Arama

Sağlıklı Yaşam ve Bilgiler - Sayfa 55

Güncelleme: 20 Ocak 2015 Gösterim: 613.592 Cevap: 719
HiPoKoNDRiYaK - avatarı
HiPoKoNDRiYaK
Ziyaretçi
4 Temmuz 2008       Mesaj #541
HiPoKoNDRiYaK - avatarı
Ziyaretçi
HEPATİT A
Hepatit A oldukça bulaşıcıdır ve halk arasında sarılık adıyla bilinir. Hepatit A genellikle bu hastalığı taşıyan bir insanla gıda veya su paylaşımı nedeni ile bulaşır.Ayrıca cinsel ilişki veya hasta bir insanın kan, idrar gibi vücut sıvılarına temasla bulaşmaktadır.Genellikle hastaların büyük bir çoğunluğu iyileşir ama hastalık oldukça ağır geçer.Diğer hepatit türleri gibi hepatit A 'da karaciğerin iltihaplanmasına neden olur
Sponsorlu Bağlantılar

Hepatit A’ nın belirtileri

Tüm Viral hepatitlerde sarılık başlamadan önce genellikle;

* Bulantı, kusma, ishal,
* Şiddetli iştahsızlık,
* Mide - barsak şikâyetleri,
* Karın üst bölgesinde ağrı ve
* Yorgunluk görülür.Yalnız Hepatit - A'da 38 C den yüksek ateş (enflüanza’daki gibi) ve eklem ağrıları da görülür. Ateş varsa, genellikle sarılığın ilk birkaç gününde normale döner.

Viral Hepatitlerdeki en tipik belirtiler ise;

* Göz aklarının, cilt ve mukoz membranların sararması,
* İdrarın renginin koyulaşması ve
* Dışkının renginin açılması'dır. Hastalığın başlangıcından 2 - 3 hafta sonra dışkı rengi normale döner. Bir veya iki hafta sonra karaciğer büyüyebilir ve sarılık görülebilir.

Hepatit A’ lı olgular sarılığın ortaya çıkışından iki hafta öncesi ve sarılığın ortaya çıkışından bir hafta sonrasına kadar her dışkılama ile çok miktarda Hepatit - A virusu salgılar ve hastalığı bulaştırırlar. Belirti göstermeden hastalığı geçiren fertler de, hastalığın yayılmasında sessiz birer kaynak oluştururlar.
Hepatit A virüsü genellikle oral-fekal (ağız-dışkı) yolla, kontamine olmuş (virüs bulaşmış) su veya besinlerin alınmasıyla, kişiler arası temasla, ya da cinsel temasla bulaşır. Memleketimizde büyük kentlerde dahi kanalizasyon sistemlerinin yeterince düzenli olmaması ve içme ve kullanma sularının temininin uygun koşullarda yapılamaması (özellikle su baskınlarından ve tabii afetlerden sonra) Hepatit-A enfeksiyonunun yayılmasında büyük rol oynar.
Virüs vücuda genelde ağız yoluyla, özellikle yiyecek ve içeceklerle girer. Bu durum, kişilerin tuvalete gittikten sonra ellerini yıkamaması ve bulaşlı elleriyle sağlıklı kişilerin yiyeceklerini ellemesiyle de oluşur. Hepatit A virusuyla bulaşlı suların içilmesi, bu sulardan üretilen buzların kullanılması en büyük bulaş kaynağıdır. Ülkemizde köylerde helalar genelde dışarıdadır ve sebzelerin yetiştirildiği yerlere yakındır. Gübre olarak toprağa akıtılan Hepatit-A virusu ile kontamine lağım suları, çiğ yenen marul, maydanoz, taze soğan, roka v.b. gibi yeşilliklere ve sebzelere bulaşmakta ve bu bulaşlı yeşilliklerin yeterince temizlenememesi de büyük bulaşlara neden olmaktadır. Gözlemlerime göre hemen hemen tüm lokanta ve lüks restoranlarda hazırlanan salataların malzemeleri ve (güya) yıkanmış olarak getirilen söğüş marul-maydanoz v.b. yeşillikler (maalesef) bir leğen veya kovadaki suya batırılıp çıkarılmakta ve temiz (!) olarak sofralarımızda servise sunulmaktadır. Lağımla kirlenen sulardan toplanan midye, istiridye ve kabuklu deniz ürünlerinin yenmesi, özellikle sonbahar ve kış aylarında salgınlara neden olmaktadır. Hepatit A hastalığı geçiren kişi ile yakın temas ve cinsel ilişki de hastalığın yayılmasına neden olur

Hastalıktan Korunma Önlemleri

Halkın kişisel hijyen, ellerin sık sık yıkanması, ve atıkların sağlıklı uzaklaştırılması konusunda eğitilmesiyle,

* Sağlıklı içme ve kullanma suyunun temini ile,
* Yeterli kanalizasyon sistemlerinin kurulmasıyla,
* Kontamine olma olasılığı bulunan besinlerin yeterince yıkanması ve pişirilmesiyle,
* Bakteriyolojik kontrolu yapılmayan içme sularının kaynatılmasıyla ve
* Çocuk ve yaşlı bakımevlerinde çalışan personele ve yaşayanlara gerekli eğitimin verilmesiyle hastalık önlenebilir.

Hijyen ve sağlık kurallarına uyulması, bulaşma riskini azaltabilir ancak tamamen engelleyemez.
Bugün Hepatit A hastalığından tam korunmanın en etkili yolu aşılanmadır. Aşının koruyuculuğu % 94 - 100 olup koruyuculuğu yaklaşık 20 yıl devam etmektedir. Bu nedenle; kamuda, restoranlarda, askeri birliklerde, hastanelerde, fabrikalarda, yatılı okullarda, kreşlerde, bakımevlerinde v.b kurumlarda çalışan tüm mutfak personelinin Hepatit A enfeksiyonunu daha önce geçirip geçirmediği saptanılmalı ve aşılanması uygun görülenlerin aşılanması sağlanmalıdır.


HEPATİT B
Hepatit-B enfeksiyonu nedir ?
Hepatit-B virüsünün neden olduğu, birincil olarak karaciğerde iltihap ve karaciğer hücre hasarıyla seyreden bir hastalıktır. Hepatit-B virüsü; karaciğere yerleşir. Yalnız insanlarda hastalık yapabilen bir DNA virüsüdür. Virüsler dışında metabolik hastalıklar, toksik ve karaciğerde kanlanmayı bozan, ilaçlar, bazı bakteriler, parazitler ve bazı diğer virüslerle gelişen hastalık ya da enfeksiyonlar sırasında da akut viral hepatit gelişebilir.

HBV enfeksiyonunun dünyada ve Türkiye'deki durumu nedir ?
HBV enfeksiyonu tüm dünyada oldukça yaygındır. Dünyada her yıl 50 milyon kişi HBV ile enfekte olmakta ve bugünkü sayılarla dünya nüfusunun 2/5'i (2 milyar) bu virüsle enfekte olmuş durumdadır. Her yıl HBV'ye bağlı nedenlerle 1-2 milyon insan ölmekte ve dünyada 350 milyon insan bu virüsün taşıyıcısıdır.
Ülkemizde her yıl 200 bin kişi bu virüsle enfekte olmaktadır ve her üç kişiden birisi bu enfeksiyonu geçirmiştir. Ülkemizde 3-3.5 milyon kişi bu virüsün taşıyıcısıdır.

HBV enfeksiyonuna yakalanma riski kimlerde daha fazladır?
HBV enfeksiyonu için herkes eşit derecede risk taşımaz. Bazı insanlarda, hastalarda ve gruplarda enfeksiyon daha sık görülür. HBV enfeksiyonu için risk taşıyan gruplar şunlardır:
a) Sağlık personeli,
b) Çok sayıda kan transfüzyonu yapılan hastalar,
c) Hemofili ve hemodiyaliz hastaları,
d) HBV taşıyan kişi ile aynı evi paylaşanlar,
e) Birden fazla cinsel partneri olan heteroseksüeller,
f) Homoseksüel ve biseksüel erkekler,
g) Damar içi uyuşturucu kullananlar,
h) Kişisel hijyenin iyi olmadığı bakım evi, yurt ve hapishane gibi yerlerde yaşayanlar,
ı) HBsAg pozitif anneden doğan bebekler.

HBV nasıl bulaşır?
HBV dört yolla bulaşır:
a) Kan veya kan içeren sıvıların zedelenmiş deri veya mukoza ile teması sonucu (perkütan ya da parenteral bulaşma),
b) İnsandan insana zedelenmiş deri ya da mukoza aracılığıyla (horizontal bulaşma),
c) Cinsel yolla,
d) Annenin kanının ya da kanlı sıvılarının bebeğe zedelenmiş derisi ya da mukozası aracılığıyla ya da göbek kordonu aracılığıyla geçmesi ile (doğum sırasında) bulaşı.
HBV enfeksiyonunun kuluçka peryodu alınan virüs miktarına ve kişinin immün sisteminin direncine bağlı olarak 45-180 gün (ortalama 60-90 gün) arasında değişir.

HBV enfeksiyonunda hastalık belirtileri nelerdir ?
HBV enfeksiyonunda; enfeksiyon sık ancak hastalık enderdir. Virüsü alanların yaklaşık %50-65'in de hiç bir hastalık belirtisi gelişmeden enfeksiyonu geçirir. Virüsle enfekte olanların yaklaşık %30-50'inde kırıklık, yorgunluk, hafif ateş, mide bulantısı, karın ağrısı, eklem ve kas ağrıları gibi yakınma ve bulgular gelişir. Çocukların %10'undan azında, erişkinlerin %30-50'inde sarılık görülebilir. Virüsle enfekte olanların %1'inden daha azında enfeksiyon akut karaciğer yetmezliği ile ilerleyici ve şiddetli bir gidiş gösterir. Akut enfeksiyonun yaklaşık 1-6 haftalık klinik seyri vardır. Bu sırada hastalarda değişen derecelerde karaciğer enzimleri ve kan hücrelerinin yıkım ürününde yükselme gözlenir.

HBV enfeksiyonunun çocuk ve erişkinlerde seyri nasıldır?
Akut enfeksiyon çocuklarda erişkinlere göre daha hafif ve bulgu vermeden seyreder. Ancak bebeklerin immün sistemi nedeniyle enfeksiyon erişkinlere göre daha fazla oranda kronikleşmeye eğilimlidir. Yenidoğanların %5-10'unda, 1-5 yaş grubundaki çocukların %70'inde, erişkinlerin ise %90-95'inde virüs 6 ay içinde vücuttan temizlenerek bağışıklık gelişir. Akut enfeksiyon erişkinlerin yalnızca
%5-10'unda kronikleşirken, yenidoğanların
%90-95'inde, çocuk ve ergenlerin
%30'unda kronikleşir ve virüs taşıyıcısı olur.
Bu hastaların kronik karaciğer hastalıkları yönünden uzman doktorlar tarafından izlenmesi gerekir. Kronik karaciğer hastalıkları geliştiğinde µ-interferon tedavisi kullanılabilir, ancak başarısı sınırlıdır.

HBV taşıyıcısı kimlere denir ?
Akut enfeksiyondan sonra 6 ay içinde virüse karşı bağışıklık geliştirmeyen, virüsü veya virüs proteinlerini kanlarında taşıyan kişilere taşıyıcı denir. Öncelikle, bu kişiler virüsün sağlıklı bireylere bulaşmasında kaynaktırlar. Ayrıca bu kişilerde kronik aktif hepatit, siroz ve karaciğer kanseri gibi kronik karaciğer hastalıklarının gelişme riski yüksektir. Kronik hepatit-B ile karaciğer kanseri (primer hepatosellüler karsinoma) gelişmesi arasında sıkı bir ilişki vardır. Kronik virüs taşıyıcılarında primer hepatosellüler karsinoma gelişme riski taşıyıcı olmayanlara göre 200 kat fazladır. Kronik HBV taşıyıcıları ile virüsün bulaşma yollarından birisi ile temas edenlere yalnızca aşı yapmak yeterli koruyuculuğu sağlar.

HBV enfeksiyonundan nasıl korunuruz ?
Enfeksiyondan korunmanın en emin ve güvenilir yolu hepatit-B aşısı yaptırmaktır. Hepatit-B aşısı gen teknolojisi ile maya ya da memeli hücrelerinde üretildiklerinden son derece güvenilirdir ve bu tür enfeksiyonların bulaşmasına neden olmaz. Hepatit-B aşının kanser yaptığı söylentisi yanlıştır. Tam tersine aşı ile hepatit-B enfeksiyonundan korunulmazsa, HBV alınması ile böyle bir riske girmek söz konusudur. Hepatit-B aşısı virüsle karşılaşmadan önce ya da karşılaştıktan sonra kullanılabilir. Her iki durumda da koruyucudur.

Son düzenleyen HiPoKoNDRiYaK; 4 Temmuz 2008 20:39 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
gökkuşağı - avatarı
gökkuşağı
Ziyaretçi
8 Temmuz 2008       Mesaj #542
gökkuşağı - avatarı
Ziyaretçi

Sponsorlu Bağlantılar
MİDE ÜLSERİ
Midenin iç yüzündeki belirli bir kısmın aşınması sonucu meydana gelen yaraya mide ülseri denir.
Sinir bozukluğu, midede asit fazlalığı, zamanında ve iyi tedavi edilmeyen gastrit, mide zafiyeti, karaciğer yetersizliği veya safra azlığı, kalp hastalıkları, sindirilmesi güç yiyeceklerin aşırı derecede kullanılması, haddinden fazla sigara, çay, kahve veya asit yapıcı meşrubat içmek, alkol kullanmak veya bazı ilaçların uzun süre kullanılması mide ülserini doğuran nedenler arasındadır. Hastalığın başlangıcında mide ekşimesi ve ağırlık hissi vardır. Hastanın ağzına, sık sık ekşi su gelir. Tat alma duygusu hafiflemiştir, dil paslıdır, hastanın rengi solmuştur. Karnın üst kısmına bastırılınca, acıma hissedilir. Bu belirtiler ortaya çıktıktan sonra; en kısa zamanda tedaviye geçilmezse; yemeklerden 2-3 saat sonra sırta doğru yayılan şiddetli mide ağrıları başgösterir. Baş dönmesi ve terleme de görülür. Bu devrede, kusma ile bir miktar kan da görülebilir. Bazı kimselerin büyük abdestleri katran gibi olur. Bu işaretler, ülserin ilerlemiş olduğunu gösterir. Mide ülseri, bilhassa ilk bahar ve son bahar aylarında, çok rahatsız edici bir hal alır. Ağrı ve kanamalar artar. Mide ülseri, başlangıcında teşhis edilip de tedaviye başlanılacak olursa, telaşlanmaya ve korkmaya gerek yoktur. Bu durumda yapılacak ilk iş, üzüntüye kapılmamak, aksine bütün üzüntülerden sıyrılmaya gayret sarfetmektir. Sonra tedaviye yardımcı olmak amacıyla aşağıdaki hususlara kesinlikle uymak gerekir.
- Tedavi süresince istirahat edin.
- Yemeklerinizi, her gün belirli saatlerde yiyin.
- Bağırsaklarınızın düzenli bir şekilde çalışmasını sağlayın.
- Sigara, çay, kahve ve alkolü bırakın.
- Diş sağlığına önem verin.
- Süt ve sütlü yiyecekler, yumurta, kızarmış ekmek, tereyağı, pelte ve haşlanmış balık, sebze püreleri ve patates yemeğini sofranızdan eksik etmeyin.


eleman41 - avatarı
eleman41
Ziyaretçi
16 Temmuz 2008       Mesaj #543
eleman41 - avatarı
Ziyaretçi
MS (Multiple Sclerosis) Tedavisi

Evening Primrose Oil (Çuha Çiçeği Yağı)' nın MS Üzerindeki Etkileri :
Aşağıdaki bilgiler Referans1' de kayıtlı Judy Graham' ın, "Multiple Sclerosis-A self help guide to its management" isimli MS ile ilgili kitabından sadeleştirilerek tercüme edilmiştir. Daha ayrıntılı bilgi için ilgili kitaba bakınız.
1979 yılından beri 780 MS hastası üzerinde Çuha Çiçeği Yağı (Evening Primrose Oil) ile yapılan çalışmalarda hastaların % 65 'inde düzelme görülmüş (hastalığın ilerlemesinde yavaşlama), % 22 'sinde bir değişiklik olmamış, % 10 'unda kötüleşme önlenememiş, % 3 'ü ise takip edilememiştir. 1997 yılında bu yağı kullanan 177 hasta üzerinde yapılan bir anket çalışmasında ise, 127 hastada düzelme görüldüğü (hastalığın ilerlemesinde yavaşlama), 33' ünde hastalığın seyrinde bir değişiklik olmadığı, 17' sinde kötüleşmenin devam ettiği tespit edilmiştir. Bu sonuçlar oldukça umut verici olabilir. Kullanım sürelerine bağlı olarak, hastalığın seyrinde yavaşlama veya iyileşme gösteren hastaların oranları şöyledir:
Kullanım Süresi İyileşme Oranı
4 Aydan Az % 35
4 Ay - 1 yıl % 63
1 - 2 yıl %73
2 - 3 yıl % 82
Öncelikle Prof. R.H.S Thompson, Prof. Roy Swank, Prof.E.J Field ve Prof. Hugh Sinclair (İngiltere) gibi doktorlara doymamış yağ asitleri ile MS (Multiple Sclerosis - Çok yönlü sertleşme) arasındaki bağlantıları açığa çıkaran değerli çalışmaları için teşekkür etmeliyiz. Linoleik asit (LA) ve MS ile ilgili ilk büyük deneme 1973 yılında yapıldı. Ayçiçeği yağında bulunan LA, MS 'li hastalara verildiğinde, hastalığın seyrinde ve ağrıların şiddetinde düşme görüldü. Bunun ardından çeşitli şekillerde elde edilen ayçiçeği yağları MS 'li hastaların umudu oldu. Onu su gibi veya portakal suyu ile karıştırarak içtiler. Prof. E.J Field (İngiltere) temel yağ asitleri ve MS hususunda bazı denemeler yaptı. Çuha çiçeği yağı 'nı MS 'li hastaların kırmızı kan hücreleri (Alyuvarlar) üzerinde test etti. Kan testleri sonucu çuha çiçeği yağı içindeki Gama-Linolenik asidinin (GLA) MS 'li hastalar üzerinde LA 'dan daha etkili olduğunu gösteriyordu. "Ben kendim de (söz konusu kitabın yazarı: Judy Graham- Bkz. Ref1 ) Prof. Field tarafından kan testi yapılan MS 'li hastalardan biriydim. Ardından bir yıllık bir Çuha çiçeği yağı kapsülü (Günde 3x2) 500 mg 'lık kapsül kullanımından sonra kanımdaki EFA kan anormalliği düzeldi. Bu sürede herhangi bir özel diyet uygulamadım."
GLA neden LA 'dan daha iyidir?
LA vücutta GLA 'ya dönüşür. Bu da bir dizi reaksiyonla Prostaglandin 'e (PGE1) dönüştürülür. MS hastalarında, LA GLA 'ya dönüştürülemez. Tedaviye doğrudan GLA ile başlanırsa hatalı olan ilk basamak atlanmış olacaktır. MS 'li hastalar dışında şu durumlarda da bu basamak (LA - GLA dönüşümü) bloke olabilir. Yani Linoleik asidin (LA), gamma-Linolenik aside (GLA) dönüşmesi engellenir. Bu durumlarda dışardan GLA alınması gereklidir.
1. Doymuş yağlardan zengin diyet (Aşırı hayvansal yağ kullanımı)
2. Kolesterolden zengin diyet (Aşırı kolesterollü yiyecek tüketimi)
3. Aşırı alkol alımı
4. Çinko eksikliği
5. Stres, umutsuzluk ve çaresizlik duyguları (Stres hormonu Cortisol düzeyini artırır.)
6. Viral enfeksiyonlar (Bulaşıcı hastalıklar)
7. Radyasyon
8. Kanser
9. Yaşlılık
10. Şeker hastalığı
GLA' nın MS 'li hastalar üzerindeki etkisi nedir?
PG 'ler (Prostaglandin) hücre fonksiyonlarının düzenlenmesinde hayati öneme haizdir. Hormonlara benzerler fakat etkileri daha bölgesel ve ömürleri daha kısadır.PG 'lerin 3 tipi vardır.PG1, PG2, PG3
GLA ise bu gruptan PG1 'lerin öncü maddesidir. PG1 'ler vücutta ;
1. Kan damarlarının genişlemesi
2. Arterial basıncın (tansiyon) düşürülmesi
3. Pıhtı oluşumunun geciktirilmesi
4. Kolesterol sentezinin baskılanması
5. Hasarlı T lenfositlerin aktifleştirilmesi (Bağışıklık sistemi ile ilgili) gibi olaylardan sorumludurlar.
PG1 'ler T supresör lenfositleri uyarır. Bu lenfositler vücuda giren yabancı maddelerin vücuttan farklı olduklarını fark ederek savunma mekanizmasını çalıştırırlar. MS 'de sinir hücreleri değişikliğe uğrar ve T lenfositler onları yabancı olarak kabul edip yok etmeye çalışırlar. T lenfositlerde bozukluk olursa savunma sistemi işlemez ya da işleyiş yönünü farklılaştırıp kendi sinir hücrelerine zarar verebilir. Santral sinir sistemine zarar verebilme tehlikesi olan B lenfositlerin etkisi de PGE1 'ler tarafından azaltılır.
MS hastalarında kırmızı kan hücrelerinin (alyuvar) sayısı düşer. Aynı zamanda büyük oranda hücre duvarının geçirgenliği bozulur. Uzun süreli Çuha çiçeği yağı kullanımı ile, önceleri sık sık kötüleşme periyodu (relapslar) gösteren hastalarda bu fonksiyon kaybının düzeldiği görülmüştür.
MS hastalarında kan damarı çeperleri de zayıflamıştır. Bu durum da, sinir hücreleri ve beyin hücreleri arasına kan sızmasına sebep olur. PGE1, damar çeperini güçlendirerek sızıntıyı önler. Ayrıca, damar içerisinde kolesterol birikimi ve buna bağlı damar tıkanıklıklarına engel olur.
Sinirlerin birbirleriyle bağlantı yaptıkları yerlerde, GLA 'nın elektrik akımının iletilmesini sağlayan maddelerin salınmasında düzenleyici etkileri vardır. Sinir sistemi fonksiyonları düzelince, kas fonksiyonları da düzelir.
Yağ asitlerinden fakir diyet uygulandığında, PG2 'lerin düzeyinde belirgin bir artış olur. PG2 'ler bazı romatizmal olaylardan muhtemelen de MS oluşumundan sorumludurlar. Son zamanlarda MS hastalarının beyin omurilik sıvısında PG2 artışı tespit edilmiştir. Kandaki PG1 seviyesi GLA ile arttırılırsa, PG2 'lerin sentezi baskılanır...
MS için ayrıca Bakınız: Omega-3


Somon Balığı Yağı, Şili ve Norveç'in soğuk ve temiz sularında yetişen somon balıklarından elde edilir. Bu yağ, Omega 3 ailesine ait doymamış yağ asitleri bakımından çok zengindir. Yüksek oranda EPA (Eicosa Pentaenoic Acid) ve DHA (Docosa Haxaenoic Acid) gibi doymamış yağ asitleri ve doğal E vitamini içerir. Somon Balığı Yağı; vücuttaki bütün organları kontrol eden ve hormonlara benzer etki gösteren maddelerin (Prostoglandin-PGS) üretimine ve ağrı, iltihap, şişkinlik ve gazlanma gibi vücut tepkilerininin düzenlenmesine yardım eder. PGS 'ler, kan pıhtılaşması ve allerjik reaksiyonların azaltılması ile diğer hormonların üretilmesinde önemlidir. Araştırmalar, n-3 yağ asitleri (Omega3, EPA, DHA) içeren yiyeceklerin tüketiminin koroner kalp hastalıklarının (CHD) azaltılması ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Temel yağ asitleri, özellikle beyin ve görsel aktivitelerin gelişmesi için önemlidir. Vitamin E ise önemli bir antioksidandır yani vücuttaki zararlı maddeleri etkisiz hale getirir. Tüm bunlar, somon balığı yağını (Kapsül şeklinde sunulmaktadır, kokusuz ve içimi kolaydır) vücudumuz için vazgeçilmez bir besin haline getirmektedir.
Omega-3 düzenli olarak kullanıldığında çarpıcı bir biçimde kandaki kolesterol (LDL kolesterol seviyesini düşürürken, HDL seviyesinin artmasına yardım eder.) ve trigliserid seviyesini düşürür ve normal değerde tutar. Düşük kolesterol seviyesini ise normal değere çıkarır. Kanı inceltir ve damar içinde pıhtılaşmasını engeller. Kan basıncını (tansiyon) düzenler. Kalp krizi riskini azaltır. Yüksek miktarda alınan yağlı ve proteinli yiyeceklere rağmen, damar sertliği oluşumunu yavaşlatır. Bağışıklık sistemini güçlendirir ve cildi güzelleştirir. Yaşlılık etkilerini geciktirir.Omega-3 yağ asitleri, Eskimo' lar üzerinde inceleme yapan araştırmacılar tarafından keşfedilmiştir. Bu insanların, yüksek miktarda yağlı ve proteinli yiyecek tüketmelerine rağmen, çok nadiren damar sertliğinden veya kalp hastalıklarından şikayetci oldukları görülmüştür. Omega-3 allerjik ve inflamatuar rahatsızlıkları tedavi etmek, MS (Multiple Sclerosis) ve Lupus (SLE-Systemic Lupus Erythematosus ) gibi otoimmün (organizmanın kendi yapılarına karşı oto antikorlarla saldırıya geçmesi) hastalıkları ile mücadele etmek için de kullanılmaktadır.
OMEGA-3
Omega-3 çoklu-doymamış yağ asitleri grubundan bir temel yağ asitidir. Omega-3 hayvansal olarak balık (ringa,uskumru, sardalye, alabalık ve somon) ve az miktarda yumurtada, bitkisel olarak da keten tohumu yağı, kanola yağı, soya fasulyesi yağı, ceviz, balkabağı çekirdeği, kenevir tohumu yağı ve semizotunda, omega-3 ün kısa zincirli tipi olarak bilinen ALA (Alfa-Linolenic Acid) şeklinde bulunur. Omega-3 ün prekursörü (ilk başlangıç şekli) kısa zincirli tip olarak bilinen ALA (Alfa-linolenic Acid) Alfa-Linolenik Asit’ tir. ALA (Alfa-Linolenik Asit) bitkilerden gelen bir temel yağ asitidir. Bir temel besin olarak dikkate alınır ve vücut tarafından enerji kaynağı olarak kullanılır. ALA bir “ana” yağ asiti olarak görev yapar, çünkü vücut tarafından balık yağında bulunan diğer iki temel yağ asidine (EPA ve DHA) dönüştürülür. İnsan vücuduna faydalı olabilmesi için bu kısa zincirli omega-3 yağ asitlerinin (ALA) uzun zincirli yağ asiti tipine dönüştürülmesi (EPA: Ekosa Pentaenoik Asit ve DHA: Dokosa Heksaenoik Asit ) gerekmektedir. Allahtan vücut bu dönüşümü kendisi yapabilmektedir. Fakat bazı hastalıklar bu dönüşümü azaltabilmekte veya engellemektedir. EPA ve DHA gibi daha faydalı asit türlerine dönüşüm yaş, beslenme ve hormonal durum gibi faktörlerle şiddetle sınırlanmaktadır. EPA’ nın kaynağı balık yağlarının çok faydalı olmalarının nedeni de budur. Doymuş yağlar, kolesterol ve karşı yağ asitleri bakımından zengin bir beslenme alışkanlığı, vücudun bu doymamış yağ asitlerini üretme yeteneğini azaltır. Omega-3 yağ asitleri vücutta kalp hızı (nabız) dahil, kan basıncı, bağışıklık sistemi tepkisi ve yağların yıkılması-bozulması (breakdown) gibi çeşitli düzenleyici fonksiyonları yerine getirir. ALA gibi temel yağ asitleri vücutta beyin ve sinir dokularını yapmak için de kullanılmaktadır. Araştırmalar ALA’ nın koroner kalp hastalıklarını ve damar sertliğini veya tıkanmasını önleyebileceğini göstermiştir. Migren tipi başağrısı ve depresyon gibi durumlar için anti-inflamatuar (iltihap giderici) ve immünolojik (bağışıklık sistemi) etkileri üzerine de araştırmalar yapılmıştır. Gerçekte ALA kolesterol seviyesini düşürmek, allerjik ve inflamatuar rahatsızlıkları tedavi etmek, MS (Multiple Sclerosis) ve Lupus (SLE-Systemic Lupus Erythematosus ) gibi otoimmün (organizmanın kendi yapılarına karşı otoantikorlarla saldırıya geçmesi) hastalıkları ile mücadele etmek için kullanılmaktadır. Beynimiz % 60 oranında yağdır ve DHA (Omega-3 grubundan bir temel yağ asidi) beynimizde en bol bulunan yağdır. DHA aynı zamanda anne sütünde de en bol bulunan yağdır. Çünkü bebekler ona beyinlerinin beslenmesi ve göz gelişimleri için ihtiyaç duyarlar. Bu omega-3 yağ asidi (DHA) beyin hücrelerinin birbirleriyle bağlantısı ve beyin sinyallerinin doğru bir şekilde iletimi için de önemlidir. O aynı zamanda gözdeki retinada da yüksek yoğunlukta bulunmaktadır. Son araştırmalar, omega-3’ lerin (bir temel yağ asitleri ailesi) insan sütünde bulunduğunu, ama hazır sütlerde olmadığını göstermektedir. Trigiliseritler kalp hastalığı riskinin artmasından sorumlu maddelerdir. Bazı uzmanlar, trigliseritlerin kolesterolden bile daha önemli risk göstergeleri olduklarına inanmaktadırlar. Trigliserit seviyesinin yükselmesi, kanın pıhtılaşma olasılığını arttıracağı, kanı daha vizkoz yapacağı ve böylece kanın damarlar boyunca ilerleyişini güçleştireceği için, kalp hastalığına bağlı ölüm riski artabilir. Omega-3 doymamış yağları, trigliseritleri %30 gibi yüksek bir oranda düşürebilir ve böylelikle kalp krizi riskini azaltabilir.
Omega-3 Eksikliğinin Belirtileri:
• Yavaş büyüme
• Görme zayıflığı
• Öğrenme yeteneğinde zayıflık
• Motor hareketlerde düzensizlik
• Kol ve bacaklarda uyuşukluk hissi
• Davranış değişiklikleri
Referanslar:
1-Judy Graham, "Multiple Sclerosis-A self help guide to its management", Healing Arts Press,Rochester,Veirmont,ISBN 0-89281-242-7
Multiple Sclerosis- A Self-Help Guide to Its Management

Başvurabileceğiniz Diğer Kitaplar:
2-Multiple Sclerosis and Having a Baby- Everything You Need to Know about Conception, Pregnancy, and Parenthood
3-The Multiple Sclerosis Diet Book- A Low-Fat Diet for the Treatment of M.S.
4-The First Year--Multiple Sclerosis- An Essential Guide for the Newly Diagnosed (The First Year Series)
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 19:39
MaXsdesigN - avatarı
MaXsdesigN
Ziyaretçi
19 Temmuz 2008       Mesaj #544
MaXsdesigN - avatarı
Ziyaretçi
100 yaşındakiler de doğum yapabilecek!

Önümüzdeki 30 yıl için üremeyle ilgili tahminlerini açıklayan bilim adamları, kısırlığın ortadan kalkacağını ve doğumda yaş sınırı olmayacağını açıkladı.

Kısırlığın 30 yıl içinde ortadan kalkacağı ve kadınların 100 yaşında bile doğum yapabileceği açıklandı.
Bilim dergisi “Nature”, dünyanın ilk tüp bebeği Louise Brown’ın 30 yaşına girdiğine dikkat çekerek, dünyanın önde gelen bilim adamlarının, bundan sonraki 30 yıl içinde üreme alanında meydana gelecek gelişmelere ilişkin tahminlerine yer verdi. Bilim adamları, 2038 yılına kadar, cilt hücrelerinden sperm ve yumurta yapılabileceğini ve bunların birleştirilmesiyle embriyoların elde edileceğini belirtti.
Singapur’daki Biyoloji Enstitüsü’nden Davor Solter, “Bu, yaşına bakmaksızın herkesin çocuk sahibi olabileceği anlamına geliyor. Yeni doğan çocuklar da, 100 yaşındakiler de çocuk sahibi olabilecekler” dedi.
Dergide yayımlanan diğer öngörüler arasında, ebeveynlerin bebeklerinde istedikleri özellikleri seçebilmesi, gebeliğin yapay bir rahimde meydana gelmesi ve deney için embriyo üretilmesi de yer aldı.
gökkuşağı - avatarı
gökkuşağı
Ziyaretçi
29 Temmuz 2008       Mesaj #545
gökkuşağı - avatarı
Ziyaretçi
FITIKLAR VE TEDAVİ SEÇENEKLERİ
(Bu yazı toplam 592 defa okundu)


Bir organın normalde bulunduğu yerden baskı altında kalması sebebiyle yer değiştirmesine fıtık denir.

Fıtık hangi organlarda görülür?

Fıtık deyince aklımıza daha çok karın fıtıkları ve bel fıtığı gelir.

Genel cerrahinin tedavisini üstlendiği fıtıklar karın içindeki organların karın duvarından dışarı taştığı kasık, göbek, ameliyat yeri ve diğer karın bölgesi fıtıklarıdır.

Fıtık nasıl oluşur?

İki şekilde fıtık oluştuğunu kabul ediyoruz. Birincisi doğuştan olanlardır, bebek ve çocuklarda görülürler. Bu tür fıtıklar, karın duvarında doğum zamanına kadar kapanmış olması gereken delikler kapanmadığı için oluşurlar. Özellikle bebeklerin ağlaması, ıkınması durumunda karın içi basınç arttığı için görünür hale gelirler.

Diğeri, yaşlanma ile dokuların yıpranması sonrasında, yine karın içi basıncını artıran durumlarda oluşan fıtıklardır. Her ikisinde de karın içi basıncının artması temel etkendir.

Karın içi basıncını artıran etkenler nelerdir?

Var olan ama görülmeyen fıtığın görülmesine, zayıf deliklerin yırtılıp fıtık oluşmasına yol açan, karın içi basıncını artıran olaylar şunlardır: ağır cisim kaldırma, sürekli öksürük, kabızlık yada prostat hastalığı sebebiyle ıkınmak, ağır spor yapmak.

Fıtığın belirtileri nelerdir?

Fıtık varlığında görülecek iki şikayet vardır; şişlik ve ağrı. Fıtığın olduğu yerde gözle görülen veya muayene ile tesbit edilen şişlik vardır. Zaman zaman da bu şişliğe ağrı eşlik eder. Bazen de fıtık kesesinin içindeki barsaklar rahat çalışamadığından kabızlık olabilir, barsak sesleri bu fıtık üzerinde duyulabilir.

Fıtık nasıl tesbit edilir?

Şişlik ve ağrının fıtık belirtisi olduğunu bilen hastalarımız bazen kendi teşhislerini kendileri koyarak bize başvururlar. Ama çoğunlukla şikayet konusu olan yerde şişliği görerek teşhis koyarız. Fıtığa ait şişliklerin üzerine bastırılınca fıtık içeriği karın içine gittiğinden şişlik kaybolur, öksürmekle tekrar çıkar.

Fıtığın çeşitleri var mıdır?

Tarif ederken de söylediğimiz gibi çok sayıda fıtık çeşidi vardır. En sık görülenler bebek ve çocuklarda kasık ve göbek fıtıkları; yetişkinlerde kasık, göbek ve ameliyat yeri fıtıklarıdır. Daha nadir görülen fıtıklar da vardır.

Fıtığın tedavisi nasıl yapılır?

Fıtığın tek tedavisi ameliyattır, ameliyat dışı bir işlem veya ilaç ile tedavisi yoktur. Bunun bir istisnası bebeklerdeki göbek fıtığıdır. Bebeklerde iki yaşına kadar göbek fıtıkları kendiliğinden kapanabilirler. Bu kapanma şansını kullanmak için göbek fıtıklarında iki yaşına kadar beklenir. Bu yaştan sonra hâlâ göbek fıtığı kapanmıyorsa ameliyat yapmak gerekir.

Ameliyat olmam şart mıdır, olmazsan ne olur?

Fıtık ameliyatı yapmamızın iki sebebi vardır. Birincisi fıtık bölgesindeki ağrı, şişlik gibi şikayetleri gidermek, diğer sebebi de oluşabilecek barsak boğulmasından korunmak.

Barsak Boğulması Nedir?

Fıtık kesesi içine giren barsakların el ile bastırılıp karın içine gönderilememesi durumudur. Acil ameliyat gerektiren bir olaydır. Hastada ağrı, fıtık yerinde hassasiyet, bulantı, kusma, kabızlık olabilir. Barsakların kan dolaşımı bile bozulabilir. Böyle bir durumda olay fıtık hastalığı boyutunu aşıp barsakların dolaşım bozukluğu durumuna çıkar. Altı saat içinde ameliyat edilemeyen barsaklarda çürüme başlayabilir.

Ameliyatta ne yapılıyor?

Bebek ve çocuklarda fıtık ameliyatları çok kolaydır. Sadece fıtık deliğinden taşan “fıtık kesesi” diye adlandırdığımız kılıfı almak, deliği kapatmak genellikle yeterlidir. Yetişkinlerde ise fıtık kesesi alındıktan sonra zayıf olan bölgeyi kuvvetlendirmek gerekir. Kuvvetlendirme bazen dokuları birbirine dikmekle bazen de zayıf bölgeye bu iş için özel üretilmiş bir yama koymakla yapılabilir.

Yama yabancı cisim değil mi, vücuda zararı olmaz mı?

Fıtık tamiri için özel bir malzeme olduğundan vücuda bir zararı yoktur, sadece mikrop kapmaması için tedbir almak gerekir.

Ameliyat için anestezi gerekir mi?

Fıtık ameliyatlarını genellikle genel anestezi altında yapıyoruz. Ama uygun hastalar için bölgesel veya yerel uyuşturma ile de ameliyat yapılabilir.

Ameliyatın riskleri nedir?

Fıtık ameliyatları oldukça güvenle yapılan ameliyatlar sınıfındandır. Yine de her ameliyatta bazı riskler vardır. Bu riskler şunlardır; ameliyat yerinde kanama, sıvı birikimi, iltihaplanma.

Ameliyat ağrılı mıdır?

Ameliyat esnasında anestezi sayesinde herhangi bir ağrı olmaz. Ameliyat sonrası olan ağrılar da sıradan ağrı kesicilerle geçebilir seviyededir.

Ameliyat nasıl bir cerrahi işlemdir?

Ameliyatın iki ana yöntemi var. Açık ve kapalı (laparoskopik) yaklaşımlar. Her iki yöntemde de fıtık deliğinin kapatılması esastır. Kapalı yöntemlerde fıtık deliğinin iç kısmına yama konur. Açık yöntemlerde yama kullanarak veya kullanmadan da dokular birbirine dikilerek delik kapatılabilir.

Başka tedavi yöntemleri nelerdir?

Fıtık durumunun ameliyattan başka tedavisi yoktur. Kasık bağı gibi dışardan baskı yapan kemerler, fıtık şikayetlerini ve barsak boğulmasını engellemezler. Ayrıca dokuları zayıflattıkları için yapılacak ameliyat zayıf dokularla olur; bu durumda fıtığın tekrarlaması ihtimali artar.

Ameliyat sebebiyle hastanede kalmam gerekir mi?

Bebek ve çocuk fıtıklarında ameliyattan birkaç saat sonra eve gidilebilir. Yetişkinler bazen aynı gün bazen bir gün hastanede kaldıktan sonra taburcu olabilirler.

Ameliyat sonrası hayatım nasıl olacak? Ne zaman işime dönebilirim?

Taburcu olduktan sonra hafif hareketler serbest, ağır kaldırmak mahsurludur. Yiyeceklerde bir kısıtlama yoktur. Banyo yapmak serbesttir. Açık ameliyat için bile 10 gün sonra normal işe dönülebilir.İlk birkaç gün araba kullanmamak gerek (ani pedala basmak kasıkta zorlanma, ağrı ve fıtık nüksüne sebep olur.)

Ameliyat sonrası spor ne zaman yapabilirim?

İlk haftadan sonra karın içi basıncı artırmayacak hafif spor yapılabilir. Ağrı azaldıkça spor hareketleri artırılabilir. 6 aydan sonra her türlü spor yapılabilir. Cinsel hayata ağrılar geçince dönülebilir.

Fıtık tekrarlar mı?

Tekrarlayabilir. Özellikle ameliyat sonrası ağır kaldırma, sürekli öksürme, ıkınma gibi karın içi basıncı artıran faaliyetler fıtığın tekrarlamasına sebep olur. Bazen dokuların zayıf olması sebebiyle bile fıtık tekrar edebilir.

Hangi yöntem tekrarı azaltır?

Çocuklarda tekrar az görüldüğünden ameliyatta ek bir şey yapılmaz. Yetişkinlerde, özellikle 40 yaşın üzerinde yama ile ameliyat, fıtık tekrarını azaltır. Ameliyatın açık ya da kapalı olmasının fıtık tekrarı üzerine doğrudan etkisi yoktur.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 19:40
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
3 Ağustos 2008       Mesaj #546
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Raşitizm gelişmekte olan ülkelerde daha çok

Raşitizm, büyüyen kemiğin yetersiz mineralizasyonu nedeniyle gelişen kemik hastalığıdır.

Raşitizm Hastalığı nedir?

Raşitizm, büyüyen kemiğin yetersiz mineralizasyonu nedeniyle gelişen
kemik hastalığıdır. Kemik büyümesinin tamamlanmasından sonra gelişen mineralizasyon kusuruna ise osteomalazi denilir. Kemik mineralizasyonunu sağlayan başlıca mineraller, kalsiyum (Ca) ve fosfordur . Bu minerallerin vücut sıvılarında ve dokularda yeterli miktarlarda bulunmasını D vitamini sağlar.

D vitamini başlıca iki kaynaktan sağlanır:

• Diyet kökenli ergosterol (vit.D2)
• Deride ultraviyole (UV) ışınları ile D vitaminine dönen provitamin D3
(7 dehidrokolesterol)

D vitamini önce karaciğer daha sonra böbrekte işleme tabi tutulup,
aktif hale geldikten sonra etki gösterir.

Hastalığın oluşum sebepleri nelerdir?

Raşitizm, daha ziyade gelişmekte olan ülkelerin hastalığıdır. Özellikle sütle beslenen, esmer tenli süt çocuklarında ve
hızlı büyüme dönemlerinde D vitamini eksikliği gelişir. Prematüre bebeklerde eksik depo ile doğdukları ve hızlı büyüdükleri için erken dönemde D vitamini eksikliği görülür. Doğumsal raşitizm ise güneşten yeterince yararlanamayan ve yetersiz beslenen annelerin bebeklerinde görülür. Yetersiz alım dışında, D vitamininin aktifleşmesini bozan karaciğer ve böbrek hastalıklarında, bağırsak emiliminin bozuk olduğu hastalıklarda, veya bazı antikonvülzan ilaçların kullanılması durumlarında da raşitizm gelişebilir.

Hastalığın klinik bulguları nelerdir?
Raşitizm, en sık 3 ay-2 yaş arasında görülür. Süt çocukluğu döneminde kafa kemiklerinde yumuşama, bıngıldakta genişlik, kaburgalarda kıkırdak birleşme yerinde tespih tanesi şeklinde oluşumlar, göğüs kafesinde çöküklük, el-ayak bileklerinde genişleme olur. Diş çıkmasında gecikme, geç oturma ve yürüme söz konusudur.

Kaslarda hipotoni olması nedeniyle
karın şiş ve yanlara doğru yaygındır (kurbağa karnı). Terleme ve solunum yolu enfeksiyonlarına yatkınlık vardır. Baş, gövdeye göre büyük olup; yatma yönüne göre düzleşme gösterir. Yürümeye başladığında çocukta parantez bacak gelişir. Ağır olgularda kanda kalsiyum (Ca) düşüklüğüne bağlı kasılmalar meydana gelir.

Hastalığın tanısı nasıl konur?
Klinik bulgular, D vitamini alım öyküsü yanı sıra kanda kemik metabolizması ile ilgili parametreler, kan D vitamini düzeyi, uzun kemiklerin epifizlerinin değerlendirileceği grafiler ile konulur.

Hastalığın tedavisi nasıl yapılır?
Tedavi için D vitamini takviyesi yapılır. D vitamini
günlük veya tek depo doz şeklinde verilebilir. Beraberinde kalsiyum (Ca) desteği de eklenmelidir. Vitamin dozu, doktor tarafından belirlenmelidir. Yüksek veya gereksiz D vitamini kullanımı, özellikle böbrek üzerinde zararlı etkiye neden olur.

Hastalıktan korunmak için neler yapılabilir?
D vitamini doğal olarak çok az yiyecekte bulunur. Yeni doğan bebekte D vitamini düzeyi, anneninkinin %80’i kadardır. Annenin depoları boş ise bebek eksik düzeyle doğar. Bu nedenle hamilelikte anneye D vitamini desteği önerilmektedir. Anne sütüne D vitamini geçişi çok az olup; anne sütü alan bebeklere D vitamini takviyesi gereklidir.

İnek sütü, tahıllı gıdalar, sebzeler, meyveler hatta yumurta bile çok az D vitamini içerir. Bu nedenle yeterli D vitamini içeren mama alan bebekler haricinde, tüm süt çocukları D vitamini desteği almalıdır. Bunun yanı sıra güneş ışığının dik gelmediği saatlerde kol, bacak ve yüzün günde yaklaşık 30 dakika güneşlendirilmesi, günlük D vitamini gereksinimini sağlar (cam UV ışınlarını geçirmez). Süt çocukluğu döneminde günde 400 ünite, yeterli ve dengeli beslenmeyen çocuklara da 6 yaşına kadar D vitamini verilmelidir. Prematüre bebeklerin D vitamini dozları, doktor tarafından belirlenmelidir. D vitamini metabolizmasının bozulduğu hastalıklarda da D vitamini raşitizm gelişmesinin önlenmesi için gereklidir. Hızlı büyüme dönemlerinde de doktor kontrolünde D vitamini takviyesi önerilmektedir.

Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 19:41
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Ağustos 2008       Mesaj #547
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yanlış Oturuşun Zararları

Resimde görülen bölgelerde var olan ağrılar oturuş bozukluğundan kaynaklanıyor olabilir. Bu tür rahatsızlıkları gidermek için doğru bir oturuş ve çalışma alanını ergonomik bir şekilde kullanmak büyük önem taşıyor.




Ekran karşısında nasıl oturmalı?



  • Ekrana uzaklık mesafesi görüntüye, okunabilirliğe ve monitörün büyüklüğüne bağlıdır.
  • Masa dizlerden en az 5 cm yüksekte olmalıdır.
  • Masanın başından sonuna kadar olan alan bacakların tam olarak açılması için yeterli büyüklükte olmalıdır.
Doğru bir oturuş için ipuçları


  • Akılda tutulması gereken en önemli nokta "dik açı" kuralıdır.
  • Ayaklar yerde düz bir şekilde durmalıdır.
  • Monitörün tepe noktası göz seviyesinden 15 derece kadar aşağıda olmalıdır.
  • Baş hiç bir zaman geriye doğru tutulmamalıdır.
  • Pozisyonunuzu düzenli olarak değiştirmelisiniz.
  • Uzun süreler aynı pozisyonda oturmak sorunlara yol açabilir.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 19:42
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Ağustos 2008       Mesaj #548
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İlaçları meyve suyu ile içmeyin!

Greyfurt, elma ve portakal suyunun bazı ilaçların etkisini azaltabildiği, bu nedenle tehlikeli sonuçlar doğurabileceği bildirildi.

Kanadalı bilim adamlarının yaptığı araştırma, portakal, greyfurt ve elma suyu ile içilen kanser, kalp damar, yüksek tansiyon ilaçları ile bazı antibiyotiklerin etkisinin büyük oranda azalabileceğini gösterdi.
Kanada’nın Western Ontario Üniversitesi’nden David Bailey ve ekibi, önce meyve sularının etkilerini alerji ilacı kullanan sağlıklı bir grup üzerinde araştırdı.
Katılımcıların bazıları feksofenadin ilacını suyla diğerleriyse greyfurt suyu ile aldı. Greyfurt suyu ile alınan ilaç yarı dozda, suyla alınan ilaçsa tamamen vücut tarafından emildi.
Yapılan klinik deney greyfurtta bulunan narinjin maddesinin bu ilaçların vücut tarafından emilmesini engellediğini, ayrıca greyfurt suyunun kolesterol ilaçları gibi ilaçların emilmesini sağlayan CYP3A4 enzimini engelleyerek etkiyi azalttığını ve hatta ilacı zehirli hale getirebileceğini gösterdi.
Araştırmacılar, kanser, kalp-damar hastalıkları, enfeksiyonlar ve organ naklinin ardından vücudun organı reddetmemesi için alınan ilaçlarla bu meyve sularının içilmemesi gerektiğini vurguladılar.
Bailey’nin yaklaşık 20 sene önce yaptığı araştırma, greyfurt suyu içmenin ya da meyvenin kendisini yemenin yüksek tansiyon ilacı felodipinin yan etkilerini tehlikeli biçimde artırabileceğini ortaya koymuştu.
Başka araştırmalar da yaklaşık 50 ilacın greyfurtla alındığında benzer sonuçlar doğurabileceğini göstermişti. Bugün bu 50 kadar ilacın üzerinde greyfurtun tehlikeli etkisine karşı uyarı bulunuyor. Klinik deneyin sonuçları, "Amerikan Kimya Derneği"nin Philadelphia’daki konferansında sunuldu.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 19:42
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Ağustos 2008       Mesaj #549
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İftarda midenize yüklenmeyin

Normal zamanlarda 3 ve daha fazla beslendiğimiz için bu dönem içinde öğün karmaşası yaşanmakta ve gün içinde yaşanan açlıktan sonra aşırı ve sağlıksız beslenme ortaya çıkabilmektedir.

Konya'da diyetisyen Mevra Çimili, Ramazan ayını daha sağlıklı geçirebilmek için bazı hatalardan vazgeçilmesi gerektiğini belirterek, “Normal zamanlarda 3 ve daha fazla beslendiğimiz için bu dönem içinde öğün karmaşası yaşanmakta ve gün içinde yaşanan açlıktan sonra aşırı ve sağlıksız beslenme ortaya çıkabilmektedir” dedi.
Özel Selçuklu Hastanesi'nde görevli Mevra Çimili, iki ayrı ana öğünden oluşan ramazan günlerinde sahur ve iftar menülerinde son derece titiz olunması gerektiğini anhlattı. Çimili, oruç tutacakların mutlaka sahur yemeğini yemesi gerektiğini belirtirken iftar da ‘mideye yüklenmeden' yavaş yavaş uygun besinler tüketilmelmesini önerdi. Sahurun ramazan için son derece önemli bir öğün olduğunu belirten Çimili, şöyle dedi:

“Gün boyu aç olunacağından sahur bizi güne hazırlayacak bir öğündür. Sahur sayesinde gün içinde en az 18 saat aç kalacak olan vücudumuzun gece aç kalmamasını sağlamış oluruz. Sahur öğününde seçilen besinler yağlı, hamur işi ve ağır gıdalardan oluşmamalıdır. Bunlar sindirimi zor besinlerdir. Enerjileri de yüksek olduğu için çoğumuzun yaptığı gibi sahur ardından uyku süreciyle harcanmayacak ve yağ olarak depolanacaklardır. Bu sebeple sahurdan hemen sonra uyumamalı biraz beklenmelidir. Ağır gıdaların yerine düşük enerjili, çok çeşitli, dengeli olarak dağılmış protein, yağ ve karbonhidrat içeren öğünler tercih edilmelidir.”
Diyetisyen Merva Çimili, bireyin sahurdan sonra hemen uyuması ile, alınan ağır ve yağlı besinlerin reflü, gastrit ve ülser gibi hastalıklara yol açabileceği uyarısında bulundu. Çimili, şöyle devam etti:
“Şekerli besinler besinler kan şekerini hızla yükseltir, bu da gün içinde kan şekerinin daha hızlı düşmesine neden olur. Kan şekerini en iyi seviyede tutmak ve tok kalmak için sahurda protein içeriği yüksek, iyi kaliteli protein (süt, yoğurt, yumurta) ve kompleks karbonhidrat (kepekli ekmek) içeren besinlere yer verilmelidir. Su tüketimi 2 litreden az olmamalıdır. Sahur kadar önemli olan bir başka öğünün de iftardır. Gün içinde açlıktan dolayı çok düşük seviyelerde olan kan şekeri, doyma eşiğini de yükseltmektedir. Artan iştahla besinler iyi çiğnenmeden ve çok miktarda tüketilebilmektedir. Bu yüzden iftar öğününe hafif ve az yağlı, az şekerli, küçük porsiyonlarla, yavaş yavaş, ana yemeklerin önüne yüksek posalı aparatiflerle başlamak yemek sonrası oluşabilecek hazımsızlık, ekşime, mide yanması, kramp şeklinde mide ağrıları, barsak problemleri, gaz sorunları, reflü, gastrit ve ülserler, kusma, bulantı, uyku basması ve bitkinlik gibi sorunlarla karşılaşmamızı önler.”
Diyetisyen Çimili, orucun kahvaltı türü besinlerle ya da çorba ile açılabiliceğini, 15 dakikalık ara verilmesi ardından ana yemeklerin yenilmesini, kolalı içeceklerin yerine ayran, meyve suyu, maden suyu ve bitkisel çayların alınmasının sağlıklı olacağını anlattı. Merva Çimili, kolalı içeceklerin yüksek enerji ve karbonhidrat içerdiğini, bunun yerine maden suyuyla gün içinde kaybolan mineral ihtiyacının karşılanabileğini bildirdi. Çimili iftarda ve sonrasında şunları önerdi:
“İftarda proteinli besinlere önem verilmesi, kan şekerinin hızla yükselmesini, alınan fazla enerjinin kısmen de olsa yağ olarak depolanmasını önler. Yemeklerin ardından sofraya gelen hamurlu tatlıların yerini yemekten 1 saat sonra sütlü tatlılar alabilir. İftar menülerinde mutlaka sofrada salata, yoğurt, ayran veya cacık bulunmalıdır. Daha çok zeytinyağlı sebze yemekleri tercih edilmelidir, kızartma ve yağlı yemekler tüketilmemelidir. İftardan sonra yapılacak hafif tempoda yürüyüşlerle metabolizma hızlanacak veya yıkımını artıracak ve daha faydalı olacaktır,”
İftar ardından içilecek çay ve kahvenin su kaybını artırıcı etkisinin de olabileceğini, besinlerin vitamin ve mineral oranını düşüreceğini anlatan Merva Çimili, “Siyah çay ve kahve yerine yeşil ve bitkisel çaylar tüketilebilir. Daha sonra kuruyemiş olarak fındık, badem, ceviz içi tüketilebilir. Bitkisel çayların yanında da kek ve kurabiye gibi besinler yerine diyet bisküviler tercih edilebilir. İftarda 1-2 saat sonra hafif ara öğün tüketilebilir. Bu ara öğünde ise meyve, süt veya yoğurt, diyet bisküvi gibi besinler tercih edilmelidir” dedi.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Eylül 2008       Mesaj #550
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Erkeklerin sinir geni bulundu

İkili ilişkilerde ve özellikle evliliklerde agresif olan erkeklerin asabilik mazereti bulundu.

Uzmanlar, erkeği agresif hale getiren ve ilişkilerine olumsuz yön veren geni bulduklarını açıkladı.
'Allel 334' adı verilen bu geni taşıyan erkekler, ikili ilişkilerinde ve özellikle evliliklerinde 2 kat daha problemli oluyor.

Araştırmayı yürüten İsveç'teki Stockholm Karolinska Enstitüsü Tıbbi Epidemiyoloji ve Bioistatistik Bölümü'nden Hasse Walum, "Tabii ki insanın ilişkilerinde sorunlar yaşamasında bir sürü faktörler vardır. Fakat bu özel gene sahip olan erkeklerin ikili ilişkilerinde daha problemli olduğunu gördük. Kadınlarda ise böyle bir farklılığa rastlamadık" dedi.
Sonuçları Amerikan akademik bilim dergisi PNAS'da da yayınlanan araştırma ile birlikte, gelecekte otistik, sosyal fobi ve uyum zorlukları gibi hastalıkların çözümü daha da kolaylaşacak.
Gen tespiti sırasında Karolinska Enstitüsü'nde kayıtlı bulunan 21 bin 200 ikiz kişinin listesi çıkarıldı. Bunlardan, karşı cinsle en az 5 yıldır ilişkisi olan 550'si ayrıldı. Seçilen kişiler üzerinde değişik anketler ve röportajlar yapıldı.
İlişkilerinde problemi olanların yaklaşık yüzde 40'ında 'Allel 334' geni ortaya çıktı. Bu genin en az 2 tanesini taşıyan kişinin evliliklerinde 2 misli problem yaşadıkları, bu gene sahip olmayan insanların ise bir sıkıntı yaşamadıkları gözlendi.
Enstitü'deki bilimadamlarından Paul Lichtenstein, "Bu tür genlerin insan ilişkilerini nasıl etkilediğini görmek çok heyecan verici. Bu deneyleri devam ettirmeyi düşünüyoruz" diye konuştu.

Benzer Konular

7 Mart 2016 / WaRrioR Sağlıklı Yaşam
7 Mart 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2016 / prenses ayşe Cevaplanmış