Arama

Sağlıklı Yaşam ve Bilgiler - Sayfa 54

Güncelleme: 20 Ocak 2015 Gösterim: 598.389 Cevap: 719
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
1 Mayıs 2008       Mesaj #531
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
sp

Sponsorlu Bağlantılar
FF87A04311EDBE47B407D306r
Haftada 4 gün balık kalp riskini yüzde 9 azaltıyor


Kalp hastalığı birden kapınızı çalmasın. New York'un ünlü Türk doktorlarından Doç. Dr. Özgen Doğan kalbinizi gençleştirmenin en kolay formüllerini açıkladı. Doğan'a göre; kalbin ilacı hayatın içinde gizli! ..

New York Presbyterian Üniversitesi'nin Kardiyoloğu Doç. Dr. Özgen Doğan, kalp hastalıklarıyla ilgili son yenilikleri anlattı. Ayrıca, kalp hastalığını önlemenin yolları ve bu hastalığın tedavi yöntemleri hakkındaki soruları yanıtladı:

* Yiyecek ve içeceklerimizin gerçekten kalp hastalığını önlemede bir faydası var mı? Yoksa bu, uydurulmuş bir mit mi?
Omega-3 tüketen insanlarda kalp ritim bozuklukları azalıyor. Haftada en az 4 porsiyon balık yiyenlerde, kalp ritim bozukluğu düşüyor. Ne kadar çok Omega-3 yerseniz, o kadar iyi. Deneklerin 10 yıl boyunca izlendiği bir araştırma; en az miktarda Omega-3 tüketenlerin kalp hastalığı riskinin yüzde bir, en çok tüketenlerin ise yüzde 9 azaldığını gözler önüne serdi. Ne kadar çok balık yerseniz; ani kalp ölümü riski o kadar düşüyor.

KRİZ DURDURULAMIYOR
* Kalp krizini durdurmak mümkün olabilir mi?
Kalp hastalığından ölümleri, 1990'lı yıllarda yüzde 40 oranında azaltmayı başarmıştık. Ancak artık tıpta nasıl bir gelişme olursa olsun, kalp hastalıklarından ölüm oranı bir türlü azalmıyor. Ölüm oranlarındaki azalmanın en önemli nedeni; sigara tüketiminin azalmasıydı. Ama şeker hastalığı ve obezite ölüm oranlarını sabitledi ve artık bu oranlar düşmüyor. Günümüzde kalp hastası olan her 5 insandan biri, kalp riski yokken bu hastalığa yakalanıyor.

* Kolesterole mutlaka bakmak gerekir mi? Yoksa bu kadar kolesterol takıntısı gereksiz mi?
Kalple ilgili bütün organizasyonların ve birliklerin ortak tavsiyesi; kolesterole bakılması yönündedir. Çocuklar da dahil herkes yılda en az bir kere kolesterol oranına baktırsın. Bu demek değildir ki; her kolesterolde ilaç alınsın. Ama yeme alışkanlıklarını ona göre belirlemek lazım.

* Kötü kolesterol ne kadar düşürülse, o kadar iyi mi?
Öyle zannediyordum hatta bunu kanıtlayan pek çok çalışma da bulunuyordu. Yapılan çalışmalar açıkça göstermişti ki; kötü kolesterolü yüzde 40 oranında düşürdüğünüzde, yüzde 40'lara varan bir iyileşme sağlanıyordu. Ama geçtiğimiz günlerde, yeni bir araştırmanın sonucu açıklandı ve tıp dünyasının kafası karıştı. LDL yani kötü kolesterol çok fazla düşürüldü ve bununla birlikte boyun damarında tıkanmalar oldu. Kötü kolesterol düşürüldüğü halde, damar tıkanıklığı arttı. Ama tabii bu tek bir çalışma ve sonuçları verilen ilaçlara bağlı da olabilir. Yine de kolestrolü kontrollü düşürmekte fayda var. İyi kolesterolü arttırarak, kötü kolesterolü temizleyebilirsiniz. Daha fazla egzersiz yaparsanız, iyi kolesterolün damarlarınızı daha fazla temizlemesini sağlarsınız. İyi kolesterolün kalitesi artar ve iyi bir sabun gibi damarları temizler. Hiç yürümüyorsanız yürümeniz, koşmuyorsanız koşmanız, bütün bunları yapıyorsanız daha çok yapmanız lazım. İlaç şirketleri iyi kolesterol HDL'yi yükseltecek bir maddenin peşindeler ama henüz sonuç alınamadı. O zamana kadar, tek ve en etkili ilaç egzersiz.

KADINLAR DAHA RİSKLİ
* Duran kalbi çalıştıran aletler yaygınlaştırılırsa, kalp krizinden ölümler azalır mı?
Halkın kullanacağı türdeki kalp krizi önleme cihazları, evlere konulunca ölüm oranlarında bir azalma olmadı. Bu tür aletlerin uçaklarda ve havalimanlarında olmasında fayda var. Aleti göğse koyunca ritmi tanıyor ve şok veriyor. Ama evlere konduğu zaman, ölüm oranlarını azaltmıyor.

* Kalp hastalığının genetik yönü var mıdır?
Genetik yönü vardır. Eğer anneniz ya da babanızdan biri kalp krizi geçirmişse, sizin de krize yakalanma olasılığınız 2 kat, her ikisi de geçirmişse 9 kat artar. Kadınlar, kalp krizinden sonraki ilk 30 günde erkeklere göre daha fazla ölüyor. Kalp krizi kadınları daha fazla öldürüyor. Kadınlarda ölüm oranı yüzde 9.6, erkeklerde ise yüzde 5.3...

* Türkiye'ye sigara yasağı geliyor. Sizce bu yasak, kalp hastalığını azaltacak mı?
Roma'da 2005 yılında kapalı yerlerde sigara yasaklandığında, 35-65 yaş arasındaki insanlardaki kalp krizi riski yüzde 11 oranında azalmış. Bunun üzerine, akciğer kanserini ve felci de ekleyin. 65-74 yaş grubunda ise risk, yüzde 8 azalmış. Bence durum, Türkiye için de böyle olacak.

İDEAL TANSİYON 12'YE 8
* Tansiyon değerleri her yıl değişiyor. Sizce ideal oran nedir?
Şeker hastalarında büyük tansiyon 12, küçük tansiyon ise 7.5'un altında olmalıdır. Böbrek hastalarında da aynı durum geçerli. Kontrol altına alınacak tansiyon için bir ilaç yetmez. Hastaya birkaç ilaç vermek gerekir.

* Tansiyon arttıkça, kalp krizi riski de artar mı?
Her büyük rakamın iki artışı ve her bir artışı kalp hastalığı riskini iki katına çıkarır. Tansiyonunuz ne kadar düşükse, o kadar iyi durumdasınız demektir. Genel rakamlara bakıldığında; yüksek tansiyon sorunu olup da tedavi olmayanların ömürlerinin, ortalama 5 yıl kısaldığı görülmektedir. Felç ve inmenin en büyük risk faktörü de; yüksek tansiyondur. Yüksek tansiyon; öldürmez ama süründürür. Tansiyonunuzu sürekli kontrol ederek, felç riskinizi yüzde 40 oranında azaltabilirsiniz. Normal tansiyon her yaşta 12'ye 8'dir ve bu değer asla değişmez.


Demir YumruK - avatarı
Demir YumruK
Ziyaretçi
1 Mayıs 2008       Mesaj #532
Demir YumruK - avatarı
Ziyaretçi
Sigarayı bıraktığınızda bulmaca çözün

Sponsorlu Bağlantılar
Saadet KEFAL/ESKİŞEHİR, (DHA)

ESKİŞEHİR Osmangazi Üniversitesi (ESOGÜ) Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Yrd.Doç.Dr.Gülcan Güleç, sigarayı bırakanlara tekrar başlamamaları için bazı önlemler almaları gerektiğini söyledi.

Yrd.Doç.Dr.Gülcan Güleç, “Sigarayı bıraktığınızda bulmaca çözün. Bunu yaparken hem oyalanırsınız hem de sigarayı düşünmezsiniz. Elinizin boş kalmaması için havuç ya da şeker yiyin. Yemeklerden sonra yürüyüş yapın, duş alın, müzik dinleyin. Sigara içmeyen arkadaşlarınıza gitmeyi tercih edin. Sigara içmeyi çok istediğinizde 5 kez 3’e kadar sayarak derin nefes alıp verin. Ellerinizi oyalayacak bulaşık yıkama ve bahçe işleri gibi işlerle uğraşın. Sigara içilen yerlerden uzak durun. Sürekli olarak sigara içmemenin yararlarını düşünün” dedi.

Türkiye’de çocukların ve gençlerin de sigara dumanına maruz kaldıklarını belirten Yrd.Doç.Dr.Gülcan Güleç, şunları söyledi:
“Okul çağındaki gençlerin yüzde 82’si evlerinde, yüzde 86’sı ev dışında sigara dumanına maruz kalıyor. Türkiye’de öğretmenlerin yüzde 50’si sigara içiyor ve bu öğretmenlerin yüzde 81’i okulda, yüzde 68’i ise öğrencilerinin gözü önünde sigara içiyor. Dünya da ise 700 milyon çocuk sigara dumanına maruz kalıyor. Pasif içicilerin kalp hastalıklarına bağlı ölüm oranı hiç sigara içmeyen ve pasif içici durumunda olmayanlara göre yüzde 30 daha fazladır.”

Demir YumruK - avatarı
Demir YumruK
Ziyaretçi
15 Mayıs 2008       Mesaj #533
Demir YumruK - avatarı
Ziyaretçi
Neden domates yemeliyiz?

Kulağa ilginç geliyor olsa da, domates bazen derdi ve tasayı silip götürebilir. Size sunduğumuz 5 madde ile, neden sandviçlerinize, omletlerinize, soslarınıza ve salatalarınıza domates eklemenin önemini göreceksiniz.

15 Mayıs 2008 Perşembe

Her ne kadar, bu aralar çokça duyduğunuz, 'domatesin prostat kanseri riskini azalttığına dair yeteri kanıt yok yorumlarına rağmen, kanıtlanmış birçok yararını size sayabiliriz. Domatesin içeriğinde bulunan A ve C vitaminleri, folik asit, potasyum, gıda lifi ve koruyucu antioksidanların yararları tartışılamaz. Organik domatesler, bazı kimyasallardan arınarak yetiştirildiği için, daha fazla flavonoit içerirler. Aynı zamanda antiviral özellikleri bulunur. Cildinizi Korur: Kabuğu incecik bu meyvenin, cildinize güneş koruyucu krem etkisi sağladığını biliyor muydunuz? Yapılan bir araştırmada, güneş yanıklarından şikayetçi ve güneşe karşı hassas cilde sahip olan bir grubun günlük beslenmelerine domates eklendi. Akdenizde yaygın olan bu tarz bir beslenme düzeni uygulayanların ciltlerinin, 10 hafta sonunda güneşin UV ışınlarına karşı daha güçlü bir hal aldığı belirlendi.
Yaşlanmaya Karşı Savaşır: Domateslerin, serbest radikalleri önleyici likopen ve beta karoten içerdiğini söylemiştik. Bazı hücrelerde, serbest radikaller DNAya %42ye varan hasarlar verirler. Domatesleri, her zaman tavsiye ettiğimiz az miktarda zeytinyağı ile birlikte tükettiğinizde, yaşlanmaya karşı vücudunuz daha güçlü bir hale gelir. Gerçek Yaşınız hesaplanırken, kan basıncı seviyeniz çok önem taşır. 115/76 ve daha az seviyede bir kan basıncı seviyesi sayesinde, 12 yıla kadar gençleşebilirsiniz. Kan Basıncınızı Düşürür: Tostlarınız içine domates ekleyin. Bu meyveler (hayır yanlış yazmadık, domates meyvedir, sebze değil) kan basıncınızı düşürmeye yararlar. Hipertansiyondan şikayetçi bir grup hasta üzerinde yapılan bir araştırmada, hastaların günlük besinlerine domates eklendi. 8 hafta süren araştırmada her gün domates tüketen hastaların sistolik kan basıncınca 10 derece düştüğü ve diyastolik kan basıncı değerlerinin de 4 derece düştüğü gözlendi. Gribi Önler: Karotenler (likopen ve beta karoten) gibi sebze ve meyvelerden elde edilen koruyucu pigment değerleri düşük olan insanların, günlük domates tüketmesi önerilir. Bakteri ve virüslerle savaşmaya yardımcı olan karoten bileşikleri çok önemlidir. Günlük domates ihtiyacınızı bir bardak domates suyu ile giderebilirsiniz. Göreceksiniz, soğuk algınlığı ve gribe karşı vücudunuz çok daha dirençli olacaktır. Kolesterolü Kontrol Eder: Günde bir domates, sizin arter ve kalp sorunlarınıza karşı olan savaşınızda en güçlü dostunuz olabilir. Günlük domates yemeye başladıktan sonraki 4 hafta içerisinde HDL kolesterol seviyeniz %15 artar, bununla beraber LDL kolesterol seviyeniz düşer
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 19:38
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
22 Mayıs 2008       Mesaj #534
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Metal kutulu içeceklere dikkat

Selçuk Üniversitesi (SÜ) Meram Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Bülent Baysal, genellikle ağızla direk temas eden metal kutulu içeceğin ambalajının mikroorganizma barındırabileceğini, ancak kapağa basit bir koruyucu tabaka eklenerek bu tehlikenin önüne geçilebileceğini söyledi.

Selçuk Üniversitesi (SÜ) Meram Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Bölümünce, ağızla doğrudan temas eden metal kutulu içecek ambalajlarının yol açabileceği enfeksiyon riski araştırması yapıldı.

SÜ Meram Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Bülent Baysal, dünya üzerindeki ambalajlı içeceklerin yüzde 50'sinden fazlasının kutu içeceklerden oluştuğunu belirtti.

Prof. Dr. Baysal, bu ambalaj türünün yapısı itibariyle mikroorganizma barındırabilme potansiyeline sahip olduğunu, bu kutularda kullanılan kapak açma mekanizması ile kutudaki içeceğe partikül geçme olasılığı bulunduğunu, direk ağza temasının ise enfeksiyon kapma riskini mümkün kılabileceğini bildirdi.

Buradan hareketle kutu ambalaj içeceklerin taşıyabileceği enfeksiyon riskini tanımlayabilmek ve içecek sarfiyatının arttığı yaz ayları öncesi bu konuyu gündeme getirmek için bir araştırma yaptıklarını belirten Prof. Dr. Baysal, şöyle dedi:

“Bu çalışmayı benimle birlikte, asistan arkadaşlarım Uzman Dr. Metin Doğu ve Araştırma Görevlisi Bahadır Feyzioğlu gerçekleştirdi. Toptancı, market, bakkal, büfe ve depolardan, firma ismi ya da marka dikkate almadan 100 metal kutu ambalajlı içecek ürün toplayıp, üzerlerinde çalıştık.”

Prof. Dr. Baysal, araştırma sonucunda, kutu içeceklerin kapakları üzerinde genelde direkt hastalık oluşturmayan, ancak fırsatçı enfeksiyon yapabilen mikroorganizmalardan oluşan bir tablo ile karşılaştıklarını açıkladı.

RİSK SANILANDAN DAHA BÜYÜK

Bulunan masum mikroorganizmaların, bu tür ambalaj yapısının mikro organizma barındırabilme potansiyelinin varlığı konusunda ciddi bir ipucu verdiğini ifade eden Baysal, şunları kaydetti:

“Ancak rutin dışı tetkiklerle belirlenebilen mikroorganizmaların ve özellikle virüslerin varlığının da bu sonuçlara eklenebileceği düşünüldüğünde, riskin sanılandan daha büyük olduğu açıktır. Üretimden raf satış aşamalarına kadar metal kutu ambalaj, özellikle dudakla temas edilen kapak civarına kolonize olan mikroorganizmalarla temas edebilmektedir. Dudağın metal içecek kutuları ile teması, gündelik hayatta hastalık oluşturmayan, fakat fırsatçı enfeksiyon yapabilen mikroorganizmaların vücuda alınmasını sağlayabilir. Bu bulaşma kaynağı genelde depolardaki bozuk hijyen şartları olabiliyor. Kullanım öncesi son aşamada, ellerle olan temas sırasında mikroorganizmaların kapak bölgesine bulaşması da önemlidir.”

Prof. Dr. Baysal, bulaşmaya yol açabilecek mikroorganizmaların, bakteriler, virüsler, mantarlar olabileceğini, uygun olmayan stok ve raf şartları, yetersiz el temizliği gibi pek çok faktörün mikroorganizmaların kutu ambalajlar üzerindeki varlığını artırabildiğine dikkati çekti.

“SARILIK VE TÜBERKÜLOZA BİLE YOL AÇABİLİR”

Yaz aylarında kutuların dış ortamda daha fazla kalması gibi durumların da enfeksiyon riskini önemli oranda artırdığını bildiren Prof. Dr. Bülent Baysal, şunları söyledi:

“Ağız temasının sağlandığı kapak bölgesinde bulunan ya da kapak açımı sırasında kutu içine geçebilecek mikroorganizmalar, sindirim, solunum ya da ağız bölgesinde bulunabilecek bir çatlaktan direkt olarak vücuda girme olasılığına sahiptir. Bu şekilde, solunum ve idrar yolu enfeksiyonları, hatta sarılık ve tüberküloz gibi hastalıklara bile yol açabilme potansiyeli vardır.”

RİSKİ AZALTMAK İÇİN...

Prof. Dr. Baysal, bu ambalajların yol açabileceği sağlık riskinin çeşitli önemlerle azaltılabileceğini belirterek, şöyle devam etti:

“Üretim aşamasında eklenebilecek basit bir koruyucu tabakanın kullanılması ya da alternatif kapak geliştirilmesiyle mikroorganizmanın vücuda geçmesi minimalize edilebilir. Başta İtalya olmak üzere bazı ülkelerde koruyucu ambalaj uygulamasına geçilip bu sorun aşılmıştır. Enfeksiyon hastalıklardan korunmada en önemli unsur olan etkin el yıkama alışkanlığı, tüketiciyi bu tür enfeksiyonlardan önemli ölçüde koruyacaktır. Kutu içecek açılmadan, ağza değecek kısmın güzelce yıkanması önemlidir. Bu da yapılmadığı takdirde hiç olmazsa kutu içeceğinin bardağa boşaltılarak içilmesi tercih edilebilir.”
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 19:39
mustafa_95 - avatarı
mustafa_95
Ziyaretçi
29 Mayıs 2008       Mesaj #535
mustafa_95 - avatarı
Ziyaretçi
Stres nedir?
Şehir hayatında yaşayıp, yoğun tempoda çalışıyorsanız çağın korkulan hastalığı strese yakalanmamanız mümkün değil. Uzmanlar stresin tanımını "Bireyin duygusal ya da fiziksel durumuna karşı olası bir tehdit sezdiğinde, vücudunda ya da beyninde oluşan tepki" olarak yapıyorlar.

Uzmanlara göre stresin etkileri şöyle sıralanıyor;
Kişisel Etkiler: Huzursuzluk, saldırganlık, yorgunluk, asabiyet, utanç duyma, gerginlik vb.
Davranışsal Etkiler: İlaç alımı, duygusal patlamalar, aşırı yeme, aşırı alkol tüketimi, sinirsel kahkahalar vb.
Bilişsel Etkiler: Karar verme ve konsantre olmada yetersizlik, sık unutkanlık, eleştiriye yoğun tepki gösterme vb.
Psikolojik Etkiler: Ağız kuruluğu, terleme, hissizlik, kafada karıncalanma vb,
Tıbbi Etkiler: Astım, adet görememe, göğüs ve sırt ağrıları, koroner kalp hastalıkları, ishal, baş dönmesi, halsizlik, uykusuzluk, ülser, cinsel isteksizlik vb.
Organizasyonla ilgli Etkiler: Görev başında bulunmama, verimsizlik, işe karşı isteksizlik, işinden memnuniyetsizliğin artması vb...
Stres vücudumuzda oluşan bir cevaptır. Bu, kişinin hayatında karşılaşacağı değişik şeylere karşı gücünü hareket ettirebilmesine yardım eder.
Her gün adapte olunması gereken bir çok şey stres yaratıcılarıdır.

stres3
Stres iyi midir, yoksa kötü müdür?
Belli düzeylerdeki strese tahammül edilebilir. Aslında, bunlar faydalı da olabilir. Kişi bütün olarak bir davranış sergilemek için strese ihtiyaç duyar ve stres kişinin hayatını muhtemel en iyi şekilde yaşamasına yardımcı olur. Belki şu düşünülebilir, "Peki, niçin insanların daima stresin zararlı olduğu hakkında konuştukları duyulur?" Çünkü insanlar stresin zararlı etkileri hakkında konuştukları zaman genelde stresin çok fazla olduğu durumları anlatmak isterler. Bu yıkıcı bir etki yaratabilir. Eğer kontrol edilmeden bırakılırsa, stres insanı yiyip bitirebilir ve insanın enerjisini tamamen tüketebilir.

Stresi kimler hisseder?
Herkes stresi yaşar. Hiç kimse bundan kurtulamaz.
Fakat, stres pozitif veya negatif olabileceğinden dolayı strese pozitif cevap vermesini öğrenmek kişinin daha başarılı bir duygusal ve fiziksel hayat yaşamasını sağlar. Eğer kişi, kötü bir zaman yaşıyorsa, strese cevap vermek kolay olmayacaktır. Bazı insanlar negatif stres cevaplarına daha hassas olabilmektedir.


stres2Strese cevap ve rahatlama yöntemleri
Her kişi strese karşı kendine özgü bir cevap verme şekline sahiptir. Stres kontrolü (strese verilen cevabı kontrol) kişinin içindedir.
Cevap verme şekli bir çok faktöre bağlı olabilmektedir.
yetişme şekli, kendine güven, kişinin kendine ve dünyaya bakışı, kişinin kendine ne söylediği, davranış ve düşüncelerinde kendini nasıl yönlendirdiği strese cevap verme şeklini etkileyebilmektedir.
Hayatınızı ne derecede kontrol ettiğiniz üzerindeki düşünceniz strese vereceğiniz cevapta önemli rol oynar.
Fiziksel ve duygusal olarak hissediş ve insanlarla iletişim şekliniz de bunda etkilidir. Özetlemek gerekirse, her kişinin stresi ele alma şekli bireye özgüdür, benzersizdir, karmaşık düşünce ve davranışların kombinasyonuna bağlıdır.
Şunu bilmek gerekir ki, stres yönetilebilir ve kontrol edilebilir, fakat ortadan kaldırılamaz. Stres her zaman var olacaktır.
Strese verilecek yanlış cevaplara örnek olarak şunlar söylenebilir: sigara içmek, alkol kullanmak, ilaç almak, aşırı yemek ve aşırı hareket etmek.
Bunlar kişiye yardımcı olmayan yöntemlerdir, sadece kişinin dikkatini dağıtır veya stresin etkilerini erteler.

Rahatlama yöntemleri
Stresi kontrol etmeye başlamada en iyi metot rahatlama yöntemlerini kullanmaktır. Rahatlama gerginliğin tersidir. Rahatlama öğrenilirse, gerginlik ortadan kalkar.
Ayrıca, kişi kendini etkileyen problemleri daha iyi analiz edebilir ve onlarla nasıl başa çıkacağını daha sağlıklı ortaya koyabilir. Dolayısıyla, rahatlama yöntemleri stresle mücadele etmede önemli bir ilk adım olabilmektedir. Yoga, meditasyon etkili bir rahatlama şeklidir. Ayrıca, hayali bir yöntem olarak kişi zihninde kendini rahatlatıcı resimleri seçebilir ve bu şekilde rahatlayarak problemleri çözebilir. Sonuç olarak, farklı fiziksel aktiviteler stres kontrolü için çok faydalı olabilir. Bazıları gerginliği veya stresi
araba sürerek giderebilir. Güvenlik kurallarına uyulduğu
sürece araba sürmek rahatlatıcı olabilir.
Son düzenleyen mustafa_95; 29 Mayıs 2008 18:34 Sebep: yanlış başlık yazmışım
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Haziran 2008       Mesaj #536
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşırı Terlemenin Nedenleri Tedavi Yöntemleri

Yaz mevsiminde daha belirgin hale gelen aşırı terleme problemi hem fiziksel hem de ruhsal sorunlara yol açıyor. Acıbadem Hastanesi Bakırköy Endokrinoloji ve Metabolizma hastalıkları uzmanı Dr. Aslı Nar, aşırı terlemenin iyontoforez, botulinum toksini uygulaması ve gerektiğinde ise cerrahi yoldan başarıyla tedavi edildiğini belirtiyor.
Vücut ısısının kontrolünü sağlayan terleme, birçok kişinin hem özel yaşamını hem de sosyal yaşamını olumsuz etkileyen önemli bir sorun haline gelebiliyor. Normalde bir insan terleyerek günde 500 cc civarında sıvı kaybediyor. Piyasada satılan maddelerle giderilemediğinde ise terleme bir sorun olarak kabul ediliyor ve aşırı terleme olarak adlandırılıyor. Aşırı terleme bilimsel yöntemlerle başarıyla tedavi edilebiliyor.

Aşırı terlemenin nedenleri
Terlemenin insanlarda doğal olarak gözlenen bir olay olduğunu belirterek, aşırı terlemenin nedenlerini şöyle dile getiriyor:
“Terin salgılanması insanlarda sinir sisteminin sempatetik denilen kısmının çalışması ile ilgilidir. Toplumun % 1’inde bu sistem aşırı düzeyde çalışmaktadır. Bu durumun nedeni tam bilinmemektedir ve doğuştandır. Özellikle stresli durumlarda bu sistem aşırı çalışmaktadır. Genel olarak terleme, kış aylarında daha az rahatsız edici olmaktadır. Bunun dışında tiroid bezinin aşırı çalışması, böbrek üstü bezinden kaynaklanan bazı hastalıklar, şişmanlık, menopoz, ağır psikiyatrik hastalıklar ve bazı kanserlerin tedavisinde kullanılan hormonlar aşırı terlemeye yol açabilmektedirler.”
Ruhsal ve fiziksel sorunlar
Bakteri üremesini kolaylaştırdığı için aşırı terleme kokuya da neden oluyor. Ruhsal ve fiziksel sorunlara yol açan, sosyal yaşamı zorlaştıran terleme, ellerde, koltuk altında, ayak altlarından, yüzde ve gövdede oluşabiliyor. Dr. Aslı Nar, terlemenin ellerde olduğunda da ciddi sorunlara yol açtığını belirtiyor ve şöyle konuşuyor:
“ Ellerde olduğunda hem el ile yapılan işlerde güçlük çekilmekte hem de sosyal olarak kişileri rahatsız etmektedir. Terleme stresli durumlarda gelişiyorsa ve kişi terlemeden rahatsız ise kısır bir döngü içine girilmektedir. Kişi terleyeceğini bilerek daha endişeli hale gelmekte, endişe de daha fazla terlemeye yol açmakta ve bu kısır döngü sürüp gitmektedir.”

Terlemenin nedeninin saptanması

Terleme tedavisine başlanmadan önce nedeninin saptanması gerekiyor. Terleme sorunu olan kişinin öncelikle kilo durumu inceleniyor. Aldığı ilaçlar gözden geçiriliyor. Hastanın menopozda olup olmadığı araştırılıyor. Endokrinoloji uzmanının yapacağı değerlendirme ile sorunun tiroid bezinden ya da böbrek üstü bezlerinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı belirleniyor. Bu durumların hiçbirinde sorun saptanmaz ise doğuştan sempatetik sinir sisteminin aşırı çalıştığı kanaatine varılabileceğini belirten Dr. Aslı Nar, tedaviyle ilgili şu bilgiyi veriyor:
“Tedavide ilk olarak genel tedavi yaklaşımları uygulanır. Kişi öncelikle kıyafetini düzenlemeli ve daha hafif giyecekler giymelidir. Lokal olarak talk pudrası veya oldukça etkili olan aleminyum klorid içeren solüsyonlar mutlaka denenmelidir. Bazı hastalarda sempatetik sinir sisteminin çalışmasını azaltmak ve böylece de terlemeyi azaltmak için ilaçlar kullanmaktayız. Bazı hastalarda strese bağlı terlemeyi kontrol edebilmek amacı ile psikoterapi önermekteyiz.”

Uygulanan yöntemler

Dr. Aslı Nar, terleme tedavisinde son derece başarılı sonuç veren yöntemlerle ilgili şunları söylüyor:
İyontoforez : Bu yöntemde küçük su banyosu içinde el veya ayaklara hafif elektrik akımı verilmektedir. Sık tekrarlanması gerekmektedir. Hafif ve orta derecede terlemesi olan hastalarda oldukça iyi cevap alınmaktadır.
Botulinum toksini : Özellikle koltuk altı terlemesinde kullanılan bir maddedir. Aslında doğal bir zehirdir ve sulandırılarak tıpta çeşitli amaçlarla uzun zamandır kullanılmaktadır. Ter bezlerini çalıştıran sinirleri felç ederek etki göstermektedir. Oldukça etkili bir yöntemdir. Terlemeyi 3 ila 4 kat azaltmaktadır. Altı-12 ay gibi uzun aralıklarla tekrarı gerekmektedir.
Cerrahi tedavi : Ellerdeki ve yüzdeki aşırı terleme için önerilen tedavi şeklidir. Endoskopik transtorasik sempatektomi olarak adlandırılan teknikle koltuk altından bir delik açılıp akciğer bölgesindeki yüz ve ellere giden sinirlerin başlangıç bölgesi kesilmektedir. Ellerde yüzde 99 civarında başarı elde edilmektedir. Ayaklardaki terleme için bel bölgesindeki sinirlerin kesilmesi uygulanmaktadır. Sadece koltuk altı terlemelerinde koltuk altı ter bezlerinin alınması ile iyi sonuçlar elde edilmektedir.
n4L4n1791 - avatarı
n4L4n1791
Ziyaretçi
19 Haziran 2008       Mesaj #537
n4L4n1791 - avatarı
Ziyaretçi
Erciyes Üniversitesinin çeşitli birimlerinde görev yapan Dr. Aysun Çetin, Dr. Leylagül Kaynar, Dr. İsmail Koçyiğit, Dr. Sibel Kavukçuhacıoğlu, Dr. Recep Saraymen, Dr. Ahmet Öztürk, Dr. Okan Orhan ve Dr. Osman Sağdıç, üzüm çekirdeğinin antioksidan etkisinin kanser tedavisine etkisini araştırdılar.
Erciyes Üniversitesinin geleneksel olarak düzenlediği Gevher Nesibe Araştırma Teşvik Ödülü alan “Rat karaciğerinde radyasyon ve kemoterapinin yol açtığı oksidatif strese üzüm çekirdeği ekstresinin etkisi” başlıklı çalışmalar, uluslararası The Turkish Journal Of Gastroenterology ve American Journal Of Chinese Medicine isimli dergilerde yayınlanmak üzere seçildi.

Dr. Aysun Çetin, kanserin olumsuz etkilerini azalttığı bilinen E ve C vitaminleri ile ilgili çok çalışma yapıldığını, ancak E vitamininden 50 kat ve C vitamininden 20 kat fazla antioksidan özelliğe sahip olduğu bilinen üzüm çekirdeği ile ilgili çalışmaların son 10 yılda yapılmaya başlandığını belirtti.

FARELERLE DENEY

Canlıların vücudunda serbest radikaller (oksidan) adı verilen zararlı maddeler ile bu maddeleri ortadan kaldıran maddelerin (antioksidan) denge içinde bulunduğunu ifade eden Çetin, özellikle 25 yaşından sonra bu dengenin olumsuz yönde bozulmaya başlandığını hatırlattı.

Dengenin bozulması ile birlikte artan oksidan etkinin başta kanser olmak üzere birçok ciddi sağlık sorununa yol açtığını kaydeden Çetin, şu bilgileri verdi:
“Kanser oluşumunun engellenmesi için vücutta antioksidan miktarının azalmaması, yaşlanma ile birlikte antioksidan takviyesi yapılması gerekir. Üzüm çekirdeği de antioksidan özelliği çok fazla olan bir maddedir. Bu çalışmada, kanser oluşumunun önlenmesine katkı sağlayan üzüm çekirdeğinin, kanser tedavisi sırasında karşılaşılan olumsuzlukların önlenmesindeki katkısını araştırdık. Kanser tedavisinde kullanılan kemoterapi ve radyoterapi yöntemleri tümörü ortadan kaldırırken saç dökülmesi, iştahsızlık, bulantı veya kusma gibi birçok soruna yol açabiliyor. Araştırmamızda, bu olumsuzlukların nedeni veya sonucu olabilecek oksidan saldırıların ortadan kaldırılmasında üzüm çekirdeğinin katkısını test ettik.”

Üzüm çekirdeği verilen farelerde hissedilir ölçüde yararlı antioksidan maddelerin artışını tespit ettiklerini belirten Çetin, şöyle devam etti:
“Fareler, biyolojik olarak insan vücuduna en çok benzeyen hayvanlardır. Karaciğer ise bir anlamda vücudun laboratuvarıdır. Araştırmamızda denek farelerin karaciğer dokularını inceledik. Üzüm çekirdeği verdiğimiz fare grubunda antioksidan maddelerin hissedilir derecede arttığını belirledik. Hatta, hem ışın hem üzüm çekirdeği verdiğimiz grupta antioksidan maddelerin, hiç ışın verilmeyen ve sadece su verilen kontrol grubundan bile daha fazla düzeyde olduğunu gözlemledik. Üzüm, zaten rahatlıkla tüketilebilen doğal bir besin olduğu için insanlarda da aynı etkileri gösterebileceği sonucuna vardık. Yani, antioksidan özelliği nedeniyle kanser oluşumunu engelleyen üzüm çekirdeğinin, kanser tedavisinde ortaya çıkan olumsuzlukları da azaltabileceğini belirledik.”

Siyah üzümde antioksidan maddenin daha fazla bulunduğunu hatırlatan Çetin, söz konusu faydalar için üzümün çekirdeği ile birlikte çiğnenerek tüketilmesini tavsiye ettiklerini sözlerine ekledi.
n4L4n1791 - avatarı
n4L4n1791
Ziyaretçi
19 Haziran 2008       Mesaj #538
n4L4n1791 - avatarı
Ziyaretçi
Hindistan’da yapılan bir araştırmaya göre, insan DNA’sı tarım ilaçlarının kullanımı sonucunda değişmiş olabilir. Pencap’taki Patiala Üniversitesi tarafından yürütülen araştırma, geçmişte yapılanlardan çok daha kapsamlı. Çiftçiler aylarca yakın takibe alınmış.Tarım ilaçları ile kanser arasında bir bağlantı olup olmadığı yıllardır tartışılan bir konuydu. Bu yeni araştırma, Pencap’taki çiftçilerin DNA’larının değiştiğini, kansere karşı daha dirençsiz hale geldiklerini ortaya koyuyor.

Araştırmayı yürüten Profesör Satbir Kaur, çalışmanın yaş, alkol tüketimi ve sigara gibi diğer etmenleri dışarıda bıraktığını ve DNA’larda görülen bu temel değişimin muhtemel nedeninin tarım ilaçları olduğunu ortaya çıkardıklarını söylüyor.

Profesör Kaur, DNA’larda önemli değişimler gözlediklerini, DNA’ların gördüğü zararın yüksek olduğu hallerde kanser riskinin de büyük oranda arttığını belirtiyor.

Hindistan’daki tarım ilaçları derneğinden Salil Singhal ise böylesi bir bağlantının kurulamayacağı görüşünde.

Salil Singhal, kansere neden olabilecek hiçbir tarım ilacının kullanımda olmadığını savunuyor, çiftçilerin her mevsim sadece birkaç kez tarım ilaçlarını kullandığını söylüyor.

Ancak ürünlerini böceklenmeden korumak için tarım ilaçlarına çok daha sık başvuran çiftçiler de var.

Tarım ilaçlarının insan sağlığına potansiyel bir tehdit olabileceği yönündeki işaretler, çiftçiliğin geleceği konusunda soru işaretleri doğuruyor.
n4L4n1791 - avatarı
n4L4n1791
Ziyaretçi
19 Haziran 2008       Mesaj #539
n4L4n1791 - avatarı
Ziyaretçi
Kanadalı araştırmacılar, D vitamini eksikliği olan ve meme kanseri teşhisi konulan kadınlarda, metastaz riskinin D vitamini seviyesi normal olanlara göre yüzde 94, bu hastaların meme kanserinden ölme riskininse yüzde 73 fazla olduğunu belirtti.
Bu verilerin D vitamini ve meme kanserinin gelişimi arasında bağ olduğunu gösterdiğini, ancak neden-sonuç ilişkisi olduğunu söylemenin bu aşamada mümkün olmadığını ifade eden Toronto Üniversitesinden Pamela Goodwin, araştırmanın başka klinik deneylerle de doğrulanması gerektiğini belirtti.

Goodwin, meme kanserine yakalananlarda D vitamini eksikliğine bu kadar sık rastlanmasının, hastalığın gelişimi ve sonunda bu kadar olumsuz etki yaratmasının endişe verici olduğunu da söyledi.

Araştırma, meme kanseri teşhisi konan ve Toronto Üniversitesine ait 3 hastanede 1989-1995’te tedavi gören ortalama 50 yaşındaki 512 kadın üzerinde yapıldı. Hastalar 2006’ya kadar izlendi.

Teşhis sırasında, bu kadınların yalnızca yüzde 24’ünün vücudundaki D vitamini seviyesi yeterli düzeyde çıktı.

D vitamininin normal seviyesinin 80-120 nanomol litre olduğunu belirten Goodwin, vücudunda yeterli oranda D vitamini olan hastaların yüzde 83’ünde metastaz görülmediğini veya hastalığın tekrarlamadığını, yüzde 85’inin halen hayatta olduğunu vurguladı. Goodwin, D vitamini eksikliği olan kadınlarınsa sadece yüzde 69’unda metastaz olmadığını ve yüzde 74’ünün hayatta kalmayı başardığına dikkati çekti.

Araştırmada ayrıca, D vitamini eksikliği olan bazı hastaların menopoza girmeden önce meme kanserine yakalanma olasılığının daha fazla olduğu ortaya çıktı. Bu kişilerin aşırı kilolu olduğu gözlenirken, vücutlarındaki ensülin seviyesinin yüksek ve tümörün daha “saldırgan” olduğu da rapor edildi.

“American Society of Clinical Oncology” dergisinde yayımlanan araştırmaya imza atan bilim adamaları, meme kanseri ve bu kanserden ölme riskini azaltmak için D vitamini desteği alınmasını önermeden önce başka klinik deneylerin yapılması gerektiğini de vurguladı.

D vitamini ile başta bağırsak ve prostat olmak üzere diğer kanser türleri arasında bağ olabileceği, daha önce yapılan araştırmalarda ortaya konulmuştu.
n4L4n1791 - avatarı
n4L4n1791
Ziyaretçi
19 Haziran 2008       Mesaj #540
n4L4n1791 - avatarı
Ziyaretçi
Uzun süredir orta yaşlardaki kadınlara menopoz sonrası meme kanseri olma riskini azaltmak için fiziksel olarak aktif olmaları önerilirken, yeni araştırmada düzenli egzersize çok erken başlanmasının da işe yaradığı görüldü.
Çalışmanın başkanlığını yapan Washington Üniversitesi Tıp Fakültesinden Dr. Graham Colditz, araştırma sonucunun tam olarak, ergenlikten itibaren sürekli beden egzersizlerinin yararına işaret ettiğini belirtti.

ABD’de 24-42 yaşları arasında yaklaşık 65 bin hemşireyle yapılan büyük çaplı sağlık araştırmasında, bu kişilere 12 yaşlarından itibaren yaptıkları fiziksel faaliyetleriyle ilgili sorular soruldu. Araştırmanın verilerinin kaydedildiği 6 yıllık sürede hemşirelerden 550’sine menopoz döneminden önce meme kanseri teşhisi kondu. Meme kanseri vakalarının dörtte biri daha gençki bu yaşlarda görülüyor.

Ulusal Kanser Enstitüsü dergisinde bugün yayımlanan araştırmada, ergenlikten başlayarak fiziksel olarak aktif olan kadınların menopoz öncesi meme kanserine yakalanma olasılığının, hareketsiz yaşayanlara göre yüzde 23 daha az olduğu görüldü.

Çalışmada, ağır olmayan düzenli egzersizin en fazla etkisinin 12’den 22’ye kadar olan dönemde görüldüğü belirtildi.

Benzer Konular

7 Mart 2016 / WaRrioR Sağlıklı Yaşam
7 Mart 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2016 / prenses ayşe Cevaplanmış