Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 84

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 495.820 Cevap: 1.997
F.E.A.R - avatarı
F.E.A.R
Ziyaretçi
2 Haziran 2006       Mesaj #831
F.E.A.R - avatarı
Ziyaretçi
Karla örtülmüş sokakta sağa sola koşuşuyor ve rastladığı kişilere avucunda tuttuğu şeyi gösteriyordu:

Sponsorlu Bağlantılar
- Bak, abla ne verdi!...

Hadiseyi başından itibaren görmüş, fakat ne olduğunu tam anlayamamıştım.

Okuldan çıkan kızlardan birisi yanına yaklaşmış ve yanağına bir öpücük kondurup, küçük avuçlarına bir şeyler bırakmıştı. 5-6 yaşlarında olduğu anlaşılan yavrucak, kızın arkasından şaşkın şaşkın baktıktan sonra büyük bir sevinçle yerinden fırlamış ve belki şimdiye kadar kendisine verilen o tek hediyeyi başkalarına göstermenin telaşına kapılmıştı.

Sıra bana gelmiş olmalı ki, gülen gözlerle bakıp aynı cümleyi tekrarladı:

- Bak, abla ne verdi!"...

O değerli hazinesine duyduğum merakla küçücük ellerini aralayıp baktım. Soğuktan morarmış avuçlarında, erimeye başlayan bir kartopunu tutuyordu. Hem de dizlerine kadar kara gömülmüş bir vaziyette...

Çocuk, hızla kaybolmakta olan hazinesini birkaç kişiye daha göstermek arzusuyla koşarak yanımdan uzaklaştı. Acelesinden, iki-üç numara büyük olduğu anlaşılan ayakkabılarının ayağından fırladığını bile fark etmemişti.

Sokağın ilerisindeki bakkala onun kim olduğunu sorduğumda;

- Anne ve babasını iki yıl önce kazada kaybetti, dedi, ona 'Mahallenin Yetimi' derler"

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
2 Haziran 2006       Mesaj #832
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yine uykusuz gecelerimden biri daha

Sponsorlu Bağlantılar

Yine uykusuz gecelerimden biri daha ! ve yine aklımda sen,tüm bedenimi kaplayan benliğim;Kalbimin minik bir serçenin kalbi gibi pır, pır attığı bir an.Öyle bir anki, aklımda, benliğimde, beynimi kemiren o duygu ve kalbime çöken bir histi bu, nedir diye sorma ne olur?

Bu yazdıklarımdan sonra belki bana hiç selam vermeyeceksin ve hatta alaycı bir tavırla gülümseyip geçeceksin. Vız gelir Arkadaşım.

Bir çılgın sel gibi akan duygularıma, pır,pır atan kalbime gem vuramıyorum.elimde değil inan ki seni düşünmemek elimde değil.hele birde her seferinde o mızrak yarası bırakan gözlerine bakıp,bakıp ta dipsiz kuyunun dibine düşecek yağmur damlalarının çıkaracağı sesi duymak için beklemek gibi.bu denli karmaşık duyguların içinde boğulmak; inan ki sonunda ölüm dahi olsa denizlerin en derinine hiç kimsenin ulaşamayacağım kadar uzak diyarlarda kaybolmak gibi, bana kızacağını bildiğim halde böyle bir cahilliği, aptallığı ve küstahlığı yaptım, ama elimde değil açıklamak zorundaydım yoksa çıldırırım.Sana olan duygularımın gizli kalmasını isterim.Eğer bana kızdıysan bir şekilde söylemeni istiyorum daha sonra ne karşına çıkarım nede sana ulaşmaya çalışırım, hani gökteki yıldızlara ulaşılamaz ya, sen de benim için gökteki bir yıldız gibisin hiç ulaşamayacağım. Ama şu kadarını söyleye bilirim ki “BENLİĞİMDEN SİLMEM MÜMKÜN DEĞİL” O beni ahirete kadar taşıyacağım bir yara misali ölene kadar devam edecek. Şundan hiç şüphen olmasın hayatta en yalnız kaldığın an bir yerde, bir zaman bu dünyada ve öbür dünyada seni hep düşünen ve seven birinin olduğunu hiçbir zaman unutma. Evet, evet söyleye bilirim artık” SENİ ÇOK SEVİYORUM “Arkadaşım! Duygularımda ne kadar sahici olduğum ve bir o kadarda samimi olduğum varlığım kadar gerçektir...

Bazen kendi kendime konuşuyorum neden karşı karşıya geldim diyorum hep kaçtım senle göz göze gelmekten korkuyorum...

İstersen benim gözümde seni sana anlatayım şimdi senin içinden beni nerden tanıyor bu aptal diye geçiyor,yazıyı ellerim yazıyor.akı beynim veriyor, seni de kalbim anlatacak.

Gerçi seni tanımlayacak kelime bulamıyorum, ama biraz olsun anlatmaya çalışayım en başta ve senin en sevdiğim yönün güler yüzlü olman.O kadar samimi ve o kadar tabii ki, çoğu bayan olduğundan farklı görünmek isterken sen kişiliğinden ötürü olsa gerek SICAK kanlı ve YUMUŞAK KALPLİSİN çok duygusalsın. Herhalde gülerken bir anda AĞLAYA bilirsin. Yanlış mı söylüyorum çok yardım seversin, insanları seviyorsun kişiliğin, karakterin ve benliğinle, kendine yakışır bir insan tablosu çıkarıyorsun ortaya ama tamamıyla seni anlatan bir insan tablosu işini seven ve hep başarıya doğru koşan mücadeleci zorluklardan yılmayan bir o kadarda yürekli bir insansın yeter mi? Bu kadar yağ çekmek yeter bir insan mutlu değilse hayattan zevk alamıyorsa; insan başkası için yaşar buda benim için kaçınılmaz bir gerçek diyebilirim. Neyse fazla açılmayalım yoksa boğuluruz, seni bilmem ama ben yüzmeyi çok iyi bilirim.

Bu yazdıklarımı sana nasıl ulaştırırım nasıl veririm bilmiyorum. Herhalde ben verirsem düşer bayılırım inşallah öyle bir durum olmaz. Hep dua ediyorum, ama sende bir insansın1ölüm yok ya bu satırları okumanın sonundan, hayatımda yaşadığım kötü anılardan biri der geçersin. Duygularımı anlatmak için neden böyle bir yol seçtin diye soracak olursan , duygularımı ve anlatmak istediğim bir şeyi hele,hele böyle bir konuysa hiçbir zaman konuşarak anlatamam beni anlamanı istemiyorum yalnızca bilmeni istedim o kadar .........of ,of inşallah bundan sonra beni gördüğün zaman kaçmazsın,merhabalar devam eder.bu yaptıklarımı unutur,beni affedersin.

H-O-Ş-Ç-A-K-A-L

Ellerimle gömdüm seni yüreğimin en derin yerine. Her toprak atışta parçalandı ellerim. Kan kırmızısı göz yaşlarım çaresiz ağıtlar yaktı ardından. Nasıl veririm hesabını;ellerime, gözlerime ,beni suçlu bulan aynadaki yüze?
Yoksulluklarımdan farklıydın, öylesine hiçtin.alabildiğine yalan doluyken dünya, gök yüzündeki tek mavimdin. En büyük gerçeklerimden farklıydın, ispatlayamadığım, yalanlayamadığım. Yinede vaz geçemediğim, yıkıldığım, eridiğimdin. Yüreğim göç etmiş kuşlardan sonra sefil, bir çare. Sen benim uğrunda feda edebildiğim başımdın. En iyi üstadım en iyi hocamdın; bana hayatı, acıyı, göz yaşını, temiz duaları, duyğuları, mutluluktan ağlamayı öğretendin.
Sen bende öylesine farklıydın ki ama öylesine bendin... geceler boyu vürgüllü cümleler kurduğum zaman ufkumda donup kalmış Güneşimdin. Hiç batmayacak terk etmeyecek... sigara dumanı kadar zehirli bir O kadarda tiryaki sevdamdın.Bir an seni dolu dizgin yaşamak bedeldi, ömrümün en güzel yıllarına. Esir olmuş bedenimle sana sahip olamadım affet;
Hani hep söylerim ya hayalin, baktığım ayna misali karşımda ben ise O aynanın sahibiyim; Bir gül tazeliğindeki dudakların bana seni sevmiyorum derken gözlerin viran olmuş yıkıntılardan kurtarılmayı bekleyen bebek misali ağlıyordu.
Bıraktığın eskiler yenilerin olmuştu.Zaman acımasız bir hortum, insanlar yenilmişliklerinin farkında olmayan komutanlar Fakat ;sen lütfetsen gözlerinden bir hale dayanmaz yine erir bedenim .
VE EN BÜYÜK İTİRAF
Ben ne seni; nede uğrunda yitirdiğim hiçbir şeyi hak etmemişim.

Seni benim kadar seven sana benim kadar hasret kalsın

Sana en güzel bestesini çalarken hayat, bir kırık kalemle karşındayım, son kez dileniyor değilim karşında
Çehreyi hakikati görmeye geldim,kanayan yaramı sarmaya geldim...

Dinle Bitanem!
Ben duygusallık denen o güzel nesnenin o güzel kavramını yalnızca seninle tatdım. Oysa bak simdi acılar sıcağında çatlayan dudaklarımı ıslatacak bir damla suya o kadar muhtacım ki bak sevgi akıtmak istiyor gözlerim yüreğine ben, Aşk denen nesnenin muptasıyım madem' ki bu zehri sen akittin içime, sen ve ben gel ölüm boşluğuna beraber gezelim. Sensiz güzelliklerden uzak çirkinliklere kucak kucağa yasamaktan öyle korkuyorum ki beni senden ayıran ne?

Eğer ki haza giden yol ölümden geçmeseydi, eğer ki insanin arzu ettiği her şey istediği gibi olsaydı yaşamanın ne anlamı olurdu...?
Söyle Bitanem !!

F.E.A.R - avatarı
F.E.A.R
Ziyaretçi
2 Haziran 2006       Mesaj #833
F.E.A.R - avatarı
Ziyaretçi
Müşteri: Çok fazla teknik bilgim yok. SEVGİ yüklemek için ne yapmam gerekiyor?

Yetkili: İlk olarak KALBİM dosyasını açmanız lazım. Açtınız mı?

Müşteri: Evet açıldı. Ancak şu anda GEÇMİŞ_ACILAR.EXE, DÜŞÜK_GÜVEN.EXE, HASET.EXE VE GÜCENME.EXE isimli programlar da çalışıyor. Onlar çalışırken SEVGİ yükleyebilir miyim?

Yetkili: Problem değil. Yüklediğiniz anda SEVGİ otomatik olarak GEÇMİŞ_ACILAR.EXE'yi silecektir. Gerçi bir süre geçici hafızada kalabilir ama artık diğer programları etkilemez. SEVGİ er veya geç DÜŞÜK_GÜVEN.EXE'yi silere YÜKSEK_GÜVEN.EXE isimli bir modül yükleyecektir. Ancak siz, HASET.EXE VE GÜCENME.EXE'yi mutlaka kendiniz kapatmalısınız. Bu programlar SEVGİ'nin yüklenmesine engel olurlar. Onları kapatabilir misiniz lütfen?

Müşteri: Tamam kapattım, SEVGİ otomatik olarak yüklenmeye başladı. Bu normal mi?

Yetkili: Evet ama unutmayın ki bu sadece temel program. Üst sürümlerinin yüklenmesi için başka KALP'lerle bağlantı kurmanız gerekiyor.

Müşteri: Haydaa... Daha şimdiden hata mesajı verdi. Ne yapmam gerekiyor?

Yetkili: Mesaj ne diyor?

Müşteri: Hata-412! Program iç sistemde çalışmıyor! Bu ne demek?

Yetkili: Endişelenmeyin, bu çok rastlanan bir sorun, çözümü de var. Hata mesajı, SEVGİ programının başka kalplerde çalışmaya hazır olduğunu ancak sizin kalbinizde çalışmadığını söylüyor. Biraz karmaşık bir programcılık dili oldu galiba... Sade bir dille şöyle diyor: 'Programın başkalarını sevebilmesi için önce sizin kendi sisteminizi sevmeniz gerektiğini' söylüyor.

Müşteri: Peki ne yapmam gerekiyor?

Yetkili: 'Kendimi Kabullenme' isimli dosyanın içinde bulacağınız KENDİNİ_AFFETME.DOC, KENDİNE_GÜVENME.TXT, DEĞER_BİLME.TXT VE İYİLİK.DOC isimli dosyaların üzerine tıklayıp hepsini KALBİM dosyasına kopyalayın.

Müşteri: Tamam. Başka bir şey var mı?

Yetkili: Şimdi çalışacaktır gerçi ama, biz ilerisi için de tedbir alalım... SÜREKLİ_KENDİNİ_ELEŞTİR_HAYATI_ZEHİR_ET.EXE diye çok uzun isimli bir dosya vardır. Onu bütün sistemde tarayın ve gördüğünüz her dosyadan silin, sonra çöp kutunuzdan da atarak tamamen kaybolduğundan emin olun!

Müşteri: Yaptım. Hey harika... Neler oluyor?.. KALP temiz dosyalarla doluyor. GÜLÜMSEME.MPG monitöre geldi. SICAKLIK.COM, BARIŞ.EXE ve MEMNUNİYET.COM hepsi KALP'e yerleşiyor.

Yetkili: Güzel, demek ki SEVGİ yüklendi ve çalışıyor. Şu andan itibaren her şeyle başa çıkabilmeniz gerekiyor. Yalnız telefonu kapatmadan önce son bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.

Müşteri: Nedir?

Yetkili: SEVGİ programı ücretsizdir. Onu ve onun tüm modüllerini tanıştığınız herkese verin. Karşılığında onlar da başkalarıyla paylaşacak ve sonunda size tertemiz modüller olarak dönecektir... Mutluluklar...

Müşteri: Teşekkürler. Size de mutluluklar...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
2 Haziran 2006       Mesaj #834
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
anka kuşu

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...


Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerine kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;

Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyler yüzünden kafese kapatılırmış);

Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;

Baykuş yıkıntılarını özlemiş,

Balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi “şaşkınlık” ve sonuncusu Yedinci Vadi “yok oluş” ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş… Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki;

“SİMURG ANKA – Otuz Kuş” demekmiş.

Onların hepsi Simurg’muş. Her biri de Simurg’muş.

Simurg Anka’yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.

Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Haziran 2006       Mesaj #835
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İstanbul gözlerin kara 'Sevaçya İstanbul'

KARİN KARAKAŞLI


Akşam kuşlarını İstanbul'un
Damlar üzerinden bir kaldırıp
Başka damlara konduruyoruz
Dışardan yukardan gözlerimizle
Bu camlar yalnızlık camları
Bu camlara yağmur yağdırıyoruz

Gülten Akın Yalnızlık Camları' ndan

Sonsuz anlar var ya da anlık sonsuzluklar... İstanbul bir ateşböceği seli gözünün önünde. Bennu, o selin yakamozuna saldı kendini, İstanbul yanar döner ışıklarıyla biraz da onun hikâyesini anlatır gibiydi.
Önünde bir pencere boyu uzanıyordu şehir. Herkesin kendi gerçekleri ve yalanlarıyla bir yanan bir sönen ışıklı nehir. ''Hiç olmadığı kadar bekliyorum, benim gerçeğim bu'' diye düşündü genç kadın, ''aşkımı bekliyorum.'' Uzaklardan göz kırpan İstanbul'a gülümsedi.
Denize komşu mahalledeki bu eski binanın en üst katındaki daireye taşınması rastlantı değildi. O taş basamaklı, yüksek tavanlı, geniş apartman girişinden adımını attığı anda anlamıştı burasının kendi yeri olduğunu. Asansörün ince, demir oyalı nazlı kapısı, bineni yukarılara değil de başka bir zamana taşıyordu sanki. Tepedeki camdan sızan gün ışığıyla birlikte girmişti daire kapısından içeri ve geniş pencerelerle çerçevelenen karşı kıyıyı görünce, İstanbul'un kendisine ev arkadaşı olacağını anlamıştı. Uzun uzun seyretmişti can yoldaşını.
''Sevaçya da sizin gibi böyle dalgın bakardı kaşı kıyıya'' derdi hep evsahibi Markrit Hanım. Başkalarına karşı son derece ketum olan bu hanımefendinin sıra kendisine geldiğinde, uzun yıllar bu evde yaşamış rahmetli kızkardeşini bu denli anlatmasının bir nedeni olmalıydı. Çatı katındaki dolapta Sevaçya'nın siyah-beyaz fotoğraflarını görünce o nedeni de anlamış oldu.
Tuhaf bir benzerlik vardı o kadının fotoğrafta donmuş gençlik hali ile aralarında. Tenlerinin sedef beyazlığından mı, içinde sırlarla dolu bir yıldızın yanıp söndüğü kara gözlerinden mi bilinmez, ifadeleri birbirini bütünlüyordu sanki. ''Bu dolaptaki eşyalar Sevaçya'nın genç kızlığından hatıra. Bugüne kadar hiçbir kiracı itiraz etmeyince ben de boşaltmadım. Mahzuru yoksa sizinle de kalabilir mi?'' diye sormuştu Markrit Hanım. ''Onunla birlikte kendimi daha iyi hissedeceğime eminim'' demişti Bennu. Zaten bir süre sonra Sevaçya'nın fotoğrafı dolaptan çıkmış, gümüş bir çerçevede yerini almıştı. Sevaçya, evin görünmez sakiniydi.
Bennu akşamüstü iş dönüşü vapurdan inip evine vardığında, trafik keşmekeşine girmeden köşesine çekilebildiği için minnet duyuyordu. Yemekten önceki bu saatler, mahremiydi bir anlamda. Bordo koltuğuna gömülür, cama yansıyan aksi eşliğinde İstanbul'a bakardı. Kim bilir kimlerin neleri beklediği İstanbul'da o da, gelsin ya da gelmesin, sevgilisini beklerdi. Aynı evi paylaşmıyorlardı henüz ama gitgide onun eksikliğini duyar olmuştu kendi evinde. Korkuyordu da bu bağdan ama aynı zamanda bağımsızlıkla yalnızlık arasındaki o incecik çizgiyi iliğinde biliyor ve yalnızlığa mahkûm edilmemiş bir bağımsızlık arzuluyordu.
Geçen gece yine özenle akşam sofrasını hazırlamışken alt kattaki komşusu belirmişti kapıda. Elinde küçük bir kap, pirinç istemeye gelmiş. Pirinç bahane, o ferfecir gözler, yüzündeki heyecanı yakalayıp arkadaki sofranın üzerinde odaklanıverdi bir anda. Bir selamla geçiştirmişliğin intikamını alıyor o an. ''Şekerim uygunsuz zamanda geldim herhalde, biraz pirincin var mı?..'' Elinde pirinciyle merdivene yönelmişken de son hamlesini yapıyor: ''Benden sana büyük nasihati. Bu erkek milletine fazla yüz vermeyeceksin. Sen sen ol, ağırdan sat biraz kendini.''
Buz kesmiş elleriyle öylece kalakalmıştı. Sonra garip bir içgüdüyle Sevaçya'nın o güzelim fotoğrafını eline almış ve sohbete başlamıştı. Sanki o an dünya üzerinde kendisini, bu zaman ve mekânın dışına çıkmış kadından öte anlayabilecek hiç kimse yoktu.
''Âşıkken oyun nedir bilmem ben Sevaçya. İçimdem geldiği gibi davranırım. Naz etmem, doyasıya severim. İma etmem, doyasıya kavga ederim. Biliyor musun, bazen bu halimle kendimi başka bir gezegenden gelmiş gibi hissediyorum...''
''Mamam, kızkardeşimin Ay'dan geldiğini düşünürdü'' demişti bir keresinde Markrit Hanım gülümseyerek. ''Sürpriz bir bebekti. Doğumundan önceki yıl ailemiz için ölümler ve başka başka sıkıntılarla dolu zor bir dönem olmuştu. Bu bebeği uğur saydık hepimiz.''
''Adı ne kadar melodik, anlamı ne?'' diye sorduğunu anımsıyordu. ''Kara gözlü demek. Tam da onu anlatıyor, değil mi?'' Sonrasında Sevaçya'nın masalsı çocukluğu, genç kızlığı akmıştı ablasının dilinden. Benzersiz bir özsu olarak bir yürekte daha kendisine yeni bir yatak bulmak üzere... ''Sevaçya için aklıma ilk gelen kelimeyi sorsan 'kişilikli' derim. Küçücük boyuyla bile istediklerini ve istemediklerini ifade eden, tercihlerini de saydıran bir çocuktu. Bir de onca arkadaşına rağmen, an gelir kendi dünyasına çekilirdi. O andan itibaren de ulaşılmaz olurdu.''
Markrit Hanım, okumaya çok meraklı Sevaçya'nın zamanın koşullarına göre çok iyi bir eğitim aldığını anlattığından beri, o gencecik kadının değişik dillerden sayısız kitap barındıran kütüphanede heyecanla ciltleri karıştıran hali gözünün önünden gitmiyordu. Kendisinin de kitaplarla özel bağı olduğundan, o irili ufaklı ciltlerin yalnızlaştırıcı etkisini tahmin etmek hiç güç değildi. Hayatın enginliğini fark etmiş duyarlı bir yürek, bu koca keşfini paylaşacak ruhdaşın özlemini çekiyordu için için. Sevaçya o özlemi, hayatı zanaatıyla biçimlendiren kuyumcu ustası Yeram'da dindirmişti. İnceliklerin adamıydı Yeram, en çok da sabrı, özeni ve hayatı güzelleştirme mahareti ile büyülemişti o kırılgan ruhu.
Dolapta düğün fotoğrafları vardı. Birbirlerinin gözüne bakarken hareli bir ışık yayan iki genç insan... Bir umut güzellemesi, müjdeli günler habercisiydiler sanki. O yüzden yakıştıramamıştı ya Bennu, o haşin sonu aşklarına. Başka dünyanın gerçeklerinin onların masalında işi neydi?.. Markrit Hanım'ın titrek sesi kulağında uğulduyordu bir kez daha: ''Bilmem ki kızım, belki de göz değdi kara gözlüme. Çok mutluydular, pek bir muhabbetli. Sanki Sevaçya hayatının kitabını bulmuştu, Yeram da hayatının taşını... Öyle kadir kıymet bildiler. Sonra kızım o günler geldi, ne diyeyim.''
Susmuştu Markrit Hanım. Sanki anlatacağı gerçekler için gereken sözcükler hiçbir dilde yoktu. Öyle susmuştu. Ellerini tutmuştu Bennu bu güngörmüş kadının. Bir anlık bir hareket... Yaşlarla çözüldü dolaşık dili Markrit'in, dinlemeye hazır bir yüreğe çağladı:
''Savaş yıllarıydı. Ani bir emirle gayrimüslimlerden özel bir vergi talep edildi, Varlık Vergisi... Yokluk Vergisi de desek olur kızım. Ödenemeyecek meblağlardı. Bir günde silindi nesiller boyu biriken servetler. Bizim Yeram zaten kendi halinde bir zanaatkârdı. Borcunu ödemek için her şeyini sattı. Sonra da bir küskünlük geldi üzerine. Kendini ülkesinde ecnebi hissetti sanki. 'Bunu hak etmedim' der dururdu sürekli. Bir gece Sevaçya pencerede eşini beklerken ölüm haberi geldi. Kaldırıma yığılıvermiş...''
Sevaçya'nın kitabı, Yeram'ın taşı yarım kalmıştı. O kara gözlerin yıldızını bir daha parlarken gören olmadı. Yalnızca uzun uzun pencereden dışarı bakar, sessizce İstanbul'uyla söyleşirdi Sevaçya. Nice acılarla sınalı bu kadim şehrin kendisini anladığını biliyordu sanki. Sohbetleri, kıyıcı bir sonbahara dek sürecekti.
''1955 yılıydı kızım. Ortalık Kıbrıs olaylarından gergin. Selanik'te Atatürk 'ün evine bomba konulmuş diye bir haber yayıldı. Galeyana gelen bir kalabalık, o gece İstanbul'u cehenneme çevirdi. Sonradan anlaşıldı, her şey önceden ayarlanmış ama ne önemi var? Yakılan yıkılan kiliseler, gayrimüslimlere ait dükkânlar, evler... En çok da yürekler yandı. Bizim evin önüne de geldiler. Şuradaki tülün gerisinden izlemiştik onları.
'Muhammedini seven gâvur evi göstersin' diye haykırdı bir ses. Bir an sessizlik oldu. Sonra komşumuz Muammer Efendi 'nin gürleyen sesini duyduk. 'Burası Müslüman mahallesidir. O dediğinizden bulunmaz'. '' Markrit Hanım'ın yüzüne o gecenin yalazlı dehşeti sinmişti. ''Ya işte kızım. Bu komşumuz kurtardı bizi. Hanımıyla birlikte eve geldi sonra, kucaklaştık. Sanki suçlu kendisiymiş gibi yüzümüze bile bakamıyordu. 'Sen bizim kardeşimizsin' dedi Sevaçya. Koca adam hüngür hüngür ağladı...''
Kucağına düşüveren ellerini oynattı yavaşça Markrit Hanım. Avuçlarında saklı, hiç anı olamadan hep bugün kalmış o geceye doğru konuştu: ''Sonra ne oldu, bilir misin kızım. Sevaçya bir anda pencereyi ardına kadar açtı. O gördüğü yıkıntıya doğru haykırdı ciğerleri paralanırcasına: 'Bolis, hokis... Bolis, hokis...'
Canım İstanbulum diyordu, yârim İstanbul...''
Bennu yine buz kesmişti kıvrıldığı koltukta. O ses, kulaklarında yankılanıyordu. Hele de bu gece, sevdiği adam bu kadar gecikmişken. Saatin akrep ve yelkovanı kanını dondurdu. Bir şey olmuş olmalıydı... Hemen yanı başında Sevaçya aşkına ve İstanbul'una kahrediyordu... Hiç haber yoktu o beklenenden... Cep telefonu aynı nakaratı tekrarlıyordu: ''Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar arayınız.''
Başını serin cama dayadı. Yakındaki şu hastane binasına takıldı gözleri. Kim bilir orada kimler ölümü bekliyor, bir teselli arıyordu çaresiz sevenleri. Sonra çıkışsız hapishaneleri düşündü, her masalsı hayatın bir diğer yüzünü anlatan meyhaneleri, sürgünlerin izbe otellerini, yuva olamayan evleri, bu şehrin kilometrelerce uzağında hâlâ İstanbul diye insanların konduğu meskenleri... Derin bir nefes aldı genç kadın. İçine İstanbul kaçmıştı. Yüreği ezildi şehrin ağırlığından.
O kulağında uğuldayan ses... kapı zili. Pencereden kapıya, ölümden yaşama giden yol ne kadar uzundu ve nasıl da bir adımlık... İşte eşikteydi. Sevdiği adam karşısında ''Bir tanem trafik çok beterdi, geciktim. Telefonun da şarjı bitmiş, kusura bakma'' diyordu. Dahasını da diyecekti ama sustu. Genç kadın ölümden yaşama atladı o kollarda, birkaç ömre ağladı. Ne kadar sıksa, o kadar azdı sanki o ten, o can. Adam yüzünü avuçladı bir an kadının. Uzun uzun baktı, ''Evlen benimle'' dedi. Kadın ellerini yüzündeki avuçların üzerine kapattı. ''Evleneyim'' dedi. Gözünün yaşını, dudağının tebessümünü öptü adam. Öylece kaldılar.
Sevaçya, siyah-beyaz fotoğraftan âşıklara ve hayata gülümsüyordu
ahsen - avatarı
ahsen
Ziyaretçi
2 Haziran 2006       Mesaj #836
ahsen - avatarı
Ziyaretçi
bu hikayeler gercekten cok güzell
insanı gecmişe götüruyo sanki Msn Happy Msn Grin Msn Wink Msn Heart Smiley32 Wave

AHS£NNN
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
2 Haziran 2006       Mesaj #837
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bir Gülün Hikayesi..


Onlarla yıllar önce tanıştım. Bir bar veya diskotek yada gece kulübü, yani yemekten sonra dans edip, eğlenmeye, müzik dinlemeye gidilebilen bir yerde. Ben masalardan birinde, tek başıma vazonun içinde duruyordum. Canım sıkılıyordu aslında. Özel olarak bu iş için, evleri, barları, restoranları ve işyerlerini süslemek, insanlar tarafından sevdiklerine hediye edilmek üzere yetiştiriliyordum. Benim kaderimde de buraya satılmada vardı, sevdiklerimden ayrılmış, bu vazoya yerleştirilmiştim. Can sıkıntısı içinde akibetimi bekliyordum daha ne kadar yasayacağımı bilmeden. Kimse benimle ilgilenmiyordu. O gelene kadar... Çok güzel bir kadındı. Simsiyah saçları, düzgün vücudu, sade elbisesi ve benim kadar kırmizi dudakları kadar yıldız gibi parlıyordu. Kapıdan içeri girer girmez gözüm takıldı. Onun elinde, saçında veya yakasında olmak isteğiyle dolup taştım birden. Boş masama otursunlar diye dua ettim. Yanında birileri vardı, etrafa bakıyorlardı. Bende bakındım ve kalbim çarpmaya başladı, benden başka boş masa yoktu, demek ki bana geleceklerdi. Yanılmamıştım. Oturur oturmaz beni fark etti. Tanrım ne güzel bir kırmızı gül diyerek önce beni seyretti, sonra yapraklarıma yumuşak elleriyle dokundu, daha sonra burnuna götürdü beni. Ben onun dokunuşları ve kokusuyla ürperirken oda benim kokuma bayılmıştı. Eline alıp, uzunca bir süre tuttu beni. Arada bir kokladı, kokumu içine çekti. Erkeklerden ikisi benim güzelle ilgileniyordu. Aralarında gizli bir rekabet vardı. İkisi de arkadaştılar, daha doğrusu iş ilişkileri vardı ama güzel kadın yüzünden birbirlerinden nefret ediyorlardı. Bir ara adamlardan esmer olanı dansa kaldırdı kadını. Beni yerime bırakıp eşlik etti adama. Uzaktan izledim onları, konuşmalarını duymuyordum ama anladığım kadarıyla tam anlamıyla asılıyordu. Benimkide gülümsüyor, arada bir başını eğiyor, bir şeyler söylüyor, çoğu zamanda bakışlarını adamdan kaçırıyordu. Sıkıldığını anlamıştım. Tam oturmuşlardı ki, sarışın olani kaldırdı dansa. Onu da kırmadı. Aşağı yukarı ayni şeyler cereyan etti. Ama bu adam daha kibardı ve sanırım ondan daha cok hoşlanmıştı. Derken... Derken o çıkageldi. Hiç beklemediğim, ummadığım bir anda masaya geldi. Diğerlerinin arkadaşıymış kadınla ilk kez tanışıyorlardı. Küçük bir merasimden sonra kadının yanına oturdu. Ben yine onun ellerindeydim... Birden kadının kulağına eğilip, "kırmızının sana çok yakıştığını biliyor musun?" dedi. Sesi çok ateşliydi. Doğrusunu isterseniz, ben bile etkilenmiştim. Gözlerini kaldırıp ona gülümsediği an bakışlarının son derece çarpıcı olduğunu gördüm. Benim ki daha etkilenmişti. İkimizde dikkatlice incelemeye başladık adamı. Kendini beğenmis bir havasi vardı. Yakışıklıydı Allah için, Şık ve iyi giyimli, ağzı laf yapan biriydi. Sık sık kulağına bir şeyler söylüyor, oda çapkına gülümsüyordu. Meğer oda benim gibi kapıdan içeri girdiği andan itibaren güzel kadını izlemiş. Birkaç dakika sonra iş isten geçmişti. Tahmin ettiğim şey gerçekleşti. Yukarılarda dolaşan Eros, ikisini görür görmez oklarını kalplerine sapladı. O andan itibaren yalnızca ikisi vardı orada. Birlikte dans ettiler, sarıldılar, konuştular... Bende mutluydum ama birazdan onların gideceğini düşünmek acı veriyordu. Daha goncaydım, en azından bir haftalık ömrüm vardı, ama bundan sonraki günlerimi burada, bu karanlık yerde geçirmek istemiyordum. Beni alırmıydı giderken? Yanında götürürmüydü? Ben bu duygularla doluyken kalkmakta olduklarını fark ettim. Tanrım gidiyordu! Gidiyorlardı. Adam geldikten sonra benimle hiç ilgilenmemişti. Beni unutmuştu. Ayağa kalktı, çantasını aldı, ceketini omuzlarına attı ve yavaş yavaş uzaklaştı masadan. Beni bırakarak... Kahrolmuştum. Bütün ümitlerim sona ermişti. Ona son bir kez veda etmek üzereyken, genc adamın masaya döndüğünü gördüm. Bir şey unutmuştu herhalde. Geldi bana uzandı. Yoksa... Beni aldı, önce kokladı, kokumu onun yaptığı gibi içine çekti ve onun yanına gitti... Gözlerinin içine bakarak "bütün bir gece çok hoş bir ikiliydiniz, onu yalnız mı bırakacaksın" diyerek beni uzattı. Daha önce biraz kıskanmıştım, ama o anda çok sevdim bu adamı. Sarılıp öpmek geldi içimden. O gece ve sonrası onlarla birlikte aşkı, mutluluğu, tutkuyu, ihtirasi yasadım. Çok büyük bir aşka tanık oldum. Ama korkuyordum. Hislerim bu aşkın uzun sürmeyeceğini söylüyordu. Evet çok seviyorlardı birbirlerini ama başka dünyaların insanıydılar... Her şeyleri farklıydı. Bu ilişki onları tüketecekti... Beni bir hafta boyunca vazoda baktı. Her gün suyumu değiştirdi, uzun yaşamam için vitaminlerle besledi beni. Her sabah yataktan kalkınca okşadı, sevdi, kokladı. Her akşam eve geldiğinde benimle ilgilendi. Yapraklarımın dökülmekte oldugunu fark edince kurumamamı, yapraklarımın dökülmemesini sagladı. ömrümü uzattı. Aradan yıllar geçmesine rağmen hala yaşıyordum. Hala onunla beraberim. Onun yatağının başucundayım. Ben onunlayım ama buluşmamızı sağlayan bizimle değil artık. Korktuğum başıma geldi. Bir yıl sürdü ilişkileri. Aşk dolu geceler yerini kavgalara bırakti. Hic istememe ragmen birbirlerini kirmalarina sahit oldum. Onunla birlikte bende ağladım. Her kavga, daha tutkulu bir barışmayla sonuçlanıyordu. Ama sonra bir gün gitti ve bir daha hiç aramadı... Ama o günden sonra her gün bir arkadaşım geldi evimize. Her gün kırmızı bir gül getirdi çiçekciler. Kimden geldiğine dair hiçbir not olmadı güllerin üzerinde. Ama oda bende kimin gönderdiğini biliyorduk. Aradan yıllar geçti, başkaları geldi gitti eve. Ama o hiç gelmedi. Gülü hep geldi. O da güllerin hiçbirini atmaya kıyamadı. Hepsini yaprakları dökülmeye basladıktan sonra kuruttu, yaprakları ufaladı, banyoda, odalarda sakladı. Saklamaya devam ediyor... Bu güzel kokulu evde ben öldüm bir gün ve... benimle birlikte o güzel kadın da öldü.
Ama ev hala onun kokusuyla doluydu...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Haziran 2006       Mesaj #838
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk Bu Olsa Gerek

Saat 8:30'da, seksenlerinde, yaşlı bir adam başparmağındaki dikişleri aldırmak üzere poliklinikten içeri girdi. Çok acelesi olduğunu söyledi, çünkü saat tam 9:00'da bir randevusu varmış.

Tedavisinin bitmesi ve onun söylediği yere ulaşması en azından bir saat sürerdi. Yaranın pansumanı sırasında konuşmaya başladık. Bu denli acelesi olduğuna göre önemli birisiyle mi randevusu olduğunu sordum.

Bana bakımevine gidip eşiyle kahvaltı etmek için acelesi olduğunu söyledi. O zaman eşinin sağlığının nasıl olduğunu sordum.

Eşinin orada uzun bir süredir kaldığını ve Alzheimer hastalığının bir kurbanı olduğunu anlattı.

Geç kalmış olmasından dolayı "Acaba eşiniz
endişe duyar mı?" diye sordum.

Bana beş yıldan bu yana onun kim olduğunu bile bilmediğini ve kendisini tanımadığını söyledi.

Şaşırmıştım, "Sizi tanımadığı halde yine de her sabah onu görmeye mi gidiyorsunuz?" diye sordum.

Elimi okşayarak gülümsedi.

"O beni tanımıyor ama ben hâlâ onun kim olduğunu biliyorum" dedi.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Haziran 2006       Mesaj #839
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir Kedi ve Bir Çiçek...

Sabah kalktım. Onu gördüğümde ilk işim mutfağa gidip ona su vermek oldu. Hafiften kanatları solmuştu. Boynunu mahcupça eğmişti anlayacağınız. Sanki ölümü bekler gibiydi. O da biliyordu beni yaşatanlardan birinin de o olduğunu. Diğeri de bir kediydi zaten. Bu iki şeydi beni yaşatan. Evimde bu iki canlı vardı, sadece bunlar nefes alıyordu, bir de ben işte. Kısa bir aradan sonra kendine gelmişti yalı çiçeğim. Ama fazla ömrünün kalmadığını o da biliyordu. Kedim ise çoktan uyanmış ve benim kediyle ilgilenişimi izliyordu. Belki aramızda en sağlamı oydu. Yazdığım bütün kadınları onlarla paylaştım. Üzüntülerimi, sevinçlerimi, kavgalarımı, her şeyimi onlara anlattım. İkisi de beni dinledi. Onları kaybedersem, biliyorum kendimi de kaybedeceğim. Kediyi de doyurdum. Sıra bana gelmişti. İki günlük ekmek ve zeytindi benim kahvaltım. Bu hiç değişmedi son zamanlar. Yine kalemimi ve kâğıdımı aldım elime ve başladım yazmaya. Ne gelirse aklıma yazdım. Geçmişe dair ne varsa yazdım. Ve onlar da beni dinledi. Hiç sıkılmadan dinlediler. Akşam olmuştu ve yine karnımıza bir sancı girmişti. Gidip bir ekmek aldım. Param bu kadarına yetti. Onu da kediyle paylaştım. Tabi çiçeğe de suyunu verdim. Ben yazmaya devam ettim. Onlar uykuya çoktan daldı ve ben de onları bir süre izledim. O kadar masum uyuyorlardı ki, dokunmaya bile kıyamadım. Ama dayanamayıp kedimi okşayıverdim. İçimde bilemediğim çok kötü bir his vardı. Sanki bu uyku onların son uykusu olacaktı. Sabah kalktığımda ikisine kaybedecektim sanki. İçimdeki bu kötü hissi def edemedim. Onun için bu gece uyumamaya karar verdim. Uyumayacaktım. Sabah kalktıklarınların da onlara günaydın demeyi istiyordum. Gece ilerliyordu. Benimde gözlerimin geceyle olan savaşı devam ediyordu. Sanırım ben galip geliyordum. Sabah beşlere yaklaşıyordu zaman. Havada aydınlanmaya başlamıştı. Gözüm hep onlardaydı. Çiçek gayet normal görünüyordu. İçimden derin bir oh çektim. Boşuna sıkılmışım. Çiçeğim solmamıştı. Kedim ise hala uyuyordu. Bir yandan da kedinin nefes alışını seyrediyorum. Ne yapıyım onları çok seviyorum ve onları kaybetmekten çok korkuyorum. İçime gerçekten kötü bir sardı bir anda, saat altı olmuştu kedi kala uyanmamıştı. O güneşin ilk ışıklarıyla beraber uyanıyordu her zaman. Biraz daha bekledim ama hiç sessi çıkmıyordu ve bir anda nefes almadığını fark ettim. Hemen şöyle bir sarstım onu, ama çoktan ölmüş gibiydi. Kucağıma aldım ve belki uyanır ve o güzel mır mır sesini bir daha duyurur diye bekledim biraz. Ama boşuna bekliyordum sanki. Bize çoktan veda etmişti. Tutamadı kendimi. Ağladım. Çok ağladım. Hıçkırıklarımı duyarda belki geri döner diye. Ama dönmedi. Gözyaşlarım tüylerini ıslatmıştı. Silmeye çalıştım. Ağlamaktan yorulmuştum. Ayakta duramıyordum. Ama buna rağmen gittim mezarlığın en güzel yerine gömdüm. Biraz daha ağladım. Artık yalnız kalmıştık çiçek ile. Bir o ve bir ben vardım. Eve gittim ve onu gördüm. Keşke… Keşke… Görmeseydim. Keşke eve gitmeseydim de onun yaşadığını hep bilseydim. Ölmüştü… Boynunu bükmüştü. Kedinin gidişine dayanamamıştı sanki. Yalnız bırakamamıştı sanki onu. Peki, ben bırakabilecek miydim onları. Hiç sanmıyorum. Bende onlarla beraber gidecektim. Öylede oldu. Elime boynu bükük çiçeğimi aldım ve kedimizin yanına gittim. Hazırdım… O san uykuya dalmaya hazırdım ve uyudum…
Ben, bir kedi ve bir çiçek…
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
2 Haziran 2006       Mesaj #840
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yıldızlara Sevdalı Çocuk ve Perisi

Bahardı.. İnce bir nisan yağmuru çiseliyordu. Ninemin ölümünden sonra köye ilk gelişimdi bu. 50- 60 hanelik bu yoksul köyün, havası – suyu gibi, insanları da temizdi. Çoğu evlerin duvarları kerpiç, beyaza boyanmış ya da özensiz kaba taşlardan yapılmıştı. Bazılarının önlerinde küçük bostanları, harman yerleri vardı. Bu evlerin damları toprakla örtülü, oldukça bakımsız yapılardı.
Köyün etrafı onlarca söğüt, kavak, ceviz gibi ağaçlarla çevrelenmişti. Bu köy; sırtını dayadığı dağlarıyla, çayırlarıyla, tarlalarıyla, yaylalarıyla, rengarenk çiçekleriyle, benim gözümde eşsiz bir yerdi.Ama şimdi ninemsiz köyüm bana; tatsız - tuzsuz, renksiz, ışıksız, kapkaranlıktı.Hele geceleri....... Sanki gökyüzü aşağılara inmiş, o parlak yıldızlardan eser kalmamıştı. Ninemin ölümüne bir türlü inanmak istemiyordum. Onun öldüğü gerçeğini kabullenmek, kendimi buna zor da olsa inandırmak için mezarına gittim. Ona kırlardan topladığım renk renk çiçeklerden götürdüm. Beni duyacakmış gibi seslendim: ''Nineciğim!Huzur içinde uyu. Mor dağlardan esen kekik kokulu rüzgar, ruhuna sükunet getirsin. Sana bütün özlemimi, sevgimi getirdim. Bir tek isteğim var senden, benim sevgimi kabul et!" dedim. Ninemi çok özlemiştim.Çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma ait anılarımı hatırladım.Gözlerim doldu. Bir yumruk geldi, tıkandı boğazıma. Daha fazla konuşamadım. Anlatacağım ne çok şey vardı oysa! Yaşama dair, ölüme, sevgiye ve özleme dair anlatacaklarım vardı... Sonra mezarının başına oturup, uzun uzun düşünürken, daldım gittim. Öylesine dalmışım ki, ninemle, sağlığındaki gibi konuştuk. Sanki birbirimizi görüyorduk, dokunuyorduk, hissediyorduk ve duyuyorduk.
Bu, sıradan bir konuşma değildi, bir itiraftı. Yıllar boyu hiç kimseye açamadığım dertlerimin, üzüntü ve sıkıntılarımın, özlemlerimin dile getirilişiydi. Konuştukça açılıyor, kendime geliyordum. Sanki yeniden yaşıyormuş gibi duygu ile doluyordum. Bütün gün böylece akıp gitmişti.. Ne kadar zaman sonra eve geldim, bilmiyorum. O gece sürekli yağmur yağdı. Bütün gece yatağımda gök gürültüsünü dinledim. Şimşekler ardarda çakıyor, odanın içi gündüz gibi aydınlanıyordu. Dışarıda müthiş bir fırtına vardı. Yatağımda; gök gürültülerini, yağmurun camlara vuran iniltilerini dinleyip, şimşeklerin aydınlığını izlerken, yastığımı ıslatan yaşları, neden sonra farkedebildim. Bütün gece çocukluğumu ve ninemi düşündüm.Bu düşüncelerle uzun bir zaman boğuştuktan sonra, sabaha karşı uykuya dalabildim.
O gece rüyamda ninemi gördüm.Şırıl şırıl suların aktığı vadide, pırıl pırıl bakışlarıyla karşıma çıkıverdi. ''Nineciğim, nineciğim! Ölmedin, yaşıyorsun değil mi?'' dedim. "Burdayım yavrum. Bak karşındayım işte." Dedi. Birbirimize özlemle sarıldık.Saçlarımı okşadı, beni öpüp kokladı. Büyüklüğünü yüreğime sığdıramadığım bir mutluluğu ve acıyı bir arada yaşıyordum. Onun kolları arasında bütün acılara göğüs gerebilir, bütün zorluklara dayanabilirdim. Ona sarılmak bu kadar mı güzel olur ya rabbim, bu kadar mı haz verir insana! Bir özlem, bir sevgi bu kadar mı büyür insanın yüreğinde!... Sonra nasıl oldu bilmiyorum, birden yitirdim onu. Sabahleyin, her yanımda sızılarla ve ninemi yeniden yitirmenin acısıyla uyandım. Bitkin durumdaydım. Başım zonkluyor, kulaklarım uğulduyordu. Dışarıya çıkıp çevreme bakındım. Güneş çoktan doğmuş, yükselmeye başlamıştı bile. Her yer eskiden olduğu gibiydi aslında. Hiç bir değişiklik, başkalık yoktu, terkedilmiş ve yıkılmış evlerin dışında. Doğa ve hava öylesine güzeldi ki! Ama içimin burukluğundan, bu güzelliklerin keyfini çıkaramıyordum. Karmaşık duygular içersinde bir süre ne yapacağımı bilemedim. Sonra bir çöküntü içinde dağlara doğru yürüdüm. Köyün yollarını çevreleyen akasya ve kavak ağaçları, nazlı nazlı sallanıp, yapraklarını efil efil oynatıyorlardı. Kırlara yayılmış koyunlar ve kuzular, uzaktan, bembeyaz pamuk tarlaları gibi görünüyordu.
İnsan, bazen mutlu, bazen mutsuz yaşamında geçirdiği her evreyi, yeniden yeniden yaşar. Bunlar, eskiyen silik fotoğraflar gibidir. Renkleri solsa da, yırtılıp paralansa da; bakarsınız ki, o eskimiş dediğiniz zaman dilimleri, zihninizde tüm renkleriyle birden canlanıvermiş. İşte bana da böyle oldu.
Ninem her akşam bana, bazı hayvanlarla, daha çok kuşlarla, cinlerle, perilerle ilgili masallar, efsaneler anlatır, şiirler, destanlar okurdu. Kulağımı okşayan sözcüklerle sesi öylesine bir gizemliliğe bürünür,öylesine etkili olurdu ki; bir şarkı söylüyormuş gibi, saatlerce gözlerimi kırpmadan dinlerdim. Onu dinlemeye hiç bir zaman doyamaz, yeniden yeniden anlatmasını isterdim. Çoğu zaman beni kırmayıp yeniden anlatırdı. Öyle tatlı bir anlatışı vardı ki, sanki ağzından bal damlardı. Sıradan bir konuyu bile inanılmaz tat ve güzellikte anlatırdı. Hele uzak yerlerden, kıtalardan, ülkelerden, şehirlerden konuşurken..... Avrupa, Asya, Afrika, Amerika'dan söz ederken; adeta nefesimi tutarak dinler, bilgisine hayran kalır ve dünyanın bu denli büyüklüğüne, çocuk aklımla şaşar kalırdım. Bana göre dünya; etrafını yüksek dağların çevrelediği, her yanında buz gibi suların aktığı Caferli Köyü ve ona komşu birkaç köyden ibaretti çünkü. Hele eşsiz bir güzellikle anlattığı efsaneler, masallar ruhuma işlerdi.
Çoğu geceler ninemle gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızların altında yatardık. Etraftan hoş kokular gelirdi. Aka suların coşkun sesi, dünyanın en hoş nağmesiydi sanki. Yıldızlar değişik renklerde yanar sönerdi. Sonra "O yıldız senin, bu yıldız benim!" diye ninemle yarışır dururduk. En parlaklarını kendime alırdım tabi. "Keşke o zamanlar dünyanın bütün yıldızlarını nineme bağışlasaydım." diye düşündüğüm çok olmuştur. Gökyüzü o kadar esrarlı olurdu ki, samanyolunu mekan tutmak, gökyüzünün çocuğu olup yıldızlarla arkadaş olmak isterdim. Mehtabı seyrederken ne kadar mutlu olurdum! Her gece, ninemin anlattığı masalların etkisiyle olsa gerek, güzel düşler görürdüm. Düşümde; gökler hep mavi, bulutlar hep bembeyaz olurdu. Gökyüzü kat kat açılırdı. Ben de onun maviliklerinde kuşlar gibi uçardım. Öyle hafif olurdum ki! Heyecandan, kalbim sanki vücudumun dışında çarpardı. Hemen her gece , uçardım. Sabahları masmavi göklerin altında uyandığımda, bir kuş kadar hafif hissederdim kendimi.
Çocukluk çağlarımda nasıl da mutluydum. Ninemin ardında kırlarda koşarken; kuşlar kadar özgür, kuşlar kadar sevinçliydim..... O köyün kırlarında, büyük bir sevinçle toplayıp kokladığım çiçekler, ne yazık ki bir gün kuruyuverdi. Oysa, ben onları toplarken yağmur yağıyordu. Ardında ninemin o güzel sesiyle, ninnilerini dinlemiştim. Yaşadıkça o çiçekleri saklayıp koklamak istedim... Olmadı... Üzüldüm... Şimdi ise, kar yağıyor o anıların üstüne. Anılarla birlikte yüreğime. Sanmayın ki kırgınım ve de mutsuz. Hayır! Çünkü çocukluğum hala orada duruyor. Sevgim hala o köyün dağlarında nar çiceği, kır çiçeği, gül kurusu, eşkin ve kekik kokusu olarak yaşıyor. Çocukluğum bana; bazen toprak kokusu, bazen dağ, bazen serin bir pınar, bazen de, masmavi gökyüzüdür. Uzak, çok renkli, çocuksu güzel düşlerdi bunlar. Küçük ve sıradan, ama anlamı büyük, saf ve lekesiz bir yüreğin kurduğu; sevgilerin, özlemlerin çoğalttığı düşler... Gördüğüm her nazlı çiçek, duyduğum her güzel söz, hala bana o güzel günleri ve ninemi çağrıştırır...
Belki de düşler; bir çocuğun hayatında, izdüşümlerin sunduğu güzelliklerdir.Çocuğun yaşamına açılan umut pencereleridir... O uzak kalmış, gidilmemiş, terkedilmiş yıkıntılar arasında gizlenmiş umut pencereleri. Orada ne bir düşbaz, ne de bir dost vardır artık.Düşman bile yok... Yalnızca uzaklarda, tadına doyulmayan ve de dokunulmayan yaban çilekleri, alıçlar, keklik yumurtaları ve çarşıt göbekleri var... Keşke herkes, düşlerinde hasretini büyüttüğü bir yerlerde yaşayabilseydi, yaşasaydı... Ya da yaşam, düşler gibi olsaydı . Dikenlerin, taşların, zakkumların doldurduğu bahçelerde, yediveren gülleri açsaydı! Yabani bitkilerin doldurduğu tarlaları, keşke altın sarısı başak başak ekinler doldursaydı...
Düşleri elinden alınmış, sevdiklerinden uzaklaştırılmış, yalnızlığa itilmiş bir çocuk, hangi duvara yaslanabilir ve kendi içinde ne kadar gizlenebilir ki!... Düşler, yaşam mavisinin o güzel güneşi değil mi? Düşler bittiğinde güneş batmaz, umutlar tükenmez mi?...
Ninem, anlatılmaz bir azim, sabır ve inat sahibiydi. Daima güler yüzlüydü.Çok güzel olan yüzünde ışıldayan gözlerinin bir defa olsun ne bana, ne de bir çocuğa kötü baktığını, kaşlarının çatıldığını hatırlamıyorum. Sesinde daima bir güven, yumuşaklık ve şefkat vardı. Kendini iyiliklere, güzelliklere adamış fedakar bir insandı. Sanki bütün öksüzlerin, zayıfların, korumasızların barınağı; annesizlerin, sevgiye özlem duyanların sevgi perisiydi. Herkese karşı duyarlı, sevecen, içten ve dostça davranırdı. Evimize gelen misafirlerle o tatlı diliyle sohbet ederken, bir yandan da misafirleri ağırlar; sofraların biri kalkar, bir yenisi kurulurdu. Haramdan, yalandan, riyadan, iftiradan çok korkardı. Hep insanların iyiliğine çalışırdı. İnsan olarak iyiliklere, güzelliklere katkı yapması gereken ne varsa, yerine getirirdi. Hele bir dua edişi vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla dinlerdim.
Tanrısından; çocuklarını, yetimleri, düşkünleri korumasını dilerdi. Ninemin tanrısını ben de çok sevmiştim. Rikkatini, şefkatini, yüce gönüllülüğünü ve üstünlüğünü anlayacak kadar büyümemiştim henüz. ''Her şey ol ama zavallılara karşı zalim olma.Merhamet, insanı insan eden değerlerin en yücesidir''.derdi Düşkünlere karşı daima yumuşak ve tatlı dilliydi. Kendisini incitseler dahi, o kimseyi incitmezdi, kimseyi hakir ve hor görmezdi. Elinden geldiği kadar çaresize, yardıma muhtaç olana yardımcı olur, ama kimseden yardım beklemezdi. Durmadan nasihatler eder, büyük bir insan gibi beni karşısına alır, saatlerce bıkmadan konuşurdu. Kadın-erkek, yaşlı-genç,
büyük- küçük herkesin neden ona karşı son derece saygılı olduğunu, o yıllardaki çocuk aklımla çözemezdim. Onun gücünden, bilgeliğinden korktuklarını sanırdım. Bana sevgiyi, saygıyı, umudu, başkalarına acımayı, herkese ve her şeye karşı vicdanlı, merhametli, ahlaklı ve adil davranmayı öğretti. Çevremde gördüğüm her şeyi renkli bir nakış gibi ince ince ve usul usul usuma ördü. Yaşamı, hayvanları, bitkileri, insanları sevdirdi bana. Güvenebileceğim biricik insan, dert ortağım, gönül yoldaşım oldu. Yaşama o kadar bağlıydı ki, onun bu sevgi ve bağlılığı benim de özüme karışıp en zor günlerimde bana güç verdi, ışık oldu, yol gösterdi. Düşünebiliyor musunuz, bir çocuğun yaşamının sevgi ile dolu olması ne güzeldir! Ne özel ve özenilir bir yaşamdır o ! Yaşamın yelkenlerini sevgi ve güvenle doldurarak zaman içinde yol almak, tüm dünyayı, tüm insanları sevgi ile algılamak, sevgi ile görmek ne güzeldir. Önyargılardan, kirlerden, kinlerden, düşmanlıklardan uzak, tüm insanları kardeş bilmek...
Bana gösterdiği her davranışın, her hareketin bir anlamı olduğunu bilmezdim o zamanlar. Ama benim üzerimde gittikçe ağırlaşan bir etki yaptığını hissederdim. Bunun sonucu olarak da herkesten daha çok bağlandım ona. Aramızda bir mekik vardı sanki. Durmadan aramızda gidip gelerek, her defasında bir ilmek daha örerek, beni kendine bağlardı. Güzellik ve iyilik timsali bu kadını, yıllarca nakış nakış içime işledim. Çocukluğumu, gençliğimi, tüm yaşamımı onunla geçirdim. Nereye gittiysem, gönlümün bir kıyısına oturup benimle birlikte gezdi.....Yıllar sonra sevdiğim bütün insanlar beni birer birer terk etti de, bir tek o terketmedi. En mutlu ya da en zor günlerimde hep yanımda oldu.
Ninemi sık sık bir yerde oturup dalgın gözlerle uzakları izlerken görürdüm. Çok üzgün ve bir o kadar dalgın bir şekilde. Bu çok dokunurdu bana. Bir gün yine böyle bir durumda yanına yaklaştım.Beni görmemiş gibiydi. Gözlerini bir noktaya dikmiş öylece bakıyordu. Gözyaşlarının süzülüşünü her gördüğümde duygulanır, gözlerim yaşarır, içim yanardı. Ona acırdım. Boynuna sarıldığımda o da duygulanır, sımsıkı bana sarılırdı.. Ve böylece aramızdaki bağlar her gün biraz daha kuvvetlenirdi. O gün ona, neden dalıp dalıp gittiğini, neden gözlerinin yaşardığını sordum. "Tanrı, annem beni doğururken acıyı da birlikte vermiş." Dedi. Sonra oturup uzun uzun hayat hikayesini anlattı: Çanakkale'ye sürgün edilişlerini, çektikleri korkunç yoksulluğu, zeytin toplamalarını, henüz bir haftalık gelin iken ilk kocasının Ruslar'a esir düşüp, kendisinden bir daha haber almadığını, zorunlu olarak dedemle nasıl evlendirildiğini anlattı.Anlatırken, bazı yerlerde gözlerinde iri iri yaşların akmasına dayanamadım.Onunla beraber ben de ağlamaya başladım. O an bana sarılarak; "Tanrı iyi ki, senin gibi zeki, duygulu, temiz bir torun bağışladı bana, yoksa bütün bu acıları çekemezdim. İnsanın doğup büyüdüğü topraklardan, sevdiklerinden, yöresinden zorla koparılıp sürgün edilmesi ve yabancı yerlerde yaşamaya zorlanması çok acı. Yalnızlık duygusu, insana yapılabilecek en büyük kötülük ve işkence." dedi. "İnsan herşeye katlanabiliyor ama yalnızlığa katlanmak çok zor geliyor. Tam 12 yıl sürgün hayatı yaşadım. " diye devam etti....Çektiği bunca acılara rağmen yüzü dinç ve aydınlıktı. Öfkelendiği zaman yanakları al al olur, gözleri içten gelen sıcak ve dehşetli bir ışıkla parlardı. Konuşmaları her zaman kendine özgü biçimde uyumluydu. Sözcükleri, parlak ve renkli bir çiçeğin canlılığıyla belleğimde yer ederdi.
Gençlik yıllarımdı... Askerlik çağım gelip çatmıştı. Ninemden ayrı kalmışlığı , Ayrılığı, hasreti yaşantımda yudum yudum hissediyordum. Ninemin hayalini hayalimden silemiyordum. Onu düşlediğim zamanlarda gönderdiği mektuplar tek teselli kaynağım oluyordu... Askerde aldığım ilk mektubunda dünyalar benim olmuştu... ‘’ Sevgili Torunum, Sen gittin gideli gözlerim her yerde seni arıyor... Hayallerimde, dualarımda yaşıyorsun... Uçan kuşlardan, esen yellerden seni soruyorum. Hasretle geleceğin ğünü bekleyip, yolunu gözleyeceğim. Birtanem nasılsın? Askerliğe alışabildin mi? Günlerin nasıl geçiyor? Bilmelisinki, sayılı günler çabuk geçer. Bizleri düşünme, bizimde tek düşündüğümüz sensin. Hayatım boyunca seni gözümden sakındım, sana kol kanat gerdim, bin canım olsa sana feda ederim unutma. Eğer sende bizi soracak olursan hasretliğinden başka bir derdimiz yok, çok şükür. Gönlümüz gözümüz hasretinle dolu... Seni, kar gülüşünü, bana sarılışını çok özledim, bana sık sık mektup yaz emi? senin mektuplarınla teselli olacağım...”
Ninemden aldığım her mektubu, yazdığı her satırı ruhumun derinlerine işliyordum ona kavuşabilmek için neyimi vermezdimki, bir gün ninemden ayrı yaşayacağımı hiç düşünmemiştim.
Askerden dönmüş, arabayla köye doğru hareket
ediyorduk. Keskin bir virajdan sonra şöföre, yavaşlaması için ricada bulundum. Arabanın camını açarak çocukluğumun geçtiği bu yöreleri adeta gözlerimle taramak istiyordum.. Buraların şehirlere göre insanı ferahlatan temiz ve serin bir havası vardı. Her tarafı kekik ve çiçek kokuları sarmış, keklik sesleri doldurmuştu. Karlar eriyor ve dağlardan köylere doğru, çözülmüş su olarak akıyor; toprak, düşen cemrelerle beraber, gökyüzüne buharlar gönderiyordu. Buranın; hiç bir kir taşımayan, duru ve insanın yüreğini dolduran bir havası vardı. Büyük kentler hep bana; yığınla insanın, kim için, ne için yaşadığı belli olmayan ya da yaşamın anlamsızlaştığı bir yer gibi gelmiştir. Şehir insanının egsoz dumanıyla, onca beton yığını arasında yaşama nasıl tahammül ettiğine hep şaşmışımdır.Hala da şaşıyorum..
Köye yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Hayatta en çok sevdiğim varlığa biraz sonra kavuşacaktım. Kalbim heyecanla çarpıyor, içim içime sığmıyordu. Nihayet o şefkat dolu, duygulu sesini duyabilecektim. O sesle içimdeki özlem ateşi dinecek, yüzünü, ellerini öpüp, mümkün olsa hiç ayrılmamak üzere boynuna sarılacaktım. Allahım benim için ne büyük mutluluktu bu. Geleceğimi haber alıp beni karşılamaya gelen ninemle derin bir özlem ve sevgiyle kucaklaştım. O da beni aynı sevgiyle kucaklayıp öpüp bağrına bastı. '' Gözlerim yollarda kalmıştı, nihayet geldin. Şükür kavuşturana!" dedi. Ninemin halsiz ve bir zamanlar kırmızı elma yanaklarının şimdi solgun olduğunu farkettim. Gözleri sağanak olmuş, yanaklarını ıslatıyordu. Kelimeler dudaklarında kırık dökük, acıyla karışık dökülüyordu. Ayakta durmaya zorlanıyor, iki kişinin yardımıyla ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Hayatı boyunca yetimlere, hastalara, yoksullara hizmet eden, onların acılarını duyarak yardımına koşan ve yürürken ayaklarının altında yer titreyen bu kutsal kadın; şimdi yardımsız yürüyemiyordu ve başkalarına muhtaçtı. Artık ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Dizleri tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı.
Sonunda ayrılık zamanı gelip çattı. Hollanda'ya babamın yanına gidip, orada kalacaktım. Ninemden, köyümden ayrılmak bana çok zor geliyordu. Daha köyden ayrılmadan içime bir acı çökmüştü. O bunu farkettiğinde ''Üzülme! Hasretler de güzeldir, ancak hasretin acısını duymamız, onu yenmemiz ve içimize sindirmemiz gerek.'' demişti. Kimsesizliği ancak ninemden ayrıldıktan sonra öğrendim. Ninemle vedalaştım, eliyle gözyaşlarını silerken yüreğim sızladı. Dönüp baktığımda el salladığını gördüm. Ben de el salladım. Çocukluğumun ve yaşamımın en güzel günlerini, burada beraber geçirdiğim bu kadına, bir kez daha sevgiyle baktım. Onu bırakıp Hollanda'ya geldiğimde, bir parçam o yerde, onunla birlikte kaldı hep. Yürek nasıl bölünürmüş, insanın yarısı nasıl geride kalırmış, asıl o zaman öğrendim. Bu köyün her bir kıvrımını, her bir tepesini, taşını, toprağını, suyunu gözlerimle öper gibi özlemle taradım. "Elveda!" dedim. "Güzel köyüm, sevgili ninem, kardeşlerim, annem, arkadaşlarım, dostlarım! Elveda!"

Ölümünden iki gün önce son bir mektup yazıp göndermişti bana:''Oğlum, bir tanem! Beni bırakıp gitmeyi hiç istemedin sen. Saçlarını, tenini gül kokularıyla yıkayıp gezmelere götürdüğüm günleri çok özlüyorum.Hiç ayrılmazdın yanımdan. Arkadaşlarınla oynamaz, yanımda otururdun. Bilinmeyen dünyalardan masallar, efsaneler anlatmamı isterdin. Her defasında ben de seni kıramaz, anlatırdım. Bunların çoğunu gönlün kalmasın diye, ben uydurup anlattım. Sanki, benim uydurduklarım değilmiş gibi, sonra kendim de inanırdım bunlara. Ah ne güzel günlerdi o günler! Bilsen seni ne kadar çok özlüyorum. Mecbur olmasaydın yine gitmezdin, biliyorum. Sen beni bırakmak istemezsin ama ben seni bu dünyada bırakıp gideceğim bi-tanem. Ölüm, herkes için alınyazısıdır. Her doğan ölecektir. İnsan dünyaya kimsesiz gelir, yine kimsesiz gider. Hastaların, yaşlıların ayıklanması gerek ki, yeni nesiller gelişsin. İhtiyarlamış bir ağacın ana kütüğünü keserler ki, yanlarından çıkan sürgünler boy versin. Ölüm insanlığın budanmasıdır. Zamanın elinde her şey eskir ya da değişir, her canlı ölür ve yitip gider. Önemli olan bu dünyada insanın insan gibi yaşaması ve yaşadıkça alnının açık, başının dik durmasıdır. Biliyorum, ölümüme en çok sen yanacaksın ama üzülme, ben daima seninle beraber olacağım. Sen yaşamının baharındasın henüz, önünde daha kocaman bir ömür var. Gençlik, umut ve heyecan doludur, sen yaşam kitabının daha ilk sayfasındasın. Biliyorum ki, için bütün kötülüklerden uzak nadide bir çiçek bahçesi gibidir. Açılacak daha binlerce gül goncası vardır sende. Senin de acılarla, istemediğin olaylarla tanışacağın, karşılaşacağın zamanların olacaktır. Acılara da katlanmasını bileceksin. Tanrı kuluna ne vermiş de, kul katlanmamış!. İnsan gençken bunları pek aklına getirmez ,biliyorum... Mektubumu Şeyh Edebali'den bir kaç sözle noktalıyorum. ''Bir baş ol ki oğul, dimdik durasın, çiğnenip ezilmeyesin. Bir göz ol ki oğul, iyiliği göresin, peşinden yürüyesin. Bir dil ol ki oğul, zehire bal süresin. Bir el ol ki oğul, yoksulları giydiresin. Bir yürek ol ki oğul, her zaman hak diyesin. Ayak olursan oğul, karınca ezmeyesin. Vakit kıymetli oğul, sakın boş gezmeyesin''
Munzur Dağı'nın eteğinde olan bu köy; yazın buz gibi soğuk suları, pınarları, ırmakları, çağlayanları ve geçit vermeyen dorukları, kötülüklerden uzak, sevgi, saygı dolu insanları ile bir cennet köşesi gibiydi. Özenle bakılması gerekirken, köyümün kimsesizliğine, yoksul bırakılmışlığına hayıflandım içimden.
Sonra düşündüm:Köyden her ayrılışımda ninem beni gediğin son dönemecine kadar getirir, orada el sallayıp yaşlı gözlerle beni yolcu ederdi. Son ayrılışımda gelmedi, içime tarifsiz bir keder çöktü. Bu köyde ninemle olmaya öyle alışmıştım ki, onsuz kendimi yapayalnız ve emniyetsiz hissediyordum. Oysa köyün bütün insanları, çocukları oradaydı. Beni uğurlamak için gelmişlerdi. İnekler böğürüyor, danalar zıplıyor, koyunlar, kuzular, keçiler meleşip duruyordu. Ama ben bağrımda, hiç kimsenin bilmediği ve içimin derinliklerinde tutuşan bir ateşin acısıyla ayrılıyordum oradan.


Sevgili Nineciğim,
Seni kaybedeli yıllar oldu, seni düşündükçe çockluğum hayatımın en mutlu anları ve güzel günleri geliyor aklıma.Bu gün 35 yaşıma girdim ve ben büyüdükçe sevgin özleminde büyüdü yüreğimde ve ölünceye kadar da seni aramaya, özlemeye, sevmeye devam edeceğimi bu gidişle yaşadıkça hep seni özleyeceğimi ve arayacağımı anlıyorum. En çok da sana sarıldığımda o sevgi ve güven yüklü insan kokunu özlemişim biliyor musun?Bana güzel bir çoçukluk ve ardında güzel anılar bıraktığın için teşekkür ederim. Beni bu kadar çok sevdiğin ve sevdiğini hissettirdiğin için teşekkür ederim. Bana insan gibi düşünmeyi, sevmeyi, affetmeyi, acımayı, merhameti ve ahlaklı olmayı, herkese ve her şeye karşı vicdanlı davranmayı öğrettiğin için teşekkür ederim.. Senden aldığım tüm güzellikler için teşekkür ederim... Nur içinde yat benim biricik nineciğim...

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar