Arama

Sağlıklı Yaşam ve Bilgiler - Sayfa 7

Güncelleme: 20 Ocak 2015 Gösterim: 613.534 Cevap: 719
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
22 Nisan 2006       Mesaj #61
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Akupunktur gerçekten yararlı mı?
Alternatif tıp için harcanan paralar, ABD'de neredeyse tüm ülkenin sağlık harcamaları kadar yüksek. Alternatif tıbbın bu kadar ilgi görmesi ve gösterdiği olumlu etki, son yıllarda hekimlerin de ilgisini çekiyor. Ve alternatif tıp yöntemleri modern tıp tarafından inceleniyor.
Sponsorlu Bağlantılar
Günümüzde tüm dünyada yaygın uygulanan tedavi seçeneklerinden akupunktur, geçmişi 2000 yıl öncesine dayanan geleneksel Çın tıbbının bir uygulamasıdır.
Akupunktur, aromaterapi, ayurveda, şifalı bitkilerle tedavi, masaj, meditasyon, müzik, karaciğer temizleme tedavisi gibi beslenme tedavileri, reiki, geleneksel Çin tıbbı gibi seçenekler, bilimsel tedavilere alternatif olarak sunulan tamamlayıcı tedaviler arasında yer alıyor.
Çinde iğne ve ısı anlamına gelen Chen-chin ile adlandırılan bu tedavi yöntemi, Batıda akus (iğne) ve punctura (batırmak) sözcükleri birleştirilerek, akupunktur olarak adlandırılmıştır. Akupunktur, vücutta bulunan özel noktalara iğne ve benzeri uyaranlarla yapılan ve her hasta için mutlaka o hastaya özel bir program gerektiren, tamamlayıcı bir tedavidir. Ortalama olarak 15 seans gerekmektedir.
70 li yıllarda yaygınlaşan akupunktur, Dünya Sağlık Örgütünün belirlediği 80 den fazla hastalığın yanısıra alkol ve sigara bağımlılığında da başarıyla uygulanmaktadır. Örneğin Amerika'da yapılan bir araştırma da hamile kadınlarda görülen depresyonun akupunktur sayesinde engellendiğini ortaya koymuştur.
Akupunktur metalik, saç teli kalınlığında özel iğneler yardımı ile yapılır. Akupunktur yaptıran hastalar arasında yapılan ağrı anketleri sinek ısırması olarak tarif edilen bir ağrının varlığından bahsetmemektedir..Akupunktur olan hastalar tedavi sonunda enerji ile doldukları ve sakinleştiklerini ifade etmişlerdir.

AKUPUNKTUR
ile uğraşan hekimlere akupunkturist denir. Sağlık Bakanlığından onaylı sertifikalı hekimler tarafından steril koşullar altında yapıldığında herhangi bir sorun oluşturmamaktadır. Akupunkturun hangi hastalıkların tedavisinde kullanıldığı akupunktur tedavisi düşünenlerin en çok merak ettiği konular arasında gelir. Akupunktur organizmanın kendi kendini tedavi ettiği bir metottur ve en önemli özelliği yan etkisinin olmamasıdır. Bu tedavi metodunu üç ana başlık altında toplayabiliriz:
Dünya sağlık örgütünün belirlediği çeşitli hastalıkların tedavisi (örneğin migren, fibromiyalji ) Analjezi-anestezi (ağrı kesici tedavi) Alışkanlık tedavisi (örneğin sigara ve alkol bağımlığı, kilo kontrolü)
Southampton ve Londra Üniversitesi'nde yapılan incelemeler akupunkturun beyinde etkili olduğunu ortaya koydu. Sadece İngiltere'de yılda iki milyon kişinin akupunktur tedavisi gördüğünü ve bu sayının gittikçe arttığını belirten yetkililer bu iğneler sayesinde acının ortadan kaldırıldığını ve enerji dengesinin sağlandığı belirtilmiştir.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 07:05
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
23 Nisan 2006       Mesaj #62
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kanserli kişinin gevşemeyi öğrenmesi

Sponsorlu Bağlantılar
Kanserli kişide çeşitli korkular olmasının yanı sıra, zihinsel karmaşa da görülebilir. Kanser tedavisi ve yan etkileri ile başa çıkmak kolay olmayabilir. Kişi ayrıca, para, aile ve iş konularında da kaygılanır. Kanser olduğunu öğrenen kişinin gergin, korkmuş ve hatta öfkeli olması normaldir. Gerginlik, baş, mide, sırt ve omuz ağrısı ile sindirim güçlüğü ve uyku bozukluğuna yol açabilir. Uzun süren gerginlik ve endişe hali kişiyi bitkin ve fiziksel olarak hasta yapabilir. Gerginlikle başa çıkmayı öğrenmek olasıdır. Bu bilgi notunda bazı başa çıkma yöntemleri önerilmektedir.
Hastalığınız hakkında bilgi sahibi olunuz
Kanser ve tedavisine ilişkin bilgilenmek yararlı olabilir. Hastalığın yan etkilerini ve bu konuda yapılabilecekleri öğreniniz. Birçok kişi, kanser hakkında ne kadar çok bilgi sahibi olunursa, hastalığın o ölçü de ‘denetleneceğini’ düşünmektedir. Bu bağlamda, tedavi, parasal durum ve diğer birçok konuda daha bilinçli karar verebilirler.
Başkalarının başına gelenin sizin iç in geç erli olmayacağını lütfen unutmayınız. Beklentileriniz konusunda size gerekli bilgiyi yalnızca doktorunuz verebilir.
Kanser hakkında konuşma
Size ilk kez kanser olduğunuz söylendiğinde, bu konuda konuşmak istemeyebilirsiniz. Bir başkası ile konuşulduğunda, sorunun üstesinden gelmek çok daha kolaydır. Konuşma, çoğunlukla sorunların üstesinden gelmede yeni yöntemler bulmalarında kişilere yardımcı olur. Konuşma ayrıca, korku ve duyguların paylaşılmasında da yararlıdır.
Kişiler güvendikleri bir kişi ile konuşma ihtiyacı duyarlar. Bu, bir aile bireyi ya da arkadaş gibi yakın biri olabilir. Ayrıca, bir doktor ya da hemşire veya başka bir sağlık uzmanı, destek görevlisi ya da dini danışman da olabilir. Bazı kişiler, bir psikolog ya da sosyal görevliden danışmanlık hizmeti almayı tercih edebilirler. Bir danışman bulmada yardıma ihtiyaç duyarsanız, kanser bilgi hattımızı arayınız.
Kanser destek grubuna katılınız
Kanser destek grubunda kişiler, kendileriyle benzer durumda olan diğer kişilerle tanışır, hastalıkla nasıl başa çıktıkları konusunda konuşur ve deneyimlerini paylaşırlar. Birçok grupta, katılımcılara ayrıca, gevşeme teknikleri, meditasyon ve problem çözme yöntemleri de öğretilmektedir. Dilinizi konuşan kişilerin oluşturduğu bir kanser destek grubu olabilir. Kanserle Yaşama Eğitim Programı’na katılabilirsiniz. Bu programda kanser ve başa çıkma yöntemlerine ilişkin bilgi verilmektedir. Bu program birkaç hafta sürmektedir. Hastane sosyal görevlisinden bu konuda bilgi alabilirsiniz.
Egzersiz ve uyku
Egzersiz kişinin kendini daha iyi hissetmesi ve gevşemesinde yardımcı olabilir. Bazı kişiler iç in yavaş koşu yararlı olabilir. Bazıları ise, yürüyüş, yüzme ya da diğer etkinlikleri tercih edebilirler. Kanserli kişilerin, yeni bir egzersize başlamadan önce doktorlarına danışmaları gerekir. Gevşeme teknikleri kişinin uyku uyumasında yardımcı olabilir. Doktor, kişilere, uyku sorunları olduğunda, yardım almak için nereye başvuracaklarını söyleyebilir.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 07:05
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
24 Nisan 2006       Mesaj #63
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Haber başlıklarımız: 'Sigara içmek beli de vuruyor', 'Bu hapı yutan derin uyuyacak', 'Eşi hasta olanın ölüm riski artıyor'

Aspirin kalbe de beyne de yararlı

Amerikan Tıp Derneği'ne göre, Aspirin erkeklerde miyokard enfarktüsü tehlikesini yüzde 32, kadınlarda ise beyin-damar hastalığı riskini yüzde 17 azaltıyor. Duke Üniversitesi'nin yaklaşık 95 bin erkek ve kadınla yaptığı araştırma da, Aspirin'in hem erkek hem de kadınların kalp sağlığına iyi geldiğini gösterdi. Her gün bir Aspirin içen kadınların kalp krizi ya da beyin kanaması geçirme riski, içmeyenlere oranla yüzde 12 daha az.



Prostat kanserine karşı kimyon!

Kimyonun, prostat kanserini önleyici etkisi olduğu ortaya çıktı. ABD'nin New Jersey eyaletindeki Rutgers Üniversitesi'nde kimyonun, tek başına veya sebzelerle birlikte pişirildiğinde prostat kanserinin tedavisi ve önlenmesi için potansiyel bir etkisi olabileceğini açıklandı. Daha önce de kimyonun cilt ve göğüs kanseri hücreleri ile Alzheimer'ın gelişimini önleyici etkisi olduğu açıklanmıştı.



Sigara içmek beli de vuruyor

Sigara tiryakilerinin, sigara içmeyenlere oranla bel hastalıklarına yakalanma riskinin yüzde 27 daha fazla olduğu bildirildi. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden Prof. Dr. Mahir Gülşen, sigaranın omurilikteki disklere oksijenin daha az gitmesine neden olduğunu belirtti. Gülşen, "Sigara, bel ağrılarının yanı sıra vücudun herhangi bir bölgesinde oluşan yaraların da iyileşmesini geciktiriyor" dedi.



Bu hapı yutan derin uyuyacak

İngiliz bilim adamları, kullananların iki saatlik uykuyla sabahları, bütün bir gece boyunca uyumuş kadar zinde uyanmalarını sağlayan bir ilaç geliştirdi. The Sun gazetesinin haberine göre ilaç, kullanan kişiyi derin bir uyku durumuna geçiyor ve normal bir uykudan daha fazla dinçleştiriyor. Haberde yakın gelecekte insanları birkaç gün boyunca uyumadan ayakta tutacak ilaçların da üretileceği belirtildi.



Eşi hasta olanın ölüm riski artıyor

ABD'de yapılan bir araştırma, hasta eşlerin karı ya da kocalarını da hasta ettiklerini ortaya koydu. New England tıp dergisinde yayımlanan araştırma kapsamında, 9 yıldan fazla süreyle 518 bin 240 yaşlı çiftin kayıtları incelendi. Araştırma, eşleri hastaneye kaldırılan erkeklerin ölme olasılığının normalden yüzde 4.5, kadınların da yüzde 3 daha fazla olduğunu gösterdi. Hasta eşin ölmesi durumunda da erkeklerin, kaza, intihar, enfeksiyon ya da var olan rahatsızlıklardan ölme riski yüzde 21'e, kadınların ise yüzde 17'ye yükseliyor. Eşi akli dengesini yitiren erkeklerde ölüm riskinin yüzde 58'e, kadınlarda da yüzde 77'ye çıkıyor.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
24 Nisan 2006       Mesaj #64
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bilgisayar ve İnsan Etkileşimi

İnsanın bilgisayarla etkileşimini üç düzeyde ele almak mümkündür. Birinci düzeyde kullanıcının bilgisayarla fiziksel etkileşimi yer alıyor. Klavyenin tuşlarına dokunmak (klavyenin ergonomisi), mouse, touchpad vb veri giriş araçlarının kullanımı ve çıktı donanımının kullanımı gibi fiziksel düzeydeki etkileşim yer alıyor.

İkinci düzeyde, bireyin yaşamında bilgisayar ve internet gibi ortamların etkisi yer alıyor. Bu düzeyde etkileşim bireyin bilgisayar kullanma becerisinden, bilgisayarın bireyin yaşamı üzerindeki etkilerine kadar bir çok psikolojik ve teknik konuyu içeriyor. Internette sörf yapmak, sohbet odalarına katılmak (chat), haber gruplarını izlemek, bilgisayar programları yazmak, bilgisayarda müzik dinlemek vb konular bireyin bilgisayarla etkileşimi olarak ele alınabilir.

Üçüncü düzeyde toplumun veya toplulukların bilgisayarla etkileşimi konuları yer alıyor. Bilgisayar ve internetin yaygınlaşması ile gelişen yeni iletişim ve veri paylaşma modelleri, bilgisayar ağlarının şirketler üzerindeki etkileri, bilişim yatırımlarının şirket veya ülke üretkenliklerine katkısı konuları toplumun bilgisayarla etkileşimi olarak değerlendirilebilir.

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #65
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bilgisayar Gözleri KurutuyorGözyaşı görme fonksiyonunun tamamlanması için hayati önem taşıyor. Bu nedenle göz kuruluğu bulunanlara, damlalarla suni gözyaşı kullanmaları tavsiye ediliyor.

Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı ve Uluslararası Gözyaşı Hastalıkları Derneği Genel Sekreteri Doç. Dr. Suat Hayri Uğurbaş, uzun süre bilgisayar karşısında iş yapanların göz kırpmayı unutmasının, gözlerde kuruluğa neden olduğunu söyledi. Doç. Dr.Uğurbaş, 1-3 Nisan tarihlerinde İspanya’nın Madrid kentinde yapılan Uluslararası Gözyaşı Hastalıkları Derneği’nin kongresinde, göz kuruluğu konusunda da görüş alışverişinde bulunulduğunu ifade etti.

Göz kuruluğunun yaşa, kullanılan bir ilaca, beslenmeye ve vitamin eksikliğine bağlı olabileceğini belirten Doç. Dr. Uğurbaş, şöyle konuştu:.

“En sık karşılaştığımız problemlerden biri de teknolojik aletlerin kullanılmasına bağlı gelişen göz kuruluğudur. Genellikle gözümüzü ritmik olarak 10 saniyede bir kırparız. Ancak bilgisayar ekranına dikkatli şekilde baktığımızda bir süre sonra göz kırpmayı unutuyoruz. Uzun süre bilgisayar karşısında iş yapanların göz kırpmayı unutması gözyaşını buharlaştırarak gözlerde kuruluk oluşmasına neden oluyor. Bu da gözde yanmalar, kızarıklıklar ve batma hissine yol açıyor. Özellikle gözyaşı az seviyede bulunanlarda kuruluk daha fazla olabiliyor.”.

Gözyaşının görme fonksiyonunun tamamlanması için hayati önem taşıdığını ifade eden Doç. Dr. Uğurbaş, “Gözyaşı, gözü dış etkenlerden korur. Göz kuruluğu bulunanlara damlalarla suni gözyaşı kullanmalarını tavsiye ediyoruz” dedi..
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #66
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
İnsülin Nedir?

İnsülin, pankreasın beta hücrelerinde üretilen ve kan şekerini düşürmeye yarayan bir hormondur.
Yemek ile almış olduğumuz karbonhidratlar, sindirim sistemi tarafından en küçük parçaları olan glukoza parçalanırlar. Glukoz, hücrelerin en önemli enerji kaynağıdır. Sindirilerek kana karışan glukoz tarafından uyarılan pankreas, glukozun hücre içine (kas, karaciğer, yağ dokusu) girmesini sağlayan insülin adlı hormonu üretmeye başlar.
Sindirim sonrası insülin ve glukoz damarlarda dolaşmaya başlar. Hücre çeperinde bulunan insülin reseptörleri ile anahtar-kilit ilişkisi oluşturan insülin, glukoz kapılarının açılmasına ve glukozun hücre içine girmesini sağlar. Bu şekilde glukoz enerji kaynağı olarak kullanılabilir hale gelir.


İnsülin Direnci
İnsülin direnci, hedef dokuların (kas, karaciğer ve yağ dokusu) insüline olan cevabının azalmasıdır. İnsülin direncinin, tip 2 diyabetin gelişmesinin altında yatan primer defektlerden biri olduğu düşünülmektedir. Tip 2 diyabet hastalarının yaklaşık %85'inde insülin direnci vardır.
İnsülin direncinin genetik komponentlere bağlı olduğu düiünülmektedir. Ancak obezite, yaşlanma ve sedanter yaşam biçimi gibi edinilen faktörlerin, insülin direncinin gelişimine ve sonuçta tip 2 diyabete katkıda bulunduğuna inanılmaktadır.
İnsülin direnci, kas ve yağ dokusuna glukoz alımını bozar ve karaciğerin glukoz üretimini arttırır.


İnsülin Direncinin Sonuçları
Karaciğer, kas ve yağ dokusuna glukoz alımı azalır.
Karaciğer tarafından glukoz üretimi artar.
Bunun sonucunda kan şekeri yükselir (hiperglisemi oluşur).
İnsülin direnci, insüline bağımlı glukoz alımında ve kullanımındaki bozukluk, glukozun kas ve karaciğerde glikojen şeklinde insülin-bağımlı depolanmasında azalma olarak kendini göstermektedir.
İnsülin direncine reseptör düzeyinde defektler neden olmaktadır. Post-reseptör insülin direnci, anormal sinyal transdüksiyonu ile ilişkilidir. Reseptör düzeyinde insülin direncine, azalmış reseptör sayısı ya da insülinin bağlanmasındaki azalma neden olmaktadır. Pre-reseptör insülin direnci, tipik olarak anormal insülin ya da anti-insülin antikorlarının sonucudur. Böylece insülin, insülin reseptörlerine bağlanamaz ve insülin yanıt dizisi başlamaz.


İnsülin Direnç Sendromu
Diyabetik olmayan bireylerde, insülin direncinin, ileride gelişebilecek tip 2 diyabetin önceden tahmin edilebilmesinde önemli bir rolü vardır. Buna ek olarak insülin direnci, artan kardiyovasküler risklere işaret olarak kabul edilen, metabolik bozukluklarla birliktelik göstermektedir.
"İnsülin Direnç Sendromu" veya "Sendrom X" olarak bilinen bu durum, hiperinsülinemi, hiperglisemi, hipertansiyon ve dislipidemiyi (düşük HDL düzeyleri, artmış serbest yağ asidi düzeyleri ve hipertrigliseridemi) içermektedir.
İnsülin direnci sendromuyla birlikte olan bu metabolik bozuklukların ve hipertansiyon ile dislipidemi gibi makrovasküler durumların,aynı zamanda tip 2 diyabetli hastalarda kardiyovasküler komplikasyonlar için bağımsız risk faktörleri olduğu gösterilmiştir.


İnsülin Tedavisi
Günümüzde diyabetik hastalar için hedefimiz kan şekeri değerlerini normal değerlere getirebilmektir. İnsülin tedavisinin amacı vücutta eksik olan insülin'i yerine koyarak kan şekeri kontrolünü sağlamaktır. İnsülin bağımlılık yapmaz. Vücudumuzda insülin eksikliği olduğu müddetçe insülin kullanmamız gereklidir. Genellikle vücudumuzda insülin ihtiyacı başladığında pankreasın insülin üreten dokusunun (* hücreleri) en az %80'i harap olmuştur ve harap olan pankreasın insülin üreten dokusu (* hücreleri) ne yazıkki kendini yenileyemez. Bu nedenle vücudumuzda yeterince üretilemeyen bu hormonu insülin enjeksiyonları ile dışarıdan sürekli yerine koymamız gerekir.

Yeni tanı Tip 1 diyabetiklere, hastanın uyumu da göz önüne alınarak günde 2-4 kez olmak üzere insülin enjeksiyonu önerilir. Tip 2 diayabetik hastalarda kan şekeri kontrolüne ve diğer sağlık problemlerine göre günde 1 ile 4 defa insülin kullanımı gerekebilir. Hastalar kendi enjeksiyonlarını kendileri yapar ve evde kan şekerlerini glukometre ile takip ederek insülin dozlarını ayarlarlayabilirler.
Türkiye'de çeşitli insülin türleri mevcuttur. (Şişeler) Flakonlar Mart 2000 tarihine kadar 40 IU/ml insülin içermekteydi ve buna uygun kırmızı kapaklı U-40 yazılı insülin enjektörleri ile birlikte kullanılmaktaydı. Ancak Mart 2000'den sonra flakonların yoğunluğu 100 (ünite)IU/ml'e yükseltildi ve bu şişelerin kapakları turuncu renk olarak satışa sunuldu. Turuncu kapaklı bu şişelerin içindeki insülin daha yoğun ve mutlaka turuncu kapaklı bu şişeler için hazırlanmış yine kapakları turuncu olan U-100 insülin enjektörleri ile yapılması gerekir. (Şekil bununla ilgili tanıtıcı broşür) Turuncu kapaklı 100 IU/ml insülin içeren şişelerdeki insülini turuncu kapaklı enjektörlerinizle yaparken doz değişikliği yapmanıza gerek yoktur. Daha önce 18 ünite (IU) yapıyorsanız, yine turuncu kapaklı enjektörle 18 üniteyi turuncu kapağını açtığınız 100 (ünite)IU/ml'lik şişeden çekeceksiniz. Turuncu kapaklı 100 IU/ml insülin içeren şişelerdeki insülini eski kırmızı kapaklı enjektörlerinizle yaparsanız ikibuçuk kat daha fazla insülin yapmış olursunuz. Bu da kan şekerinizin normal değerlerin altına düşmesine yol açabilir.

Orta etkili insülinlere de (NPH) İnsulitard HM, Humulin N örnek verilebilir. Bunun dışında iki insülin türünün değişik oranlarda karışımlarını içeren Mikstard HM veya Humulin M insülinler mevcuttur (70/30= %70 NPH, % 30 Kristalize insülin içerir). İnsülin kalemleri ile kullanılan insülinler 100 IU/ml'de insülin içerirler, kartuş formundadırlar ve sadece kalem ile uygulanabilirler. İnsülin enjektörleri ile uygulanmaları kesinlikle önerilmez.

ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
25 Nisan 2006       Mesaj #67
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Günde 8 saat uyuduğunuz halde kendinizi yorgun hissediyor, çabuk yoruluyor, hafıza sorunları mı yaşıyorsunuz? O zaman beslenme sisteminizi gözden geçirin ve güne mutlaka kahvaltıyla başlayın


Yemek yeme alışkanlıklarımız, zihinsel ve bedensel faaliyetlerimizi etkiler. Sağlıksız beslenme, düşünme ve kavrama yeteneğinin azalmasına, hatta hafıza kayıplarına neden olur.

Günde 8 saat uyuduğunuz halde kendinizi yorgun hissediyor, çabuk yoruluyor, hafıza ve düşüncenizde azalma görüyorsanız mutlaka yemek yeme alışkanlıklarınızı gözden geçirin.


En önemli öğün
Beynin performansı söz konusu olunca en önemli öğün 'kahvaltı'. Her gün düzenli olarak kahvaltı yapan kişiler, diğerlerine oranla daha başarılı ve verimli.
Kahvaltı alışkanlığına sahip olmayanlarda ise konsantrasyon güçlüğü, yorgunluk ve bitkinlik gibi problemler ortaya çıkıyor.


Ayrıca, 'sağlıklı bir kahvaltının' yaşlanmayı geciktirdiği, yaşlılık döneminde ortaya çıkması muhtemel bellek ve algı kusurları ile kas zayıflıklarına engel olduğu da araştırmalarla ortaya konuldu.


Çocuklar için 'mutlaka'
Okul hayatında kahvaltının önemi daha da fazla. Gelişim sürecini henüz tamamlamamış bireylerin hızlı değişimleri, yeterli ve dengeli beslenmeyle desteklenmelidir. Gerekli olan karbonhidrat, protein, yağ, vitamin ve minerallerden oluşan besin öğelerinin doğru öğünlerde yeterli miktarlarda alınmaması, bağışıklık sistemini zayıflatır.


Düzenli kahvaltı eden çocukların, derslerdeki motivasyon, fiziksel ve zihinsel performans açısından yüksek başarılı oldukları tespit edilmiştir.

B vitamini çok önemli
Hafıza ve zekâ gelişimi açısından B vitaminleri içeren yiyecekler ilk sırada gelir. B vitaminleri, beyni strese karşı da korur. Vitaminin eksikliği ise yorgunluğa, hafıza ve zekâ performansının zayıflamasına neden olur.

Kuru baklagiller, kırmızı et, ayçekirdeği, balık, yoğurt, süt, peynir, yeşil yapraklı sebzeler, tavuk eti, hindi, yerfıstığı, muz, kavun, brokoli, ıspanak, domates, yumurta, kavun ve enginar B grubu vitaminince zengin besinler arasında yer alır.

Demirsiz olmaz!
Demir de beynin beslenmesi için hayati önem taşır. Özellikle oksijenin beyne taşınması ve beyin tarafından kullanılmasını sağlayan kandaki hemoglobin ve alyuvarların oluşumunda demire ihtiyaç duyulur. Tüm kırmızı etler, kuru baklagiller, koyu yeşil sebzeler, kurutulmuş meyveler, domates ve pekmez, demir açısından zengin yiyeceklerdir.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #68
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SADECE REJİM DEĞİL, YAŞAM TARZI
Türkiye’de her 5 erkekten ve her 3 kadından birinde obezite görülüyor.
Çocuklarda obezite görülme sıklığının giderek artması ise bu oranların gelecekte daha da yükseleceğini gösteriyor. Obezite sorununu aşmanın tek yolu ise, bilinçli ve sağlıklı bir yaşam tarzını benimsemekten geçiyor.

Obezite, halk arasında bilinen adı ile şişmanlık, vücudumuzdaki yağ miktarının genel ya da bölgesel olarak fazla olması anlamına geliyor. Bu da, besinlerle dışarıdan alınan enerjinin, vücutta metabolizma ile yakılan ve fiziksel aktiviteyle harcanan enerjiden fazla olmasıyla gerçekleşiyor. Şişmanlığa çoğunlukla güzellik ve estetik kaygılarla yaklaşılsa da aslında obezite kronik bir hastalık. Üstelik birçok başka hastalığa zemin hazırlayan ve mutlaka tedavi edilmesi gereken bir hastalık. Ülkemizde obezite görülme sıklığı yüzde 25. Fazla kilolu kişilerin oranı ise yüzde 55-60 civarında.

Kardiyovasküler sistem, solunum sistemi, sindirim sistemi, iskelet sistemi ve endokrin sistemi üzerinde obezitenin kaçınılmaz etkileri olduğunu belirten Acıbadem Hastanesi Bakırköy’den Diyetisyen Müge Aksu, obezitenin bir çok hastalığın oluşumunda doğrudan etkili olduğunu vurguluyor.

“Obezite, kalp hastalıkları, yüksek kolesterol, yüksek tansiyon oluşumunda etkin. Örneğin obez kadınlarda kardiyovasküler hastalıklardan ölme riski, obez olmayan kadınlara göre 4 kat daha fazla. Ayrıca safra kesesi hastalıkları, mide ve reflü rahatsızlıkları, mide fıtığı, gut hastalığı, eklem rahatsızlığı, adet düzensizlikleri, kısırlık gibi pek çok rahatsızlığı da beraberinde getirebiliyor. Kadınlarda rahim ve meme kanserleri, erkeklerde prostat, rektum ve kolon kanserleri obeziteden etkilenen kanser türlerinin başında geliyor” diye anlatıyor Aksu obezitenin sebep olduğu hastalıkları.

Obezite aynı zamanda kişinin yaşam kalitesini de doğrudan olumsuz etkileyen bir hastalık. Örneğin uyku apnesi denilen ve yeterli nefes almayı engelleyen, uykuda solunum bozukluğu hastalıklarına da neden olabiliyor.

Vücut yağ dağılımı özellikle tip 2 diyabet hastalığının oluşumunda önemli bir etken. Çünkü vücut yağ oranının artmasıyla birlikte diyabet görülme riski de artıyor. Obezitenin diyabet hastalığının oluşumunda yaklaşık yüzde 75 gibi oldukça yüksek bir etkisi var. Çünkü her iki hastalığın da temelinde beslenme bozukluğu yatıyor. Obez bireylerin yüzde 80’inde ise tip 2 diyabet görülüyor.

KİMLER OBEZ SAYILIYOR?
Obezite tanı kriterlerinin başında beden kitle indeksi geliyor. Beden kitle indeksi vücut ağırlığının boyun karesine bölünmesiyle ortaya çıkan bir değer. Bu değer 30’un üzerinde ise yaş, cinsiyet farkı gözetmeksizin kişi obez olarak değerlendiriliyor. Erkeklerde bel çevresi 94 cm üzeri riskli, 102 cm üzeri de obez olarak kabul ediliyor. Kadınlarda ise 80 cm üzeri riskli grup sayılırken 88 cm üzeri obez kabul ediliyor. Bir diğer kriter ise bel ve kalça oranı. Bel ölçümü kalça ölçümüne bölündüğünde erkeklerde 0.95 kadınlarda ise 0.8 obezite sınırı olarak kabul ediliyor.

Diyetisyen Müge Aksu, obezite oluşumunda akla ilk gelen genetik faktörler olsa da, oluşumu çoğunlukla çevresel ve sosyal faktörlerin ortaya çıkardığını ve artırdığını da ekliyor. Bugün, kilo artırıcı etkisi olan ya da kiloyu etkileyen 25’den fazla genin tespit edildiğini söyleyen Aksu, obezitenin tek sebebi olmasa da hala bir numaralı sebebinin genetik faktörler olduğunu da vurguluyor.

OBEZİTE NEDEN OLUŞUR?
Meslek, eğitim, sosyal konum ve çevre gibi bireysel ve sosyal faktörler önemli yan etkenlerden bazıları. Şehirleşme, modernleşme gibi yaşam şekilleri evde yemek yapmaya vakit ayıramayan, pratik ama enerjisi yüksek besinlere yönelen bireyler yaratıyor. Alkol tüketimi, sigarayı bırakma ya da fiziksel aktivitenin azlığı gibi davranışsal faktörler de obeziteyi artırıcı etkilere sahip. Günümüzde otomobil, çamaşır makinası, bulaşık makinası ya da televizyon gibi günlük hayatımızda sıkça kullandığımız aletlerin mekanik olması bizim daha az hareket etmemizin başlıca nedeni. Gün içinde aktivitede bulunmayınca vücudumuzun çalışma hızı düşüyor. Ekstradan yüksek enerjili besinler tüketince de obezite bireyler için kaçınılmaz oluyor.

Diyetisyen Müge Aksu özellikle son dönemde çocuklardaki obezite oranının artmasına dikkat çekerken, çocukların da benzer davranışlar yüzünden obeziteye davetiye çıkardığını vurguluyor. “Fast food tarzı beslenmeye alışan, televizyon ve bilgisayar karşısında saatlerini geçiren çocukların sayısı o kadar fazla ki. Televizyon reklamlarının da etkisi büyük. Çünkü çikolata ve şekerli besin reklamlarının sayısı oldukça yüksek. Bu tip besinlere günümüz çocukları çok daha kolay ulaşıyor” diyen Aksu, yağ oranı, şeker oranı ve enerjisi yüksek hazır gıdalarla beslenmenin obezite oluşumunda önemli bir etken olduğunu belirtiyor. Örneğin hazır çorbalar, çikolata, şekerlemeler, fast food tarzı yiyecekler, kızartmalar ve kavurmalar oldukça zararlı besinler. Salam, sucuk, sosis, pastırmaların ise yağ oranı çok yüksek. Çocuklar tarafından çok tüketilen mayonez ise tam bir yağ deposu. Kola gibi gazlı içecekler ise boş kalori denen ve sadece günlük aldığımız enerji miktarını artıran içecekler grubuna giriyor.

OBEZİTENİN DAVRANIŞSAL TEDAVİSİ
Obezitenin oluşumunu engellemenin ya da tedavi etmenin birincil koşulu kişilerde kalıcı davranış değişikliklerini yaratmak. Yani yeme düzeninden, egzersiz programına kadar önerilen tüm tavsiyeleri geçici ve kısa dönemli olarak görmek yerine bir yaşam şekli haline getirmek. Bu tavsiyeleri hayatımıza yerleştiremediğimiz sürece programa devam ettiğimiz dönemde kilo verirken, diyetin sona ermesiyle kilonun geri alınması da kaçınılmaz oluyor. Bu yüzden yavaş kilo vermenin önemine dikkat çeken Aksu, insanların fazla kiloları estetik bir sorun olarak gördükleri için 2 haftada 8-10 kilo vermek talepleriyle kendilerine başvurduklarını söylüyor. “İdeali hafta da 0,5 ile 1 kg arası, ayda 4 ile 6 kg arası vermektir. Yavaş yavaş kilo verilmeli ki vücudumuz ve biz duruma adapte olabilelim. Bize başvuranların ilk sorduğu soru bu diyet ne zaman bitecek, ne zaman tekrar yemek yemeye başlayacağım oluyor. Böyle bir şey yok. Doğru beslenme dediğimiz şey aslında doğru zamanda, yeterli miktarda, doğru besini seçmekten geçiyor. Ve tabi ki fiziksel aktivitenizi artırmaktan. O yüzden sık yiyin, az yiyin, düzenli yiyin felsefesi benimsenmeli” diyor Aksu.

KİLO VERMEK KİŞİYE ÖZGÜ
Günümüzde insanların bir uzmana başvurmadan medyada gördükleri rejim listelerini uyguladıklarını söyleyen Aksu, bilinçlenmenin ilk adımının bu listeleri uygulamayı bırakmak olduğunu belirtiyor. “Kilo verme kişiye özgüdür. Kişinin hastalıkları, yaşı, cinsiyeti, bireyin beslenme alışkanlıkları ve tabi ki sosyal durumu çok önemli. Çünkü dışarıda sıklıkla yemek yiyen, evde oturan ya da aktif çalışan biriyseniz metabolizma hızınız farklılıklar gösterir. Dolayısıyla kişiye özel bir program hazırlanmalı. Gazetede gördüğünüz bir diyet programı bazal metabolizma hızının çok altında ise zayıflamaya çabalarken metabolizma hızınızı daha da düşürürsünüz” diyen Aksu gerçek zayıflamanın kilo azalması olmadığını da vurguluyor.

Gerçek zayıflama vücuttaki yağ oranının azalması olarak kabul ediliyor. Kiloyu sudan ya da kaslarınızdan vermiş olabilirsiniz, ama örneğin bel çevreniz hala aynı ölçülerde duruyorsa bu gerçek anlamda kilo vermediğinizi gösteriyor. Hızlı verilen kilolar da genelde kas ve su kayıplarına neden olduğu için kesinlikle önerilmiyor. O yüzden kişiler mutlaka yavaş ve kendilerine özgü bir programla zayıflamalı.

OBEZİTENİN TIBBİ TEDAVİSİ
Obezite tedavisinin, sadece bir diyetisyenle değil endokrinoloji uzmanı, fizik tedavi uzmanı, bazı durumlarda bir psikoloğun da katıldığı bir ekip çalışması ile yapılması gerekiyor. Obezite tedavisinde diyet tedavisi, medikal tedavi ve cerrahi tedavi yöntemleri kullanılıyor. Cerrahi tedavi, özellikle beden kitle indeksinin 40’ın üzerinde olduğu bireylerde (morbid obez) mideye takılan balon, mideyi küçülten bantlar gibi yöntemlerle uygulanılıyor. Beslenme programıyla tedavi edilemeyen, yaşamı obeziteden ileri derecede olumsuz etkilenen, örneğin hareketleri kısıtlanan, başka sağlık sorunları artan bireylerde cerrahi tedavi uygulanabiliyor.

Medikal tedavide iki tip ilaç kullanılıyor. Yağın emilimini azaltan ve iştahı baskılayan ilaçlar. İlaç tedavisi mutlaka doktor kontrolünde uygulanıyor

BESLENME ÖNERİLERİ...
  • Günde 3 ana 3 ara öğün olmak üzere 6 öğün beslenin. Sık yemek, kan şekerinin düzenli gitmesi ve karaciğerdeki depolarımızın boşalmaması için çok önemli. Gün içinde 3,5-4 saati aşmadan besin almanız gerekiyor.
  • Yemek saatlerinizi aksatmayın, düzenli yemek yiyin.
  • Tek tip beslenmekten uzak durun. Vücudun düzenli çalışması için karbonhidrat, protein ve yağları içeren besinlerden yeterli miktarda almak gerekli.
  • Günde 2-2,5 litre su tüketin. Bol su içmek doğrudan zayıflamaya neden olmasa da yağların parçalanması için gerekli.
  • Bol sebze ve salata tüketin. Posa içerikleri sayesinde hem doygunluk sağlaması, hem de şeker ve kolestrol seviyelerinin dengelenmesine yardımcı olması yönünden önemliler. Günde 4-5 porsiyon sebze, 2-3 porsiyon meyve tüketilmeli.
  • Kepekli ekmeği tercih edin. Tokluğu sağlamak ve şeker dengesini düzenlemek için kepek, çavdar, tam buğday tahıllı ekmek tarzında esmer ekmekler tüketilmeli.
  • Fiziksel aktivitelerinizi artırın. Spor yapmanın da doğru kuralları olduğunu unutmayın. Spor kesinlikle aç karnına değil yemek yedikten 1 saat sonra yapılmaya başlanmalı. Vücuttaki yağlar 20 dakika sonrasında yakılmaya başlandığı için en az 25-30 dakikalık egzersizler öneriliyor. Dozu ise, ilk başlarda 10-15 dakikalarla başlayıp gitgide artırılmalı. Egzersizi hayatınızın 1-2 gününe sığdırmak yerine her güne yaymaya çalışın. “Spor yapamıyorum” diyenlerdenseniz, en azından dolmuştan iki durak önce inin ve yürüyün, asansör kullanmayın, merdivenleri yürüyerek inip çıkın, kısa mesafelerde araba kullanmayın. Bu ufak değişiklikler bile gün içinde metabolizma hızınızı artırıcı etki gösterecektir.
  • Ayçiçek yağı, zeytin yağı, mısır özü yağı, fındık yağı ve soya yağını bir arada karıştırarak kullanın.
  • 1 kg sebzeye 2 yemek kaşığı yağ koyarak pişirin.
  • Salatalara en fazla 1 tatlı kaşığı yağ koyun.
  • Etli yemeklere yağ ilave etmeyin.Gün içinde tükettiğiniz yağ miktarını sınırlandırın. Salatalara en fazla bir tatlı kaşığı yağ koyun. Ayrıca ayçiçek, soya, mısırözü, fındıkyağı ve zeytinyağını bir arada karıştırarak kullanın.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 07:06
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
25 Nisan 2006       Mesaj #69
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Yoğurt yağ yakıyor

Diyetlerine yağsız yoğurt ekleyenler yüzde 22 daha fazla kilo kaybediyor. Göbekteki yağların yüzde 81'i de yoğurtla eriyor.


Göbeğini hızla eritmek isteyenler, bol bol yağsız yoğurt yesin! ABD'de yapılan bir araştırmada, düşük kalorili rejimlerine yoğurt seçeneğini ekleyen ve günde üç öğün yağsız yoğurt yiyen aşırı kiloluların, yoğurtsuz bir diyet uygulayanlara oranla yüzde 22 daha fazla kilo verdikleri ve yüzde 61 daha fazla yağ yaktıkları tespit edildi. Yoğurt yiyenlerin ayrıca, karın bölgelerinde yüzde 81 daha fazla yağ yaktıkları ortaya çıktı.

Tennessee Üniversitesi'ndeki araştırmaya katılanlardan Dr. Michael Zemel, yoğurt yiyenlerin hem ortalama yedi kilo olan zayıflama seviyesinden daha fazla inceldiklerini hem de kaslarını diğerlerinden iki kat fazla koruduklarını belirtti.

Dr. Zemel, kas kütlesini korumanın diyet yapanlarda önemli bir konu olduğunu belirterek, "Önemli olan yağ yakmak, kas değil. Kaslar kalori yakmaya yardımcı oluyor, ancak kilo verirken kas kütlesi de kaybediliyor. Buna en iyi çözüm, kalsiyum ve protein ağırlıklı bir diyet, yani yoğurt" diye konuştu. Araştırma Uluslararası Obezite Dergisi'nin nisan sayısında yayımlanacak.


Bu arada Japonya'da yapılan araştırmalar da, yoğurdun nefes kokusunu giderdiğini, diş taşı ve diş eti iltihaplarını doğal yollardan önlediğini ortaya koydu. Altı hafta boyunca günde bir porsiyon yoğurt yiyenlerin yüzde 80'inde, nefes kokusuna yol açan hidrojen sülfit düzeyi azaldı.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Nisan 2006       Mesaj #70
Misafir - avatarı
Ziyaretçi


Panik atak tedavi gerektirir
Aniden başlayan, yoğun sıkıntı nöbetleri olarak tanımlanan panik atak, tedavi edilmediğinde beraberinde depresyon gibi başka psikiyatrik hastalıkları da getiriyor.
Panik atak, aniden başlayan ve zaman zaman tekrarlayan, insanı dehşet içinde bırakan yoğun sıkıntı ya da korku nöbetleri olarak tanımlanır. Panik atak geçiren bir insanın hayatı dramatik olarak değişir. Hasta kontrolünü kaybettiği, ölmek üzere olduğu, yada aklını kaçırmak üzere olduğunu hisseder. Panik atak vücutta hızlı ve complex değişikliklere sebep olur. Panik atağın o anda sebep olduğu bir çok organ fonksiyonundaki değişiklik, geçirilen bir kaza ya da ağır bir zehirlenmedeki değişikliklerden daha fazla bile olabilir. Panik atak kesinlikle bir hastalıktır ve tedavi gerektirir. Ara ara gelişen bir durum olmasına rağmen tedavi edilmediğinde ‘atak’ların sıklığı artabilir ve beraberinde depresyon gibi, genel endişe halleri gibi başka psikiyatrik hastalıklara sebep olur. Hastalar ataklar arasında gergin ve huzursuz olurlar ve her an yeni bir atak gelişebilir korkusuyla bir genel endişe durumu geliştirir ki buna ‘beklenti anksiyetesi’ adı verilir. Hasta evden çıkamamaya, yalnız kalamamaya başlar ve hayatı felç olur.

Panik atakların nedeni kesin olarak bilinmemekle birlikte genetik etkileşimin olduğu düşünülür. Panik ataklar kadınlarda erkeklerde olduğundan iki kat daha fazla görülür. Toplumda her 100 kişiden 3-4 kişi ya panik atak hastalığı geçirmiş ya da halen bu hastalığı yaşamaktadır. Panik atak psikiyatristlerin gördüğü en sık hastalık gruplarındadır nitekim depresyondan bile daha sık görülen bir durumdur fakat ne yazık ki hastaların tedavisi için en geç başvurduğu hastalıklardan da biridir.

Panik atak semptomları genelde 25’inden önce başlar. Çocuklarda da görünebilir, fakat ne yazık ki daha ileri bir yaşa kadar teşhis konulmaz.

Hastanın ilk önce teşhisi konulmalıdır.
Panik atak hastaları ilk önce genelde hastanelerin acil servislerine göğüs ağrısı, nefes alamama gibi şikayetlerle gittikleri için, bir çok tıbbi testlerden geçerler. Kalp, akciğer ile ilgili vs ‘medikal’ bir hastalık olmadığını anlayan hekimler hastayı taburcu ederler ve hasta bir sonraki nöbette kadar tedavi aramazlar. Fakat panik hastalarının çektiği acı ve güçlük düşünüldüğünde, panik ataklarının da kesinlikle ‘acil’ bir durum olduğu ve hemen teşhis edilip doğru tedaviye yönlendirmenin visal olduğu anlaşılmalıdır. Bu açıdan hem doktorları hem de hastaları psikiyatrik hastalıklar açıdan eğitmek büyük önem taşır. Hastanın ailesinin de hem hastayı anlayabilmesi, hem de tedavi sürecinde destek verebilmesi acısından eğitilmesi önemlidir.

Panik bozukluğu tedavisi mümkün bir hastalıktır.
Bu ilaç tedavisi ya da psikoterapi olmak üzere iki büyük başlık altında toplanabilir. En iyi tedavi hem ilaç, hem de terapinin beraber yapıldığı bir tedavi sürecidir. Bunun yanında gevşeme egzersizlerinin de hastaya öğretilmesinde fayda vardır. Panik atakları sırasında ilaç kullanımın pek faydası olmaz. Doğru ilaç seçimi, uygun süre ve dozların kullanımı atakların tekrarlanmasını önler. Terapi yöntemleri de ataklara sebep olan duyguları ve düşünceleri inceleyerek uzun vadede panik atakları azaltır veya tamamen ortadan kaldırır.

Hayatımızdaki stresin yükünun, vücudumuzun strese karsı reaksiyonunun, erişkin hayat şeklimizin, çocukluğumuzda büyüdüğümüz çevrenin, genetik faktörlerin ve düşünme patenlerimizin hepsi, hayatta endişe ve panik bozukluklarına ne kadar yatkın olup olmadığımıza belirleyici rolleri vardır. Bunlar arasında genetik faktörlerimizi ve çocukluğumuzdaki travmaları değiştiremiyeceğimize göre, erişkin hayattaki hayat şeklimizi, düşünce patenimizi, altına girdiğimiz stresi ve vücudumuzun direncini üzerinde durmalıyız. Hayatımızda bize kısa ve uzun vadede strese sokan faktörleri belirlemekte fayda var ve bunları yine kısa ve uzun vadede tamamen değiştiremezsek de hafifletme yolları aranmalıdır. Bunun yanında vücudumuzun strese olan reaksiyonunu azaltmak ve direncini arttırmak amacıyla günlük egzersiz, dengeli beslenme ve uyku çok önemlidir. Günlük relaxasyon egzersizleri, nefes alıp verme egzersizleri, yoga ve benzeri bir çok fiziksel rahatlama şekilleri vardır ki kişinin deneyerek kendisine en uygun olanı seçebilir. Düşünce patenlerimizi öğrenmek ve gerektirdiğinde değiştirmek, olgunlaştırmak da anksiyeteye olan yatkınlığımızı azaltmaktaki en önemli faktörlerden biridir. Düşünce seklimizi belirleyen bir çok faktör vardır ki değiştirmek hemen ve kolay bir is değildir. Nitekim aldığımız eğitimimizin, çocukluğumuzda büyüdüğümüz çevrenin ve hatta miras edindiğimiz genetiğimizin bunda etkisi vardır. Psikoterapi kendimizi daha iyi tanımamıza, düşünce şekilerimizin daha farkında olmamıza ve bizi anksiyete ve panik hastalıklarına yol açan ikilemlere ve düşünme şekillerine ulaşmamıza yardımcı olur.
Son düzenleyen Safi; 7 Mart 2016 07:07

Benzer Konular

7 Mart 2016 / WaRrioR Sağlıklı Yaşam
7 Mart 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2016 / prenses ayşe Cevaplanmış