bu ölçekten alınabilecek toplm puan 0 ile 63 arasında değişmektedir. Beck ve arkadaşları (1979) tarafından geliştirilen ölçeğin, Türkçe uyarlaması ise Hisli (1988, 1989) tarafından gerçekleştirilmiştir.

Pozitif ve Negatif Duygu Ölçeği (PNDÖ). Bu ölçek, Pozitif Duygu ve Negatif Duygu adı altında 10'ar maddelik iki alt ölçekten oluşmaktadır. Her bir soru 1 ?çok az veya hiç? ile 5 ?çok fazla? arasında puanlanmaktadır. Watson ve arkadaşları (1988) tarafından geliştirilen PNDÖ'nün, Pozitif Duygu alt ölçeği kişinin ne derece ilgili, aktif ve uyanık hissettiğini; Negatif Duygu alt ölçeği ise kişinin kızgınlık, tiksinti, suçluluk ve korku gibi öznel sıkıntıları ne derece hissettiğini ölçmektedir. Watson ve arkadaşları (1988) ölçeğin iç tutarlık güvenirliğini, Pozitif duygu için .88 ve Negatif duygu için .87 olarak bildirmişlerdir. Ölçeğin Türkçe güvenirlik ve geçerlik çalışması Gençöz (2000) tarafından yapılmıştır. Gençöz'ün çalışmasında Türkçe PNDÖ'nün orijinali ile tutarlı olarak 2boyuttan oluştuğu bulunmuş, ayrıca iç tutarlığı pozitif ve negatif duygu için sırasıyla .83 ve .86; test-tekrar test tutarlığı ise yine aynı sıraya göre .40 ve .54 olarak rapor edilmiştir. Ölçeğin ölçüt bağıntılı geçerliği ise Beck Depresyon Ölçeği ve Beck Anksiyete Ölçeği ile çalışılmıştır. Buna göre, Pozitif Duygu ölçeği bu ölçekler için sırasıyla -.48 ve -.22'lik korelasyonlar verirken, negatif duygu ölçeğinin bu ölçeklerle korelasyonu yine aynı sıraya göre .51 ve .47 olarak bulunmuştur.

Toronto Aleksitimi Ölçeği (TAÖ). Taylor ve arkadaşları (1985) tarafından geliştirilen TAÖ, aleksitimik özellikleri teorik bilgilere uygun biçimde ölçmek, cevaplardaki toplumsal istenirlik yanlılığını engellemek ve yüksek iç tutarlık sağlamak amaçları göz önünde bulundurularak geliştirilmiştir. Ölçek 26 maddeden oluşmaktadır ve her bir madde beş aralıklı Likert tipi ölçek üzerinde, 1 (kesinlikle uygun değil) ve 5 (kesinlikle uygun) şeklinde değerlendirilmektedir. Puanların artması aleksitimik eğilimin arttığını göstermektedir.

Taylor ve arkadaşlarının (1985) çalışmasında TAÖ'nün 4 alt boyuttan oluştuğu bulunmuştur. Birinci alt boyut (TAÖ-1) kişinin duygularını ve bedensel duyumlarını ayırt edebilme ve tanıyabilmesiyle, ikinci alt boyut (TAÖ-2) kendi iç yaşantılarından çok dış olaylara yönelik düşünmesiyle, üçüncü alt boyut (TAÖ-3) duygularını sözel olarak ifade edebilmesiyle, dördüncü alt boyut (TAÖ-4) ise hayal kurma yeteneğiyle ilgilidir. Sözü edilen bu 4 boyut toplam varyansın % 31.8'ini açıklamaktadır. İlk faktörün toplam varyansın % 12.3'ünü (Cronbach's  = .83), ikinci faktörün % 7.0'sini (Cronbach's = .72), üçüncü faktörün % 6.4'ünü (Cronbach's = .64) ve son faktörün de varyansın % 6.1'ini (Cronbach's  = .69) açıkladığı rapor edilmektedir. Taylor ve arkadaşları (1985) TAÖ'yü geliştirme çalışmasında, ölçeğin toplam iç tutarlığını .79, iki-yarım-test güvenirliği .67 olarak açıklamışlardır. Yanısıra, ölçeğin test tekrar test güvenirlik katsayısı 1 haftalık zaman dilimi için .82, 5 haftalık zaman dilimi için ise .75 olarak bulunmuştur.

Ölçeğin dilimize çevirisi ve güvenirlik ve geçerlik çalışması Dereboy (1990, 1991) tarafından yapılmıştır. Türkçe TAÖ'nün iç güvenirlik katsayısı .65 ve test tekrar test güvenirliği .70 olarak belirtilmektedir (Okyayuz 1993). Ölçeğin Türkçe uyarlamasının faktör yapısı ve güvenirliğine ilişkin çalışmalar bu araştırmada da tekrarlanmış ve buna ilişkin ayrıntılı bilgiler ?Bulgular? bölümünde verilmiştir.

İşlem

Söz konusu araştırma Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin bilimsel araştırmalara yönelik bir etik komisyonu bulunmamasından dolayı ODTÜ Psikoloji Bölümü'nden alınan izin çerçevesinde yürütülmüştür. Veri toplama işlemi, anket uygulaması yapılan sınıfın ilgili öğretim üyelerinin onayıyla, herhangi bir dışlama kriteri kullanılmaksızın, öğrencilerin ders saatleri içerisinde gerçekleştirilmiştir. Ölçeklerin aynı sırada yapılmasından kaynaklanabilecek sıralama ve taşıma etkilerini kontrol etmek amacıyla ölçekler karışık bir sırada uygulanmıştır. Her bir katılımcı için, ölçeklerin doldurulması yaklaşık 15 dakika sürmüştür. Uygulama öncesinde, öğrencilere araştırma hakkında bilgi verilmiş ve çalışmaya katılmak isteyenlerin rızalarını belgeleyen formu imzalamaları istenmiştir. Araştırmada kullanılan ölçeklerin yanısıra, demografik bilgileri içeren bir form da test bataryasına eklenmiştir.

İstatistiksel değerlendirme

Veriler ?SPSS 10.0 for Windows? programı ile analiz edilmiştir. TAÖ'nin boyutlarının belirlenmesi amacıyla Faktör Analizi, araştırmada kullanılan değişkenler arasındaki ilişkinin yönü ve düzeyinin belirlenebilmesi amacı ile Pearson korelasyon analizi kullanılmıştır. Ayrıca, aleksitimi boyutlarının depresyon ve anksiyete yakınmalarının şiddeti ile ilişkisi hiyerarşik regresyon analizleri aracılığı ile incelenmiştir.

BULGULAR


Toronto Aleksitimi Ölçeği (TAÖ)'nin Faktör Yapısı ve Güvenirliği

Aleksitimi ölçeğinin alt boyutlarını belirlemek amacıyla, TAÖ maddelerine faktör analizi yapılmış ve bu analizde bir maddenin ilgili faktöre dahil edilme ölçütü olarak, en az .30 faktör yükü alt sınır olarak kabul edilmiştir. Yapılan varimaks rotasyonlu faktör analizi sonrasında 3 faktörlü bir çözüm elde edilmiş, öz değerlerin grafik dağılımı (scree-plot) ve madde içerikleri de değerlendirildiğinde ulaşılan bu çözüm Türkçe TAÖ için anlamlı bulunmuştur. Bu faktörlerin öz değerleri sırasıyla 5.2, 3.8 ve 2.4'dür ve sırasıyla varyansın % 20, % 15 ve % 9'unu açıklamaktadır. Böylelikle elde edilen bu 3 boyut toplam varyansın % 44'ünü açıklamaktadır. Bu boyutlara, literatürle uyumlu olarak, ?duygu iletişiminde zorluk?, ?duyguları tanıma ve tanımlamada zorluk? ve ?hayal kurmaktan yoksun olma? isimleri verilmiştir (Tablo 1).

Bu çalışmada, Duygu İletişiminde Zorluk boyutu 8 maddeden oluşmaktadır ve faktörün iç tutarlık katsayısı .82'dir. Bu faktör altında toplanan maddelerin düzeltilmiş madde toplam korelasyonları .23 ile .72 arasında değişmektedir. Duyguları Tanıma ve Tanımlamada zorluk boyutu ise 8 maddeden oluşmaktadır ve faktörün iç tutarlık katsayısı .80'dir. Faktördeki maddelerin düzeltilmiş madde toplam korelasyonları .30 ile .62 arasında değişmektedir. Son olarak, Hayal Kurmaktan Yoksun Olma boyutu 6 maddeden oluşmaktadır. Tablo 1'de görüldüğü gibi, ölçekteki 5. ve 15. maddeler, yapılan faktör analizinde hem ?duygu iletişiminde zorluk? hem de ? hayal kurmaktan yoksun olma? boyutlarına kuvvetli olarak yüklenmiş, ancak bu maddelerin içeriği ve literatür bilgileri göz önünde bulundurularak söz konusu maddeler ?hayal kurmaktan yoksun olma? boyutunda kabul edilmiştir. Bu son boyutun iç tutarlık katsayısı .75'dir, maddelerin düzeltilmiş madde toplam korelasyonları ise .35 ile .68 arasında değişmektedir. Tüm ölçeğin iç tutarlık katsayısı ise .70 olarak bulunmuştur.

Özgün çalışmada dördüncü boyut olarak kabul edilen ?dışarı odaklı düşünme? faktöründe yer alan ancak bu çalışmada yapılan faktör analizinde hiçbir faktör altında yüklenmeyen 7, 13 ve 19. maddeler ve ?duyguları tanıma ve tanımlamada zorluk? boyutunda yer alan 10. madde, bu çalışmada bir faktöre dahil edilme kriterlerine uymadıklarından ölçekten çıkarılmış ve bundan sonraki analizlerde bu maddeler değerlendirme dışında bırakılmıştır.

Ölçekler arası korelasyonlar

Aleksitimi boyutlarının birbirleriyle korelasyonlarına bakıldığında, sadece duygu iletişiminde zorluk boyutuyla, hayal kurmaktan yoksun olma boyutunun anlamlı korelasyonu (r = .32, p < .05) olduğu bulunmuştur. Duyguları tanıma ve tanımlamada zorluk boyutu ile diğer iki boyut arasında ise anlamlı bir ilişki görülmemektedir.

Ayrıca alt boyutlara bakmaksızın toplam aleksitimi ölçümü, depresif yakınmalarla (r = .30, p < .01), negatif duygulanım (r = .28, p < .01) ve pozitif duygulanım (r = -.42, p < .01) ile anlamlı korelasyon göstermektedir.Ancak, toplam aleksitimi ölçümü ile anksiyete yakınmaları arasında anlamlı korelasyon bulunmamıştır (r = .12, p > .05).

Aleksitimi alt-boyutlarının diğer değişkenlerle korelasyonlarında ise, duygu iletişiminde zorluk boyutuyla negatif duygulanım (r = .17, p < .05 ) ve pozitif duygulanım (r = -.20, p < .05 ) değişkenleri; duyguları tanımada ve tanımlamada zorluk boyutu ile ise, negatif duygulanım (rp < .01) ve pozitif duygulanım (r = -.26, p < .01) değişkenlerinin yanısıra depresif yakınmalar (r = .30, p < .01), anksiyete yakınmaları (r = .25, p < .01) ilişkili bulunmuştur. Son olarak, hayal kurmaktan yoksun olma boyutuyla ise sadece pozitif duygulanım (r = -.23, p < .05) değişkeni anlamlı bulunmuştur (Tablo 2).

= .29, Aleksitimi boyutlarının depresif yakınmalar ve anksiyete yakınmalarıyla ilişkisi

Aleksitimi boyutlarının, depresif yakınmalar ve anksiyete yakınmalarına özgü, yordayıcı olabilecek boyutlarını elde edebilmek amacıyla, hiyerarşik regresyon analizi kullanılmıştır. Bu amaçla depresif yakınmalar ve anksiyete yakınmaları için iki ayrı regresyon denklemi oluşturulmuştur.

İlk regresyon denklemi, aleksitimi boyutlarının depresif yakınmalarla ilişkilerini araştırmaya yönelik olarak formüle edilmiş ve bu analize depresif yakınmalar bağımlı değişken olarak alınmıştır. Bu analizde, kontrol değişkenleri olarak cinsiyetin yanısıra, depresyon ve anksiyete ölçümlerindeki örtüşme dikkate alınarak, anksiyete yakınmaları da alınmış ve bu iki değişken ilk basamakta denkleme sokularak açıkladıkları varyans istatistiksel olarak kontrol edilmiştir. İkinci basamakta ise denkleme aleksitimi ölçümünden elde edilen 3 boyut (Duygu İletişiminde Zorluk Boyutu, Duyguları Tanıma ve Tanımlamada Zorluk Boyutu, Hayal Kurmaktan Yoksun Olma Boyutu) hiyerarşik olarak önerilmiş, böylece sadece bağımlı değişkenle anlamlı ilişki gösteren aleksitimi boyutları denkleme girebilmiştir.

Formüle edilen bu regresyon denklemi sonuçlarına göre, kontrol değişkenlerinden Cinsiyet (= .14, t (142) = 2.10, p < .05; pr = .17) ve Anksiyete Yakınmaları ( = .57, t (142) = 8.24, p < .001; pr = .57) Depresif Yakınmalarla anlamlı ilişki göstermiştir. Buna göre kadınların ve anksiyete düzeyleri yüksek olan kişilerin depresyon yakınmalarında artışlar görülmektedir. Bu iki kontrol değişkeni toplam varyansın %33'ünü açıklamıştır (F [2, 142] = 35.11, p<.001). Açıklanan bu büyük varyans kontrol edildikten sonra, aleksitimi boyutlarından sadece ?Duygu İletişiminde Zorluk Boyutu? ( = .18, t (141) = 2.73, p < .01; pr = .22) Depresif Yakınmalarla anlamlı ilişki göstermiş ve 2. basamakta denkleme girmiştir. Bu değişkenin de denkleme girmesiyle (Fdeğişim [1, 141] = 7.42, p <. 01) açıklanan toplam varyans %36'ya ulaşmıştır. Bu sonuca göre, cinsiyet ve anksiyete yakınmalarının açıkladığı büyük varyans kontrol edildikten sonra, ?Duygu İletişiminde Zorluk Boyutu?ndaki artış halen depresyon yakınmalarındaki artışla eşleşmektedir (Tablo 3).

Depresif yakınmalarla yapılan analize benzer bir şekilde, aleksitimi boyutlarından hangilerinin anksiyete yakınmalarını yordayabildiğini incelemek amacıyla, istatistiksel analiz olarak hiyerarşik regresyon analizi tercih edilmiştir.

İkinci regresyon denklemi, aleksitimi boyutlarının anksiyete yakınmaları ile ilişkilerini araştırmaya yönelik olarak formüle edilmiş ve bu analize anksiyete yakınmaları bağımlı değişken olarak alınmıştır. Bu analizde de, kontrol değişkenleri olarak cinsiyetin yanısıra, depresyon ve anksiyete ölçümlerindeki örtüşme dikkate alınarak, depresif yakınmalar da alınmış ve bu iki değişken ilk basamakta denkleme sokularak açıkladıkları varyans istatistiksel olarak kontrol edilmiştir. İkinci basamakta ise denkleme aleksitimi ölçümünden elde edilen 3 boyut (Duygu İletişiminde Zorluk Boyutu, Duyguları Tanıma ve Tanımlamada Zorluk Boyutu, Hayal Kurmaktan Yoksun Olma Boyutu) hiyerarşik olarak önerilmiş, böylece sadece bağımlı değişkenle anlamlı ilişki gösteren aleksitimi boyutları sırayla denkleme girebilmiştir.

Formüle edilen bu regresyon denklemi sonuçlarına göre, kontrol değişkenlerinden Cinsiyet (= -.13, t (142) = -1.89, p < .05; pr = -.16) ve Depresif Yakınmalar ( = .57, t (142) = 8.24, p < .001; pr = .57) Anksiyete Yakınmaları ile anlamlı ilişki göstermiştir. Buna göre erkeklerin ve depresyon düzeyleri yüksek olan kişilerin anksiyete yakınmalarında artışlar görülmektedir. Bu iki kontrol değişkeni toplam varyansın %33'ünü açıklamıştır (F [2, 142] = 34.50, p <. 001). Açıklanan bu varyans kontrol edildikten sonra, aleksitimi boyutlarından ?Duygu İletişiminde Zorluk Boyutu? ( = -.14, t (141) = -2.07, p < .05; pr = -.17) ve ?Duyguları Tanıma ve Tanımlamada Zorluk Boyutu? (= .14, t (140) = 2.02, p < .05; pr = .17) Anksiyete Yakınmaları ile anlamlı ilişki göstermiş ve sırasıyla 2. ve 3. basamakta denkleme girmiştir. Bu değişkenlerden ?Duygu İletişiminde Zorluk Boyutu? nun denkleme girmesiyle (Fdeğişim [1, 141] = 4.30, p <. 05) açıklanan toplam varyans %35 olmuştur. ?Duyguları Tanıma ve Tanımlamada Zorluk Boyutu?nun da denkleme girmesiyle (Fdeğişim [1, 140] = 4.09, p <. 05) ise açıklanan toplam varyans %37'ye ulaşmıştır. Bu sonuca göre, cinsiyet ve depresif yakınmaların açıkladığı büyük varyans kontrol edildikten sonra, ?Duygu İletişiminde Zorluk Boyutu?ndaki azalma ile ?Duyguları Tanıma ve Tanımlamada Zorluk Boyutu?ndaki artış halen anksiyete yakınmalarındaki artışla eşleşmektedir (Tablo 4).

TARTIŞMA

Bu çalışmanın amacı, aleksitiminin alt-boyutlarının depresyon ve anksiyete yakınmaları ile farklı ilişkiler gösterebileceğini vurgulamaktır. Bu araştırmanın sonucunda, beklentilerle tutarlı olarak aleksitiminin çok boyutlu bir kavram olduğu desteklenmiş ve aleksitimi için ?Duygu İletişiminde Zorluk?, ?Duyguları Tanımada ve Tanımlamada Zorluk? ve ?Hayal Kurmaktan Yoksun Olma? olmak üzere 3 farklı alt boyut belirlenmiştir.

Taylor ve arkadaşlarının aleksitimi ölçeği üzerindeki çalışmasında (1985) 4 boyut varyansın % 31.8'ini açıklarken, bu çalışmada 3 boyut varyansın % 44'ünü açıklamaktadır. Ayrıca toplam ölçek iç tutarlık katsayıları kıyaslandığında, bu çalışmanın toplam ölçek iç tutarlığının (.70) ölçeğin Türkçe standardizasyonunu yapan Dereboy (1990)'un çalışmasında elde edilen iç tutarlıktan (.65) daha yüksek olduğu, ancak Taylor ve arkadaşlarının (1985) daha yüksek bir tutarlık katsayısı (.79) elde ettikleri görülmektedir. Faktörlerin iç tutarlığına ayrı ayrı bakıldığında ise, bu çalışmanın faktörlerinin (sırasıyla .82, .80, .75) büyük çoğunlukla orijinalinden daha yüksek tutarlıkta olduğu görülmektedir. Bu bilgiler ışığında, ölçeğin Türkçe kullanımında 3 faktörlü açılımın daha güvenilir olduğu düşünülmektedir.

Nitekim literatürde, aleksitimi kavramıyla bu üç boyutun ilgili olduğu, dördüncü boyutun ise daha çok işevuruk düşünme (pensée opératoire) şekliyle örtüştüğü düşünülmektedir (Taylor ve ark. 1985). Aleksitimi ölçeğinin 3 faktörlü açılımı, bu kavramı teorik ve klinik alana kazandıran Nemiah ve Sifneos (1970) tarafından da tercih edilmiştir. Sonuç olarak, bu çalışmanın aleksitimi kavramının ölçümü ile ilgili bulguları literatürle tutarlı gözükmektedir.

Bu çalışmada aleksitiminin depresyon ve anksiyete ile ilişkilerini araştırmak amacıyla yapılan hiyerarşik regresyon analizinde, kontrol değişkenlerinin açıkladığı büyük varyans kontrol edildikten sonra, aleksitimi boyutlarından Duygu İletişiminde Zorluk boyutunun depresif yakınmalarla eşleştiği, öte yandan anksiyete yakınmalarının şiddeti söz konusu olduğunda, hem Duygu İletişimde Zorluk boyutunun hem de Duyguları Tanıma ve Tanımlamada Zorluk boyutunun bu yakınmalarla eşleştiği bulunmuştur. Bu bulgular literatürde var olan bilgilerle karşılaştırıldığında, çalışmanın bu konudaki sonuçlarının da literatür bilgileriyle tutarlı olduğu görülmektedir.

Depresyon ve aleksitimi arasındaki ilişki özellikle son yıllarda pek çok araştırmanın temel konusu olarak görülmektedir ve aleksitimi boyutlarının depresyonla kendilerine özgü ilişkileri artık tespit edilebilmektedir. Örneğin, Saarjarvi ve arkadaşlarının (2001) yaptıkları çalışmada depresif semptomlar çoğaldığında kişilerin kendi duygularını tanıma konusunda zorluklar yaşadığı ve dolayısıyla duygularını başkalarıyla paylaşmakta da zorlandıkları sonucuna varılmıştır. Başka bir deyişle, genellikle aleksitiminin duyguları tanıma ve tanımlamada zorluk boyutu ve duygu iletişimde zorluk boyutu depresyonla ilişkili bulunmuştur. Saarjarvi ve arkadaşlarının ulaştığı sonuçlar, bu çalışmada ulaşılan depresif semptomların aleksitiminin duygu iletişiminde zorluk boyutu ile ilişkili olması bulgusunu destekler niteliktedir. Yürütülen regresyon analizi ile, cinsiyet ve anksiye düzeyinin açıkladığı %33'lük varyans kontrol edildikten sonra sadece duygu iletişiminde zorluk boyutu depresif yakınmalarla ilişki göstermiş, duyguları tanıma ve tanımlama boyutu anlamlı bir ilişki vermemiştir. Bu bulgu aleksitiminin ele alınan 3 boyutu içerisinde, özellikle duygu işletişiminde zorluk boyutunun depresif yakınmalar için kritik bir alan olduğunu vurgular niteliktedir.


Anksiyete ve aleksitimi ilişkisi ele alındığında ise, çoğunlukla aleksitiminin duyguları tanıma ve tanımlamada zorluk boyutu ile anksiyete ilişkisine rastlandığı görülmektedir (Devine ve ark. 1999). Bu bulgularla tutarlı olarak, bu çalışmanın sonuçlarına göre de, Duyguları Tanıma ve Tanımlamada Zorluk boyutu ile anksiyete yakınmaları arasında pozitif bir ilişki görülmektedir, yani kişilerde duygularını tanımaları ve tanımlamalarının zorlaşması yaşadıkları anksiyete düzeyi ile eşleşmektedir. Öte yandan, bu bulguya ek olarak, bu çalışmanın sonuçlarına göre, Duygu İletişiminde Zorluk boyutu ile anksiyete yakınmaları arasında negatif bir ilişki görülmektedir. Bu ilişki kişilerin anksiyete yakınmalarının şiddeti arttıkça, duygu iletişimde zorluk çekmediklerini işaret etmektedir. Bu negatif ilişki, duygu iletişiminde zorluk yaşayan kişilerin kaçma/kaçınma yolları ile bu tür ilişkilerden kaçtıklarını ve böylece bu davranışların sonucunda kaygılarını düşürdüklerini düşündürmektedir. Sonuç olarak, kaçma/kaçınma davranışları olumsuz pekiştireç (kaygının azalması) yolu ile kuvvetlenmektedir. Bu bulgu Berthoz ve arkadaşlarının çalışmalarının (1999) ve Sayar ve arkadaşlarının yaptıkları çalışmaların (2000) bulguları ile tutarlı gözükmektedir.

Somatizasyon aleksitimi ile yakından ilgili bir kavram olarak geçmişten günümüze pek çok çalışmada çeşitli kavramlarla birlikte araştırılmıştır (örn. Taylor ve ark. 1991). De Gucht ve arkadaşları (2004), aleksitiminin psikosomatik semptomlarla ilişkilerini inceleyen bir çalışmalarında, negatif ve pozitif duygulanım boyutlarını da araştırmaya katmışlardır. Bu çalışmanın sonuçlarına göre, negatif ve pozitif duygulanım modele eklendiğinde, nörotisizm ve aleksitminin somatizasyon üzerindeki temel etkisi ortadan kalmakta ve bu etki, negatif duygulanımın nörotisizme aracılık ettiği, pozitif duygulanımın da hem nörotisizme hem de aleksitimiye aracılık ettiği vurgulanmaktadır. Çalışmalarının sonucunda De Gucht ve arkadaşları, somatizasyon çalışmalarında aleksitimiyi ele alırken özellikle pozitif duygulanımın çok önemli bir etkisi olduğunun göz önüne alınması gerektiğine dikkat çekmektedirler. Bu çalışmada, depresif yakınmalarla bağlantılı olduğu düşünülen pozitif duygulardaki düşüş (Clark ve Watson 1991; Gençöz 2000; Gençöz 2002, Watson ve ark. 1988), beklentilerle tutarlı olarak korelasyon analizlerinde aleksitiminin her 3 boyutu ile de anlamlı ilişkiler göstermiştir.
Özetle, yapılan çalışma sonucunda literatürde var olan bilgileri destekleyen bulgulara ulaşılmıştır. Bu araştırmada, aleksitiminin boyutlarından duygu iletişiminde zorluk boyutunun depresif yakınmalar ile eşleştiği, öte yandan anksiyete yakınmalarının şiddeti söz konusu olduğunda, hem duygu iletişimde zorluk boyutunun (negatif olarak) hem de duyguları tanıma ve tanımlamada zorluk boyutunun bu yakınmalarla ilişkili olduğu bulunmuştur. Araştırmada, negatif ve pozitif duygulanım ile aleksitiminin ilişkileri genel olarak ele alındığında, herhangi bir değişkenin kontrol edilmediği korelasyon analizlerinde hem negatif hem de pozitif duygulanım ile beklenen yönlerde anlamlı ilişkiler saptanabilmektedir. Bu sonuçlara göre, pozitif duygulanımın her bir aleksitimi boyutu ile negatif ilişkisi bulunurken, negatif duygulanımın sadece duyguları tanıma ve tanımlamada zorluk boyutu ile duygu iletişiminde zorluk boyutuyla pozitif bir ilişkisi olduğu görülmektedir.



Bu çalışmanın bulgularının alandaki uygulamalara olabilecek katkıları ele alındığında, depresif yakınmaları olan hastalar için özellikle aleksitiminin duygu iletişiminde zorluk boyutuna odaklanılması gereği ortaya çıkmaktadır. Öte yandan, anksiyete yakınmaları ile çalışılırken, duygu iletişiminde zorluk boyutundaki kaçınmaların yanısıra, kişilerin duygularıyla yüzleşmeleri ve onları tanımaları üzerinde de durulması, böylelikle de duygulardan kaçınmanın önlenmeye çalışılması tedavi aşamasında kritik bir adım olarak gözükmektedir.

İleriki çalışmalarda benzer çalışmalar depresyon ve anksiyete bozukluğu tanısı almış gruplarla da yürütülmeli ve bu bulguların tutarlılığının çalışılması gerekmektedir. Ayrıca yeni çalışmalar için, aleksitimi kavramı ve pozitif duygulardaki düşüş özel olarak üzerinde durulabilecek önemli bir nokta olarak göze çarpmaktadır. Sonuç olarak bu araştırma, aleksitiminin depresyon ve anksiyetede farklı özellikleriyle ele alınması gerektiğini vurgulayarak, bu kavramın farklı psikopatolojileri ayırt edici özelliği ile aracı veya belirleyici değişken olarak oynayabileceği rollerin incelenmesi konusunda yol gösterici olduğu düşünülmektedir.

KAYNAKLAR

Aksu G, Hocaoğlu Ç (2004) Mastalji yakınmasıyla radyolojik incelemeye alınan bir grup hastada aleksitimi, anksiyete, kaygı ve depresyon düzeylerinin araştırılması. Klinik Psikiyatri Dergisi, 7:95-102.
Arık AC, Soylu E, Şahin AR (2000) Marmara Depreminden Sonra Gelişen Posttravmatik Stres Bozukluğunda Aleksitimik Özellikler. Gaziantep Devlet Hastanesi Anadolu Tıp Dergisi (Anatolian Journal of Medicine), 4, 20.
Aslan SH, Diler RS, Alparslan ZN ve ark. (1997) Diyabetik Hastalarda Depresyon, Kaygı, Aleksitimi ve Kan Şekeri Kontrolü. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 22:48-52.
Bagby RM, Parker JDA, Taylor GJ (1994a) The twenty-item Toronto Alexithymia Scale: I. Item selection and cross-validation of the factor structure. J Psychosom Res, 38:23-32.
Bagby RM, Taylor GJ, Parker JDA (1994b) The twenty-item Toronto Alexithymia Scale: II. Convergent, discriminant, and concurrent validity. J Psychosom Res, 38:33-40.
Bagby RM, Taylor GJ, Ryan D (1986) Toronto Alexithymia Scale: Relationship with Personality and Psychopathology Measures. Psychother Psychosom, 45:207¯215.
Bagby RM, Taylor GJ, Parker JDA (1988) Construct Validity of the Toronto Alexithymia Scale. Psychother Psychosom, 50:29-34.
Beck AT, Epstein N, Brown G ve ark. (1988) An Inventory for measuring clinical anxiety: Psychometric properties. J Consulting and Clinical Psychology, 56:893-7.
Beck AT, Rush AJ, Shaw BF ve ark. (1979) Cognitive therapy of depression, New York: Guilford.
Berthoz S, Consoli S, Perez-Diaz F ve ark. (1999) Alexithymia and Anxiety: Compounded Relationships? A Psychometric Study. Eur Psychiatry, 14:372-378.
Clark LA, Watson D (1991) Tripartite model of anxiety and depression: Psychometric evidence and taxonomic implications. J Abnorm Psychol, 100:316-336.
Cox BJ, Swinson RP, Shulman ID ve ark. (1995) Alexithymia in panic disorder and social phobia. Compr Psychiatry, 36:195-198.
Çelikel FÇ, Saatçioğlu Ö (2002) Marmara depreminden sonra gelişen posttravmatik stres bozukluğunda aleksitimik özellikler. Anadolu Tıp Dergisi, 4:20-23.
De Gucht V, Fischler B, Heiser W (2004) Neuroticism, alexithymia, negative affect, and positive affect as determinants of medically unexplained symptoms. Pers & Indiv Diff, 36:1655-1667.
Dereboy İF (1990) Aleksitimi Özbildirim Ölçeklerinin Psikometrik Özellikleri Üzerine Bir Çalışma (Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi), Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi.
Dereboy İF (1991) Aleksitimi: Bir Gözden Geçirme. Türk Psikiyatri Dergisi, 1:(3)157-165.
Devine H, Stewart SH ve Watt MC (1999) Relations between anxiety sensitivity and dimensions of alexithymia in a young adult sample. J Psychosom Res, 47:(2)145-158.
Evren CE, Can S, Evren B ve ark. (2002) Yatarak tedavi gören erkek alkol bağımlılarında aleksitiminin depresyon, anksiyete ve erektil işlev bozukluğu ile ilişkisi: Kontrollü bir çalışma. Bull Clin Psychpharmacol, 12:165-173.
Feldman JM, Lehrer PM, Hochron SM (2002) The Predictive Value of the Toronto Alexithymia Scale among Patients with asthma. J Psychosom Res, 53:1049-1052.
Gençöz T (2000) Pozitif ve Negatif Duygu Ölçeği: Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması, Türk Psikoloji Dergisi, 15(46):19-26.
Gençöz T (2002) Discriminant validity of low positive affect: Is it specific to depression? Pers and Indiv Diff, 32(6):991-999.
Graugaard PK, Holgersen K, Finset A (2004) Communicating with Alexithymic and Non-Alexithymic Patients: An Experimental Study of the Effect of Psychosocial Communication and Empathy on Patient Satisfaction. Psychother Psychosom, 73(2):92-100.
Güleç H, Sayar K, Özkorumak E (2005) Somatic symptoms of depression. Türk Psikiyatri Dergisi, 16: 90-96.
Haviland MG, MacMurray JP, Cummings MA (1988a) The relationship between alexithymia and depressive symptoms in a sample of newly abstinent alcoholic inpatients. Psychother Psychosom, 49:37-40.
Haviland MG, Shaw DG, Cummings MA ve ark. (1988b) Alexithymia: Subscales and relationship to depression. Psychother Psychosom, 50:164¯170.
Hendryx MS, Haviland MG, Shaw DG (1991) Dimensions of alexithymia and their relationships to anxiety and depression. J Pers Assess, 56:227¯237.
Hisli N (1988) Beck Depresyon Envanteri'nin geçerliği üzerine bir çalışma. Psikoloji Dergisi, 6(22): 118-22.
Hisli N (1989) Beck Depresyon Envanteri'nin Üniversite Öğrencileri için Geçerliği Güvenirliği. Psikoloji Dergisi, 7:3-13.
Honkalampi K, Saarinen P, Hintikka J ve ark. (1999) Factors associated with alexithymia in patients suffering from depression. Psychother Psychosom, 68:270¯275.
Honkalampi K, Hintikka J, Tanskanen A ve ark. (2000) Depression is strongly associated with alexithymia in the general population. J Psychosom Res, 48:99¯104.
Joukammaa M, Lepola U (1994) Alexithymic features in patients with panic disorder. Nordic J Psychiatry, 48:33-36.
Karlıdağ R, Ünal S, Yoloğlu S (1997) Hekimlerde tükenmişlik düzeylerinin aleksitimi düzeyleriyle ilişkisi. Anadolu Psikiyatri Dergisi, 2:153-160.
Marchesi C, Brusamonti E, Maggini C (2000) Are alexithymia, depression, and anxiety distinct constructs in affective disorders?. J Psychosom Res, 49:143-49.
Nemiah J, Sifneos P (1970) Affect and fantasy in patients with psychosomatic disorders. In: Hill O, editor. Modern trends in psychosomatic medicine-2. London: Butterworths; p. 26?34.
Okyayuz ÜH (1993) Toronto Aleksitimi Ölçeği ile Courtauld Duygu Kontrol Ölçeğinin Bir Türk Örnekleminde Kullanılabilirlik Koşullarının Araştırılması. Türk Psikiyatri Dergisi, 4:18-23.
Parker JDA, Taylor GJ, Bagby RM ve ark. (1993) Alexithymia in panic disorder and simple phobia: a comparative study. ** J Psychiatry, 150:1105¯1107.
Saarijärvi S, Salminen JK, Toikka TB (2001) Alexithymia and depression: A 1-year follow-up study in outpatients with major depression. J Psychosom Res, 51:(6)729-733.
Sayar K, Ak İ (2001) The predictors of somatization: A review, Bull Clin Psychophar, 11:266-271.
Sifneos PE (1996) Alexithymia: Past and present. ** J Psychiatry, 7:137-142.
Şentürk A, Levent BA, Lut T (2000) Hemodiyalize giren kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda psikopatoloji. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Dergisi, 17:163-172.
Taylor GJ (2000) Recent Developments in Alexithymia Theory and Research, Can J Psychiatry, 45:134-142.
Taylor GJ, Bagby RM, Parker JD (1991) The Alexithymia construct: A Potential Paradigm for Psychosomatic Medicine. Psychosomatics, 32: 153-164.
Taylor GJ, Bagby RM, Ryan D ve ark. (1988) Criterion Vality of the Toronto Alexithymia Scale. Psychosom Med, 50:500-509.
Taylor GJ, Ryan D, Bagby RM (1985) Toward the development of a new self-report alexithymia scale. Psychother Psychosom, 44:191-199.
Ulusoy M (1993) Beck Anksiyete Envanteri: Geçerlik ve güvenirlik çalışması (Yayınlanmamış uzmanlık tezi). İstanbul; Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi.
Watson D, Clark LA, Tellegen A (1988) Development and validation of Brief measures of positive and negative affect: the PANAS scales. J Pers Soc Psychol, 54:1063-1070.
Yücel B, Turgay M, Gürel Y ve ark. (1998) İrritabl Barsak Sendromu ve Diabetes Mellitusta Aleksitiminin Değerlendirilmesi. İstanbul Tıp Fakültesi Mecmuası, 61:1.
Zeitlin SB, McNally RJ (1993) Alexithymia and anxiety sensitivity in panic disorder and obsessive-compulsive disorder. ** J Psychiatry, 150:658¯660.
Zimmermann G, Rossier J, Meyer de Stadelhefen F ve ark. (2005) Alexithymia Assessment and Relations with Dimensions of Personality. Eur J Psychol Assess, 21(1):23-33.


_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
22 Temmuz 2009       Mesaj #125
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeğinin 13-18 Yaş Ergen Formunun Geçerlik ve Güvenilirliği

Dr. Nursu ÇAKIN MEMİK, Dr. Belma AĞAOĞLU, Dr. Ayşen COŞKUN, Dr. Özden Ş. ÜNERİ, Dr. Işık KARAKAYA

GİRİŞ

Yaşam kalitesi kişinin kendi durumunu kültür ve değerler sistemi içinde algılayış biçimi olarak tanımlanmıştır (Spilker 1996). Bireyin yaşam kalitesini psikolojik testlerle ölçmek; hastaların tedavi öncesi ve sonrası yaşam kalitelerini belirleyebilmek, tıbbi girişimlerin etkinliğini ve yan etkilerini değerlendirebilmek, sağlık politikalarına yön verebilmek ve tıbbi araştırmaların yapılabilmesi için önemlidir. Bu nedenle yetişkinlerde WHOQOL-100, WOQOL-BREF, SF-36 gibi çok sayıda sağlıkla ilgili yaşam kalitesi ölçeği geliştirilmiş olup bir kısmının da Türkçe geçerlik ve güvenirlik çalışmaları yapılmıştır (Tazaki ve ark. 1998, Hamingway ve ark. 1997, Koçyiğit ve ark. 1999, Fidaner ve ark. 1999, Eiser ve Morse 2001a).

Bilindiği gibi ergenlerde hastalıkların tedavisi, değerlendirilmesi ve hastalığa yaklaşım çocuk ve erişkinlere göre farklılıklar içermektedir. Yaşam kalitesinin değerlendirilmesi de aynı ölçüde farklıdır. Bu fark ergenlerde kullanılabilecek çok sayıda sağlıkla ilgili yaşam kalitesi ölçeği gelişmesine yol açmıştır.

Bedensel, ruhsal, sosyal ve kişisel inançlar açısından iyilik hali kişiler tarafından farklı şekillerde tanımlanabilmekte ve hastalık süreci de farklı yaşanabilmektedir. Yaşam kalitesini değerlendirirken nesnel ve öznel alanlarının olduğunu bilmek gerekmektedir (Testa ve Simonson 1996, Schmeck ve Poustka 1997). Nesnel olarak aynı durumda olan iki kişi öznel olarak yaşam kalitelerini farklı algılayabilmektedir. Nesnel değerlendirmede çocuk ve ergenin neler yapabildiği, yaşam koşulları, çevre ve okul işlevselliği, sosyal ilişkileri değerlendirilmektedir (Lehman 1988, Mogotsi ve ark. 2000). Öznel değerlendirmede ise çocuk ve ergenin fiziksel, duygusal ve sosyal işlevselliği göz önüne alınmaktadır (Wallender ve ark. 2001). Bazı araştırmacılar kişi durumu ile ilgili kendi algısını yansıtmakta olduğu için, öznel değerlendirmenin daha değerli olduğunu ileri sürmektedir (Spilker 1996). Kimi araştırmacılar ise nesnel sonuçlar doğurduğu için ebeveyn formlarının geçerliğinin daha fazla olduğunu düşünmektedir. Çocuk ve ergenin yaşam kalitesini en doğru biçimde anlayabilmek için en iyi çözüm, hem ebeveynin hem de çocuk ve ergenin değerlendirmesini göz önünde bulundurmaktır (Eiser 1997).

Çocuk ve ergenlerde kullanılan yaşam kalitesi ölçekleri (YKÖ) genel olarak değerlendirildiğinde belirli bir hastalık için geliştirilmiş olanlar ve genel iyilik halini ölçenler olarak iki farklı ana grupta toplanabileceği görülmektedir (Eiser ve Morse 2001a).

Genel yaşam kalitesi ölçekleri hem hastalığı olan hem de sağlıklı olan çocuk ve ergenlerde kullanılabilmekte, bu nedenle hastalığı olan ve sağlıklı grup karşılaştırmalarında, toplum sağlığı çalışmalarında geniş örneklemlere uygulanabilmektedirler. Genel YKÖ'lerin duyarlılıklarının düşük olması, çoğunlukla uzun olmaları ve çocuk ve ergendeki küçük değişiklikleri hastalığa özgü YKÖ'ne oranla daha az göstermeleri olumsuz yönleridir (Eiser ve Morse 2001a).

Hastalığa özgü YKÖ sadece geliştirilmiş olduğu hastalığın değerlendirmesinde geçerlidir, bu da ölçeğin iç tutarlığını yükseltmekte, duyarlılığını ve özgüllüğünü artırmaktadır (Eiser ve Morse 2001a). Hastalığa özgü YKÖ kullanımı farklı tedavi yöntemlerinin karşılaştırılmasında, tedavi yaklaşımlarının değerlendirilmesinde ve değişik tedavilerin etkinlik ve yan etkilerinin karşılaştırılmasında uygundur (Eiser 1997). Hastalığa özgü YKÖ'lerinin bu özellikleri genel YKÖ'lerine üstünlüklerini oluşturmaktadır. Her hastalık için hastalığa özgü YKÖ'nün geliştirilmemiş olması ve birden fazla hastalığa sahip çocuk ve ergende kullanılamıyor olmaları ise olumsuz yönleridir (Eiser ve Morse 2001a). Böyle durumlarda genel YKÖ kullanılmaktadır (Eiser ve Morse 2001b).

Bu çalışmada yurt dışında çocuk ve ergenlerde sık kullanılan sağlıkla ilgili yaşam kalitesi ölçeklerinden olan Pediatric Quality of Life Questionniare'in (PedsQL) 13-18 yaş ergen formunun ülkemizde kullanılabilmesi için Türk çocuklarında geçerlik ve güvenilirlik çalışmasının yapılması amaçlanmıştır.

YÖNTEMLER

Örneklem

Araştırma Ekim 2002-Ocak 2003 tarihleri arasında bir pediatri kliniğinde, bir ilköğretim okulunda ve lisede yürütülmüştür. Sağlıklı, ivegen hastalığı ve süregen hastalığı olan ergenlerden oluşan üç farklı grup oluşturulmuştur. Sağlıklı grubu oluşturan ergenler okullardan seçilmiştir. İvegen hastalık grubu, çocuk hastalıkları polikliniğine başvuran ivegen hastalığı olan ergenlerden, süregen hastalık grubu ise pediyatrik nefroloji, endokrinoloji, alerji-immünoloji ve hematoloji birimlerinde izlenen ergenlerden gönüllülük esasına dayanılarak oluşturulmuştur. Her üç grupta da çalışmadan dışlanma ölçütleri; anne ve babanın eğitimsiz olması ve ergenin ölçeği doldurmak için yeterli zihinsel kapasiteye sahip olmaması olarak kabul edilmiştir. Ergenlerin zihinsel durumları ölçeği anlama düzeyleri, doldurup dolduramamaları göz önüne alınarak klinisyenlerin muayeneleri ile değerlendirilmiştir. Yapılandırılmış bir zeka testi zamansal ve ekonomik sebeplerden ötürü ergenlere uygulanamamıştır. Ergenin herhangi bir dışlama ölçütüne sahip olması durumunda, ergen çalışmaya alınmamıştır. Sağlıklı grupta 93, ivegen hastalık grubunda 72 ve süregen hastalık grubunda 65 ergen bulunmaktadır. Ebeveyn ölçeklerini dolduran toplam 230 ebeveynden ise 142'sini anneler, 88'ini babalar oluşturmuştur. Hastanede ergenin yanında olan kişinin ölçeği doldurması uygun görülmüştür. Eğer her iki ebeveyne de ulaşılabilinmiş ise orijinal ölçek çalışmasında olduğu gibi annenin ölçeği doldurması istenmiştir. Her üç gruptaki ergen ve ebeveynlerine bilgi formu okutularak çalışma hakkında bilgi verilmiş, aydınlatılmış onam formu okutularak imza alınmıştır.

Öğrencilerle yapılan çalışma


Okullarda yapılan çalışma İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından yaş grupları göz önüne alınarak belirlenen, farklı sosyoekonomik düzeyde ergenlerin okuduğu il merkezinde bulunan bir ilköğretim okulunda ve lisede yürütülmüştür. 8-11. sınıflar arasından basit rastgele yöntemle seçilen sınıflardaki toplam 93 öğrenciye Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği (ÇİYKÖ) uygulanmıştır.

Hastalarla yapılan çalışma

Kocaeli Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD genel pediatri, nefroloji, endokrinoloji, alerji-immünoloji ve hematoloji polikliniklerine başvuran ve serviste yatarak tedavi gören 13-18 yaşları arasındaki ergenler ve ebeveynleri çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya katılan hasta ergenler ve ebeveynlerine ÇİYKÖ uygulanmıştır. İvegen hastalık grubunda 72, süregen hastalık grubunda ise 65 ergen bulunmaktadır. İvegen hastalık grubu çocuk polikliniğine öksürük, bulantı, boğaz ve baş ağrısı gibi yeni başlayan yakınmalarla başvuran ergenlerden oluşturulmuştur. Süregen hastalık grubu nefrolojik hastalığı olan 5 (%7.8), endokrinolojik hasalığı olan 34 (%53.1), alerjik?immünolojik hastalığı olan 16 (%25.0) ve hematolojik hastalığı olan 2 (%3.1) ergenden oluşmaktadır. Ayrıca süregen hastalık grubuna epilepsi, dermatomiyozit, psöriyazis ve migren gibi hastalıkları olan 7 (%10.9) ergen dahil edilmiştir.

Veri toplama araçları


Çocuklar için yaşam kalitesi ölçeği (ÇİYKÖ)?pediatric quality of life questionnare

PedsQL 2-18 yaşları arasındaki çocuk ve ergenlerin sağlıkla ilgili yaşam kalitelerini ölçebilmek için Varni ve arkadaşları tarafından yaklaşık 15 yıllık çalışma sonucu 1999 yılında geliştirilmiş bir yaşam kalitesi ölçeğidir (Varni ve ark. 1999). Dünya Sağlık Örgütü'nün tanımladığı sağlıklılık halinin özellikleri olan fiziksel sağlık, duygusal işlevsellik ve sosyal işlevsellik alanlarını sorgulamaktadır. Bunun yanında okul işlevselliği de sorgulanmaktadır. Puanlama 3 alanda yapılmaktadır. İlk olarak ölçek toplam puanı (ÖTP), ikinci olarak fiziksel sağlık toplam puanı (FSTP), üçüncü olarak duygusal, sosyal ve okul işlevselliğini değerlendiren madde puanlarının hesaplanmasından oluşan psikososyal sağlık toplam puanı (PSTP) hesaplanmaktadır (Varni ve ark. 2001). Genel yaşam kalitesi ölçeklerinden olan ÇİYKÖ okul ve hastane gibi geniş popülasyonlarda, hem sağlıklı hem de hastalığı olan çocuk ve ergenlerde kullanımı uygun olan 23 maddelik bir yaşam kalitesi ölçeğidir. Maddeler 0?100 arasında puanlanmaktadır. Sorunun yanıtı hiçbir zaman olarak işaretlenmişse 100, nadiren olarak işaretlenmişse 75, bazen olarak işaretlenmişse 50, sıklıkla olarak işaretlenmişse 25, hemen her zaman olarak işaretlenmişse 0 puan almaktadır. ÇİYKÖ toplam puanı ne kadar yüksek ise, sağlıkla ilgili yaşam kalitesi de o kadar iyi algılanmaktadır (Varni ve ark. 2001). ÇİYKÖ'nin kısa olması, yaklaşık 5?10 dakikalık bir sürede doldurulabiliyor olması, araştırmacı tarafından uygulanmasının ve puanlamasının kolay olması en önemli özelliklerindendir (Eiser ve Morse 2001a, Varni ve ark. 2001). ÇİYKÖ'nün güvenilirliğini değerlendirmede iç tutarlık çalışması yapılmış, Cronbach alfa katsayısı 0.93 bulunmuş, geçerlik değerlendirmesi için yapı geçerliğine ve klinik geçerliğine bakılmıştır (Varni ve ark. 1999, Eiser ve ark. 2000). ÇİYKÖ'nün iç tutarlığının yüksek, geçerli, güvenilir ve duyarlı olduğu birçok çalışmada gösterilmiştir (Varni ve ark. 1999, Varni ve ark. 2001, Varni ve ark. 2002a, Varni ve ark. 2002b, Varni ve ark. 2002c, Varni ve ark. 2003a, Varni ve ark. 2003b). ÇİYKÖ'nün 2-18 yaş grubu için Türkçe geçerlik ve güvenirlik çalışması yapılmıştır (Üneri 2005, Çakın Memik 2005).

Sosyodemografik bilgi formu

Çalışmacılar tarafından oluşturulan 21 soru içeren ve ebeveyn tarafından doldurulan bir formdur. Bu formda sosyodemografik bilgiler, son 30 gün içerisinde hastalığın ergeni etkileme düzeyi, ergenin okula gidemediği gün sayısı, ebeveynin işe gidemediği gün sayısı, ebeveynin günlük aktivitesinin kısıtlandığı gün sayısı, ebeveynin iş veriminin etkilenme düzeyi, ailenin ekonomik durumunun etkilenme düzeyi, ebeveynin sosyal ilişkilerinin etkilenme düzeyi ile ilgili sorular bulunmaktadır.

İşlem

Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeği'nin 13-18 yaş ergen formunun Türk çocuklarında geçerlik ve güvenilirlik çalışmasının yapılabilmesi için PedsQL 4.0'ı geliştirmiş olan James Varni'den yazılı olarak izin alınmıştır. Alınan yazılı izin sonrası proje etik kurula sunulmuş, etik kurul onayı alınmıştır. Ardından Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeği 13-18 yaş formları iyi derecede İngilizce bilen, Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD'nda çalışan iki araştırma görevlisi ve bir öğretim üyesi tarafından Türkçe'ye çevrilmiş, daha sonra yine aynı klinikte çalışan başka bir öğretim üyesi tarafından gözden geçirilmiştir. Gözden geçirilmiş olan metin iyi derecede İngilizce bilen bir araştırma görevlisi tarafından Türkçe'den İngilizce'ye çevrilmiş, çevrilmiş olan metin bir öğretim üyesi tarafından ölçeğin aslı ile karşılaştırılmıştır. Önemli düzeyde anlam değişikliği saptanmaması üzerine ölçek 15 ergene ve ebeveynlerine uygulanmıştır. Anlaşılmayan, ifade eksikliği olduğu bildirilen sorular üzerinde araştırma ekibi tarafından tekrar gözden geçirme ve düzeltmeler yapıldıktan sonra ölçek bastırılarak çalışmaya başlanmıştır.

Öğrencilerle yapılan çalışmaya başlamadan önce İl Milli Eğitim Müdürlüğünden, belirlenen okulun müdüründen ve belirlenen sınıfların öğretmenlerinden onay alınmıştır. ÇİYKÖ en az iki araştırmacı tarafından her sınıfta toplu olarak uygulanmıştır. Öğrenciler ölçekleri doldurduktan sonra evde ebeveynlerinin ölçekleri doldurabilmeleri için formlar verilmiştir. Yaklaşık bir hafta sonra ebeveyn formları geri alınmıştır.

İvegen ve süregen hastalık grubunu oluşturan ergenler ölçekleri hastanede doldurmuş, ebeveyn formunu ise ergen ile birlikte hastaneye gelen ebeveyn doldurmuştur.

Verilerin değerlendirilmesi

Çalışmanın verileri, Windows için SPSS (Statistical Package for Social Sciences) 10.0 programı kullanılarak değerlendirilmiştir. Çalışma verileri değerlendirilirken tanımlayıcı istatistiksel metodların (ortalama, standart sapma) yanı sıra, niceliksel verilerin ortalamalarının karşılaştırılmasında ikiden fazla grup için Oneway Anova (post-hoc Tukey HSD testi), ikili grupların karşılaştırmalarında ise Student t testi kullanılmıştır. Pearson korelasyon analizi kullanılarak parametreler arasındaki korelasyon araştırılmıştır. Ölçeğin iç tutarlığı Cronbach alfa yöntemi ile hesaplanmıştır. Sonuçlar %95'lik güven aralığında, anlamlılık p≤ 0.05 düzeyinde değerlendirilmiştir.

BULGULAR

Genel bulgular

Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği (ÇİYKÖ) 13-18 yaşları arasındaki 230 çocuğa uygulanmıştır. Ebeveyn formlarının toplam 230 ebeveyn olmak üzere 142'si (%61.7) anneler, 88'i (%38.3) babalar tarafından doldurulmuştur.

Çocukların %40.4'ü sağlıklı grupta, %31.3'ü ivegen hastalık grubunda ve %28.3'ü süregen hastalık grubunda yer almaktadır.

Çalışmaya katılan çocukların 127'si (%55.2) kız, 103'ü (%44.8) erkeklerden oluşmuş, yaş ortalaması 14.85 (SD:1.38) bulunmuş olup tanı grupları arasında yaş farkı saptanmamıştır (p>0.05). Cinsiyete göre tanı dağılımı değerlendirildiğinde ivegen hastalığı olan ergenlerdeki erkek oranı, sağlam ve süregen hastalığı olanlardan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük bulunmuştur (p<0.05).

Ebeveynlerin eğitim durumları değerlendirildiğinde %46.1'inin ilkokul, %16.1'inin ortaokul, %30.9'unun lise, %7'sinin yüksekokul mezunu olduğu ve ebeveynlerin eğitim durumları açısından tanı grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadığı görülmektedir (p>0.05). Çalışmamıza katılan ebeveynlerin yaş ortalamaları ve çalışıp çalışmadıkları değerlendirildiğinde tanı grupları arasında farkın olmadığı saptanmıştır.

Güvenilirlik çalışması ile ilgili bulgular

Ölçeğin iç tutarlığı değerlendirildiğinde ergen ve ebeveyn formunda Cronbach alfa katsayıları 0.60 (okul işlevsellik puanı, ergen formu) ile 0.87 (ölçek toplam puanı, ebeveyn formu) arasında değişmektedir (Tablo 1).

Ergenlerde tanıya göre ÇİYKÖ'nün tüm maddeleri ile toplam puan korelasyonları değerlendirilmiştir. Süregen hastalık grubundaki okul işlevselliği ile ilgili beşinci madde dışında her üç tanı grubunda da korelasyonlar istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05). ÇİYKÖ maddeleri ile toplam puan korelasyonlarının 0.208 (Fiziksel sağlık ile ilgili 5. madde, sağlıklı grup) ile 0.712 (okul işlevselliği ile ilgili 3. madde, sağlıklı grup) arasında değiştiği görülmüştür. Ebeveyn formunda tanı gruplarına göre ÇİYKÖ'nün tüm maddeleri ile toplam puan korelasyonları istatistiksel olarak anlamlı olup 0.221 (okul işlevselliği ile ilgili 4. madde, sağlıklı grup) ile 0.712 (sosyal işlevsellikle ilgili 4. madde, ivegen grup) arasında değişmektedir (Tablo 2).

Geçerlik çalışması ile ilgili bulgular

Yapı geçerliği

Yapı geçerliğinin değerlendirilmesinde bilinen grup yöntemi kullanılmıştır. Sağlıklı ergenlerin fiziksel sağlık ve ölçek toplam puan ortalamaları süregen hastalığı olanlara göre anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (p<0.05). Sağlıklı ergenlerin psikososyal sağlık toplam puan ortalaması ivegen hastalığı olanlara oranla anlamlı düzeyde yüksek saptanmıştır (p<0.05).

Sağlıklı ergenlerin ebeveyn formuna göre sosyal işlevsellik puan ortalaması süregen hastalığı olan gruptan, bunun dışında kalan puan ortalamaları ise diğer iki gruptan anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (p<0.01) (Tablo 3).

Hastalanma ve hastalık yükü belirteçleri ile ÇİYKÖ puanlarının korelasyonları

Ebeveynlere verilen sosyodemografik bilgi formunda ergenlerin sağlık durumları ile ilgili olarak sorulan, hastalığın ergeni etkileme düzeyi, ergenin okula gidemediği gün sayısı, ebeveynin işe gidemediği gün sayısı, ebeveynin günlük aktivitesinin kısıtlandığı gün sayısı, ebeveynin iş veriminin etkilenme düzeyi, ailenin ekonomik durumunun etkilenme düzeyi ve ebeveynin sosyal ilişkilerinin etkilenme düzeyi ile ÇİYKÖ puanlarının ilişkisi incelenmiştir. İnceleme sonucunda genel olarak hem ergen, hem de ebeveyn formlarında ölçek puanları ile birçok hastalık yükü belirteci arasında düşük-orta düzeyde istatistiksel olarak anlamlı, ters orantılı korelasyon saptanmıştır (Tablo 4).

Ergen ve ebeveyn ÇİYKÖ puanlarının korelasyonları


Tablo 5'de ergen ve ebeveynlerin ÇİYKÖ puanlarının korelasyonları yer almaktadır. Tablo 5 incelendiğinde ergen ve ebeveyn ÇİYKÖ puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı ve doğru orantılı korelasyonların bulunduğu görülmektedir (p<0.01).

TARTIŞMA

Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeği (ÇİYKÖ) olarak Türkçe'ye çevrilen PedsQL 2-18 yaşları arasındaki çocuk ve ergenlere yönelik dört alt formdan oluşmaktadır. Bu çalışmada ÇİYKÖ'nün 13-18 yaşları için olan ergen ve ebeveyn formlarının Türk çocuklarında geçerliği ve güvenilirliği değerlendirilmiştir.

Daha önce yapılmış olan çalışmalarla karşılaştırıldığında örneklemimizin yalnızca 13-18 yaşları arasındaki ergenlerden oluştuğu düşünülecek olursa, denek sayısının diğer çalışmalarla benzerlik gösterdiği görülmektedir (Varni ve ark. 2001, Varni ve ark. 2003a, Bastiaansen ve ark. 2004, Novik ve ark. 2003).

ÇİYKÖ ile yapılan birçok yurt dışı çalışmada tanı gruplarında cinsiyete göre puan ortalamaları değerlendirilmemiştir. Hollanda?da yapılmış olan bir çalışmada çocuk formlarında fiziksel sağlık ve duygusal işlevsellik puan ortalamaları kızlarda erkeklerden düşük bulunmuştur

(Bastiaaansen ve ark. 2004). Çalışmamızda tanı gruplarında cinsiyete göre ÇİYKÖ puan ortalamaları incelendiğinde her üç tanı grubunda da cinsiyete göre ölçek toplam puanlarında fark bulunmamıştır. Ancak ivegen ve süregen hastalığı olan ergenlerin cinsiyete göre ölçek toplam puan ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olmamasına karşın, sağlıklı grupta kız ergenlerin ölçek toplam puan ortalamasının erkeklerden yüksek olduğu görülmüş, bu sonucun örnekleme özgü olduğu düşünülmüştür.

Çalışmamıza katılan ebeveynlerin eğitim düzeyleri orijinal ölçek çalışmasındaki ebeveynlere oranla daha düşüktür. Orijinal ölçek çalışmasının Amerikan toplumunda yapılmış olmasından ötürü ebeveynlerin eğitim düzeylerinin bizim çalışmamıza katılan ebeveynlere oranla daha yüksek olması beklenen bir sonuçtur. ÇİYKÖ'nün orijinal çalışmasında ebeveyn formlarının %80'ini anneler, %13'ünü babalar ve %7'sini diğer yakınlar doldurmuştur (Varni ve ark. 2001). ÇİYKÖ ile yapılan çalışmalarda ebeveyn formlarının çoğunlukla anneler tarafından doldurulduğu ancak baba, öğretmen gibi çocuğun diğer yakınlarının da formları doldurabildiği izlenmiştir (Varni ve ark. 2001, Varni ve ark. 2003a, Felder-Puig ve ark. 2004, Uzark ve ark. 2003). Çalışmamızda ebeveyn formları çoğunlukla anneler tarafından (%62) doldurulmuş olsa da annelerin oranı diğer çalışmalardan daha düşüktür. Ülkemizde erkeklerin eğitim durumlarının kadınlardan daha yüksek olduğu, ev dışı görevlerin daha çok erkekler tarafından yapıldığı bilinmektedir. Bu durumun çalışmamızda annelerin ebeveyn formlarını doldurma oranlarının orijinal çalışmadan daha az olmasında etkili olduğu düşünülmüştür.

Orijinal ölçek geçerlik ve güvenilirlik çalışmasında 2-18 yaş grubu için ölçek toplam puan ortalaması çocuk ve ergen formlarında 79.62, ebeveyn formlarında ise 80.87 bulunmuştur (Varni ve ark. 2001). Varni ve arkadaşlarının yaptıkları diğer bir çalışmada ölçek toplam puan ortalaması ergen formunda 83.65, ebeveyn formunda 79.45 olarak belirtilmiştir (Varni ve ark. 2003a). Çalışmamızda ise ergen formunda ölçek toplam puan ortalaması 77.31, ebeveyn formunda 77.12 saptanmıştır. Çalışmamızda ÇİYKÖ puan ortalamalarının diğer çalışmalardan daha düşük olduğu görülmektedir. Bu bulgu ülkemizde Amerikan toplumuna göre kişi başına düşen gelirin daha düşük, sağlık hizmetlerinden yararlanabilme olanağının daha az olması ve bu özelliklerin yaşam koşullarını zorlaştırıp yaşam kalitesini olumsuz etkilemesi ile açıklanabilir.

Ölçeğin güvenilirliği

ÇİYKÖ'nün güvenilirliğini değerlendirebilmek için iç tutarlık ve madde-toplam puan korelasyonları incelenmiştir.

ÇİYKÖ'nün orijinal çalışmasında çocuk ve ergen formlarında okul işlevselliği puanı dışında kalan puanların, ebeveyn formlarında ise tüm puanların Cronbach alfa değerleri 0.70'in üzerinde bulunmuştur (Varni ve ark. 2001). ÇİYKÖ ile yapılan birçok çalışmada Cronbach alfa değerleri ölçek toplam puanı için 0.70'e yakın ve üzerinde bulunduğu halde okul işlevselliğinin Cronbach alfa değeri 0.70'in altında ya da diğer puanlardan daha düşük saptanmıştır (Varni ve ark. 1999, Varni ve ark. 2003a, Bastiaansen ve ark. 2004, Novik veark. 2003, Felder-Puig ve ark 2004, Uzark ve ark. 2003). Çalışmamızda ergen formunda okul işlevselliği puanlarının Cronbach alfa katsayısı 0.70'in altında bulunmuştur. Ergen formunda duygusal işlevsellik puanlarının Cronbach alfa katsayıları 0.70'e yakındır. Ebeveyn formlarında ve ergen formunda belirtilen bu alanların dışında kalan puanların Cronbach alfa katsayıları 0.70'in üzerinde saptanmıştır. Çalışmamızda okul işlevselliği puanı için hesaplanan Cronbach alfa katsayısının 0.70'in altında olması, fiziksel sağlık, psikososyal sağlık ve ölçek toplam puanlarına göre düşük bulunması bu çalışmalarla benzerdir.

Yazında, bir ölçme aracının kullanılabilmesi için iç tutarlık katsayısının 0.70 ve üstünde olması gerektiği, 0.70'in altında bir değerde olması durumunda ise yalnızca tanımlayıcı ve araştırıcı analizlerde kullanılabileceği ifade edilmektedir (Varni ve ark. 2003a, Özgüven 1994). Çalışmamızda Cronbach alfa katsayılarının genel olarak 0.70'in üzerinde olması ÇİYKÖ'nün güvenilir olduğunu göstermektedir.

Orijinal çalışmada olduğu gibi bizim çalışmamızda da Cronbach alfa katsayıları ergen formunda ebeveyn formundan daha düşük bulunmuştur. Bu sonuç ebeveynlerin ÇİYKÖ maddelerini ergenlere göre daha iyi anlayıp, kavradıklarını gösterebileceği gibi ergenlerin ölçeği doldurmaya karşı dirençli olmalarına da bağlı olabilir.

Madde-toplam puan korelasyon değerlendirmesinde Pearson korelasyon katsayısının 0.40 ve üzerinde bir değerde olması o ölçeğin güvenilirliğinin yüksek olduğunu göstermektedir (Varni ve ark. 2001). ÇİYKÖ'nün orijinal çalışmasında çocuk ve ergen formunda 23 maddeden 4'ü dışındaki maddelerin ve ebeveyn formunda yer alan tüm maddelerin Pearson korelasyon katsayıları 0.40'a yakın ve üzerinde değerler almıştır (Varni ve ark. 2001).

Çalışmamızda tanıya göre ÇİYKÖ maddeleri ile toplam puan korelasyonları değerlendirildiğinde, ergenlerde süregen hastalık grubundaki okul işlevselliği ile ilgili beşinci madde dışında ÇİYKÖ'nün her bir maddesi ile toplam puan arasında istatistiksel olarak anlamlı ve doğru orantılı korelasyonlar saptanmış, birkaç madde dışındaki tüm korelasyonlar 0.40'a yakın ve üzerinde bulunmuştur.

Sonuç olarak ÇİYKÖ'nün 13-18 yaşları arasındaki ergenlerde güvenilirliğini değerlendirebilmek için iç tutarlık ve madde-toplam puan korelasyonları incelenmiş olup, güvenilirliğinin yüksek olduğu kanısına varılmıştır.

Ölçeğin geçerliği

ÇİYKÖ'nün geçerlik değerlendirmesi ayırt edici geçerlik için bilinen grup, bileşen geçerlik için hastalanma ve hastalık yükü belirteçleri ile ölçek puanlarının karşılaştırılması yöntemleri kullanılarak yapılmıştır. ÇİYKÖ'nün analiz sonuçlarından ölçeğin yaşam kalitesini değerlendirmede geçerli bir araç olduğu düşünülmüştür.

ÇİYKÖ'nün orijinal çalışmasında çocuk ve ergen formlarında tanı grupları arasında puan ortalamalarının istatistiksel olarak anlamlı fark gösterdiği, sağlıklı çocuk ve ergenlerin tüm puan ortalamalarının ivegen ve süregen hastalık gruplarından yüksek olduğu bildirilmiştir (Varni ve ark. 2001). Diğer çalışmalarda da benzer şekilde sağlıklı gruptaki çocuk ve ergenlerin puan ortalamaları süregen hastalığı olanlara oranla anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (Varni ve ark. 2003a, Bastiaansen ve ark. 2004, Novik ve ark. 2003).

Bizim çalışmamızda ergen formunda sağlıklı grubun fiziksel sağlık ve ölçek toplam puan ortalamaları süregen hastalığı olan gruptan, psikososyal sağlık toplam puan ortalaması ise yalnızca ivegen hastalığı olan gruptan anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur.

Kalp hastalığı olan çocuk ve ergenlerde yapılan bir çalışmada fiziksel sağlık toplam puan ortalaması dışında sağlıklı çocuk ve ergenlerin ölçek puan ortalamaları kalp hastalığı olanlardan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Kalp hastalığının ağırlığı dikkate alınarak karşılaştırma tekrarlandığında, ağır derecede kalp hastası olanların fiziksel sağlık puan ortalaması sağlıklı olan, hafif ve orta derecede kalp hastalığı olan çocuk ve ergenlerden anlamlı düzeyde düşük saptanmış, hastalık şiddetinin yaşam kalitesini değerlendirmede önemli olduğu bildirilmiştir (Uzark ve ark. 2003). Chan ve arkadaşları tarafından yapılan benzer bir çalışmada ÇİYKÖ'nün yeni geliştirilen kısa formu ve astım hastaları için hazırlanan ÇİYKÖ'nün kısa formu kullanılmıştır. Çalışmanın sonucunda astımın şiddeti ve eştanı sayısı artıkça ÇİYKÖ'nün her iki formunun puanlarının azaldığı görülmüştür (Chan ve ark. 2005). Birçok çalışmada hastalığın ciddiyeti ve şiddetinin, hastanın içerisinde bulunduğu tedavi aşamasının ÇİYKÖ puan ortalamalarını etkilediği gösterilmiştir (Felder-Puig ve ark. 2004, Uzark ve ark. 2003, Chan ve ark. 2005). Çalışmamızda hastalık şiddetinin göz önüne alınmamış olması çalışmamızı sınırlandıran etkenlerden biri olup, ergen formunda tanı grupları arasında ÇİYKÖ puan ortalamalarındaki farkın düşük bulunmasına yol açmış olabilir.
Orijinal ölçek çalışmasında süregen hastalık grubunu oluşturan çocuk ve ergenler daha çok ortopedi, kardiyoloji, romatoloji, daha az endokrinoloji birimlerinden seçilmiştir (Varni ve ark. 2001). Bizim çalışmamızda ise süregen hastalık grubu nefroloji, hematoloji, alerji-immünoloji ve endokrinoloji birimlerinde izlenen ergenlerden oluşmaktadır. Orijinal çalışma örnekleminin kalp hastalığı gibi ciddi hastalığı olan, fiziksel işlevselliği önemli oranda etkileyen ortopedik ve romatolojik hastalığı bulunan çocuk ve ergenlerden oluşması tanı grupları arasında puan farkının çok olmasına yol açmış olabilir. Bizim çalışmamızda yaşam kalitesi üzerindeki etkisi görece daha az olan hastalıkların bulunması, tanı grupları arasındaki puan farkını azaltan ve ergenlerin hastalıklarına uyumunu artıran diğer etkenler olarak düşünülmüştür.

Ebeveyn formunda sağlıklı ergenlerin sosyal işlevsellik puan ortalaması süregen hastalığı olan gruptan, bunun dışında sağlıklı ergenlerin kalan puan ortalamaları ise diğer iki gruptan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Elde ettiğimiz bu sonuç daha önce yapılan çalışmaların sonuçlarıyla benzer niteliktedir (Varni ve ark. 2001, Varni ve ark. 2003a, Novik ve ark. 2003, Felder-Puig ve ark. 2004).

Çalışmamızda ölçek puanları ile son bir ay içerisinde hastalığın ergeni etkileme düzeyi; ergenin okula, ebeveynin işe gidemediği ve ebeveynin günlük aktivitesinin kısıtlandığı gün sayısı; ebeveynin iş veriminin, sosyal ilişkilerinin ve ailenin ekonomik durumunun etkilenme düzeyi arasındaki ilişki ivegen ve süregen hastalık gruplarında ayrı ayrı incelenmiştir.
Genel olarak hem ergen, hem de ebeveyn formlarında ölçek puanları ile birçok hastalık yükü belirteci arasında düşük-orta düzeyde istatistiksel olarak anlamlı, ters orantılı korelasyon saptanmıştır.
ÇİYKÖ'nün orijinal çalışmasında, geçerlik değerlendirmesi için son bir ay içerisinde çocuk ve ergenlerin bakım gereksinimi ve okul devamsızlığı, ebeveynlerin işe gidemediği süre, hastalığın ebeveynlerin iş verimleri üzerine olan etkisi ve ebeveynlerin konsantrasyonlarının etkilenme düzeyi ile ölçek puanları arasındaki ilişkiye bakılmıştır. Bu ilişkiyi değerlendirirken Pearson korelasyon katsayısı dikkate alınarak 0.10-0.29 arasında bir değerde ise düşük, 0.30-0.49 arasında bir değerde ise orta, 0.50 ve üzerinde bir değerde ise yüksek korelasyondan söz edilmiştir (Varni ve ark. 2001, Eiser ve Morse 2001c, Cohen 1988). Bu çalışmada ebeveyn, çocuk ve ergenlerin formlarında ölçek puanları ile çocuk ve ergenin bakım gereksinimi ve okul devamsızlığı arasında düşük-orta, ebeveyn formunda ölçek puanları ile ebeveynin işe gidemediği süre arasında ise orta düzeyde korelasyonun olduğu saptanmıştır. Çocuk ve ergen formunda ölçek puanları ile ebeveynlerin gündelik işlerinin ve konsantrasyonlarının etkilenme düzeyi arasında düşük-orta düzeyde korelasyon bulunurken, ebeveyn formunda bu korelasyonun orta-yüksek düzeyde olduğu görülmüştür (Varni ve ark. 2001).

Hastalık yükü belirteçleri ile ÇİYKÖ puanları arasında orta-yüksek düzeyde korelasyon beklenirken, çalışmamızda korelasyonların çoğunlukla düşük-orta düzeyde olması ve bazı korelasyonların istatistiksel olarak anlam kazanmaması hastalık evresinin, şiddetinin ve ciddiyetinin göz önüne alınmaması ile bağlantılı olabilir. Hastalık özelliklerinin de dikkate alındığı çalışmalar bu konuya açıklık getirebilir.

Varni ve arkadaşlarının yapmış olduğu PedsQL'in geçerlik ve güvenilirlik çalışmasında çocuk, ergen ve ebeveynler arasında ölçek sonuçları karşılaştırılmış, çocuk, ergen ve ebeveyn arasındaki uyumun 0.44 ile 0.75 arasında değiştiği, ölçek toplam puanı göz önüne alındığında uyumun 0.61 olduğu görülmüştür. Çocuk ve ergenlerde yaşın artmasıyla uyumun da artığı gösterilmiştir (Varni ve ark. 2003a). Bizim yapmış olduğumuz çalışmada ebeveyn ve ergen arasındaki uyumun 0.17 ile 0.93 arasında değiştiği, toplam ölçek puanı göz önüne alındığında uyumun 0.59 olduğu saptanmıştır. Daha önce yapılmış çalışmaların bulguları (Varni ve ark. 2003a, Novik ve ark. 2003, Felder-Puig ve ark. 2004, Uzark ve ark. 2003) ile benzerlik gösteren çalışmamızın sonucunda ergen ve ebeveynleri arasındaki uyumun orta-yüksek düzeyde olduğu, yaşın artması ile uyumun da artığı görülmüştür. Bu bulgu ergenlerin ölçeği dolduramayacağı düzeyde ağır bir hastalığı ya da değerlendirmeye alınamayacağı başka durumlar söz konusu olduğunda ebeveynlerin de değerlendirmeyi doğru bir şekilde yapabileceklerini göstermektedir. Ancak ergen ve ebeveyn arasındaki uyumun yüzde yüz olmaması, ergenlerin yaşam kalitelerini değerlendirmek için öz bildirim ölçeklerinin de gerekli olduğunu doğrulamaktadır.

Bu çalışma ile Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği'nin 13-18 yaş ergen ve ebeveyn formlarının ülkemizde geçerli ve güvenilir olduğu, ergenlerin sağlıkla ilgili yaşam kalitelerini değerlendirmek için kullanılabileceği görülmüştür.

Çalışmamızın kısıtlılıkları

Güvenilirlik değerlendirmesinde test-tekrar test yönteminin kullanılmamış, geçerlik değerlendirmesinde faktör analizinin yapılmamış olması çalışmanın kısıtlılığı olarak değerlendirilmiştir. Yine çalışmaya başladığımız dönemde ülkemizde ergenlerde sağlıkla ilgili geçerli ve güvenilir bir yaşam kalitesi ölçeğinin bulunmaması eş değerli ölçek güvenilirliği ve eş zamanlı geçerlik değerlendirmesinin yapılamamasına neden olmuştur.

Çalışmada süregen hastalığı olan ergenlerin hastalıklarının evresinin, şiddetinin, süresinin ve tedavide hangi aşamada olduğunun dikkate alınmaması da çalışmamızın kısıtlılıklarındandır.

Ergenlerin zihinsel durumlarının yapılandırılmış bir zeka testi ile ölçülmemesi de çalışmamızı sınırlandıran etkenlerdendir.

Sosyodemografik bilgi formunun ebeveynler tarafından doldurulmuş olması hastalanma ve hastalık yükü belirteçleri ile ÇİYKÖ puan korelasyonlarının yalnızca ebeveynlerin görüşü doğrultusunda hesaplanmasına, ergenlerin değerlendirmelerinin incelenememesine neden olmuştur.

Elde edilen sonuçların genellenebilmesi için farklı örneklem gruplarıyla tekrarlayan çalışmalara gereksinim olduğu düşünülmektedir.

KAYNAKLAR

Bastiaansen D, Koot HM, Bongers IL ve ark. (2004) Measuring quality of life in children referred for psychiatric problems: psychometric properties of the PedsQLTM 4.0 generic core scales. Qual Life Res, 13:489-495.
Chan KS, Mangione-Smith R, Burwinkle TM ve ark. (2005) The PedsQLTM reliability and validity of the short-form generic core scales and asthma module. Med Care, 43:256-265.
Cohen J (1988) Statistical Power Analysis for the Behavioral Sciences [2 nd ed]. Hillsdale, New Jersey: Erlbaum.
Çakın Memik N (2005) Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeği geçerlik ve güvenilirlik çalışması. Yayınlanmamış uzmanlık tezi, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi.
Drotar D (1998) Measuring Health Related Quality of Life in Children and Adolescentes. Mahwah, New Jersey: Erlbaum.
Eiser C (1997) Childrens quality of life measures. Arch Dis Child, 77:350-354.
Eiser C, Mohay H, Morse R (2000) The measurement of quality of life in young children. Child Care Health Dev, 26:401-414.
Eiser C, Morse R (2001a) Quality-of-life measures in chronic diseases of childhood. Health Technol Assess, 5:1-156.
Eiser C, Morse R (2001b) A review of measures of quality of life for children with chronic illness. Arch Dis Child, 84:205-211.
Eiser C, Morse R (2001c) Can parents rate their child's health-related quality of life? Results of a systematic review. Qual Life Res, 10:347-57.
Eiser C, Vance YH, Horne B ve ark. (2002) The value of the PedsQLTM in assessing quality of life in survivors of childhood cancer. Child Care Health Dev, 29:95-102.
Felder-Puig R, Frey E, Proksch K ve ark. (2004) Validation of the German version of the Pediatric Quality of Life InventoryTM (PedsQLTM) in childhood cancer patients off treatment and children with epilepsy. Qual Life Res, 13:223-234.
Fidaner H, Elbi H, Fidaner C ve ark. (1999) Yaşam kalitesinin ölçülmesi, WHOQOL-100 ve WHOQOL-BREF. Psikiyatri Psikoloji Psikofarmakoloji Dergisi, 7:5-13.
Hamingway H, Stafford M, Stansfeld S ve ark. (1997) Is the SF-36 a valid measure of change in population health? Results from the Whitehall II Study. BMJ, 315:1273-1279.
Harding L (2001) Children's quality of life assessment: a review of generic and health related quality of life measures completed by children and adolescents. Psychol Psychother, 8:79-96.
Koçyiğit H, Aydemir Ö, Ölmez N ve ark. (1999) SF36'nınTürkçe için güvenirliliği ve geçerliliği. Ege Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Dergisi.
Koot HM, Wallender JL (2001) Quality of Life in Child and Adolescents Illness: Concepts, Methods and Findings. East Sussex, UK: Brunner-Routledge.
Lehman AF (1988) A quality of life interview for the chronically mentally ill. Eval Program Plann, 11:51-62.
Mogotsi M, Kaminer D, Stein DJ (2000) Quality of life in the anxiety disorders. Harv Rev Psychiatry, 8:273-282.
Novik A, Ionova T, Kishtovich A ve ark. (2003) Development of Russian of PedsQLtm 4.0 generic core scales for quality of life research in 13-18 years old children (child and parent report versions) QoL Newsletter, 30:15-16.
Özgüven İE (1994) Psikolojik Testler. Ankara: Yeni Doğuş Matbaası.
Schmeck K, Poustka F (1997) Quality of life and child psychiatric disorders. Katching H, Freeman H, Sartorius N, eds. Quality of Life in Mental Disorders. Chichester, England: Wiley, 179-191.
Spilker B (1996) Quality of Life and Pharmacoeconomics in Clinical Trials [2nd ed]. Philadelphia: Lippincott-Raven Publishers.
Tazaki M, Nakane Y, Endo T ve ark. (1998) Results of a qualitative and field study using WOQOL instrument for cancer. Jpn J Clin Oncol, 28(2):134-141.
Testa MA, Simonson DC (1996) Assesment of quality of life outcomes. N Engl J Med, 334:835-340.
Uzark K, Jones K, Bruwinkle TM ve ark. (2003) The Pediatric Quality of Life InventoryTM with heart disease. Prog Pediatr Cardiol, 18:141-148.
Üneri Ö (2005) Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeği'nin 2-7 yaşlarındaki Türk çocuklarında geçerlik ve güvenilirliği. Yayınlanmamış uzmanlık tezi, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi.
Varni JW, Burwinkle TM, Jacobs JR ve ark. (2003b) The PedsQLTM in type1 and type 2 diabetes: reliability and validity of the pediatric quality of life inventory generic core scales and type 1 diabetes module. Diabetes Care, 26:631-637.
Varni JW, Burwinkle TM, Katz ER ve ark. (2002c) The PedsQLTM in paediatric cancer: reliability and validity of the Pediatric Quality of Life InventoryTM generic core scales, multidimensional fatigue scale, and cancer module. Cancer, 94:2090-2106.
Varni JW, Bruwinkle TM, Seid M ve ark. (2003a) The PedsQLTM 4.0 as a pediatric population health measure: feasibility, reliability and validity. Ambul Pediatr, 3:329-341.
Varni JW, Seid M, Knight TS ve ark. (2002a) The PedsQLTM in pediatric rheumatology: reliability, validity, and responsiveness of the Pediatric Quality of Life InventoryTM Generic Core Scales and Rheumatology Module. Arthritis Rheum, 46:714-725.
Varni JW, Seid M, Knight TS ve ark. (2002b) PedsQLTM 4.0 generic core scales: sensitivity, responsiveness, and impact on clinical decision-making. J Behav Med, 25:175?193.
Varni JW, Seid M, Kurtin PS (2001) The PedsQLTM 4.0: reliability and validity of the Pediatric Quality of Life Inventory TM version 4.0 generic core scales in healthy and patient populations. Med Care, 39:800-812.
Varni JW, Seid M, Rode CA (1999) The PedsQL: measurement model for the Pediatric Quality of Life Inventory. Med Care, 37:126-139.
Wallander JL, Schmitt M, Koot HM (2001) Quality of life measurement in children and adolescents: issues, instruments and applications. J Clin Psychol, 57:571-585.

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
23 Temmuz 2009       Mesaj #126
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Bipolar Bozuklukta İşlevsellik Ölçeğinin Geliştirilmesi, Güvenilirlik ve Geçerliliği

Dr. Ömer AYDEMİR, Dr. İbrahim EREN, Dr. Haluk SAVAŞ, Dr. Nalan KALKAN OĞUZHANOĞLU, Dr. Nesrin KOÇAL, Dr. Halise DEVRİMCİ ÖZGÜVEN, Dr. Cengiz AKKAYA, Dr. Ayşe Devrim BAŞTERZİ, Dr. Rıfat KARLIDAĞ, Dr. Çınar YENİLMEZ, Dr. Ayşegül ÖZERDEM, Dr. Kaan KORA, Dr. Lut TAMAM, Dr. Şeref GÜLSEREN, Dr. E. Timuçin ORAL, Dr. Simavi VAHİP


GİRİŞ


Klasik olarak bipolar bozuklukta gidiş ve sonlanım ölçümleri yineleme oranı, hastaneye yatış sayısı ya da belirtilerde düzelme oranı gibi klinik ölçütlerle nesnel olarak değerlendirilir (Michalak et al. 2006). Ancak son yıllarda daha etkili tedavi seçeneklerinin özellikle hastalık dönemlerinde başarıyla uygulanması ile birlikte, işlevsellik ve yaşam kalitesi gibi ölçütler ilgi odağı olmaktadır. DSM Eksen V'te yer alan işlevselliğin genel değerlendirilmesi (İGD) genel işlevselliği yalnızca bir boyutta değerlendirme sağlar. Ancak, özellikle bipolar bozukluğu olan hastalarda, bir alanda sorun ya da bozulma olabilirken, diğer alanlar tamamen sağlam kalabilmektedir. Aslında, genel işlevsellik ekseninin içeriği ve yapısı çeşitli alanları kapsamalıdır (Mezzich 1997). İşlevselliğin değerlendirilmesinde sosyal alan bulunmaktadır ve ailesel, mesleki, kişiler arası ilişkileri içerir; ruhsal alan ise zihinsel, cinsel, duygusal işlevsellik gibi alanlardan oluşur. Diğer yandan, damgalanma bipolar hastaların işlevselliğinde önemli bir sorun oluşturmaktadır (Aydemir 2004). Ayrıca, işlevsellik ölçüm araçlarının tanı koymada kullanılan belirti ya da bulguları içermemesi vurgulanmaktadır (Endicott ve ark. 1993). Belirtilerin ötesinde, dönemler arası evrede işlevsellik geniş biçimde duygusal, cinsel, zihinsel, mesleki alanlardan oluşmalıdır. Hatta Michalak ve arkadaşları (2005) bağımsızlık, kişisel inançlar ya da damgalanma gibi alanların da dikkate alınması gerektiğini bildirmişlerdir.

Bipolar bozuklukta işlevsellik ve yaşam kalitesi çalışmalarında, ya SF-36 gibi sık kullanılan ama özgül olmayan ölçekler ya da Q-LES-Q veya LFQ gibi duygudurum bozukluklarına özgü olarak geliştirilmiş yaygın olmayan araçlar seçilmektedir. Q-LES-Q (Yaşam Kalitesi Haz ve Doyum Alma Anketi; Quality of life Enjoyment and Satisfaction Questionnaire) bu alanda en sık kullanılan ölçeklerden birisidir (Endicott ve ark. 1993). Q-LES-Q sekiz alandan oluşan 93 maddeli bir ölçüm aracıdır ve çeşitli alanları kapsamaktadır: fiziksel etkinlikler, öznel duygular, boş zaman etkinlikleri, genel etkinlikler, toplumsal ilişkiler, iş, ev yükümlülükleri ve okul çalışması. Burada ayrıca ilaçlardan memnun olma ve genel olarak yaşamdan doyum alma gibi alanlar birer soruyla değerlendirilir. Q-LES-Q birçok alanda geçerli ölçümler sağlasa bile, zihinsel ve cinsel işlevsellik ya da damgalanma gibi bazı alanlar eksiktir. Diğer yandan, LFQ (Yaşamda İşlevsellik Anketi; Life Functioning Questionnaire) duygudurum bozukluklarında işlevselliğin değerlendirilmesinde kullanılan 14-maddeli bir öz-bildirim ölçeğidir (Altshuler ve ark. 2002). LFQ önce 14 madde ile işlevsellikte bozukluğun tanımını ortaya koyar ve sonra, bu bozulma alanlarını tanımlar. Bu bağlamda, LFQ'nin uygulanması o kadar kolay değildir, hatta pek çok ayrıntı gerektirir.

Bütün bu hususlar dikkate alınarak, Türkiye Psikiyatri Derneği Duygudurum Bozuklukları Çalışma Birimi olarak, önce bipolar bozuklukta bir işlevsellik ölçüm aracının geliştirilmesi, sonra da güvenilirlik ve geçerlilik çalışmalarının yapılması amaçlanmıştır. Ölçüm aracının geliştirilmesinde, yukarıda sözü edilen tüm işlevsellik alanlarının kapsanması ama bipolar bozukluk için ölçütlerde yer alan belirti ya da bulgularının mümkün olduğunca kapsanmaması hedeflenmiştir.

YÖNTEMLER

Bipolar bozuklukta işlevsellik ölçeği'nin geliştirilmesi

Bipolar Bozuklukta İşlevsellik Ölçeği (BB-İ) için madde seçimi ve geliştirilmesi üç alanda yürütülmüştür. İlkin, yazarlardan birisi (ÖA) bipolar hastalarla ve onların aile üyeleriyle odak grup görüşmeleri yapmıştır. Bu amaçla, altı hastayla remisyon evresindeyken görüşülmüş ve işlevselliklerindeki bozulmayla ilgili olarak öznel algıları soruşturulmuştur. Aynı zamanda, bu altı hastanın aynı mekanda yaşayan sekiz aile üyesiyle de görüşülmüştür. İkinci olarak, uzman görüşü olarak işlevsellikte bozulma alanları belirlenmiştir. Üçüncü olarak ise, yazarlardan biri (ÖA) Sosyal İşlevsellik Ölçeği (Birchwood ve ark. 1990)'nden yararlanarak bazı maddeler oluşturmuştur Aynı zamanda tüm ilişkili yazın gözden geçirilmiş ve önceki çalışmalarda önerilen alanlar belirlenerek dikkate alınmıştır

Ölçeğin alanlarının ve maddelerinin hazırlanmasından sonra, ölçek 11 alt ölçekten oluşmuştur ve 58 madde içermektedir: duygusal işlevsellik, zihinsel işlevsellik, cinsel işlevsellik, damgalanma hissi, içe kapanıklık, ev içi ilişkiler, arkadaşlarıyla ilişkiler, toplumsal etkinliklere katılım, günlük etkinlikler ve hobiler, inisiyatif alma ve potansiyelini kullanabilme ve iş. Bu ölçek Türkiye Psikiyatri Derneği Duygudurum Bozuklukları Bilimsel Çalışma Birimi üyesi 22 merkezin yöneticisi ya da yürütücüsüne gönderilmiştir ve gözden geçirme ve düzeltmeler sonrasında Bipolar Bozuklukta İşlevsellik Ölçeği (BB-İ)'ne son hali verilmiştir. Böylece, yüzey geçerliliği elde edilmiştir. Yanıt ölçeğinin hazırlanmasında, Likert tipi yanıt ölçeği yeğlenmiştir. Özellikle Dünya Sağlık Örgütü Yaşam Kalitesi Ölçeği (WHOQOL)'nin Türkçe için geçerlilik çalışması başta olmak üzere ülkemizde yapılan önceki ölçek çalışmalarında (Fidaner ve ark. 1999), 5'li ya da 7'li Likert tipi gibi geniş yanıt ölçekli değerlendirme araçlarının, 3'lü Likert tipi ölçeklere göre daha düşük performans gösterdikleri bildirilmiştir. Bu göz önüne alınarak, ölçek 3'lü Likert tipi yanıt ölçeği ile düzenlenmiştir. Aynı zamanda ölçeğin hem olumlu ve hem de olumsuz yönde maddeler içermesine dikkat edilmiştir (Tezbaşaran 1996). Yanıt ölçeğinde 1 puan hayır ya da hiç, 2 puan kısmen ya da bazen ve 3 puan evet ya da her zaman karşılığındadır. Buna göre, ölçeğin 58-maddeli biçimi toplam puanı 58 ila 174 arasında olabilmektedir. Ek olarak, ölçeğin özbildirim ölçeği olarak kullanılabilmesi hedeflenmiştir ve son bir ayı değerlendirmektedir.

Denekler

Her merkezden 20 hastanın alınması hedeflenmiştir. Türkiye Psikiyatri Derneği Duygudurum Bozuklukları Çalışma Birimi'ne üye 22 merkez bulunduğu için, çalışmaya 440 hasta alınması planlanmıştır. Araştırmaya alma ölçütleri bipolar I ya da bipolar II bozukluk tanısını karşılamak, 18-65 yaşları arasında olmak ve en az altı aydır remisyonda olmaktır. Dışlama ölçütleri bipolar bozukluk dışında şimdiki muayenede herhangi bir psikiyatrik bozukluğu ölçütlerini karşılamak, alkol ya da madde kullanım bozukluğu bulunması, herhangi bir nörolojik ya da bedensel hastalığı olmak ve araştırma yönergesini anlama ve ölçekleri doldurmada sorun yaratacak bilişsel kusuru olmaktır. Remisyon evresi son altı ayda herhangi bir duygudurum dönemi geçirilmemesi biçiminde tanımlanmıştır ve bu evrenin tanımlanmasında herhangi bir ölçek puanı dikkate alınmamıştır. Çalışmanın sonunda, 15 merkezden 252 hasta çalışmaya alınmıştır. Ek olarak, test-yeniden test güvenilirliği için 30 hastaya iki hafta sonra BB-İ doldurtulmuştur.

Ayrıca, bipolar hastalarla yaş, cinsiyet ve eğitim düzeyi yönünden benzeşen otuz sağlıklı denek ayırt edici geçerliliği sınamak amacıyla çalışmaya alınmıştır. Bu sağlıklı denekler için çalışmaya alma ölçütleri 18-65 yaşları arasında olmaları, yaşamları boyunca herhangi bir psikiyatrik, nörolojik ya da bedensel hastalıkları bulunmaması ya da sürekli kullanmak durumunda oldukları bir tedavinin bulunmamasıdır.

Değerlendirme araçları

BB-İ yanı sıra İşlevselliğin Genel Değerlendirilmesi (İGD), Hamilton Depresyon Değerlendirme Ölçeği (HAM-D) ve Young Mani Derecelendirme Ölçeği (YMRS) kullanılmıştır. Bu ölçeklerle hastaların son bir haftaları değerlendirilmektedir.
Depresif belirtilerin değerlendirmesinde, 17-maddeli HAM-D kullanılmıştır; Türkçe biçiminin güvenilirlik ve geçerlilik çalışması Akdemir ve ark. (1996) tarafından yapılmıştır. Manik belirtileri değerlendirmek için, YMRS kullanılmıştır; Türkçe sürümünün güvenilirlik ve geçerliliği Karadağ ve ark. tarafından (2002) yapılmıştır. İşlevselliğin Genel Değerlendirilmesi (DSM-IV) 0 ila 100 arasında bir ölçüm aralığında bireyin genel işlevselliğini değerlendiren bir ölçüm aracıdır.

İstatistiksel değerlendirme

Güvenilirlik analizlerinde, tüm ölçek ve alt ölçekler için Cronbach alfa katsayısı, katsayıların örtüşmesine karşı düzeltilmiş Pearson madde-toplam puan korelasyonu ve madde ayırt edici geçerlilik testi hesaplanmıştır. Ayrıca güvenilirlik analizinde ölçeğin taban ve tavan etkisi hesaplanmıştır. Ölçeğin toplam puanının hasta Güvenilirlik analizleri Multitrait Analysis Program sürüm 2 kullanılarak yapılmıştır. Ek olarak, güvenilirlik analizinde test-yeniden test korelasyonu Pearson korelasyon testi kullanılmıştır.

Geçerlilik analizinde, SPSS for Windows sürüm 10.0 ile ana bileşenler yöntemi ve varimax rotasyonuyla açıklayıcı faktör analizi yapılmıştır. Özdeğeri 1'den büyük olan faktörler ve faktör yükleri 0.4'ten büyük maddeler dikkate alınmıştır.

Ek olarak LISREL kullanılarak doğrulayıcı faktör analizi uygulanmıştır. Doğrulayıcı faktör analizinde modele uyumu ve verilerin stabilite modelini değerlendirirken, değişik tiplerde ?goodness-of-fit? indeksleri kullanılmıştır. Parametrelerin olası maksimum kestirimi altında rutin olarak kullanılan istatistiksel uyum için standart ki-kare indeksi kullanılmıştır. Ancak ki-kare istatistiğinin iyi bilinen bir olumsuzluğu örneklem büyüklüğüne çok duyarlı olmasıdır ve uygulamada, kuramsal olarak beklenen görgül verilerin uyumsuz sapması istatistiksel güce bağlı olarak elde edilebilir. Bu nedenle tahminin ortalama karekök hatası (root mean square error of approximation; RMSEA) ve karşılaştırmalı uyum indeksi (comparative fit index, CFI) ile ?goodness-of-fit? indeksi (GFI) dahil diğer uygulama uyum indeksleri de kullanılmıştır. RMSEA mutlak bir uyum indeksidir. RMSEA değerinin 0.05'in altında olması verilerle iyi uyumu, 0.05-0.08 arasında olması kabul edilebilir uyumu, 0.08-0.10 arasında olması zayıf uyumu ve 0.10'den büyükse kabul edilemez uyumu gösterir. CFI değeri 0 ila 1 arasında değişebilir ve 0.90'dan büyük olması gereklidir (Schumacker ve Lomax 2004).

Ölçeğin toplam puanı ve alt ölçeklerin puanları, birlikte geçerlilik için İGD ile ve ayırt edici geçerlilik için HAM-D ve YMRS ile Pearson korelasyon analizi kullanılarak bağıntılandırılmıştır. Yine ayırt edici analiz için, bipolar hasta grubunun ve sağlıklı kontrol grubunun BB-İ toplam puanı bağımsız gruplar için t testi ile karşılaştırılmışlardır.

BULGULAR

Hastaların sosyodemografik ve klinik özellikleri Tablo 1'de verilmiştir. Hastaların yaş ortalaması 38.6±12.1 olarak elde edilmiştir ve %56 (n=141)'sı kadındır. Kontrol grubunun yaş ortalaması 35.1±8.5 ve %50 (n=15)'si kadındır. Bipolar hasta grubuyla kontrol grubu arasında yaş, cinsiyet ve eğitim düzeyi yönünden istatistiksel fark saptanmamıştır.

Güvenilirlik analizleri

58-maddeli BB-İ ile analiz yapıldığında, tüm ölçek için Cronbach alfa katsayısı 0.90 olarak elde edilmiştir ve alt ölçeklerin Cronbach alfa katsayıları 0.40-0.99 arasındadır (Tablo 2). Madde-toplam puan korelasyon katsayıları -0.06 ila 0.86 arasında elde edilmiştir ve alt ölçek-toplam puan korelasyon katsayıları ise 0.38-0.65 arasında hesaplanmıştır (Tablo 3). Madde ayırt edici testi tüm ölçek için %90.0 ve alt ölçekler için %57.5-%100.0 arasında bulunmuştur (Tablo 4). Analizlerin ardından 6 maddenin (?Başkalarının duygularını anlayabilme?, ?Günün çoğunu yatakta geçirme?, ?Arkadaşlarla gece kulübüne gitme?, ?Dini etkinliklere katılım?, ?Yemek pişirme?, ?Kendi temizliğini yapma?) güvenilirlik katsaylarının çok düşük olması nedeniyle çıkarılmıştır. Sonrasında, aynı analizler yeniden hesaplanmıştır.

52-maddeli BB-İ için güvenilirlik analizleri uygulanınca, tüm ölçeğin Cronbach alfa katsayısı 0.91 ve alt ölçeklerin Cronbach alfa katsayıları 0.50-0.88 arasında bulunmuştur (Tablo 2). Madde-toplam puan korelasyon katsayıları 0.22-0.86 arasında ve alt ölçek-toplam puan korelasyon katsayıları 0.50-0.88 arasında elde edilmiştir (Tablo 3). Madde ayırt edici geçerlilik testi tüm ölçek için %97.5 ve alt ölçekler için %83.3-%100.0 olarak hesaplanmıştır (Tablo 4). Ölçeğin hem taban hem de tavan etkisi %0.0 olarak elde edilmiştir.

Test-yeniden test güvenilirliğinde, iki hafta arayla yapılan iki ölçüm arasındaki korelasyon yüksek düzeydedir (r=0.82, p<0.0001).

Geçerlilik analizleri

Geçerlilik analizleri 52-maddeli BB-İ ile hesaplanmıştır. İlkin, ana bileşenler yöntemi ile varimax rotasyon kullanarak açıklayıcı faktör analizi yapılmıştır. Açıklayıcı faktör analizinde özdeğeri 1'den büyük 13 faktör elde edilmiştir ve toplam varyansın %65.1'ini açıklamaktadır (Tablo 5). Tüm maddeler faktör yükleri 0.4'ten büyük olarak bir faktöre dahil olmuşlardır. Faktör 1 arkadaşlarla ilişkiler, faktör 2 cinsel işlevsellik, faktör 3 ev dışı etkinlikler, faktör 4 iş, faktör 5 ev içi ilişkiler, faktör 6 ev işleri, faktör 7 içine kapanıklık, faktör 8 damgalanma hissi, faktör 9 zihinsel işlevsellik, faktör 10 eve katkı, faktör 11 erkekler için boş zaman etkinlikleri, faktör 12 gündelik etkinlikler ve hobiler ve faktör 13 duygusal işlevsellik olarak adlandırılmıştır.

Doğrulayıcı faktör analizi 52-maddeli BB-İ ile toplam model olarak uygulanmıştır. Toplam modelde, tahminin ortalama karekök hatası (RMSEA) 0.061, karşılaştırmalı uyum indeksi (comparative fit index, CFI) 0.91 ve goodness-of-fit indeks (GFI) 0.73 olarak bulunmuştur.

Ölçeğin ortalama toplam puanı İGD puanı ile anlamlı korelasyon göstermektedir (r=0.428, p<0.0001). Ek olarak, HAM-D (r=-0.541, p<0.0001) ve YMRS (r=-0.365, p<0.0001) toplam BB-İ puanı ile anlamlı negatif korelasyon göstermiştir. BB-İ bipolar hastaları (ortalama puan=111.8±15.2) sağlıklı kontrol deneklerinden (ortalama puan=121.4±10.4) anlamlı düzeyde ayırt etmiştir (t=-2.300, p=0.038).

TARTIŞMA


Bipolar bozuklukta, özellikle dönemler arası evrede, belirtilerin düzeltilmesi kadar işlevselliğin geliştirilmesi de önem kazanmaktadır. İşlevselliğin değerlendirilmesi için, geniş kapsamlı içeriği olan bir ölçüm aracına gereksinim vardır. Buna göre bu makalede analizlerde sunulduğu gibi, 52-maddeli Bipolar Bozuklukta İşlevsellik Ölçeği (BB-İ) bu amaçla hazırlanmış iyi bir seçenektir.

Güvenilirlik analizleri

BB-İ'nin hem kendisinin oldukça yüksek güvenilirlik katsayısı hem de alt ölçeklerinin orta ile yüksek düzeyde güvenilirlik katsayıları bulunmasıyla iyi bir iç tutarlılığa sahip olduğu kanıtlanmaktadır. Başlangıçta 58-maddeli bir ölçek olarak hazırlanmıştır, ama güvenilirlik analizleri sonucunda düşük güvenilirlik gösteren 6 madde çıkarılmak durumunda kalmıştır. Maddelerden biri (?Başkalarının duygularını anlayabilme?) duygudurum belirtileri gibi başka yapılarla da korelasyon göstermiştir ve duygusal işlevsellik alanını güvenilir bir biçimde değerlendirememektedir. Maddelerden diğer ikisi (?Günün çoğunu yatakta geçirme?) ve (?Arkadaşlarla gece kulübüne gitme?) hastaların hemen hepsi tarafından 1 ya da 2 puanla değerlendirilmemişlerdir ve bu nedenle düşük güvenilirlik göstermiştir. Maddelerden bir diğeri (?Dini etkinliklere katılım?) dönemler-arası işlevsellik ile korelasyon göstereceği yerde hastalığın belirti örüntüsü ile korelasyon göstermiştir. Maddelerden ikisi (?Yemek pişirme?) ve (?Kendi temizliğini yapma?) ise hastaların çoğu tarafından bir işlevsellik kanıtı olmak yerine gündelik rutin etkinlik olarak kabul edilebileceğinden dolayı düşük güvenilirlik göstermişlerdir. Madde sayısı 52'ye düşürülünce, madde kümelerinin alanları güvenilir biçimde iyi bir tutarlılıkla değerlendirdikleri gösterilmiştir.

Geçerlilik analizleri

Tüm geçerlilik analizleri 52-maddeli BB-İ ile yapılmıştır. BB-İ, açıklayıcı faktör analizinde tüm maddeleri ve tüm alanları kapsayarak iyi bir faktör yapısına sahiptir. Tüm alanlar (alt ölçekler) faktörlerde temsil edilmişlerdir. Ev içi (ailesel) ilişkiler aslında faktör yapısında iki alanda temsil edilmiştir: biri ev içi işler ve katkı, diğeri ise ev içi ilişkiler. Bu aslında beklenen bir sonuçtur çünkü aileleriyle birlikte yaşayan çoğu hastanın evde birbiri içine geçmiş iki tür rolü vardır. Bunun ötesinde, boş zaman etkinlikleri için, genel etkinlikler dışında, faktör 11 ?Maç seyretmeye gitme?, ?Kahveye gitme? ya da ?Kulüp etkinliklerine katılma? gibi tipik olarak erkek hastalar tarafından tercih edilen etkinlikleri temsil etmektedir. Bu faktör bizim kültürümüzde yeri olan erkek etkinliklerinin ayrımına işaret etmektedir.

Doğrulayıcı faktör analizi bulguları BB-İ'nin yapı geçerliliği için katkı sağlamaktadır. Doğrulayıcı faktör analizinde 11 alt ölçek ya da alan için uyum modeli kabul edilebilir düzeyde RMSEA ve yüksek CFI göstermiştir. Yalnızca madde 40 (?Bir müzik aleti çalma?) göreceli olarak düşük yük almıştır. Aslında, ülkemizde insanlar yetenekleri olmadığı müddetçe, hobi olarak bir müzik aleti çalmak gibi etkinliklerde az yer alırlar. Ancak, bu maddenin ölçekten çıkarılmaması konusunda ısrarcıyız çünkü müzikle uğraşmak boş zaman hobileri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Bu maddenin performansının daha ileri çalışmalarla değerlendirilmesi önerilir; eğer farklı kültürlerde farklı gruplarla yapılan çalışmalarda bu bulgu değişmeksizin sürerse, bu maddenin düzeltilmesi düşünülebilir. Tüm alanların modele çok iyi uyum göstermesi cesaret vericidir. Buna göre, hem açıklayıcı hem de doğrulayıcı faktör analizleri BB-İ'nin iyi bir yapı geçerliliğine sahip olduğunu ortaya koymaktadır.

Ortalamalar arası korelasyonlar göz önüne alınınca, BB-İ, genel işlevsellik için tek-boyutlu bir değerlendirme aracı olan İGD ile orta düzeyde ama istatistiksel olarak anlamlı korelasyon göstermektedir. İGD yalnızca belirti örüntüsünü dikkate alır ve belirti düzeyinde inceler, ancak BB-İ ise, İGD ile gözden kaçabilen çok daha geniş bir işlevsellik değerlendirmesi sağlar. Bunun ötesinde, BB-İ HAM-D ile orta düzeyde ve anlamlı negatif korelasyon göstermektedir ancak BB-İ ile YMRS arasındaki korelasyon göreceli olarak daha düşüktür. Dönemler arası evrede işlevsellik manik belirti örüntüsüne göre depresif belirti örüntüsünden daha fazla etkilendiği için (Özer ve ark. 2002), depresyon ve mani ölçekleri ile işlevsellik arasındaki korelasyonda fark olması anlaşılırdır. BB-i özellikle remisyon döneminde iyi performans göstermektedir ve eşik-altı kalıntı duygudurum belirtilerinden orta-zayıf düzeyde etkilenmektedir. Araştırmanın tanımı gereği remisyon dönemindeki hastaların alınıyor olması nedeniyle, BB-İ'nin duygudurum belirtilerinden ne ölçüde etkilendiğinin dönem içi değerlendirmeler ile ortaya konması olanaklı olacaktır.

Ölçeğin ayırt edici gücünü ortaya koymak amacıyla, BB-İ sağlıklı kontrol deneklerine de uygulanmıştır. BB-İ bipolar hastaları sağlıklı kontrol deneklerinden anlamlı biçimde ayırt etmektedir. Daha da ötesinde, BB-İ'nin madde ayırt edici geçerlilik testi tüm ölçek için %98.5 ve alt ölçekler için %90-%100 arasında değişmek üzere oldukça yüksek yüzdelerle ayırt ediciliğe sahip olduğunu göstermektedir. Bu bulgular BB-İ'nin ayırt edici gücünün çok iyi olduğuna işaret etmektedir.

BB-İ'nin WHO-ICF ölçütleriyle uyumu

BB-İ'nin alanları Dünya Sağlık Örgütü'nün Uluslararası İşlevsellik Ölçütleri WHO-ICF) (DSÖ 2001) ile eşleştirilince, iki-basamaklı sınıflandırma göz önüne alınarak, tüm alanlar WHO-ICF kodlarında temsil edilmişlerdir. BB-İ'nin her alanı için, WHO-ICF kodları aşağıda verilmiştir: duygusal işlevsellik (b152), zihinsel işlevsellik (b117), cinsel işlevsellik (b640), damgalanma hissi (e460), içe kapanıklık (d910), ev içi (ailesel) ilişkiler (e310, d760), arkadaşlarla ilişkiler (e320), toplumsal etkinliklere katılım (d920), günlük etkinlikler ve hobiler (d920), inisiyatif alma ve potansiyelini gösterme (d860, d865) ve iş (d845, d850). Hem toplumsal etkinliklere katılım hem de günlük etkinlikler ve hobiler aynı WHO-ICF koduyla temsil edilmektedir çünkü WHO-ICF ölçütlerinde, rutin gündelik etkinlikler ile boş zaman etkinlikleri ve hobiler arasında fark yoktur. Yine, inisiyatif alma ve potansiyelini gösterme ve iş gibi bazı alanlar birden fazla WHO-ICF koduyla temsil edilmektedirler çünkü WHO-ICF kodları bazı durumlarda aynı işlevin farklı alanlarıyla ilişkilidirler.

Araştırmanın sınırlılıkları

Araştırmada bazı sınırlılıklar bulunmaktadır. İlkin, araştırmadaki bipolar hastaların sayısı BB-İ'nin madde sayısının yaklaşık beş katı olmasına rağmen, araştırıcı ya da doğrulayıcı faktör analizi gibi istatistiksel analizleri yapabilmek için daha fazla sayıda hasta alınabilmesi daha iyi olurdu. BB-İ'nin üretkenliği (reproducibility; ölçeğin ölçmeyi hedeflediği patolojiyi zaman içinde aynı kesinlikte ölçebilmesi) ve değişime duyarlılığı (sensitivity to change; ölçeğin ölçmeyi hedeflediği patolojinin değişmesi ile bu ölçeğin bu değişimi ne ölçüde kendi ölçümüne yansıttığının belirlenmesi) bu çalışmada araştırılmamıştır ve bundan sonraki araştırmalarda çalışılması önerilir. Böylece, ölçeğin gidişi belirleme değeri ve tedaviye yanıtı öngörme gücü belirlenebilecektir. Ayrıca çalışmada BB-İ ile birlikte geçerlilik için bir ölçek kullanılabilirdi. Buna engel bu alanda yaygın kullanılan bir ölçeği bulunmamasıydı. İlerki çalışmalarda bu konu göz önüne alınarak başka yaşam kalitesi ya da işlevsellik ölçekleriyle (örn. WHOQOL) ilişkisi incelenebilir. Her ne kadar tüm istatistikler tamamlanmış olsa bile, güvenilirlik analizi sonucu ölçeğin 58 maddeden 52 maddeye indirilmesi nedeniyle, ölçeğin bu çalışmada yapılan güvenilirlik ve geçerliliğinin başka gruplarda da doğrulanmasını beklemektedir. Diğer yandan, araştırmanın üstünlüğü olarak, bipolar bozuklukta işlevselliğe dair hemen tüm alanlar kapsanmaya çalışılmıştır ve bu işlem kültürler arası değişkenlik yaratmayacak evrensel maddelerle yerine getirilmiştir.

SONUÇ

Sonuç olarak, bu araştırmanın verilerine dayanarak Bipolar Bozuklukta İşlevsellik Ölçeği bipolar hastaların dönemler arası işlevselliğinin değerlendirilmesinde güvenilir ve geçerli bir değerlendirme aracı olarak kullaınlabilir. Çeşitli araştırmalarda olduğu kadar gündelik rutin uygulamada da kullanılması yararlı olacaktır.

KAYNAKLAR

Akdemir A, Örsel S, Dağ İ, Türkçapar H, İşcan N, Özbay H (1996) Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği (HDDÖ)'nin geçerliği, güvenirliği ve klinikte kullanımı. Psikiyatri Psikoloji Psikofarmakoloji Dergisi, 4: 251-259.
Altshuler L, Mintz J, Leight K (2002) The Life Functioning Questionnaire (LFQ): a brief, gender-neutral scale assessing functional outcome. Psychiatry Res, 112: 161-182.
Aydemir Ö (2004) Bipolar bozukluğa yönelik tutumlar ve damgalama. Psikiyatri Psikoloji Psikofarmakoloji Dergisi, 12 (Ek Sayı 3): 61-64.
Birchwood M, Smith J, Cochrane R, Wetton S, Opestake S (1990) The Social Functioning Scale. The development and validation of a new scale of social adjustment for use in family intervention programmes with schizophrenic patients. Br J Psychiatry, 157: 853-859.
Dünya Sağlık Örgütü (2004) İşlevsellik, Yetiyitimi ve Sağlığın Uluslar arası Sınıflandırılması. Çev. Elif Kabakçı, Ahmet Göğüş. Bilge Matbaacılık, Ankara.
Endicott JE, Nee J, Harrison W, Blumenthal R (1993) Quality of Life Enjoyment and Satisfaction Questinnaire: a new measure. Psychopharmacol Bull, 29: 321-326.
Fidaner H, Elbi H, Fidaner C, Yalçın Eser S, Eser E (1999) Türkler için sağlık ve sosyal bilim araştırmalarında kullanılan likert tipi yanıt ölçekleri: WHOQOL Türkçe versiyonu yanıt skalaları sonuçları. Psikiyatri Psikoloji Psikofarmakoloji Dergisi, 7 (Ek sayı 2): 41-47.
Karadağ F, Oral ET, Aran Yalçın F, Erten E (2001) Young Mani Derecelendirme Ölçeğinin Türkiye'de geçerlik ve güvenilirliği. Türk Psikiyatri Dergisi, 13: 107-114.
Mezzich JE (1997) Kültür ve Çok Eksenli Tanı. Kültür ve Psikiyatrik Tanı. Çev.: Tüzer T. Compos Mentis Yayınları, Ankara, s: 379.
Michalak EE, Yatham LN, Kolesar S, Lam RW (2006) Bipolar disorder and quality of life: a patient-centered perspective. Qual Life Res, 15: 25-37.
Michalak EE, Yatham LN, Wan DD, Lam RW (2005) Perceived quality of life in patients with bipolar disorder. Does group psychoeducation have an impact? Can J Psychiatry, 50: 95-100.
Özer S, Uluşahin A, Batur S, Kabakçı E, Saka MC (2002) Outcome measures of interepisode bipolar patients in a Turkish sample. Soc Psychiatry Psychiatr Epidemiol, l37: 31-37.
Schumacker RE, Lomax RG (2004) A Beginner's Guide to Structural Equation Modeling, second edition. Lawrence Erlbaum Associates Publishers, Londra, s: 79-122.
Tezbaşaran AA (1996) Likert Tipi Ölçek Geliştirme Kılavuzu. Psikologlar Derneği Yayınları, Ankara

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
23 Temmuz 2009       Mesaj #127
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Çocukluk Dönemi Başlangıçlı Obsesif-Kompulsif Bozukluğun Nöropsikolojik Profili

Dr. Metehan IRAK, Dr. Martine F. FLAMENT


ÇOCUKLUK DÖNEMİ BAŞLANGIÇLI OKB?NİN KLİNİK ÖZELLİKLERİ

OKB yineleyici obsesyonlar veya kompulsiyonların görüldüğü, süreğen, kimi zaman da dönemsel gidiş gösteren, kişinin toplumsal ve günlük işlevlerini belirgin olarak etkileyen psikiyatrik bir bozukluktur. Çoğunlukla yetişkinlikte görüldüğü düşünülen bir hastalık olmasına karşın, yapılan çalışmalar ergenlik dönemindeki OKB?nin yaygınlık oranının % 1 ile % 4 arasında olduğunu göstermiştir (Douglass ve ark. 1995, Flament ve ark. 1988). OKB ile diğer psikiyatrik bozuklukların birlikte görülme sıklığı oldukça yüksektir. OKB en sık depresyon, tik bozukluğu ve diğer anksiyete bozuklukları ile birlikte görülmektedir. OKB tanısı almış hastaların % 80?inden fazlası, ilgili belirtilerin 18 yaşından önce başladığını rapor etmişlerdir (Pauls ve ark. 1995). Genel olarak OKB erkek çocuklarda, kızlardan daha önce görülmekte, tepkiler yaklaşık ilk-ergenlik ve sonra ilk yetişkinlik dönemlerinde zirveye ulaşmaktadır (Pauls ve ark. 1995, Rasmussen ve Eisen 1992, Zohar 1999). Yetişkin ve çocukluk dönemi başlangıçlı OKB bazı klinik özellikleri açısından farklıdır. Yetişkin başlangıçlı OKB?den farklı olarak erken başlangıçlı OKB?nin ortaya çıkışı ergenlik öncesine uzanmakta ve göreli olarak daha hızlı seyir göstermektedir. Bu farklılıklar olası nörobiyolojik ve ilişkili diğer sonuçları da beraberinde getirebilmektedir (Sobin ve ark. 2000).

OKB?nin ortaya çıkış nedenleri ve hastalığın tedavisine yönelik psikolojik kökenli ve nörobiyolojik açıklamalar dahil, çok sayıda kuramsal yaklaşım ileri sürülmüştür. Diğer yandan, OKB?nin tedavisinde bilişsel-davranışçı terapi (BDT) ve farmakolojik tedavi yaklaşımlarının günümüzde yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. Her iki tedavi yaklaşımı da çocukluk dönemi başlangıçlı OKB?nin tedavisinde kullanılmakla birlikte, bu tedavilerin etkililiği ve güvenliğini belirlemeye yönelik yeni ve daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğu yaygın bir kanıdır (Flament ve Cohen 2002). Diğer yandan OKB konusunda yapılan araştırmalarda nöropsikolojik yaklaşımın/değerlendirmenin giderek daha yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. Buradan hareketle ilerleyen bölümlerde OKB?nin nöropsikolojik özelliklerini ele alan kuramsal yaklaşımlar ve araştırma bulguları tartışılmıştır.

Çocukluk dönemi başlangıçlı OKB?de nöropsikolojik test bulguları

Günümüzde, psikometrik özellikleri gelişmiş, ayrıntılı beyin işlevselliğine duyarlı ve daha fazla sayıda nöropsikolojik testin varlığı, hasta grupları üzerindeki nöropsikolojik değerlendirmelerin bir boyut üzerinde ve derecelendirmeye dayalı olarak yapılmasına olanak sağlamaktadır. Bu yönüyle nöropsikolojik testler ve değerlendirme, diğer birçok psikiyatrik hastalık grubunda olduğu gibi, OKB?deki bilişsel süreçleri ele alan araştırma yaklaşımının bir parçasını oluşturmaktadır. Bu derleme çalışmasında, çocukluk dönemi başlangıçlı OKB hastalarının nöropsikolojik performanslarını ele alan çalışmalar ve bunların sonuçlarının bir değerlendirmesi sunulmuştur. Bu amaçla 2006 Haziran dönemine kadarki Med-Line ve PsycInfo veri tabanları taranmış, 0-19 yaş arasındaki OKB hastalarının nöropsikolojik performanslarının incelendiği ve herhangi bir tedavi etkinliğinin (farmakolojik ve/veya psikoterapi) bilişsel performanslar üzerindeki etkisinin doğrudan incelenmediği çalışmalar incelemeye dahil edilmiştir. Taramada kullanılan anahtar kelimeler şunlar olmuştur: OKB, nöropsikoloji, biliş, dikkat, bellek, yönetici işlevler, bilgi işleme, üst-biliş ve üst-bellek. Tarama sonucunda ilgili özelliklere sahip altı çalışma olduğu görülmüştür. İlgili çalışmaların bir değerlendirmesi Tablo 1?de sunulmuştur. Bu çalışmalar arasından, Gladstone ve arkadaşlarının (1993) çalışması sadece kongre bildiri özeti olarak yayınlanmıştır. Bu çalışmanın ayrıntıları, Cox?un (1997) tarama makalesinden alınmıştır. Çalışmalarda kullanılan nöropsikolojik testlerin ölçtüğü özellikler göz önünde bulundurularak bulgular dikkat, bellek ve yönetici işlevler alt başlıkları altında sırasıyla sunulmuştur.

Dikkat

Bu konuda yapılan ilk çalışmalardan birinde Foa ve McNally (1986), ikili-dinleme deneyi sırasında yetişkin OKB hastalarının tehdit-ilişkili kelimeleri nötr kelimelere göre daha fazla anladıkları ya da farkettikleri sonucunu elde etmiştir. Bilişsel performansta yaşanan güçlüklerin kaygıyla yakından ilişkili olduğu, bunun da bilişsel süreçteki akıcılığı engelleyen ve bilinci meşgul eden bozucu etkilerin ve araya girici düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olduğu vurgulanmıştır (Eysenck 1997, Gotlib ve ark. 1996). OKB?de bilişsel işlevler söz konusu olduğunda, OKB hastalarının dikkat performanslarında bir ?sorun? olmadığı, buna karşılık yaygın kabul gören yaklaşımda, bu hastaların seçici dikkat yanlılıklarının olduğundan söz edilmiştir. Sözü edilen bu seçici dikkat yanlılığı, dikkatin genel olarak çevredeki uyaranların seçici özelliklerine dikkat etme ve bunun dışında kalan uyaranlara dikkat etmeme ya da aldırış etmeme şeklinde ifade edilmiştir (Diniz ve ark. 2004, Kuelz ve ark. 2004, Moritz ve ark. 2004).

Çocukluk dönemi başlangıçlı OKB hastalarının dikkat performansının farklı yönlerini belirlemeye yönelik çalışmaların sayısının yetişkin grubundaki kadar fazla olmadığı dikkati çekmektedir. Cox ve arkadaşlarının (1989) çalışmasında, 8-18 yaş aralığında OKB tanısı almış hastalar ile yaş, cinsiyet ve el tercihi açısından eşlenmiş sağlıklı kontrollerin nöropsikolojik performansları karşılaştırılmıştır (Tablo 1). Dikkat performansı açısından bakıldığında, sadece ikili dinleme görevindeki toplam doğru puanı açısından gruplar arasında fark elde edilmiş ve OKB grubunun toplam doğru oranı, sağlıklı kontrollerden daha düşük olmuştur. Gladstone ve arkadaşlarının (1993) bir çalışmasında ise, 8-13 yaş aralığında Tourette Bozukluğu (TB) olan çocuklarla, yaş, cinsiyet ve zeka bölümü (ZB) açısından eşlenmiş ve OKB tanısı almış çocuklar yine nöropsikolojik performansları açısından karşılaştırılmıştır. Sonuçlar, her iki grubun sürekli dikkat performanslarının norm değerlerine göre düşük olduğunu göstermiştir (Cox 1997). Yazarlar, sonuçları OKB ve TB?de dikkatin bozulduğu şeklinde yorumlamışlardır (Gladstone ve ark. 1993).

Behar ve arkadaşlarının (1984) bir çalışmasında, 10 haftalık klomipramin tedavisi almakta olan 13.7 yaş ortalamasına sahip OKB hastaları ile, yaş, cinsiyet ve ZB açısından eşlenmiş sağlıklı kontrollerin nöropsikolojik test performansları karşılaştırılmış ve BT (bilgisayarlı tomografi) ile Serebral ventrikül büyüklükleri ölçülmüştür. BT sonuçlarına göre, OKB hastalarının ventrikül büyüklükleri, sağlıklı kontrollerden anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Bazı bellek testlerinde OKB grubunun puanlarında anlamlı bir azalma bulunsa da (Tablo 1). Çalışmadaki dikkat ve algı testleri açısından gruplar arasında anlamlı fark elde edilmemiştir. Ayrıntılı olarak bakıldığında, Dokunma Testi, Tepki Zamanı ve İki-Flaş Eşiği Testi?nde puanlar sağlıklı kontrollerin lehine olmasına rağmen, gruplar arasındaki bu farklar istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Yazarlar, tepki zamanı ve tepki eşiği puanlarının farklı olmamasından hareketle OKB hastalarının bazı nöropsikolojik test puanlarının düşük bulunmasının, dikkat problemi ya da obsesif tarz ile açıklanamayacağını belirtmişlerdir. Özetle dikkat konusundaki bulgular, yetişkin grupta olduğu gibi çocukluk dönemi başlangıçlı OKB?de de dikkat sürecinde yanlılık olduğuna işaret etmektedir. Ancak, dikkat konusunda çalışmaların azlığı ve kullanılan testlerin ölçtüğü temel özelliklerin farklılığı bu konuda genel bir profile ulaşabilmeye henüz olanak sağlamamaktadır.

Bellek

OKB?si olan bir bireyin davranışları (örneğin sürekli kontrol etme), bir bellek probleminin varlığını düşündürmektedir. Örneğin sürekli kontrol etme türü bir problem, bireyin yaptığı davranışları belleğine uygun bir şekilde kodlayamadığına ya da bunları hatırlayamadığına işaret edebilir. Bu konudaki yaklaşımlar, OKB hastalarının gerçeğin izlenmesi ve bellek performanslarında bozukluk olduğuna işaret etse de (Constans ve ark. 1995, Hermans ve ark. 2003), diğer bazı çalışmaların sonuçları bu yaklaşımla uyumlu değildir. Yapılan çok sayıda çalışmada (Ceschi ve ark. 2003, MacDonald ve ark. 1997, Tolin ve ark. 2001), OKB hastaları ile sağlıklı kontrollerin çeşitli bellek performansları arasında fark olmadığı bulunmuştur. Buna karşın bazı araştırmalarda ise, OKB hastalarının bellek performanslarının sağlıklı kontrollerden daha düşük olduğu (Savage ve ark. 2000, Tallis ve ark. 1999, Tuna ve ark. 2005, Zitterl ve ark. 2001) ya da tehdit edici uyaranlara ilişkin bellek performanslarının, kontrol grubundakilerden daha yüksek olduğu (Constans ve ark. 1995, Randomsky ve Rachman 1999, Randomsky ve ark. 2001) görülmüştür.

Flament ve arkadaşlarının (1990) bir çalışmasında, 10-18 yaş grubunda OKB tanısı ve beş hafta süreli klomipramin tedavisi almış hastaların bazı nöropsikolojik performansları, tedavi öncesinde ve sonrasında (2-7 yıl) ölçülmüş ve sağlıklı kontrollerle karşılaştırılmıştır. OKB grubunun Yön Hissi Testinde sağ-sol hataları ile, özellikle pozisyonu doğru yöne ya da tersine çevirme görevlerinde fazla sayıda hata yaptıkları görülmüştür. Labirent öğrenme deneyinde ise, OKB hastalarının görev sırasındaki hata oranlarının yüksek olduğu ve çok fazla sayıda kural ihlali yaptıkları görülmüştür. Sözü edilen bu performanslar, kontrol grubundan anlamlı olarak farklı bulunmuştur. İzleme çalışması sonucunda, OKB hastalarının her iki testteki performanslarında olumlu yönde artış meydana geldiği belirtilse de, sözü edilen bu hata puanları kontrol grubunun lehine olmuştur. Ek olarak, nöropsikolojik testlerdeki düşük performansların semptom şiddetiyle her iki ölçümde de ilişkili olmadığı belirtilmiştir. Yön Hissi Testi, nesnelerin ve görüş açılarının uzaydaki konumlarının zihinsel olarak temsil edilmesi, gerektiğinde dönüştürülmesi gibi temelde görsel-uzaysal algılama yeteneğini ölçen bir testtir (Zacks ve ark. 2000). Diğer yandan labirent öğrenme deneyi ise sağ temporal lob işlevlerine duyarlı, öğrenme ve görsel-uzaysal algılama yeteneğini ölçen bir testtir. Bu araştırmanın sonuçları, her iki testin ölçtüğü özellikler göz-önüne alındığında OKB?de görsel-uzaysal algı/bellek işleyişindeki bir soruna işaret etmektedir.

Flament ve arkadaşlarının (1990) çalışmasından elde edilen bu bulgular, Behar ve arkadaşlarının (1984) çalışmasından elde edilen sonuçlarla paralellik göstermiştir. Önceki bölümde aktarıldığı gibi, klinik grubun ventriküllerinin daha büyük olması, dikkat ve algı testleri açısından gruplar arasında fark bulunmamasına rağmen, bazı bellek puanları açısından OKB grubunun düşük performans gösterdiği her iki çalışmada da rapor edilmiştir. Buna göre, Money?in Yön Hissinin Yol Haritası Testi?ndeki yakın ve uzak puanlar; Stylus Labirent Öğrenme görevindeki hata oranı ve kural çiğneme hataları; Rey-Osterrieth Karmaşık Şekiller Testi?ndeki kopyalama puanlarının anlamlı olarak sağlıklı kontrollerin lehine olduğu bulunmuştur. Bu farkın açıklanabilmesi için henüz yeterli kanıt olmadığını ileri süren yazarlar, karıştırıcı bir değişken olarak, OKB grubunun depresyon oranının yüksekliğine dikkat çekmişlerdir. Yüksek depresyonun, bilgi işlemenin özellikle bellek ve öğrenme sürecine ilişkin bilinen olumsuz etkisi (Eysenck 1997, Gotlib ve ark. 1996). Bu açıklamaya destek oluşturmaktadır. Diğer yandan klinik düzeydeki depresyon OKB?de sıklıkla rapor edilen bir eş tanıdır. Buna rağmen, yukarıda özetlenen çalışmalarda, OKB grubunun bilişsel performanslarındaki anlamlı düşüklük, OKB belirtilerinin şiddeti ve örneğin depresyon gibi diğer klinik ölçümlerle ilişkili bulunmamıştır.

Diğer yandan, Gladstone ve arkadaşlarının (1993) çalışmasında, OKB grubundaki deneklerin kelime listesi görevindeki öğrenme ve hatırlama performanslarında sorun olmamasına karşın, basit ve karmaşık şekillerin çizilmesi görevlerindeki performansları norm değerlerine göre anlamlı olarak düşük olmuştur. Performanslardaki bu düşüklük, karmaşık şekillerin hatırlanmasında daha fazla görülmüştür. Bu sonuçlara karşın yazarlar, OKB hastalarının kelime öğrenme ve hatırlama görevinde normal; basit ve karmaşık şekillerin çizilmesi testlerinde düşük performans göstermesinin, bu sonuçların bellek zayıflığından mı, yoksa kopyalama sırasındaki görsel-uzaysal yetenekteki bozulmadan mı kaynaklandığını ayırdetmek için yeterli olmadığını belirtmişlerdir (Cox 1997). Ancak yazarlar, bu sonuçları OKB ve TB?de görsel-yapılandırma yeteneğinin bozulduğu şeklinde yorumlamışlardır (Gladstone ve ark. 1993). Bu yorum da, Flament ve arkadaşlarının (1990) çalışmasından elde edilen, OKB hastalarının görsel-uzaysal algılama yeteneğindeki soruna işaret eden bulgularla uyumludur.

Özetle bellek konusundaki bulgular, OKB?de belleğin bozulmuş olduğuna işaret etmemekte, ancak bellek performansında ve görsel-uzaysal algılama yeteneğinde normallerle karşılaştırıldığında işlevsel olmayan farklı bir tür işleyişin olduğunu göstermektedir. OKB?de bellek sorunu olduğunu bulgulayan ve bulgulamayan çalışmaların görece dengeli olması, bellek performansındaki bu çıkmazın, dikkat gibi bellek öncesi bir süreçle açıklanabileceğini düşündürmektedir. Buna göre dikkat sürecindeki seçici ve yanlı işleyiş, bununla ilişkili yanlı bir bellek işleyişine ve görsel-uzaysal algılamaya yol açıyor görünmektedir.

Yönetici işlevler

OKB?de bellek ve dikkat probleminin olmadığı, bunun yerine OKB hastalarının yanlı bir bellek ve dikkat işleyişine sahip oldukları yönündeki yaklaşım, bu yanlılığın kaynağının bir üst bilişsel sistem sorunu olabileceğini düşündürmektedir. Nitekim, bir çok çalışmada (Coxc 1997, Kuelz ve ark. 2004, Moritz ve ark. 2002, Otto 1992) OKB hastalarının yönetici işlevlerinde sorun olduğu vurgulanmaktadır. Yönetici işlevler, üst-düzey bilişsel işlevleri ifade etmede de kullanılmaktadır. Daha ayrıntılı olarak yönetici işlevler, bozucu etkiye karşı koyabilme ve tepki ketlemesi, problem çözme, planlama, yaratıcılık, ilişkisiz uyaranların elenmesi, zihinsel esneklik, çalışma belleği ve perseverasyon gibi kavramları içermektedir (Lezak 1995, Spreen ve Strauss 1998). Sözü edilen bu üst düzey fonksiyonlar daha alt düzeydeki temel bilişsel fonksiyonların koordinasyonu ve entegrasyonunu da sağlamaktadır. Genel olarak yönetici işlevler frontal bölge ile ilişkilendirilmektedir.

Kurulumu değiştirme, planlama ve perseverasyon OKB?de oldukça sık araştırılan yönetici işlevlerdendir. Bu konuda yapılan çalışmalarda (Abbruzzese ve ark. 1997, Bohne ve ark. 2005, Cavedini ve ark. 1998, Morritz ve ark. 2001, Rowe ve ark. 2001, Spitznagel ve Suhr 2002) yetişkin OKB hastaları sözü edilen yönetici işlevleri ölçmede kullanılan test puanlarının çoğunda normallere göre daha düşük performans göstermişlerdir. Buna karşın aynı yönetici işlevleri inceleyen farklı çalışmalarda ise, hasta ve kontrol gruplarının performanslarının her zaman aynı olmadığı görülmektedir. Sonuçlardaki bu farklılıklara dikkat çeken Kuelz ve arkadaşları (2004), gruplar arasında eğitim düzeyi, eş tanı ve ilaç kullanma durumu açısından yapılan yetersiz eşleştirmelerin bu duruma neden olabileceğini belirtmiştir.

Bornstein (1991) bir çalışmasında, belirti şiddeti hafif ve ağır OKB grupları ile, TB?si olan 6-18 yaş aralığındaki 100 hastanın nöropsikolojik test performanslarını Wisconsin Kart Eşleme Testi (WKET) ve Halstead-Reitan Test Bataryası kullanarak karşılaştırmıştır. Sonuçlara bakıldığında, yalnızca WKET?in tamamlanan kategori sayısı ve perseveratif hata puanları arasındaki farklar anlamlı bulunmuştur ve bu farklar belirti şiddeti düşük OKB grubunun lehine olmuştur. Diğer yandan, bellek, soyut düşünme, dil, duyusal-motor entegrasyon, algı yitimi ve motor yetenekler gibi farklı bir çok yönetici işlevi ölçen Halstead-Reitan Nöropsikolojik Test Bataryası?nın (Broshek ve Jaffrey 2000) hiç bir puanı açısından gruplar arasında anlamlı fark elde edilmemiştir. Belirti şiddeti ağır OKB grubunun ilaç kullanma oranı daha yüksek olmasına karşın, bunun nöropsikolojik puanlar üzerindeki etkisi anlamlı bulunmamıştır. Ayrıca yapılan varyans analizi hastalık süresi ve belirti şiddetinin WKET?in tamamlanan kategori sayısı ve perseveratif hata puanları üzerindeki etkisinin anlamlı olduğunu göstermiştir. Buradan hareketle OKB belirtilerinin ağır olmasının, WKET puanlarındaki düşük performans için bir açıklama olabileceği belirtilmiştir. Diğer yandan, OKB derecesi, Wechsler-Toplam ZB, WKET?in tamamlanan kategori sayısı ve perseveratif hata puanları arasındaki ilişkiler negatif yönde ve anlamlı bulunmuştur. Sözü edilen bu ilişkiler Toplam ZB ve belirti şiddeti (TB Belirti Listesi?ne göre) kontrol edilerek ayrı ayrı yapılan kısmi korelasyon analizi sonuçlarına göre de değişmemiştir. Bu sonuçlar da, WKET puanlarındaki düşük performansın OKB belirtilerinin şiddeti ile açıklanabileceğine ilişkin görüşü desteklemiştir. Sonuç olarak, persevaratif hataların fazlalığından hareketle, obsesif özelliklerin (kendi başına ve TB ile birlikte görülen) zayıf frontal lob, özellikle de kaudat çekirdeği içine alan orbitofrontal ve dorsolateral frontal alanların fonksiyonlarıyla ilişkili olabileceği ileri sürülmüştür (Bornstein 1991). Bu yorumun bir eleştirisi olarak, sadece WKET perseverasyon puanı açısından gruplar arasında fark elde edilmesi bu yorumun sınırlarını daraltmaktadır. OKB?nin nörofizyolojisi orbital korteks, kaudat ve talamus?u da içine alan nöral ağa karşılık gelmektedir. Buna karşın ilgili yazında, TB ile ilgili birincil beyin alanlarının basal ganglionlar olduğu bilinmektedir. Basal ganglia ve frontal loblar arasında ilişki olduğuna işaret eden nöroanatomik çalışmalar (Delong ve ark. 1983, Schel ve Strick 1984) olmakla birlikte, bu alanların olası işlevsel ilişkisine işaret eden beyin görüntüleme çalışmalarına ve nöropsikolojik test bulgularına ihtiyaç vardır.

Herhangi bir ilaç tedavisi almamış 21 çocukluk dönemi başlangıçlı OKB hastasının (ort=12.3 yaş), nöro- psikolojik test performansları, yaş, cinsiyet, zeka ve sosyo-ekonomik düzey (SED) açısından eşlenmiş sağlıklı kontrollerle Beers ve arkadaşlarının (1999) bir çalışmasında karşılaştırılmıştır. Sonuçlara göre, Stroop?un kelime ve renk söyleme, Kontrollü Sözel Kelime Çağrışım Testi toplam puanı ile Yap-Yapma Görevi B alt testi puanları arasındaki farklar anlamlı bulunmuş ve bu farklar OKB grubunun lehine olmuştur. Diğer testler için gruplar arasındaki farklar anlamlı bulunmamıştır. Beklenenin tersi yönde elde edilen bu sonuçların, hasta grubunun klinik düzeyde depresyona sahip olmaması ve şimdiye kadar herhangi bir ilaç tedavisi almamış olmasından kaynaklandığı belirtilmiştir. Diğer bir deyişle Beers ve arkadaşlarının (1999) çalışmasında, depresif olmayan, erken teşhis edilen ve ilaç tedavisi almamış olan çocukluk dönemi başlangıçlı OKB hastalarının bilişsel işlevlerinde bir bozulma görülmemiş, buna karşılık bu grubun bazı nöropsikolojik test performansları sağlıklı kontrollerden daha yüksek olmuştur. Bu çalışmanın sonuçları, OKB?de bilişsel süreçlerin incelendiği çalışmalardaki temel karıştırıcı değişkenlerden biri olan eş tanı durumunun önemine işaret etmektedir. Depresyonun OKB ile birlikte sıkça görülmesi, diğer yandan önceki bölümde de belirtildiği gibi, depresyonun bilişsel süreçler üzerindeki bilinen olumsuz etkisi (Eysenck 1997, Gotlib ve ark. 1996). Bu görüşe destek oluşturmaktadır. Ayrıca, iki çalışmada (Cox ve ark. 1989, Flament ve ark. 1990).Nöropsikolojik ölçümlerin OKB belirtilerinin şiddeti ile ilişkisinin anlamlı olmadığı belirtilmiş, ancak diğer klinik gözlemlerle olan ilişkisinden söz edilmemiştir. Buna karşılık depresyon düzeyinin nöropsikolojik veya bilişsel ölçümlerle ilişkisi sözü edilen çalışmaların hiçbirinde incelenmemiştir. Bu durum, çocukluk dönemi başlangıçlı OKB?de bilişsel performansları inceleyen çalışmaların genel bir eksikliği olarak görülmektedir. Buna karşılık yazarlar, kullanılan nöropsikolojik testlerin, OKB?deki temel yapı olan frontostriatal döngünün işlevlerine yeterli derecede duyarlı olmayabileceğini de göz önüne alarak ve yetişkin gruptaki bulgulardan da hareketle, OKB?de bilişsel işlevlerdeki sorunların, hastalığın daha ileriki zamanlarında ortaya çıkabileceğine işaret etmişlerdir. Bu yorum da yeni bir araştırma sorusunu akla getirmektedir. OKB?de bilişsel süreçlerin nasıl etkilendiğinin boylamsal ya da enlemesine kesitsel bir çalışmayla incelenmesi, bu konudaki önemli bir çok soruya cevap getirebilecektir.

Gladstone ve arkadaşlarının (1993) çalışmasında ise, TB ve OKB gruplarının WKET performansları norm değerlerinden farklı olmamıştır. Ancak her iki grup, süregiden bir performans testindeki doğru olmayan yanıtları eleme açısından anlamlı olarak düşük performans göstermiştir (Cox 1997). İlgili çalışmalarda bu performansın hangi tür test ya da görevle ölçüldüğü belirtilmemiştir. Ancak sözü edilen performans, ilişkisiz ipucu/uyaranların elenmesi, önceki bölümlerde de belirtildiği gibi yönetici işlevler arasındadır. Nitekim yazarlar WKET puanları açısından anlamlı bir fark elde edilmemesine karşın, doğru olmayan yanıtları eleme performansındaki bu anlamlı azalmayı, OKB ve TS?de yönetici işlevlerin bozulduğu şeklinde yorumlamışlardır (Gladstone ve ark. 1993). Sonuç olarak, çocukluk dönemi başlangıçlı OKB?de yönetici işlevlerin incelendiği çalışmaların sonuçları arasında farklılıklar bulunmakla birlikte, tepki ketlemesi ve motor ketleme türü işlevlerde, OKB hastalarının performansında belirgin bir azalma olduğu görülmektedir. Buna karşılık diğer yönetici işlevler konusundaki araştırma bulguları arasında çelişkiler bulunmaktadır.

SONUÇ

Bu çalışmada çocukluk dönemi başlangıçlı OKB?nin nöropsikolojik özelliklerini inceleyen çalışmaların bir değerlendirmesi yapılmıştır. İlgili değerlendirmeler, bilişsel süreçlerin dikkat, bellek ve yönetici işlevler alt başlıkları altında ele alınmıştır. Buna göre, çocukluk dönemi OKB hastalarıyla yapılan çalışmaların sonuçları, OKB?de belleğin ve dikkatin azalmış ya da bozulmuş olduğunu değil, OKB?de yanlı ya da seçici bir bellek ve dikkat işleyişinin olduğunu destekler niteliktedir. Sözü edilen bellek ve dikkat yanlılığının, obsesyon ve/veya kompulsiyonlarla ilişkili, kaygı verici ya da tehdit edici uyaranlara yönelik olduğu görülmektedir. Bu yönüyle bakıldığında, bu uyarıcılarla ilişkili seçici bellek ve dikkat yanlılığı açısından, çocukluk dönemi başlangıçlı OKB hastaları sağlıklı kontrollerden farklı olmaktadır. Mevcut bulgular, çocukluk dönemi başlangıçlı OKB?deki bu yanlılıkların yetişkinlikten farklı veya bu döneme özgü bir işleyişi olduğunu göstermekten uzaktır. Farklı nöropsikolojik testlerin kullanılmış olması ve örneklem gruplarının çeşitliliği gibi temel durumlar bu yorumun geçerliliğini kısıtlamaktadır. Ayrıca önceki bölümlerde de belirtildiği gibi, bilgi işleme süreci söz konusu olduğunda dikkat, bellek için öncü bir rol oynamaktadır. Buradan hareketle, OKB?deki dikkat ve bellek işleyişi bir arada düşünüldüğünde, yanlı bir dikkat işleyişinin, yanlı bir bellek işleyişine yol açtığı söylenebilir. Diğer yandan sözü edilen bu yanlılıkların belleğin ve dikkatin türlerine göre nasıl değiştiği sorusu hala önemini korumaktadır. Klinik gözlemler OKB?deki bellek yanlılığının bir çalışma belleği sorunu olduğuna işaret etse de, bunun farklı araştırma bulguları ile de desteklenmesi gerekmektedir. Bu amaçla, farklı dikkat ve bellek görevlerini birarada kullanarak çocukluk dönemi başlangıçlı OKB?deki dikkat ve bellek süreçleri arasındaki ilişkilerin ayrıntılı bir analizinin yapılması bu konudaki birçok soruya açıklık getirilebilecektir.

Yönetici işlevlerin incelendiği araştırmaların genel sonuçları, çocukluk dönemi başlangıçlı OKB hastalarının özellikle tepki ve motor ketlemesi türü yönetici işlevlerde sağlıklı kontrollere göre anlamlı olarak düşük performans gösterdiklerini ortaya koymuştur. Ancak perseverasyon, kurulumu değiştirme, akıcılık gibi diğer yönetici işlevler konusundaki araştırma bulguları arasında çelişkiler bulunmaktadır. Sözü edilen çelişkiler yetişkin OKB hastaları ile yapılan araştırmalarda da görülmektedir. Önceki bölümlerde aktarıldığı gibi genel olarak orbitofrontal bölgenin fonksiyonlarına duyarlı testlerle ölçülen (OAT, DAT gibi) kurulumu değiştirme, akıcılık gibi yönetici işlevlerde, OKB gruplarının sağlıklı kontrollere göre düşük performans sergilediği genel bir bulgudur. Ancak bu bulgular araştırma gruplarının çeşitliliği gibi bazı temel karıştırıcı değişkenlerin varlığında genel bir profile ulaşmayı olanaklı kılmamaktadır. Ek olarak çocukluk dönemi başlangıçlı OKB gruplarıyla yürütülen çalışmalarda kullanılan testlerin ve incelenen yönetici işlevlerin yetişkin gruplarıyla yürütülen çalışmalardan farklı olduğu görülmektedir. Bu nedenle de, yetişkin ve çocukluk dönemi başlangıçlı karşılaştırmasını yapmak pek olanaklı olmamaktadır. Sonuç olarak, OAT ve DAT gibi testleri de içine alan yönetici işlevlerin farklı yönlerini ölçen farklı nöropsikolojik testlerin bir arada kullanıldığı çalışmalar, çocukluk dönemi başlangıçlı OKB?de yönetici işlevler konusundaki bir çok sorunun aydınlatılması açısından önemli olacaktır.

Klinik gözlemler OKB?nin temel sorununun üst-biliş düzeyinde olduğuna işaret etmektdir. Örneğin üst-biliş fonksiyonlarından biri olan bellek performansına duyulan güvenin OKB?de sağlıklı kontrollere göre daha düşük olduğu neredeyse yerleşik bir bulgu ve klinik bir gözlemdir. Buna karşın, çocukluk dönemi başlangıçlı OKB?de üst-bilişin ele alındığı çalışma neredeyse yok gibidir. Normal gruplardaki bilgi işleme modelleri göz önüne alındığında, üst-bilişin, bilgi işleme süreçlerini denetleyen, düzenleyen, yöneten bir üst sistem olmasının yanısıra, alt sistemler arasındaki geçişleri sağlayan bir rolü olduğu görülmektedir (Nelson ve Narens 1990). Üst-bilişin dikkat, bellek ve yönetici işlevlerin işleyişine ilişkin oluşturulan çağdaş bilgi işleme modelleri içinde tamamlayıcı ve birleştirici bir rolünün olduğu görülmektedir. Buradan hareketle, üst-bilişi farklı yönleriyle test eden çeşitli deneysel görevlerin kullanılmasının, özellikle OKB?deki bilgi işleme süreçlerinin anlaşılması için anahtar bir rol oynayacağı düşünülmektedir. Yukarıda sözü edilen çocukluk dönemi başlangıçlı OKB?deki dikkat, bellek ve yönetici işlevler arasındaki geçişlerin nasıl olduğuna ilişkin yeni bulgulara ve alt modellere ihtiyaç bulunmaktadır. Buradan hareketle, çocukluk dönemi başlangıçlı OKB?deki bilişsel ve nöropsikolojik süreçlere ilişkin oluşturulan modellerin üst-biliş sürecini de içine alan yeni araştırma desenleriyle incelenmesine ihtiyaç duyulmaktadır.

KAYNAKLAR

Abbruzzese M, Ferri S, Scarone S ve ark. (1997) The selective breakdown of frontal functions in patients with obsessive-compulsive disorder and in patients with schizophrenia: a double dissociation experimental finding. Neuropsychologia, 35: 907-912.
Beers SR, Rosenberg DR, Dick EL ve ark. (1999) Neuropsychological study of frontal lobe function in psychotropic-naive children with obsessive-compulsive disorder. ** J Psychiatry, 156: 777-779.
Behar D, Rapoport JL, Berg CJ ve ark. (1984) Computerized tomography and neuropsychological test measures in adolescents with obsessive-compulsive disorder. ** J Psychiatry, 141: 363-369.
Bohne A, Savage CR, Deckersbach T ve ark. (2005) Visuospatial abilities, memory, and executive functioning in trichotillomania and obsessive-compulsive disorder. J Clin Exp Neuropsychol, 27: 385-399.
Bornstein RA (1991) Neuropsychological correlates of obsessive characteristics in Tourette syndrome. J Neuropsychiatry Clin Neurosci, 3: 157-162.
Broshek DK, Jaffrey TB (2000) The Halstead-Reitan Neuropsychological Test Battery. Neuropsychological Assessment in Clinical Practice: A Guide to Test Interpretation and Integration, G Groth-Marnat (Ed), New York. John Wiley and Sons, s. 116-135.
Cavedini P, Ferri S, Scarone S, Bellodi L (1998) Frontal lobe dysfunction in obsessive-compulsive disorder and major depression: a clinical-neuropsychological study. Psychiatry Res, 78: 21-28.
Ceschi G, Van der LM, Dunker D ve ark. (2003) Further exploration memory bias in compulsive washers. Behav Res Ther, 41: 737-748.
Constans JI, Foa EB, Franklin ME ve ark. (1995) Memory for actual and imagined events in OC checkers. Behav Res Ther, 33: 665-671.
Cox C, Fedio P, Rapoport JL ve ark. (1989) Neuropsyhological testing of obsessive-compulsive adolescents. Obsessive Compulsive Disorder in Children and Adolescents, JL Rapoport (Ed), Washington. American Psychiatric Press, s. 73-85.
Cox C (1997) Neuropsychological abnormalities in obsessive-compulsive disorder and their assessments. Int Rev Psychiatry, 9: 45-59.
Delong MR, Georgoppoulos AP, Crutcher AP ve ark. (1983) Cortico-basal ganglia relation and coding of motor perfromance. Experimental Brain Research, 7: 30-40.
Diniz JB, Rosario-Campos MC, Shavitt RG ve ark. (2004) Impact of age at onset and duration of illness on the expression of comorbidities in obsessive-compulsive disorder. J Clin Psychiatry, 65: 22-27.
Douglass HM, Moffitt TE, Dar R ve ark. (1995) Obsessive-compulsive disorder in a birth cohort of 18-year-olds: prevalence and predictors. J ** Acad Child Adolesc Psychiatry, 34: 1424-1431.
Eysenck MV (1997) Anxiety and Cognition: A Unified Theory. Hove. Psychology Press, s. 53-88.
Flament MF, Whitaker A, Rapoport JL ve ark. (1988) Obsessive compulsive disorder in adolescence: an epidemiological study. J ** Acad Child Adolesc Psychiatry, 27: 764-771.
Flament MF, Koby E, Rapoport JL ve ark. (1990) Childhood obsessive-compulsive disorder: a prospective follow-up study. J Child Psychol Psychiatry, 31: 363-380.
Flament MF, Cohen D (2002) Emotional regulation and affective disorders in children and adolescents with obsessive compulsive disorder. Emotional Development, J Nadel, D Muir (Ed), New York. Oxford University Press, s. 383-408.
Foa EB, McNally RJ (1986) Sensitivity to feared stimuli in obsessive-compulsives: A dichotic listening analysis. Cognitive Therapy and Research, 10: 477-485.
Gladstone M, Carter AS, Schultz RT ve ark. (1993) Neuropsychological functioning of children affected with Tourette syndrome and obsessive-compulsive disorder. J Clin Exp. Neuropsychol, 15: 70.
Gotlib IH, Roberts JE, Gilboa E ve ark. (1996) Cognitive interference in depression. Cognitive interference: Theories, methods, and findings. IG Sarason, GR Pierce, BR Sarason (Ed), New Jersey. Lawrence Erlbaum, s. 347-377.
Hermans D, Martens K, De Cort K ve ark. (2003) Reality monitoring and metacognitive beliefs related to cognitive confidence in obsessive-compulsive disorder. Behav Res Ther, 41: 383-401.
Kuelz AK, Hohagen F, Voderholzer U ve ark. (2004) Neuropsychological performance in obsessive-compulsive disorder: a critical review. Biol Psychol, 65: 185-236.
Lezak K (1995) Neuropsychological Assessment. 3. baskı, Oxford. Oxford University Press, s. 650-685.
MacDonald PA, Antony MM, Macleod CM ve ark. (1997) Memory and confidence in memory judgements among individuals with obsessive compulsive disorder and non-clinical controls. Behav Res Ther, 35: 497-505.
Moritz S, Fricke S, Wagner M ve ark. (2001) Further evidence for delayed alternation deficits in obsessive-compulsive disorder. J Nerv Ment Dis, 189: 562-564.
Moritz S, Birkner C, Kloss M ve ark. (2002) Executive functioning in obsessive-compulsive disorder, unipolar depression, and schizophrenia. Arch Clin Neuropsychol, 17: 477-483.
Moritz S, Jacobsen D, Kloss M ve ark. (2004) Examination of emotional Stroop interference in obsessive-compulsive disorder. Behav Res Ther, 42: 671-682.
Nelson TO, Narens L (1990) Metamemory: Theoretical framework and new findings. The Psychology of Learning and Motivation, 26: 125-141.
Otto MW (1992) Normal and abnormal information processing. A neuropsychological perspective on obsessive compulsive disorder. Psychiatr Clin North **, 15: 825-848.
Pauls DL, Alsobrook JP, Goodman W ve ark. (1995) A family study of obsessive-compulsive disorder. ** J Psychiatry, 152: 76-84.
Randomsky AS, Rachman S (1999) Memory bias in obsessive-compulsive disorder (OCD). Behav Res Ther, 37: 605-618.
Randomsky AS, Rachman S, Hammond D ve ark. (2001) Memory bias, confidence and responsibility in compulsive checking. Behav Res Ther, 39: 813-822.
Rasmussen SA, Eisen JL (1992) The epidemiology and clinical features of obsessive compulsive disorder. Psychiatr Clin North **, 15: 743-758.
Rowe JB, Owen **, Johnsrude IS ve ark. (2001) Imaging the mental components of a planning task. Neuropsychologia, 39: 315-327.
Savage CR, Deckersbach T, Wilhelm S ve ark. (2000) Strategic processing and episodic memory impairment in obsessive compulsive disorder. Neuropsychology, 14: 141-151.
Schell GR, Strick FR (1984) The origin of thalamus inputs to the acurate premotor and supplementary motor areas. J Neurosci, 4: 539-560.
Sobin C, Blundell ML, Karayiorgou M ve ark. (2000) Phenotypic differences in early-and late-onset Obsessive-Compulsive Disorder. Compr Psychiatry, 41: 373-379.
Spitznagel MB, Suhr JA (2002) Executive function deficits associated with symptoms of schizotypy and obsessive-compulsive disorder. Psychiatry Res, 110: 151-163.
Spreen O, Strauss E (1998) A Compendium of Neuropsychological Tests: Administration, Norms and Commentary, 2. baskı, New York. Oxford University Press, s. 171-173.
Tallis F, Pratt P, Jamani N ve ark. (1999) Obsessive compulsive disorder, checking, and non-verbal memory: a neuropsychological investigation. Behav Res Ther, 37: 161-166.
Tolin DF, Abramowitz JS, Brigidi BD ve ark. (2001) Memory and memory confidence in obsessive-compulsive disorder. Behav Res Ther, 39: 913-927.
Tuna S, Tekcan AI, Topcuoğlu V ve ark. (2005) Memory and metamemory in obsessive-compulsive disorder. Behav Res Ther, 43: 15-27.
Zacks JM, Mires J, Tiversky B ve ark. (2000) Mental spatial transformations of objects and perspective. Spatial Cognition and Computation, 2: 315-332.
Zitterl W, Urban C, Linzmayer L ve ark. (2001) Memory deficits in patients with DSM-IV obsessive-compulsive disorder. Psychopathology, 34: 113-117.
Zohar AH (1999) The epidemiology of obsessive-compulsive disorder in children and adolescents. Child Adolesc Psychiatr Clin N **, 8: 445-460.
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
23 Temmuz 2009       Mesaj #128
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Yeme Bozukluğunu Taklit Eden Tourette Sendromu

Frédérique Van den EYNDE, Vesile ŞENTÜRK, Kris NAUDTS


GİRİŞ

Tourette Sendromu (TS) önceleri nadir görülen bir hastalık olarak değerlendirilmesine rağmen günümüzde 6-7 yaş grubundaki okul çağı çocuklarının yaklaşık %1'ini etkilediği bildirilmektedir (Robertson 2003). Klinik özellikleri yetişkinlikten önce başlayan ve en az bir yıl süren çoklu motor tiklerin ve en az bir ses (phonic) tikinin bulunmasıdır (APA 2000, The Tourette Syndrome Classification Study group 1993). Vokal tanımlamasının yerine phonic tanımlamasının kullanılmasının önerilmesinin nedeni TS'da ortaya çıkarılan seslerin yanlızca vokal kortlarla ilişkili olmamasıdır (Jankovic 1997). Tikler (yarı) istemsiz, ani, hızlı, tekrarlayıcı veya sırasal, ritmik olmayan hareketler, jest veya ses çıkarma olarak geniş bir yelpazede tanımlanır (Singer 2000, Jankovic 2001). Tikin ortaya çıkışından önce sıklıkla duyusal algılar bulunur (Robertson ve Stern 1998). Robertson ve Stern'in (1998) öngördüğü üzere ?duyusal-sensorial tiklerin? geçici olarak baskılanabilmesi tikin kavramlaştırılmasında sorunlara yol açmıştır.

Tourette sendromunda tiklerle birlikte Obsesif Kompülsif Bozukluk (OKB), Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ve diğer davranış bozuklukları (örn; Dürtü Kontrol Bozukluğu) sıklıkla klinik görünümün parçasını oluşturur (Jankovic 2001, Toros ve ark. 2002).

Tiklerin görünümü, süresi ve şiddeti değişiklik göstermektedir. Öksürük biçiminde ortaya çııkan tikler yanlışlıkla astım tanısı konmasına neden olabilir (Singer 2000). TS'de aşırı hava yutulması karinda şişkinlik, kramplaşma, kolik ve geğirmeye sebep olur (Frye ve Hait 2006). Oğürme ve kusma ilk kez Meyer ve Rose (1986) tarafından tik olarak tanımlanmakla birlikte daha sonrasında bu konuda sınırlı bildiri bulunmaktadır (Rickards ve Robertson 1997). Kusma, mide içeriğinin bir bölümünün ya da tamamının ağız yolu ile geri gelmesi ve çıkarılması olarak tanımlanırken öğürme kardiak sfinkterde gevşeme olmaksızın mide duvarının ve diaframın şiddetli kasılmasını tanımlamaktadır (Rickards ve Robertson 1997). Rickards ve Robertson (1997) tarafından TS tanısı konan ve kusma ile giden 10 olgu bildirilmiştir. Kusma ile giden bir başka TS olgusu da Refaat ve arkadaşları (2002) tarafından tanımlanmıştır. Kusma tik olarak ortaya çıktığında ses (phonic) tiki olarak değerlendirilir (1998). TS ile anoreksiya nervosanın birlikte olduğu sadece iki olgu bildirilmiştir (Yaryura-Tobias 1979; Anniboli ve ark. 1986).

Bu olgu sunumunda kliniğimize herhangi bir bedensel hastalık olmaksızın kompulsif öğürme ve kusma yakınmaları ile başvuran ve başlangıçta bulimia nervosa tanısını düşündürten hasta tartışılmaktadır. Ancak başlangıçta bulimia nervosa tansı konan bu hastanın izleminde kusma yakınması TS'nın bir belirtisi olarak değerlendirilmiştir.

Olgu Sunumu

Daha önce bulimia nervosa, çıkarıcı tip tanısı konmuş olan 18 yaşında beyaz bir erkek (Beden Kitle Endeksi: 22.2 kg/m²) Yeme Bozuklukları Merkezi'ne yönlendirilmişti. Başlıca yakınması kusma olan hastanın yakınmaları 16 yaşında iken başlamıştı. Başlangıçta kusma davranışını sınırlı düzeyde kontrol edebilirken daha sonraları bir veya iki parmağı ile boğazından kusma refleksini uyararak kusma davranışını kontrol edebilmeye başlamıştı. Bu davranış örüntüsü hemen hemen her yemeğin ardından oluşmakta ve bazen de gıda alımı ile ilişkisiz olarak ortaya çıkmaktaydı.

Öyküde kusma davranışının öncesinde midede hoş olmayan bir his olarak beliren ve olgu tarafından ?midesinde gittikçe artan baskı hissi? olarak tanımlanan duysal bir uyarıcı algının bulunduğu anlaşıldı. Hasta, kusmadan sonra özellikle bedensel olarak rahatlamakla birlikte duygusal olarak rahatlamamaktaydı. Sosyal ortamlarda kusmasını baskılamayı başarabilmekte ancak bu mide bölgesinde rahatsız edici bir hisse neden olmaktaydı. Kusma öncesi gelişen ve sonunda kusmayı tetikleyen algıları daha iyi anladıktan sonra kusmayı kendi kendine uyarmaya başlamıştı. Bu içgörü kusmayı uyarmaya (boğazını bir veya iki parmağı ile uyararak) yol açan kompulsif dürtü ile içsel gerginliğini azaltmasını sağlayan davranış örüntüsünün ortaya çıkmasını sağlamıştı. Bu davranışa neden olan özgül bir psikolojik stres tanımlanmadı. Hastanın beden ağırlığına veya şekline ilişkin herhangi bir kaygısı yoktu ve kilo kaybı için herhangi bir isteği bulunmamaktaydı. Ancak başlangıçta bu davranış, yeme bozukluklarının seyri içinde yer alan ve kilo alımını önlemeye yönelik yineleyici uygunsuz bir telafi etme davranışı olarak yorumlanmıştı.

Öyküde çocuklukta başlayan motor tiklerinin (cinsel organlarını tutma, iki taraflı yüz buruşturma ve ani baş hareketleri) ve ses tiklerinin (koklama, burun çekme ve gargara yapar gibi ses çıkarmak) olduğu anlaşıldı, ancak o dönemde bir tanı konmamıştı. Motor ve ses tikleri degerlendirme sırasında gözlendi. Çocukluk döneminde dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu tanısı konmuş ve metilfenidat ile tedavi edilmişti. Ergenlik döneminde metilfenidati nadiren kullanmıştı.

Değerlendirmede duygudurumunun elemli olduğu ve obsesif ve kompulsif belirtilerinin bulunduğu anlaşıldı. DSM-IV eksen I patolojileri için yapılandırılmış gorüşmede (MINI-SCAN) herhangi bir duygudurum ve psikotik ek tanı bulunmadı. Simetri, düzen, temizlik ve ve dokunma obsesyonları vardı. Kompülsif davranışları evi temizlemek ve eşyalara dokunup onları tekrar yerleştirmekten oluşuyordu. Bu düzenlemeleri yapamadığında sıkıntı hissi yaşıyordu. Yakınmaları nedeni ile sosyal geri çekilme yaşıyordu. Ancak obsesif kompulsif belirtileri Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) tanısını koyduracak düzeyde değildi. Fizik muayenede bir bulgu saptanmadı ve hemoglobin ve B12 düzeyini, tiroid, karaciğer ve böbrek fonksiyonlarını değerlendiren laboratuvar sonuçları normal sınırlar içindeydi. Beyin manyetik resonans görüntülemesinde yapısal bir bozukluk saptanmadı. Aile öyküsünde ise herhangi bir ruhsal hastalık veya tik bozukluğu yer almıyordu.

Tiklerin doğası ve seyri gözönüne alındığında hastaya DSM-IV TR tanı kriterlerine göre Tourette Sendromu tanısı kondu (APA 2000). Çocukluktaki DEHB benzeri davranışları ve obsesif kompulsif belirtileri Tourette Sendromu ile ilişkili olarak değerlendirildi. Kusma davranışı tikle uyumlu idi ve hastanın sergilediği motor tiklerden biri olarak değerlendirildi. Ruhsal değerlendirme sonucunda kusmanın uygunsuz telafi edici bir davranış olmadığına, kilo kaybetmek amacı ile çok fazla egzersiz yapma ve laksatif kullanma gibi davranışlar göstermemesi nedeni ile hastanın bulimia nervosa tanı kriterlerini karşılamadığı sonucuna ulaşıldı. Psikolojik olarak kendiliğini değerlendirmesinde beden yapısı ve kilosu ağırlıklı olarak yer almıyordu. Olgu, kusmalarından önce fiziksel görünümü veya beden ağırlığına ilişkin herhangi bir kaygı yaşamamıştı ve bu hiçbir zaman sorun haline gelmemişti. Ayrıca beden ağırlığı belirgin bir değişiklik göstermemişti.

Yakınmalarının başladığı dönemde aile hekimince önerilen metoclopromide'den (10mg/gün) faydalanmamıştı. Ruhsal değerlendirme öncesinde hasta obsesif kompülsif belirtilerine odaklanan 6 aydan uzun süren bilişsel davranışçı tedavi ile izlenmişti. Çocukluk döneminde önerilen ve nadiren kullandığı metilfenidat (10 mg.) dışında olgu, psikofarmakolojik olarak tedavi edilmemişti. Tiklerin azaltılmasına yardımcı olmak üzere atipik antipsikotik (risperidone 0,5 mg/gün) ve obsesif kompülsif belirtilerini iyileştirmek amacıyla serotonin seçici gerialım önleyici (sertraline 25 mg/gün) başlandı. Tedavi seçenekleri hakkında bilgilendirmenin ardından hasta haloperidol kullanmak istemediğini bildirdiği için risperidone kullanılmasına karar verildi. Uyku ve cinsel yan etkiler nedeni ile ilaç dozları düşük tutuldu. 4 haftalık tedavinin ardından öznel olarak da tiklerin düzeyinde belirgin bir düzelme bildiren olgunun Yale Global Tik Düzeyi Ölçeği'nde (Leckman ve ark. 1989) başlangıçta 74 olan puanı 50'ye düştü. İzlem değerlendirmesinde olgunun yakınmalarındaki düzelmeler tiklerin yoğunluğundaki ve sıklığındaki düzelme objektif olarak da ölçüldü. Olgu ayrıca obsesif kompülsif belirtilerinde de hafif bir düzelme bildirdi.

TARTIŞMA

Bu olgu sunumunda yeme bozukluğunda görülen kusma davranışını taklit eden ancak kusma tiki olan erkek Tourette Sendromu hastası ele alınmıştır. Bu klinik görünüm başlangıçta yanlışlıkla bulimia nervosa çıkarıcı tipi olarak tanı konmasına neden olmuştur. Bu olguda obsesif kompulsif belirtiler ve DEHB benzeri davranışlar da klinik tablonun bir parçasını oluşturmaktadır.

Rickards ve Robertson (1997) kusma ve öğürmenin belirti olarak bulunabileceği nöropsikiyatrik hastalıkları gözden geçirdikleri kapsamlı çalışmalarında bu tik davranışına özel bir yer ayırmışlardır. Yazarlar öğürme/kusmanın tik olarak fenomonolojik tanımlanmasının bazı sorunlara yol açabileceğini belirtmişler ve nedenleri arasında eylem öncesinde başlayan uyarıcı bir dürtünün eşlik etmesinin, baskılanabilir oluşunun ve davranışın gerçekleşmesinin ardından rahatlamanın eşlik etmesinin önemi üzerinde durmuşlardır. Kusma davranışı, normalde görülen kusma davranışı ile karşılaştırıldığında, bu davranışın sıklığının artması ve diğer tikler ve normal dışı davranışlarla birlikte bulunması durumunda tik olarak tanı konur (Rickards and Robertson 1997). Bu davranışa bu olguda kusma davranışının sıklığı belirgin olarak artmıştır ve değerlendirme sırasında diğer motor ve ses tikleri gözlenmiştir. Yeme bozukluklarında ise kilo kaybı amacıyla uygunsuz bir davranış olarak kusma davranışının sıklığı artabilir. Bu hastada kusma davranışı kendisi tarafından uyarılmakta, öncesinde duysal uyarıcı dürtü bulunmakta ve kompulsif bir davranış olarak ortaya çıkmakta idi. Rickards and Robertson (1997) sundukları on olgunun üçünde benzer biçimde kendisi taraından uyarılan kompülsif özellikteki kusma davranışlarını tanımlamışlardır. Kusma ilaca bağlı olarak da oluşabilir. Özellikle dopaminerjik ilaçlar kusmayı uyarabilir (Rickards and Robertson 1997). Bir çok psikotrop ve diğer ilaç da yan etki olarak kusma veya öğürmeye neden olabilir.

Hastamız uzun süredir ilaç kullanmadığı için bulantı ve kusma yakınmalarının ilaca bağlı yan etki olması mümkün görünmemektedir. Nadir olarak kullandığı metilfenidat (10 mg/gün) ile kusma davranışı ve diğer tiklerin ortaya çıkışı arasında bir ilişki gözlenmemiştir. Tiklerin farmakolojik tedavisi genellikle FDA tarafından da onaylanmış olan haloperidol ve pimozid gibi tipik antipsikotikler veya 2 adrenerjik agonisti olan klonidin iledir. Bu alanda atipik antipsikotiklerin kullanımına ilişikin bilgiler (Jankovic 2001, Van Den Eynde ve ark. 2005) özellikle de risperidon olmak üzere (Scahill ve ark. 2003) giderek artmaktadır. Kurlan (2003) TS tedavisinde uyarıcıların kullanımına ilişkin gözden geçirme yazısında metilfenidatın tiklerde azalma sağlayan ve en iyi uyum sağlanan uyarıcı bileşik olduğunu belirtmektedir.

Kusma ve öğürme davranışı bazı nöropsikiyatrik hastalıkların (örn. epilepsi, migren, tümör) ve anksiyete bozuklukları gibi birincil ruhsal hastalıkların (örn. fobiler ve panik bozukluğu) klinik görünümlerinin bir parçası olarak ortaya çıkabilir (Rickards and Robertson 1997). Özellikle de yeme bozukluklarında kusma davranışı klinik tablonun bir parçasıdır.

Bu olgu sunumu ile hekimlerin dikkatini TS'nun nadir bir şekilde ortaya çıkan kusma davranışı ile giden klinik görünümüne dikkat çekmek istedik. Yeme bozukluğu ve TS ayırıcı tanısındaki temel araç ruhsal değerlendirmedir. Tik olarak tanı konan kusma tablosunda tedavinin değişeceği açıktır. Ergenlik döneminde kusmanın da yer aldığı bulgular TS'nun belirtisi olabilir ve bu belirti hekimlerin yanlış tanı koymasına neden olabilir.

KAYNAKLAR

American Psychiatric Association: Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, Fourth Edition, Text Revision. Washington DC: American Psychiatric Association, 2000.
Annibali JA, Kales JD, Tan TL (1986) Anorexia Nervosa in a young man with Tourette's syndrome. J Clin Psychiatry, 47:324-326.
Frye RE, Hait EJ (2006) Air swallowing caused recurrent ileus in Tourette's syndrome. Pediatrics, 117: 1249-52.
Jankovic J (1997) Tourette Syndrome. Phenomenology and classification of tics (review). Neurol Clin, 1997; 15: 267-75.
Jankovic J (2001) Tourette's Disorder. New Engl J Med, 345:1184-1192.
Kurlan R: Tourette's syndrome: are stimulants safe? Curr Neurol Neurosci Rep, 2003; 3:285-288.
Meyer BC, Rose D (1986) Remarks on the etiology of Gilles de la Tourette syndrome. J Nerv Ment Dis, 174:387-396.
Leckman JF, Riddle MA, Hardin MT ve ark. (1989) The Yale Global Tic Severity Scale:initial testing of a clinician rated scale of tic severity. J ** Acad child Adolesc Psychiatry, 28:566-573.
Refaat R, Firth DA, Robertson MM (2002) Uncomplicated Gilles de la Tourette syndrome and probable Ganser syndrome. A case report and review of the literature. Eur Child Adolesc Psychiatry, 11:234-239.
Rickards H, Robertson M (1997) Vomiting and Retching in Gilles de la Tourette: A report of ten cases and a review of the literature. Movement disorders, 12:531-535.
Robertson MM, Stern JS (1998) Tic disorders: new developments in Tourette syndrome and related tic disorders. Curr Opin Neurol, 11:373-380.
Robertson MM (1998) The Gilles de la Tourette syndrome: the current status. Br J Psychiatry, 154:147-69.
Robertson MM (2003) Diagnosing Tourette syndrome. Is it a common disorder? J Psychosom Res, 55:3-6.
Scahill L, Leckman JF, Schultz RT at al. (2003) A placebo-controlled trial of risperidone in Tourette syndrome. Neurology, 8:1130-5.
Singer HS (2000) Current issues in Tourette Syndrome. Mov Disord, 15:1051-1063.
The Tourette Syndrome Classification Study Group (1993) Definitions and classification of tic disorders. Arch Neurol, 50:1013-1016.
Toros F, Tot S, Avci A (2002) Tourette Disorder in Children and Adolescents: Sociodemographic,Clinical Features and Comorbidity. Turk J Psychiatry, 13(3): 187-196.
Van Den Eynde F, Naudts KH, De Saedeleer S et al. (2005) Olanzapine in Gilles de la Tourette syndrome: beyond tics. Acta Neurol.Belg, 105:206-211.
Yaryura-Tobias JA (1979) Gilles de la Tourette syndrome. Interactions with other neuropsychiatric disorders. Acta Psychiatr Scand, 59:9-16.



_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
23 Temmuz 2009       Mesaj #129
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Antipsikotik İlaçların Etki Mekanizmaları: Şizofreni Tedavisinde ?Atipiklik? Bir Üstünlük mü?

Dr. A. Elif ANIL YAĞCIOĞLU

GİRİŞ

Klorpromazinin 1952'de Delay ve Deniker tarafından antipsikotik (AP) özelliğinin olduğu gösterildiğinden beri AP'lerin şizofreni ve diğer psikotik bozuklukların tedavisindeki etki mekanizmaları derinlemesine incelenen bir alan olmuştur. İzleyen yıllarda klozapinin keşfi ve klinik kullanımıyla birlikte ?atipik? AP'ler (AAP) kavramı gündeme gelmiştir. Temelde tipik AP'lere (TAP) göre düşük ekstrapiramidal sistem (EPS) bulguları riski taşımaları nedeniyle ?atipik? olarak adlandırılan bu ?yeni? kuşak AP'ler, 1990 başlarından itibaren yeni üyeleriyle şizofreni tedavisini güçlendirmiştir.

Günümüzde oldukça çeşitlenmiş olan AP'lerin farklı gruplandırmalar altında incelendiği görülmekle birlikte, özetle şu şekilde bir sınıflama uygun olabilir:

I) Tipik/İlk Kuşak Antipsikotikler
Dopamin reseptör antagonistleri
II) Atipik/Yeni Kuşak Antipsikotikler
İkinci kuşak: Serotonin dopamin antagonistleri; Benzamidler
Üçüncü kuşak: Kısmi dopamin agonistleri (Dopamin sistem dengeleyicileri)

I) TİPİK/İLK KUŞAK ANTİPSİKOTİKLER

Tüm TAP'lerin ortak ve temel etki mekanizması dopaminerjik D2 reseptörlerine yüksek ilgi (afinite) ve antagonizma göstermeleridir ve bu ilaçların tedavi edici dozları ile D2 reseptörlerine bağlanma ilgileri arasında güçlü bir bağlantı bulunmaktadır. In vivo pozitron emisyon tomografi (PET) ve tek foton emisyon bilgisayarlı tomografi (SPECT) çalışmaları da dopamin reseptör tutulumunun AP yanıt ve yan etkiler ile ilişkisini göstermiştir (Miyamoto ve ark. 2005). Bu çalışmalarda AP etkinin % 65-70 striatal D2 reseptör blokajı ile ilişkili olduğunu, % 80'nin üzerindeki D2 reseptör blokajının ise EPS yan etki riskini arttırdığı saptanmıştır (Farde ve ark. 1992). Görüntüleme çalışmaları TAP'lerin tedavi edici dozlarının limbik kortikal alanda ve striatumdaki D2 reseptörlerini yüksek ve eşit oranlarda bloke ettiğini gösterdiğinden TAP'lerle EPS yan etki riskini en aza indirmek için % 65-80 D2 blokajı aralığı tedavi edici pencereyi oluşturmakta ve bu nedenle ?eşik? olarak nitelendirilmektedir. Ancak reseptör işgali modelinin de sınırlılıkları bulunmaktadır. Bazı hastalar, bu aralığın altındaki işgal oranlarında tedaviye yanıt verirken, bazı hastalar yeterli D2 blokajına rağmen tedaviye yanıt vermemektedir (Kapur ve ark. 2000). Düşük doz haloperidolün (2-5 mg/gün) % 60-80 D2 blokajı oluşturması beklenirken, günlük pratikte bu dozların 5-20 katı kullanılabilmektedir. Bu durumun uzun süreli TAP kullanımıyla oluşan D2 aşırı duyarlılığıyla ilişkili reseptör sayısında artışa bağlı olduğu, bu nedenle de kronik hastalarda dopaminerjik ileti üzerinde aynı etkiyi sağlamak için doz artışı gerekebileceği belirtilmektedir (Kapur ve ark. 2000, Waddington ve ark. 2003, Miyamoto ve ark. 2005).

Antipsikotiklerin hızla sağladığı striatal D2 reseptör blokajı, tedaviye yanıtın yavaş ve zamana bağlı ortaya çıkışıyla uyumlu değildir. Bu ilaçlar akut olarak postsinaptik dopamin reseptörlerini bloke etmekte ve bunu presinaptik dopamin etkinliğinde artış izlemektedir. Dopamin metabolizması ve dopaminerjik nöronların ateşlemesindeki bu artışa ?depolarizasyon aktivasyonu? denilmektedir. Bu erken yanıtı daha sonra presinaptik dopamin etkinliğinin baskılanması izlemektedir ve bu süreç klinik yanıt için gereken zamana denk düşmektedir. Hem substantia nigra pars compakta (A9), hem de ventral tegmental alandaki (A10) aktif dopamin nöronlarındaki bu kendiliğinden ortaya çıkan azalma ?depolarizasyon inaktivasyonu (bloğu)? olarak tanımlanmaktadır (Chiodo ve Bunney 1983, Miyamoto ve ark. 2005).

II) ATİPİK/YENİ KUŞAK ANTİPSİKOTİKLER

Atipik AP'lerin TAP'ler gibi etkilerini açıklayan tek bir mekanizmadan bahsetmek güçtür, ancak AP etki için belirli düzeyde D2 reseptör antagonizması yine bu ilaçlar için de ilk koşuldur. Ekstrapiramidal sistem yan etki özellikleri de dahil olmak üzere diğer yan etkileri ve reseptör etkinlikleri belirgin farklılıklar gösteren bu ?yeni kuşak? AP'leri bir grup altında toplamanın ne derece doğru olduğu tartışılabilir. Ancak ?atipiklik? kavramı bu grubu TAP'lerden ayrı ve farklı bir yere oturtması ve tarihi anlamından dolayı yine de özelliğini korumaktadır. AAP ve TAP'ler arasındaki farklılığın farmakolojik temeline yönelik değişik varsayımlar bulunmakla birlikte günümüzde iki temel varsayım ön plana çıkmaktadır (Abi-Dargham ve Laruelle 2005). Bu iki varsayıma göre AAP'lerin:

II. 1) Dopamin (DA) ve serotonin (5-hidroksi triptamin/5-HT) sistemlerinin her ikisi ile de etkileşim ve yüksek 5HT2A/D2 reseptör antagonizması oranına sahip olduğu,
II. 2) Dopamin D2 reseptörleri ile 1) mezolimbik seçicilik veya 2) daha zayıf blokaj ile farklı bir etkileşim biçimi sergilediği düşünülmektedir ve bu iki varsayım aşağıda detaylı incelenmektedir.

?Atipiklik? üzerine olan varsayımların ele alındığı bölümleri, AAP'lerin farklı reseptör etkinlikleri ve klinik anlamı (II. 3), atipik özelliklerle ilişkili diğer mekanizmalar (II. 4) ile klozapinin üstün etkisiyle ilişkili özgül mekanizmalar alt bölümleri (II. 5) izleyecektir.

II. 1) Serotonin-dopamin antagonizması varsayımı

Serotonin-dopamin antagonizması varsayımı (Meltzer ve ark. 1989) antipsikotik ilacın 5HT2A reseptöründe, D2 reseptörüne ilgisinden daha yüksek bir orana sahip olmasının ?atipikliği? belirlediğini ve bu AP'lerin artmış etki ve azalmış EPS yan etkilerine yatkınlığını açıkladığını öne sürmektedir. Bu varsayım paralelinde ilk ?atipik? AP olan klozapinden sonra benzeri özellikler taşıdığı düşünülen diğer serotonin- dopamin antagonistleri ketiyapin, olanzapin, risperidon ve ziprasidon gibi AAP'ler geliştirilmiştir.

Seçici 5HT2A reseptör antagonisti olan M-100907'nin haloperidol ile kıyaslandığında şizofrenide monoterapi olarak etkisiz olması sadece 5HT2A antagonizmasının AAP'lerin etkisini tek başına açıklayamayacağını göstermektedir (de Paulis 2001). Ancak yapılan hayvan çalışmalarında 5HT2A ve D2 reseptör antagonizması birleşiminin şizofreni tedavisinde pozitif, negatif ve bilişsel belirtileri düzeltmeye etkisi ile ilişkili kanıtlar sınırlı sayıda olmakla birlikte mevcuttur. Bu kanıtlara hayvan modellerinde 5HT2A/2B/2C reseptör antagonisti ritanserin ve seçici D2/D3 reseptör antagonisti olan raklopridin birlikte verilmesi örnek olarak verilebilir. Bu iki ilaç birlikte verildiğinde, AP etkiyi gösteren klasik bir test olan ?koşullanmış kaçınma yanıtını? bloke edici etkinin arttığı gösterilmiştir (Wadenberg ve ark. 1996). Aynı zamanda beyinde DA salımı üzerine tek başına etkisi bulunmayan ritanserin, rakloprid ile birlikte verildiğinde prefrontal kortekste (PFK) DA salınımını arttırdığı, striatumda DA salınımını ise etkilemediği gösterilmiştir (Andersson ve ark. 1995). Diğer bir çalışmada, sıçanlara M 100907 ve 0.1 mg/kg gibi düşük doz (% 80'den düşük D2 işgali oluşturacak) haloperidolün bir arada verilmesiyle kortikal DA salınımıyla ilgili güçlendirici bir birleşik etki (sinerji) sağlanmış, haloperidol yüksek doza çıkıldığında ise kortikal DA salınımda bu tür bir etki gözlenmemiştir (Liégeois ve ark. 2002). Bu çalışma güçlü 5HT2A antagonizmasının zayıf D2 reseptörü blokajı ile bir arada olmasının önemine işaret etmektedir; kortikal DA salınımı açısından klozapin benzeri bir özelliğin nigrostriatal işlevleri az düzeyde etkileyen bir dozda uygulanan haloperidol ile 5HT2A reseptör antagonistlerinin beraber kullanımıyla oluşabileceğini düşündürtmektedir (Meltzer ve ark. 2003). Şizofreni hastalarında yapılan çift kör plasebo kontrollü bir diğer çalışmada ise düşük doz haloperidole ritanserin eklenmesinin negatif belirtilerin düzelmesine de katkısı olduğu gösterilmiştir (Duinkerke ve ark. 1993). Serotonin 5HT2A antagonizmasının olası rolünü incelemek açısından dopamin D2 antagonistleri ve M-100907 gibi seçici 5HT2A reseptör antagonistlerinin beraber kullanımlarını inceleyen çalışmalara gereksinim vardır (Miyamoto ve ark. 2005).

Serotonin 5HT2A/D2 antagonizması varsayımına yönelik çeşitli eleştiriler bulunmaktadır. Bu eleştiriler özellikle aşağıda detaylı olarak aktarılan hızlı ayrılma/ ?vur kaç? varsayımını öne süren araştırmacılar tarafından getirilmektedir ve en önemlileri şu şekilde sıralanabilir (Seeman 2002).

1) Remoksipirid ve amisulpirid gibi AP'ler atipik özellikler gösteren AP'ler olmakla beraber 5HT reseptörlerini işgal etmemekte ve diğerlerinden ayrılmaktadırlar. 5HT reseptörlerinin blokajı AP etki için gerekli değildir.
2) M 100907 ile seçici 5HT2A reseptör blokajının rakloprid ile oluşturulan D2 reseptör blokajıyla oluşturulan katalepsiyi arttırdığı yönünde bulgular bulunmaktadır (Wadenberg ve ark. 2001).
3) Serotonin 5HT2A/D2 varsayımı doğrultusunda TAP ve AAP'ler arasında keskin bir sınır çizilememektedir ve bu varsayımla D2 reseptörlerine gevşek bağlanma varsayımına göre atipik olarak nitelenebilecek antipsikotikler arasında daha fazla sayıda kural dışı kalan antipsikotik bulunmaktadır.
4) Yüksek 5HT2/D2 oranı EPS bulgularını tamamen ortadan kaldırmamaktadır. Örneğin risperidon (6mg/gün) ile yüksek 5HT2A reseptör işgali (% 95) gözlenmekle beraber hastaların çoğunda EPS bulguları önlenememiştir (Nyberg ve ark. 1996). Aynı zamanda klorpromazin 5HT2A reseptörlerini bloke etmekle birlikte yine de EPS belirtilerine neden olabilmektedir (Trichard ve ark. 1998).
5) Yapılan PET çalışmalarında 5HT2A reseptörlerindeki blokajın AP etki için gerekli olan veya EPS bulgularının ortaya çıktığı D2 işgali aralığını değiştirmediği gösterilmiştir (Kapur ve ark. 1999).
6) Serotonin 5HT2A/D2 oranı, sadece D2 reseptörlerine olan ilginin arttırılması veya azaltılması ile değiştirilen ve oluşturulan izomerlerle atipik özellikler sağlanabilmekte veya atipik özellikler yok edilebilmektedir. Örneğin bir AAP olan klozapinin izomeri olan izoklozapin ile D2 reseptör ilgisi arttırılarak 5HT2/D2 oranı düşürülmekte ve atipik özellikler ortadan kalkmaktadır (Kapur ve ark. 2002). Tersine, bir TAP olan loksapinin izomeri olan izoloksapin ile D2 reseptör ilgisi azaltılarak 5HT2/D2 oranı yükseltilebilmekte ve atipik özellikler sağlanabilmektedir (Natesan ve ark. 2005).

Özetle bu eleştiriler yüksek 5HT2/D2 oranının atipik özellikler için gerekli ve yeterli olmadığını, antipsikotik etki için esas belirleyici öğenin ilacın D2 reseptörlerine olan ilgisi olduğunu öne sürmektedir.

II. 2) Atipik antipsikotiklerin D2 reseptörleri ile farklı etkileşim biçimi

II. 2. 1) Mezolimbik seçicilik varsayımı

Atipik AP'lerin mezolimbik dopaminerjik sistem üzerinde nigrostriatal dopaminerjik sisteme göre seçici olarak etki gösterdikleri ve nükleus akumbensteki D2 reseptörlerinin blokajının D2 reseptör antagonistlerinin AP özelliğinden sorumlu olduğu öne sürülmektedir (Abi-Dargham ve Laruelle 2005). Atipik AP'lerin dozla ilişkili biçimde A9 nöronlarına göre A10 nöronlarının ateşlenmesinde seçicilik göstermesi ve striatumdan çok nükleus akumbenste gen ekspresyonunun başlatılmasına yol açması mezolimbik seçiciliklerinin önemli göstergeleri olarak düşünülmektedir (Chiodo ve Bunney 1983, Robertson ve ark. 1994). Ancak AAP'lerle laboratuvar çalışmalarında hayvanlarda düşük dozlarda görülen bu seçiciliğin klinikte kullanılan dozlarda insanlar için geçerli olup olmadığı sorgulanabilecek bir konudur.
Temel etki mekanizması mezolimbik seçicilik özelliği üzerine dayanan AAP'ler için benzamidler örnek verilebilir. Sülpirid ve benzeri (analoğu) amisülpirid, D1 benzeri veya dopaminerjik olmayan reseptörlere ilgisi düşük olan, oldukça seçici ve yüksek ilgili D2/D3 reseptör antagonistleridir ve 5HT2A reseptör antagonizması özelliği taşımamaktadırlar. Laboratuvar çalışmaları düşük doz amisülpirid ve sülpiridin D2 otoreseptörlerini bloke ettiğini ve dopaminerjik salınım ve iletimi arttırdığını göstermektedir. Daha yüksek dozların ise postsinaptik dopamin reseptörleriyle ilişkili olduğu ve laboratuvar testlerinde AP etkiyi yordayan davranış değişikliklerine neden olurken katalepsiye neden olmadığı, yani EPS yan etki oluşturma yatkınlığının düşük olduğunu gösterilmiştir (Perrault ve ark. 1997). Yapılan PET ve SPECT çalışmaları amisülpiridin temporal kortikal D2/D3 reseptörlerine doza bağımlı şekilde bağlandığını, ancak bu striatum dışı seçiciliğin daha yüksek dozlarda kaybolduğunu (striatal D2/D3 reseptör tutulumunun artmasıyla) göstermektedir. Amisülpiridin striatal D2 reseptörlerine orta düzeydeki ilgisi ve limbik kortikal D2/D3 reseptörlerine seçiciliğinin gerek tedavi edici etkisi, gerekse düşük EPS yan etki özelliklerinden sorumlu olduğu bildirilmektedir (Xiberas ve ark. 2001, Bressan ve ark. 2003, la Fougere ve ark. 2005). Amisulpiridin aynı zamanda klozapine benzer biçimde D2 reseptörlerinden hızlı ayrılma özelliği de bulunmaktadır (Seeman 2002).

Atipik AP'lerin mezolimbik seçiciliği görüntüleme çalışmaları ile de desteklenmektedir. Yapılan SPECT çalışmalarında amisülpirid, klozapin, olanzapin, ketiyapin, risperidon ve sertindolün temporal korteksteki D2 reseptör işgalinin striatal D2 reseptörü işgalinden daha fazla olduğu gösterilmiş, PET çalışmalarında da aynı bulgu yine amisülpirid, klozapin, olanzapin ve risperidon için tekrarlanmıştır. Ancak bölgesel olarak bu farklı düzeylerdeki reseptör işgalini gösteremeyen çalışmalar da bulunmaktadır (Abi-Dargham ve Laruelle 2005).

II. 2. 2) Daha zayıf blokaj

Atipik AP'lerin TAP'lere kıyasla striatal D2 reseptörleri üzerinde daha zayıf ve orta derecede blokaj yaptığı Pilowsky ve arkadaşlarının (1992) bu konu üzerindeki öncü SPECT çalışmasından bu yana tekrarlanarak gösterilmiş bir bulgudur. Özellikle amisülpirid, klozapin ve ketiyapin ile tedavi edici dozlarda striatal D2 reseptörlerinde % 40- 60 işgal düzeyleri bildirilmektedir (Xiberas ve ark. 2001, Pilowsky ve ark. 1997, Stephenson ve ark. 2000). Görüntüleme çalışmalarındaki bu gözlem klinikte kullanılan AAP dozlarının TAP dozlarından daha düşük olmasıyla ilişkili olabilir (Abi-Dargham ve Laruelle 2005).

II. 2. 2a) Hızlı ayrılma/?vur kaç? varsayımı

Atipik AP'lerin TAP'lere göre D2 reseptörleri ile farklı bir etkileşimi olduğu görüşü için alternatif bir bakış hızlı ayrılma veya ?vur kaç? varsayımıdır. Hızlı ayrılma varsayımına göre D2 reseptörlerinden hızlı moleküler ayrılma (koff) bir D2 antagonistinin ?atipik?liğini belirleyen tek ve en önemli özelliktir. Hızlı ayrılma varsayımına göre düşük D2 reseptör ilgisinin AAP'leri TAP'lerden ayıran en önemli özellik olduğu belirtilmektedir (Kapur ve Seeman 2000, Abi-Dargham ve Laruelle 2005).

Yakın dönemde yapılan in vitro çalışmalar AP'lerin D2 reseptörlerinden koff değeriyle tarif edilen farklı hızlarla ayrıldıklarını göstermektedir. Atipik AP'lerin TAP'lere göre grup olarak daha yüksek koff değerleri, yani daha hızlı ayrılma sabitleri bulunmaktadır. Ancak kendi aralarında da bu özellikleri fark göstermektedirler (ör: ketiyapin > klozapin> olanzapin> ziprasidon> risperidon) (Seeman 2002). Bu varsayıma göre düşük ilgisi ve hızlı koff olan AP'ler artış ve azalmada esnekliğe izin vererek daha fizyolojik bir dopamin iletimi ve daha az EPS bulguları ile negatif belirtilerde düzelme sağlar. Bu durumun birincil negatif belirtilerde düzelme ile ilişkili olup olmadığını kesin olarak söylemek bu aşamada mümkün değildir. Klozapin açısından bakıldığında hızlı ayrılma varsayımının dirençli şizofreni hastalarında bu AP'nin üstünlüğünü açıklayabilecek bir varsayım olmadığı belirtilmektedir. Klozapinin özgün etkisinde diğer reseptörlerin rolünün büyük olabileceği dışlanamazken, hızlı ayrılma özelliğiyle dopamin sistemininin duyarlılığını arttırmasının da önemli olduğu düşünülmektedir (Kapur ve Seeman 2001).

Hızlı ayrılma varsayımıyla ilgili önemli bir soru dopamin yolaklarındaki farmakolojik etkinin AP'lerin tüm tedavi edici klinik etkilerinden sorumlu olup olmadığıdır. Bir diğer önemli ancak yanıtı belli olmayan soru optimal koff değerinin ne olduğudur. Özetle tedavi edici etkiyi arttırmak ve D2 ile ilişkili yan etkileri azaltmak için bir AP D2 reseptörlerine ne kadar süre bağlı kalmalı belli değildir (Kapur ve Seeman 2001).

Atipiklik kavramını açıklamada hızlı ayrılma/ ?vur kaç? varsayımına yönelik de çeşitli eleştiriler bulunmaktadır ve bu eleştiriler şu şekilde sıralanabilir (Meltzer ve ark. 2003).

1) Ölçülen veya hesaplanan bazı koff değerlerinin (Kapur ve Seeman 2000) atipiklik açısından sorgulanabilir olduğu öne sürülmektedir. Örneğin Kapur ve Seeman (2000) tarafından sertindol (koff: 0.014) haloperidolden (koff: 0.017) daha yavaş bir koff değerine sahip iken, olanzapinin (koff: 0.039) klorpromazinden (koff: 0.020) sadece biraz daha hızlı bir koff değerinin olduğu bildirilmiştir; koff değeri küçüldükçe reseptörden ayrılma hızının yavaşladığı ve ?atipiklik? özelliğinin azaldığı öne sürülmekle beraber, yukarıda aktarılan sertindol ve olanzapin bu varsayıma rağmen atipik özellikli antipsikotikler olarak kabul görmektedir.
2) Sertindol, risperidon veya ziprasidon D2 reseptörlerine yüksek ilgi göstermektedir. Bu AP'lerin kullanımıyla ağır EPS bulgularının ortaya çıkması gerekirken bunun sıklıkla gözlenmemesi 5HT2A antagonizması gibi ek farmakolojik özelliklerin bu durumu dengelediğini düşündürtmektedir. Kısaca, D2 reseptörlerine ilgisi yüksek atipik antipsikotiklerin 5HT2A antagonizması gibi bir ek özelliği olmasa atipikliğin sağlanamayacağı öne sürülmektedir.

II.2.2b) Kısmi dopamin agonizması

Atipik AP'lerin TAP'lere göre D2 reseptörleri ile farklı etkileşim biçimlerinden birisi de kısmi dopamin agonizmasıdır. Kısmi dopamin agonistleri D2 reseptörlerine yüksek ilgi gösteren ve sınırlı iç (intrinsic) etkinlik içeren bileşenlerdir. Üçüncü kuşak AP'ler olarak da adlandırılabilecek bu grubun ilk üyesi olan aripiprazolün etki mekanizmasında D2 reseptörlerindeki kısmi agonistik etkisine ek olarak 5HT2A antagonizmasının da rolünün bulunduğu düşünülmektedir. Kısmi agonizma gösteren ?dopamin sistemi dengeleyicilerinin? mezolimbik yolakta D2 blokajı ile AP etki sağlarken, nigrostriatal yolakta dopamin etkinliğini eş zamanlı olarak azaltmadıkları için EPS yan etkilerine neden olmadıkları, mezokortikal yolakta da dopamin etkinliğinde artış ile negatif ve bilişsel belirtilerde düzelme sağlayabildikleri bildirilmektedir. ?İşlevsel seçicilik? varsayımı kısmi dopamin agonistlerinin hücresel çevreye (milieu) göre (örneğin reseptör ve G protein komplemanı konsantrasyonu) agonist/kısmi agonist/antagonist özellikli, hücre tipine özgül, değişik işlevsel etkileri olabileceğini öne sürmektedir (Shapiro ve ark. 2003, Monkul ve Akdede 2005).

II.3) Atipik antipsikotiklerin farklı reseptör etkinlikleri ve klinik anlamı

Benzamidler dışındaki AAP'lerin D2 ve 5HT2A reseptörleri dışında çok sayıda etki gösterdikleri reseptörler bulunmaktadır. Bunlar arasında diğer dopamin (D1, D3, D4), serotonin (5HT1A, 5HT2C, 5HT6 ve 5HT7), muskarinik kolinerjik, α adrenerjik ve histaminerjik reseptörler sayılabilir.

Atipik AP'lerin bu diğer reseptör etkinlikleri değişkenlik gösterebilmektedir. Bu değişkenliğin pozitif, negatif, bilişsel ve depresif belirtilerin tedavisi bağlamında fark yaratabileceği düşünülmektedir (Stahl 2004). Bu gözden geçirmede, yazında sıkça irdelenmeleri ve ilgili güncel bulguların önemi ve tutarlılığı göz önüne alınarak 5HT2A, 5HT2C, 5HT1A,α1 ve α2 adrenerjik reseptör etkinlikleri ve klinik anlamı ele alınacaktır.

II.3.1) 5HT2A reseptörleri ve antagonizması

Serotonin 5HT2A reseptörleri beyinde yaygındır ve en yüksek konsantrasyonda kortekste bulunmaktadır (Hoyer ve ark. 1986). Kortikal ve hipokampal piramidal glutamaterjik nöronlarda (Jakab ve Goldman-Rakic 1998) ve GABAerjik ara nöronlarda da (Willins ve ark 1997) bulunurlar; GABAerjik ara nöronlardaki etkileriyle GABA salınımını arttırabildikleri gibi, piramidal nöronlardaki etkileriyle GABA-A akımının etkisini de azaltabilirler. Nigrostriatal ve mezokortikolimbik DA nöronlarının kaynaklandığı ve terminallerinin bulunduğu substantia nigra ve ventral tegmentumda da 5HT2A reseptörleri bulunur (Nocjar ve ark. 2002, Meltzer ve ark. 2003).

Serotonin 5HT2A reseptörleri üzerinden olan serotonerjik uyarım, DA ve noradrenalin (NA) nöronları üzerinden DA ve NA salınımını azaltırken, 5HT2A antagonizması bu dolaylı azalmanın (disinhibisyonun) ortadan kalkmasını sağlayarak DA ve NA salınımını arttırmaktadır (Stahl 2004). Yapılan çok sayıdaki laboratuvar çalışmasında 5HT2A antagonistleri verilen sıçan PFK'sında DA ve NA salınımının arttığı gösterilmiştir (Zhang ve ark. 2000). Serotonin 5HT2A antagonizmasının bu özelliği ile AAP'lerle PFK'de sağlanan etkinin belirgin olması negatif, bilişsel ve depresif belirtilerdeki düzelme açısından önem taşımaktadır (Stahl 2004).

Serotonin 5HT2A antagonizması ve dopaminerjik etkinliğinin ilişkisi incelendiğinde 4 ana dopaminerjik sistem olan mezolimbik, nigrostriatal, mezokortikal ve tüberoinfundibuler sistemler üzerindeki etkileşimi ayrı ayrı incelemek AAP'lerin etki ve yan etki özelliklerini anlamada önemlidir. Serotonin 5HT2A antagonizmasının, mezolimbik sistemde D2 antagonizması ve AP etki ile ilişkisi yoktur. Striatumda D2 reseptörleri 5HT2A reseptörlerine göre daha fazla miktarda bulunmaktadır, ancak AAP'ler % 70-80'den düşük D2 blokajı yapmaları nedeniyle nigrostriatal sistemde ise D2 blokajını geri çevirerek EPS bulgularında azalma sağlamaktadır. Kortekste ise 5HT2A reseptörleri D2 reseptörlerinden daha fazla miktarda bulunmaktadır. Atipik AP'lerin güçlü kortikal 5HT2A blokajı yapmaları ve frontal kortekste D2 reseptörlerinden çok D1 reseptörlerinin yoğun olması nedeniyle AAP'ler mezokortikal sistemde D2 blokajını geri çevirebilmektedir. Bu durum bilişsel ve negatif belirtilerde düzelme açısından katkı sağlamaktadır.

Tüberoinfundibuler sistemde ise bütün 5HT2A antagonisti AP'lerle aynı düzeyde olmamakla beraber D2 blokajını geri çevirerek hiperprolaktinemi oluşumunu azaltabilmektedir (Leuner ve Muler 2006, Stahl 2000).
Tüm AP'lerin psikotik belirtiler üzerindeki etkisinden sorumlu temel etki mekanizmasının dopamin D2 reseptör blokajı olması nedeniyle bu noktadan itibaren AP'lerin farklı reseptör ilgileri D2 reseptör ilgileri ile karşılaştırılarak sunulacaktır. Farklı AP'lerin 5HT2A ve D2 reseptörlerine bağlanma ilgileri karşılaştırıldığında ziprasidon, risperidon, olanzapin, ketiyapin ve aripiprazolün 5HT2A reseptörüne D2 reseptörüne göre oldukça güçlü ve yüksek ilgi gösterdikleri görülmektedir (Şekil 1).

II. 3. 2) 5HT2C reseptörleri ve antagonizması

Serotonin 5HT2C reseptörü postsinaptik yerleşimli ve 5HT2A reseptörleri ile yapısal benzerlik gösteren bir reseptördür. Substantia nigra ve VTA'da daha yoğun olarak bulunurlar (Meltzer ve ark. 2003). Serotonin 5HT2C reseptörleri üzerinden olan serotonerjik uyarım, GABA ara nöronları aracılığıyla DA ve NA nöronları üzerinden DA ve NE salınımını azaltırken, 5HT2C antagonizması tam tersine DA ve NA salınımını arttırmaktadır (Stahl 2004). Serotonin 5HT2A antagonistleri ile olduğu gibi 5HT2C antagonistleri ile yapılan çok sayıdaki laboratuvar çalışmasında 5HT2C antagonistlerinin sıçan PFK'sında DA ve NA salınımı arttırdığı gösterilmiştir (Millan ve ark. 1998, Di Matteo ve ark. 1998). Serotonin 5HT2C antagonizmasının bu özelliği ile AAP'lerle PFK'de sağlanan etkinin belirgin olması negatif, bilişsel ve depresif belirtilerdeki düzelme açısından önem taşımaktadır. Serotonin 5HT2A ve 5HT2C antagonizmasının PFK'deki benzer etkilerinin birbirine eklenmesiyle AP'lerin negatif, bilişsel ve depresif belirtiler üzerindeki etkilerinin güçlendirildiği öne sürülmektedir (Meltzer ve ark. 2003).

Farklı AP'lerin 5HT2C ve D2 reseptörlerine bağlanma ilgileri karşılaştırıldığında ziprasidon, olanzapin ve klozapinin 5HT2C reseptörüne D2 reseptörüne göre oldukça güçlü ve yüksek ilgi gösterdikleri görülmektedir (Şekil 1).

Serotonin 5HT2C reseptörü ve beslenme davranışı, obesite arasında güçlü ilişki gösteren çalışmalar bulunmaktadır. 5HT2C reseptör geni silinmiş (knockout) farelerde obesite ve artmış yeme davranışı gözlenirken, 5HT2C agonistlerinin (ör: fenfluramin, mCPP) agonizmasının laboratuvar çalışmalarında kilo alımını ve gıda tüketimini azalttığı gözlenmiştir. Serotonin 5HT2C antagonizmasının AAP kullanımına bağlı kilo alımında önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Ziprasidonun güçlü 5HT2C antagonizmasına rağmen kilo alımı açısından avantajlar göstermesi kilo alımı açısından önemi olan diğer farmakolojik özelliklerin (örneğin antihistaminik, antikolinerjik) belirgin olmaması ile açıklanmaya çalışılmaktadır (Schmidt 2001).

II. 3. 3) 5HT1A reseptörleri ve kısmi agonizması

Serotonin 5HT1A reseptörleri üzerinde agonistik etki, hem presinaptik hem de postsinaptik düzeyde işlevsel olarak 5HT2A reseptörüne antagonistik özellik göstermektedir. Gerek Rafe nükleusunda presinaptik yerleşim gösteren somatodendritik otoreseptörler ve gerek korteks piramidal nöronları ve hipokam****a yerleşimi yoğun olan postsinaptik reseptörler üzerinden olan 5HT1A reseptör etkinliği serotonerjik nöron inhibisyonu ile sonuçlanmaktadır. Atipik AP'lerle gözlenen 5HT1A kısmi agonizmasının presinaptik olarak 5HT depolarını doldurarak ve 5HT1A reseptörlerini desensitize ederek, özetle 5HT nöronal disinhibisyonu arttırarak anksiyolitik ve antidepresan etkiye katkı sağladığı düşünülmektedir. Postsinaptik olarak da 5HT2A antagonistlerine benzer şekilde PFK'de DA iletimini arttırarak negatif ve bilişsel belirtilerde etkiye katkı sağladığı öne sürülmektedir (Meltzer ve ark. 2003, Stahl 2004). Serotonin 5HT1A reseptör etkinliğinin PFK'de DA iletimine etkisini incelemeyi amaçlayan bir çalışmada klozapin, risperidon ve olanzapin uygulanmakta olan sıçanlara ek olarak bir 5HT1A antagonisti olan WAY 100635 verilmiştir. Bu çalışmada uygulanan atipik antipsikotiklerle sağlanan 5HT2A reseptör blokajı ve D2 reseptör blokajının PFK'de DA salınımı arttırdığı, WAY 100635 eklenerek sağlanan 5HT1A reseptör blokajının DA salınımını daha da fazla artırdığı gösterilmiştir. WAY 100635 ile 5HT1A reseptör blokajının ise bu ek etkiyi ortadan kaldırdığı gözlenmiştir. Sonuç olarak 5HT2A ve D2 reseptör blokajı birlikteliğinin PFK'den DA salınımını kısmen de olsa 5HT1A reseptör aktivasyonu üzerinden yapmakta olduğu gösterilmiştir (Ichikawa ve ark. 2001).

Farklı AP'lerin 5HT1A ve D2 reseptörlerine bağlanma ilgileri karşılaştırıldığında ziprasidon, ketiyapin, klozapin ve aripiprazolün 5HT1A reseptörüne D2 reseptörüne göre oldukça güçlü ve yüksek ilgi gösterdikleri görülmektedir (Şekil 1).

II. 3. 4)α1, α2 reseptörleri ve antagonizması

Gerek α1, gerek α2 reseptörüne klozapinin yüksek ilgi göstermesi nedeniyle bu reseptör etkinliklerinin AP etkideki rolü yakından incelenmektedir.

Adrenerjik α1 antagonisti olan prazosinin ve 2 antagonisti olan idazoksanın her ikisinin de tek başına AP etkisinin olmadığı gösterilmiştir. Adrenerjik α1 reseptörü antagonizmasının açık klinik etkilerinin başında ortostatik hipotansiyon ve sedasyon yan etkileri gelmektedir. Prazosin DA etkinliklerinde inhibisyon yapmaktadır ve sistemik idazoksan uygulanmasının ise sıçanda PFK'de DA iletimini arttırdığı ve bu durumun özellikle negatif ve bilişsel belirtiler açısından önemli olabileceği belirtilmektedir. Klozapin ve diğer AP'lerin presinaptik olarak yaptığı α1 reseptör antagonizmasının dopaminerjik aşırı yanıtı kontrol altına alarak AP etkiye katkıda bulunabileceği öne sürülmektedir (Svensson 2003).

Adrenerjik α1 reseptör antagonizmasının D2 reseptör antagonizması ile birlikte AP etkide güçlenme sağlayabileceği belirtilmektedir (Hertel ve ark. 1999). Şizofrenide temel bir bozukluk olduğu kabul edilen sensorimotor kapılama (gating) bozukluğunda etkili olabileceğinin işareti olarak prazosinin prepuls inhibisyon (PPI) bozukluğunu da geri çevirebildiği gösterilmiştir (Bakshi ve Geyer 1997). Ek olarak α1 reseptör blokajının 5HT2 reseptör blokajı ile birlikte AP etkiyi güçlendirebileceği öne sürülmektedir (Svensson 2003).

Adrenerjik α2 reseptör antagonizmasının da D2 reseptör antagonizması ile birlikte AP etkide güçlenme sağlayabileceği belirtilmektedir. Sıçanlarda D2/D3 dopamin reseptör antagonisti olan raklopride 2 reseptör antagonisti idazoksan eklenmiş ve PFK'de dopamin iletiminin arttığı ve AP yanıtı yordayan koşullanmış kaçınma davranışında baskılanmanın güçlendiği gözlenmiştir (Hertel ve ark. 1999). Yakın zamanda yapılan bir sıçan mikrodiyaliz çalışmasında düşük doz haloperidol ve olanzapine eklenen idazoksan tedavisinin AP etkiyi yordayan koşullanmış kaçınma davranışının baskılanmasını arttırdığı, özellikle PFK'de DA düzeyini arttırdığı ve haloperidole bağlı katalepsiyi geri çevirdiği gözlenmiştir (Wadenberg ve ark. 2006).

Farklı AP'lerin α1 ve D2 reseptörlerine bağlanma ilgileri karşılaştırıldığında klozapin, risperidon ve ketiyapinin α1 reseptörüne D2 reseptörüne göre oldukça güçlü ve yüksek ilgi gösterdikleri görülmektedir (Şekil 1). Adrenerjik α2 ve D2 reseptörlerine bağlanma ilgileri karşılaştırıldığında ise sadece klozapinin 2 reseptörüne D2 reseptörüne göre oldukça güçlü ve yüksek ilgi gösterdiği görülmektedir. Tipik AP'ler arasında düşük güçlülerin (potans) α1 reseptörüne ilgilerinin daha yüksek olduğu bilinmektedir (Stahl 2000).

II.4) Diğer mekanizmalar

Prefrontal kortekste asetilkolin (Ach) salınımında artış ve glutamat düzenlenmesi gibi bazı farklı mekanizmalar AAP'lerin etki mekanizmaları arasında yer almaktadır ve TAP'lere göre ek faydaları olabilir. Bu iki mekanizmaya aşağıda kısaca değinilecektir.

Sıçanlarda yapılan mikrodiyaliz çalışmalarında klozapin, olanzapin, risperidon ve ziprasidon gibi AAP'lerin PFK'de Ach salınımında artış sağladığı; haloperidol, tiyoridazin gibi TAP'lerin uygulanmasıyla ise Ach salınımında artış gözlenmediği bildirilmiştir. Deneyde uygulanan hiçbir AP'in nükleus akumbens veya striatumda Ach salınımını etkilemediği, bu etkinin PFK'ye özgü olduğu bildirilmiştir (Ichikawa ve ark. 2002). Prefrontal kortekste Ach salınımında artışın özellikle şizofrenideki bilişsel belirtilerin tedavisinde önemli olduğu düşünülmektedir.

Şizofreninin etiyopatogenezinde dopaminerjik dengesizlik kadar glutamaterjik eksikliğin de rolü olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle glutamat düzenlenmesi tedavide önemli yeri olan bir etki mekanizması olarak durmaktadır. Bazı AAP'lerin akut ve kronik uygulamayla azalmış N-metil D-aspartat (NMDA) reseptör etkinliğini hücresel ve davranışsal düzeyde seçici ve deneysel olarak düzelttiği gözlenmiştir (Abi-Dargham ve Laruelle 2005). Örneğin TAP'lerle (haloperidol) böyle bir etki oluşmazken, klozapin ve olanzapin gibi AAP'lerin NMDA antagonisti fensiklidine (PCP) bağlı subkronik NMDA reseptörlerindeki işlevsel aşırı etkinliği önlediği saptanmıştır (Ninan ve ark. 2003). Atipik AP'lerin yine NMDA antagonistlerine bağlı oluşan PPI (Bakshi ve Geyer 1995) ve sosyal davranış bozukluğunu (Corbett ve ark. 1995) azalttığı, ketamine bağlı beyin metabolik aktivasyonunu bloke ettiği de (Duncan ve ark. 2000) gözlenmiştir. Klozapin, NMDA reseptör antagonistleri ile oluşan bahsedilen etkileri en güçlü bloke eden AP'dir (Olney ve Farber 1994). Klozapin ve diğer AAP'lerin bu etkilerinin mekanizması açık değildir. Atipik AP'ler ile NMDA antagonistlerinin etkilerinin inhibisyonunda glutamat reseptörlerinde moleküler değişikliklerin mi, nörotransmiter-reseptör etkileşimlerinde değişimin mi sorumlu olduğu araştırılmaya devam eden konulardır. Glutamat modülasyonunun kliniğe yansıma potansiyeli olan etkileri arasında pozitif, negatif ve bilişsel belirtilerde düzelme ve hastalık seyrinde yavaşlama sayılabilir (Miyamoto ve ark. 2005).

II.5) Klozapinin üstün etkisi-klozapine özgül mekanizmalar

Şizofreni tedavisini ve AP'lerin etki mekanizmalarını incelerken klozapine özgü olduğu düşünülen ve tedavideki üstünlüğünün altında yatabilecek bazı mekanizmalara özellikle dikkat edilmelidir.

Klozapinin metaboliti olan N-dezmetilklozapinin klozapin ile sağlanan başarılı tedavi yanıtında önemli bir yeri olduğu düşünülmektedir N-dezmetilklozapin güçlü bir allosterik M1 reseptör agonistidir (Weiner ve ark. 2004) ve hipokampal (CA1 piramidal hücrelerinde) NMDA reseptör akımlarını M1 reseptör aktivasyonu ile güçlendirdiği (glutamaterjik güçlenme) yönünde olumlu veriler bulunmaktadır (Sur ve ark. 2003). Yine N-dezmetilklozapinin D2-D3 reseptör kısmi agonizması göstermesi, bu bileşenin özgül ve önemli olabilecek etki mekanizmaları arasında gösterilmektedir (Burstein ve ark. 2005).

Metaboliti dışında klozapinin kendisinin diğer AP'lerden farklı olarak sahip olduğu bazı mekanizmaların bu bileşenin özgül ve güçlü etkisiyle ilişkili olabileceği üzerinde de durulmaktadır. Bu mekanizmalar arasında klozapinin α1, α2 adrenerjik reseptör antagonizması yapması (Svensson 2003), D4 reseptörü antagonizması (Wong ve Van Tol 2003), plazma NA düzeyi ve periferik noradrenerjik etkinlikte artış sağlaması (Elman ve ark. 1999) ve NMDA reseptör kompleksiyle etkileşim üzerinden (glisin bölgesiyle etkileşim veya glisin taşıyıcısının geçici inhibisyonu kanalıyla) VTA'daki dopaminerjik nöronların inhibisyonunu sağlaması olduğu düşünülmektedir (Schwieler ve ark. 2004). Klozapinin D1 kısmi agonisti mi, antagonisti mi olduğu kesinleşmiş bir konu değildir. Ancak klozapin ile D1/D2 reseptör işgali oranının diğer AAP'lere göre yüksekliği de (striatalD1/D2 işgal oranı: klozapin 0.88, olanzapin 0.54, ketiyapin 0.41, risperidon 0.31) son zamanlarda değinilen ve önemli olabileceği düşünülen bir diğer mekanizmadır (Tauscher ve ark. 2004).

SONUÇ

Günümüzde hangi şizofreni hastasında hangi antipsikotiğin öncelikle yararlı olacağını öngörebilmek henüz mümkün değildir. Farmakogenetik ve farmakogenomik alanındaki gelişmelerle böyle bir öngörü gelecekte mümkün olabilecektir. Tüm AP'ler ile sağlanan D2 reseptör antagonizması, AP etki için vazgeçilmez özellik olmakla birlikte, AAP'ler ile söz konusu olan diğer etki mekanizmalarının gerek pozitif belirtiler, gerek negatif, bilişsel, depresif belirtiler ve anksiyete belirtileri üzerinde ek fayda sağlaması yukarıda aktarılan mekanizmalar bağlamında olası görülmektedir. Ancak günümüzdeki klinik uygulamalarda klozapin dışındaki AAP'lerin TAP'lere üstün olup olmadığı, halen kanıtlanması gereken bir konudur. Etki mekanizmalarındaki farklılıklar ne ölçüde hayata, kliniğe yansımaktadır, gerçek bir üstünlük söz konusu mudur sorusu henüz yanıtlanamamıştır. Atipik AP'ler ile EPS yan etkilerinin daha az olması nedeniyle hastaların tedaviye uyumunun artması ve ikincil negatif belirtilerin azalması dışında TAP'lere göre bir üstünlüğün söz konusu olup olmadığı, kontrollü klinik çalışmalar (ör: CATIE) ve meta-analizlerde gözlenen çelişkili bulgular nedeniyle (Geddes ve ark. 2000, Davis ve ark. 2003, Lieberman ve ark. 2005) tam desteklenemeyen bir durumdur. Çelişkilerin temelinde yatan önemli sorunlardan birisi çoğu araştırmada kullanılan AAP ve TAP dozlarının gerçekte karşılaştırılabilir nitelikte olmamasıdır. Ancak bu soruna özen gösteren geniş örneklemli ve bağımsız yeni çalışmalarda da (ör: CUtLASS) TAP'ler ile yaşam kalitesi, hasta tercihi, etki, yan etki ve maliyet açısından klozapin dışındaki AAP'lere göre bir olumsuzluk görülmemektedir (Jones ve ark. 2006). Atipik bir AP olmanın TAP'lere göre üstün yönleri, etki mekanizmaları bağlamında, laboratuvar çalışmalarında güçlü bir biçimde desteklenmekle birlikte, klozapin dışındaki AAP'ler için klinik açıdan da bu durumun geçerli olup olmadığının yanıtlanması ve kesinleşmesi için ek araştırma ve incelemelere gereksinim sürmektedir.

KAYNAKLAR

Abi-Dargham A, Laruelle M (2005) Mechanisms of action of second generation antipsychotic drugs in schizophrenia: insights from brain imaging studies. Eur Psychiatry, 20:15-27.
Andersson JL, Nomikos GG, Marcus M ve ark. (1995) Ritanserin potentiates the stimulatory effects of raclopride on neuronal activity and dopamine release selectivity in the mesolimbic dopaminergic system. Naunyn Schmiedebergs Arch Pharmacol, 352:374-85.
Bakshi VP, Geyer MA (1995) Antagonism of phencyclidine-induced deficits in prepulse inhibition by the putative atypical antipsychotic olanzapine. Psychopharmacology (Berl), 122:198-201.
Bakshi VP, Geyer MA (1997) Phencyclidine induced deficits in prepulse inhibition of startle are blocked by prazosin, an alpha-1 noradrenergic antagonist. J Pharmacol Exp Ther, 203: 666-674.
Bressan RA, Erlandsson K, Jones HM ve ark. (2003) Is regionally selective D2/D3 dopamine occupancy sufficient for atypical antipsychotic effect? An in vivo quantitative [123I] epidepride SPET study of amisulpride-treated patients. ** J Psychiatry, 160:1413-20.
Burstein ES, MA J, Wong S ve ark. (2005) Intrinsic efficacy of antipsychotics at human D2, D3, and D4 dopamine receptors: identification of the clozapine metabolite N-desmethylclozapine as a D2/D3 partial agonist. J Pharmacol Exp Ther, 315:1278-87.
Chiodo LA, Bunney BS (1983) Typical and atypical neuroleptics: differential effects of chronic administration on the activity of A9 and A10 midbrain dopaminergic neurons. J Neurosci, 3:1607-19.
Corbett R, Camacho F, Woods AT ve ark. (1995) Antipsychotic agents antagonize non-competitive N-methyl-D-aspartate antagonist-induced behaviors. Psychopharmacology (Berl), 120:67-74.
Davis JM, Chen N, Glick ID (2003) A meta-analysis of the efficacy of second-generation antipsychotics. Arch Gen Psychiatry, 60:553-64.
de Paulis T (2001) M-100907 (Aventis) Curr Opin Invest Drugs, 2:123-32.
Di Matteo V, Di Giovanni G, Di Mascio M ve ark. (1998) Selective blockade of serotonin2C/2B receptors enhances dopamine release in the rat nucleus accumbens. Neuropharmacology, 37:265-72.
Duinkerke SJ, Botter PA, Jansen AA ve ark. (1993) Ritanserin, a selective 5-HT2/1C antagonist, and negative symptoms in schizophrenia. A placebo-controlled double-blind trial. Br J Psychiatry, 163:451-5.
Duncan GE, Miyamoto S, Leipzig JN ve ark. (2000) Comparison of the effects of clozapine, risperidone, and olanzapine on ketamine-induced alterations in regional brain metabolism.
J Pharmacol Exp Ther, 293:8-14.
Elman I, Goldstein DS, Eisenhofer G ve ark. (1999) Mechanism of peripheral noradrenergic stimulation by clozapine. Neuropsychopharmacology, 20:29-34.
Farde L, Nordstrom AL, Wiesel FA ve ark. (1992) Positron emission tomographic analysis of central D1 and D2 dopamine receptor occupancy in patients treated with classical neuroleptics and clozapine. Relation to extrapyramidal side effects. Arch Gen Psychiatry, 49:538-44.
Geddes J, Freemantle N, Harrison P ve ark. (2000) Atypical antipsychotics in the treatment of schizophrenia: systematic overview and meta-regression analysis. BMJ, 321:1371-6.
Hertel P, Fagerquist MV, Svensson TH (1999) Enhanced cortical dopamine output and antipsychotic-like effects of raclopride by alpha2 adrenoceptor blockade. Science, 286:105-7.
Hoyer D, Pazos A, Probst A ve ark. (1986) Serotonin receptors in the human brain. I. Characterization and autoradiographic localization of 5-HT1A recognition sites. Apparent absence of 5-HT1B recognition sites. Brain Res, 376:85-96.
Ichikawa J, Ishii H, Bonaccorso S ve ark. (2001) 5-HT(2A) and D(2) receptor blockade increases cortical DA release via 5-HT(1A) receptor activation: a possible mechanism of atypical antipsychotic-induced cortical dopamine release. J Neurochem, 76:1521-31.
Ichikawa J, Dai J, O'Laughlin IA ve ark. (2002) Atypical, but not typical, antipsychotic drugs increase cortical acetylcholine release without an effect in the nucleus accumbens or striatum. Neuropsychopharmacology, 26:325-39.
Jakab RL, Goldman-Rakic PS (1998) 5-Hydroxytryptamine2A serotonin receptors in the primate cerebral cortex: possible site of action of hallucinogenic and antipsychotic drugs in pyramidal cell apical dendrites. Proc Natl Acad Sci USA, 95:735-40.
Jones PB, Barnes TR, Davies L ve ark. (2006) Randomized controlled trial of the effect on Quality of Life of second-vs first-generation antipsychotic drugs in schizophrenia: Cost Utility of the Latest Antipsychotic Drugs in Schizophrenia Study (CUtLASS 1). Arch Gen Psychiatry, 63:1079-87.
Kapur S, Zipursky, RB, Remington G (1999) Clinical and theoretical implications of 5-HT2 and D2 receptor occupancy of clozapine, risperidone, and olanzapine in schizophrenia. ** J Psychiatry, 156:286-93.
Kapur S, Zipursky R, Jones C ve ark. (2000) Relationship between dopamine D(2) occupancy, clinical response, and side effects: a double-blind PET study of first-episode schizophrenia. ** J Psychiatry, 157:514-20.
Kapur S, Seeman P (2000) Antipsychotic agents differ in how fast they come off the dopamine D2 receptors. Implications for atypical antipsychotic action. J Psychiatry Neurosci, 25:161-6.
Kapur S, Seeman P (2001) Does fast dissociation from the dopamine d(2) receptor explain the action of atypical antipsychotics?: A new hypothesis. ** J Psychiatry, 158:360-9.
Kapur S, McClelland RA, VanderSpek SC ve ark. (2002) Increasing D2 affinity results in the loss of clozapine's atypical antipsychotic action. Neuroreport, 13:831-5.
la Fougere C, Meisenzahl E, Schmitt G ve ark. (2005) D2 receptor occupancy during high- and low-dose therapy with the atypical antipsychotic amisulpride: a 123I-iodobenzamide SPECT study. J Nucl Med, 46:1028-33.
Leuner K, Muller WE (2006) The complexity of the dopaminergic synapses and their modulation by antipsychotics. Pharmacopsychiatry, 39(Suppl 1):15-20.
Lieberman JA, Stroup TS, McEvoy JP ve ark. (2005) Effectiveness of antipsychotic drugs in patients with chronic schizophrenia. N Engl J Med, 353:1209-23.
Liégeois JF, Ichikawa J, Meltzer HY (2002) 5-HT(2A) receptor antagonism potentiates haloperidol-induced dopamine release in rat medial prefrontal cortex and inhibits that in the nucleus accumbens in a dose-dependent manner. Brain Res, 947:157-65.
Meltzer HY, Matsubara S, Lee JC (1989) Classification of typical and atypical antipsychotic drugs on the basis of dopamine D-1, D-2 and serotonin2 pKi values. J Pharmacol Exp Ther, 251:238-46.
Meltzer HY, Li Z, Kaneda Y ve ark. (2003) Serotonin receptors: their key role in drugs to treat schizophrenia. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry, 27:1159-72.
Millan MJ, Dekeyne A, Gobert A (1998) Serotonin (5-HT)2C receptors tonically inhibit dopamine (DA) and noradrenaline (NA), but not 5-HT, release in the frontal cortex in vivo. Neuropharmacology, 37:953-5.
Miyamoto S, Duncan GE, Marx CE ve ark. (2005) Treatments for schizophrenia: a critical review of pharmacology and mechanisms of action of antipsychotic drugs. Mol Psychiatry, 10:79-104.
Monkul ES, Akdede BB (2005) Yeni kuşak antipsikotiklerden aripiprazol: Bir gözden geçirme. Klinik Psikofarmakoloji Bülteni, 15:198-203.
Natesan S, VanderSpek S, Nobrega J ve ark. (2005) Contrasting loxapine to its isomer isoloxapine-the critical role of in vivo D2 blockade in determining atypicality. Schizophr Res, 77:189-99.
Ninan I, Jardemark KE, Wang RY (2003) Olanzapine and clozapine but not haloperidol reverse subchronic phencyclidine-induced functional hyperactivity of N-methyl-D-aspartate receptors in pyramidal cells of the rat medial prefrontal cortex. Neuropharmacology, 2003; 44:462-72.
Nocjar C, Roth BL, Pehek EA (2002) Localization of 5-HT(2A) receptors on dopamine cells in subnuclei of the midbrain A10 cell group. Neuroscience, 111:163-76.
Nyberg S, Nakashima Y, Nordström AL ve ark. (1996) Positron emission tomography of in-vivo binding characteristics of atypical antipsychotic drugs. Review of D2 and 5-HT2 receptor occupancy studies and clinical response. Br J Psychiatry, 168(Suppl. 29):40-4.
Olney JW, Farber NB (1994) Efficacy of clozapine compared with other antipsychotics in preventing NMDA-antagonist neurotoxicity. J Clin Psychiatry, 55 (Suppl B):43-6.
Perrault G, Depoortere R, Morel E ve ark. (1997)Psychopharmacological profile of amisulpride: an antipsychotic drug with presynaptic D2/D3 dopamine receptor antagonist activity and limbic selectivity. J Pharmacol Exp Ther, 280:73-82.
Pilowsky LS, Costa DC, Ell PJ ve ark. (1992) Clozapine, single photon emission tomography, and the D2 dopamine receptor blockade hypothesis of schizophrenia. Lancet, 340:199-202.
Pilowsky LS, Mulligan RS, Acton PD ve ark. (1997) Limbic selectivity of clozapine. Lancet, 350:490-1.
Robertson GS, Matsumara H, Fibiger HC (1994) Induction patterns of Fos-like immunoreactivity in the forebrain as predictors of atypical antipsychotic activity. J Pharmacol Exp Ther, 271:1058-66.
Schmidt AW, Lebel LA, Howard HR Jr ve ark. (2001) Ziprasidone: a novel antipsychotic agent with a unique human receptor binding profile. Eur J Pharmacol, 425:197-201.
Schwieler L, Engberg G, Erhardt S (2004) Clozapine modulates midbrain dopamine neuron firing via interaction with the NMDA receptor complex. Synapse, 52:114-22.
Seeman P (2002) Atypical antipsychotics: mechanism of action. Can J Psychiatry, 47:27-38.
Shapiro DA, Renock S, Arrington E ve ark. (2003) Aripiprazole, a novel atypical antipsychotic drug with a unique and robust pharmacology. Neuropsychopharmacology, 28:1400-11.
Stahl SM (2000) Essential Psychopharmacology: Neuroscientific Basis and Practical Applications. 2. baskı, Cambridge, Cambridge University Pres: 365.
Stahl SM (2004) Symptoms and circuits, part 3: schizophrenia. J Clin Psychiatry, 65:8-9.
Stephenson CM, Bigliani V, Jones HM ve ark. (2000) Striatal and extra-striatal D(2)/D(3) dopamine receptor occupancy by quetiapine in vivo. [(123)I]-epidepride single photon emission tomography (SPET) study. Br J Psychiatry, 177:408-15.
Sur C, Mallorga PJ, Wittmann M ve ark. (2003) N-desmethylclozapine, an allosteric agonist at muscarinic 1 receptor, potentiates N-methyl-D-aspartate receptor activity. Proc Natl Acad Sci U S A, 100:13674-9.
Svensson T (2003) Alpha-adrenoctor modlation hypothesis of antipsychotic atypicality. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry, 27:1145-58.
Tauscher J, Hussain T, Agid O ve ark. (2004) Equivalent occupancy of dopamine D1 and D2 receptors with clozapine: differentiation from other atypical antipsychotics. ** J Psychiatry, 161:1620-5.
Trichard C, Paillere-Martinot ML, Attar-Levy D ve ark. (1998) Binding of antipsychotic drugs to cortical 5-HT2A receptors: a PET study of chlorpromazine, clozapine, and amisulpride in schizophrenic patients. ** J Psychiatry, 155:505-8.
Wadenberg ML, Salmi P, Jimenez P ve ark. (1996) Enhancement of antipsychotic-like properties of the dopamine D2 receptor antagonist, raclopride, by the additional treatment with the 5-HT2 receptor blocking agent, ritanserin, in the rat. Eur Neuropsychopharmacol, 6:305-10.
Wadenberg MG, Browning JL, Young KA ve ark. (2001) Antagonism at 5-HT(2A) receptors potentiates the effect of haloperidol in a conditioned avoidance response task in rats. Pharmacol Biochem Behav, 68:363-70.
Wadenberg ML, Wiker C, Svensson TH (2006) Enhanced efficacy of both typical and atypical antipsychotic drugs by adjunctive alpha 2 adrenoceptor blockade: experimental evidence. Int J Neuropsychopharmacol, 1-12.
Waddington JL, Kapur S, Remington GJ (2003) The neuroscience and clinical psychopharmacology of first-and second-generation antipsychotic drugs. Schizophrenia, 2. baskı, SR Hirsch, DR Weinberger (Ed), Oxford. Blackwell Science Ltd, 421-441.
Weiner DM, Meltzer HY, Veinbergs I ve ark. (2004) The role of M1 muscarinic receptor agonism of N-desmethylclozapine in the unique clinical effects of clozapine. Psychopharmacology (Berl), 177:207-16.
Willins DL, Deutch AY, Roth BL (1997) Serotonin 5-HT2A receptors are expressed on pyramidal cells and interneurons in the rat cortex. Synapse, 27:79-82.
Wong AH, Van Tol HH (2003) The dopamine D4 receptors and mechanisms of antipsychotic atypicality. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry, 27:1091-9.
Xiberas X, Martinot JL, Mallet L ve ark. (2001) In vivo extrastriatal and striatal D2 dopamine receptor blockade by amisulpride in schizophrenia. J Clin Psychopharmacol, 21:207-14.
Zhang W, Perry KW, Wong DT ve ark. (2000) Synergistic effects of olanzapine and other antipsychotic agents in combination with fluoxetine on norepinephrine and dopamine release in rat prefrontal cortex. Neuropsychopharmacology, 23:250-62.

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
31 Ağustos 2009       Mesaj #130
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Cep Harçlığı

Çocuklar, okula başladıktan sonra ailelerin birçoğunun o güne kadar fark etmedikleri bazı problemler aniden ortaya çıkıverir. Çocuğa verilecek cep harçlığı da sorun olabilecek konulardan biridir. Anne ve babalar çocuklarına harçlık verip vermeyecekleri, vereceklerse ne zaman ve miktarın ne kadar olacağı konusunda kararsızlık yaşayabilirler.

Cep harçlığının verilmesi, aileden aileye değişiklik gösterse de sizin bu konuda ona klavuzluk edeceğiniz ve çevresindeki arkadaşlarından çok farklı kalmayacağı bir yaşta başlamalıdır. Bu konudaki asıl amaç çocuğun küçük yaşlardan itibaren para idaresi konusunda sorumluluk almasıdır. Bunun yanı sıra, cep harçlığının çocuğa sağladığı başka yararlar da vardır. Parayı nereye harcayacağı konusunda alternatifleri olan çocuk bu sayede seçimler yapmayı da öğrenir. Örneğin, almayı çok istediği herhangi bir şey için para biriktirmeyi ne kadar erken yaşta öğrenirse ileride de hedeflediği şeye sahip olmak için belirli bir süre sabretmesi gerektiğini daha kolay öğrenecektir. Bunlara ek olarak, ailenin bir bireyi olduğu için verilen cep harçlığı kendini daha değerli görmesine sebep olacak ve bir birey olduğunun farkındalığını yaşayacaktır.

Cep harçlığının çocuk üzerindeki olumu etkilerinden bahsettik. Aileler için bir diğer önemli konu da uygun harçlık miktarıdır. Verilecek harçlığın miktarını ailenin genel gelir düzeyi belirlese de dikkat edilmesi gereken bazı noktalar vardır. Çocuğa verilen cep harçlığı arkadaşlarından ne çok fazla ne de çok az olmalıdır. Cebinde çok fazla para olan çocuk her istediğini alabileceğini düşünebilir, bu konuda savurgan davranır ve para konusunda sorumluluk sahibi olamaz, fazla harçlık ileriki yaşlarda tatminsizlik duygusu da yaşatabilir. Az miktarda para alan çocuk ise arkadaşları arasında yetersizlik duygusuna kapılabilir veya sahip olmak istediği ufak tefek şeyler için zaman zaman çalma davranışı sergileyebilir. Verilen harçlık, çocuğun yaşıyla doğru orantılı bir şekilde arttırılmalıdır. Bunun yanı sıra, çocuk ilkokula başladıktan sonra ufak miktarlarla günlük para verilmesine başlanmalı ortaokulda haftalık olarak verilmelidir.

Aileler verdikleri harçlık verirken çocuklara bu konuda klavuzluk edebilmelidir. Bu durumda, verilen parayı nereye harcamaları gerektiğine müdahaleci olmadan beraberce karar alınabilir. Paranın ne anlama geldiği, nasıl kazanıldığı, değerinin alım gücü kadar olduğunu ve nelere harcanabileceği çocuğa anlatıldıktan sonra ilk zamanlarda yaptığı seçimleri eleştirmemek gerekir. Fakat, çocuğa verilen paranın bir miktarı ile tasarruf yapması çeşitli yollarla öğretilebilir. Örneğin, ailenin karşıladığı temel ihtiyaçlarının haricindeki marka kıyafetler, çok istediği ama anne ve baba tarafından pahalı bulunan veya alınması gerekli görülmeyen bir oyuncak için para biriktirmesi teklif edilebilir ya da daha önceden belirlenen bir sürenin sonunda istediği herhangi bir şey alınabilir. Biriktirdiği parayı saklamak için kilitli bir kumbara alınması da teşvik edici olacaktır. Birçok çocuk bu sayede hedef koymayı ve hedefe ulaşabilmek için neler yapması gerektiğini öğrendiği için harçlık konusunda klavuzluk etmek önemlidir.

Ailelerin karşılaştığı harçlık problemlerinden birisi de normal düzeyde harçlık alan çocuğun aldığı paraya itiraz veya isyan etmesidir. Bu durumlarda yakın arkadaşlar baz alınır ve “ Ali, şu kadar alıyor, ben niye bu kadar az alıyorum.” gibi örnekler verilir. İlk olarak, ailenin çocuğa kendi ekonomik durumları hakkında kısa ve net bir açıklama yapması, kendini başka çocuklarla kıyaslamaması gerektiği, kendi yaşı için gerekli miktarın verildiği ve durumun yaptığı bu itirazlarla değişmeyeceğinin anlatılması gerekir. Çocuğun isyankar tavrına anne ve baba ortak bir tutarlılık göstermeli, ailenin diğer büyükleri de bu konuda uyarılmalı ve harçlık belirlenen miktarda tek elden verilmelidir.

Ailenin verilen harçlık konusundaki beklentilerini kendi içinde de netleştirmiş olması gerekir. Çocuğa verilen para temel ihtiyaçlarını karşılaması için değil hoş vakit geçirmesi içindir. Örneğin beslenme çantası hazırlamak yerinde çocuğa para verip yemek almasını söylemek, çocuğa özgüvenini sağlamlaştırmaktan çok kendi ile yeterince ilgilenilmediğini düşündürebilir. Çocuk, hazırlanan yemeğin üzerine çikolata alarak çok mutlu olurken tüm beslenmesini okul kantininden almakla kendini üzgün hissetmesine sebep olabilir. Bu sebeple ailenin harçlık verirken bu paranın onun sorumluluk duygusunun gelişmesine ve özgüveninin sağlamlaşmasına yardımcı olduğu unutmamalı, yetersiz veya çok miktarlarda para verme ile çocuğun iç dünyasının etkileneceği, ailenin hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da klavuz ve yol gösterici olduğu unutulmamalıdır.

Merve Soysal
Klinik Psikolog
DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü
Çocuk ve Genç Bölümü

Benzer Konular

12 Ağustos 2018 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
24 Ekim 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap
18 Şubat 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
10 Ağustos 2017 / Misafir Cevaplanmış