Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 4

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 546.982 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Aralık 2006       Mesaj #31
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÜÇ HEYKEL

Sponsorlu Bağlantılar

İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar ama her fırsatta
birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç
armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.

Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını
huzuruna çağırdı. İstediği; birer karış yüksekliğinde, altından,
birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında
bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.

Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına
gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.

Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: "Doğum gününü
bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin
tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden
çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel
gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar
insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle
incelediler ama aralarında bir fark göremediler.

Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu
ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr
olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi.
İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç,
hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.

Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce
heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.

Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.

İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.

Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı.
Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor,
oradan öteye gitmiyordu.

Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:

"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.

Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.

En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.
Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Aralık 2006       Mesaj #32
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yıldızlara sevdalı çocuk ve sevgi perisi 1

Bahardı.. İnce bir nisan yağmuru çiseliyordu. Ninemin ölümünden
Sponsorlu Bağlantılar
sonra köye ilk gelişimdi bu. 50- 60 hanelik bu yoksul köyün, havası - suyu
gibi, insanları da temizdi. Çoğu evlerin duvarları kerpıc, beyaza boyanmış ya
da özensiz kaba taşlardan yapılmıştı. Bazılarının önlerinde küçük bostanları,
harman yerleri vardı. Bu evlerin damları toprakla örtülü, oldukça bakımsız
yapılardı.


Köyün etrafı onlarca söğüt, kavak, ceviz gibi ağaçlarla
çevrelenmişti. Bu köy; sırtını dayadığı dağlarıyla, çayırlarıyla, tarlalarıyla,
yaylalarıyla, rengarenk çiçekleriyle, benim gözümde eşsiz bir yerdi.Ama şimdi
ninemsiz köyüm bana; tatsız - tuzsuz, renksiz, ışıksız, kapkaranlıktı.Hele
geceleri....... Sanki gökyüzü aşağılara inmiş, o parlak yıldızlardan eser
kalmamıştı. Ninemin ölümüne bir türlü inanmak istemiyordum. Onun öldüğü
gerçeğini kabullenmek, kendimi buna zor da olsa inandırmak için mezarına
gittim. Ona kırlardan topladığım renk renk çiçeklerden götürdüm. Beni
duyacakmış gibi seslendim: ''Nineciğim!Huzur içinde uyu. Mor dağlardan esen
kekik kokulu rüzgar, ruhuna sükunet getirsin. Sana bütün özlemimi, sevgimi
getirdim. Bir tek isteğim var senden, benim sevgimi kabul et!" dedim.
Ninemi çok özlemiştim.Çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma ait anılarımı
hatırladım.Gözlerim doldu. Bir yumruk geldi, tıkandı boğazıma. Daha fazla
konuşamadım. Anlatacağım ne çok şey vardı oysa! Yaşama dair, ölüme, sevgiye ve
özleme dair anlatacaklarım vardı... Sonra mezarının başına oturup, uzun uzun
düşünürken, daldım gittim. Öylesine dalmışım ki, ninemle, sağlığındaki gibi
konuştuk. Sanki birbirimizi görüyorduk, dokunuyorduk, hissediyorduk ve
duyuyorduk.

Bu, sıradan bir konuşma değildi, bir itiraftı. Yıllar boyu hiç
kimseye açamadığım dertlerimin, üzüntü ve sıkıntılarımın, özlemlerimin dile
getirilişiydi. Konuştukça açılıyor, kendime geliyordum. Sanki yeniden
yaşıyormuş gibi duygu ile doluyordum. Bütün gün böylece akıp gitmişti.. Ne
kadar zaman sonra eve geldim, bilmiyorum.
O gece sürekli yağmur yağdı. Bütün gece yatağımda gök gürültüsünü
dinledim. Şimşekler ardarda çakıyor, odanın içi gündüz gibi aydınlanıyordu.
Dışarıda müthiş bir fırtına vardı. Yatağımda; gök gürültülerini, yağmurun
camlara vuran iniltilerini dinleyip, şimşeklerin aydınlığını izlerken,
yastığımı ıslatan yaşları, neden sonra farkedebildim. Bütün gece çocukluğumu ve
ninemi düşündüm.Bu düşüncelerle uzun bir zaman boğuştuktan sonra, sabaha karşı
uykuya dalabildim.

O gece rüyamda ninemi gördüm.Şırıl şırıl suların aktığı vadide,
pırıl pırıl bakışlarıyla karşıma çıkıverdi. ''Nineciğim, nineciğim! Ölmedin,
yaşıyorsun değil mi?'' dedim. "Burdayım yavrum. Bak karşındayım işte." Dedi.
Birbirimize özlemle sarıldık.Saçlarımı okşadı, beni öpüp kokladı. Büyüklüğünü
yüreğime sığdıramadığım bir mutluluğu ve acıyı bir arada yaşıyordum. Onun
kolları arasında bütün acılara göğüs gerebilir, bütün zorluklara
dayanabilirdim. Ona sarılmak bu kadar mı güzel olur ya rabbim, bu kadar mı haz
verir insana! Bir özlem, bir sevgi bu kadar mı büyür insanın yüreğinde!...
Sonra nasıl oldu bilmiyorum, birden yitirdim onu.
Sabahleyin, her yanımda sızılarla ve ninemi yeniden yitirmenin
acısıyla uyandım. Bitkin durumdaydım. Başım zonkluyor, kulaklarım uğulduyordu.
Dışarıya çıkıp çevreme bakındım. Güneş çoktan doğmuş, yükselmeye başlamıştı
bile. Her yer eskiden olduğu gibiydi aslında. Hiç bir değişiklik, başkalık
yoktu, terkedilmiş ve yıkılmış evlerin dışında. Doğa ve hava öylesine güzeldi
ki! Ama içimin burukluğundan, bu güzelliklerin keyfini çıkaramıyordum.
Karmaşık duygular içersinde bir süre ne yapacağımı bilemedim. Sonra bir çöküntü
içinde dağlara doğru yürüdüm. Köyün yollarını çevreleyen akasya ve kavak
ağaçları, nazlı nazlı sallanıp, yapraklarını efil efil oynatıyorlardı. Kırlara
yayılmış koyunlar ve kuzular, uzaktan, bembeyaz pamuk tarlaları gibi
görünüyordu.

İnsan, bazen mutlu, bazen mutsuz yaşamında geçirdiği her evreyi,
yeniden yeniden yaşar. Bunlar, eskiyen silik fotoğraflar gibidir. Renkleri
solsa da, yırtılıp paralansa da; bakarsınız ki, o eskimiş dediğiniz zaman
dilimleri, zihninizde tüm renkleriyle birden canlanıvermiş. İşte bana da böyle
oldu.

Ninem her akşam bana, bazı hayvanlarla, daha çok kuşlarla, cinlerle,
perilerle ilgili masallar, efsaneler anlatır, şiirler, destanlar okurdu.
Kulağımı okşayan sözcüklerle sesi öylesine bir gizemliliğe bürünür,öylesine
etkili olurdu ki; bir şarkı söylüyormuş gibi, saatlerce gözlerimi kırpmadan
dinlerdim. Onu dinlemeye hiç bir zaman doyamaz, yeniden yeniden anlatmasını
isterdim. Çoğu zaman beni kırmayıp yeniden anlatırdı. Öyle tatlı bir anlatışı
vardı ki, sanki ağzından bal damlardı. Sıradan bir konuyu bile inanılmaz tat ve
güzellikte anlatırdı.
Hele uzak yerlerden, kıtalardan, ülkelerden, şehirlerden
konuşurken..... Avrupa, Asya, Afrika, Amerika'dan söz ederken; adeta nefesimi
tutarak dinler, bilgisine hayran kalır ve dünyanın bu denli büyüklüğüne, çocuk
aklımla şaşar kalırdım. Bana göre dünya; etrafını yüksek dağların çevrelediği,
her yanında buz gibi suların aktığı Caferli Köyü ve ona komşu birkaç köyden
ibaretti çünkü. Hele eşsiz bir güzellikle anlattığı efsaneler, masallar ruhuma
işlerdi.

Çoğu geceler ninemle gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızların
altında yatardık. Etraftan hoş kokular gelirdi. Aka suların coşkun sesi,
dünyanın en hoş nağmesiydi sanki. Yıldızlar değişik renklerde yanar sönerdi.
Sonra "O yıldız senin, bu yıldız benim!" diye ninemle yarışır dururduk. En
parlaklarını kendime alırdım tabi. "Keşke o zamanlar dünyanın bütün
yıldızlarını nineme bağışlasaydım." diye düşündüğüm çok olmuştur. Gökyüzü o
kadar esrarlı olurdu ki, samanyolunu mekan tutmak, gökyüzünün çocuğu olup
yıldızlarla arkadaş olmak isterdim. Mehtabı seyrederken ne kadar mutlu olurdum!
Her gece, ninemin anlattığı masalların etkisiyle olsa gerek, güzel düşler
görürdüm. Düşümde; gökler hep mavi, bulutlar hep bembeyaz olurdu. Gökyüzü kat
kat açılırdı. Ben de onun maviliklerinde kuşlar gibi uçardım. Öyle hafif
olurdum ki! Heyecandan, kalbim sanki vücudumun dışında çarpardı. Hemen her gece
, uçardım. Sabahları masmavi göklerin altında uyandığımda, bir kuş kadar hafif
hissederdim kendimi.

Çocukluk çağlarımda nasıl da mutluydum. Ninemin ardında kırlarda
koşarken; kuşlar kadar özgür, kuşlar kadar sevinçliydim..... O köyün
kırlarında, büyük bir sevinçle toplayıp kokladığım çiçekler, ne yazık ki bir
gün kuruyuverdi. Oysa, ben onları toplarken yağmur yağıyordu. Ardında ninemin o
güzel sesiyle, ninnilerini dinlemiştim. Yaşadıkça o çiçekleri saklayıp koklamak
istedim... Olmadı... Üzüldüm... Şimdi ise, kar yağıyor o anıların üstüne.
Anılarla birlikte yüreğime. Sanmayın ki kırgınım ve de mutsuz. Hayır! Çünkü
çocukluğum hala orada duruyor. Sevgim hala o köyün dağlarında nar çiceği, kır
çiçeği, gül kurusu, eşkin ve kekik kokusu olarak yaşıyor. Çocukluğum bana;
bazen toprak kokusu, bazen dağ, bazen serin bir pınar, bazen de, masmavi
gökyüzüdür. Uzak, çok renkli, çocuksu güzel düşlerdi bunlar. Küçük ve sıradan,
ama anlamı büyük, saf ve lekesiz bir yüreğin kurduğu; sevgilerin, özlemlerin
çoğalttığı düşler... Gördüğüm her nazlı çiçek, duyduğum her güzel söz, hala
bana o güzel günleri ve ninemi çağrıştırır...

Belki de düşler; bir çocuğun hayatında, izdüşümlerin sunduğu
güzelliklerdir.Çocuğun yaşamına açılan umut pencereleridir... O uzak kalmış,
gidilmemiş, terkedilmiş yıkıntılar arasında gizlenmiş umut pencereleri. Orada
ne bir düşbaz, ne de bir dost vardır artık.Düşman bile yok... Yalnızca
uzaklarda, tadına doyulmayan ve de dokunulmayan yaban çilekleri, alıçlar,
keklik yumurtaları ve çarşıt göbekleri var...
Keşke herkes, düşlerinde hasretini büyüttüğü bir yerlerde
yaşayabilseydi, yaşasaydı... Ya da yaşam, düşler gibi olsaydı . Dikenlerin,
taşların, zakkumların doldurduğu bahçelerde, yediveren gülleri açsaydı! Yabani
bitkilerin doldurduğu tarlaları, keşke altın sarısı başak başak ekinler
doldursaydı...

Düşleri elinden alınmış, sevdiklerinden uzaklaştırılmış, yalnızlığa
itilmiş bir çocuk, hangi duvara yaslanabilir ve kendi içinde ne kadar
gizlenebilir ki!... Düşler, yaşam mavisinin o güzel güneşi değil mi? Düşler
bittiğinde güneş batmaz, umutlar tükenmez mi?...


Yıldızlara sevdalı çocuk ve sevgi perisi 2

Ninem, anlatılmaz bir azim, sabır ve inat sahibiydi. Daima güler yüzlüydü.Çok güzel olan yüzünde ışıldayan gözlerinin bir defa olsun ne bana, ne de bir çocuğa kötü baktığını, kaşlarının çatıldığını hatırlamıyorum. Sesinde daima bir güven, yumuşaklık ve şefkat vardı. Kendini iyiliklere, güzelliklere
adamış fedakar bir insandı. Sanki bütün öksüzlerin, zayıfların, korumasızların barınağı; annesizlerin, sevgiye özlem duyanların sevgi perisiydi. Herkese
karşı duyarlı, sevecen, içten ve dostça davranırdı. Evimize gelen misafirlerleo tatlı diliyle sohbet ederken, bir yandan da misafirleri ağırlar; sofraların
biri kalkar, bir yenisi kurulurdu. Haramdan, yalandan, riyadan, iftiradan çok korkardı. Hep insanların iyiliğine çalışırdı. İnsan olarak iyiliklere, güzelliklere katkı yapması gereken ne varsa, yerine getirirdi. Hele bir dua edişi vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla dinlerdim.


Tanrısından; çocuklarını, yetimleri, düşkünleri korumasını dilerdi. Ninemin tanrısını ben de çok sevmiştim. Rikkatini, şefkatini, yüce gönüllülüğünü ve üstünlüğünü anlayacak kadar büyümemiştim henüz.
''Her şey ol ama zavallılara karşı zalim olma.Merhamet, insanı insan eden değerlerin en yücesidir''.derdi Düşkünlere karşı daima yumuşak ve tatlı dilliydi. Kendisini incitseler dahi, o kimseyi incitmezdi, kimseyi hakir ve hor görmezdi. Elinden geldiği kadar çaresize, yardıma muhtaç olana yardımcı olur, ama kimseden yardım beklemezdi. Durmadan nasihatler eder, büyük bir insan gibi
beni karşısına alır, saatlerce bıkmadan konuşurdu. Kadın-erkek, yaşlı-genç, büyük- küçük herkesin neden ona karşı son derece saygılı olduğunu, o
yıllardaki çocuk aklımla çözemezdim. Onun gücünden, bilgeliğinden korktuklarını sanırdım.

Bana sevgiyi, saygıyı, umudu, başkalarına acımayı, herkese ve her şeye karşı vicdanlı, merhametli, ahlaklı ve adil davranmayı öğretti. Çevremde gördüğüm her şeyi renkli bir nakış gibi ince ince ve usul usul usuma ördü. Yaşamı, hayvanları, bitkileri, insanları sevdirdi bana. Güvenebileceğim biricik insan, dert ortağım, gönül yoldaşım oldu. Yaşama o kadar bağlıydı ki, onun bu
sevgi ve bağlılığı benim de özüme karışıp en zor günlerimde bana güç verdi, ışık oldu, yol gösterdi.

Düşünebiliyor musunuz, bir çocuğun yaşamının sevgi ile dolu olması ne güzeldir! Ne özel ve özenilir bir yaşamdır o ! Yaşamın yelkenlerini sevgi ve
güvenle doldurarak zaman içinde yol almak, tüm dünyayı, tüm insanları sevgi ile algılamak, sevgi ile görmek ne güzeldir. Önyargılardan, kirlerden, kinlerden, düşmanlıklardan uzak, tüm insanları kardeş bilmek...

Bana gösterdiği her davranışın, her hareketin bir anlamı olduğunu bilmezdim o zamanlar. Ama benim üzerimde gittikçe ağırlaşan bir etki yaptığını
hissederdim. Bunun sonucu olarak da herkesten daha çok bağlandım ona. Aramızda bir mekik vardı sanki. Durmadan aramızda gidip gelerek, her defasında bir ilmek daha örerek, beni kendine bağlardı. Güzellik ve iyilik timsali bu kadını, yıllarca nakış nakış içime işledim. Çocukluğumu, gençliğimi, tüm yaşamımı onunla geçirdim. Nereye
gittiysem, gönlümün bir kıyısına oturup benimle birlikte gezdi.....Yıllar sonra sevdiğim bütün insanlar beni birer birer terk etti de, bir tek o terketmedi. En mutlu ya da en zor günlerimde hep yanımda oldu.

Ninemi sık sık bir yerde oturup dalgın gözlerle uzakları izlerken görürdüm. Çok üzgün ve bir o kadar dalgın bir şekilde. Bu çok dokunurdu bana.
Bir gün yine böyle bir durumda yanına yaklaştım.Beni görmemiş gibiydi. Gözlerini bir noktaya dikmiş öylece bakıyordu. Gözyaşlarının süzülüşünü her
gördüğümde duygulanır, gözlerim yaşarır, içim yanardı. Ona acırdım. Boynuna sarıldığımda o da duygulanır, sımsıkı bana sarılırdı.. Ve böylece aramızdaki bağlar her gün biraz daha kuvvetlenirdi.
O gün ona, neden dalıp dalıp gittiğini, neden gözlerinin yaşardığını sordum. "Tanrı, annem beni doğururken acıyı da birlikte vermiş." Dedi. Sonra
oturup uzun uzun hayat hikayesini anlattı: Çanakkale'ye sürgün edilişlerini, çektikleri korkunç yoksulluğu, zeytin toplamalarını, henüz bir haftalık gelin iken ilk kocasının Ruslar'a esir düşüp, kendisinden bir daha haber almadığını, zorunlu olarak dedemle nasıl evlendirildiğini anlattı.Anlatırken, bazı yerlerde gözlerinde iri iri yaşların akmasına dayanamadım.Onunla beraber ben de ağlamaya başladım. O an bana sarılarak; "Tanrı iyi ki, senin gibi zeki, duygulu, temiz bir torun bağışladı bana, yoksa bütün bu acıları çekemezdim.

İnsanın doğup büyüdüğü topraklardan, sevdiklerinden, yöresinden zorla koparılıp sürgün edilmesi ve yabancı yerlerde yaşamaya zorlanması çok acı. Yalnızlık duygusu, insana yapılabilecek en büyük kötülük ve işkence." dedi. "İnsan herşeye katlanabiliyor ama yalnızlığa katlanmak çok zor geliyor. Tam 12 yıl sürgün hayatı yaşadım. " diye devam etti....Çektiği bunca acılara rağmen yüzü
dinç ve aydınlıktı. Öfkelendiği zaman yanakları al al olur, gözleri içten gelen sıcak ve dehşetli bir ışıkla parlardı. Konuşmaları her zaman kendine özgü
biçimde uyumluydu. Sözcükleri, parlak ve renkli bir çiçeğin canlılığıyla belleğimde yer ederdi.

Gençlik yıllarımdı....Askerden dönmüş, arabayla köye doğru hareket ediyorduk. Keskin bir virajdan sonra şöföre, yavaşlaması için ricada bulundum.
Arabanın camını açarak çocukluğumun geçtiği bu yöreleri adeta gözlerimle taramak istiyordum.. Buraların şehirlere göre insanı ferahlatan temiz ve serin bir havası vardı. Her tarafı kekik ve çiçek kokuları sarmış, keklik sesleri doldurmuştu. Karlar eriyor ve dağlardan köylere doğru, çözülmüş su olarak akıyor; toprak, düşen cemrelerle beraber, gökyüzüne buharlar gönderiyordu.
Buranın; hiç bir kir taşımayan, duru ve insanın yüreğini dolduran bir havası vardı.

Büyük kentler hep bana; yığınla insanın, kim için, ne için yaşadığı belli olmayan ya da yaşamın anlamsızlaştığı bir yer gibi gelmiştir. Şehir insanının egsoz dumanıyla, onca beton yığını arasında yaşama nasıl tahammül ettiğine hep şaşmışımdır.Hala da şaşıyorum..

Köye yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Hayatta en çok sevdiğim varlığa biraz sonra kavuşacaktım. Kalbim heyecanla çarpıyor, içim
içime sığmıyordu. Nihayet o şefkat dolu, duygulu sesini duyabilecektim. O sesle içimdeki özlem ateşi dinecek, yüzünü, ellerini öpüp, mümkün olsa hiç ayrılmamak üzere boynuna sarılacaktım. Allahım benim için ne büyük mutluluktu bu.
Geleceğimi haber alıp beni karşılamaya gelen ninemle derin bir özlem ve sevgiyle kucaklaştım. O da beni aynı sevgiyle kucaklayıp öpüp bağrına bastı. ''
Gözlerim yollarda kalmıştı, nihayet geldin. Şükür kavuşturana!" dedi. Ninemin halsiz ve bir zamanlar kırmızı elma yanaklarının şimdi solgun olduğunu
farkettim. Gözleri sağanak olmuş, yanaklarını ıslatıyordu. Kelimeler dudaklarında kırık dökük, acıyla karışık dökülüyordu. Ayakta durmaya zorlanıyor, iki kişinin yardımıyla ayaklarını sürüyerek yürüyordu.

Hayatı boyunca yetimlere, hastalara, yoksullara hizmet eden, onların acılarını duyarak yardımına koşan ve yürürken ayaklarının altında yer titreyen bu kutsal kadın; şimdi yardımsız yürüyemiyordu ve başkalarına muhtaçtı. Artık ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Dizleri tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı.

Sonunda ayrılık zamanı gelip çattı. Hollanda'ya babamın yanına gidip, orada kalacaktım. Ninemden, köyümden ayrılmak bana çok zor geliyordu.
Daha köyden ayrılmadan içime bir acı çökmüştü. O bunu farkettiğinde ''Üzülme! Hasretler de güzeldir, ancak hasretin acısını duymamız, onu yenmemiz ve içimize sindirmemiz gerek.'' demişti. Kimsesizliği ancak ninemden ayrıldıktan sonra öğrendim. Ninemle vedalaştım, eliyle gözyaşlarını silerken yüreğim sızladı. Dönüp baktığımda el salladığını gördüm. Ben de el salladım.
Çocukluğumun ve yaşamımın en güzel günlerini, burada beraber geçirdiğim bu kadına, bir kez daha sevgiyle baktım. Onu bırakıp Hollanda'ya geldiğimde, bir parçam o yerde, onunla birlikte kaldı hep. Yürek nasıl bölünürmüş, insanın yarısı nasıl geride kalırmış, asıl o zaman öğrendim. Bu köyün her bir kıvrımını, her bir tepesini, taşını, toprağını, suyunu gözlerimle öper gibi özlemle taradım. "Elveda!"
dedim. "Güzel köyüm, sevgili ninem, kardeşlerim, annem, arkadaşlarım, dostlarım! Elveda!"

Ölümünden iki gün önce son bir mektup yazıp göndermişti bana:''Oğlum, bir tanem! Beni bırakıp gitmeyi hiç istemedin sen. Saçlarını, tenini gül
kokularıyla yıkayıp gezmelere götürdüğüm günleri çok özlüyorum.Hiç ayrılmazdın yanımdan. Arkadaşlarınla oynamaz, yanımda otururdun. Bilinmeyen dünyalardan
masallar, efsaneler anlatmamı isterdin. Her defasında ben de seni kıramaz, anlatırdım. Bunların çoğunu gönlün kalmasın diye, ben uydurup anlattım. Sanki,
benim uydurduklarım değilmiş gibi, sonra kendim de inanırdım bunlara. Ah ne güzel günlerdi o günler! Bilsen seni ne kadar çok özlüyorum. Mecbur olmasaydın yine gitmezdin, biliyorum. Sen beni bırakmak istemezsin ama ben seni bu dünyada bırakıp gideceğim bi-tanem. Ölüm, herkes için alınyazısıdır. Her doğan ölecektir. İnsan dünyaya kimsesiz gelir, yine kimsesiz gider. Hastaların,
yaşlıların ayıklanması gerek ki, yeni nesiller gelişsin. İhtiyarlamış bir ağacın ana kütüğünü keserler ki, yanlarından çıkan sürgünler boy versin. Ölüm
insanlığın budanmasıdır. Zamanın elinde her şey eskir ya da değişir, her canlı ölür ve yitip gider. Önemli olan bu dünyada insanın insan gibi yaşaması ve yaşadıkça alnının açık, başının dik durmasıdır. Biliyorum, ölümüme en çok sen yanacaksın ama üzülme, ben daima seninle beraber olacağım. Sen yaşamının baharındasın henüz, önünde daha kocaman bir ömür var. Gençlik, umut ve heyecan doludur, sen yaşam kitabının daha ilk sayfasındasın. Biliyorum ki, için bütün kötülüklerden uzak nadide bir çiçek bahçesi gibidir. Açılacak daha binlerce gül goncası vardır sende. Senin de acılarla, istemediğin olaylarla tanışacağın, karşılaşacağın zamanların olacaktır. Acılara da katlanmasını bileceksin. Tanrı kuluna ne vermiş de, kul katlanmamış!. İnsan gençken bunları pek aklına getirmez ,biliyorum...

Mektubumu Şeyh Edebali'den bir kaç sözle noktalıyorum. ''Bir baş ol ki oğul, dimdik durasın, çiğnenip ezilmeyesin. Bir göz ol ki oğul, iyiliği
göresin, peşinden yürüyesin. Bir dil ol ki oğul, zehire bal süresin. Bir el ol ki oğul, yoksulları giydiresin. Bir yürek ol ki oğul, her zaman hak diyesin. Ayak olursan oğul, karınca ezmeyesin. Vakit kıymetli oğul, sakın boş gezmeyesin''

Munzur Dağı'nın eteğinde olan bu köy; yazın buz gibi soğuk suları, pınarları, ırmakları, çağlayanları ve geçit vermeyen dorukları, kötülüklerden uzak, sevgi, saygı dolu insanları ile bir cennet köşesi gibiydi. Özenle bakılması gerekirken, köyümün kimsesizliğine, yoksul bırakılmışlığına hayıflandım içimden.

Sonra düşündüm:Köyden her ayrılışımda ninem beni gediğin son dönemecine kadar getirir, orada el sallayıp yaşlı gözlerle beni yolcu ederdi. Son ayrılışımda gelmedi, içime tarifsiz bir keder çöktü. Bu köyde ninemle olmaya öyle alışmıştım ki, onsuz kendimi yapayalnız ve emniyetsiz hissediyordum. Oysa köyün bütün insanları, çocukları oradaydı. Beni uğurlamak için gelmişlerdi. İnekler böğürüyor, danalar zıplıyor, koyunlar, kuzular, keçiler meleşip duruyordu. Ama ben bağrımda, hiç kimsenin bilmediği ve içimin derinliklerinde tutuşan bir ateşin acısıyla ayrılıyordum oradan.




SEVGİNİN RENGİ

Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi
Bir yerde sevgiler ağlar benimle


Küçücük bir çocuktum o zamanlar. Yedi veya sekiz yaşlarinda. Kokusuna doyamadigim, sicakligini doyasiya içime sindiremedigim annemi kaybetmiştim. Saçimi okşayacak bir anam yoktu artik. Ne de sirtimi örtecek şefkatli bir el. Amansiz bir hastalik dediler adina, çocuk aklim ermedi. Çocuk aklim ermedi anayi yavrusundan ayiran, eti tirnagindan söken, sevgileri linç eden, adina “ölüm” denen bu “göç” ü. Geceler benimle ağladı sessiz sessiz günlerce... Sabahlar benimle...
Bulutlarda yüzü şekilleniyordu sanki anamın gökyüzünde, her özlediğimde baktığım. Yağmur yağmur iniyordu elleri yüzüme okşarcasına. Yağmurun elleri anam kadar sıcaktı... Bir okadar soğuktum ben, bir okadar ürkek, bir okadar masum ve korunmaya muhtaç.
Bulutlar ve ben hep ayni yerdeyiz hala. Özlemlerin vuslatında.
Bulutlarda bir resim.
Elimden tutuşunu hatirliyorum bir gün babamin,”Hadi gel” deyişini.”Köye gidiyoruz, ninenler bizi bekliyor, seni oraya birakacagim” Küçücük yüregimden taşan acilarimla son bir kez daha bakip odama selamliyorum bulutlari.
Yeşilin her tonu, göz alabildigince, sözleşmişçesine, burada toplanmişti sanki. Adini bilmedigim dünya kadar böcek ve kuş. Gökkuşagi bir hali gibi serilmişti çiçek çiçek... Topragin sesi yükseliyordu çiplak ayaklarimin altinda. Mutluydum...
Bulutlar ve ben hep ayni yerdeyiz hala...
Yaşamimi renklendiren analiyi kuzuyu orda tanidim işte, adini Berfin koydugum. Küçücüktü. Simsiyah gözleri, ağzı ve kulaklarıyla bir sevgi yumağıydı sanki. İçimdeki boşluğu dolduruvermişti bir anda. Hissetmiş miydi ne öksüzlüğümü? Ne zaman dalıp gitsem dünlere, bitiveriyordu yanı başımda binbir türlü oyunlarla. “Al bu kuzu senin olsun, istediğin gibi bak ona” dediler. Dünyalar benim olmuştu sanki. Bir kuzum vardı artık. Yalnız değildim. Ben, kuzum ve de anası...
Sonradan Serfin’ de katıldı aramıza. Serfin: evimizin haşarı bir o kadar da sevimli köpeği.
Artık, Serfin ve Berfin’in bakımları bana aitti. Bu sorumluluk altında her sabah erkenden kalkıyor ellerimle onları doyuruyordum. Ne güzeldi Berfin’in annesinin peşinden koşması! Annesiyle oyunlar oynaması ne güzeldi! Ama, ne yazık ki uzun sürmedi bu “analı kuzu” mutluluğu. Bir eve bir öksüz yetmezmiş gibi acı bir haber dağlayıverdi yeni baştan çocuk yüreğimi. Kuzucuğumun anası yediği bir ottan zehirlenerek ölmüştü.
Ölüm bir kez daha çöreklenmişti kapimiza.
Kuzucuğum öksüz kalmıştı. Daha bir sıkı sarıldım sanki bu olaydan sonra Berfin’e. Ona yalnızlığını unutturmam lazımdı. Öksüzlüğünü... Serfin olayların farkında gibiydi. Ya da bana öyle geliyordu. Ne zaman melemeye başlasa Berfin, hemen onun yanına gidiyor bir şeyler yapıp onu neşelendiriyordu.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Biz üçümüz üç dost, üç kardeş, üç sirdaş gibiydik. Biraz geç uyansam ikisi birden kapimda bitiveriyordu.
Yemyeşil kirlar bizimdi uçsuz bucaksiz.
Bir de bulutlar vardı
Mavi bulutlar
Beyaz bulutlar
Bulutlarda şekiller vardi
Bulutlarda iki resim
Yağmur daha çok yağıyordu sanki
Bulutlar ve ben ayni yerdeyiz hala
Bulutlar ve kuzum da ayni
Bir tatlı koşuşturmaca başladı gülerden bir gün evin içinde. Bir telaş. Çarşı pazar alışverişleri. “Hadi sana bayramlık alalım” dedi ninem. Hep beraber kasabaya inip bir şeyler aldik. Çiçekli basma entarim ve kirmizi ayakkabilarim çok güzeldi. Kirmizi kurdele de isterim diye tutturdum. Berfin’e, Serfin’e ve bana. Kırmadılar. Aldılar. “Birazda kına alalım” dedi ninem. “Ellerine yakarız. Berfin’i de kınalarız” Sevindim.
Çarşi kalabalikti. Hiç bu kadar insani bir arada görmemiştim. Meydanlar koyun, kuzu ve danalarla doluydu. Şimdiden kinalamişti hepsi. Bir anlam veremedim. Çocuk yüregimin coşkusuyla yarinin heyecani sarivermişti içimi. Yarin bayramdi... Kurban bayrami...
Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi.
Bir yerde sevgiler ağlar benimle.
Kınalar yakıldı ellerime. Berfin’in başina kınalar yakıldı o gece.
Anlayamadığım bir fısıltı vardı evin içinde. Sanki duymamı istemiyorlarmış gibi gizli gizli konuşmalar. Berfin ve Serfin çoktan uyumuştu. Ben de uyumalıyım. Yarının heyecanı daha şimdiden sarmıştı içimi. Ayakkabılarımı sildim, ninemin kınalı ellerimi bağladığı bezlerle, parlattım. Bir daha sildim. Şimdi daha parlak olmuştu. Elbisemi kapının arkasına astım. Gözümün önünde dursun diye. Uyandıkça bakarım. Üç tane de kırmızı kurdele duruyordu başucumda. Biri benim için, biri kuzucuğuma biri köpeğime bağlayacağım.
Kınalı ellerimin kokusu karıştı bahar kokulu odama. Gece bir başka güzeldi sanki. Perdemi araladım, bulutlar yıldızlara bırakmıştı gökyüzünü. Göz kırptı biri, diğeri yer değiştirdi... Kaydı gitti... Tutamadım...
Boğuk bir ulumayla uyandım. Köpeğim, kapımın önünde havlıyordu. Önce ellerimin bağını çözdüm kurumuş kınaları topladım. Kapıyı açar açmaz yatağıma atladı Serfin. Eteğimi tutup bir yerlere götürmek istercesine gözlerimin içine baktı. Acı çektiği her halinden belliydi. Daha yataktan kalkmamıştım ki kuzucuğumun acı meleyişini duydum. Birden bahçeye attım kendimi. Kınalı kuzumun gözleri bağlıydı ve sürüklenircesine bir ağacın altına yatırılıyordu. Kocaman bir çukur açılmıştı yanı başında.
Ninemin sesi duyuldu. “Berfin’i kurban ediyoruz. Sana başka bir kuzu daha alırız sonra. Bugün kurban bayramı”

Toprak kaydı ayaklarımın altından
Bulutlar kaydı ayaklarımın altına
Sesler çığlıklara karıştı
Kızıla döndü yeşil
Ellerimdeki kına sızladı
Kapının arkasındaki basma entarim
Çaresizliğim büyüdü kocaman çocuk gözlerimde
Hiç bir şey yapamamanın acizliğiyle yandım
Gök yere indi gürültüsüyle
Şimşek şimşek
Başimi sokup yorganın altına
Yitip giden sevgilere ağladım...

Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi.
Bir yerde sevgiler ağlar benimle.


Bulutlar ve ben hep ayni yerdeyiz hala
Bulutlarda üç resim

Haykırabilseydim nefreti
Haykırabilseydim sevgiyi
Yapamadım.
Kara bir bulut gibi çöreklendi o bayram sabahı küçücük yüreğime.
Kimse anlamadı.
Kimseye anlatamadım
Bayramları neden sevmediğimi.


Yaşamın Yankısında Sevgiyi Paylaşmak

Merhaba!


Siz, siz olun insani değerlerinizi öldürmeyin! Ağlamaksa ağlamak, gülmekse gülmek, hüzünlenmekse hüzünlenmek, sevmekse sevmek. İnsan bir makina değil, duygusuyla, merhametiyle, sevgisiyle insandır.

Ve nitekim yaşamak. Tek bir dokunuşta, bir bakışta gizli, hissetmekle kalan sahici değerler... Yapay değerlerimizde büyüttüğümüz, her şeyi lükste,parada, maddiyatta aramanın, hırsın, bencilliğin, çürümüşlüğün gerçek değeri ne olaki.

Hayatımıza o kadar çok karmaşa ve ucuz değerler girdiki, her gün biraz daha kaos, biraz daha karmaşa içinde yaşamın farkına varmadan kaybolup gidiyoruz. O kadar çok acele yaşıyoruzki hayatı. Bir tabloya bakarken yada bir şiiri okurken bile neyi anlattığını, üzerinde durup düşünmeye fırsat bulamıyoruz.

O kadar çok sevgi varki yarım kalan, bu acelecilikten sevgileri bile yaşayamıyoruz, paylaşamıyoruz. Dostluklar bile sahte ve çıkar ilişkilerinden öteye geçmiyor. Farkında mısınız? ne kadar çok özlüyoruz doğal dostlukları ve sevgileri.

Peki biz gerçekten dost olabiliyor muyuz insanlara, çıkarsız sevebiliyor muyuz insanları?

Neden hep yalnızlığı seçiyoruz çoğunlukla, neden hep boğulduğumuzu sanıp kaçıyoruz insanlardan? Bu acelecilik bu korku bu kaçış niye? Sevgileri gerçek dostlukları öldürmüyor muyuz hep beraber, sevgilerimizi de öldürecek kadar sevgi katili olmuyor muyuz?

"Bir gün sormuşlar Bektaşi erenlerinden birine:"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır? "diye."Bakın göstereyim" demiş ermiş.

Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış.Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Ermiş "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına.En sonunda bakmışlar beceremiyorlar,öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine "Şimdi..." demiş ermiş.

"Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe."Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa."Buyrun" deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

"İşte" demiş ermiş."Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır.Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz.

Şunu da unutmayın:Hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman..."

Biliyoruzki, düşündüklerimizle yaşantımız arasındaki ilintiler çoğu kez özlenenin, umulanın dışında kalıyor. Toplum olarak da, bireysel olarak da, durmadan bir karamsarlığa bir yılgınlığa doğru sürükleniyoruz. Bunları söylerken edebiyat yaptığımı yada bilgiçlik tasladığımı sanmayın. salt bireycilik, bireysel saplantılar değil bunlar. toplumsal bir yangına dönüşmüş durumda.

Bunları yazarken bir arkadaşımın anlattığı ve yazarının ismini bilmediğim kısa bir öykü geldi aklıma. Hatırladığım kadarıyla öykü şöyleydi.
""Dağlık bir bölgede adam küçük oğluyla yürürken, oğlan ayağını taşa çarpar ve can acısıyla, “Ahhhhh!”diyebağırır. Dağdan, “Ahhhhh!” diye bir ses gelir ve bu sesi duyan çocuk hayret eder. Merakla “Sen kimsin?” diye bağırır ; ama aldığı tek yanıt “Sen kimsin?” olur. Çocuk bu yanıta kızar ve, “Sen bir korkaksın!” diye bağırır.Dağdan aldığı yanıt “Sen bir korkaksın!” dır. Babasına bakar ve “Baba ne oluyor?”diye sorar.

"Oğlum, dikkat et!” diyen baba, vadiye doğru, “Sana hayranım!” diye bağırır.Ses “Sana hayranım!” diye yanıtlar. Baba “Sen harikasın!” diye bağırdığında, bu kez dağdan “Sen harikasın!” yanıtı gelir. Çocuk şaşırmıştır, ama hala ne olduğunu pek anlayamamıştır.

Baba oğluna durumu açıklar: ”Oğlum, insanlar buna yankı derler ama; ama gerçekte YAŞAM’ın kendisidir. Yaşama ne verirsen sana onu yansıtır. Yaşam senin davranışlarının bir aynasıdır. Eğer yaşamında daha çok sevgi istiyorsan, insanları daha çok sev. Eğer sana saygılı davranılmasını istiyorsan insanlara saygılı davran. Eğer başkaları tarafından anlaşılmak istiyorsan, önce başkalarını anlamaya gayret göster. Eğer insanların sana hoşgörülü ve sabırlı davranmasını istiyorsan, önce sen insanlara karşı hoşgörülü ve sabırlı olmalısın.
Oğlum yaşamda ne ekersen onu biçersin. Bu doğa yasası yaşamın her yönü için geçerlidir.”

İnsanların yaşamı tesadüfler sonucu oluşmaz; insanların yaşamı onların davranışlarının yansımasından başka birşey değildir...

Bazen karşımızdakilerin varlığına bile tahammül edemiyoruz, çarpık sağlıksız bir kişiliğe doğru sürükleniyoruz. Salt “Sevmeyi bilmek” başlıklı yazımdan dolayı onlarca tehtit ve küfür maili aldığımı yazsam inanır mısınız?

Ey siz sessiz sevgilerin sessiz ortakları... Bu serin gecenin ıslak damlacıkları bedeninize yayılırken, üşüyüp kaçmak yerine, Yüreğinize sevginin sıcaklığını esir edin... Ve bunu kendinize bahşedilmiş en kutsal ödül sayın. Sevin yalnızca sevin...
Dünyanın en güzel şeyi insanların sevildiğini bilmesidir, daha da güzeli sevebilmesidir,sevmeyi bilmesidir. Sevmek hiç bir zaman çılgınlık değildir. Sevmek insan tarafımızı bulmamızdır. Dünyada sevmeyenlere, sevemeyenlere acımalı. Sevebilen insan kendini ve yaşamı keşfeden insandır, talihli insandır. Duygulu duyarlı ve güzel insandır.
Sevgidir insanı yücelten, insanın yaşamına anlam ve derinlik kazandıran. Sevmeyenler ve sevemeyenler ot gibi yaşayıp, ot gibi gidenlerdir. Ah evet, sevgisiz bir dünyada hala sevmeyi bilen siz duyarlı dostlara selam, bilmeyenlere de bir mesaj iletiyorum bu şekilde...

‘”Dünyayı şairler yada çocuklar yönetse, o zaman dirlik düzenlik olur; çünkü ikisininde yüreği sevgi doludur, ikiside açık yüreklilikle yaklaşır hem beyninin hem yüreğinin sorunlarına” diyen yazara katılmamak mümkün mü?.

Beynimi beynininizin aydınlığına yaslayıp, yüreğimi yüreğinizin sıcaklığına, güzel, yalın yapmacıksız duygularınızdan öpüyorum.

Yaşamı savunma sorumluluğu ve bilinciyle
mutluluklara




Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Aralık 2006       Mesaj #33
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
...ve tüm sesler sustu yine...

Gözlerimi kapatmış karanlığı izliyordum. Tüm sesler, tüm ışıklar, tüm parıltılar yabancıydı bana. Yine sessizdim, yine yorgundum dışarıdan bakınca. Halbuki zihnim haykırıyordu sesi, nefesi elverdiğince. Belki de bu yüzden her şey yabancıydı, belki de bu yüzden her şey yasaktı bana.

Etrafımda onlarca insan vardı, yüzlerce nefes, binlerce hayal, milyonlarca gözyaşı, milyarlarca acı, trilyonlarca hücre… Saydım hepsini teker teker, hepsinden bihaber olarak. Ve hepsinde bir ben gördüm, bir kan damlası bedenlerde… Ben onlar için belki de varolan acıydım, onlar bana acılarını gömmüşlerdi. Ve onlar acılarını unutmuşlardı, ben bana verdikleri acıyı her salise katlanarak yaşıyordum. Ben ölüyordum.

Ölüm güzeldi. Ben en güzelini istiyordum. Zihnimde binbir türlü düşünce uçuşurken ben düşünemiyordum. Tüm hislerim istekle, hevesle terk etmişlerdi beni ve ben hissedemiyordum. Bulanıktı tüm gerçeklik ve ben bir hayalde ölüyordum. Ölüm karanlıktı, yaşam ise aydınlık… Öyle diyordu “insan” denen varlık… Böyle tanımlamıştı en ilahi olguları. İçine çektikçe derinleşiyorlardı. Ölümün karanlığı güzeldi. Belki tekrar doğacaktın, tekrar aydınlanacak… Acıları tekrar tekrar yaşayacaktın. Bunu mu istiyordun? Ah, sen kör olmalıydın.

Ölümün karanlığı güzeldi. Aydınlık kabustu. Ben bu kabusta kendimi görecektim ve çığlıklarla inletecektim benliğimi. Karanlıkta görmeyecektim, göremeyecektim … ve bilmeyecektim. Bilip de acı çekmeyecektim. Dışım karanlık olacaktı, içim karamsar…

Sanki karamsar değil miydim? Daha ne kadar ileriye gidecektim? Sonsuzlukta düşerken son nefesimi gözyaşlarımda boğularak mı verecektim? Bu hale ben kendim bilerek mi gelmiştim? Bilmiyordum, bilmek istemiyordum. Bildiğim hiçbir şey yoktu artık, sadece anılar vardı. Bir “ben” hatırlıyorum benim içimde hayal meyal. Bir de aynalar… Bu “ben” var ki aynalarla barışık… Her yansımada kendini tekrar tekrar bilmeyi seven… Sonra insanlar geldiler, sonra “Onlar” geldiler ve her gelişlerinde yansımalar silinmeye başladı, çatladı tüm aynalar. En sonunda kırdılar aynalarımı, sildiler yansımaları, geri dönüşümü olmayacak şekilde kestiler parçalarımı ve bir “ben” kaldım özümde. O bir “ben” ki sadece yokluk vardı özünde… Ve bu yokluktan sadece birkaç dize kaldı yabancı bir dilde, yabancı bir “ben”den geriye. Bir ezgiydi bu geçmişimdeki şarkılardan kalan. Diğer ezgiler çoktan unutulmuşlardı yansımalar gibi.

Son kez doğruldum hala kırılmamış son çatlak aynaya bakmak için. Son kez bilebilmek için… Son kez görebilmek için… Son kez sevebilmek için… Tüm sesler susmuş, tüm insanlar gitmiş, tüm nefesler tükenmiş, tüm hayaller yıkılmış, tüm gözyaşları dökülmüş, tüm acılar yaşanmış, tüm hücreler dağılmıştı. Son kez başımı kaldırıp çatlak anılara baktım … ve son darbe geldi. Ayna kırılmıştı. Sevmek benim için yasaklanmıştı.

En son bir “ben” gördüm kırık parçalarda; dışı karanlık, içi karamsar…

Ve anladım ki,

Ben çoktan ölmüştüm.

Bir daha aydınlanmayacaktı gün…

ChinaDoll - avatarı
ChinaDoll
Ziyaretçi
17 Aralık 2006       Mesaj #34
ChinaDoll - avatarı
Ziyaretçi


sf0196501027tztx8

TATLI CADI!
Kral Arthur, bir soruya doğru cevap verebilirse hayatı
kurtulacak, aksi takdirde ölecektir. Soruya cevap verebilmesi
için 1 sene süresi vardır. Soru aynen söyledir:

KADINLAR NE İSTERLER?

Bu soru tabi ki, dünyanın en zor sorusu. Ancak,
kralın fazla bir tercih şansı yoktur.
Ülkesine geri döner. Türlü alimlere, bilir kişilere danışır
ama soruya tam bir doğru yanıt bulamaz.
Bu sorunun cevabını sadece yaşlı bir cadı bilmektedir.
Artık en son gün gelmiştir ve Arthur mecburen cadıya gider.
Cadı soruya cevap verecektir ancak bir şartı vardır.
Cadı cevap karşılığında Arthur'un yakın arkadaşı,
en iyi ve yakışıklı şövalyesi ile evlenmek istemektedir.
Arthur yıkılır ve bunu kabul edemeyeceğini söyler
ve cadının yanından ayrılır. Şövalye olanları duyar,
krala koşup hiçbir şeyin Arthur'un hayatından daha önemli
olamayacağını söyler. Ve cadıdan cevabı alırlar.

KADINLAR HER ZAMAN KENDI ÖZGÜR
İRADELERİYLE KARAR ALMAK ISTERLER.

Evet kesinlikle doğru olan bu cevap sayesine kralın
hayatı kurtulur ancak, şövalyenin hayatı sönmüştür.
Nihayet şövalye için en kötü an yani,
gerdek gecesi gelir. Ancaaaakk...Odaya girdiğinde
karşısında cadı yerine dünyanın en güzel kadınını görür.
Şövalye şaşırır ve sorar. "Sen kimsin?".
Kadın cevap verir:. "Ben evlendiğin cadıyım.
Ancak gündüzleri son derece çirkin ve geceleri
son derece güzel olurum. Ya da, gündüzleri
son derece güzel ve geceleri son derece çirkin olurum.
Nasıl gözükeceğime sen karar vereceksin".
Şövalye çok kısa bir süre düşünür.
Geceleri mükemmel bir sevgili mi yoksa
gündüzleri eşiyle beraber kazanacağı saygınlık mı?
Ve şöyle cevap verir: "Nasıl olmak istediğine sen karar ver
lütfen, ben senin her haline karşı saygılıyım."
Cadı bu karar karşısında çok sevinir. "Sen bana
seçme özgürlügünü verdin ve beni kısıtlamadın şövalyem.
Bu yüzden ömür boyu yanında güzel ve
saygılıbiri olarak gözükeceğim".
sonuç ?

KADINLAR, İSTER, SON DERECE GÜZEL...
İSTER, SON DERECE ÇİRKİN OLSUN...
HERZAMAN CADIDIRLAR ... Msn Happy)))
AMA TATLI...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Aralık 2006       Mesaj #35
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Genç adam elinde bir buket çiçek, sahile koşarak geldi...
Gözleri şöyle bir sahilde gezindi, aradığını göremeyince
ilk gördüğü banka oturup sevdiğini beklemeye başladı. Ellerinde
her zamanki çiçeklerden vardı. Sevgilisinin en sevdiği çiçekler bunlardı.
Kırmızı, kıpkırmızı, kan kırmızısı güller... Sanki dalından yeni koparılmış
gibi tazeydiler, buram buram kokuyorlardı, sevgi kokuyor,
aşk kokuyor en önemlisi de özlem ve hasret kokuyordu güller...
Hepsinin üzerinde damlalar vardı. Sanki ağlıyor gibiydiler.
Genç adam güllere baktı, sanki onlarla konuşuyormuş gibi,
"Neden ağlıyorsunuz, bakın ben ne kadar mutluyum" dedi.
Az sonra sevdiğini göreceği için kalbi deli gibi atmaya başlamıştı.
Ne zaman onu düşünse, onunla buluşacağını hayal etse
kalbi aynı böyle yerinden çıkacakmış gibi oluyordu.
Senelerdir birbirlerini sevmelerine rağmen ikiside sevgisinden
hiç bir şey kaybetmemişti.. Onları hiç bir şey ayıramazdı...
Ne hasret, ne ayrılık, ne de ölüm...
Genç adam telaşla saatine baktı. Sevdiği yine geç kalmıştı,
1 dakika geç kalmıştı. Üstelik o, sevdiğini bekletmemek için dakikalarca
önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu.
Ama sevdiği her zaman bunu yapıyordu. Devamlı kendisini bekletiyordu.
Herkesin bir kusuru olurmuş diye düşündü...
Gözlerini önündeki uçsuz bucaksız denizlere dikti. Denizin sonu
yok gibiydi, tıpkı sevdiği kıza karşı olan aşkı gibi denizinde sonu yoktu.
Sonsuzluğa uzanıyordu. Aslında bugün onlar için çok özel bir gündü.
Kendi aralarında söyleneceklerdi. Delikanlı önce bunu sevdiğine açmış,
sonrada gidip iki yüzük almıştı. Bu kadar önemli bir günde bari
onu bekletmemeliydi.. Ama alışmıştı artık beklemeye, zararı yok
biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları
nedense hala yaşlı idi. Bir türlü anlamıyordu onları.
Her şey bu kadar güzelken neden ağlıyorlardı ki?

İşte az sonra sevdiği gelecek, ona sarılacak, kucaklaşacaklardı...
Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe ilk adımlarını atacaklardı.
Genç adam öyle heyecanlıydı ki sevdiğine kavuşmak için can atıyordu...
Martılara baktı, birbirleriyle oynaşıp, uçuşan martılara... Ne kadar güzel
dansediyorlardı havada. Tekrar saatine baktı genç adam.
Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi yine geç kalmıştı, hem de çok...
Bu kadar geç kalmaması gerekiyordu. İşte her gün burada buluşmak
için sözleşmiyorlar mıydı? Her gün sahilde, martılara bakarak,
denizin onlara anlattığı masalları dinleyerek birbirlerine sarılıp
hasret gidereceklerine söz vermiyorlar mıydı?
O zaman neden gelmemişti yine??...

Aklına kötü düşünceler gelmeye başladı. Hayır.. hayır.. olamazdı.
Sevdiğine bir şey olamazdı. Onsuz hayat yaşanmazdı ki...
O ölse bile devamlı benimle yaşar diye düşündü genç adam.
Bunun düşüncesi bile hoş değildi. Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını
kimsenin görmesini istemiyordu. Zaten nedense etrafındaki insanlar
ona sanki kaçık gibi bakıyorlardı. Rahatsız olmaya başladı bakışlardan.
Artık bıkmıştı... Yine sevgilisi geldi aklına.. Neden gelmedi acaba
diye düşünmeye başladı. Gözlerini kapattı. 7 sene oldu dedi.
7 senedir her gün bu sahildeydi, sevdiğini bekliyordu.
Daha fazla dayanamadı. Kalbi parçalanacak gibi oluyordu.
Gözlerinden bir damla daha yaş güllerin üzerine damladı...

Yine gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun evine gideyim diye mırıldandı...
Hiç olmazsa gülleri her zamanki gibi yanına koyar, ona vermiş olurdu...
Genç adam ayağa kalktı. Sevdiğiyle buluşmak üzere, yeşil tepenin
ardındaki kabristana doğru yürümeye başladı...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Aralık 2006       Mesaj #36
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÖLMEK ZORUNDAYIM, ÇÜNKÜ AŞK VAR…

—Beni sevdiğini söylemene bayılıyorum biliyor musun?
—Ben de söyleyeyim o zaman!
—Seni seviyorum.

((Sonra masaya oturdular. Nedense karşılıklı oturma adetleri yoktu. Yan yana oturmayı seviyorlardı. Ve yemek yerken nedense fazla konuşmazlar, konuşsalar dahi birbirlerinin yüzlerine pek bakmazlardı. Belki o yüzden özellikle karşılıklı değil de yan yana oturmayı tercih ediyorlardı. Yani refleks desek uygun düşer sanırım. Ya da tenlerin birbirine çekme olan duygusu.
Masaya oturdular ve her zamanki gibi Yusuf bir yudum su içti. Ki aslında tartışırlardı bu yüzden, yemek yerken çok fazla su içilmemeli diye. (gereksiz tartışmaları ne çok seviyorlar. Birçok defa şahit oldum buna. Mesela televizyondaki salakça bir haber yüzünden uzun süre konuşmadıklarını bilirim. Oysa onlar çoğu anlarda sevişir gibi konuşurlardı, konuşur gibi sevişirlerdi. Bu kadar kusur kadı kızında olsun muydu?)
Yemek bitti sanırım. Yusuf masanın toplanmasına yardım etti ve çekilip buhran köşesine kitabına daldı. Aysu da her ay aldığı ama hiçbir zaman bir yazısından fazlasını okumadığı ve Türkiye genelinde satışı 100’ü geçmeyen dergisini alıp odasına çekildi. Ortalık cinlere kalmıştı şimdi. Sevişiyor, koklaşıyor ama hiç ses çıkarmıyordu cinler.
Sonra ne mi oldu? Yusuf gelip Aysu’nun yanına boğazının kenarından uzun soluksuzluk anını yaşadı. Böyle olmuştu sanırım. Böyle olmalıydı belki de.))

Kalbimin çok yakınındasın biliyor musun? Hem de o kadar yakınındasın ki elimi uzatsam bir uçurumluk mesafe sadece. Ama korkuyorum yine de… Aslında ben her şeyden korkuyorum. Beni bırakıp gitmenden, seni bırakıp gitmekten, ayrılığı kabul etmekten, son kez sevişmeden ölüm soğukluğu takınıp, yüzlerimize bakmadan ayrı düşmekten. Korkularımın üzerine mi gitmeliyim, bilmiyorum ki. Şu an olmak istediğim yer burası mı yoksa sadece sen buradasın diye mi buradayım. Tanrım çıldırmak üzereyim.

Tanrı!
Ne çok uzak düşmüşüzdür kendilerine değil mi. Ama en basit bir nidamızın içinde bile “aman tanrım” vardır. O halde biz ne biçim tanrıtanımazız. Aslında biliyor musun biz yeşil birer tanrıtanımazız. Hep sorguladım aslında o var mı gerçekten. Tamam canım! Hemen kesme sözümü herkes biraz sorgular kendisini. Ama ben hep başka düşündüğümü düşünürüm! Mesela savaşları çıkaran bizler miyiz yoksa o mu bizi birbirimize düşürüyor. Ya da açlıktan ölen insanlar tanrının yarattığı ama yarattığı için pişman olduğu ve sonra o halde en kısa zamanda sizleri yanıma almam gerek dediği varlıklar mıdır? Ya da daha keskin bir soru: onu gözümüzde fazla mı büyütüyoruz? Mansur tanrı olduğunu iddia etmemişti. Sadece tanrı benim içimdedir demişti ve insanlar onu öldürmek konusunda tereddüt etmemişti. Oysa ortada büyütülecek bir şey yok. Gerçekten varsa içimizde olmalı değil mi?
Konuyu dağıttığımı düşünüyorsun. Ama hayır konuyu dağıtmıyorum. Çünkü tanrılarımız savaşmak konusunda tereddüt etmiyor birbirleriyle. Hayır, kavga çıkarmak düşüncesinde değilim. Beni yanlış anlıyorsun. Aslında sen hep yanlış anlıyorsun.
Evet, bunu hep söyledim bizim ilişkimiz yanlışlık üzerine kurulu. Neden mi sürdürüyorum bu ilişkiyi? Neden yaşadığımızın cevabını bulamadığım içindir belki. Seni seviyorum ben, neden nefes almam gerektiğini bilmediğim gibi.

Buhran köşesinde yalnız bir adam… İçtiği sigaraların izmaritlerini sayıyor. 5… bak olmadı şimdi bu. Tek sayı uğursuzluk getirir. O zaman bir tane daha yakmalı. Yine takıntıları başladı. İlacını almalı. (Ben mi hatırlatmalıyım?)
Senden bir ricam var? Bilmiyorum belki kabul etmeyeceksin ama ben söylemek istiyorum. Seninle pazarlık yaptığımı da nerden çıkardın. Demek artık ses tonumun içindeki anlamları da çözdün!
Bana biraz izin ver birkaç günlük bir tatile çıkayım. Yok, daha nereye gideceğimi düşünmedim. Ama şimdilik tatil yapmayı düşündüm. Ben mi bilirim? Neden bu kadar kolay teslim oluyorsun bana. Neden kiminle gideceğimi merak etmiyorsun. Neden bana bağırıp çağırmıyorsun. Hayır, gidemezsin demiyorsun. Bana bu kadar güvenme ya da bana bu kadar uzak durma. Buna dayanamıyorum.
Biraz uzaklaşsak birbirimizden iyi olur. Kaç gün olduğunu düşünmedim. Ama belli bir süre…
Evet, gidecek bir yerim yok bunun farkındayım. Gidecek hiçbir yerimiz yok…
Arkadaşlarımız kalmadı. Ailelerimizi ayrılık yangınında kaybettik. Eski sevgililerimiz şimdi spermli bir hayatın göbek deliğinden bakıyorlar dünyaya. Kimsemiz kalmadı. Biz iki yarım insanız… Beni tamamlama ama…
Bütün geçmişimizi silerek iyi mi yaptık acaba. Biz hep doğru mu yapıyoruz… Önümüzden geçen esmer çocuklar coplandıklarında sesimiz çıkarmayarak, bir yerlerde hep birileri kanarken, en nefret ettiğimiz insanların yüzlerine bakıp sizi gördüğüme sevindim diyerek, dünya üzerinde yaşanan her türlü felakete kulak tıkayarak doğru olanı mı yapıyoruz?
Madem hep doğru olana meyilliyiz neden hep içimize kanıyoruz. Niye bu evin damarlarında pıhtılaşmış bir hayat akamıyor…
“aşk bir hastalıksa… ben iyileşiyorum,,, korkuyorum iyileşmekten”
Çocukluğumuzun saklambaçlarında yitirdiğimiz tanrı aşkına ne olmak için uğraşıyoruz biz. Biten bir ömre hayat öpücüğü vermekle iyi mi yapıyoruz. Bilmem belki de doğru olanı anlıyorsun: uzattıkça uzatıyoruz bu aşkın nakaratını. Bitse ne mi olur? Bilmem! Düşünmedim hiç. Düşünmek istemiyorum aslında.
Her şeyden nefret etmeye başlıyorum. Şiir yazmak yoruyorsa beni, düşünmek beynimi allak bullak ediyorsa, uzatmalara bırakmak istemiyorumdur maçı.
Yorgunum sadece.
Uyumak ya da uyumamak gibi bir problemim olduğunu da nerden çıkardın ki! İlaçlarımı alıyorum evet. Alkolle de alakası yok, bana hasta adam muamelesi yapma lütfen
Sonra konuşsak olur mu? Ne kadar sonra olduğunu sorma bilmiyorum sonra işte.
Sevişsek paklanır mıyız? Bilmem, denesek mi, deneyelim o zaman.
Bu kadar temiz miyiz sence? Yani çırılçıplak bedenlerimiz dokunulmamış, yıpratılmamış bir bebek saflığında kalabilmiş midir?
Göğsünün altındaki yanık izini daha önce görmedim, ne oldu? Boş ver…
Seviştiler saatlerce. Birbirlerinin vücut sınırlarını ihlal etmeden, dokunmadan seviştiler. Daha başka ne yapılabilirdi ki. Sevişmek tanrının bir isteğiydi. Ve onlar tanrıdan çok korkuyorlardı!!! Sevişmek… Bu aralar tek yaptıkları şey buydu…

“ve solar her dudak bir öpücük kondurulduğunda
Nasıl ki solup giderse bir gül dalından koparıldığında”

Saatin kaç olduğunu bilmiyorum. Belki de bilmek istemiyorum. Uyudun mu? Konuşsak mı biraz… Ne konuşacağız… Mı? Bunu bana mı soruyorsun… Gittikçe yalnızlaştığımızın farkında değil misin? Dokunduğumuz tenlerimizin bize ne kadar uzak olduğunun. Yalvarırım bana bu acıyı çektirme… İstediğin herhangi bir anda kes hayat serumunun hortumunu. Ve acaba gerçekten kalbimiz arasında bir uçurum mesafesi aşk mı var…
Bana yardım edemezsin biliyorsun bunu. Kendime gömdüğüm doğumlarımı bilemezsin. Katran günler bizi bekliyor. Hissedebiliyorum. Sen pencere kenarına âşıksın ben de gömüldüğüm yalnızlığıma.
Ölmekten korkmuyorum. Aslında bu aralar bir tek ölmekten korkmuyorum. Yalnızlığımıza hapsoldukça yabancı sevişmelerimiz korkutsa bile, ölmenin sadece bıçağın sivri ucunda gizli olduğunu bilmek rahatlatıyor beni… Şiddetsiz bir ölüm. Sadece damarlarımıza değdirdiğimiz keskinliğin bir anlık sinek ısırması gibi bir acısı hepsi bu. Hepsi bu kadar işte, sonrası derin bir özgürlük.
En iyisi birbirimizi rahat bırakalım belli bir süre… Belki biten bir filmi başa sarabiliriz ama bir ihtimal bu. Senin nereye gideceğinle ilgilenmiyorum. Nereye gidersen git. İstersen eski sevgililerinden birinin yanına git.(eskiyen giysilerimizi birisine vermektense atmak daha güzeldi) Ama görüşmeyelim bu süre zarfında. Çünkü biz bir birbirimize iyi gelmiyoruz anla artık bunu. Ayrılmaktan bahsetmiyorum… Sadece kendimizi bir süre nadasa bırakalım. Sonrasını beraber izleriz. Ama bunu senden istemeye hakkım olmadığını düşünme.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
18 Aralık 2006       Mesaj #37
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Başımdan geçen ilginç bir aşk öyküsünü anlatmak istiyorum.
Üniversite 2.sınıfa gidiyordum. Gençlik bu ya, başımda kavak yelleri esiyor.
Zaman ise benim geleceğin en büyük gazetecilerinden biri olmam için geçiyor gibime geliyordu. Geliyordu ama ben derslerden çok, arkadaşlarla üniversite binamızın içerisindeki sahalarda ve ağaçların arasında top oynamayı, gezmeyi ve arkadaşlarla sohbet etmeyi tercih ediyordum.
Ama itiraf edeyim, özellikle bahar aylarında etraftaki değişimleri, yeşillikleri geleceğin büyük gazetecisi gözüyle de izliyordum. Eh, gözleme yeteneğin olacak ve tabiattaki güzellikleri –bayanları- göreceksin de şairlik taslamayacaksın, aşık olmayacaksın olur mu?
“Öğrenci dediğin fotokopisinden belli olur”, “Fotokopisiz öğrenci meyvasız ağaca benzer” öğrenci atasözleri uyarınca vize dönemlerinden bir ay önce gördüğümüz derslerin notlarının fotokopilerini bulup almak için Azim Fotokopi’ye gittim. Azim Fotokopi hemen hemen bizde ki bütün derslerin dönem içindeki notlarının fotokopilerini çoğaltır ve satardı. Orada fotokopileri alırken yanımda bizim birinci sınıfta gördüğümüz bir dersin fotokopisinin olup olmadığını soran bir kız vardı. Fotokopiciden o dersin notlarının olmadığını öğrenince oldukça üzüldüğünü gördüm. İçimdeki yardımseverlik duyguları kabardı. Belirtmeliyim ki genellikle güzel bayanlara karşı her zaman yardımseverimdir. Kıza dönerek:
- “Her halde İletişim Fakültesinde okuyorsunuz” dedim.
- “Evet” dedi.
- “Bizim geçen yıl gördüğümüz Gazete Yazı Türleri dersinin fotokopileri bende hala duruyor. İsterseniz onları size ben temin ederim”dedim.
- “Ah, size zahmet olmasın?” dedi.
- “Yok canım ne zahmeti” dedim.
Sonra oradan beraberce konuşarak çıktık. Yolda adını söyledi: Figen’miş. Neyse biz böylece tanışmış olduk.
Ertesi gün ders notlarını ona verdim. Kız beni çok etkilemişti. Bir içim su derler ya öyleydi. Tabii, beni çok etkilediği içinde bana öyle gelmiş olabilir. Neyse... Bu yardım severliğimin karşılığında kız beni ne zaman görse hemen yanıma gelmeye başladı. Diğer arkadaşlarımla da tanıştırdım onu. Artık çok samimi olmuştuk. Olmuştuk olmasına ama kıza da tutulmuştum.
Ne yapmalıydım... Düşünüyordum ama bir türlü de karar veremiyordum. Şimdi kıza arkadaşlık teklif etsem, yardım etmemin karşılığında ondan faydalanmak istediğimi düşünebilirdi. Ayrıca arkadaşlık teklif etmemin diğer arkadaşlarımın hele hele Osman’ın kulağına gitmesi... Aman aman ölsem daha iyi. Çünkü bizim arkadaş gurubumuzun arasında şöyle bir beddua vardı: “Allah seni Osman’ın medyatik diline düşürsün de, manşetlerden inme emi !”
Çok düşündüm bir karar veremedim. En sonunda ona aşkımı mektupla ilan etmeye karar verdim. Bu amaçla oturdum ve usturuplu bir aşk mektubu yazdım.

“Bu mektubu kaldığım yerin soğuk duvarlarını ısıtmaya çalışan yüreğimin her atışında ismini hatırlatan sıcaklığında yazıyorum. Bir melankoni içerisinde yazmaya çalıştığım bu satırlar daha çok seven yüreğimin sevilme mutluluğunu yakalaması için çabalaması ve belki de karşılıksız bir sevda bataklığına nasıl gömüldüğünün ifadesi.
Acaba Figen; senin o melekler kadar güzel olarak tasavvur ettiğim hayalini gönlümden silip atsam mı diyorum. Yazık olmaz mı sorusu aklıma geliyor. Yazık olmaz mı aşkıma? Acaba unutsam sana karşı hissettiklerimi, hiçbir şey yaşanmamış gibi acaba bir anda geçen onca zamanın ötesine gidebilir miyim?
Yakalanan bir kuşun esaretten kurtulmak için çırpınması gibi seni görünce çırpınan kalbimin atışlarını, yüzümün her kızarışını, benim sana olan tutkumu tavır ve yüz ifademden, heyecanımdan, titrememden anlamandan duyduğum korkuları... unutsam mı?
Böyle bir şey mümkün olsa bile herhalde yaşadığım onca duyguyu bir anda jiletle kazıyıp, söker gibi atamam, atmam.
Çevremde çok pişkin, yüzsüz, her şeyi çok rahat ifade edebilen biri olarak görülmeme rağmen aslında sevdiğine karşı aşkını ve duygularını ifadeden bile çekinen utangaç yapıda biri olarak sevgimi yazı ile belirtme ihtiyacı duydum. Sana olan sevgimi hoş karşılaman dileğiyle...”
“Yakın çevrenden biri”

Mektubu daktilo ile yazdıktan sonra bir zarfa yerleştirdim. Figen’in de aralarında bulunduğu arkadaşlarla okulun önünde sohbet ederken lavaboya gitme bahanesiyle gidip sınıfta Figen’in ders notlarını tuttuğu ajandanın içine koydum ve sonucu beklemeye başladım.
Ertesi gün üniversitenin ana binasında bulunan yemekhaneye giderken Figen bir ara yanıma yaklaştı ve:
- “Yükselciğim san bir şey söyleyeceğim ama aramızda kalsın. Aramızdaki samimiyetten bir tek sana söylüyorum” dedi ve devam etti “Yahu dangalağın bir bana bir mektup göndermiş” dedi.
- “Şaka mı yapmış mektupta?” diye sordum.
- “Şaka mı bilmiyorum ama mektupta bana tutulduğunu, aşık olduğunu... falan filan yazmış işte. Yani oldukça duygulu bir dille bana ilan-ı aşk ediyor herif” dedi. Ben de:
- “Peki kim bu herif”dedim.
- “Ne bileyim, ismini yazmamış ki! Ama yazdıklarından bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum. Bir iki tahminim de var” deyince heyecanlanarak;
- “Peki kim olabilir” diye sordum.
- “Tahminime göre bizim gruptakilerden biri ve... Neyse ismini de sonra öğrenirsin Yüksel” dediği sırada diğer arkadaşların da yanımıza gelmesiyle sözünü keserek onlarla konuşmaya başladı.
Beni bir merak sarmaya başlamıştı. Acaba tahmini ben miydim de tavırlarımdan öğrenmek için konuyu bana açmıştı. Anlamış mıydı acaba...
İçim içimi kemiriyordu; mektup yazmasa mıydım. Eğer gerçekten benim yazdığımı anlamışsa ve benimle bir daha konuşmazsa ne yapardım. Belki hem bir arkadaşı yitirecektim, hem de sevdiğim kızı.
Bu arada şeytan da dürtüyordu beni bir mektup daha yaz diye. Bu sefer duygularımı daha açık belirtecektim. Bu düşüncelerle tekrar daktilonun başına geçerek yazmaya başladım:

“Figen; şu an sana söylemek istediğim ama söyleyemediğim duygular var ya, o duyguları sana bir sahilde hafif bir yağmur çisiltisi altında ıslanırken ve deniz dalgalarının, martı sesleriyle birleşerek oluşturduğu o nefis fon müziği eşliğinde dans ederken söylemek isterdim.
Bilmem sen hiç birşeyi, pek çok şeyi kaybetme pahasına daha doğrusu yüreğin pahasına satın almak ister misin? Bil ki ben yüreğimi sana, senin için satmaya hazırım.
Keşke sana olan aşkımı, seni görünce hissettiğim duyguları gözlerinin derinliklerinde köşe kapmaca oynarken anlatsaydım. Acaba anlatabilir miydim?
İnsanlar madde ve mana arasında, denizde salınan tekneler misali gelip giderken; ben kendimi sevdama kucak açmış, senin gönül limanında demirlemiş olarak bulmak isterdim. Sana bağlanmak sarılmak ve ...
Hayali bile yaşadığım hayatın sahte yaşantısından daha gerçek ve daha güzel.
Mektubuma çok sevdiğim, güzel bir söz ile son vermek istiyorum: “Sevsen, sevilsen ve sevilebilir olsan”
Beni sevilebilir biri olarak görmen dileğimle...
“Yakın Çevrenden Biri”
Mektubuma ek olarak da “Figen’e” diye ithaf ederek yazdığım:

AKLIMDASIN

Papatya açmış kırlardan
Peygamber çiçeklerinin sarısından
Kekik otlarının kokusundan
Doyasıya içime çektiğim sen!

Belki değilsin, belki farkındasın
Sen benim hep aklımdasın

Turnalarla gönderdim sana
Gönlümde yetiştirdiğim gülleri
Yalancı gönüllerde
Karanlık tünellerde
Aşkı aramaya çalışırken sen
Senin aşkını hayat gibi yaşardım ben

Belki aşkıma uzaksın, belki yakındasın
Sen bilmesende hep benim aklımdasın !

Şiirimi de zarfa koyarak bu sefer postaladım.
Ertesi günde dedemin vefat ettiği haberi geldi. Alel acele Gümüşhane’ye gitmek zorunda kaldım. Bir hafta sonra döndüm ve okula gittim. Figen beni görünce hemen gülerek yanıma geldi ve:
- “Yüksel hani bana biri aşk mektubu yazıyor demiştim ya işte ondan ikinci bir mektup daha geldi. Bir de bana ithaf ederek yazdığı şiirini koymuş. Çok etkilendim.”
- “Peki kim olduğunu bulabildin mi?” diye sordum. O da:
- “Sana bir iki tahminim var diyordum ya... Artık emin oldum.”
- “Emin mi oldun, peki kim?” diye heyecanla sordum
- “Hiç tahmin edemezsin... Osman!” dedi.
- “Osman mı?” dedim şaşırarak
- “Tabii... Yakın çevremden biri, çok pişkin, yüzsüz, her şeyi çok rahat ifade edebilen biri olarak görünen başka kim olabilir?” deyince şaşkın, yıkılmış bir ifade ile:
- “Çok şaşırdım” dedim.
- “Şaşır, şaşır ... Dahası var. Emin olunca ben gittim ona ondan
hoşlandığımı belirttim. Yazdıkları beni çok etkilemişti. Ayrıca çok utangaç, ona kalırsa bana hiç açılamayacak ve beni sevdiğini söyleyemeyecek... Bu sebeple ona ben açıldım. O da benden hoşlandığını fakat benim seninle olan diyalogumuzdan ve samimiyetimizden dolayı ikimizin arasında bir şey olduğunu sandığından bana açılamadığını söyledi. Düşünebiliyor musun ayrıca ikimizin arasında bir şey var sanıyormuş” dedi.
Çok şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Sonunda;
- “Senin adına sevindim. Nihayetinde sana mektupları yazanı da bulmuş oldun böylece” dedim ve yanından ayrıldım.
Bir yanda sevdiğim kız Figen diğer yanda en yakın arkadaşlarımdan Osman vardı. Ve ikisi de benim aşk mektuplarım sonucu... Tam bir çöküntü içerisindeydim, ne yapacağımı bilemiyordum. Bu hal içinde iki hafta okula gitmedim, hatta gidemedim.
İki hafta kadar sonra okula gidince bu sefer Figen ve Osman bir ara yanıma geldiler. Osman bana:
- “Yüksel seni yemeğe götürüyoruz. Orada sana bir de süprizimiz var” dedi. Ben de:
- “Osmancığım bugün olmasa” deyince, Figen:
- “İtiraz etme hakkın yok. Çünkü seni son zamanlarda hiç göremiyoruz. Okula uğramıyorsun bile” dedi ve kolumdan çekerek dışarı doğru sürükledi.
Benim isteğim üzerine Karadeniz Pidecisine gittik. Yemek siparişini verdik. Bu arada ben sohbet esnasında elimden geldiğince espiri yapmaya, güleç olmaya çalışıyordum.
Konuşma esnasında Figen bir ara bana dönerek:
- “Sana bir süprizimiz var demişti ya Osman; şimdi onu söyleyeceğim sana. Biz Osman’la nişanlandık. Osman’ın romantik, duygusal mektuplarına dayanamadım. Ben de ona duygusal olarak karşılık verdim ve...” derken Osman söze girerek:
- “Ne saçmalıyorsun, ne romantik, duygusal mektupları...” diye Figen’in sözünü kesince ben de Osman’ın sözünün devamını getirmesine fırsat vermeden hemen sözünü kesmek ihtiyacını hissettim:
- “Demek ki Figen sendeki romantik, duygusal yönleri keşfetmiş ve sana tutulmuş. Çok şanslısın Osman; Figen’in kıymetini bil” dedim.
Yemekten sonra Osman’ın ellerini yıkamak için lavaboya gittiği sırada masadaki peçeteyi aldım ve Figen’e dönerek sessizce:
- “Bu günün anısına bu peçeteye duygularımı yazıyorum. Çıktıktan sonra yazdıklarımı oku ve sonra da yırt tamam mı?” dedim. Figen meraklı bakışlarla başını evet manasına salladı.
Bende peçeteye O’na ithaf ederek yazdığım şiirin nakarat bölümü olan:

Belki aşkıma uzaksın, belki yakındasın
Bilmesen de, sen benim hep aklımdasın

Ve altına da: “Allah’tan Osman’a ve sana mutlu bir yuva ve mutlu yarınlar diliyorum.”
“Yakın Çevrenden”
“Yüksel”
notunu yazdım. Notu yazdığım peçeteyi katlayarak Figen’in eline tutuşturdum.
Osman da yanımıza gelince;
- “Sizin bu mutlu haberinize çok sevindim İnşallah Allah tamamına erdirir” dedim ve devamla “Bu gün de aslında çok işim vardı. Sizinle buraya gelince unuttum hepsini. Şimdi gitmem lazım; anlayışla karşılayacağınızı umuyorum” dedim.
Birlikte dışarı çıktık ve tokalaşarak yanlarından ayrıldım. Bir süre sonra dönerek arkama baktım Figen peçeteyi yırtıyordu ve gözleri yaş doluydu. Benim onlara baktığımı görünce gözlerini silerek bana el sallamaya başladı.
Bir daha arkama bakmaya cesaret edemeden gözlerimde beliren yaşlarla oradan uzaklaştım.




Yüksel ŞAHİN
14 Haziran 1998
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
18 Aralık 2006       Mesaj #38
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Tavlanın hikayesi
Pers imparatorunun başveziri Buzur Mehir tarafından 1400 yıl önce tasarlanan tavla oyunu; dünyanın en popüler oyunlarından biridir.

Zaman kavramından alınan ilhamla tasarlanan oyunun zamana böylesine direnmesi son derece etkileyici.
Senenin birliği olarak tavla bir tanedir. 4 köşesi 4 mevsimi,
tavlanın içindeki karşılıklı 6`şar hane 12 ayı,
pulların toplamı ayın 30 gününü ,
siyah -beyaz pullar gece ve gündüzü, karşılıklı 12`şer hane günün 24 saatini simgeler.

Eski zamanlarda Hint İmparatoru, satranç oyununu Pers imparatoruna, yanında bir mektup ile hediye olarak göndermiştir. Mektubunda oyunla ilgili hiç bir açıklama yapmazken şöyle bir mesaj yazmıştır.
"Kim daha çok düşünüyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi görüyorsa O kazanır. İşte hayat budur..."
Pers İmparatoru dönemin en alim veziri olan Buzur Mehir ile bu mesajı paylaşarak, ondan oyunu çözmesi ve kendisinin de karşılık olarak Hint İmparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini ister. Vezir haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen satrancın her taş hareketini ve oyunu çözer daha sonra da on günde tavlayı icad eder ve imparatora sunar. Hint İmparatoruna tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere şöyle bir mesaj hazırlanır.
"Evet, Kim daha çok düşünüyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi görüyorsa O kazanır. AMA BİRAZ DA ŞANSTIR. İşte hayat budur..."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Aralık 2006       Mesaj #39
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşkımızı Öldürmeyelim
Geçen gün işten eve dönerken,genellikle kitap okuduğum halde o gün canım kitap okumak istemedi ve bende camdan dışarı bakmaya başladım, aslında gördüklerim hep aynıydı,tanıdık evler,tanıdık ağaçlar ve dükkanlar...sonra birden yoldan gecen araçların içine bakmaya başladım.Aslında onlarda tanıdıktı aracın içindeki insanlar genellikle yola bakıyorlardı ve birden bir şey fark ettim. Yanımdan geçen araçların içindeki insanların çoğu sadece dışarıya bakıyordu, şoför koltuğunda oturan adam sola bakarken yanındaki kadın da sağa bakıyordu, arka koltukta da, ya çocuk ya da eşyalar oluyordu ve bu insanların yaşları orta yaş civarıydı yani evliydiler ya da uzun süredir birlikteydiler, diğer taraftan birbirlerine bakarak ve konuşarak seyahat edenlerin ise ya flört eden ya da nişanlı belki de yeni evli çiftler olduğu anlaşılıyordu. İşte o an kafamda bir şimşek çaktı ve o günden sonra kitap okumayı bırakıp hep yolda yanımdan geçenlere bakarak tahmin etmeye çalıştım, kimler evli ya da uzun süreli beraberlik yaşıyor, kimler daha işin başında. Lütfen sizde yoldayken bir bakın, seyahat ederken önüne ya da camdan dışarı bakarak gidenlerin çoğu evli, ama konuşarak ve birbirlerine bakarak gidenlerin çoğu bekar ve işin daha çok başında. O zaman anladım ki, aşkı evlilik öldürmüyor aşkı uzun süreli beraberlikler ve yaşanan monoton heyecansız birliktelikler öldürüyor, işte o zaman kendi beraberliğime dışarıdan bakmaya çalıştım ve ne gördüm dersiniz. Hayatın akışına kapılmış, evden işe, işten eve koşuşturan, hayatında yeni hiç bir heyecanı olmayan ve çok uzun süredir gerçekten dolu dolu sohbet etmeyen, sadece çocuktan, işten ve sıkıntılardan konuşan, akşam yemekten sonra televizyon karşısına geçen ve kanepede (ayrı ayrı kanepelerde) uzanan bir çift gördüm. O gün kapıldığım dehşeti anlatmam oldukça güç, bize ne olmuştu, her şeyi unuttuğumuz, beraber olabilmek için bütün zorluklarına katlandığımız beraberliğimize ne olmuştu? Yaşadığımız heyecan nereye gitmişti? Nasıl bitmişti ve biz farkına varamamıştık? Sonra çevreme baktım ve diğer çiftlerinde bizim gibi olduğunu gördüm.İşin komik yanı insanlar bu hale gelirken, fark etmiyorlardı ve başkasının hayatının bu hale geldiğini anlattığınızda "vah vah" diyorlardı, oysa onlarda aynı durumdaydılar, sadece öyle bir şey yokmuş gibi davranıyorlardı. Herkes bir başkasının hayatına imrenir, İnternet te chatleşerek kaybettiği bu heyecanı bulmaya çalışır bir hale gelmişti. Birden eşimin de evdeyken çoğu zaman nete girdiğini fark ettim,ve gördüm ki ben onu ve aynı şekilde o beni sadece eşi olarak görmeye başlamıştı, işte o gün bu gidişe bir dur demeye karar verdim. Ama ne yapabilirdim, bununla ilgili dergilerde pek çok yazı olduğunu fark ettim, itiraf etmeliyim yapılan önerilerin pek çoğu uygulamada problem olan maddelerdi, ayrıca onları yaparsam başkasının elbisesini giymiş gibi olacaktım,ben kendi çözümlerimi bulmak istiyordum. Onlarında verdiği öğütleri baz alarak,oturdum ve kendimce bir acil durum planı çıkardım ve uygulamaya başladım. Öncelikle eşimle birlikte çocuğumuz olmadan baş başa yemeğe çıktık, itiraf ediyorum ilk denememiz biraz zor oldu, çünkü eskisi gibi konuşacak konu bolluğu yoktu, işten güçten ve çocuktan bahsetmemeye karar vermiştik, evde daha az tv seyretmeye onun yerine müzik eşliğinde sohbetler yapmaya başladık ve en önemlisi birbirimize karşı çok açık olduk, sohbetten sıkılan bunu diğerini kırmadan söylüyordu, aramızda zorlama olmamasına dikkat ettik. Baş başa sinemaya gittik ve bunu yıllar sonra yaptığımızı fark ettik, birbirimize telefondan mesajlar çektik, içimizden geldiği an ve geldiği gibi olmasına özen gösterdik ve birbirimiz için kendimize özen gösterdik, hafta sonları ben eşofmanlarımı üzerimden çıkardım, daha özenli giyindim, tıpkı flört ederken eşimin beni ziyarete geldiği günlerdeki gibi, eşimde hafta sonları tıraş oldu, daha özenli giyindi, deniz kıyısında hafta sonu yürüyüşleri yaptık,pamuk helva yedik ve sohbet ettik. Kısacası, eşimi sadece eşim olarak değil, sevdiğimiz insan olarak görmeyi ve onu yeniden sevmeyi öğrendim, bu gün ondan bir gün ayrı kalsam, eşimi yeniden özlüyorum, onunla küçük kaçamaklar yapmayı dört gözle bekliyorum ve artık eşim internette chat yapacaksa benimde yanında olmamı istiyor ve nete çok daha az giriyor .Bunları niye yazdığıma gelince, hiç bir şey için geç olmadığını düşünüyorum, birlikte olduğumuz kişinin değerini onu kaybetmeden fark etmeliyiz diye düşünüyorum ve kendimizi hayatın akışına kaptırıp sevdiklerimizi ihmal etmeyelim.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Aralık 2006       Mesaj #40
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
“Sus” hükümleri giydirildi sevdanın sen taraflarına…
Acımadılar! Kurak bıraktılar dudaklarının isyan kızıllığına.
Ve şimdi tüm mavilerimi soyunuyorum gökyüzünden,kalsın uçukluğumun yasaklı dili kararmış sayfalarda. Söylenmemiş cümlelerimi de koyup zulama gidiyorum bu şehirden. Bilesin bu son demdi! Bir daha söylemem; bitti gözlerimde yağmur mevsimi…

Bir düş bozumu daha ekledim ömür denilen yap-boza…Ah Esvâra! Bilir misin kaç ölüm yeter “ikimiz” olmaya? Bu kaçıncı bozgun sevdam,kuramadığım kaçıncı hayatsın avuçlarımda…
Payıma hep imkansızları biriktirmek mi düşecek gözlerini sakladığım yastık altlarında? De hele hazan yüzlüm,susma! Ölüme kaç kala “mahrem” diye yazacaklar seni toprağıma…
“Gaybana geceler”in esaretini yaşıyorum kaldırım soğuğu yokluğunda,parmaklarına yoksul kalıyorum. Yalnızlık yakamoz yakamoz çarpıyor ayaza kesmiş soluğuma. Kalmadı gücüm bilesin;sensizlik vebali ağır düşüyor boynuma ve kendi kendime yeniliyorum usulca!. Gündoğumlarımı bıraktım yanı başımdaki suya ve günbatımlarına çevirdim yüzümü..Hüznünü benimle yıka sevdiğim! Senin için ağlıyorum..Sen sakın ağlama!
Geceyi yaftaladım biraz önce, penceremde bekleyen karanlığa. Uykular yasak gözlerime ve tenin İstanbul kadar haram kılındı tenime. “Yastığındaki uçurumdan düşsem bir gece; karanfil kokan ellerine” diye düşlerken; parmak uçlarımla kefenimi göndermek düştü hisseme. Hadi sevdiğim benim kadar tutkunsan ayaklarımın altına düşürdüğün hüzünlü karanlığa, durma! Göm gölgemi saçlarının damla damla yağmur kokan hazan karasına. Belki o vakit aklanır zifiriliğim ve belki af çıkar o zaman yasaklarıma…
Ah sevdam!
Çıkarsan sandukandan günahkar sözcüklerini,savursan sağırlığıma harf harf! Çözülür belki dudaklarımın “sus” mührü. Gör o zaman avaz avaz ayazlığımı; duy! nasıl yağarım sesine türkü türkü ve nasıl yanar yeryüzü o zaman gör…

Uslanmaz yaram!
Sen böylesi namahrem yazılmışken kirpiğimde salınan düşlere; ben böylesi düşerken yastığına gömdüğün düşlerden, bu şehirde durmamı isteme benden.

Gidiyorum!
Biliyorsan susma:
“Bir hayat, kırılan kaç düşe denk gelir Esvâra…? ”



Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat