Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 5

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 546.976 Cevap: 1.812
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Aralık 2006       Mesaj #41
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bunlar doğru değil diye bağırmak, hatta karşısındaki adamı parçalamak istedi, hem de tek tek her zerresine ayırarak..olmazdı ama yapamazdı ki... Salon etrafında döndü, döndü, döndü... Başka biri vardı demek, bunca yıllık emek başka tenin çekiciliğine kurban edilmişti demek... Ya benim sevgim, ya benim aldanmışlığım... Çok güvendiği adam ne kadar kolay unutmuştu demek tüm yaşanmışlığı...

Sponsorlu Bağlantılar
Hiçbirşey söylemedi, söyleyemedi, boğulduğunu hissetti. Afallamıştı, şaşkındı çok; bağırarak ağlamak, isyan etmek geliyordu içinden ama bir yumruk gelip oturmuştu işte boğazına, yapamadı. Kalktı usulca, farkında olmadan balkona çıktı, beyaz taşların üzerine oturdu, kolları iki yanda başını kaldırdı yıldızlara baktı uzun uzun... Orda olmak istedi, o kadar uzakta, olamadı... Gece ne zaman şafağa söktü, serinlemiş hava da... Kalktı yatağına gitti, hiçbirşey olmamış gibi uyuyan adamın yüzüne bir tokat almak geldi içinden ama yine kendini tuttu. Gitti kanepeye uzandı, yumdu gözlerini, uyumak istedi, uyanınca herşey bir rüyaymış çok şükür demek istedi, bunu tüm hücreleriyle istedi... Uyandı, herşey aynıydı. Sıkı sıkı yumdu gözlerini, tekrar açtı...Yok, kahretsin değişen hiçbir şey yok!

Yokoluştuysa o günler, ilk günü başlamıştı işte... Sorunu olan kadınlar ilk iş kuaföre gider, demişti biri geçen gün. Aniden fırladı bir yere yetişircesine koşar adımlarla kuaförüne gitti... Saçımı değiştir kes, boya... Yap birşeyler ama kalktığımda bu ben olmayayım dedi. Saçları kesildi, boyandı, fönlendi. Güzel oldum dedi içinden. Ama ya gözlerim, bu hüzün kaç saç bakımında silinir ki...Eve gitti alışık adımlarla.. Kapıya anahtarı soktu, açıldı kapı, yüzüne başka tenlerin kokusu vurdu, midesi bulandı. Tuvalete koştu çıkardı içindekileri tüm yaşanmışlığı temizleyecekmiş gibi...Ah aptal kadın! En kötüsü belirsizlikmiş, dedi, ne yapacağını bilmiyordu. Filmlerdeki onurlu kadın tavrıyla kapıyı çarpıp gitmek istiyordu, adamın yine filmlerdeki gibi pişmanca yalvaracağını umarak...Ama gidemiyordu çok emek verilmiş bu sevgiye bir şans tanımak istiyordu. Ondan şans isteyen bile yokken üstelik...

Beynindeki yanılsamalar işte tam da bu an başladı. Kocası bir çeşit hastaydı, yanında olmalıydı ona yardım etmeliydi, birşeyler yapmalıydı. Yoksa kadınca bir kaybetme korkusuyla istemdışı bir mücadele miydi , anlamadı hiç bunu. Şaşılası bir hızla tüm tavırlarını “hiçbirşey olmamış” a çevirdi, mutfağa gitti yemek yapmaya başladı, özenerek, tek tek severek her sebzeyi... Lanet olsun neden lezzetli olmuyor ki bu! Elimdeki mutluluk gitti ondan mı diye düşündü , düşünmesiyle de hemen hep yaptığı gibi bilinçaltına itti bunu da. Yok canım domatesler sera domatesi , hiç benzer mi bahçe domatesine. Hah, kokusu bile yok ki tadı olsun... Unuttu tencereyi ocakta, salona gitti... Kokusuz domatesler, soğanlar da karardı kaldı ocakta, tıpkı içi gibi... Olağanüstü bir enerjiyle koltukların yerini değiştirdi tam üç kez, sırtından terler akıyordu, kolları ağrıdı...Ağrıdıkça unuttu, ağrıdıkça daha büyük bir gayretle çalıştı. Koskoca halıyı sildi büyük bir hırsla defalarca...Camları ovaladı, p!
arlattı, vitrinin örtülerini değiştirdi, içindekileri tek tek okşarcasına sildi. Çok güzel olmuştu, işte bu benim yuvam, dedi, gururla. Kapının eşiğine oturup eserini keyifli gözlerle izlemeye başladı, bir de sigara yaktı, uzattı ayaklarını.... Vitrindeki çiziğe takıldı gözü, ilk evimizi yerleştirirken olmuştu, kapıya sürtünmüştü taşırken, nasıl üzülmüşlerdi, daha taksitleri bile bitmedi diye. Üzülme demişti, kocası, üzülme... Bizim mutluluğumuz minicik bir çiziği görmeyecek bu evde...Hep mutlu olacağız hep!!! Şu küçük hurda televizyonu da atmaya kıyamadılar hiç, oysa şimdi kocaman ekranlı bir tane varken..Ama onu ikinci el eşya satan bir dükkandan alıp koymamışlar mıydı başköşeye, atmaya kıyamadılar anıların hatırına ... En güzel örtülerle süsledi onu hep, üstünde de mutlu fotoğrafları... Hayvannn diye haykırdı, hayvansın, nasıl yaptın, nasıl unuttun? Böğürerek ağladığının ayırdına vardığında kendini durdurması imkansızdı. Günlerdir biriken ne varsa kusuyordu, sefilce ağlıy!
ordu, evin salonunda mutfağında yankılandı ağlaması, hıçkırıkları,.. Duvarlar sustu, vitrin sustu, televizyon sustu...Hepsi dinlediler...Sonra sesi yavaş yavaş küçük iç çekişlere kaldı. Kendini sürükleyerek banyoya attı, suyun altına girdi, hiç kıpırdamadan gözlerinden sicim gibi yaşlar inerek ne kadar kaldı suyun altında farkına bile varmadı. Uyumak istiyordu, uyumak... Uyandığında tüm belirsizliğin dağıldığını görmek, hayat onu uykudayken nereye bırakmışsa, kalkıp ordan devam etmek istiyordu. Birileri birşeyler yapsa, uyutsalar onu...

Zaman neyi çözmemiş ki, hangi acı sonsuza kadar sürmüş ki? Sonraki günler, içinde büyük bir sessizlikle, büyük bir kurulukla geçti, sadece nefes alıyordu, çok sevdiği kahvenin bile tadı, kokusu eskisi gibi değildi... Ağlamak bile zor geliyordu ona, parmağını dahi kıpırdatmadan içine gömülü günler, aylar geçirdi. Ve birgün diğer kadından gelen mesajı gördü telefonda, sadece git dedi adama, haketmiyorsun hiçbirşeyi, git... Adam gitti. Kapıyı kapattı ardından, mekanik adımlarla mutfağa gitti, içecek bişeyler hazırladı, televizyonu, ama büyük ekran olanı, açtı. Kendini de şaşırtan bir ilgiyle izledi filmi, film çok acıklı geldi ona nedense, gözyaşlarıyla oyuncuların gerçekliğini kutladı. Sonra sildi gözlerini, ertesi gün giyeceği kıyafetleri çıkardı dolaptan tek tek...Yattı, uyudu...

Her geçen gün aşk sandığı duyguyla hesaplaşmasını sürdürdü. Meğer ne çok dibe saklamış kendini yıllarca, dehşetle farketti. Sanki kendi kendine bir evlilik masalı yaratmıştı da onunla mutlu oluyormuş, adamla paylaşamadığı ne çok şey varmış içinde kalan. Şaşırdı, afalladı...Şaşırdıkça netleşti herşey...Beyni sanki bilinçaltına ittiği ne varsa dışarı kusuyordu tek tek. Bu adam mıydı sevdiği, kendine inanamadı, hayatındaki en önemli tutkularını bile paylaşamadığı bu adam mıydı hayatını bu hale getiren. Buna nasıl izin verdiğine inanamadı, bu kadar acıyı çekmesine anlam veremedi. Acımı çektim bitti artık, ben bunları haketmiyorum dedi tüm inancıyla. Aynanın karşısına geçti. Düzelecek herşey eskisinden güzel bir hayatın olacak, az güven, az cesaret, az onur, az kendinin farkında ol, silkelen bitsin artık.... Balkona çıktı, yağmur yağmış! Yıkanmış çamlarla karışık toprak kokusunu ciğerlerine çekti keyifle. Orta şekerli bir türk kahvesi yaptı sonra kendine. Kahve yudumunu ağzında !
tuttu, kokusunu tadını hissetti, hissedebilmenin keyfini sürdü, aylar sonra...

15 gün sonra adama bir mahkeme celbi ulaştı. Hakedemediği hayattan çıkarılışını bildiren celbi okurken onun da aklına geldi vitrindeki çizik...



duygu akbudak
ChinaDoll - avatarı
ChinaDoll
Ziyaretçi
19 Aralık 2006       Mesaj #42
ChinaDoll - avatarı
Ziyaretçi


Sponsorlu Bağlantılar
1124hu5


HERKES İÇİN BİRAZ MUTLULUK

Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi.
Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu
bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile.

Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor? Birisi nasıl
olduğunu sorsa; “Bomba gibiyim” diye yanıt verirdi hep..
“Bomba gibiyim.” Jerry bir doğal motivasyoncuydu...

Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse,
Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.

Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün Jerry’ye
gittim. Anlayamıyorum dedim.. Nasıl olur da, her zaman,
her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun...
Nasıl başarıyorsun bunu?

Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki
seçimin var: Havan ya iyi olacak, ya kötü.. derim.
Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda gene iki
seçimim var: Kurban olmak, ya da ders almak.

Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim.
Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var..
Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını
göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim.

Yok yahu, diye protesto ettim. Bu kadar kolay yani?
Evet.. Kolay dedi Jerry.. Hayat seçimlerden ibarettir.
Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl
davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl
etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının
iyi ya da kötü olmasını seçersin...
Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..

Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu, uzun yıllar
görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek
yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.

Yıllar sonra, Jerry’nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soygun
için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry’yi delik deşik etmişler...
Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış.

Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm.
Nasılsın? diye sorduğumda, Bomba gibiyim dedi
Bomba gibi. Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim.
Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm..
Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü.. Ben yaşamayı seçtim.

Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi !..
Ambülansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı.
Bana hep İyileşeceksin merak etme dediler.
Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla
sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki
ifadeyi görünce ilk defa korktum.Bu gözler
bana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam,
biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..

Ne yaptın? diye merakla sordum..
Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak
herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu..
Evet diye yanıt verdim.. Var.. Doktorlar ve hemşireler
merakla sustular.. Derin bir nefes alarak kendimi
toparladım ve bağırdım: Benim kurşunlara alerjim var !..

Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım..
Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin.
Otopsi yapar gibi değil..

Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları
sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük
katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana yeni ders oldu.

Hergün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız
ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim..
Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu..


Bu yazıyı okudunuz. Şimdi iki seçiminiz var:

1. Unutup gitmek.
2. Kaydedip Saklamak,

dostlarınıza dağıtmak..

Ben, ikincisini seçip bunu sizlerle paylaşmayı tercih ettim.


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Aralık 2006       Mesaj #43
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Akşam^maşkA

Yine bir eylül akşamında kalbimin tartısına düşmüştün, güruhunla beraber, diğer tarafına bir şey koyamadığım için kefesinin, galip gelmiştin yüreğime…
Sen olmuştum senle dolmuştum tahammülsüzce,yüreğime yeni bir ritim tutturmuş, dudaklarıma ıslık dokundurmuştun, yüzüme de tuhaf bir tebessüm…

Bir mutluluktur kovalıyordu peşimden şu sıralar, bense bir martının kanadına kondurup yüreğimi, denizlere salıyordum, gözden kayboluncaya dek arkasından bakıyordum, gittiğinden emin olunca, arasına dönüyordum yetim bıraktığım hayatımın, sanırım mutluluktan kaçıyordum…

Her günbatımında sahile inip tekrar yüreğimi bekliyordum sözleşmişçesine, her akşam aynı saatte teslim alıyordum onu, sabahında firarisi olup uğruna yüreğimi yolcu ettiğim mutluluğa, akşamları garip bir telaşla, ürkek ama içten duygularımı da alıp avucuma, koşuyordum yeniden…

Ben duygularımın girift uçurumlarında sevmemeliydim seni, nedense bu şehrin gündüzleri benim uçurumlarım oluyordu hep.
Akşamları düştün kalbime, akşamları düşürdün, şimdi bırak akşamları seveyim seni derin ve sessizce…
İRFAN
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
20 Aralık 2006       Mesaj #44
kambis - avatarı
Ziyaretçi
YIL 1912, INGILIZLER HINDISTANI ISGAL EDER,
HINDISTAN
KRALI OSMANLIDAN YARDIM ISTER. YILLARDIR SAVAS ICINDE OLAN
OSMANLI BU
YARDIMI KARSILIKSIZ BIRAKMAMAKLA BIRLIKTE 350
KISILIK BIR
ASKERI BIRLIGI GEMİYLE HINDISTANA GONDERIR. 350
KISILIK
BIRLIKTEN 20 KADARI HASTALIKTAN YOLDA SEHIT OLUR, KALAN 330 OSMANLI
ASKERI
HINDISTANA CIKARLAR VE INGILIZLERLE SAVASMAYA BASLARLAR.

MUHIMMAT ACISINDAN KISITLI OLAN OSMANLI
ASKERLERI BIRKAC
GUNLUK MUCADELEDEN SONRA TEKNOLOJIK DONANIMA
SAHIP INGILIZ
ASKERLERI KARSISINDA YENIK DUSERLER VE 40 KADAR
ESIR
ALINIR
DIGERLERI DE SAVASTA SEHIT OLURLAR. SAVAS
BITTIKTEN
SONRA BU 40 OSMANLI ESIR ASKERINI, INGILIZLER
GEMILERDE CALISTIRMAYA BASLARLAR. BIR INGILIZ
GEMISI
AVUSTRALYA' YA
GELDIGINDE, ESIR IKI OSMANLI ASKERI GEMIDEN BIR
YOLUNU
BULUP KACARLAR.


BIR SURE SONRA, ADI KARADENIZ DIYARINDAN
MENTESOGLU
ABDULLAH OLAN, BABA MESLEGI DONDURMACILIGA
BASLAR.

KARAHISAR DIYARINDAN TARAKCIOGLU MEHMET DE BABA
MESLEGI
KASAPLIGA
BASLAR.

1918 DE AVUSTRALYA CANAKKALEYE ASKER CIKARIR VE
BIZIM
IKI OSMANLI ASKERI OLAYI DUYARLAR VE HEMEN
BULUSUR, DURUM
DEGERLENDIRMESI YAPARLAR. BIZ OSMANLI ASKERIYIZ
VE
AVUSTRALYADA
YASIYORUZ. AVUSTRALYA DEVLETI OSMANLIYA SAVAS
ACMIS VE
BIZIM ULKEMIZI
ISGALE GITMIS, BUNDAN DOLAYI BIZ DE AVUSTRALYA
DEVLETINE
SAVAS ACALIM
DERLER. ALIRLAR KAGIDI KALEMI VE YAZARLAR:

SAYIN AVUSTRALYA BASKANI EKSALANS HAZRETLERI,
BIZ IKI OSMALI ASKERI, ULKENIZDE BULUNUYORUZ,
DUYDUK KI
DEVLETIMIZ OSMANLIYA AVUSTRALYA DEVLETI OLARAK
SAVAS ACMIS
VE
CANAKKALEYE ASKER GONDERMISSINIZ. BUNDAN DOLAYI
IKI
OSMANLI ASKERI
OLARAK BIZ DE AVUSTRALYA DEVLETINE SAVAS ACMIS
BULUNMAKTAYIZ. BU BIR
OSMANLI SAVAS FERMANIDIR. EKSELANSLARIN
BILGILERINE
DUYURULUR.

KARAHISAR DIYARINDAN KARADENIZ DIYARINDAN
TARAKCIOGLU MEHMET MENTESOGLU ABDULLAH

IKI OSMANLI ASKERI, SIDNEY' IN 250 KM UZAGINDA
KARLIDAGLAR
DENILEN
BOLGEDE ONCE VIRAJLARDA TREN RAYLARINI SOKEREK 3
TREN
DEVIRIRLER VE UCUNCU TREN DE ASKERI MUHIMAT
BULARAK
SILAHLANIRLAR.
AYNI BOLGEDE 8 KARAKOL BASARLAR VE
KARAKOLLARDAKI
ASKERLERIN TAMAMINI
VURURLAR.

NE OLDUGUNU BIR TURLU COZEMEYEN AVUSTRALYA
DEVLETININ
SONUNDA IKI OSMANLI ASKERININ YAZMIS OLDUGU
MEKTUP
AKILLARINA
GELIR VE MEKTUBUN ATILDIGI BOLGEYE 250 KADAR
ASKER
GONDERIRLER VE IKI
OSMANLI ASKERI ARASTIRILMAYA BASLANIR. BIRKAC
GUNLUK
ARASTIRMADAN
SONRA SICAK CATISMA OLUR VE IKI OSMANLI ASKERI
BU
KARLI DAGLARDA SEHIT EDILIR.

IKI ASKERIN SU AN MEZARI SIDNEY' E 250 KM UZAKTA
KARLIDAGLAR' DA VE
MEZARLARINDA FOTOGRAF CEKMEK YASAK.
AVUSTRALYALILAR
IKI OSMANLI ASKERIYLE SAVASTIK DEMEK ZORLARINA
GITTIGI
ICIN BU
ASKERLERIMIZE HINDISTANLI ASILLI DIYORLAR. OYSA
HINDISTAN'
DA NE
KARAHISAR

DIYARI, NE DE KARADENIZ DIYARI DIYE BIR BOLGE
YOK.

BU BILGI HINDISTAN BUYUKELCILIGI' NIN
ACIKLAMASINDAN
CIKARILMISTIR .

BU IKI TURK ICIN ORADA BIR ANIT DIKILMEK
ISTENMIS AMA
OLMAMISTIR..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Aralık 2006       Mesaj #45
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
HERKES DEĞİLSİN!


Bİr vicdan ayaklanmasına doğru genişlerse kalbin/ şiir gibi yürürse ince ve narin…
Anla ki herkes değilsin!

Gel sevgilim biraz soluklanalım. Çok düştük biraz soluklanalım.
Maviye çalan bir çocuk geçsin gözlerimizden. Kara bir günü daha ifşa ettik mavilenelim.
Bir geceye daha sızdığımızın resmidir bu, bir karanlığı daha patlattığımızın.
Çok sesli bir koro orotoryomuzu yapın.
Cümlelerin arasından sızıp bulanık bir ırmakta sır olalım.

/ Son virdine yataklık yapacağımız bir derviş bulalım.Çıtı pıtı bir kente, tedavülden kalkmış ağır nefeslerle girelim. Ve kenarı çentikli bir bilboardın tam ortasına bağdaş kuralım.
Gel sevgilim, kapısı çalınmış evleri, yüzüne bakılmayan yetimleri hırkamızın altında, yüreğimizin boşluğunda saklayalım. /

Ah toprak künhüne varamadığımız rüyalar, kaç yerinden çatladı bir tohum, sis neden ellerimizden akar, hangi işaret bu kumpası bozar ve gözlerin neyin rengine çalar?
Bir geceyi daha bölelim, bir dilim sana bir dilim aç kurtlara…
Dudaklarım mühürlendi sevgilim sandım yeryüzü mühürlendi. Tenimde zahit bir ateş.
Ey aşk suretinde gelen yalan. Kocaman bir yüreğe değer gibi geçtin sokaklarımdan.
Ne kadar da sırnaşık bir heyüla göğümüzde asılı kalan güneş.
Dışın zaptedilmez harami. İçin sevgilim uyut beni.

Ruhumuzu darp eden isyan, erimez de saçaklarımızdan sarkarsa ihanet.
Cinneti o zaman sözlerinde tutuklu kalmış susuşlarım say.
Kabil emziren bir zamanla sürgit yoldaşların kahrı düşlerimizi kundakladığında bir sen bil herkes değilsin.

Ruhumuzun aynasında saklı kalan bir vahadır örgütlenmiş bu bahar.
Sen bilirsin bu kokuyu, yusuf’un zindanındaki küf, bu buğu.
Üzerimize serpilmiş kıyımdır; ya coğrafyamız talan ya da sevincimizin atıldığı bu dipsiz kuyu.
Alnımızın çatından sarkıtılmış sarkaç mahşerin tam ortasından geçip hüznümüze dokunuyor.
Ve ruhumuz sevgilim ölüm görmüş yalnızlıklara gömülüyor.

Uzatmalı bir iklim bu. Hiçbir şey kadar masum.
Buğday teninde bir sözcük düşer kalbine. Başak renginde bir bahar çağır.
Ağlayan coçukların gözyaşlarnı çal. Sıkılmış bir yumruğun öfkesini tasdik et.
Ve öğret bana sevgilim demirin ve mizanın kavlince
Nedir sabrımızın gergefine takılıp kalan bu ayrıksı
Bu sukunet…

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Aralık 2006       Mesaj #46
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
gülümse,aşka..

o da üşüyordur senin gibi..
bir ağustos gecesinde zangır zangır..
kilitlenmiştir çenesi.
bir şey söyleyecektir..
seni görse..
duyacağını bilse..
bişey..
kalbinin Yedinci odasında yıllardır sakladığı..
bir umut cümlesi..
yıllardır o sözle tutunmuş,
onunla avutmuş,
aşk aşk diye durmadan çarpıp duran..
durmadan onu sarsan kalbini..
görsen nasıl içlidir..
nasıl sevgiliye dairdir sözleri..
bazı zamanlar küçük bir çocuğa,
yavru bir balığa anlatır sensizliğin içine saldığı sisleri..
ama neden o sisler hiç dağılmaz.
ve neden o çocuklar uyku nedir bilmezler hiç..
buğulanmış gözlerin ardından baktığı o çelişkiler yumağı hayat
senin adını andığı anlarda
nasıl ansızın berrak ve ümit ışıklarıyla dolu görkemli bir hayata dönüşüverir..
söyle nasıl..
seni düşlerinde gördüğü bazı gecelerden sonra
susmuş bir rahip gibi,
sessizce okuduğu dualardan başka hiç bi söz duyulmamış bi derviş gibi.
açlık grevinde müebbete mahkum
susmaya yemin etmiş bi komunist gibi..
-günlerce sus-pus..günlerce sessiz dolaşıp durmuştur..yeryüzünde.
sensizliğin derin yokluğunda boğulmak bu olsa gerektir....
boğulmak..
binaların..insanların..kamyonların
üstüne üstüne geldiğini hissetmek..
o nun olmadığı bi dünyada yaşamın anlaşılabilir bi nedeninin kalmadığını..
aldığın her oksijen zerresinin ciğerlerine bir iğne olup saplandığını..
ve saplanan her iğneyle beraber dilinden dökülen tüm feryatların adınla başladığını..
ve adınla bittiğini yaşamaktır,boğulmak..
biliyor musun..
ciğerlerim böyle milyonlarca iğneciklerle dolu BENİM..
ve her nefes alışımda daha derinime gömüldüklerini hissetmekteyim; sensiz bir dünya düşündüğüm anlarda..
hani demişsin ya..
o özlediğim seslerin sessizliiği.
o suskun zamanlarım..
gelir mi diyorsun..
bu ihtimaldir bizi aşkın o gotik gölgelerinde
umutlu bekleyişlere muntazır kılan..
bu ihtimal..
bizi her gün eritip tüketen
bu azalmak bilmez sancıyla yaşamaya alışkın kılan..
yoksa ne kalır ki geriye
pörsümüş düşlerden,
ne beklediğini bilmeden bekleyen kör bekleyişlerden,
sarı izmiritlerden başka..
ne kalır..
oysa uzaklara gitmeyi isterdim ben,seninle..
herkesin varılmaz sandığı o eşsiz doruklara..
zamanın olmadığı..
çığlıkların sustuğu
kuşların hiç ölmediği yurtlara...
böyle bi yurt var mı diye sorma bana..
bunun cevabını biliyorsun sen de..
şimdi çevir gözlerini ve bak içine..
henüz açmış bir papatya
bulacaksın; içindeki o güzel bahçede..
tebessüm et şimdi; aşka
ve ilk kez gülümsüyormuş gibi gülümse...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Aralık 2006       Mesaj #47
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÖLÜ BİR DOSTA MEKTUPLAR

Bedevi çöllerinde sarkaç ağır.
Koşarak vardığımız mavinin ayakuçlarımıza uzanışı bir umut.
Uzun pencereden göğe varamayan kırlangıç silueti
Bir sokağı boydan boya kesen çocuk gülüşlerimiz

Kapıyı iştahla açan eski bakır kapların köfte kokusu yok artık.

Kan
Her rengin üstüne kapanan Venedik rahlesi
Geceye açık uçurtmaların kesik ipuçları
Şakağıma dayanan silah bile naylon
Sokakları beyaz kireçle boyadılar şairler uyuyordu.

Ölürken yüzünde geniş bir tebessüm varmış.
Ne çok aradım o gülüşü yaşayanların ellerinde.

Şöyleydi sanıyorum:
Senlebenkırgınama umutluyarındanbirgüngelecekmavitulumuylahürriyetdiyerek
Sonraölümdahagerçeksatılmışdünyadanvesengülerekgittinben niyekaldımdiyerek

Nasıl Olmalıydı?
Geçzorugeçgüldürmebenihemkendimehemkendimesarıgülkokusufarklıdeğilkaragülde nrenkleavutmakendiniyarıngelmeyecek

Yarım kaldı üstteki satır hep sürmesini isteyerek

Eski mektuplarımızı çıkardım sandıktan eski şiirlerini
Ağlamak bazen engellenemiyor anladım.
Gözyaşının cinsiyeti olmadığını neden öğretmezler erkek çocuklara.
Bunu bilseydin çakmak gözlerini her yakışında
Yumruklarını bir aziz gibi vurup göğsüne, kaskatı olmazdın.
Hiç ağlayamadın sen hiç.

Dostum, hiçbir cenaze ya da düğün fotoğrafını çekmiyor yüreğim
Sokaklarda “eski kırık bardaklar” yine
Kasımpaşa meyhaneleri tersane işçilerine kapalı

Geceden bile mor menekşe

Galata’dan çıktım yokuş yukarı
Cenevizliler uluyordu kapı önüne yığılmış eski poturlara karşı
Naylon da tükendi biliyorum: İnancın yerine ne koyacaklar?
İstanbul ölüm gibi soğuk

Sıcaklığını nasıl özledim.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Aralık 2006       Mesaj #48
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yağmur Ateş’in etkisiyle yağıyordu...

Ateş veda etti Yağmur’a. Aşk yarım kaldı orada. Bir yol kenarındaydı Yağmur ve Ateş. Ateş bakamadı o anda Yağmur’un gözlerinin içine. Bakamadı ama ben sana o gözle bakmadım dedi ya o anda bitti Yağmur. İçinde kopan fırtınalar, değil yağmasına; soluk almasına imkan vermiyordu. Nefesini tutmak, vermek, yaşamak, ölmek neydi hissettiği. Yağmur, “Tamam dedi”. Kontrolü almalıydı eline. Rahatlatmalıydı karşısındaki adamı. “Sevda bu! Her aşık olan karşılık görmek zorunda değil ki! Hissetmiyorsan, hissetmiyorsundur” dedi Ateş’e. Yine aynı aşk heyecanıyla konuşuyordu ama karşılık göremeyeceği gerçeğini öğrenmişti. Umudunu yıkamazdı sevdiği adamın. Teselli etmeli. İncitmemeliydi duygularını...

Yağmur, “Sevmiyorsan, sevmiyorsun. Hisler böyledir. Çok normal. Ben sana aşık oldum diye sen de bana aşık olmak zorunda değilsin ki” dedi Ateş’e.

Ateş, “Seni seviyorum ve değer veriyorum Yağmur, seni kaybetmek istemiyorum. Hayatımda değerlisin ama o gözle bakmıyorum sana. Seninle o kadar hayal kurduk, plan yaptık şunu yapacağız, bunu yapacağız şimdi hepsi yarım mı kalacak” dedi Yağmur’a..

Yağmur gülümsese gülümseyemeyecek, ağlamak istese ağlayamayacaktı. Yağamıyordu artık...

“Yarım kalmayacak Ateş” dedi Yağmur... “Sana aşkımı itiraf ettim diye beni alışverişe götürmezsen o zaman herkese rezil ederim seni” dedi Ateş’e. En azından küçük bir tebessüm yaratabilmişti sevdiği adamın yüzünde. Espriye vuruyor, o hüzünlü dakikaları olabildiğince huzurlu atlatabilmek için çaba harcıyordu.

İkisi birlikte karar vermişlerdi. Birbirlerinin hayatları için değerli iki arkadaştılar. Birbirlerini kaybetmeyi göze alamayacak kadar anlam ifade ediyorlardı kendi hayatlarında. Ateş ve Yağmur karşılıklı sevgi, saygı ve güvene dayanan sağlam bir bağ kurmuştu aralarında/hayatlarında. İkisi de göze alamadı bu bağı koparmayı. Arkadaş kalacak, devam edeceklerdi hayatlarına.

Yağmur, Ateş ile başlamıştı bu aşk hikayesine. Ateş veda etti Yağmur ile aşka. Yağmur, kalbini o yol kenarında Ateş’in avucunda bıraktı...

O günden sonra Yağmur’u gören olmadı... Yağmur’un kalpsiz yaşaması mümkün olmadığı gibi, Ateş olmadan da aşkı yaşayamazdı.

İlk kez böylesi güçlü hislerle, heyecanla yaşama sarılmıştı. Yağmur gerçeği öğrenmişti. Sevmiş ama sevilmemişti. İlk kez başına geliyordu bu duygular. Hayatında ilk adımı atan olmamıştı. Fırsat da vermemişti hayat ona. Sevildiğini söyleyen insanlar vardı etrafında. İlk kez sevmedim diyordu karşısındaki adam Yağmur’a. Aslında Ateş, sevmiyorum da demiyordu. “Seviyorum, değer veriyorum ama sana o gözle bakmadım” diyordu.

Keşke dedi Yağmur o an içinden muzipçe, “Tanrı o gözü verseydi Ateş’e de bana o baksaydı o gözle”...

“Neydi o göz. Aşk gözü mü vardı ayrı. İnsan isteyince onu mu takıp bakıyordu çevresindeki insanlara... Tüm bunlar tüm o acıların içinde şakalar tabii ki”... O da biliyordu zorla güzellik olmaz...

“Dert etme Ateş, üzülme. Hissetmiyorsan, hissetmiyorsun. Aşkım karşılık bulmak zorunda değil ki. Ben senin davranışlarını yanlış yorumlamışım. Ters algılamışım. Yanlış sinyaller almışım. Huzurunu kaçırma Ateş. Konuştuk, paylaştık artık ne yapmamız gerektiğini biliyoruz” diyerek Yağmur...

Çırpınıyordu minicik yüreği bir kuş misali. Çırpındı, can çekişti dayanamadı ve eve dönmeden önce can verdi Ateş’in kollarında. O yol kenarında Ateş’in avucunun içinde kaldı kalbi. Aşkıyla karar vermişti öldürmeye. Ateş isteyecek de Yağmur yapmayacak mıydı. Onun için vazgeçti kalbinden...

Yağmur, Ateş ile yağıyordu. Ateş’in aşkıyla sırılsıklam yaşıyordu. Ateş alevini çekince Yağmur’un üzerinden Yağmur o yol kenarında baktı son kez aşık olduğu adamın gözlerine. Kazıdı son anı, gözlerini ve son kez gözleri konuştu Ateş ile Yağmur’un...

Son kez o yol ayrımında yağdı Yağmur... Sonra bıraktı kalbini Ateş’e ve veda etti Yağmurlu günlere...

Ateş yaşıyor mu... Kim bilebilir ki! Belki de Yağmur’un kalbi de dahil iki kalple hem de büyük bir aşkla... Yağmur aşkını, kalbini verdi Ateş’e... Bir gün gelir de Ateş verirse kalbini yeniden Yağmur’un eline... Kimbilir! Yağmur yağar belki bir gün yine...

Buharlaşmış Yağmur Damlaları...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Aralık 2006       Mesaj #49
arwen - avatarı
Ziyaretçi
SEVGİLİYE

Karanlığa düşünce gözlerim fikrime gelirsin yar.Ellerin ah ellerin yanık buğdaylara benzerdi dolaşırken ellerimde.Bela bu geceler.Belalı düşünceler.Kurulsun sabaha darağaçları şimdi boynumda yağlı ilmekle bekleyeyim seni. Tek görgü tanığım yıldızlar olsun geceden inen yüzüme.Sen hangi sevgilinin teninde bayram yeri kurmuşsan kal orda alacakaranlıklarda.Dokunma sesime dokunma nefesime.Kal gittiğin yerde.Sensiz de severim ben seni.

Hani sevgi iki yalnızlığın birbirini selamlamasıydı.Hani sevgi iki yalnızlığın teninin dokunmasıydı.

Yorulmadım seni severken.Parmak uçlarını düşlerken.İçimden dışıma püsküren lavlarım kaldı senden yadigar.Ne güzel anılarım var bilsen.Irmaklara benziyor yüreğim.Her bahar dağlardan besliyor kendini.Yenileniyor aşkla.Sen içimde kaldın sevgili.Uzak mevsimlerin kırağıları yağsa da bedenine bendesin ölümüne.Seninle buldum kendimi.Keşfettim içimden geçen denizi.

Büyüdüm seninle.Okyanus oldum.Affetmeyi öğrendim ihanetinde.Gülümsemeyi yalnızlığımda.Yetinmeyi,yetinebilmeyi içimdeki sevgiliyle.Gömdüm seni şiirlerime.Öldürmedim ölümüne. Yoksa yaşar mıydın bedenimde.
Ah sevgili…Ne çok sen oldum teninde.Ben doğdum bittiğin yerde.Karanfiller boy veriyor heveslerimde.Kırmızıya dönüyor sabahlar.Çiy damlıyor yokluğunla gözlerime.Zamanları saymıyorum ve baharları beklemiyorum artık.Her dem acıtan bir diken bıraktın bana.Kırmızıya sevdalı akşamlarda asılı kaldı gözlerim.Diğer yarım demiyorum sana.Sen bensin.Sen benim aydınlığımsın.

Bildiğinden daha güzelim şimdi.Onurlu bir aşık gibi bekliyorum geleceğin günü.Yalvarmıyorum kapılarda ve sevda şiirleri göndermiyorum martılarla.Seni benden alan çirkin yüzleri hapsediyorum hak ettikleri yere.Sen geleceksin sevgili.Yüzüme dönecek yüzün yine.Aşinası olduğun sevgiye.

Sevgili… yüzümün aynasında gördüğüm en güzel düş.Canımın tatlı yangını.Mağrurluğumun kırık aynası.Kanayan kanadı içimdeki serçenin.Kapı eşiklerinde bekleyen ümidim.Hiç eksilmedin gecelerimden.Gülüşün gitmedi penceremden.

bir katre alevdir bu karanfil
ruhum acısından bunu bildi..( Ahmet Haşim)

Acıyı sevdim seninle sevgili.Ayrı düşen yaprakları süpürdüm inadına birbirine.Adaklar adadım tanrıya.Gücüm yettiğince,bir kadın nasıl sevebilirse o kadar sevdim seni.Yok dahası,yok fazlası.Yasemin kokulu bahçelere anlattım sevdamı.Taş merdivenli sokaklarda çağırdım adını.Mumlar yaktım yarısı yanmış tapınaklarda.Kokunu sevdim sensizliğimde.Yüzüne benzeyen yüzlere döndüm.

Mağrur ve huzurlu bir kadın büyüyor bu şehirde.Gelip dokunasın diye..dokunup sevesin diye.Ve her gün şiirler saklıyor sol göğsünün üstüne.Sen gelirsin diye…..

SEVGİLİ


EMİNE DUYMAZ


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Aralık 2006       Mesaj #50
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yakut gözlü çocuk...

Yaşadığı hayatın dönüm noktasına ulaştığının farkında bile değildi o gece, vücudunda eğreti duran elbisesinin üzerine alelacele giydiği binlerce kez yıkanmaktan rengi solmuş ve örgü izleri aşınmış hırkasının önünü, kadınlığının verdiği ince zarafetiyle kapatmaya çalışırken, apartman kapısından çıktığından bu yana o kadar hızlı yürüyordu ki, sık sık nefes almayı unutuyordu, kışın tırnakları mosmor edip insanın elini cansız bir et parçasına çeviren soğuk rüzgarını yüzünde ve kulaklarında aralıksız bir sızı haliyle hissederken.
Ara sokakları birer nefeste geçerek minyon görünüşünden beklenmeyecek bir hızla Beyoğlu’nun sırtında güçlükle taşıdığı İstiklal Caddesine girmeyi başardı, ara sokaktan köşeyi dönmesiyle adımlarını yavaşlattı ve daha hızlı nefes almaya başladı, bir an bayılacağını hisseder gibi olduktan sonra kalp atışlarının normale dönmeye başladığına kanaat getirerek, havanın soğukluğuna ve üzerine yağ lekesi gibi yapışan yorgunluğuna rağmen yürümeye devam etti. Gündüzleri karınca yolundan farkı olmayan caddeden geriye, belediyenin yeni döşediği granitlerin üzerine biriken çöp yığınlarından, gece hayatını alışkanlık haline getirmiş türlü kılıkta erkeklerden ve köşe başlarına cansız mankenler gibi sıralanıp müşterilerini çekmek için kadınsı olmaktan çok uzak kalın sesleriyle cilveli konuşmaya çalışan ******lerden – ve travestilerden- başka pek bir şey kalmamıştı. Artık rahat nefes almaya başlamış ve vücudu soğuğa karşı direnmekten vazgeçip titremeyi kesmişti ki, yüzlerine dönüp bakmadan yanlarından geçtiği iki-üç ******den birisi, arkasından cırtlak sesiyle bağırmaya başladı:
“Yine hangi cehenneme gidiyorsun Firdevs, bizim kel çok kızacak!”
“Kele selam söyle, artık boş yatakta zıplayacak.”
“Gidiyor musun? Hadi oradan sen de!”
“Evet, gidiyorum, geberin hepiniz.”
Meslektaşıyla konuşurken ancak ona doğru dönmüştü, sesini duyurabilmek için bağırırken, yüzüne dominant bir hava katan ve doğumundan beri ortasında hafif bir çukurluk bulunan çenesi titriyordu soğuktan, dışarıya çıkmadan önce üzerindeki rujun izini temizlediği dudaklarında ölü bir patlıcan rengi belirmişti. Kendisini dışarıya atmadan önce sadece rujunu silmekle kalmamıştı, tırnaklarını kanatıncaya kadar kesmiş, yüzündeki makyajı derisini yüzünceye kadar kazımış ve ancak ara sıra sıcak su akan banyoda saatlerce yıkanarak bütün kirlerinden arınmıştı. İşe başladığı ilk günden bu yana hiç bu kadar çok nefret etmemişti ******liğinden, yine de günahlarından ve ruhunda açılan yaralardan arınamamıştı banyoda. Artık bunlar Firdevs için bir şey ifade etmiyordu, niyeti namusunu kazanmak ya da bakire Meryem kadar kutsal olmak değildi, sadece doğup büyüdüğü eve, yüzündeki ürkütücü maskeyle ve yattığı mutsuz erkeklerden kalma vücudunda oluşan ter tabakasıyla gitmek istemiyordu.
Yaşadığı hayatın dönüm noktasında olduğunun farkında bile olmadığı o akşam, daha küçük bir kızken terk ettiği şehirde arkasında bıraktığı, fakat aradan hayli zaman geçmesinden sonra telefon numarasını bulup, sık sık ve eskisi gibi olmasa da, yatakta yalnız yattığı günlerde arayıp konuştuğu, bu yolla ailesinden haber almayı başarabildiği çocukluk arkadaşı ve –eski evinin- komşusu olan Gülten, büyük bir sürpriz yaparak ilk defa kendisi Firdevs’i aramıştı, kısa süren telefon konuşmasında karşısındaki insanın neler hissedebileceğini umursamadan Firdevs’e ailesiyle ilgili son haberi söyleyivermişti kısa ve basit cümlelerle, annesini, babasını ve artık evlenme çağına gelmiş küçük kız kardeşini evlerinde sıcak tutabildikleri tek odada, soba zehirlenmesinden ölmüş vaziyette nasıl bulduklarını sıralayıvermişti değişmeyen ses tonuyla. Lafı fazla uzatmadan “Artık beni aramazsın” demişti Firdevs’e, “Artık burayla bir bağın kalmadı”..
Yaptığı sürpriz telefon konuşmasından sonra sızlanamadan, ağlayıp yas tutamadan, saçlarını kederinden birer birer yolamadan işine dönmüştü, tüm akşam boyunca kasıklarından göğüslerine doğru boşalan her darbede yutmuştu hıçkırıklarını, gözyaşlarını mesleğine karşı yapılan büyük bir saygısızlıkmış, affedilemez bir ayıpmış gibi saklamıştı ağır makyajının arkasına. Gecenin geç saatlerine girdiğinde artık içinde uysallaştırmaya çalıştığı yabanıl bir birikinti, karnında günahkar bir çocuk gibi hızla büyümüş ve kontrol edilemez hale gelip kadının zayıf vücudunun bütün sinirlerini uyarır hale gelmişti, hissettiği acıdan aldığı güçle müşterisini kabaca dışarıya postalayıp, eski ve kullanışsız dört katlı bir apartmanken, birkaç yıl önce doğulu bir bunağın çok fahiş bir fiyata satın alarak kaçak genelev açmasından bu yana çalışmaya devam ettiği kendisine ait odasından dışarıya çıkıp aşağıda müşterilerle ilgilenen çalışana başka müşteri istemediğini söylemişti yüksek bir sesle, artık ne gözyaşlarını tutabiliyordu, ne de içinde büyüyen çocuğu…
Odasına geri dönüp dayanılmaz sancılarla karnındaki çocuğu doğurmuştu, çocuk fazlaca tanıdık geliyordu Firdevs’e, onu en son İstanbul’a gelmesinden iki gün sonra, doğduğu şehirde işçi olarak çalıştığı fabrikaya gelen ve kaldığı üç gün boyunca birlikte hayvanlar gibi seviştiği fabrikatörün İstanbul’daki bürosuna, kendisine yardım edebileceğine en ufak bir şüphe duymadan inanıp gittiğinde görmüştü. O kadar saf ve parlaktı ki çocuğun yüzü, masumiyetinin utancı yayılıyordu yakut gözlerinden, İstanbul’a gelmeden önce her aynaya baktığında hayran kalırdı kendi yüzüne, güzelliğinin tek hayranı kendisi olmakla kalmamıştı tabi, ergenlik yaşına bastığı günden sonra evinin bulunduğu mahalledeki herkes Firdevs’teki güzelliğin bu varoşlar mahallesinde nergis gibi açtığına kanaat getirmişti. Mahalleden geçerken sadece genç aşıkların değil, aynı zamanda erkekliğini unutmamış bütün yaşlı delikanlıların da yüreğini kabartıyordu Firdevs’in güzelliği, işçi olarak çalışmaya başladığı fabrikada çalışan kadınların en gözdesi oluvermişti daha ilk haftadan, henüz ikinci aylığını aldığı sıralarda fabrika’ya iş görüşmesi için gelen para babasının dikkatini çekmesindeki tek neden de yine yüzünde taşıdığı yakut gözler ve Tanrı’nın ona büyük bir lütfü olan pürüzsüz vücut hatlarıydı.
Patron’un odasına girdiğinde karşısındaki adam, sanki kendisiyle hiç tanışmamış, üzerinde taşıdığı güzelliğe hiç hayranlık duymamış gibi bakmıştı Firdevs’in yüzüne. Kayıtsızlığına aldırmadan bütün ümidini bağladığı, yaşadığı katlanılmaz hayattan kaçıp yanına sığındığı adamla konuşmaya başlamıştı:
“Beni özel sekreterin yapmak istediğini söylemiştin. İşte, ben de geldim. Sözünü tutacak mısın?”
“Sevişirken söylenen sözlere inanacak kadar aptal olabileceğini düşünmemiştim. Benim ******lere verecek işim yok.”
Adam etrafa pislik saçan bir gülümsemeyle defolup gitmesini, evine dönüp işine devam etmesini söylemişti, işte, en son patronun ofisinden çıktıktan sonra hıçkırıklarını ve nefesini tutarak gittiği tuvaletteki aynada kendisine bakarken görmüştü çocuğun yüzünü. Aynanın karşısında gözyaşlarını sildikten sonra bir daha görünmemişti bu çocuk, yaşadığı pisliklerden kurtulmak için biriktirdiği tüm ümitleriyle birlikte yok olmuştu. Bir kez olsun büyüdüğü varoş mahallesine dönme cesaretini göstermedi, gitmesi anlamsız olur diye düşünüyordu çünkü artık gözlerindeki çocuk, yaşadığı yerdeki binlerce insanınki gibi ölmüştü ve ölü gözleri artık hiçbir işe yaramazdı geldiği yerde.
İstiklal Caddesinden geçip Taksim Meydanına vardığında saat sabahın dördünü gösteriyordu, gördüğü ilk taksiyi çağırarak Esenler otogarına doğru yola koyuldu, hayatında hiç bu kadar kararlı hissetmemişti kendini, için de onlarca şehir, binlerce cadde, milyonlarca sokak ve sayısız varoş barındıran bu şehre geldiği ilk günden beri aklının ucundan bile geçirmemişti geri dönmeyi, sokakta yattığı, pezevenginden dayak yediği ve müşterileri tarafından vahşice aşağılandığı günlerde bile isyan etmemişti, sanki bütün bunları yaşayan kendisi değildi, büyük bir metropol rüyasının içinde kaybolmuşken geçirdiği sanrılardı bütün yaşadıkları ve artık gözlerini açmıştı, doğurduğu çocuk kendisi oluvermişti odasından bir daha dönmemek üzere ayrıldığı vakit, yakut gözleri ve Narkissos’u kıskandıran güzelliği geri gelmişti sanki, yıllardır etkisinde yaşadığı güzellik uykusundan uyandığında, dinçliğini hissediyordu artık, on sekiz yaşında genç bir taşra kızıydı yine, içinden erkeklere kur yapmak, evli kadınları çıldırtmak ya da evinde hanımefendiliğiyle oturup nefis yemekler yapmak ve bir gün kendisini alıp bütün yalnızlığından kurtaracak erkeği, günlerin bütün monoton işleriyle birlikte beklemek geçiyordu, yine eskisi gibi yapmak istediği şeyleri düşünüyordu, boş otobandan hızla otobüs terminaline doğru giden arabanın içinde hayaller kuruyordu yine, hayatı boyunca hiç bu kadar kendinden emin olmamışken büyük bir kararlılıkla eski yaşanmışlıklarını geride bırakıp yeni bir hayata doğru gidiyordu.
Nihayet otogara varmıştı ve işte, yine talih Firdevs’in yüzüne gülmeye başlamıştı; geldiğinden yarım saat sonra kalkacak sefer için bilet bulabilmişti, gecenin en karanlık vakitlerinde kalkmıştı otobüs, bir saat sonra da güneşin doğuşunu izlemeye koyulmuştu cam kenarındaki koltuğundan, ikinci saat dolmadan kurtulmuştu artık görkemli binalardan ve en sağlıklı insanı bile çıldırtabilen şehir trafiğinden, artık köylerin, kasabaların ve şehir denemeyecek kadar küçük kentlerin içinden geçiyordu, onca yıl yaşadığı metropole kıyasla içinden geçtiği köyler aciz kalıyordu yakut gözlerinin karşısında, kentler küçüldükçe Firdevs büyüyordu, mesafe azaldıkça zaman tersine dönüyordu, yeni hayatına yaklaştıkça geçmişi uzaklaşıyordu ve Firdevs gençleşiyordu. Otobüs yolculuğunu bitirdiğinde artık saf bir çocuktu, çocuksu bir heyecanla bir taksi daha tutarak varoş mahallesindeki eski evinin yolunu tuttu ve yaşadığı hayatın, ölüm noktasında olduğunun farkında bile olmadığı o geceden sonra alelacele geldiği evin önünde kendisini bekleyen arabayı fark edemedi taksiden inerken, evin kapısına yaklaştığında yanına gelen adama baktı, krem rengi, ütülü takımıyla ve fiyakalı ayakkabılarıyla ******** olmaktan çok uzak, ancak bir iş adamı duruşuyla Firdevs’e bakıyordu, takımıyla uyumlu olan kafasındaki şapkayı çıkarttığında keli güneşte parlamaya başlamıştı, Firdevs’i geri döndürmeye ikna etmek için onca dil dökmesinden sonra anlamıştı, artık karşısındaki vücut hiçbir işe yaramayacak kadar yıpranmıştı ve artık kadının gözleri birer yakut gibi ışıldıyordu, iş bu hadde geldikten sonra bazı şeyleri düzeltemeyeceğini düşünürken revolverini çıkartıp, karşısındaki şımarık çocuğun kafasına bir el ateş etti.

Ahmet Sivri

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat