Arama

Sağlıklı Yaşam ve Bilgiler - Sayfa 6

Güncelleme: 20 Ocak 2015 Gösterim: 597.966 Cevap: 719
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #51
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ailesinde kalp hastalığı hikayesi bulunan, sigara içen, kolesterol, tansiyon, şeker problemi olan, fazla kilo veya stresli bir yaşam tarzı bulunan bireyler bu sayılanlardan biri veya bir kaçına sahipse muhakkak bir spor hekimi kontrolünden geçtikten sonra spora başlamalarında fayda bulunmaktadır. Günümüzde en sık gözlenen hastalıklar olan kalp-damar rahatsızlıkları (tüm ölüm nedenlerin %50’si) çok erken yaşlarda başlamakla beraber, özellikle erkekler için 35, kadınlar için 40 yaşından sonra önemli bir risk oluşturmaktadır. Özellikle egzersiz esnasında nefes darlığı, göğüs ağrısı gibi şikayetleri olanların muhakkak bir check-up’ tan geçmesi gerekir.

Sponsorlu Bağlantılar
Hangi Egzersiz, Ne Sıklıkta, Hangi Yoğunlukta ve Ne Kadar?
Egzersizin bahsettiğimiz hastalıklardan korunma, kondisyonun gelişimi ve kilo verilmesi gibi faydalarından yararlanılabilmesi için bilinçli yapılması gerekir. Büyük kas gruplarını kullanıldığı yürüyüş, bisiklet, jogging, koşu, yüzme, tenis gibi sportif aktiviteler sağlık için daha faydalı bulunur. İspatlamış herhangi bir sağlık problemi bulunmayan bireyler bu sporları ideal olarak her gün, ama haftada en az 3-4 gün yapmalıdırlar. Bu konudaki en iyi davranış egzersizin yemek yemek, dişleri fırçalamak gibi bir yaşam alışkanlığı halini almasıdır.
Egzersizin süresi en az yarım saat, ideal olarak 45 dakika sürmesi gereklidir ve efor süresince egzersiz herhangi bir kesintiye uğramamalıdır. Örneğin tempolu yürüyüşlerde 20 dakika kadar egzersize devam ettikten sonra bir 10 dakika soluklanma veya vitrin bakma gibi verilen aralar egzersizin etkinliğini sıfıra indirir. Çünkü vücudumuz egzersize başladıktan ortalama 20 dakika sonra enerji kaynağı olarak yağlar yanmaya başlar ve eğer egzersiz 30-45 dakika kesintisiz sürerse, egzersizden sonra bile 1 ila 4 saat yağlar yanmaya devam eder.
Egzersiz yapılırken dikkat edilmesi gereken en kritik nokta yapılan eforun şiddeti, yani yoğunluğudur. İdeal olarak spor hekiminizin size yaptığı ergospirometrik efor testi sonucu egzersiz nabzı belirlenebilir. Her birey için bu egzersiz nabzı değişir ve bu limitler aşılmamalıdır. Bir hekim tavsiyesi alma imkanı yok ise eforunuzun yoğunluğu; siz egzersiz yaparken ıslık çalmanızın veya yanınızdaki ile konuşmanızın mümkün olacağı bir egzersiz şiddetinde olması gerekir. Tabii egzersiz yoğunluğu çok hafifte olmamalıdır ve egzersiz esnasında tatlı şekilde bir ter atmanız gerekir.
Kaliteli ve üretken bir yaşam sürmek ve hastalıklardan korunmak için spora ideal olarak çocukluk yıllarında başlamak gerekir. Ancak spora başlamak için hiçbir zaman geç kalmış sayılmayız. 70 yaşında eklem sertliği ve kemik erimesi olan, hiç egzersiz yapmamış ev hanımlarına bile ilaç tedavisinin yanında tedavi olarak egzersiz yapılması önerilir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #52
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Makrobiyotik Beslenme: Daha Sağlıklı Olmanın Yolları

Sponsorlu Bağlantılar
Makrobiyotik beslenme, egzersiz ve yaşam tarzı sizin ve ailenizin daha sağlıklı olmasına yardımcı olur. Makrobiyotik beslenme tarzını seçtiyseniz ve bu kitaptaki önerilere uymaktaysanız daha aktif, daha sağlıklı ve enerjik bir yaşamın getireceği ödülleri almaya hak kazandınız demektir. Karmaşık dünyamızdaki felaketlere ve baskılara rağmen, doğanın ne kadar zengin ve uyum içinde olduğunu göreceğinize de inanıyoruz.
Makrobiyotik felsefesi, sağlığa yararlı (wholesome) bir diyetin sağlıklı bir yaşama giden en doğrudan yol olduğunu öğretmektedir. Bu nedenle de kitabın ilk bölümünde makrobiyotik felsefede beslenmenin rolünü irdeleyeceğiz. Diğer pek çok diyetin tersine, makrobiyotik beslenme kişilerin farklılıklarına önem verir ve yaşanan yer, yaşam tarzı ve halihazırdaki sağlık durumu gibi konulara göre öneriler getirir.

Denge ve uyumun felsefi kanunlarına dayanan beslenme diyeti aslında çok basittir: yaşadığınız iklim ve coğrafi bölge, hareketlilik düzeyiniz ve fiziksel durumunuz beslenme ihtiyaçlarınızı belirler. Diyetinizi seçerken bu faktörlere genel beslenme önerilerinden ve kalori tablolarından daha çok önem vermelisiniz.

Buna ilaveten, makrobiyotik beslenme uzmanları, günümüzdeki yiyecek işleme ve rafinasyon yöntemlerinin fiziksel ve zihinsel sağlığımız üzerindeki zararlı etkilerine de dikkat çekerler. Makrobiyotik beslenmede sadece geleneksel yöntemlerle hazırlanmış tam ve doğal yiyecekler kullanılır.

TAM-İŞLENMEMİŞ BESİNLER

Yaşadıkları bölgede yetiştirilmiş tam tahıl ve bakliyatlarla taze sebze ve meyveyle beslenen Hunza, Vilcabamba ve diğer geleneksel kültürlerin insanlarından farklı olarak, Amerikan insanı hemen hemen tümüyle kimyasal katkı maddeleri eklenip işlemden geçirilmiş yiyeceklere bağımlıdırlar. Alex Schauss, Diyet, Suç ve Suçİşleme (Diet, Crime, and Delinquency) adlı kitabındaşöyle der: “Amerika Birleşik Devletleri, 1971 yılında, diyetinin %50’sinden fazlası işlemden geçmiş yiyeceklerden oluşan ilk ulus olma ayrıcalığına sahiptir.” Kanser Politikaları (Politics of Cancer) kitabının yazarı Dr. Samuel Epstein de ortalama bir Amerikalının yılda 4.5 kilo kadar kimyasal katkı maddesi tükettiğini söylemektedir, ki bu katkı maddeleri arasında koruyucular, yapay renklendirici ve tatlandırıcılar ile koyulaştırıcılar sayılabilir. Bu tipik “Amerikan” diyeti, aynı zamanda diğer endüstrileşmiş ülkelerin de diyetidir. Diyetinde daha az işlenmiş yiyecek bulunan insanların yaşam süresi ve genel sağlık durumunun doğruladığı gibi, sağlıklı bir yaşam sürdürmek için kimyasal katkı maddelerine ihtiyaç yoktur.

Aşırı kalori ve doymuş hayvansal yağlar, katkı maddeleri ve işlemler geçtiği için besin değeri düşen yiyecekler, pek çok Batılı toplum için sağlık problemlerinin artışından sorumludur. Sağlıkİstatistikleri Ulusal Merkezi (The National Center for Health Statistics) tarafından yayınlanan Mevcut Sağlık Görüşme Araştırması (Current Health Interviews Survey)’na göre yaklaşık her iki Amerikalıdan birinde herhangi bir hastalığa yol açabilecek kronik bir duruma rastlanmıştır. Bu durumu düzeltmek için makrobiyotik beslenmede önerilen genelde bitkisel ve doğal haline yakın durumda tüketilen tam tahıllara ağırlık verilebilir. Makrobiyotik beslenmede önerilen gıdalar aynı zamanda daha düşük kalorili, daha az doymuş yağ içeriklidir, kimyasal katkı maddeleri içermezler ve rafine edilmeleri gerekmez.

YEREL OLARAK YETİŞTİRİLMİŞ BESİNLER

Dünyanın her bölgesinde, o bölgenin coğrafi yeri ve sıcaklık durumuna göre farklı beslenme modelleri görülür. Yaşadığımız bölgede yetişen ürünleri yiyerek çevremizde olan bitene daha rahat uyum sağlayabiliriz. Örneğinİskoçya veyaİrlanda gibi soğuk ve nemli bir iklimde yaşayan biri geleneksel olarak o bölgelerde yenilen yağlı tahıllara diyetinde çokça yer verecektir. ABD’nin güneyinde yaşayan biri ise o bölgede yetişen tatlı mısır ve esmer pirinç gibi tahıllara ağırlık vermelidir.

Soframıza gelen ürünlerin çoğunluğu yaşadığımız bölgeye özgü besinler olmalıdır. ABD’nin kuzeyinde yaşayan biri için Florida’da yetişen portakalları veya Kosta Rika’dan gelmiş muzları yemek vücutla fiziksel çevre arasındaki uyumu göz ardı etmek demektir. Bu da soğuk algınlıkları ve gripal enfeksiyonlar gibi mevsimsel dengesizliklere veya daha ciddi hastalıklara davetiye çıkarmak demektir.

ABD’de yaşayan insanların çoğuılıman iklimde yaşamaktadır. Ilıman iklimin doğal besinleri tam tahıllar, bakliyatlar, tohumlar, sebzeler ve bazı meyvelerdir ki bu bölgelerde yaşayan insanların ihtiyaç duydukları besin değerlerine sahiptirler.

MAKROBİYOTİK BESLENMEYE GENEL BAKIŞ

Makrobiyotik diyet, modern toplumlarda kabul görmüş diyet ve ABDİçin Beslenme Hedefleri (Dietary Goals for the United States) adlı yayında önerilen diyetin karşılaştırmalı tablosunu aşağıda göreceksiniz.

Makrobiyotik diyet tam besinlerden oluşmuştur. Yiyeceklerden aldığımız enerjinin çoğu kompleks karbonhidratlardan gelir. Makrobiyotik beslenmede kullanılan pişirme yöntemleri yiyeceklerdeki besin değerlerini korur ve lezzetlerini ortaya çıkarır. Kimyasal katkı maddeleri, sofra tuz veşekeri içeren rafine gıdalardan uzak durulur. Süt ürünleri, kırmızı et ve kümes hayvanlarının eti iseılıman iklimlerde yaşayan insanlara önerilmez.

Beslenme Hedefleri önerileri katkı maddeleri ve koruyucu elemanlar içeren rafine edilmiş yiyeceklerin diyetten çıkarılması gerektiğini söylemez. Bu nedenle önerilen diyet hala doymuş yağ, kolesterol ve rafine edilmiş bitkisel yağlar açısından zengin bir diyettir. Pişirme yöntemleri hakkında özel önerilerde bulunulmaz, ya da diyetin dengelenmesi gerektiğine ilişkin bir bilgiye rastlayamazsınız. Ancak yine de bu öneriler pek çoğumuzun diyetinde olumlu değişiklikler yapmayı hedefler.

Modern diyet, yoğun olarak rafine edilmiş, sentetik yiyeceklere dayanır. Yüksek oranda doymuş hayvansal yağlar, kolesterol, rafine edilmiş bitkisel yağlar ağırlıklı olarak diyette yer alır, buna karşın kompleks karbonhidratlar, lif ve doğal vitamin-mineral alımı yeterli değildir. Çok miktarda tuz,şeker ve kimyasal katkı maddesi (piyasada satılan ürünlerde yaklaşık 3500 değişik katkı maddesi kullanılır) içeren modern yiyecekler besin kalitesi açısından zengin değildir.

STANDART MAKROBİYOTİK DİYET

Makrobiyotik diyet %50-60 oranında tam tahıl ve bu tahıllardan yiyecekler; %20-30 civarında mümkünse organik, yerel sebzeler; %5-10 bakliyat ve deniz yosunları; %5-10 çorbalar; ve %5 içecekler, balık ve doğal tatlılardan oluşur.Şekil 1.2’de bu oranları grafik formunda görebilirsiniz.

Standart makrobiyotik diyette yer alan bazı yiyecekler size tanıdık gelmeyebilir. Aşağıda bahsedilen bu yiyecekler ve menü önerisi bu kitabı ve kitapta yer alan örnek tarifleri okuduğunuzda size daha anlamlı gelecektir. Makrobiyotik diyette, lezzetli ve sağlıklı besinleri bir yaşam tarzı haline getirirsiniz.

Ilıman iklimlerde yaşayan kişilere kırmızı et, kümes hayvanlarının etleri, süt ürünleri ve bunlarla hazırlanmış yiyecekler önerilmiyorsa da, makrobiyotik beslenme tümüyle vejetaryen olmak zorunda değildir. Makrobiyotik beslenmede az miktarda beyaz etli balıklar ve bazı deniz ürünlerine yer verilir. Ayrıca çok besleyici ve kimyasal katkı maddeleri kullanılmadan işlem görmüş tofu (soya peyniri) ve diğer soya ürünleri de hayvansal gıdaların yerine geçer.

Ayrıca yine hayvansal gıdaların yerine geçen buğdayın özünden oluşan glüten (seitan) adlı ürün de çok besleyici ve zengin bir protein kaynağıdır

Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 07:03
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
20 Nisan 2006       Mesaj #53
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
vitamini almak önemli
,
Göz sağlığımızı olumsuz etkileyen hastalıklar arasında ise kronik diyabet ve tansiyon yer alır. Özellikle diyabet, gözde katarakt, glokom ve en önemlisi diyabetik retina hastalığına sebep olabilir. Diyabetlerde görme kaybı gelişme ihtimali normalden 25 kez daha fazladır. Diyabette beslenme alışkanlıklarının düzenlenmesi gerekir. Bu da glisemik indeksi düşük besinleri ve posalı yiyecekleri tercih etmekle, öğün atlamamakla, aşırı yağlı yiyeceklerden sakınmakla, şeker ve şekerli yiyeceklerden uzak durmakla olur.
Gece iyi görememe olgusu ise genellikle A vitamini ve çinko eksikliğinden ileri gelir. En iyi A vitamini kaynakları havuç, ıspanak, lahana, portakal ve sarı renkli meyvelerdir.
Sigara tiryakilerinde B12 eksikliğiyle birlikte görülen ender bir göz hastalığı ise tütün körlüğü olarak bilinir.
Erken yaşlarda düzenli olarak ve bol bol meyve yemek, ilerleyen yaşlarda görme kayıplarını önemli oranda önler. Araştırmalar düzenli olarak günde üç öğün meyve yiyenlerde, yaşlılıkta görme kayıplarının yüzde 36 azaldığını ortaya koyuyor. Çoklu vitamin almak, katarakt riskini yüzde 60 azaltıyor. Özellikle çoklu vitamin hapında bulunan E ve C vitaminlerinin, katarakt riskini indirmede önemli rolü olduğu belirtiliyor.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
21 Nisan 2006       Mesaj #54
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yaz demek çocuk, büyük hepimiz için tatil demek. Tatil dönemlerinde kuralları, kaygıları, yasakları unutup gönlümüzce yaşamak istiyoruz. Dinlenme saatleri değişiyor, beslenme düzeni altüst oluyor. Sayılı tatil günlerinden yararlanmaya çalışırken bundan sağlığımızın etkileneceğini aklımıza getirmek istemiyoruz.
Yaz hastalıklarının genelde, tatil rehaveti içinde abartılı davranışların sonucunda ortaya çıkıyor. Yaz hastalıkları denilince akla ilk gelenler, sindirim sistemiyle ilgili sorunlar oluyor.
Evinizde ya da evinizden uzakta geçirdiğiniz tatil günlerinde sık sık karın ağrılarından yakınabilirsiniz. Daha önce yaşadığınız stresli günlerin sindirim sistemine yansıması ihtimalini aklınıza bile getirmemiş olabilirsiniz. Bu arada yemek saatlerinizin ve de yemek türlerinin değişmesi sizi sorunlarla baş başa bırakabilir. Karın ağrılarını ishal ya da kabızlık gibi sorunlar izleyebilir.İshalin durması için aldığınız ilaç, kısa sürede etkili olmazsa, bir doktora görünmelisiniz. Yaz aylarında bağırsak enfeksiyonları yaygınlaştığı için bu ihtimali göz önünde bulundurun. İshal kesici ilaçlarla bağırsaklarınızda bir düzelme olmazsa, doktorunuz bağırsak enfeksiyonuna karşı antibiyotik tedavisi önerecektir. Bu arada bol bol su içmeyi asla ihmal etmemelisiniz.
Neler Yapılmalı? Sindirim sistemiyle ilgili tatil sorunlarını önlemek için kafeinli ya da sodalı içeceklere itibar etmeyin. Ağır yiyecekler ve tabii alkollü içecekler konusunda da dikkatli olun. Asidi bol, acılı yiyecekler dengenizi bozabilir. Alışkın olmadığınız yiyecek ve içecekler konusuna da dikkatinizi çekmek isteriz. Sindirim sistemi, alışkın olmadığı yiyeceklere tepki gösterebilir
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
21 Nisan 2006       Mesaj #55
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
A vitamını

Havuç
Havuç içerdiği özel şekeri, A vitamini ve bol vitaminleri ile karaciğeri kuvvetlendirir, vücuttaki üre asidinin, ürat tuzlarının, benzeri yorgunluk maddelerinin idrarla dışarı atımına yardımcı olur. İçerdiği beta-karoten sayesinde gözleri korur ve bağışıklık sistemini kuvvetlendirir.

Göz için doğal reçeteler
# Ceviz yapraklarının kaynatılması ile elde edilen sıvıya batırılan temiz bir bez parçası göz üzerine konursa göz iltihaplanmalarını önler.
# Göz nezlesi ve kanlanmasında gül yapraklarından yapılan çayla göz banyosu yapmak çok etkili olur.
# Havuç gözleri kuvvetlendirir.
# Kavun göz nezlesine iyi gelir.
# Maydanoz suyu ile yapılan göz banyosu gözkapağı iltihaplarını iyileştirir.
# Rezene tozu karıştırılan suyla yıkandığında gözler kuvvetlenir.


arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
21 Nisan 2006       Mesaj #56
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kırmızı biber çok faydalı

Prof. Dr. Necat Yılmaz, acı kırmızı biberde yoğun olarak bulunan alkaloid madde “kapsaisin”in, kanser başta olmak üzere birçok sağlık sorununda olumlu etkiye sahip olduğunu belirlediklerini söyledi. Gaziantep Üniversitesi (GAZÜ) Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Necat Yılmaz, kırmızı biberin insan sağlığı üzerine etkilerini inceleyen çalışma yaptıklarını belirtti.
Çalışma sonuçlarına göre; kırmızı biberin içerisinde bol miktarda bulunan “Kapsaisin” maddesinin insan sağlığı üzerine birçok olumlu etkiye sahip olduğunu belirlediklerini ifade eden Prof. Dr. Necat Yılmaz, “Örneğin ağrı kesici ve iltihap çözücü etkisini P- maddesi yok ediyor, kanser önleyici etkisini ise içindeki kırmızı karotenoid maddesi sağlıyor. Ayrıca kırmızı biberin kolesterol düşürücü, mide asidini düzenleyici ve mikrop öldürücü etkilere sahip. Sanıldığının aksine kırmızı biber zayıflatıcı etki de gösteriyor” diye konuştu.
Yılmaz, bu faydaların sağlıklı kurutulmuş ya da taze yenilen kırmızı biber de görüldüğünü bildirdi.
Kırmızı biberin insan sağlığı üzerindeki faydalı etkilerini gösteren birçok temel çalışmanın mevcut olmasına rağmen Türkiye’deki araştırmacıların bu konu ile yeterince ilgilenmediğini savunan Prof. Dr. Yılmaz, şöyle konuştu:
“Ne yazık ki, ülkemizin araştırmacıları kırmızı biberle ilgili konuya yeterli derecede ilgi göstermemiş ve bu konuda sınırlı sayıda çalışma yapılmış. Uzakdoğu ve batılı araştırmacılar bu konuda daha fazla araştırmaya yer vermişler. Halbuki biber üretimi ve tüketiminde ülkemiz eşsiz. Bu çalışma ile amacımız ülkemiz araştırmacılarının, halkımızın ve kamuoyunun dikkatini bilimsel veriler ışığında kırmızı biber üzerine çekmektir.”
Kanseri önlüyor
Yılmaz, geçtiğimiz yıllarda ABD’de bilim adamları tarafından yapılan araştırma sonucuna göre, kırmızı biberin içinde etkin olarak bulunan ve acılığını veren bir maddenin, prostat kanseri hücrelerinin “intiharına” neden olduğunu ortaya çıkarıldığını anımsattı.
Los Angeles’teki Cedars-Sinai Hastanesi Kanser Enstitüsü ve California Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya göre, acı kırmızı biberde yoğun olarak bulunan alkaloid madde “kapsaisin”, kanserli prostat hücrelerine enjekte edildiğinde, bunların parçalanarak yok olmalarını sağladıklarını anlatan Yılmaz, araştırmada, laboratuar farelerine nakledilen kanserli insan prostat hücrelerinin yüzde 80’inin “kapsaisin” karşısında imha olduklarının ortaya çıktığını kaydetti.
Yılmaz, sonuçları Kanser Araştırması dergisinde de yayınlanan bilgileri inceleme fırsatı bulduğunu, kapsaisinin, insanlarda kanserliprostat hücre kültürleri üzerinde, yayılmayı önleyen güçlü etkisi bulunduğunu söyledi. Yılmaz, dünyada 700 bin erkeğin prostat kanserine yakalandığına dikkati çekti.
Kırmızı biber(isot)-Capsicum-anitum
Halk arasında isot (ısı otu), bilim çevrelerinde ise “capsicum anitum” adıyla bilinen kırmızı acı biber, sevilerek tüketilen ve kültürü yapılan bir bitki.
Anavatanının Meksika olduğu sanılan ve Azteklerin yazılı belgelerinde söz ettikleri kırmızı acı biber, Avrupa’ya 15. yüzyılın sonlarında geldi, 16. yüzyılda kıta ülkelerine ve Osmanlı topraklarınayayıldı.
Kırmızı biberi en çok tüketen ülkelerden olan Hindistan’a ise, bu bitki 17. yüzyılda Portekizliler tarafından ulaştırıldı. Hint ve Meksika mutfağında çok sık kullanılan kırmızı acı biber, Türkiye’de enfazla Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yetiştirilmekte ve tüketilmekte.
L.T. Tresh adlı bilim adamı, 1846 yılında bibere acılığı veren maddenin kristal yapısında olduğunu tespit ederek, adını “capsaicin- kapsaisin” koymuştu.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #57
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Diyabet Nedir?
Diyabet, insülin üretimi ve/veya kullanımındaki bozukluk sonucu ortaya çıkan kronik bir hastalıktır. Kan şekeri yükselmesiyle karakterizedir.

Şeker hastalığı (ya da tıptaki adıyla Diabetes Mellitus), vücudumuzda insülin hormonunun hiç üretilememesine, vücudun ihtiyacını karşılayacak kadar üretilememesi, ya da üretilen insülinin yeterince etki gösterememesine bağlı olarak ortaya çıkar. Toplumumuzun yaklaşık %6sı şeker hastasıdır.
İnsülin pankreas denilen midemizin arkasında yeralan bir organımızdan (şekil1) kan dolaşımına verilir. Normalde vücuda yemeklerle aldığımız besinler parçalanarak, vücudun başlıca yakıtı olan şekere dönüştürülür ve kan dolaşımına geçerek kan şekerini yükseltir. Kan şekeri yükselmesi de pankreastan insülinin kana geçmesini arttırır. İnsülinde kanda dolaşan şekerin vücudumuzdaki hücrelere alınarak kullanılmasını ve vücudumuzun ihtiyacı olan enerjinin üretilmesini sağlar.
Şeker hastalığında yediğimiz besinlerle aldığımız ana enerji kaynağı olan şekeri vücudumuz insülin eksikliği nedeniyle yeterince kullanamaz. Şeker kan dolaşımında kalarak kan şekerini yükseltir. Vücudumuz ise şeker denizi içinde yüzerken (insülin eksikliği nedeniyle kullanamadığı için) şekersizlikten, enerji üretmek için yağları ve kasları yakar. Çünkü şekeri kullanması için gerekli anahtar olan insülin e



Diyabet ve Vitaminler
Vitaminler, beden işlevlerinin birçoğunda önemli rol oynayan bileşiklerdir. Vücudumuzdaki kimyasal olayları kontrol eden enzimlerin çalışabilmesi için vitaminlerin yeterli miktarlarda bulunması gerekir. Eksikliği halinde bu olaylar aksar. Ancak vitaminler vücut dokularının yapıtaşı değildir. Örneğin, D vitamini kemik dokusunda molekül olarak yer almaz, ancak kemiğin yapımını düzenler.
Bazı istisnalar dışında vücudumuzda yapılamadıkları için vitaminlerin dışarıdan alınması zorunludur. Düzenli ve doğru beslenen kişilerde kolay kolay vitamin eksikliği oluşmaz. Yeterli gıda almayıp bunun yerine çeşitli vitamin haplarını kullanmak çok yanlıştır. Çünkü vitamin tabletleri asla sağlıklı beslenmenin yerini almaz.
Vitaminler iki gruba ayrılır; yağda eriyenler ve suda eriyenler. Yağda eriyenler, A,D, E ve K vitaminleridir. Hayvansal gıdalar bu vitaminlerin başlıca kaynağıdır. Gıdalarla alınan yağda erir vitaminlerin fazlası vücuttan atılmaz, karaciğerde depolanır. Bu nedenle gereğinden fazla yağda erir vitamin alanlarda vitamin zehirlenmesi gelişebilir. Suda eriyen vitaminlerse B ve C grubu vitaminleridir. Bunların fazla miktarları idrarla atılır, vücutta depolanmaz.
Piyasada bulunan vitamin preparatlarının çoğunda kaynak olarak doğal maddeler kullanılır, bir kısmı ise sentetik olarak elde edilir. Bu pereparatar içerdikleri vitaminlerin özelliklerine göre; tablet, çiğneme tabletleri, kapsül, efervesan tablet veya ampül şeklinde bulunabilir. Vitaminleri saklarken ortamın nemli veya sıcak olmamasına dikkat edilirse, üç yıla kadar dayanıklılık sağlanabilir. Vitamin tabletlerinin alış şekli de çok önemlidir. Örneğin, suda eriyen B ve C grubu vitaminler aç karnına alınmamalıdır, aksi halde hızla vücuttan atılır. Vitamin preparatlarındaki miktarlar internasyonel ünite (İU) veya miligram (mg) olarak belirtilir.

A vitamini
Yağda eriyen vitaminler grubundandır. Retinol ve karoten iki önemli A vitamini ön maddesidir. Retinol yalnız hayvansal gıdalarda bulunur. Karoten ise havuç gibi sebzelerde mevcuttur. Derinin ve bazı organların üzerini döşeyen epitel tabakasının devamlılığını, gözün ağ tabakasındaki koni ve basillerin oluşumunu, sperm gelişimini sağlar. Bunun yanısıra embriyonun gelişiminde ve kemik büyümesinde de rol oynar. Eksikliği halinde; gece körlüğü, körlük, göz kuruluğu, deride pullanma ve soyulma, erkeklerde çocuk sahibi olamama gibi bulgular ortaya çıkar. Yetersiz beslenme, yağ emilimi bozukluğuyla beraber olan hastalıkların varlığı ve hızlı büyüme dönemindeki düzensiz gıda alımı A vitamini eksikliğine yol açabilir. Ayrıca sigara kullanan bireylerde de A vitamini yetersizliği görülebilir. Günlük gereksinim erkeklerde 1.000 RE (5.000 IU), kadınlarda ise 800 RE'dir. Gebelik ve süt verme dönemlerinde bu miktarlara 200 - 400 RE eklenmelidir. Doğal A vitamini kaynakları; balık karaciğeri yağı, karaciğer, havuç, yeşil sebzeler, yumurta, süt ve süt ürünleri, margarin ve sarı meyvelerdir. Bir kase haşlanmış ve rendelenmiş havuçta yaklaşık 15.000 IU A vitamini bulunur. A vitamininin fazlası vücuttan atılmaz ve karaciğerde birikir. Bu nedenle birkaç ay süreyle günde 50.000 IU'dan fazla A vitamini alınması zehirlenme belirtilerine yol açar. Bu bilgilerin ışığında bilinçsizce A vitamini almaktan kaçınmalıdır.

E vitamini
Antioksidan bir maddedir ve bu özelliğinin damar sertliği oluşumunu önleyebileceği gösterilmiştir. Günlük gereksinimi 8 - 10 IU'dir. Gebelerde ve emziren kadınlarda bu miktar biraz artar. Bu vitaminin de depolanma özelliği vardır, ancak A vitaminine göre daha düşük düzeylerdedir. Başta karaciğer olmak üzere yağdan zengin tüm dokularda birikebilir. Tahıllar, soya fasülyesi, bitkisel yağlar, brokkoli, Brüksel lahanası, ıspanak gibi yeşil yapraklı sebzeler, kabuklu buğday ve yumurta, zengin E vitamini kaynaklarıdır. Bu gıdaları düzenli olarak alanlarda E vitamini eksikliği ortaya çıkmaz. Ancak prematüre bebeklere, yağ emilimi bozukluğu olanlara, koroner damar hastalıklarına, ateroskleroza bağlı bacak dolaşımı bozukluğu olanlara, sigara kullananlara ve orak hücreli anemi gibi kan hastalıkları bulunanlara E vitamini desteği yapmak gerekir. E vitamininin yaşlanmayı geciktirici bir etkisi olduğu gösterilemedi. Bu vitaminin fazlası zehirlenmeye yol açmaz.

D vitamini
Güneş ışığı deride D vitamini yapımını sağlar. Günlük gereksinimi 400 IU'dür. Kalsiyum ve fosforun emilimini artırır ve kemik yapımını destekler. Günlük gereksinimi 400 IU'dir. Karaciğerde depolanır. Yağ emilimi bozukluğu, güneşsiz ortamda uzun süre yaşama ve yetersiz beslenme soucu D vitamininin eksikliği ortaya çıkar. Çocuklarda raşitizm, erişkinlerde ise osteomalazi olarak adlandırılan bu tablo ciddi bir iskelet sistemi hastalığıdır ve hemen tedavi gerektirir. D vitamininin günde 5.000 IU'dan fazla miktarda alınması ise zehirlenme belirtilerine yol açar. Balıkta, balık karaciğeri yağında, süt ve süt ürünlerinde yüksek miktarlarda bulunur. Füme edilmiş balıktaki D vitamini kaybolur. Güneş görmeyenlere, süt veren annelere, sütten fakir beslenen çocuklara, menopoz çağında osteoporozu olanlara D vitamini verilmelidir.

K vitamini
Yenidoğan döneminde, bazı antibiyotiklerin uzun süreli kullanımında ve ağır karaciğer hastalığının dışında K vitamini yetersiizliği tablosu oluşmaz. Morarma ve kanamalar yetersizliğin en önemli belirtileridir, ancak düzenli beslenen sağlıklı kişilerde görülmez. Ancak sözü edilen durumlardan biri mevcutsa doktor kontrolünde K vitamini verilir.


C vitamini
Suda eriyen vitaminlerden biridir. Bağ dokunun önemli bir maddesi olan kollajenin yapımında rol oynar. Bu nedenle damar, kemik, diş ve dişeti gibi dokuların büyüme ve devamlılığının sağlanmasında görev alır, yara iyileşmesini kolaylaştırır, enfeksiyonlara direnç sağlar. Ayrıca diyetteki demirin emilimini kolaylaştırır. Günlük gereksinim 60 mg., gebelerde ve süt veren kadınlarda 80 - 120 mg'dir. Sigara kullananların ve yaşlıların C vitamini gereksinimi fazlalaşır. Eksikliği halinde skorbüt hastalığı ortaya çıkar. Ancak bu tablo en az 6 hafta süreyle C vitamini almama sonucu gelişir. Turunçgiller, yeşil sebzeler, domates, patates ve kivi zengin C vitamini kaynaklarıdır. Gıdaların pişirilmesi veya uzun süre havayla teması C vitamininin kaybına neden olur. C vitamini preparatları çok yaygın ve çoğu kez de gereksiz olarak kullanılır. Fazla C vitamininin böbrek taşı oluşumu, ishal ve deri döküntülerine yol açabileceği unutulmamalıdır.

B vitaminleri
B vitaminleri vücudumuzdaki pek çok kimyasal olayda rol oynayan kan hücrelerinin yapımı fonksiyonlarında önemli görevleri bulunan maddelerdir. Eksiklikleri halinde; deride, mukozalarda, sinir sisteminde ve kanda çeşitli bozukluklar ortaya çıkabilir. Ancak düzenli beslenen kişilerde kolay kolay B vitamini eksikliği gelişmez ve diyete vitamin eklenmesine gerek yoktur. B vitaminlerinin fazlası idrarla atılır ve vücutta birikmez. Piyasada bulunan B vitamini preparatlarında genellikle B1, B6 ve B12 vitaminleri birlikte bulunur. Bu üç vitamininin birlikte bulunması her birinin tek tek yararlılığını artırır. Bu kompleks vitaminlerinin strese karşı etkili olduğu ve sinirlilik, unutkanlık gibi yakınmaları ortadan kaldırdığı, dikkati ve zekayı artırdığ gibi görüşlerin ciddi anlamda bilimsel bir temeli bulunmuyor. Nöropatisi olan diyabetiklerde B kompleks tabletlerinin ayaklardaki yanma, uyuşukluk gibi belirtileri azaltabildiği düşünülüyor, ancak bu da kesin olarak ortaya konabilmiş değil. Bütün bu bozukluklar ancak gerçek eksiklik durumlarında gözlenen özelliklerdir.

B1 vitamini (tiamin)
Günlük B1 gereksinimi 10 - 15 mg kadardır, ancak alkoliklerde bu miktar 100 mg'a kadar yükselir. Pirinç, maya, arpa, kabuklu buğday, yer fıstığı, sebzeler ve süt, zengin B1 vitamini kaynaklarıdır. Pişirilmiş, açıkta bırakılmış ve konserve gıdalardaki B1 vitamini düzeyleri düşüktür. Kafein, alkol ve antiasitler gibi bazı ilaçların uzun süreli kullanımı, diyetteki B1 vitamininin emilimini bozar. B1 vitamini yetersizliği ancak alkoliklerde ve beslenme bozukluğu olanlarda ortaya çıkabilir. Beri beri hastalığı olarak da adlandırılan B1 yetersizliğinin en önemli bulguları; el ve ayaklarda uyuşma, ağrı ve his kayıplarıdır. Aynı tablo alkoliklerde de görülebilir. Bu nedenle alkoliklerde, uzun süre yetersiz beslenenlerde, bazı özel kalıtsal hastalıkların varlığında B1 vitamini tedavisi gereklidir.

B2 vitamini (riboflavin)
Günlük gereksinimi 1.5 mg. Düzeyindedir. Gebelik ve süt verme dönemlerinde artabilir. Pişirme, ısıtma ve havayla temas gibi durumlar gıdalardaki B2 vitamininin düzeyini etkilemez, ancak ultraviyole ışınıyla temas bu vitamini parçalar. Süt, karaciğer, böbrek, maya, peynir, yeşil sebzeler, balık ve yumurtada bol miktarda B2 vitamini bulunur. Eksikliğine ancak uzun süre yetersiz beslenenlerde rastlanır ve çok nadirdir.

B3 vitamini (niasin)
Karaciğer, böbrek, et, kabuklu buğday, maya, balık, yumurta, yer fıstığı, avokado ve hurma, zengin besin kaynaklarıdır. Uzun süre niasin'den fakir beslenme durumunda Pellegra hastalığı ortaya çıkar. Bu hastalık; ishal, deri bulguları ve bunamayla karakterizedir. Günde 15 - 20 mg. niasin alınması bu hastalığın önlenmesi için yeterlidir. Piyasadaki B kompleks vitamini tabletlerinin bir kısmında niasin de bulunur.

B6 vitamini (piridoksin)
Eksikliği el ve ayaklardaki uyuşmalar ve his kaybına, böbrek taşı oluşumuna, deri ve ağız içinde yaraların oluşumuna ve kansızlığa yol açar. Diğer vitaminler gibi B6 eksikliğinin de en önemli nedeni yetersiz beslenmedir. Süt, et, yumurta, maya, karaciğer, böbrek, kalp ve lahanada bulunur. Uzun süre saklanmış veya konserve edilmiş gıdalardaki B6 vitamini düzeyi çok düşüktür. Günlük gereksinimi 1.5 - 2 mg. kadardır. Protein ağırlıklı diyetle beslenenlerin B6 vitamini alması önerilir. Ancak bu vitaminin birkaç ay süreyle günde 200 mg.'dan fazla alınması zararlı etkilere yol açar. Bu nedenle doktor kontrolünde alınması önerilir.

B12 vitamini
Kan yapımında rol oynayan çok önemli bir vitamindir. Bazı mide ve ince bağırsak hastalıklarında, ince bağırsak ameliyatı geçirenlerde, diyetteki B12'nin emilimi bozulur ve kısa zamanda sinir sistemi bozukluğuyla beraber seyreden ciddi bir kansızlık ortaya çıkar. Bu hastalığın tek tedavisi B12 vitaminidir. Karaciğer, sığır ve domuz eti, yumurta, süt ve peynirde bulunur. Vejeteryan diyetle beslenenlerde B12 alınması gereklidir.

Folik Asit
Folik asit kan yapımında ve protein metabolizmasında yer alır. Günlük folik asit gereksinimi 400 mcg., gebelerde ise 800 mcg. düzeylerindedir. Yeşil sebzelerde, havuçta, karaciğerde, kayısıda, avokadoda ve esmer buğday ununda bulunur. Uzun süre saklanan ve pişirilmiş gıdalardaki miktarları çok düşüktür. Diyetteki yetersizlik, gebelik, sigara kullanımı ve bazı ilaçlarla tedavi folik asit yetersizliğine yol açar. Kansızlık, folik asit yetersizliğinin en önemli bulgusdur. Ayrıca hamile kadınlardaki eksikliği bebeğin bazı omurga sakatlıklarıyla doğmasına neden olur. Gebelik boyunca folik asit kullanan kadınlarda omurga sakatlıklarının gelişmediği gösterildi. Bilinen bir yan etkisi yoktur, zehirlenmeye yol açmaz.
Biotin ve pantotenik asit ise yine B vitaminleri grubunda yer alan diğer iki maddedir. Bazı kalıtsal hastalıkların dışında biotin eksikliği görülmez. Benzer şekilde pantotenik asit yetersizliğine de rastlanmadı, ancak deneysel koşullarda oluşturulan pantotenik asit eksikliği sindirim sistemi şikayetleri, el ve ayaklarda his kaybı ve uykusuzluğa neden olabilir. Bu konudaki araştırmalar sürdürülüyor.
Normal ve düzenli beslenen kişilerde vitamin eksikliği gelişmesi kolay kolay mümkün değildir. Diyabetiklerde önerilen diyet tümüyle dengeli beslenme kurallarına uygundur ve kesinlikle hiçbir vitamin eksikliği gelişimine meydan vermez. Ayrıca ne insülin ne de kullanılan şeker düşürücü ilaçların diyetteki vitaminlerin emilimi üzerine ciddi etkileri yoktur. Diyabetik kişilerin vitamin eksikliği gelişimi açısından diğer bireylere göre artmış bir riskleri bulunmaz. Vitamin tabletlerini kullanırken bunların da yan etkileri olabileceği gözardı edilmemeli ve hekime danışılmalıdır.

Doç. Dr. Zeynep OŞAR
İç Hastalıkları ve Metabolizma Uzmanı
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #58
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bağımlılık kişinin kullandığı madde üstünde kontrolünü kaybetmesi ve onsuz bir yaşam sürememeye başlamasıdır. Bağımlılık bir kez geliştikten sonra, bir daha iyileşmez ve kişinin yaşamı boyunca onunla beraber gelir.
2. İradesiz Kişiler mi Bağımlı Olur?
Herkes bağımlı olabilir. Madde kullanımı kişinin biyolojik yapısında zamanla değişikliklere yol açar ve ara sıra da olsa kullanan kişinin bundan kaçınması mümkün değildir. Madde kullanımının irade ile bir ilişkisi yoktur. Zaten kişiler “Ben kontrol edebilirim” düşüncesiyle başlar, daha sonra bağımlı hale gelir. Onlar da “Benim iradem güçlüdür” gibi bir yanlış inançla yola çıkmışlardır. Kişi maddeyi kontrol altında tuttuğunu, hiç dozu aşmadığını iddia etse de aslında bedeninde farkında olmadığı bir süreç devam etmektedir. Bu yüzden bireysel özellikler ile madde kullanımı arasında bir sebep sonuç ilişkisi kurmak yanlıştır.
3. Ne Kadar Alkol İçmek Risklidir?
Kullanılan alkol miktarını değerlendirmek için "standart içki" tanımını kullanıyoruz. Yarım duble rakı, cin, viski ya da bir kadeh şarap ya da bir bardak bira bir standart içkiye eşittir (şekle bakınız). " Bir standart içki" Dünya Sağlık Örgütü'nün tanımladığı miktar olan 10-15 gram alkol içeren miktardaki içkidir. Alkolün yan etkilerinin ortaya çıkışı ve kandaki kabul edilebilir düzeyleri standart içki oranları baz alınarak hesaplanmaktadır. Yaşa, cinsiyete ve vücut ağırlığına göre haftalık ve günlük alkol tüketimi sınırları değişmektedir.

Bir Standart İçki
Sağlıklı Yaşam ve Bilgiler

4. Esrar, Bağımlılık Yapar mı?
Esrar hem bağımlılık yapıcı, hem de sigaraya oranla daha fazla kanser yapıcı madde içermektedir ve bireyin yaşam kalitesini düşürür. Esrar, bedende yağ dokusunda biriktiğinden hafıza kaybına, öğrenme ve solunum bozukluklarına neden olabilmektedir.
Esrar ile ilgili bilinmeyen gerçekler:
  • <LI class=MsoNormal style="MARGIN-TOP: 6pt; COLOR: black">Esrarı kendileri için bir sorun olmasına rağmen kullanmaya devam edenler %97
    <LI class=MsoNormal style="MARGIN-TOP: 6pt; COLOR: black">İş, okul ve diğer alanlarda kendileri için sorun yarattığını belirtenler %85
    <LI class=MsoNormal style="MARGIN-TOP: 6pt; COLOR: black">Önemli etkinliklerini esrar için bırakanlar %66
    <LI class=MsoNormal style="MARGIN-TOP: 6pt; COLOR: black">Bırakmak isteyen ancak bırakamayanlar %35
  • Çalışmaya alınan kişiler arasında bağımlılık oranı %70
5. Ecstasy Bağımlılık Yapar mı?
Ecstasy’de bağımlılık yapar. Kişi bir süre sonra bu madde olmadan yaşamdan keyif alamaz hale gelir. Ayrıca bilinmeyen bir nedenden dolayı ölüme de neden olmaktadır. Ülkemizde satılan ecstasy’lerin içinde farklı kimyasallar olduğu saptanmıştır
6. Uyuşturucular Bazı Ülkelerde Serbest mi?
Sadece Hollanda’da esrar kullanımı serbest bırakılmıştır. Ancak bunun nedeni esrarın zararsız olması değildir. Hollanda’da esrar kullanımı çok yaygın ve genellikle de diğer uyuşturucu maddelerle birlikte satılmaktaydı. Ülke politikası, bunun önüne geçmek ve kişilerin diğer uyuşturucu maddeleri kullanmalarını engellemek amacıyla böyle bir girişimde bulunmuştur.
7. Ara Sıra Kullanmak Zararlı mıdır?
İnsanlar genelde ara sıra kullanarak başlarlar. İlerleyen dönemlerde daha önceki yaşadıkları etkiyi elde etmek için her seferinde kullandıkları miktarı arttırmak durumunda kalırlar. Bu durum madde talebinin artması anlamına da gelir ki bu da bağımlılığa götüren yoldur. Aralıklı da olsa uzun süre kullanım mutlaka bireyin ruhsal ve kimyasal yapısında değişikliklere yol açar.
8. Herkes Uyuşturucu Kullanıyor ve Onlara Bir Şey Olmuyor! (mu?)

Gerçekte yetişkinlerin ve gençliğin büyük bir çoğunluğu madde kullanmamaktadır. Böyle bir söylemi dile getirmenin amacı genellikle kişinin kendisine yandaş arama çabasından kaynaklanmaktadır. Uyuşturucu kullanan bir kişinin, maddenin kendisine ve çevresine verdiği zararları görmesi zaman alabilir. Maddelerin verdiği zararlar arasında okul başarısında düşme, aile ilişkilerinde kopukluk, arkadaş çevresinin daralması, bedensel ve ruhsal değişiklikler, zamanla üretkenliğin azalması sayılabilir.
9. Arkadaşımın Uyuşturucu Kullanması Beni Etkiler mi?
Eğer kişinin madde alan bir arkadaşı varsa bir süre sonra bundan etkilenmesi olasılığı büyüktür. “Nerden bileceksin yaşadıklarımı, sen hiç kullanmadın ki!” gibilerinden bilinçli ya da bilinçsiz sözlerle yardım etme isteği içindeki kişiyi kullanmaya itebilir. Bu durumu bir girdaba benzetebiliriz.
10. Uyuşturucu Sadece Kullanan Kişiye mi Zarar Verir?
Uyuşturucu kullanımı tüm topluma zarar verir. Bulaşıcı bir şekilde yaygınlaşır. Kara para ve mafya uyuşturucudan beslenir. İnsanlar sömürülür.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #59
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Diyabetin Göz Üzerindeki Etkileri

Diabetes Mellitus ( Şeker Hastalığı) vücudun çeşitli organlarını tuttuğu gibi gözü de belli bir süre sonra olumsuz yönde etkilemektedir. Öenmli bir körlük nedeni olan diabetik retinopati tablosu gözde en sık rastladığımız komplikasyondur. On yıllık diyebetlibir hastada bu tablonun oluşam riski %23, yirmi yıllık diyabetik bir hastada ise bu oran %50 –70 arasındadır.
Diyabetik retinopati, göz diplerinde retina tabakasındaki küçük damarlarıntıkanması sonucunda oluşmaktadır. Amerika Birleşik Devletlerinde her yıl 8000 kişi bu hastalıktan dolayı kör olmaktadır. Şeker hastası bir kişinin, sağlıklı bir insana göre 25 misli daha fazla körlük riski taşıdığı bildirilmektedir. Bu yüzden şeker hastalarının özellikle ilk 5 yılda açlık akn şekerlerine, kan lipid ve kolestrol düzeylerine çok dikkat etmeleri gerekmektedir. Şeker hastalarının bu nedenle en az, senede 1 kez düzenli olarak göz dibi muaynesi yaptırmaları tavsiye edilmektedir.
Diyabetik retinopatiden sonra daha az oranda oluşan diğer göz komplikasyonları ise; hastalarda çift görmeye ( diplopi) neden olan göz kaslarının felçleri, katarakt, optik nöropati ( göz sinirinin iltihabı hastalığı), glokom ve kırılma kusurlarındaki geçici değişikliklerdir. Kan şekeri büyük dalgalanmalar gösteren hastalar bu yüzden gözlüklerinden pek memnun olmazlar.
Diabetik retinopati ilerleyen bir hastalıktır. Bu hastalık görsel bozukluk ve görme kaybı yapmadan erken teşhis edildiği takdirde Argon lazer tedavisi ile ilerlemesi durdurulabilir. Şeker hastaalarının düzenli olarak göz hekimine göz dibi muaynesi için gitmeleri ve gerekirse güncel tanı yöntemlerinden olan göz anjiyögrafisi yaptırmaları önerilmektedir. Uygun ve etkili argon lazer fotokogülasyon tedavisi bu hastalığın neden olduğu büyük göz içi kanamaları ve körlüğü önemli oranda azaltacaktır.

Diyabet ve Ayak Sağlığı
* Şeker hastalığının kontrolsüz olmasına bağlı olarak sinirlerin harap olması ve bunun sonucunda ayaklarımızı korumamıza yardımcı olan ağrı hissimizin kaybolması. (Ayağımıza batan cisimler canımızı yakmaz, ayakkabı ayağımızı sıkıp yara oluşturduğu halde hiç bir şey hissetmeyebiliriz…)
* Damar sertliğine bağlı ortaya çıkan dolaşım yetersizliği.
* Ayaklarda sinir harabiyetine bağlı (otonomik nöropati) ortaya çıkan deformiteler(Ayakta şekil bozuklukları). Bu deformiteler ayak tabanlarımıza binen yükün dengeli dağılmasını önleyerek tüm yükün bir noktaya binmesine ve bu noktada da yaralar oluşmasına yol açabilir.
* Ayaklarda sinir harabiyetine bağlı (otonomik nöropati) olarak terleme azalır veya kaybolur, bu ayak derisinin kurumasına ve kolay çatlamasına yol açar. Çatlaklar ayak yaraları için uygun zemin hazırlar.
* Ayaklarımızı korumayan, sıkan ve bozulmuş ayak şeklimize uygun olmayan ayakkabılar.
* Ayaklarda sık görülen bir problem olan tırnak ve ayak mantarları ayaklarda ciddi enfeksiyonların oluşumu için zemin hazırlayabilir.


Korunmak için

* Ayaklarınızı her gün kontrol edin. Göremediğiniz yerler için ayna kullanabilirsiniz ya da bir yakınınızın yardımını isteyebilirsiniz.
* Ayaklarınızı her akşam ılık su ile yıkayınız, sonrasında parmak aralarınızı da içine alacak şekilde iyice kurulayınız. Islak bırakmanız parmak aralarınızda mantar oluşmasına yol açabilir.
* Ayaklarınızı yıkayıp kuruladıktan sonra ayaklarınıza nemlendirici krem sürün. Ayak parmak aralarınıza krem sürmeyin.
* Ayak tırnaklarınızı düz olarak ve etinizden önde kalacak şekilde kesin.
* Nasırlar için bir doktora başvurun. Kesinlikle nasır yakısı sürmeyin ve kesici aletlerle temizlemeye çalışmayın.
* Çoraplarınızın lastikleri giyildiğinde iz yapmayacak sıkılıkta olmalıdır. Ayağınızı terletmeyen pamuklu çorapları tercih edin. Sentetik çorapları kullanmayın.
* Çoraplarınızı her gün değiştirin.
* Ayakkabınızın içini her seferinde giymeden önce kontrol edin. İçine ayağınıza zarar verebilecek yabancı cisimler girmiş olabilir.
* Yeni ayakkabılarınızı ayak şeklinizi alana kadar çok kısa sürelerle giyin.(Maksimum 15 dakika)
* Kesinlikle çıplak ayakla dolaşmayın.
* Ayağınızda en küçük bir yara olduğunda doktorunuza başvurun



Diyabet ve Egzersiz
Diyabet tedavisi ve izlenmesini artıracak yöntemlerin geliştirilmesi ve egzersizlerin diyabetikler için de faydalı olduğunun ortaya konulmasından sonra, diyabetik hastaların gittikçe artan bir kısmı sportif aktivitelere katılıyor. Egzersizin özellikle Tip 2 diyabetik hastalar için önemli olan sistemik kan basıncı düşmesi, HDL/LDL oranının yükselmesi ve VLDL’nin azalması gibi olumlu etkileri vardır. Ayrıca insülin duyarlılığını artırıcı etkisi, hipoglisemi riski çok az olan Tip 2 diyabetikler için çok önemlidir.
Tip 1 diyabetik hastalar için de düzenli egzersiz programları desteklenmeli, ancak asla tedavinin bir parçası olarak görülmemelidir. İnsülin tedavisi ve diyete uyumun daha önemli olduğu unutulmamalıdır.

Tip 1 diyabatik hastalarda egzersiz
Tip 1 diyabetik bir hastanın glukoz metabolizması şu faktörlere bağlıdır; insülin dozu, daha önceki metabolik kontrol, otonomik nöropati varlığı ve kalori alımı.

İyi kontrol altındaki bir diyabetik, genellikle 30 - 45 dakikalık aerobik egzersizi iyi tolere edebilir. Tip 1 diyabetiklerin özellikle karaciğerlerinde ve bir ölçüde kaslarında glikojen depoları azalır. Bu nedenle, bu hastaların egzersize dayanıklılığı normal kişilere göre azalır. Tip 1 diyabetiklerde egzersiz sırasında hipoglisemi oldukça sık rastlanan bir olgudur. Normal insanlarda efor sırasında plazma insülin düzeyleri azalır, ayrıca glukagon ve adrenalin hepatik glukoz üretimini artırarak bu sırada kullanılacak fazla glukozu karşılarlar. Tip 1 diyabetik hastada insülin düzeyi egzersiz sırasında gereken şekilde düşmez. Hatta, eğer son 1 saat içinde insülin enjeksiyonu yapılmışsa, artabilir. Bu yüksek insülin düzeyleri egzersiz sırasında periferik glukoz uptake'ini ve hareket eden kaslar tarafından glukoz oksidasyonunu stimüle eder. Ancak bundan daha güçlü olan etki glukoneojenez ve glikojenoliz yoluyla hepatik glukoz üretiminin inhibe edilmesidir. Kısa süreli egzersizlerde bu etki olumlu olabilirse de, daha uzun süreli olanlarda hipoglisemiye yol açabilir.
Tip 1 diyabetik bir hastanın egzersiz sonrasında hipoglisemi riskinin en yüksek olduğu dönem 6 - 14 saat sonrasıdır. Dinlenme dönemlerinde kas ve karaciğer glikojeni yenilenmelidir. Egzersiz sonrası dönemde azalmış olan kas glikojen depoları ve artmış insülin duyarlılığı, hipoglisemi riskini önemli ölçüde artıran unsurlardır. Ciddi gece hipogilisemisini önlemek için egzersizden sonra insülin ve kalori alımı değiştirilmelidir.
Egzersiz yapan bir diyabetik için en çok önerilen insülin injeksiyon bölgesi karındır. Çünkü ekstremitelere yapılan insülin daha uzun sürede emilir ve bu bölgeler egzersiz sırasında daha çok hareket ettikleri için, buralarda emilim daha düzensiz olur.
Tip 1 diyabetik hastanın egzersiz sırasında insülin sekresyonunu artırma şansı yoktur. Egzersiz sonrasında oluşabilecek bir hiperglisemi daha uzun ve şiddetli olabilir. Kötü kontrol altındaki ve/veya ketonürik hastada egzersiz glukoz uptake'inin bozulmasına, lipofiz ve ketogenezin ve hepatik glukoz üretiminin artmasına yol açabilir.

Tip 2 diyabetik hastada egzersiz
Egzersiz tip 2 diyabetik için kilo kaybı, diyet ve oral antidiyabetikler veya insülinle birlikte bir tedavi yöntemidir. Egzersiz periferik insülin duyarlılığını, insülinin reseptörüne bağlanmasını artırarak ve obeziteyi azaltarak hipoglisemi kontrolüne yardımcı olur.

Egzersiz, insülinin adipositlere bağlanmasını artırır ancak myositlere bağlanması üzerine etki göstermez. Her iki hücre için de glukoz transport proteini olan glut - 4 egzersizle artar. Böylece bu hücrelerde glukoz transportu hızlanır ve glisemik kontrol düzelir.
Tip 1 diyabetiklerin tersine, tip 2 diyabetiklerde egzersizle hipoglisemi genellike görülmez Çünkü endojen insülin düzeyleri genellikle iyi korunur. Ancak insülin kullanan tip 2 diyabetiklerin egzersizle kan şekeri regülasyonları bozulabilir. Bunlarda ilaç / insülin dozunu azaltmak ve / veya karbonhidratlar alımını artırmak gerekebilir. Yine de hastaların endojen insülin salınımlarını, azalan glukoz düzeyleriyle paralel olarak azaltma yetenekleri korunduğu için ağır hipoglisemi genellikle görülmez.

Doç. Dr. Taner DAMCI
İç Hastalıkları ve Metabolizma Uzmanı
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #60
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Kışın tuzdan uzak durun...

Yazın terlemeyle vücuttan dışarı atıldığı için zararsız olduğu düşünülen tuzun, kış aylarında kalp hastaları üzerinde sağlık risklerine neden olabiliyor

Konuyla ilgili bilgi veren Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Kardiyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Hüseyin Telli, vücudun, ihtiyacı olan tuzu, sebze ve meyvelerden doğal olarak karşıladığını, bu nedenle dışardan tuz almaya gereksinim olmadığını söyledi.
Türk insanının, geleneksel damak tadı nedeniyle yemekte tuz oranının genelde fazla olduğunu belirten Prof. Dr. Telli, fazla tuz tüketim alışkanlığının ise toplumdaki kalp-damar hastalıklarını artırdığını vurguladı.
Yemekte tuz kullanımının tümüyle yanlış olduğunu ve yemeklerin az tuzlu ya da tamamen tuzsuz olması durumunda vücudun hiçbir eksiklik hissetmeyeceğini vurgulayan Prof. Dr. Telli, şunları kaydetti:
''Sofralarda ve yemeklerde kullandığımız tuz, güçlü çözücü özelliğe sahip sodyum klorür maddesinden oluşur. Aynı zamanda su ve nem çekme özelliği olan tuz, bu yanıyla damarlarda dolaşan kanın akışkanlığını artırır. Kanda bulunan yüksek tuz oranı, terleme ya da bir başka nedenle azalmadığı takdirde, kalbin kan pompalama hızını dengede tutması güçleşir. Kanın normalden daha az ve fazla pompalanması damar çeperine uygulanan basıncın azalmasına ya da artmasına yol açar. Bu durum ise tansiyon ve kalp rahatsızlıklarının en büyük nedenlerinden biridir.''

Benzer Konular

7 Mart 2016 / WaRrioR Sağlıklı Yaşam
7 Mart 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2016 / prenses ayşe Cevaplanmış