Arama

Uzay Hakkında Araştırmalar, Makaleler - Sayfa 6

Güncelleme: 5 Ekim 2018 Gösterim: 152.203 Cevap: 146
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
24 Kasım 2010       Mesaj #51
Avatarı yok
Yasaklı
Güneş Sistemi Dışı Gezegen Üzerindeki Esrarengiz Sıcak Nokta
NASA’nın Spitzer Uzay Teleskobu yanlış yerde sıcak bir noktaya sahip uzak bir gezegen ortaya çıkardı.Dev gaz gezegen, upsilon Andromedae b olarak adlandırılmaktadır ve yıldızı etrafında küçük bir yörüngede, bir yüzü yıldızının sıcaklığından ötürü sürekli kaynayarak dolanmaktadır. Bu gezegen “Sıcak Jüpiterler” olarak adlandırılan gruba üyedir ve bu ismi almasının sebebi kavurucu sıcaklığı ve dev, gaz yapısıdır.
Sponsorlu Bağlantılar

Gezegenin en sıcak bölgesinin yıldızına bakan yüzü olduğu düşünülebilir ancak geçmişte yapılan gözlemler en sıcak noktanın bu bölgeden bir miktar kaymış olabileceğini gösterdi. Gökbilimciler kızgın rüzgarların sıcak gazı dağıtıyor olabileceğini düşünüyorlardı.Ancak yeni bulgular bu kuramın doğruluğunu şüpheli hale getiriyor. Kızılötesi gözlemevi olan Spitzer kullanılarak yapılan yeni gözlemlerin sonucunda gökbilimciler, upsilon Andromedae b’nin sıcak noktasının seksen derece kadar kaymış olduğunu buldular.

Kısacası bu nokta doğrudan yıldıza bakan yüz yerine gezegenin başka yüzünde bulunuyor.Sıcak noktanın bu kadar farklı bir yerde olması gökbilimciler için kesinlikle beklenmeyen bir şeydi ve bu durum, Sıcak Jüpiterler’in atmosfer yapılarıyla ilgili bilinenlerin aslında tahmin edilenden çok daha az olduğunu göstermiştir.Elde edilen bulgular, ilk defa doğrudan bir Güneş Sistemi dışı gezegenden gelen fotonları algılamayı başaran Spitzer’in öncülüğünde başlayıp, gelişen bir alan olan Güneş Sistemi dışı gezegen atmosfer biliminin bir parçasıdır.

Bu süre zarfında Spitzer, NASA’nın Hubble Uzay Teleskobu ile birlikte pek çok “Sıcak Jüpiter”in atmosferini incelemiş ve su, metan, karbondioksit ve karbonmonoksit bulmuştur.Yapılan bu yeni araştırmada gökbilimciler upsilon Andromedae b’nin 2009 yılının Şubat ayında yapılan beş günlük gözlemini kullanmışlardır. Bu gezegen, yıldızı etrafında 4.6 günde dolanmaktadır ve bu değer yeryüzünden yapılan dikine hız ölçümü yöntemi ile belirlenmiştir. Bu gezegen Spitzer’in gözlediği diğer “Sıcak Jüpiterler”in çoğu gibi yıldızıyla örtülme göstermemektedir. Yani bizim bakış doğrultumuza göre yıldızının önünden geçmemektedir.

Spitzer yıldızın ışığını, çevresinde dolanan gezegenin yansıttığı ışıkla beraber alır. Teleskop gezegenin ışığını tek başına algılayamaz ancak sistemin toplam kızılötesi ışınımındaki değişimleri belirleyebilir ki gezegenin sıcak noktasının Yer’in görüş alanına girmesi ile ölçülen artış konumun belirlenmesine yardımcı olmaktadır. Gezegenin sıcak bölgesi, kızılötesi ışınımın en çok alındığı bölgedir.

Normalde gezegen yıldızın arka tarafında yani yıldızın ışığını yansıtan tarafın Yer’e dönük olduğu durumda sistemin en parlak göründüğü an olması beklenir. Aynı şekilde eğer gezegen Yer ile yıldız arasında yani Yer’e karanlık tarafı dönük iken de sistemin sönük olduğu an olması beklenir. Ancak bu sistemin en parlak olduğu an, gezegenin yıldızının yanında yani her iki ögenin de yan yüzlerinin görüldüğü an. Bu demek oluyor ki gezegenin en sıcak kısmı yıldıza bakan yüzü değil. Bu sanki havanın en sıcak olduğu anın öğlen saati değil de günbatımı anı olması gibidir.

Araştırmacılar bu durumun nasıl meydana gelebildiğini hala anlayabilmiş değiller. Sesüstü hızlardaki rüzgarların tetiklediği şok dalgalarının bölgedeki maddeyi ısıtması ya da yıldız ve gezegenin manyetik alanları arasındaki etkileşim gibi pek çok olasılığın üzerinde duruluyor. Ancak bunlar sadece tahmin. Bu yeni teorilerin denetlenebilmesi için daha fazla “Sıcak Jüpiter”in gözlenmesine ihtiyaç vardır.Bu gözlemler Spitzer’in soğutma sıvısının azalması sonucu ılık göreve geçtiği Mayıs 2009’dan önce yapılmıştır.

Kaynak:NASA

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 01:40
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
13 Aralık 2010       Mesaj #52
Avatarı yok
Yasaklı
Ay’daki Tavşan Tünelinden Aşağıya Doğru
Beyaz Tavşan’ı delikten aşağıya doğru takip ederken Alice için tamamen yeni bir dünya hayat buldu. Orada sırıtan bir kedi, nargile içen bir tırtıl, Mad Hatter ve diğerleri vardı.Bu durum Alice’de merak uyandırdı... (Alice Harikalar Diyarında hikayesinden bir alıntı)
Sponsorlu Bağlantılar

Peki ya Ay’da bulunan tavşan tünelinin aşağısında ne bulunmaktadır?NASA’nın Ay Yörünge Kaşifi (Lunar Reconnaissance Orbiter - LRO) bilim insanlarında merak uyandıran yüzlerce metre derinliğe sahip tünel görüntüleri göndermektedir. Bu tünellerin yerbilim açısından ‘harikalar diyarı’na girişler olduğu düşünülüyor.

Devasa tüneller ilk kez Japon uzay aracı Kaguya tarafından görüntülendi. Günümüzde ise güçlü Ay Yörünge Kaşifi Kamerası (Lunar Reconnaissance Orbiter Camera - LROC), tünellerin girişlerinin ve etraflarının yüksek çözünürlükteki görüntülerini bize aktarmaktadır. Kayuga ve LROC’dan alınan görüntülerin incelenmesi sonucu bu tünellerin lav borularına açıldığı tespit edilmiştir.

Lav boruları, volkandan akan lavın üst katmanı soğumaya başlarken lavın aşağı kısmının boru şeklinde kanallara akmaya devam etmesi ile oluşur. Yüzeydeki katılaşan lav, aşağıda erimiş lavın akışkan sıcaklığını korumasına ve akmaya devam etmesine izin vererek yalıtır. Lav boruları, Yer üzerinde de bulunmakta ve basit yapılardan, labirent şeklinde kilometrelerce genişliğe sahip olan çeşitlerde, karmaşık yapılarda bulunmaktadır.

1960’larda Ay’a ayak basılmadan önce araştırmacılar Ay yüzeyinin altında tüneller ağının varlığını, erimiş lav nehri kalıntılarını önermişlerdi. Bu kuramları Ay etrafındaki yörüngelerde dolanan önceki araçlardan alınan görüntülere bağlıyorlardı. Çünkü görüntülerde açığa çıkan uçsuz bucaksız Ay düzlüğünde ya da Ay denizinde kıvrılan derecik olarak adlandırılan yüzlerce uzun, dar kanallar apaçık bu durumu göstermekteydi. Bilim insanları bu dereciklerin binlerce yıl önce lavın içinden aktığı aşağıya doğru inen tünellerin yüzeydeki kanıtı olduğuna inanıyorlardı.

Tepeye açılan tüneller eğer zamana meydan okuyarak açık kalırlarsa, bir gün Ay’ı tekrar ziyaret ettiğimizde Ay’a doğru gelen ufak göktaşlarından ve bunun gibi tehlikelerden bizi koruyabilirler. Ayrıca tüneller harika radyasyon kalkanları olup, ısısal çevreyle de uyumlulardır. Eğer Ay’ın yüzeyinden iki metre aşağıya inecek olursak sıcaklık -30 ile - 40 santigrad derece arasında sabitlenmektedir. Her ne kadar bu sıcaklıklar bize soğuk gibi gelse de unutulmamalıdır ki Ay’ın eşleğinde sıcaklık, geceleri -150 santigrad dereceye düşmekte ve öğlenleri de 100 santigrad dereceye kadar çıkmaktadır. Bu yüzden bu tüneller Ay yüzeyindeki oldukça düşük ve yüksek sıcaklık derecelerinden kaçmanın yolunu arayan kaşifler için iyi bir haberdir. Görünüşe göre bilim insanları Beyaz Tavşan’ı izlemeyi sürdürecekler.
Gökyüzünde bize en yakın gökcismi olan ve yıllarca üzerinde araştırma yaptığımız uydumuz Ay hala bizi şaşırtmaya devam etmektedir. Kim bilir ileride karşımıza daha neler neler çıkartacak?


BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 01:40
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
18 Aralık 2010       Mesaj #53
Avatarı yok
Yasaklı
Ay Kullanılarak Bulunması Zor Kozmik Parçacıklar Yakalanmaya Çalışılıyor
Gökbilimcilerden oluşan bir ekip çok yüksek enerjiye sahip nötrinoları tespit etmek için araştırmalarında yeni bir teleskop sisteminin parçası olarak Ay’ı kullanıyorlar. Bu çalışmayla birlikte atom altı parçacıklar hakkında yeni bilgiler edinip, evrenin gelişimi ve geleceği konularında yeni bir bakış açısına sahip olabiliriz.

Araştırma ekibi, çok özel elektronik aygıtlara sahip olan Ulusal Bilim Vakfı (National Science Foundation )’nın sahip olduğu Çok Büyük Dizge (Very Large Array - VLA) radyo teleskobunu kullanarak ve ayrıca genişletilmiş VLA projesinin bir parçası olan yeni ve çok duyarlı radyo alıcılarının getirdiği imkanlardan yararlanarak gözlemlerini yaptı. Ekip,gözlemlere başlamadan önce, ufak bir helyum balonuna bağlanmış bir verici ile VLA üzerinde bir dizi deneme gözlemi de yapmıştır. 200 saatlik gözlemlerin sonucunda beklendiği gibi hiçbir yüksek enerjili nötrinoya rastlanmadı. Gözlemledikleri bölge için uzaydan gelen nötrinoların sayısına yeni bir sınır getirip, bu türden nötrinoların oluşum koşullarını konu alan bazı kuramsal benzetimlere şüpheyle yaklaştılar.

Nötrinolar çok yüksek hızlarda hareket eden ve yüksüz oldukları için maddeyle neredeyse hiç etkileşmeyen atom altı parçacıklardır. Evrende oldukça bol miktarda bulunmalarına rağmen bu parçacıkları tespit etmek çok zordur. Güneş ve süpernova patlamaları üzerinde yapılan bazı çalışmalarda çok büyük miktarlarda su ya da klor kullanarak bu parçacıkların bu maddelerle nadir etkileşimlerinden tespit edilmeleri mümkün olmuştur.

Yüksek enerjili nötrinoların üretimi bilim insanlarının da beklediği gibi çok uzakta ve çok yüksek enerjiye sahip olan gökadaların merkezlerindeki güçlü karadelikler, çok büyük kütleli yıldızların patlamalarında ve Kozmik Mikrodalga Ardalan Işınımı ile etkileşen kozmik parçacıklarla olmaktadır.

Radyo teleskoplar nötrinoları algılayamazlar fakat bilim insanları Ay’ın çevresini radyo teleskoplarla gözlemleyerek, Ay’ın içinden geçip giderken Ay maddesiyle etkileşen nötrinoların etkileşim sonrasında açığa çıkan radyo dalgalarını yakalamayı beklemektedirler. Bu türden radyo dalgaların oluşum süreçleri hesaplanmış ve saptanmasının mümkün olduğu görülmüştür. Bu uygulamalar ilk olarak 1995 yılında yapılmış ve o tarihten itibaren bir dizi gözlem gerçekleştirilmiş olmasına rağmen hiçbir nötrino tesbit edilememiştir. Fakat günümüzde bu gözlemler için çok daha duyarlı araçlar kullanılmaktadır.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 01:40
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
26 Ocak 2011       Mesaj #54
Avatarı yok
Yasaklı
En Yaşlı ve Çok Uzak Gökada
Hubble uzay teleskobu, Büyük Patlama'dan sadece 480 milyon yıl sonra, yani evrenin çocukluğunda varolan, rekor uzaklıktaki bir gökadayı gözler önüne serdi
Gözlemi yapan araştırmacıların yer aldığı California Üniversitesi'nce yayınlanan açıklamaya göre, gökadanın bize ulaşan ışınlarının bundan 13,2 milyar yıl önce yola çıkmış olduğu Hubble Uzay Teleskobu tarafından kızılötesi cihazlarla tesbit edilmiş. Gökadanın, evrenin şu anki yaşının sadece yüzde 4'ü kadarken varolduğu ve şimdiye kadar gözlenenler arasında en eski ve bize en uzak gökada olduğu belirtiliyor.

Araştırmayı yapan bilimciler Richard Bouwens ve Garth Illingworth, uzayda uzağa bakmanın geçmişe gitmek anlamına geldiğinin altını çizerek, bu gözlem ile Büyük Patlama'dan 200 ila 300 milyon yıl sonra oluşmuş ilk gökadalar dönemine kadar uzanan bir yolculuk yapmış olduklarını varsayıyorlar.

Bu ilk nesil gökadaların yaydığı ve 13 milyar yıldan uzun bir süre boyunca saniyede 300 bin kilometrelik hızla yol alarak teleskoplarımıza ulaşan morötesi ışınlar, evrenin çocukluğu ve gençliği konusunda araştırmacılara eşsiz bilgiler sunuyor. Gökbilimciler, evrenin genişlemesiyle gökadaların birbirlerinden uzaklaştıklarını ve yaydıkları ışınların dalga boyu sayesinde bulundukları yerin hesaplanabildiğini kaydediyorlar.

Gökbilimciler, 2014'te fırlatılması öngörülen James Webb uzay teleskobunu, evrendeki daha uzak noktaların sırlarını keşfetmek üzere sabırsızlıkla bekliyorlar.

Kaynak:arXiv(26 Ocak 2011)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 01:41
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
30 Ocak 2011       Mesaj #55
Avatarı yok
Yasaklı
Antarktika’da Balon Deneyleri
Kozmik ışınların Yer’e etkisini araştırmak üzere NASA ve Amerika Ulusal Bilim Kuruluşu (National Science Foundation - NSF) 20 Aralık’ta bir bilimsel balon fırlattı. Kozmik Işın Enerji Bilimi ve Kütlesi (Cosmic Ray Energetics And Mass - CREAM VI) adındaki deneyde kullanılan aynı adlı balon, Marylan Üniversitesi tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiştir.

CREAM VI’nın asıl amacı Samanyolu’nda meydana gelen çok uzak süpernova patlamalarından kaynaklanan yüksek enerjili kozmik ışın parçacıklarından Yer’e ulaşanları saptamak. Balon, bilimsel araştırmalar için Yer’den yaklaşık 38.5 km yükseklikte bulunmaktadır. CREAM VI’nın yanı sıra iki ufak balondan oluşan bir başka balonlu deney ise Işınım Kuşağı Rölativistik Elektron Kaybı için Balon Dizgesi (Balloon Array for Radiation-belt Relativistic Electron Losses - BARREL)’dir. Bu deneyin amacı ise uçlak ışıklarını üreten Van Allen ışınım kuşaklarının üst atmosfer ile nasıl ve nerede etkileşime girdiğini bulmak.

Yapılan deneme uçuşlarından sonra benzer bir balonlu uçuş da 2013 ve 2014 yıllarında gerçekleşmesi bekleniyor. Antarktika’daki balonlu deneyler arasında yer alan bir diğer araştırma ise Balonla Taşınan Açıklıklı Milimetrealtı Teleskop (Balloon Borne Aperture Submillimeter Telescope - BLAST)’tur. Bu deney ile gökadamızdaki manyetik alanın yıldız oluşumunu nasıl sekteye uğrattığı araştırılmaktadır. BLAST ile bir dizi yakın yıldız oluşum bölgesindeki tozun manyetik olarak uçlaşmış ilk yüksek çözünürlüklü görüntüleri şimdiden elde edildi.

Antarktika’nın yazı olan Aralık ve Şubat ayları arası, uzun dönemli bilimsel balon uçuşları için en elverişli zamandır. Bu aylarda kıtada Güneş batmadığı için balon sürekli Güneş ışığı almaktadır. Bu yüzden ısınan balon yükseklere çıkar ve bir süre sonra konumunu sürekli korur.

Kaynak:NASA
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 01:41
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
8 Nisan 2011       Mesaj #56
Avatarı yok
Yasaklı
Uzay Araştırmaları ve Avrupa Uzay Ajansı (ESA)
Uzay araştırmalarına oldukça iddialı başlayan ve görece daha genç bir organizasyon olan ESA, çokuluslu yapılanmasıyla da farklı bir ekolü temsil ediyor.

İnsanoğlunun uzay serüveni, Sovyetler Birliği’nin, 4 Ekim 1957’de Dünya’nın ilk yapay uydusu Sputnik-1’i uzaya göndermesiyle başladı. Sputnik-1, Dünya’dan 224 km yukarıda bazı bilimsel deneyler yapmak için fırlatılmıştı.

Sputnik-1’in ardından, uzaya ilk insanlı uçuşu yine Sovyetler gerçekleştirdi. 1961 yılında Yuri Gagarin, Vostok-1 adlı kapsül ile, Dünya’nın etrafını 1 kez dolandı. Sovyetler’in bu önemli başarıları karşısında ABD, o zamanlar daha yeni filizlenen uzay yarışında öncülük şansını yitirmişti. Ancak, 20 Haziran 1969’da Apollo-11 uçuşu ile ABD, Ay’a ilk kez insan indirmeyi başararak tarihe geçecek ve uzay araştırmaları alanında önemli adımların neredeyse tek odağı haline gelecekti.

İnsanoğlunun yaşadığı Dünya’ya "tepeden" bakmaya başladığı o tarihlerden bu yana, uzay araştırmaları ve uzaydan araştırmalar çok hızlı bir gelişim gösterdi; uzay teknolojilerinde ardı ardına devrimler yaşandı. Bir zamanlar yalnızca bilimsel merakın bir ürünü gibi görünen bu çalışmalar, bugün günlük yaşamın vazgeçilmez ögeleri haline geldi. Belki daha da önemlisi, felsefi görüşümüzü kökünden etkiledi. Artık evreni, her türlü etnik ve dinsel şovenizmden uzak, bir "dünya vatandaşı" duyarlılığıyla algılamaya başladık. Carl Sagan’ın deyişiyle "Merkezi ve kuruluş amacı biz olmayıp, enginlikte ve sonsuzlukta kaybolmuş minnacık; yüzlerce milyar galaksi ve milyarlarca trilyon yıldızla bezenmiş bir kozmik okyanusta dönüp dolaşan bir Dünya" üzerinde yaşadığımızı farkettik. İnsanoğlunun gözünü gökyüzüne çevirmesiyle başlayan bu süreç, uzayın kendisi gibi sonu olmayan bir serüvene benziyor. Uzay araştırmalarında kullanılan ve gün geçtikçe daha da güçlenen teknik donanım ve artan bilgi birikimi de bu serüvende insanoğlunun en büyük yardımcısı. Gelecek yüzyılın araştırmacıları hiç kuşku yok ki, uzay araştırmaları üzerine yoğunlaşacaklar. Bu araştırmaların temelini oluşturan, disiplinlerarası yatay çalışmalar, projeler, çalışma ve düşünce sistemleri de bu doğrultuda gelişecek.

Bilimin tüm disiplinlerinin bir arada bulunmasını gerektiren uzay araştırmaları büyük organizasyonlarla yürütülüyor. Bunlar arasında en önemlisi hiç kuşkusuz Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi-NASA. Önemli adımlara imza atmayı ve bunu iyi bir reklamla dünyaya duyurmayı hep başarmış olan NASA, uzay serüvenlerinin "Baş Oyuncu"su! Sovyetler ise, her ne kadar uzay çalışmalarının başını çekmiş ve uzay yarışında adı ABD ile birlikte anılmış olsa da bugün bu alanda öncü rolü oynamaktan biraz uzak görünüyor.

Günümüzde uzay araştırmaları bu iki ülkeyle sınırlı değil artık. Japonya, Kanada gibi gelişmiş ülkelerin bireysel çalışmalarının yanı sıra, adını son yıllarda sıkça duymaya başladığımız bir başka büyük organizasyon daha var: ESA. Uzay araştırmalarına oldukça iddialı başlayan ve görece daha genç bir organizasyon olan ESA, çokuluslu yapılanmasıyla da farklı bir ekolü temsil ediyor.

Kısa adı ESA (European Space Agency) olan Avrupa Uzay Ajansı, 14’ü kıta Avrupa ülkesi (Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya ve Norveç) biri de kısmi işbirliği (Kanada) olmak üzere 15 ülkenin hükümetler düzeyinde üyesi olduğu bir Avrupa kuruluşu. ESA, Avrupa’da bulunan iki eski Avrupa Uzay Organizasyonu, ESRO (European Space Research Organization) ile ELDO’nun (European Organization for the Development and Construction of Space Vehicle Launchers) birleşmesiyle 1975 yılında kurulmuş bir organizasyon. Çekirdeğini oluşturan bu iki kuruluşun yükümlülüklerini ve haklarını elinde tutan ESA, temel olarak, uzay bilimleri (gezegenler, uzay boşluğu, Güneş, ısı, enerji, göktaşları, yıldız sistemleri, uzay fiziği, astronomi vb.), yeryüzü gözlemleri (enerji, su, maden ve mineral kaynaklarının araştırılması), telekomünikasyon (uydu haberleşmesi, GPS), uzay taşıyıcıları (uydu fırlatma sistemleri, araştırma uyduları), mikroçekim ve uluslararası uzay istasyonu gibi alanlarda çalışmalarını sürdürüyor.

Merkezi Paris’te bulunan ajansın başkanı aynı zamanda onun yasal temsilcisi. ESA, üye ülkelerin başkanlarından oluşan bir konsey tarafından yönetiliyor ve tüm kararlar bu konseyce alınıyor. Her yıl toplanan konseyin alacağı kararlar gelecek çalışmalara ilişkin idari ve politik amaçları temel alıyor. Bu yıl konseyin en önemli gündem maddesini ESA’nın en son geliştirdiği Ariane 5 roketi oluşturmuş! Bu roket, talihsizlik sonucu ortaya çıkan basit bir hata nedeniyle düşmüştü. Hata ise; bir önceki model olan Ariane-4 roketlerinin yön değiştirme sistemlerini düzenleyen bilgisayar programlarının, yeni modele göre yeniden düzenlenmeden, tüm parametreleriyle Ariane-5’te aynen kullanılması. Sistemi Ariane-4’ten tümüyle farklı olan Ariane-5’te eski programın kullanılması gibi bir hata da ESA’ya, roketin taşıdığı ve başka bir kopyası bulunmayan Cluster uydusunun kaybına, yani 15 yıllık çalışmanın heba olmasına ve trilyonlarca TL değerinde bir maddi kayba mal oldu. Ancak ESA yönetiminin bu gibi durumlardaki tavrı, moral bozukluğu yaşamak yerine, vakit yitirmeden yeni bir atılım yaparak daha gelişmiş sistemler geliştirmek ve daha iyi bir başarı ile hatayı telafi etmek.

ESA’nın yönetimini elinde bulunduran hükümetler düzeyindeki bu konsey, elbette bilim adamlarından bağımsız değil. Konsey’in, tamamı bilim adamlarından oluşan alt komisyonları var ve alınan tüm kararlar bu komisyonlara iletilerek değerlendiriliyor. Bu komisyonlarda şekillenen projeler genel merkeze iletiliyor. Böylece, başta politik ve idari olarak başlayan süreç, sonunda bilimsel ve teknolojik projelere dönüşüyor. Sözkonusu projelerin hayata geçirilmesi ise çalışma alanlarına göre dağılmış, ESA’ya bağlı çeşitli merkezlerdeki kuruluşlarda gerçekleşiyor. Örneğin, teknolojik bir çalışma ise Hollanda’da bulunan ESTEC’e; bilimsel bir çalışma ise; İtalya’da bulunan ve asıl olarak, uydular aracılığıyla elde edilen verilerin bilimsel araştırma amaçlı kullanılması çalışmalarının yürütüldüğü ESRIN’e aktarılıyor. ESA’ya bağlı böyle üç ana kuruluş var:
• ESTEC (The European Space Research and Technology Center-Avrupa Uzay Araştırmaları ve Teknoloji Merkezi) Noordwijk, Hollanda
• ESOC (The European Space Operations Centre-Avrupa Uzay Operasyonları Merkezi) Darmstadt, Almanya
• ESRIN (The European Scientific and Research Institute-Avrupa Uzay Araştırmaları Enstitüsü) Frascati, İtalya.

ESA bu merkezlerde, eğitimli bilim adamlarından oluşan yaklaşık 2000 araştırmacı ve teknisyeni barındırıyor. ESA ayrıca, amaç ve hedeflere yönelik olarak, üye olmayan öteki ülkelerle bilimsel ve teknololojik alanda ortak çalışmalar, teknoloji ve bilgi birikimi aktarımı, eğitim, proje gibi konularda ikili işbirliği anlaşmaları da yapıyor.

Dünya ve Uzay Kaşifleri: Uydular
ESA’nın temel hedefi üye ülkelerce; "uzay araştırmaları, uzay teknolojileri ve bunların uygulamalarında Avrupa ülkeleri arasında barışçıl amaçlarla bir işbirliği sağlamak" olarak ortaya konulmuş. Bu hedeflere yönelik olarak da ESA, Uzay Bilimleri, Yeryüzü Gözlemleri (Earth Observation), Telekomünikasyon, Uzay Nakil Sistemleri, İnsanlı Uzay Uçuşları ve Mikroçekim Bilimleri gibi disiplinlerde uzay teknolojilerini destekliyor.

Uzay bilimi tek bir disiplin değil; Güneş ve gezegen araştırmalarından astrofiziğe dek uzanan geniş çaplı ve birbiriyle sıkı ilişki içinde olması gereken disiplinleri kapsıyor. Uzayı ve evreni araştırırken yakın çevremizi, gezegenleri ve her şeyden önemlisi Dünya’yı farklı bir açıdan inceliyor. ESA da uzay araştırmalarının yanı sıra Dünya’ya ilişkin bilim programları üzerinde çalışıyor. Bu denli geniş çaplı bir alana yayılmış ESA projelerinin tümünü saymak, bu sayfaların kaldıramayacağı bir yükü oluşturur. Fakat yine de önemli birkaç örneği vermekte yarar var...

ESA’nın "bilim programı" kapsamında, 1968-1983 yılları arasında fırlatılmış ve şu an görevlerini tamamlamış 11, halen etkin durumda 5 bilimsel uydusu var. 1978’de NASA ile ortak fırlatılan IUE (International Ultraviolet Explorer) uydusu, 10 000 gökcismini inceledi. Avrupa’nın en çok bilinen uzay aracı Giotto özellikle Halley kuyrukluyıldızını karşılaması ile tanınır; Giotto şimdilerde Güneş çevresindeki uzun yörüngesinde kış uykusunda! Tek astronomi uydusu olan Hipparcos, 1989 yılında astrofizik çalışmaları için gökyüzündeki tüm yıldızların bir kataloğunu oluşturmak amacıyla fırlatılmıştı. Hipparcos, 120 000 yıldızın 2-4 miliark-saniye hassasiyetle ölçtüğü konum ve parallaksları hakkında epey veri topladı. Adını sıkça duyduğumuz, insanoğlunun uzaydaki gözü Hubble Uzay Teleskobu (Hubble Space Telescope) ESA’nın %15 ortaklıkla yürüttüğü bir proje. Buna göre Avrupa’lı araştırmacıların bu teleskopta %15 gözlem zamanı kullanma hakları var. Ancak pratikte, yürüttükleri çalışmaların önemi nedeniyle bu zamanın daha fazlasını kullanıyorlar. 1990’da fırlatılan Ulysses, Güneş kutbunun üzerinde, şimdiye dek keşfedilmemiş bölgelerdeki parçacıkları ve alanları gözlemek üzere ekliptik düzleme dik bir yörüngeye oturtuldu. ISO da (Infrared Space Observatory) şimdiye değin yapılmış olandan binlerce kat daha fazla hassasiyetle, kızılötesi ışınımları gözlemleyecek. Aralık 1995’te fırlatılan ve yeni keşiflerini yakınlarda Dünya’ya ulaştıran SOHO (Solar Heliospheric Observatory), Güneş’in gizlerini aralamaya devam ediyor. Elektromanyetik spektrumun X, Gama ve kızılötesi bölgelerinde gözlemlerini sürdüren XMM (X-Ray Multi-Mirror), INTEGRAL (International Gamma-Ray Laboratory) ve FIRST (Far Infrared and Submillimetre Telescope) projeleri evreni bu dalgaboylarında gözleyecek. Bunların dışındaki ARTEMIS (Advanced Relay Technology Mission) ve DRS (Data Relay Satellite) uyduları ise iletişim amaçlı uydu projeleri. ESA tarafından geliştirilen ve ilki 1979 yılında fırlatılan Ariane roketleri ise 90 uçuşta 130’un üzerinde uyduyu Dünya yörüngesine yerleştirdi (Bunlardan biri de Türkiye’ye ait haberleşme uydusu TÜRKSAT). ESA’nın, her biri önemli bilimsel amaçları olan bu uyduları, uzay araştırmalarına ve dolayısıyla dünya bilimine katkılarını simgeliyor. Çünkü bu çalışmaların ürünleri, tüm dünya ülkelerinin araştırmacılarına veri olarak yansıyor.

Dünya’nın Uzaydan Gözlenmesi
Uzaydan Dünya’yı gözlemlemek, şimdiye değin, geniş bir uygulama alanına sahip verileriyle Dünya ve çevresinin düzenli bir görüntüsünü sağlayarak, bilimsel, sosyal, ekonomik ve politik düzeydeki önemini kanıtladı.

Peki neden uzaydan gözlem? Üzerinde yaşadığımız gezegen kırılgan bir ekosisteme ve sınırlı kaynaklara sahip. Dünya’nın çevresi ve iklimi yalnızca atmosfer, okyanuslar, buzul bölgeleri ve karalardan etkilenmez; insanın da bunda payı vardır. Yerküredeki yaşantımızın sürmesi de, kaynakların iyi kullanımına ve ekosistemimizin karmaşık yapısını anlamaya dayanıyor. Günümüzün, sera etkisi, ozon deliği gibi önemli sorunları da global bir araştırma disiplini ve çözüm üretimini gerektiriyor. Böylece bu tür sorunların çözümünde karşımıza çıkacak soruların yanıtlarını uzaydan aramak daha yararlı hale geliyor. Çünkü canlı bir sistem olan Dünya’nın daha iyi anlaşılmasını sağlayacak sağlıklı ölçümler, yalnızca uydular yardımıyla elde edilebiliyor. Uzaktan kumanda edilebilen bu uydularla, Dünya’nın karasal kütlesini, okyanusları, buzulları ve atmosferi uzaydan gözlemek çok daha kolay hale geliyor ve sağlıklı ölçümler yapılabiliyor.

Dünya’yı uzaydan gözlemek için yine, yerbilimleri, temel bilimler, uygulamalı bilimler, atmosfer bilimleri ve deniz bilimlerinin içinde olduğu karmaşık bir disiplinler ağına gereksinim var ESA bu konudaki çalışmalarını, ilki 1977’de fırlatılan Meteosat uyduları ile başlattı. Meteosat’ın elde ettiği görüntüleri hava durumu programlarından biliyoruz. Fakat Meteosat, bu programlarda gördüğümüz gibi bölgesel değil, çok daha geniş alanlardan veri topluyor. Bu veriler de çoğunlukla bilimsel araştırmalarda ve hava tahmini raporlarında kullanılıyor. Yine Yeryüzü gözlemlerinin diğer ayağını oluşturan yerbilimleri ve pratik uygulamaları için 1991’de ERS-1 (European Remote Sensing) ve 1995’de de ERS-2 uyduları yörüngeye yerleştirildi. Görece daha genç olan Metop ise özellikle kutup yörüngesinde dolaşarak meteorolojik veri sağlıyor. Yeni nesil yeryüzü gözlemi uydusu Envisat serisinin ilki ise 1999 yılında fırlatılacak. Bu uydu, ERS uydularının görevlerini daha kapsamlı olarak sürdürmenin yanı sıra, özellikle çevrebilim, atmosfer kimyası ve okyanus bilimleri alanında önemli veriler sağlayacak.

Tüm bu uyduların verilerine Avrupalı kullanıcıların ulaşabilmesi için ESA, 1977 yılında Earthnet adlı bir programı devreye soktu. Earthnet ile, ERS uydularının verileri toplanıyor, yeniden işleniyor, arşivleniyor ve kataloglanıyor; bu da tüm dünya araştırmacılarına derli toplu hazır bir bilgi birikimi sağlıyor. Türkiye’nin de içinde olduğu birçok ülke, bu uyduların verileri ile kendi ülkelerinin jeolojik, coğrafi vb. özelliklerini araştırabiliyor.

İnsanlı Uzay ve Mikroçekim
İnsanoğlu yüzyıllar boyunca uzayda yolculuğu düşledi. Bu düş, 1950’li yıllara kadar ancak bilimkurgu romanlarında kendine yer bulabildi. Fakat son 40 yıllık dönemde yaşanan gelişmeler bu düşlemi (fantezi) gerçeğe dönüştürdü. Henüz yıldızlararası yolculuk düş olsa da, artık Ay’a insan gönderildi ve Mars’a ulaşmak bilimkurgu romanlarından bilimsel kitaplara terfi etti. Daha da önemlisi artık bilimsel deneyler ve laboratuvarlar uzaya taşındı. Son yıllarda bu konuda atılan en önemli adımlar kuşkusuz uluslararası uzay istasyonu ve uzay laboratuvarı projeleri...

İnsanoğlunun en büyük projelerinden olan Uluslararası Uzay İstasyonu için ilk hazırlıklar bazı Avrupa ülkelerinde 1985’ten sonra başladı. 1988 yılında hükümetlerarası bir anlaşmaya ABD ve Japonya da imza attı ve Avrupalı hükümetler de ortaklaşa ESA çatısı altında birleşmeyi kararlaştırdılar. 1993 yılında Rusya’nın da katılımıyla projenin yürürlüğe konulma süreci başlatılmış oldu.

Ekim 1995’te Fransa’da, ESA’ya üye ülkelerin toplantısında alınan kararlar üzerine, Avrupa bu çalışmadaki yerini almış oldu. Uluslararası Uzay İstasyonu’nda Avrupalılar’ın; COF (Columbus Orbital Facility) adı verilen ve uzay istasyonunun merkezine bağlanacak basınçlı bir laboratuvar kurma ve Ariane 5 ile fırlatılarak hem lojistik servis verip hem de istasyonu tekrar hızlandıracak ATV’yi (Automated Transfer Vehicle) yapma gibi iki temel katkısı olacak...

Yörüngede düşük çekimli bir ortam, mükemmele yakın bir uzay boşluğu, Dünya’yı ve evreni gözlemek için uygun bir konum Uluslararası Uzay İstasyonu için fiziksel avantajlar. İstasyonun doğru yere yerleştirilmesi mikroçekimin sağlanması demek Mikroçekim, istasyonun konumu için gereken en ilginç özellik. Mikroçekimli ortam, çekim kuvvetlerinin etkisinin en az hissedildiği yer olarak düşünülebilir: Kütleçekimi, evrenin temel kuvvetlerinden birisidir ve yeryüzünde veya bir gök cismi üzerinde dururken bize ağırlık hissi verir. Fakat, serbest düşme durumunda, Dünya etrafında dolanan uzay araçlarında gerçek mikroçekim adı verilen yapay ağırlıksız durum oluşturulur. Burada önemli olan Dünya’dan 300 km kadar yüksekteki araca etki eden çekim kuvvetiyle merkezkaç kuvvetin birbirini dengelemesidir.

Yerçekimi, konveksiyon, çökelme ve ağırlıktan kaynaklanan basınç gibi etkilerle kendini gösterir; biyolojik, kimsayal ve fiziksel birçok olguyu etkiler ve öteki etki ya da kuvvetlerin çoğuna baskın gelir. Uzay istasyonunda oluşturulacak olan mikroçekim ortam sayesinde, yerçekiminin etkilerinin perdesi kalkacak ve böylece günyüzüne çıkacak olan ikincil kuvvetlerin etkilerinin deneysel olarak çalışılması olanaklı hale gelecek. Bu koşullar altında, uzay istasyonunda, Dünya’da üretimi zor olan ürünlerin, karmaşık protein yapılarının ve kompozit malzemelerin üretimi için yeni perspektiflerin sağlanacağı umuluyor. Yerçekiminin tüm yaşam biçimlerine olan etkisi bu şekilde ele alındığında temel biyolojik mekanizmaların ve işlemlerin kuramlarında yeni sürprizler kaçınılmaz oluyor.

Şimdiye değin, mikroçekim koşullarında gerçekleştirilen deneylerde, gelişmiş kimyasal özellikli kristaller ve mükemmel yapılar elde edildi. Bundan sonrası için ise, önemli biyolojik maddelerin yapıtaşını oluşturan bazı protein kristallerinin X-ışını kırınımı yöntemiyle analizinin yeni ilaç araştırmalarında önemli rol oynayacağı bekleniyor. Aynı şekilde, hücre biyolojisinde de önemli bulgular ortaya çıkıyor. Örneğin ESA’nın Biorack uçuşunun sonuçlarına göre, bazı biyolojik hücreler ve tek hücreli organizmalar, mikroçekim ortamında, Dünya’da olduğundan farklı gözleniyorlar. Bu da evrimin, hücre düzeyinde nasıl işlediğini anlamamıza yardımcı olabilir; çünkü Dünya’da tüm yaşam biçimleri yerçekiminin varlığında evrimlerini tamamladı.

İnsan fizyolojisi üzerine yapılan uzay deneyleri, insan kalp/kan ve dolaşım sistemlerindeki faaliyetle ilgili yeni ve önemli görüşlere yol açtı. Bu sonuçlar da, astronotların ağırlıksız ortama nasıl uyum sağladıklarını anlamamızı kolaylaştırıryor. Bütün bu araştırmalar sonunda; İnsan vücudundaki su ve kan gibi sıvıların, yeni tanımlanan bir hormon tarafından kontrol edildiğinin keşfi; ortakulakta bulunan insan denge sisteminin konveksiyon tarafından belirlendiğinin keşfi ve daha önceden kuramsal olarak öngörülen, kristallerin büyütülmesi işlemi için düşük çekimli ortam gerekliliğinin kanıtlanması gibi önemli bilgiler elde edildi.

Malzeme bilimleri ve doğa bilimlerinde, mikroçekim koşullarında yapılan uzay araştırmaları daha emekleme döneminde olmakla birlikte elde edilen sonuçlar oldukça umut verici.

Uzay istasyonunda, mikroçekim dışında vakum, aşırı sıcak ve aşırı soğuk gibi koşullar da sözkonusu. Bu koşulların etkileri üzerine çalışmak da bilimsel araştırmaların yanı sıra mühendislik gibi uygulamaya dayalı alanları içine alıyor. Tüm bu çalışmalar da astronomi, astrofizik, ışınım fiziği, manyetosfer fiziği gibi birçok disiplini biraraya getiriyor.

Uluslararası uzay istasyonu aynı zamanda yeni teknolojiler için de bir test alanı, Dünya ve gökcisimlerinin gözlemi için bir platform ve uzaydaki bir bilimsel araştırma enstitüsü olacak. İstasyon ilk aşamada 3, tamamlandıktan sonra 6 astronotu barındıracak. İstasyonun ayrıca bilimsel ve teknik malzeme yüklerinin bulunacağı doğrudan uzaya açılan dış bağlantı elemanları da olacak. 108 m uzunluğunda ve 74 m genişliğindeki istasyonun kütlesi ise 400 ton. 335 ile 460 km arasında bir yüksekliğe yerleştirilecek olan istasyon, saatte 29 000 km hızla, Dünya’nın çevresini 90 dakikadan daha az bir sürede dolanacak. Yörüngesinde sinüs eğrisi şeklinde bir yol izlerken Dünya’nın %85’e yakın bir kısmı da gözlenebilecek. COF’un dışında istasyona araştırma amaçlı Japon ve Amerikan modülleri ile 3 adet Rus modülü yerleştirilecek. Amerika’nın laboratuvarlarının bulunduğu modül 1998’de diğerleri ise 2002’de istasyonun tamamlanmasına kadar olan süreçte yörüngeye yerleştirilecek ve tüm bu laboratuvarlar arasında bir bilgi alışverişi sağlanacak.

Uzayı deney amaçlı kullanmanın en önemli araçlarından biri de uzay laboratuvarları. ESA ilk uzay laboratuvarı çalışmalarına, Amerika’nın, 1970’lerin başında, mekiğin kargo kısmına yerleştirilebilecek bir laboratuvar yapmaları halinde Amerikan Uzay Mekiği programında yer almalarını teklif etmesiyle başlamış oldu. Amerika’ya ilk uzay laboratuvarı 1980 yılında teslim edildi ve ESA astronotunun yeraldığı ilk görev de 1983 Kasımında gerçekleştirildi. Biorack (hücre biyolojisi), Anthrorack (insan fizyolojisi), Glovebox (deney hazırlama), gelişmiş akışkan fiziği modülü (akışkan bilimi), gelişmiş protein kristalleşme aracı (protein kristal büyütme) halihazırda kurulu olan uzay laboratuvarlarından bazıları.

Uzay laboratuvarı programının ESA için diğer önemi, Avrupa’lı araştırmacıları uzaya taşıması ve kendi astronot ekibini kurarak uzay araçları için gerekli deneyimi kazanması. Uzay laboratuvarları ve Mir’de görev alan ESA astronotları, şimdi Uluslararası Uzay İstasyonu’na hazırlanıyorlar. Geleceğin insanlı uzay serüvenleri de, tıpkı Uluslararası Uzay İstasyonu ve uzay laboratuvarı projelerinde olduğu gibi, tüm ulusların yakın işbirliği çerçevesinde düşünülebilir.

Ve Türkiye...
Uzay serüvenine katılmak, hem akademik hem de ulusal düzeyde en büyük idealimiz; bu amaçla Türkiye, son yıllarda bu konuda birtakım organizasyonlarla işbirliği çerçevesinde önemli projelere dahil olmayı hedefliyor. Türkiye’de uzay ile ilgili çalışmalar, TÜBİTAK başkanlığına bağlı bir konsey tarafından koordine ediliyor. Bu çalışmaları yapan kuruluşlara örnek olarak, TÜBİTAK-MAM (Marmara Araştırma Merkezi), ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi, Ankara Üniversitesi, 9 Eylül Üniversitesi ve İstanbul üniversitesi ile DİE, MTA, PTT, Devlet Meteoroloji Enstitüsü gibi uygulamaya yönelik devlet kurumları gösterilebilir. Uzay araştırmaları ile onların ürünü olan bilimsel sonuçları ve çalışmaları yurtdışındaki büyük organizasyonlardan sağlayan Türkiye’nin kendi uyduları da bulunuyor.

ESA, Türkiye’nin uzaya açılmasında ve uzay çalışmalarına katılmasında önemli bir kapı olabilir. ESA ve Türkiye bu konuda görüşmelere devam ediyor. Buna paralel olarak da, TÜBİTAK’ın koordinatörlüğünde bir "Yer Gözlem İstasyonu" programa konulmuş durumda... Türkiye’nin, bu girişimleri sonucunda; uluslararası uzay gözlemleri projelerine ortak olarak katılmak, telekomünikasyon alanında yer istasyonu ve uydularını işletmek, meteorolojik gözlemler yapan uluslararası uydu kuruluşlarına ortak üye olarak katkıda bulunmak gibi hedefleri bulunuyor. Ülkemizin gelecek kuşaklarının çalışmaları için önemli bir atılım olacak olan bir "Türkiye Uzay Ajansı" veya eşdeğer bir kurumun yakın zamanda yapılanmasını tamamlaması en büyük dileğimiz.

Tüm bu projeler bir yana, bireysel çabalar da şimdilik mümkün görünüyor. Ülkemizde yeterli potansiyele sahip çok sayıda akademisyen-araştırmacı var. Bu araştırmacıların ve üniversitede yüksek lisans veya doktora düzeyindeki öğrencilerin çalışmaları için de ESA önemli avantajlara sahip bir kuruluş. Üstelik bireysel çalışma projeleri ile başvuru için önemli bir engel bulunmuyor.

Her şeyden önemlisi de, astronot olmak, uzay teknolojileriyle ilgilenmek gibi, "uzay"a ilişkin idealleri olan daha genç kuşakların da bu ideallerini gerçekleştirmeleri bu tür organizasyonlarla mümkün olabilir. Astronot olmak için yalnızca Avrupa ya da Amerikan vatandaşı olmak gerekmiyor, dolayısıyla, ESA, NASA ve benzeri organizasyonlar sayesinde, mesleğimizi ‘uzay’a yönelik seçme şansı giderek artacak...

Kaynak:Bilim org
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 01:42
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
11 Nisan 2011       Mesaj #57
Avatarı yok
Yasaklı
Doğu Anadolu Gözlem Evi Kuruluyor
Ülkemizde bulunan üniversitelere bağlı gözlemevleri ve Antalya’daki TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi’ne bir gözlemevi daha ekleniyor. Erzurum’da yapılması planlanan gözlemevi geçtiğimiz Ocak ayı içinde onay aldı. Gözlemevi Erzurum’da Palandöken’e komşu 3170 metrelik yüksekliğe sahip Karakaya Tepeleri’nde kurulacak. Gözlemevinde kızılötesi alanda gözlem yapacak teleskoplar çalışacak. Gözlemevi’yle ilgili merak edilen sorular ve yanıtları:

Proje çok büyük. Neden daha önce duyurmadınız?
Evet proje büyük ancak 2008′de başvurulduğunda üniversite projesi olarak DPT’ye sunuldu. Projenin 2010 başvurusunda ise DPT, Türkiye’nin Doğusunu kapsayacak şekilde projenin içeriğinin genişletilmesini ve tüm astronomların kullanımına sunulabilecek bir gözlemevi amaçlanmasını istedi. Tüm bu süreçte ve resmi gazetede yayınlanana kadar, ne rektörlük, ne de DPT projenin duyurulmasını, ikili görüşmeler yapılmasını bile istemedi. 13 Ocak 2011′de proje etüt projestatüsünde kabul edildikten ve resmi gazetede yayınlandıktan sonra, 7-13 Şubat 2011 tarihlerinde proje destekçi üniversiteler dışındaki tüm ilgili birimlerle bilgilendirme görüşmeleri yapılarak proje tanıtıldı.

DAG için yetişmiş eleman gereksinimini nasıl karşılanacaktır?
TUG’da yeni başlatılan “Eleman Yetiştirme Projesi”ne benzer bir çalışma, projenin ilerleyen aşamalarında başlatılarak DPT’den destek alınabilecektir. Bu, DPT’nin bu tür projelere vermeyi düşündüğü desteklerin başında gelmektedir.

Proje TUG’a alternatif mi?
Hayır. Yerleşkenin özelliklerinden dolayı proje “IR astronomisine” yöneliktir. TUG’un yerine değil, TUG’un yanında, radyo astronomide olduğu gibi, Türkiye’de yeni bir ufuk açıp uluslararası çalışmaları bu dalgaboyu ile yakalamak hedeflenmektedir.

Yüksek olan yıllık giderleri nasıl karşılamayı düşünüyorsunuz?
Öncelikle kurulması düşünülen gözlemevi uzaktan ve yarı robotik yönetilecektir. Altyapı için neredeyse hiçbirşey harcanmayacaktır. Geri kalan giderler ise Üniversitenin karşılayabileceği düzeydedir.

DAG’ın sürdürülebilirliğini nasıl sağlamayı düşünüyorsunuz?

Atatürk Üniversitesi, Fizik Bölümünde, “Astrofizik ABD” açılmıştır. Bunun yanında, doğrudan rektörlüğe bağlı çalışacak bir araştırma merkezininaçılması düşünülmektedir. Böylece bütçesi de doğrudan rektörlükten sağlanacaktır. İleri bir seçenek olarak da “astronomi bölümü” kurulması düşünülmektedir.

Gözlem zamanı paylaşımını nasıl yapmayı düşünüyorsunuz?
Bu paylaşım “proje temelli” olacaktır. Proje başvurusu yapıldıktan sonra konusuna göre, ulusal ya da uluslararası hakemler otomatik seçilecek ve elektronik ortamda erişim sağlanacaktır. En az üç hakemden alacağı en iyi iki puanın ortalamasına göre projeler sıralanacaktır. En üsten başlanarak projelere zaman tahsisi yapılacaktır.

Proje konusunda fikirlerimizi nasıl ileteceğiz, paylaşacağız?
2011 Mart sonu, Nisan başında, Erzurum’da üç günlük bir çalıştay düzenleyeceğiz ve kapanışında oluşturulacak sonuç bildirgesi ile Mayıs 2011′deki DPT başvurusunu yenileyeceğiz. Böylece de tüm astronomların, astrofizikçilerin katkısından oluşacak bir çalışma başlatılmış olacak.

Çalıştayın biçimi nasıl olacak?
Çalıştaya tüm bölüm, birim ve gözlemevlerinden ikişer temsilci davet edilecektir. Zamanın az olmasından dolayı Cuma-Pazar günlerini kapsaması düşünülmektedir. Çalıştay, üç ana bölümden oluşacak: İdari, Bilimsel ve Teknik. İstenirse kısa sunum/konuşma yapılabileceği gibi çalıştay, temel konularda soru-yanıt ve tartışma biçiminde düzenlenecektir.

Çalıştaya Türkiye dışından katılım olacak mı?
Bu konuda iki noktadan destek bulunmaya çalışılmaktadır: 1) AFAR toplantısına katılınarak, oradaki IR astronomisinde ve büyük gözlemevlerinde konularının uzmanlarıyla yüzyüze görüşmeler yapılıp, çalıştaya davet edileceklerdir. 2) Yurtdışındaki Türk astronomların kuracağı temaslar doğrultusunda yine konularının uzmanları davet edilecektir.

Bilimsel Hangi IR dalgaboylarına ulaşmayı düşünüyorsunuz?

Bilinen IR bantları içinden yerleşkenin izin verdiği bantlar (örneğin K ve sonrası) ana hedefimiz.

Bilimsel hedefleriniz var mı?
Temelde iki seçeneğimiz var: 1) ya teleskop, ayna kaplaması ve odak düzlemi araçlarını tek konuya bağlı çalıştıracağız, 2) ya da kaplamayı olabildiğince genel tutup IR astronomisinde her türlü takip ve tarama çalışmalarına ağırlık verilecek.

Peki Türk astronom ve astrofizikçiler olarak ne yapabiliriz?
Öncelikle, çalışma konularımız arasına IR astronomisini koymalıyız. Yapageldiğimiz çalışmaların dalgaboyunu genişletip karacisim eğrisini tamamlayarak bilimsel olarak daha geniş bir pencereden bakabiliriz. İleriye dönük olarak da öğrencilerimize IR astronomisinin önemini ve içeriğini anlatmaya, yeni dersler açmaya, tez konuları vermeye ve teknik açıdan gerekli algılayıcıları ders içeriklerine koymaya başlayabiliriz.

Teknik Meteoroloji verisi neden Palandöken’den alındı?
Bölgede aynı yükseklikte iki tepe var: Palandöken ve Karakaya Tepeleri. 2007′den beri Palandöken’den meteoroloji gözlemleri yapılmaktadır. Yerleşke olarak düşünülen “Karakaya Tepelerine” ise altyapı Ocak 2011′de çıkmıştır. Nisan-Mayıs 2011 gibi asıl yerleşkeden meteoroloji gözlemlerine başlanacaktır.

Yerleşkenin fotometrik (IR ve V) arkaışıması ölçülecek mi?
Yerleşkeye altyapı yeni çıkarıldığı için bu çalışma da 2011 içinde başlatılması planlanmaktadır.

Yerleşkede yapılan ve yapılacak astronomik çalışmalar nelerdir?
Palandöken’de 2010 yılında görüş (DIMM) gözlemleri başlatılmıştır. 2011 yılında da Karakaya tepelerinde görüş gözlemlerine başlanacaktır.

Çap için hangi sınıf düşünülüyor?
IR astronomisinde kullanılan teleskoplar örnek alındığında başlangıç sınıfımız 3+ olmakta. Ancak, ayna ve mekanik konularındaki gelişmeler 4+ sınıfının da düşünülebilir olduğunu göstermektedir. Ancak son karar, bilimsel hedefleri bütçeye ne kadar uydurabildiğimize göre verilecektir.

Nasıl bir kurgu düşünülüyor?
Bu çaptaki teleskoplar için olası tek bir kurgu var. O da ‘Alt-Az’.

Bu kurgu ile odak düzlemi nasıl olacak?
Alt-Az için en ideal odak sol ve sağa ayrılmış Natsymth odak olmaktadır. Bu sınıftaki teleskoplarda ayrıca “Birincil Odak” ve “Cassegrain Odak”lar da kullanılagelmektedir.

IR teleskop deniyor. Görünür bölge gözlenemeyecek mi?

IR yansıtıcılığı düşünüldüğünde görünür bölgenin tümünü ve IR’yi kapsayacak bir kaplama yok. Bu yüzden görünür bölgenin mavi tarafından kayıp olacak. Temel kaplama malzemesine göre (Au, Ag, Al) yaklaşık 400nm’den sonrasında her iki bölgede gözlem yapılabilecektir.

Kaynak : Astonomi Diyarı (Doğu Anadolu Gözlemevi)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 01:43
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
15 Nisan 2011       Mesaj #58
Avatarı yok
Yasaklı
Astronomi Tarihine Giriş
İlk insanlar sadece gece ile gündüzün birbirini takip etmesinden “Gün” kavramını ,sabit gök cisimlerinden “Zamanı”,Ay’ın evrelerinden “Takvimi” bulmuşlardır.İnsanlığın gök cisimlerini Geosentrik(Yer Merkezli Evren Modeli) olarak incelemeleri yüzyıllar sürmüştür.Güneş’in,Ay’ın ve Yıldız’ların görünen bağıl konumlarını,hareketlerini ve parlaklıklarını zaman astronomisine bağlı olarak incelemeleri uzun zaman almıştır.Ancak gerçek bir araştırma 16.yy da gerçekleşebilmiştir.Bu yy da Copernic’in Helyosentrik (Güneş Merkezli Evren Modeli) Sistemi keşfetmesi,dürbünün icadı, Kepler Yasaları ve Newton’un çekim kanununun ard arda gelmesi astronominin hızla gelişmesine sebep olmuştur.

Böylece gök cisimlerinin evren içindeki gerçek konumları ve parlaklıkları belirlenmeye başlanmıştır.Newton’un çekim kanununun ardından ışığın renklere ayrılmasının bulunmasının Fraunhofer’ın Spektroskobu keşfetmesi Lagrange’nin ve Laplace’ın Gök Mekaniği ile ilgili çalışmaları astronominin matematik ve fizik ile iç içe gelişmesini sağlamıştır.Böylece kuramsal çalışmalar başlamıştır.20.yy’ın başında atomun yapısı ile ilgili çalışmalar Blanck’ın Kuantum Teorisi,Einstein’nın Rölativite Teorileri fizikte olduğu gibi Astronomi de de sıçramalara sebep olmuş,modern astronomi ile birlikte kozmolojik kavramlarda ortaya çıkmıştır.

1932 yılında Radyo Astronomi ‘nin ortaya çıkması ve 2.Dünya savaşı sırasında radyo tekniğinin gelişmesi uzundalga boyu bölgelerde ışınım gönderen yeni radyo kaynaklarının keşfine yol açmıştır.Radyo teleskoplarla yapılan gözlemler galaksimizin spiral yapısını ortaya koymuştur.Radyo astronomi tekniğinin hızla gelişmesi ekstragalaktik radyo kaynaklarının ve yüksek enerjili bazı gök cisimlerinin keşfini sağlamıştır.

1950′li yılların sonunda uzay aracı ya da yapay uydu çalışmalarına başlanması astronomide yeni,uzay teknolojisi alanını açmıştır.Uzay araçlarının fırlatılması ve yörüngeye oturtulması sonucunda atmosfer dışı gözlem olanakları ortaya çıkmıştır.Böylece gök cisimlerinin özellikle kısa dalga boylarında ve yüksek enerjili gök cisimlerinin gözlenmesi astrofiziğin gelişmesini sağlamıştır.İlk önce insansız daha sonra insanlı uçuşların yapılması ile 1969 yılında gönderilen Apollo 11 aracındaki 3 astronottan 2 si Ay’a inmiştir.1970 yılından sonra bu çalışmalar hızlanmıştır.Daha sonra Venüs ve Mars’a uzay araçları gönderilmiş bu gezegenler hakkında önemli bilgiler elde edilmiştir.Daha sonra Jüpiter den başlamak kaydı ile gezegenlerin fotoğraflarını çekecek ve dünya ya bilgi gönderecek uzay araçları gönderilmiştir.

Kaynak:Uzaybilimleri
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 01:44
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
2 Mayıs 2011       Mesaj #59
Avatarı yok
Yasaklı
Uzay'ın En Son Sınırı
“Uzay yarışı 1960`larda bilim konusunda bir merak uyandırmış ve büyük teknolojik gelişmelere yol açmıştı. Dünya dışı yaşamı keşfetmek için bu görevi tekrar üstlenmeliyiz” diyor astrofizikçi Stephen Hawking, “ve uzayın daha da derinliklerine insanlar göndermeliyiz.”

Neden Uzaya Gitmeliyiz?
Sadece bir kaç parça Ay taşı toplamak için bunca çaba ve paranın harcanmasındaki amaç nedir? Burada, Dünya`da daha önemli şeyler yok mu?1492 yılı öncesi Avrupa`da durumlar bir bakıma böyleydi. Columbus`un bir yabankazı avı için hayal bile edilemeyecek uzaklıklara gönderilmesinin tam bir para israfı olduğu insanlar arasında çokça tartışılmıştı. Ancak, Yeni Dünya`nın keşfi, eski olanının üzerinde önemli değişiklere neden oldu.Uzaya yayılmamızın etkileri bundan daha da büyük olacaktır; insan ırkının geleceğini tamamen değiştirecek ve belki de bir geleceğimiz olup olmayacağını belirleyecektir.Belki acil sorunlarımızın büyük çoğunluğunu çözmeyecektir, ama onlara bakış açımızı değiştirecek ve hem içeriden hem de dışarıdan bakabilmemizi sağlayacaktır. Biraz da şanslıysak bizi belli sorunlarımızla yüzleşme konusunda birleştirebilir.

Bu uzun vadeli bir strateji olmalıdır – ve uzun vade derken yüzlerce hatta binlerce yıldan bahsediyorum. 30 yıl içinde bir Ay üssüne sahip olabiliriz, 50 yıl içinde Mars`a ve hatta 200 yıl içinde dış gezegenlerin uydularına erişebiliriz.

Burada “erişmek”, insanlı uzay uçuşları anlamında. Daha şimdiden tekerlekli araçlarımızı kullandık ve Saturn`ün uydusu Titan üzerine araştırma araçlarımızı indirdik, ama biri insan ırkının geleceğini düşünüyorsa oraya bizzat kendimiz gitmeliyiz.Uzaya gitmek kesinlikle ucuz olmayacaktır, ama Dünya kaynaklarının sadece çok küçük bir kısmına ihtiyaç duyulacaktır. NASA`nın bütçesi Apollo inişlerinden bu yana yaklaşık olarak aynı kalmıştır, ancak 1970 ABD GSYİH`sının yüzde 0.3`ü oranındayken bugün yüzde 0.12 düzeyine düşmüştür.Uzaya insan göndermek üzere çok ciddi bir çaba içine girsek ve uluslararası düzeyde uzay çalışmalarına harcanan parayı 20 katına çıkarsak bile bu Dünya`nın GSH`ının sadece çok küçük bir kısmına denk gelecektir.

Bu paranın, belki de meyveleri alınamayacak yeni bir gezegen arayışına heba edilmesi yerine, Dünya üzerindeki iklim değişikliği ve kirlilik gibi sorunlara harcanmasının daha iyi olacağını savunanlar olacaktır. İklim değişimi ve küresel ısınmaya karşı savaşılmasının önemini inkar ediyor değilim ama hem bunu yapıp hem de Dünya GSH`ının yüzde birinin çeyreği kadarını uzay için harcayabiliriz. Geleceğimizin bu kadarlık değeri yok mu?60`lı yıllarda uzay için çok fazla gayret gerektiğini düşünüyorduk. 1962`de başkan Kennedy, on yıl içinde ABD`nin Ay`a bir insan göndereceği vaadinde bulundu. Bu hedefe Apollo 11 görevi ile 1969 yılında, vaadedilen zaman içerisinde ulaşıldı.

Uzay yarışı bilime karşı bir merak uyanmasına yardımcı oldu ve büyük teknolojik gelişmelere yol açtı, bunlardan biri de bugünkü bilgisayarların temelini oluşturan ilk büyük çaplı entegre devrelerdi.Buna karşın, 1972 yılındaki Ay inişi sonrası için planlanmış bir insanlı uzay uçuşu yoktu ve halkın uzaya karşı ilgisi eksildi. Bu durum batıda bilime olan hayranlığın azalmasıyla paralel gitti, her ne kadar önemli faydalar sağlamış olsa da, giderek toplumun daha fazla dikkatini çeken sosyal sorunlara bir çözüm olamamıştı.Yeni bir insanlı uzay uçuşu programı, insanların uzaya ve genel olarak bilime olan ilgisinin eski seviyeye yükselmesine çok yardımcı olacaktır.

Robotik görevler çok daha ucuza getirilebilir ve hatta daha fazla bilimsel veri de toplayabilirler ancak bunlar halkın hayal gücünü aynı şekilde tetikleyemezler ve uzun vadeli stratejimiz olması gerektiğini savunduğum, insan ırkının uzaya yayılmasını gerçekleştiremezler.2020 yılında bir Ay üssü ve 2025 yılında Mars`a ilk insanlı iniş gibi hedefler konulması yeni uzay programlarını ateşleyecek ve 1960`larda başkan Kennedy`nin Ay`ı hedef göstermesinde olduğu gibi bir azim ortaya çıkaracaktır.

Uzaya karşı ilgi duyulması genel olarak bilimin de halkın gözündeki değerini yükseltecektir. Bilim ve bilim adamlarının itibarının düşük olmasının sonuçları çok ciddi olabilir. Giderek daha fazla bilim ve teknoloji tarafından yönetilen bir toplumda yaşıyoruz, buna karşın giderek daha az genç insan bilimle ilgilenme yolunu seçiyor.

Önemli Sorulardan Biri Şu: Uzaya gitmek için gereken gayreti sarfedersek neyle karşılaşacağız? Orada bir yerde başka canlılar var mı, yoksa evrende yalnız mıyız?

Dünya üzerinde yaşamın kendiliğinden oluştuğuna inanıyoruz. Öyleyse şartları uygun olan diğer gezegenlerde de yaşam oluşabilmeli, ve bu gezegenlerden galaksimizde çok sayıda var gibi görünüyor.Ancak yaşamın ilk nasıl doğduğunu bilmiyoruz. DNA gibi karmaşık bir şeyin okyanustaki atomların birbiriyle rastgele çarpışması sonucu oluşması ihtimali inanılmaz derecede küçük. Ancak, DNA`nın yapıtaşlarından biri olabilecek çok daha basit bir makromolekül veya kendi kendini kopyalayabilen başka bir molekül oluşmuş olabilir.

Her ne kadar uygun bir gezegende hayatın kendi kendine başlaması düşük bir ihtimal olsa da, evren sonsuz büyüklükte olduğundan başka bir yerde de hayatın doğması mümkün olmuş olabilir. Eğer ihtimal çok düşükse, bağımsız iki oluşumun birbirine olan uzaklığı da çok büyük olabilir.

Bununla birlikte panspermia olarak bilinen bir teori de vardır, bu teori meteorlar sayesinde yaşamın gezegenden gezegene veya bir güneş sisteminden başka bir güneş sistemine taşınabileceğini savunur. Biz Dünya`ya Mars`tan gelen meteorların düştüğünü biliyoruz, bazıları daha da uzaklardan gelmiş olabilir. Meteorların canlıları taşıdığına dair henüz bir kanıtımız yok ama böyle bir ihtimal geçerliliğini koruyor.

Panspermia sayesinde yayılan yaşamın önemli bir özelliği de, en azından Dünya yakınlarında, temelinde DNA`ya da sahip olma ihtimalidir. Diğer taraftan, başka bir yerde bağımsız şekilde oluşacak yaşamın DNA bazlı olması son derece düşük ihtimallidir.

Yaşamın varolabilme ihtimaline dair elimizdeki gözlemsel kanıtlardan biri de sahip olduğumuz 3.5 milyar yıllık fosillerdir. Dünya 4.6 milyar yaşındadır ve muhtemelen yaklaşık ilk yarım milyon yılı aşırı sıcaktır. Öyleyse uygun şartlara erişildikten sonra yaşamın doğuşunun mümkün olduğu yarım milyar yıl, ömrü 10 milyar yıl olan Dünya benzeri bir gezegen için oldukça kısa bir zamandır.

Bu gerçek, panspermia ile veya bağımsız olarak yaşamın doğabilmesi ihtimalinin yeterince yüksek olduğunu gösterir. Eğer bu ihtimal çok düşük olsaydı, gezegenin ömrü olan 10 milyar yılın büyük çoğunluğunun yaşamın doğuşu için geçmesi beklenebilirdi.

Galaksinin başka bir bölgesinde ilkel yaşamın varolabilme ihtimali olsa da gelişmiş akıllı varlıklar varmış gibi görünmüyor. Uzaylılar tarafından ziyaret edildiğimizi düşünmüyorum. Tabii ki UFO raporlarını saymıyorum – böyle yapmamın ana sebebi, neden sadece saplantılı ve garip insanlara görünsünler ki? Eğer hükümetler raporları örtbas ediyor ve uzaylılardan elde edilen bilimsel bilgiyi kendine saklamak için komplo çeviriyor ise bu şimdiye kadar çok başarısız bir politika olmuş gibi görünüyor.

Bunun da dışında, SETI projelerince gerçekleştirilen onca kapsamlı araştırmaya rağmen hala uzaylı televizyonlarında yayınlanan bilgi yarışmalarına rastlayamadık. Bu da muhtemelen bir kaç yüz ışık yılı yakınımızda bizim gelişmişlik seviyemize ulaşabilen yabancı uygarlıklar olmadığına işaret ediyor. Uzaylılar tarafından kaçırılmaya karşı sigorta yaptırmamak için yeterli bir sebep gibi görünüyor.

Peki neden henüz oradan birilerinden haber alamadık? Bir bakış açısı Calvin ve Hobbes karikatürlerinden birinde ifade edilmişti. Alt yazısı şöyleydi: “Bazen düşünüyorum da, evrende bir yerde zeki varlıkların olduğunun en kesin kanıtı hiç birinin bizimle iletişim kurmaya çalışmamış olmasıdır.”

Biraz daha ciddi olacak olursak, neden henüz uzaylılardan bir mesaj alamadığımızın üç tane açıklaması olabilir. Birincisi, uygun bir gezegende ilkel yaşamın oluşması gerçekten düşük bir ihtimal olabilir.İkincisi, ilkel yaşamın meydana gelmesi yeterince yüksek ihtimaldir, ancak bunun bizimki gibi yüksek zeka seviyesine ulaşma ihtimali çok düşük olabilir.

Bizim evrimimiz zekaya yol açtı diye zekanın, Darwin`in doğal seçiliminin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu varsaymamalıyız. Zeki olmanın uzun süre hayatta kalabilme konusunda avantaj sağladığı da açıkça söylenemez. Bakteri ve böcekler çok uzun süre mutlu mesut yaşayacakken bizim zeka dediğimiz şey birbirimizi yok etmemize neden olabilir.

Üçüncü bir ihtimal de var. Yaşam doğar, bazı durumlarda zeki varlıklar da geliştirebilir, ancak radyo sinyallerini gönderebilecek seviyeye ulaştığında aynı zamanda nükleer bombalar ve diğer toplu imha silahlarını da yapabilecek teknolojiye ulaşmış demektir. Böylece fazla uzun sürmeden kendi kendini yok etme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.Kimseden bir şey duymamış olmamızın sebebinin bu olmadığını umalım. Şahsen benim favorim ikinci ihtimal; ilkel yaşamın oldukça yaygın ama zeki yaşamın da çok az bulunur olduğu. Bazıları bunun henüz daha Dünya`da gerçekleşmekte olduğunu da söyleyebilir.

Başka Bir Soru da Şu: Dünya`dan Uzakta Uzun Süre Varlığımızı Sürdürebilir miyiz?
Uluslararası Uzay İstasyonu (UUİ) ile olan tecrübelerimiz bize insanoğlunun uzayda aylarca hayatını sürdürebileceğini, ancak sıfır yerçekiminin kemiklerin zayıflaması gibi istenmeyen fizyolojik değişimlere sebep olduğunu gösterdi.Bu yüzden insanlar için uzun süreli yerleşim yerlerinin Ay ve gezegenler gibi yerçekimine sahip yerlerde olması istenebilir.

Yüzeyin kazılması suretiyle ısı yalıtımı sağlanabilir, meteorlar ve kozmik ışınlardan korunulabilir. Ayrıca Ay veya gezegenler, Dünya dışı yerleşimlerinin kendi kendine yetebilir olmaları ve Dünya`dan bağımsız olarak varlıklarını sürdürebilmeleri için ihtiyaç duyulabilecek hammaddenin de kaynağı olabilir.Güneş Sisteminde bir insan kolonisinin yerleşebileceği muhtemel yerler neresi? En aşikar olanı Ay. Yakınımızda ve ulaşımı nispeten kolay. Daha şimdiden üzerine inebildik ve arabalarımızla üzerinde seyahat ettik.

Diğer bir taraftan Ay ufak boyutlu, bir atmosfere ve Dünya`nın aksine Güneş`ten gelen radyoaktif parçacıkları engelleyecek bir manyetik alana sahip değil. Sıvı suya sahip değil, ancak kuzey veya güney kutuplarındaki kraterlerde su buzu mevcut olabilir. Nükleer enerji veya güneş panellerine sahip bir Ay kolonisi bunu bir oksijen kaynağı olarak da kullanabilir. Ayrıca Ay, Güneş Sisteminin geri kalanına yapılacak yolculuklarda bir üs olarak da kullanılabilir.

Bundan sonraki en bariz hedef ise Mars. Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin yarısı kadar uzaklıkta ve bize ulaşan ısının yarısı kadarına da sahip oluyor. Bir zamanlar bir manyetik alana sahipti ama bu dört milyar yıl önce azalıp yok oldu ve Mars`ı güneş radyasyonuna karşı savunmasız bıraktı. Bu nedenle Mars atmosferinin çoğu yok oldu ve Dünya`da ki atmosfer basıncının ancak yüzde biri kadar basınçta bir atmosfer kaldı.

Ancak geçmişte bu basıncın daha yüksek olduğu zamanlar yaşanmış olmalı, çünkü taşmış kanallar ve kurumuş göllere benzeyen kalıntılar görüyoruz. Şu anda sıvı suyun Mars yüzeyinde bulunması mümkün değil çünkü neredeyse sıfır olan basınçta anında buharlaşacaktır. Bu durum Mars`ın bir zamanlar sıcak ve nemli bir dönem geçirdiğine işaret ediyor, bu zaman diliminde yaşam kendiğilinden veya panspermia sayesinde varolmuş olabilir.Mars`da şu anda bir yaşam belirtisi yok ama bir zamanlar varolduğuna dair bir kanıt bulabilirsek bu yaşamın uygun şartlardaki bir gezegende gelişebilmesi ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu gösterecektir.

NASA, ilki 1964`de Mariner 4 olmak üzere bir çok uzay aracını Mars`a gönderdi. En sonuncusu Mars Reconnaissance Orbiter olmak üzere de bir çok yörünge aracıyla gezegeni inceledi. Bu yörünge araçları derin su yataklarını ve güneş sisteminin en yüksek dağlarını ortaya çıkardı.NASA ayrıca bir çok uzay sondasını da Mars yüzeyine indirdi, en son olanı da ikiz Mars Rover araçlarıydı. Bunların bize geri yolladığı fotoğraflar çorak çöl manzaralarıydı.Buna karşın kutup bölgelerinde yüksek miktarda su buzu bulunmaktadır. Mars`a kurulacak bir koloni bunu en azından oksijen elde edebileceği bir kaynak olarak kullanabilir. Bunun yanında Mars`ta volkanik aktivite de mevcuttu. Bunların yüzeye çıkardığı mineral ve metaller de Mars kolonileri tarafından kullanılabilir.

Ay ve Mars uzay kolonileri için Güneş Sistemindeki en uygun yerler. Merkür ve Venüs çok sıcak, Jüpiter ve Satürn ise katı yüzeyleri bulunmayan gaz devleri. Mars`ın uyduları da çok küçük boyutlu ve Mars`a göre daha avantajlı değiller.Jupiter ve Satürn`ün bazı uyduları uygun olabilir. Özellikle de Saturn`ün uydusu Titan, diğer uydulardan çok daha büyük ve yoğun bir atmosfere sahip.NASA ve ESA`nın Cassini-Huygens Görevi ile 2004 yılında Titan`a indirilen bir araç bize bazı yüzey fotoğrafları gönderdi. Ancak Güneş`e bu kadar uzak olduğu için çok soğuktu ve şahsen bir sıvı metan gölünün yanında yaşamak da hayallerimden biri değil.

Peki Ya Güneş Sisteminin Ötesi?
Yaptığımız gözlemler yıldızların önemli miktarda bir kısmının çevresinde gezegenler bulunduğunu gösteriyor.Şimdiye kadar sadece Jupiter ve Saturn benzeri dev gezegenleri tespit edebildik, ancak bunları daha küçük boyutlu Dünya benzeri gezegenlerin takip edeceğini varsaymak hata olmaz. Bunların bazılarının kendi yıldızlarına olan mesafeleri de sıvı suyun gezegen yüzeyinde mevcut olabileceği yaşanabilir bölgelerde olacaktır.

Dünya`ya en fazla 30 ışık yılı uzaklıkta bulunan bin kadar yıldız var. Bunların sadece yüzde biri kendilerine uygun uzaklıkta Dünya benzeri bir gezegene sahip olsa elimizde 10 yeni dünya adayı olur.Bunu elimizdeki teknolojiye göre yeniden gözden geçirebiliriz ancak yıldızlararası yolculuk uzun vadeli bir hedefimiz olmalı. Uzun vadeli derken önümüzdeki 200 ila 500 yılı kastediyorum.

İnsan ırkı ayrı bir tür canlı olarak yaklaşık iki milyon yıldır varlığını sürdürüyor. Uygarlığımız bundan yaklaşık 10000 yıl önce başladı ve gelişme hızımız düzenli olarak artıyor. Ancak insan ırkının önümüzdeki milyon yıllarda da varlığını sürdürebilmesi için daha önce hiç kimsenin gitmediği yerlere çekinmeden gitmek zorundayız.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 01:44
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
11 Mayıs 2011       Mesaj #60
Avatarı yok
Yasaklı
Gökbilimde Birim Sistemi-Işık Yılı
Gökbilim ile ilgili bir haberi okuduğumuzda veya izlediğimizde bize çoğu zaman anlamsız gelen terimlerle ve birimlerle karşılaşırız:
*Dünya’dan onbinlerce ışık yılı uzaklıkta bir gezegen bulundu!
*Bu yıldız Dünya’dan yalnızca 100 parsek uzaklıkta!...Örnekler böyle artıp gider. Peki ışık yılı nedir? Parsek nedir?

Birim Nedir?
Birim, Fizik Bilimi’nde ölçülebilen bir niceliğin en küçük parçası olarak tanımlanır. Örneğin, 1 kg kütleli elma, 1 m uzunluğundaki ip, 1 saniyelik zaman dilimi …. Gündelik hayatta en sık kullandığımız birimlerdir. Bunlar bize bir şeyler anlatır ve az çok neden bahsedildiğini anlarız. Bu birimlerin alt ve üst birimleri var tabi ki. Ancak bu konuya girmeyeceğiz.

Anlamsız Sayı ve Birimler:
Bazı birimler ve sayılar ise bize sadece ona boş boş bakmamıza neden olur:
0,0000001 cm mesela. Nedir bu? Bir uzunluk ölçüsü. Haydi bunu ölçün o zaman elinizdeki cetvelle. Hiçbir cetvel bu sayıyı ölçemez. Bu uzunluk bir atomun çapı olarak kabul edilir. 0,0000001 cm =1.10 (üstü -8) cm 150 000 000 km.(150 milyon km) Peki bu ne anlatıyor bize? Uzunluk olarak çok çok büyük. Ama parasal anlamda olsa anlarız değil mi? 150 milyon dolar gibi. Ama uzunluk olunca iş değişiyor. Bu sayı Dünya- Güneş arası uzaklıktır.

Bu uzaklığı ele alırsak. Elimizdeki en hızlı otomobil ile Güneş’e gitmeye kalkarsak ömrümüz, Güneş’e ulaştığımızı görmeyecektir. Hatta çocuklarımız bile göremeyecek. Belki çocuklarımız 90 yaşında olduğunda Güneş’e ulaştığımızı görebilir demek bu uzaklık.
Siz bir de bize en yakın yıldız olan Alpha Centauri yıldız sistemine gitmeye kalktığımızı düşünün bir: 40 trilyon km…..

Astronomi Birimi (AB):
Astronomiyle uğraşanlar günlük hayatta kullanılan birim sistemini çoğu kez terk ederler. Çünkü sıfırların arasında boğulup kalmak vardır. Bunun yerine kendi birim sistemlerini geliştirmişlerdir. Bunlardan biri de (Gökbilim için küçük bir birim olarak kabul edilir) Astronomi Birimi (AB)’dir.
Kabaca tanımlarsak, 1 AB Dünya ile Güneş arası uzaklık olarak kabul edilmiştir. Dünya ile Güneş arası uzaklık yaklaşık 150 milyon km dir ve buna 1 AB denir.

Buna göre bize en yakın yıldız sistemi, 40 trilyon km/150 milyon km=266000 AB olur. Yani Alpha Centauri bizden 266000 Dünya Güneş arası uzaklık kadar yakındır.Jüpiter Dünya’ya yaklaşık 4,5 AB, Satürn bizden yaklaşık 8,5 AB uzaklıkta yeralır. Kaç km uzakta olduklarını da varın siz hesaplayın.

Paralaks:
Şimdi şunu yapın: Sağ kolunuzu uzatıp başparmağınızı yukarı kaldırın,sağ gözünüzü kapatıp parmağınıza sol gözünüzle bakın. Sonra sol gözünüzü kapatıp, sağ gözünüzü açıp parmağınıza tekrar bakın. Bunu hızlı bir şekilde gerçekleştirin. Parmağı sağ ve sol göz aynı yerde görmeyecektir. Arada bir farklılık oluşacak. Bu farklılık sağ göz ile sol gözdeki açıdan kaynaklanır ki buna paralaks denir.
Paralaksı şöyle de söyleyebiliriz. Bize en yakın yıldızı ele alalım yine. Alpha Centauri’nin paralaksı 0.772 yay saniyesi…..

Parsek(pc):
Paralaksı 1 yay saniyesi (açı saniyesi) olan bir yıldızın uzaklığı olarak tanımlanır. 1 Parsek=206265 AB dir. Görüldüğü gibi AB’den daha büyük bir birimdir.

Işık Hızı:
Işık kütlesiz olarak tanımlanmış olan foton denilen enerji paketlerinden oluşur. Foton 1 saniyede 300 bin km yol alır. Buna ışık hızı denir. Fizik biliminin teorilerine göre bu hızı hiçbir cisim veya parçacık geçemez. Işık hızına ulaşan cisimcikler ise ışık halini alarak enerji olurlar ki bu başka bir yazının konusu olacaktır.Işık hızına ilişkin bir örnek verelim. Güneş’in ışığı Dünya’ya 500 saniyede ulaşır. Yani şu an dışarıda gördüğümüz Güneş’in görüntüsü ve ışıkları aslında Güneş’ten 500 saniye önce (bu da 8 dakika demek) yola çıkmış ışınlardır.

Işık Yılı: (Uzaklıkla Zamanı Birleştiren Bir Birim)
Gökbilimde en fazla kullanılan uzaklık birimidir. Işığın bir yılda aldığı yol olarak tanımlanır. şimdi bu yolun ne kadar olduğunu hesaplayalım:

Işık 1 saniyede 300 bin km (3.10 üstü 5 km) yol alıyor.
1 dakikada ise, 3.10 (üstü 5) x60=180.10 üstü 5 km yol alır.
Peki 1 saatte ne kadar yol alır: (180.10 üstü 5) x60=1080.10 üstü 6 km.
Bir günde: 1080.10 (üstü 6)x24=25920.10 (üstü 6) km.
Sona geldik.

Işığın 1 yılda aldığı yol ise, 25920.10(üstü 6)x365=9460800.10 (üstü 6) km. (Yaklaşık 9,5 trilyon km.)
şimdi bu birimi keşfetmemiş olsaydık işimiz çok zor olacaktı ve rakamların arasında boğulacaktık. Örneğin Dünya’dan 10 bin ışık yılı uzaklıkta olan bir yıldızın uzaklığını o zaman 95 000 000 000 000 000 000 km diye belirtecektik ki bu da çok anlamsız bir sayı olacaktı. Anlamaya imkan yok.
Bizden uzaklığı 10 bin ışık yılı olan yıldızın ışığı ise bize 10 bin yılda gelir demek bu. Yani biz bu yıldızın şu anını değil, günümüzden 10 bin yıl önceki halini görüyoruz!(Yani geçmişini görüyoruz.)

Kelvin:
Gaz moleküllerinin hareketlerini yitirdikleri yani dondukları en yüksek sıcaklık -273,15 C derece dir. Bu sıcaklığa 0 Kelvin derece adı verilir. Gökbilimde Santigrat derece ( C ) dışında Kelvin derece ( K ) de kullanılır. Sebebi ise uzay boşluğu içerisinde yoğunluğu az bulunan cisim veya gazların bulunduğu bölgelerin sıcaklıklarının -270 C derece civarında olmasıdır.


Kaynak:Gökbilim Dergisi
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 01:45

Benzer Konular

5 Ağustos 2018 / nötrino Uzay Bilimleri
25 Kasım 2016 / Hi-LaL Çevre Bilimleri
21 Şubat 2015 / _PaPiLLoN_ Biyoloji
10 Nisan 2018 / Muhabbetci Müslümanlık/İslamiyet