Arama

Evrim Teorisi Nedir? Evrim Teorisi Hakkında Genel Bilgiler - Sayfa 2

Güncelleme: 21 Temmuz 2013 Gösterim: 63.181 Cevap: 32
*TeoDora* - avatarı
*TeoDora*
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #11
*TeoDora* - avatarı
Ziyaretçi
Yaratılışcıların 15 saçmalığına 15 yanıt

Sponsorlu Bağlantılar
Kaynak: Cumhuriyet Bilim Teknik - 27.07.2002
İkiyüzlü davranan, dürüst olmayan, bilgi ve olguları bilerek tahrif eden ve bilimle ilgisi olmayan çevreleri demagoji ile kandırmayı hedefleyen "yaratılışçı" çevrelere karşı ABD'de karşı atak başladı.
Evrim karşıtları bilimsel gerçeklere sırt çevirerek yaratılış kavramına yer açmak istiyorlar. Ancak yaratılışçıların bu iddialarını saçmalık olarak nitelendiren Scientific American dergisi, 15 bilimsel yanıtla evrim kuramının bilimsel gerçekliğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Charles Darwin 143 yıl önce doğal seçilim (doğal seleksiyon) yoluyla evrim kuramını ortaya attığı zaman, bilim dünyası ayağa kalktı; akademik çevrelerde yıllarca süren sert tartışmalar, sosyal bilimleri de kapsayan geniş bir alana yayıldı. Ne var ki zamanla paleontoloji, genetik, zooloji, moleküler biyoloji ve diğer bilim dalları kuramın doğruluğunu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kanıtladı. Bugün evrim konusundaki tartışmaların bir daha açılmamak üzere kapanmış olması gerekirken, durum ne yazık ki düşünüldüğü gibi değil.
21.Yüzyıl'da dünyanın en gelişmiş ülkesinde (ABD) utanç verici bir oyun sergileniyor. Yaratılışçılar, politikacı, hukukçu ve sıradan vatandaşları evrim kuramının doğru olmadığına inandırabiliyor. Okullarda evrime alternatif olarak '' akıllı-tasarım '' fikrinin okutulması yönünde güçlü kampanyalar sürdürülüyor. Halihazırda Ohio Eyalet Eğitim Müdürlüğü müfredat programını yaratılışçıların isteği doğrultusunda değiştirip değiştirmemeyi tartışıyor. Berkeley'de Kaliforniya Üniversitesi'nden hukuk profesörü Philip E.Johnson gibi evrim karşıtı bazı bilim adamları, akıllı-tasarım kuramının Tanrı kavramını tartışmaya açmak için bir araç olduğunu kabul ediyorlar.
Bu tartışmaların ortasına itilen öğretmenler, doğal olarak evrimi savunmak ve yaratılışcılık kavramını çürütmek durumunda bırakılıyorlar. Yaratılışçılar ise evrimin yanlış anlaşılan noktalarından yararlanarak, yalanlar ve dürüst olmayan söylemlerle zehirlerini yaymaya çalışıyor.
Aşağıda yaratılışçıların sıklıkla öne sürdükleri 15 sözde ''bilimsel'' iddiaya verilen yanıtları bulacaksınız.
1) Evrim yalnızca bir kuramdır; bilimsel bir yasa değildir.
Kuramın, ''kesinlik hiyerarşisi''nin ortalarında yer aldığı ilkokullarda öğretilir; yani kuram varsayımın üzerinde, yasanın altında yer alır. Ancak bilim adamları bu terimi bu şekilde kullanmazlar. ABD Ulusal Bilimler Akademisi'ne (NAS) göre bilimsel bir kuram ''gerçekleri, yasaları ve test edilmiş varsayımları bünyesinde birleştiren doğal dünyanın bir durumunun gerçekleşmiş açıklaması''dır. Yasa, doğaya ilişkin tanımlayıcı genellemelerdir. Dolayısıyla bir bilim adamı evrim kuramından söz ettiği zaman -bu atomik kuram veya görelilik kuramı da olabilir- doğruluğu hakkında en ufak bir kuşku duymaz.
Değişim geçirerek ilerleme anlama gelen evrim kuramına ek olarak, insanlar evrim gerçeğinden de söz edebilirler. NAS'a göre gerçek ''doğru olarak kabul edilen ve kendini tekrarlayan gözlemlerdir''. Fosil kayıtları ve çok sayıda diğer kanıtlar organizmaların zaman içinde evrimleştiğini kanıtlar. Bu değişiklikleri kimse gözlemediği halde, dolaylı kanıtlar nettir, çapraşık değildir ve zorlayıcıdır.
Tüm bilimler dolaylı kanıtlara dayanır. Örneğin, fizikçiler atomaltı parçacıkları direkt olarak görmez, ancak bunların varolduğunu iyonlaşma odasında parçacıkların bıraktıkları izlerden anlar. Kısaca doğrudan izlenmemesi fizikçilerin vardıkları sonuçların doğru olmadığını göstermez.
2) Doğal seçilim dairesel muhakemeye dayanır. Yani iyi uyum sağlayan hayatta kalır ve hayatta kalanların iyi uyum sağladığı farz edilir.
Doğal seçilimin günlük konuşma dilindeki açıklaması, iyi uyum sağlayanın hayatta kalabilmesi şeklindedir. Ancak teknik açıklamasına göre doğal seçilim, farklı hızlarda üreme ve hayatta kalma kavramlarını içerir.
Bu da şu anlama gelir: Türler az uyumlu, çok uyumlu gibi uyumluluk derecelerine göre tanımlanmaz; belirli koşullar altında geride kaç tane yavru bırakabileceklerine göre tanımlanır. Tohum açısından zengin kaynaklara sahip bir adaya hızlı üreyen bir çift küçük gagalı ispinoz ile yavaş üreyen bir çift büyük gagalı ispinoz bırakın. Birkaç nesil sonra hızlı üreyenler daha fazla besin kaynağına sahip olabilirler. Diğer taraftan büyük gagalıların tohumları daha iyi kırmaları durumunda, avantaj yavaş üreyenlere geçer.
Galapagos Adaları'nda gerçekleştirilen bir pilot çalışmada Princeton Üniversitesi'nden Peter R.Grant , vahşi doğada buna benzer nüfus değişimine tanık oldu.
Burada en önemli olan, çevreye uyumun hayatta kalma kavramından bağımsız olarak tanımlanmasıdır. Yani büyük gagalılar, belirli koşullarda tohumları daha kolay kırdıkları için daha iyi uyum sağlıyorlar. Ancak bu özelliklerinin hayatta kalmalarını kolaylaştırıp kolaylaştırmadığına bakılmıyor.
3) Evrim bilimsel değildir, çünkü doğrulanamaz veya yalanlanamaz. Ayrıca gözlenemeyen veya yeniden yaratılamayan olaylarla ilgilidir.
Bu iddia evrimi iki ana parçaya bölen farklılığı göz ardı ediyor. Bunlar makroevrim ve mikroevrim dir. Mikroevrim bir türün zaman içinde gösterdiği değişiklik ile ilgilidir. Macroevrim, tür düzeyinin üzerindeki taksonomik (sınıflandırma ilmi ile ilgili) grupların değişimini inceler. Bunun kanıtları fosil kayıtları ve DNA karşılaştırmalarından elde edilir.
Bugün yaratılışçıların pek çoğu mikroevrimin laboratuvarlarda (meyve sinekleri, bitkiler ve hücreler üzerindeki testler) ve doğada (Grant'ın Galapagos ispinozları üzerindeki çalışmaları) test edilebildiğini kabul ediyor. Doğal seçilim ve diğer mekanizmalar -kromozomal değişiklikler, simbiyoz ve melezleştirme- zaman içinde nüfusta çok ciddi değişikliklere yol açabilir.
Makroevrim çalışmalarının tarihi yapısı, doğrudan gözlem yerine fosil ve DNA çıkarımlarına dayanır. Ancak tarihi bilimlerde (astronomi, jeoloji, arkeoloji ve evrim biyolojisi dahil) varsayımların fiziksel kanıtlarla uyum içinde olup olmadığı test edilebilir. Örneğin, evrimsel açıklamaya göre insanın ilk bilinen ataları (kabaca 5 milyon yıl önce) ile anatomik olarak modern insanın ortaya çıkışı (100.000 yıl önce) arasında, özellikleri giderek maymundan modern insana benzeyen hominidler yer almıştır. Fosil kayıtları da bunu göstermektedir. Kaldı ki insanlar Jurassic döneme (65 milyon yıl önce) ait katmanların içine gömülü modern insan kalıntıları bulamaz.
Evrim başka şekillerde de çürütülebilirdi. Eğer cansız bir maddeden bir anda oluşmuş, gelişmiş bir yaşam şekli belgelenseydi, fosil kayıtlarının içinde bulunmuş yaratıklardan birkaçının da bu şekilde oluşmuş olması gerekirdi. Aynı şekilde eğer uzaydan gelen insanüstü zekaya sahip yaratıklar ortaya çıkıp, dünyada yaşamı başlattıtlarını iddia etseydi, evrimsel açıklamalara gölge düşebilirdi. Ancak şu ana kadar böyle bir kanıt ortaya çıkarılmadı.
4) Bilim adamları zaman geçtikçe evrim gerçeğinin doğruluğundan şüphe etmeye başladılar.
Evrim kuramının giderek taraftar yitirdiğine ilişkin herhangi bir kanıt söz konusu değil. Şu anda evrim kuramına gönderme yapmamış bir biyoloji dergisi bulamazsınız. Oysa evrimi karalayan bilimsel bir makale neredeyse hiç yok. Washington Üniversitesi'nden George W.Gilchrist binlerce bilimsel makaleyi tarayarak, akıllı tasarım veya yaratılış bilimine ilişkin bir göndermeye yer verilip verilmediğini araştırdı. Sonuçta tek bir makaleye bile rastlamadı.
Yaratılışçılar bilim dünyasının tutucu ve dogmatik bir çevre olduğunu iddia ederek, bilim adamlarının yaratılış bilimi ile ilgili kanıtları ilk baştan, önyargılı olarak reddettiğini ileri sürüyor. Oysa ''Nature'' dergisinin ve diğer bilim dergilerinin editörleri kendilerine gönderilen makaleler arasında evrimi çürüten çok az sayıda makale olduğunu söylüyorlar. Evrime karşı olan bazı yazarların makaleleri ciddi bilim dergilerinde yayımlandı. Ancak bu makaleler doğrudan evrime saldırmadığı gibi, yaratılışçıların düşüncelerini de net bir lisanla dile getirmiyordu. Bunların yaptığı en cesur eleştiri, evrim kuramına ilişkin bazı sorunların henüz çözümlenemediğine dikkat çekmekti. Kısaca yaratılışçılar, bilim dünyasının onları ciddiye alması için yeterli malzeme vermiyor.
5) Evrim biyologları arasındaki görüş farklılıkları, evrimin somut bilimsel temellere dayanmadığının en belirgin göstergesidir.
Evrim biyologları değişik konuları kendi aralarında sert biçimde tartışırlar. Bu konuların başında türlerin nasıl oluştuğu, evrimsel değişikliğin hızı, kuşlar ve dinozorlar arasındaki ilişki, Neandertal'lerin modern insanlardan farklı bir tür olup olmadığı gibi konular gelir. Bu tartışmaların benzerleri diğer bilim dallarında da görülür.
Ne var ki dürüstlükten uzak bir tutum sergileyen yaratılışçılar, bilim adamlarının bu tartışma tarzlarını abartarak, konuyu çarpıtıyor. Harvard Üniversitesi'nden Paleontolog Stephen Jay Gould 'un çalışmalarını bilenler bu saygın bilim adamının evrim kuramını ne büyük bir içtenlikle savunduğunun bilincindedir. Oysa yaratılışçılar Gould'un ciltler dolusu yazılarından desteksiz alıntılar yaparak yazarın ifadesini çarpıtıyor. Bu gibi durumlarda yanlışlığa düşmemek için, yaratılışçıların kullandığı alıntıların kaynağı olan makalenin tümünü görmekte israrcı olun. Göreceksiniz ki makalenin bütünü bambaşka bir telden çalmaktadır.
6) Eğer insanlar maymunlardan gelmiş olsaydı, niçin hâlâ ortalıklarda maymunlar dolaşıyor?
Bu çok yaygın olan iddia, evrim konusundaki bilgisizliği tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor. İlk yanlışlık şu: Evrim insanların maymun soyundan geldiğini söylemez; insan ve maymunların ortak bir ataya sahip olduklarını söyler.
Daha büyük yanlışlık ise şudur: Bu tartışma ile şu soru arasında koşutluk kurulabilir:''Eğer insanlar yetişkinlerin soyundan geldiyse, niçin ortalıklarda yetişkinler dolaşıyor?'' Bir kısım organizma, ailenin ana gövdesinden ayrılıp sonsuza dek aileden uzak yaşayabilecek farklılığa erişince, yeni türler oluşur. Ana gövde bundan sonra yaşamını sonsuza dek sürdürebilir; ya da yok olabilir.
7) Evrim yaşamın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını açıklayamaz.
Yaşamın nasıl başladığı sorusu bugün hala gizemini koruyor. Ancak biyokimyacılar ilkel nükleik asidin, amino asitlerin ve yaşamın diğer yapı taşlarının nasıl oluştuğunu ve bunların kendini kopyalayan ve kendi kendine yaşamını sürdürülebilen üniteler olarak nasıl organize olduğunu bilirler. Astrokimyasal analizler ise bu bileşimlerin uzaydan gelmiş olabileceğini ve bunların göktaşı içinde dünyaya düşmüş olabileceğini göstermektedir.
Bu senaryo dünyanın ilk oluşum dönemindeki koşullarında, bu bileşimlerin nasıl ortaya çıktığı konusundaki soruları yanıtlayacaktır.
Yaratılışçılar evrimi tümüyle hükümsüz kılmak için bilimin yaşamın kökenine ilişkin soruları hala yanıtlayamamasından yararlanıyor. Ne var ki eğer yeryüzünde yaşam evrimdışı bir şekilde başlamış olsa dahi (uzaylılar ilk hücreleri milyarca yıl önce dünyaya taşımış olabilir) bu tarihten sonra evrim sayısız mikroevrimsel ve makroevrimsel çalışmalarla kanıtlanabilir.
8) Matematiksel olarak, bırakın yaşayan bir hücrenin veya insanın rastlantısal olarak ortaya çıkmasını, protein gibi karmaşık bir nesnenin rastlantı sonucu ortaya çıkması mümkün değildir.
Rastlantı evrimde önemli bir rol oynar. (Örneğin random mutasyonlar yeni özelliklerin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynar.) Ancak evrim, organizmaların, proteinlerin veya diğer oluşumların yaratılmasında rastlantıya yer vermez. Hatta tam tersi, doğal seçilim random olmayan değişiklikten yararlanarak, ''arzulanan'' özellikleri korurken, ''arzulanmayan'' özellikleri yok eder. Seçilimin kuvvetleri sabit kaldığı sürece, doğal seçilim evrimi tek bir yöne doğru iter ve şaşırtıcı bir çabuklukla son derece gelişmiş yapılar ortaya çıkartır.
9) Termodinamiğin İkinci Yasası'na göre sistemlerin düzeni zamanla bozulur. Buna göre canlı hücreler cansız kimyevi maddelerden oluşmuş olamaz ve çok hücreli yaşam protozoadan evrimleşmiş olamaz.
Bu tartışma İkinci Yasa'nın doğru anlaşılmamasından kaynaklanır. Eğer bu tartışma doğruysa mineral kristalleri, kar taneleri de mümkün olamazdı, çünkü bunlar da karmaşık yapılardır.
İkinci Yasa aslında kapalı sistemlerde toplam entropilerin (enerji veya maddenin girmediği veya çıkmadığı sistemler) azalmayacağını ifade eder. Fiziksel bir kavram olan entropi genellikle karmaşa şeklinde tanımlanır, ancak günlük konuşma dilinde bu anlamda kullanılmaz.
Ancak hepsinden önemlisi, İkinci Yasa'ya göre entropi, sistemin bazı parçalarının azalırken, bazılarının bunu dengelemek ve telafi etmek için artmasına izin verir. Böylece gezegenimiz bütün olarak giderek daha karmaşık bir yapıya bürünür, çünkü Güneş yeryüzüne ışık ve ısı gönderir. Basit organizmalar, diğer yaşam şekillerini ve cansız maddeleri tüketerek yakıt sağlar ve daha karmaşık bir yapıya ulaşır.
10) Mutasyonlar evrim kuramı için gereklidir, ancak mutasyonlar yalnızca varolan özellikleri yok eder;yeni özellikler yaratmaz.
Tam tersi, biyoloji ''nokta mutasyonlar'' (organizmanın DNA'sındaki noktasal değişimler) yoluyla oluşan pek çok özelliği ortaya döker. Antibiyotiklerin bakterilere karşı direnç kazanması buna bir örnektir.
Ayrıca moleküler biyoloji, nokta mutasyonların ötesine geçen genetik değişiklik mekanizmalarını keşfetmiştir. Bu mekanizmalar yeni özelliklerin oluşması için yeni yollar açar. Genlerin içindeki işlevsel modüller yepyeni biçimlerde birbiriyle birleşir. Bütün genler rastlantısal olarak organizmanın DNA'sının üzerinde kopyalanır ve bu kopyalar yeni, karmaşık özellikler için özgürce harekete geçer. Değişik organizmalardan alınan DNA'ların karşılaştırılması sonucu, bir kan proteini türü olan globinlerin milyonlarca yıllık evrimini gözler önüne serer.
11) Doğal seleksiyon mikroevrimi açıklar, ancak yeni türlerin nasıl ortaya çıktığını ve yaşamın daha yüksek düzenlerini açıklayamaz.
Evrim biyologları doğal seçilimin yeni türleri nasıl yarattığı konusunda çok sayıda çalışmalar yapmış ve bunları bilimsel yayınlarla kamuoyuna mal etmiştir. Örneğin, Harvard Üniversitesi'nden Ernst Mayr 'ın geliştirdiği bir modelde bir organizma popülasyonu, coğrafi sınırlarla kendi türünden ayrı tutulur. Bu durumda bu popülasyon farklı etkilere maruz kalabilir. İzole edilen popülasyonda değişiklikler birbiri ardına birikim yapar. Bu değişiklikler belirginleşmeye başlayınca, ayrı kalan grup orijinal gruptakilerle çiftleşemez hale gelir. Sonuçta ayrı düşen grup üreme açısından izole edilmiştir ve yeni bir tür oluşturmak üzere kendi yolunu çizer.
Evrimsel mekanizmaların içinde en iyi inceleneni doğal seleksiyondur. Ancak biyologlar başka olasılıklara da açıktır. Biyologlar sürekli olarak seyrek görülen genetik mekanizmaların yeni tür yaratma konusundaki potansiyali üzerinde durmaktadır. Dolayısıyla bilim, doğal seçilim dışındaki güçlerin yarattığı evrime de kapılarını kapatmamıştır. Ancak bu güçler doğal olmak zorundadır; gizemli yaratıcı zekâların -bilimsel olarak varlıkları kanıtlanamayan- eylemleri sonucu ortaya çıkmış olmamalıdır.
12) Bugüne dek kimse yeni bir türün evrimleştiğine tanık olmamıştır.
Yeni bir türün oluşumu son derece nadir görülen bir olaydır ve yüzyıllar alır. Ayrıca oluşum aşamasında yeni bir türü tanımak zordur, çünkü biyologlar bir türün nasıl en iyi şekilde tanımlanacağı konusunda görüş birliğine varamazlar. En yaygın tanım Mayr'ın Biyolojik Tür Kavramı 'dır. Buna göre tür, üreme açısından izole edilmiş farklı bir popülasyondur. Bu bağlamda bu türün bireyleri kendi topluluklarının dışında üreyemez. Pratik açıdan bu standardın, mesafe, arazi yapısı veya bitki örtüsü nedeniyle izole edilmiş organizmalara uygulanması zordur. Dolayısıyla biyologlar, bir türün bireylerini tanımak için organizmaların fiziksel ve davranışsal özelliklerinden yararlanırlar.
Yine de bilimsel literatür solucan, böcek ve bitkilerde bazı türlerin oluşumuna ilişkin raporlara yer verir. Bu deneylerin pek çoğunda araştırmacılar organizmaları değişik tipte selesiyona tabi tuttu ve sonucunda bu popülasyonların, dışardakilerle çiftleşmediğini keşfetti.
13)Evrimciler geçiş dönemine ait herhangi bir fosili bulup çıkartamamıştır. Örneğin yarı sürüngen, yarı kuş gibi...
Aslında paleontologlar şu ana kadar, şekil açısından ara konumda olan çok sayıda fosil örneğini bulup çıkartmıştır. Bunların içinde en ünlüsü ''Archaeopteryx'' tir. Bu fosil kuşlara özgü tüy ve iskelet yapısına sahipken aynı zamanda dinozor özellikleri de sergiler. Ayrıca pek çok tüylü, uçabilen veya uçamayan fosil de bulunmuştur. Örneğin modern at, bir ara form olan ''Eohippus''tan gelmektedir. Balinaların atası karada yürüyen 4 ayaklı ara formdan evrimleşmiştir. Ayrıca 20 veya daha fazla hominid, Lucy ile modern insan arasındaki döneme aittir.
Ne var ki yaratılışçılar bu fosil çalışmalarını kabul etmiyorlar. Onlara göre Anchaeopteryx sürüngenler ve kuşlar arasındaki kayıp halka değildir; tam tersi sürüngen özellikleri taşıyan bir kuştur. Diğer taraftan bir yaratılışçı, iki form arasındaki ara fosili kabul etse dahi, bununla yetinmeyecek, bununla ilk iki form arasındaki geçiş fosilini görmek isteyeceklerdir.
14) Canlılar son derece karmaşık bir yapıya sahiptir -anatomik, selüler ve moleküler düzeyde-. Bu yapı daha az karmaşık olsaydı çalışamazdı. Bu da şu anlama gelmektedir. Böyle bir yapı ancak akıllı bir tasarım sonucu oluşur, evrim sonucu değil.
Bu tasarım konusu yaratılışçıların en fazla üzerinde durduğu tartışmadır ve en eskisidir. 1802 yılında teolog William Paley şöyle yazıyordu: ''Eğer tarlada bir saat bulursanız, ilk aklınıza gelen bunu birinin düşürmüş olduğu olasılığıdır; doğal güçlerin bunu orada ürettiğini düşünmezsiniz. Bu benzerlikten yola çıkarsak, canlıların karmaşık yapılarından dolayı doğrudan, kutsal bir iradenin eseri olduğunu anlarız.''
Paley'in bu iddiasına karşı Darwin ' 'On the Origin of Species-Türlerin Kökeni' ' isimli eserini yazarak,seçilimine doğal güçlerinin zaman içinde evrimi nasıl şekillendirdiğini açıkladı.
Yaratılışçılar onlarca yıldır Darwin'in görüşlerini çürütmek için göz örneğini öne sürüyor. Yaratılışçılara göre gözün evrimleşmesi olanaksızdır. Gözün görüntü yaratma becerisi parçalarının mükemmel düzeninden kaynaklanır. Dolayısıyla doğal seçilim gözün evrimi sırasında geçireceği ara dönemlere izin veremez. Yarım bir göz zaten işlev yapamaz.
Böyle bir eleştiriyi önceden tahmin eden Darwin, ''tamamlanmamış'' bir gözün de, tamamlanmış göz kadar olmasa da en azından yararlı olacağını iddia ediyordu; örneğin canlı ışığa doğru yol alabilir. Biyoloji Darwin'in haklılığını daha sonra ortaya çıkarttı. Bilim adamları hayvanlar aleminde ilkel gözlerin ve ışığa-duyarlı organların olduğunu kanıtladı.
Akıllı-tasarım fikrini savunanlar bugün öncekilerden daha zekice sorular soruyorlar. Ancak yine de tartışma ve hedeflerinde bir değişiklik görülmüyor.
15) Son araştırmalar, mikroskopik düzeyde bile, yaşamın evrim sonucu ulaşamayacağı kadar karmaşık bir yapıya sahip olduğunu kanıtlıyor.
''Darwin'in Kara Kutusu: Biyokimya Evrime Meydan Okuyor'' isimli kitabın yazarı Michael J. Behe ''Azaltılamayan Karmaşa'' kavramını ortaya attı.
Behe, bu kavrama örnek olarak fare kapanını ele aldı. En ufak bir parçasının çıkartılması durumunda fare kapanının çalışmayacağını ileri süren Behe, bu parçaların ancak birarada olduğu zaman işe yaradığını söylüyordu. Behe, daha sonra fare kapanı için geçerli olan mantığın bakteriyel flagellum -kamçıya benzer hücresel yapı- için de geçerli olduğunu ileri sürdü. Flagellum'un özel yapısının evrim sonucu oluşmasının mümkün olmadığını ileri süren Behe, bunun ardında akıllı-tasarım'ın olduğunu savunuyordu.
Ne var ki evrim biyologlarının elinde bu itirazları bilimsel olarak yanıtlayacak veriler vardı. Biyologlar daha basit şekillerde kamçılı organizmaların olduğunu ve flagellum'da bulunan tüm parçaların gerekli olmadığını kanıtladılar.
Aynı şekilde Baylor Üniversitesi'nden William A.Dembski , yine canlıların karmaşık yapısından yola çıkarak, yönlendirilmemiş, random süreçlerin bu karmaşık yapıyı oluşturamayacağını söylüyordu. Dolayısıyla böyle karmaşık bir yapıyı ancak insanüstü nitelikte bir zekâ yaratabilirdi.
Dembski'nin bu iddiası bilim adamlarınca çeşitli yönlerden çürütüldü. Santa Fe Enstitüsü'nden bilim adamları basit, yönlendirilmemiş süreçlerin inanılmayacak düzeyde karmaşık şekiller oluşturabileceğini kanıtladılar. Organizmalarda görülen karmaşık yapıların bazıları, dolayısıyla, henüz bilemediğimiz bir nedene bağlı olarak, doğal fenomenler sonucu oluşabilir. Ancak bu, karmaşanın doğal olarak ortaya çıkamayacağı anlamına gelmez.
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
21 Eylül 2006       Mesaj #12
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Darwinizm'in Sonu
Köhne bir düşünce: Evrim teorisi
Lamarck1
Jean B. Lamarck: Ortaya attığı teori, bilime karşı direnemedi.
Tüm canlılığın bilinçsiz, amaçsız bir tesadüfler sürecinin ürünü olduğu düşüncesi, bir 19. yüzyıl hurafesidir. O dönemin ilkel bilim düzeyi içinde düşünen evrimciler, canlılığın çok "basit" olduğunu sanmışlardır.
Sponsorlu Bağlantılar
Lamarcki1Dünya üzerinde bir milyonu aşkın farklı canlı türü yaşar. Hepsi son derece farklı özelliklere ve mükemmel sistemlere sahip olan bu canlılar nasıl ortaya çıkmışlardır? Bu soruyu sağduyu ile inceleyen her insan, tüm bu canlılığın üstün ve kusursuz bir yaratılışın ürünü olduğunu görür.
Evrim teorisi ise, bu açık gerçeği reddeder. Teori, yeryüzündeki tüm canlı türlerinin tesadüflere dayalı bir süreç sonucunda birbirlerinden türediklerini öne sürmektedir.
Eski Yunan'da doğan Evrim fikrini kapsamlı olarak ilk savunan kişi, Fransız biyolog Jean Baptiste Lamarck oldu. Lamarck'ın 19. yüzyıl başında ortaya attığı teori, "canlılar hayatları sırasında kazandıkları özellikleri sonraki nesillere aktarırlar" varsayımına dayanıyordu. Örneğin Lamarck, zürafaların, ağaçların yüksek dallarına uzanmaya çalıştıkça boyunları uzayan ceylanlardan türediklerini savunmuştu. Ama gelişen genetik bilimi, Lamarck'ın teorisini kesin olarak çürütecekti.
Zorlukla1
DARWIN'İN ZORLUKLARI

Amatör bir doğabilimci olan Charles Darwin, teorisini 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabında açıkladı. Darwin, açıklayamadığı pek çok konuyu kitabındaki "Teorinin Zorlukları" adlı bölümde itiraf etmiş ve bunların ileride çözüme kavuşacağını ummuştu. Bu umut, boşa çıkacaktı.
Darwinde1
Adamlar
FOSİL KAYITLARI SORUNU
Darwin teorisini ortaya attığında özellikle fosil bilimciler ona karşı çıkmışlardı. Çünkü Darwin'in varsaydığı "ara-geçiş formları"nın gerçekte hiçbir zaman yaşamadığını biliyorlardı. Darwin ise bu sorunun yeni fosil bulgularıyla aşılacağını umut ediyordu. Oysa aksine, paleontoloji, Darwin'in teorisini her geçen gün biraz daha yalanladı.
Teoriyi Lamarck'tan sonra savunan ikinci önemli isim ise, amatör bir İngiliz doğabilimci olan Charles Darwin oldu. Darwin 1856'da yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabında tüm canlı türlerinin tesadüfler sonucu tek bir ortak atadan geliştiklerini öne sürdü. Örneğin Darwin'e göre, balinalar, suda avlanmak için çabalayan ayılardan evrimleşmişlerdi.1
Beagle1
Darwin, teorisini herhangi bir somut deneye ya da bulguya dayandırmıyordu. Sadece bazı gözlemler yapmış ve bunlar üzerinde fikir yürütmüştü. Gözlemlerinin çoğunu, İngiltere'den uzak denizlere açılan HMS Beagle adlı gemide yapmıştı.
Darwin bu gibi iddialarını sıralarken, ciddi kuşkular yaşıyordu. Teorisinden pek emin değildi. Açıklayamadığı pek çok konuyu kitabına eklediği "Teorinin Zorlukları" başlıklı bölümde itiraf etmişti. Darwin bilimin gelişmesiyle birlikte bu zorlukların birer birer çözüleceğini ummuş ve bazı kehanetlerde bulunmuştu. Ancak 20. yüzyıl bilimi, Darwin'i desteklemek bir yana, onun iddialarını birer birer geçersiz kılacaktı.
Gerek Lamarck'ın gerekse Darwin'in teorilerinin ortak noktası, ilkel bir bilim anlayışına dayanmalarıydı. O dönemde biyokimya, mikrobiyoloji gibi bilim dalları olmadığı için, evrimciler canlıların tesadüflerle oluşabilecek kadar basit yapıda olduklarını sanmışlardı. Genetik kanunları bilinmediği için, canlı türlerinin kolaylıkla birbirlerine dönüşebilecekleri zannedilmişti.
Gelişen bilim, bu efsanelerin hepsini yıktı ve gerçekte canlıların üstün bir yaratılışın ürünü olduklarını ortaya çıkardı.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 0 üye beğendi.
Hi-LaL - avatarı
Hi-LaL
Ziyaretçi
28 Ekim 2006       Mesaj #13
Hi-LaL - avatarı
Ziyaretçi
Türlerin Kökeni Yeniden Yazıldı...

Ülkemizde son on-on beş yılda evrim kuramı konusunda yayımlanan kitap sayısında ciddi bir artış var. Ama bu kitapların büyük çoğunluğu ne yazık ki evrime saldırıyor. Kuramı savunan ya da açıklayan kitap sayısı hâlâ çok az. Oysa dünya, daha çok da İngilizce konuşulan dünya, bu konuda oldukça zengin. Ülkemizdeki bu yoksunluk bugünlerde biraz olsun giderilecek. Önümüzdeki günlerde, dünyanın önde gelen evrim yazarlarından genetik profesörü Steve Jones'un Neredeyse Bir Balina-Türlerin Kökenine Güncel Bir Bakış adlı kitabı okuyucuya sunuldu. Profesör Jones'un, Darwin'in Türlerin Kökeni kitabını, günümüzün son bulgularıyla bir anlamda 'yeniden yazma'ya yeltendiği kitap bilimdeki en son bulguların evrim kuramını nasıl doğruladığını gösteriyor. Jones, 'Darwin bugün yaşasaydı acaba neleri yazardı?' sorusundan kalkarak yazdığı kitabında, aynı zamanda, evrim karşıtlarının 'bilim evrimi reddetti', 'Darwin'in evrim kuramı çöktü', 'bilim yanlışlığı kanıtlanan evrim kuramını artık kabul
etmiyor' iddialarına da yanıt da veriyor. Kitap, bilimdeki son bulguların evrimi reddetmesi bir yana, onu daha bir doğrulayıp pekiştirdiğini ortaya koyuyor.

AIDS virüsünün evrimi
Steve Jones Neredeyse Bir Balina'da verdiği örneklerin neredeyse tamamını 20. yüzyıl biyolojisinden alıyor. Jones kitabının ilk bölümünü AIDS'e neden olan HIV virüsüne ayırıyor. AIDS'e neden olan virüsün altmış yıl önce şempazelerden insanlara sıçradığından beri evrim cetvelindeki türler arası engelleri büyük bir hızla atladığını ve 1970'lerde Afrika'dan çıktığından beri daha da hızlı geliştiğini özetliyor yazar. Örnekleri birleştirerek karmaşık düşünceleri karşı karşıya getirmek konusundaki becerisiyle Jones, HIV'nin tarihini, evrim teorisindeki bütün ana noktaları birkaç sayfada açıklamak için büyük bir ustalıkla kullanıyor.

"Amerikan ulusunun son 20 yılda sıra dışı bir hızla yaşadığı olaylar dizisi, Türlerin Kökeni tartışmasını yalın bir biçimde toplumun önüne koymuştur. Bunun nedeni 19. yüzyılda bilinmeyen, ancak şimdi çok tanıdık olan bir organizmadır. Bu, AIDS'e neden olan virüstür.

NOT: Neredeyse Bir Balina kitabının yazarı Prof. Steve Jones, Evrensel Basım Yayın’ın davetlisi olarak bu haftasonu İstanbul’da olacak. Yazarın katılacağı “EVRİM KURAMINA GÜNCEL BİR BAKIŞ ” başlıklı söyleşilerin tarihleri:

· 28 Ekim 2006 Cumartesi
İTÜ Gümüşsuyu Kampüsü, Saat: 16:00 – 18:00

· 29 Ekim 2006 Pazar
TÜYAP Kitap Fuarı Büyükada Salonu, Saat: 14:45-15:45

Ayrıntılı bilgi için tel: 0 212 361 09 07
E-posta: bilgi@evrenselbasim .com

Steve Jones Kimdir?

Londra-University College'da genetik profesörü olan Steve Jones; daha önce ABD, Avustralya ve Afrika üniversitelerinde çalıştı. 1991'de BBC Reith Konferansları 'nı veren Jones, 1996'da yine BBC'de yayınlanan, insan genetiği ve evrimi hakkındaki başarılı bir belgesel serisini sundu. Daily Telegraph köşe yazarı olan Steve Jones, sık sık radyo ve televizyon yayınlarına katılmaktadır. Daha önceki kitapları arasında, 1994 Rhone-Poulenc Bilim Kitabı Ödülü'nü kazanan "The Language of the Genes" (Genlerin Dili) ve 1997 Rhone-Poulenc ödüllerinde finale kalan "In The Blood" (Kanda) bulunmaktadır. 1997'de, genel kamuoyunun bilimi daha iyi anlaması için çaba sarf edenlere verilen Royal Society Faraday Madalyası'na layık görülmüştür.
pis_kedi - avatarı
pis_kedi
Ziyaretçi
4 Temmuz 2007       Mesaj #14
pis_kedi - avatarı
Ziyaretçi
Prof. Dr. Aykut Kence Biyoloji bölümü,

ODTÜ Bir Milli Eğitim Bakanı, merkezi ABD'de bulunan yaratılışı araştırma enstitüsü adında köktendinci bir Hıristiyan kuruluş ve adında bilim ve araştırma sözcükleri geçen bir vakfın Türkiye'de biyoloji eğitimini dinsel bir temele oturtmak amacı ile yaptıkları ve okullarımızda etkileri hala süren işbirliğinden söz etmek istiyorum. Yaşam ortak bir geçmişi mi paylaşmaktadır? Diğer bir deyişle canlı türleri evrimleşerek mi günümüzdeki görkemli çeşitliliğe ulaşmışlardır? Bilimin 150 yılı aşkın bir süredir araştırdığı bu soruya yanıtı evettir. Ne var ki bilimin bu yanıtını kabullenemeyen dinci çevreler, evrim kuramını karalamak ve çarpıtmak için aralarında ABD ve Türkiye’nin de bulunduğu çeşitli ülkelerde muazzam bir çaba harcamaktadırlar. Bu çabanın en büyük hedefi de orta öğretimdeki öğrencilerdir. Bu nedenle Türkiye’de 20. yüzyılın bilimi olduğu söylenen biyolojinin ders saatleri orta öğretimde en aza indirgenmiş ve biyoloji derslerine çağdaş hiç bir ülkede görülmeyen biçimde, evrime seçenek olarak yaratılış görüşü eklenmiştir. Yaşamın ortak bir geçmişi paylaştığını söyleyen evrim kuramına karşı İncil'deki yaratılış öyküsünün kelimesi kelimesine gerçek olduğunu savunan Yaratılışı Araştırma Enstitüsü (Instute for Creation Research), ABD'de yaratılış öyküsünü orta öğretim ders programlarına sokmanın mücadelesi içindedir.
Yaratılışı Araştırma Enstitüsünün (ICR) yayın organı olan Acts and Facts dergisinin Aralık 1992 sayısında “Türkiye’de Tarihi Yaratılış Konferansı”başlıklı haberde şu satırlar yer almaktadır: “1980’li yılların ortalarında birgün ICR, Türk Milli Eğitim Bakanı Mr. Vehbi Dinçerler’den, davetsiz bir telefon aldı. Dini bütün bir müslüman olarak Mr. Dinçerler yaratılışa inanıyordu (yaratılışın Kur’an’daki anlatımı İncil’deki ile hemen hemen aynıdır). Türk Hükümetinin bir üyesi olarak, tüm eğitim sistemine vakıf olduğu için okullarında baskın olan laik temelli salt evrim öğretimine son verip, bunun yerine yaratılış ve evrime eşit zaman ayrıldığı iki modelli bir sistemi getirmek istiyordu. Bunun sonucu olarak yaratılışın bilimsel (İncil'deki değil) kanıtlarını içeren ICR’nin çeşitli kitapları Türkçe’ye çevrildi ve Türkiye’de tüm okul öğretmenlerine dağıtıldı.”
Vehbi Dinçerler’in bakanlığı sırasında Milli Eğitim Bakanlığı'nca İngilizce'den Türkçe'ye çevirtilip parasız olarak öğretmenlere dağıtılan kitaplardan biri "Yaratılış Modeli” adını taşıyordu. Asıl adı Scientific Creationism (Bilimsel Yaratılışçılık) olan bu kitap ICR'nin o dönemdeki başkanı Henry M. Morris tarafından İncil'deki yaratılış görüşünü okullara sokma amacıyla kaleme alınmıştı. Bir önceki cümlede geçen “bilimsel” ve “araştırma” sözcükleri İncil'deki yaratılış görüşünü okul kitaplarına sokabilmek için ona bilimsel bir görünüş verme amacını taşıyan bir kandırmacadan başka bir şey değildi. ABD’de yaratılışçıların inançlarını değişik maskeler altında okullara sokma mücadelesi defalarca dava konusu olmuş ve her seferinde yaratılışçılar yargı önünde kaybetmişlerdir. Bir kuramın doğru olup olmadığına tabii ki yargı karar veremez. ABD’de de yargı bu görüşün doğru olup olmadığına değil, bu görüşün okullarda okutulmasının laikliğe aykırı olup olmadığına karar vermiştir. Laikliğe aykırı olduğu defalarca mahkeme kararları ile belirlenmiş olan bu görüşün ülkemizde biyoloji öğretim programına sokulmasından sorumlu bakan Vehbi Dinçerler bana gönderdiği mektupta, bakanlığı döneminde evrime seçenek olarak yaratılış görüşünün konulmasını savunmakta ve "...Yoksa siz Darwin kuramının veya herhangi bir kuramın sorgulanmasını istemeyenlerden misiniz?” sorusunu yöneltmektedir.
Darwin’in ya da her hangi bir bilimsel kuramın sorgulanmasına hiç bir bilim insanının karşı çıkması beklenemez. Bilim bu yolla ilerler. Bu sorgulamanın sonucu olarak bilimsel kuramlar, yerlerini daha açıklayıcı, daha kapsamlı, daha sağlam kuramlara bırakırlar. Yerleşik bir bilimsel kuramı yapılan gözlem ve deneylerle sorgulayıp, veriler ışığında kuramın geçersizliğini göstermekten keyif almayacak ve onur duymayacak bir bilim insanı düşünemiyorum. Ancak bilimsel bir kuramın sorgulanması bilimsel yöntem, bilimsel düşünce, özgür akılla yapılır. Bir fen dersinde ise bilimsel bir görüşün karşısına dinsel bir inanç koyularak yapılan öğretim ne fen öğretimi, ne de din öğretimi olabilir. Dinsel temelli görüşlerin bir fen dersinde bilimsel olarak sorgulanmasına olanak yoktur. Batı, bu laik anlayış geliştikten sonra bilim ve teknolojide hızla ilerleyebilmiştir. Bugün hiç bir çağdaş ülkenin biyoloji derslerinde evrime karşı yaratılış görüşü yoktur. ABD’de de yaratılış görüşünü okullara sokma girişimleri yargı tarafından bu nedenle önlenmiştir.
Ülkemizde ise bilimsel düşünceyi gençlerimize benimsetmekten en başta sorumlu olması beklenen laik Türkiye Cumhuriyetinin bir Milli Eğitim Bakanı ABD’deki köktendinci bir kuruluşa başvurarak yaratılış görüşünü biyoloji öğretim programına sokma konusunda onların yardımını istemiştir. ABD'de başaramadıklarını Türkiye'de ummadıkları bir kolaylıkla gerçekleştiren ICR yöneticileri 1992’de çağrılı olarak Türkiye’ye gelirler. Yukarıda sözü edilen haberde bu olay şöyle anlatılıyor:
“... Tüm okul öğretmenlerinin ve üniversite akademisyenlerinin çağrıldığı önemli bir çıkışın, bir konferansın zamanı gelmişti. Dr.Gish ve Dr. J. Morris masraflar Türklere ait olmak üzere konferans vermek için çağırıldılar. Bu sıradışı talep, kabul edilmeden önce dikkatlice tartıldı. İki dinin (Hıristiyanlık ve İslam) yaratılış doktrinleri arasında fazla bir fark olmamasına karşın, dinler arasındaki önemli farklar gözardı edilemezdi... Halk konferansı sırasında İncil’e ve Hıristiyanlığa herhangi bir atıfta bulunulmaması özellikle istenmişti.”
ICR'ın Türkiye ile sıcak ilişkileri sonraki yıllarda da sürdü. Acts and Facts dergisinin Eylül 1998 sayısında yer alan “ICR Türkiye’deki yaratılış hareketine yardımcı oluyor” başlıklı haberde ise Türkiye’de şaşırtıcı bir hareketin gerçekleştiği söylenerek şöyle devam ediliyor: “Yıllardır topluma egemen olan laiklik ve eğitimde evrimsel darbeye artık hoşgörü gösterilmeyecek. Türkiye’den Bilim Araştırma Vakfı buna karşı çıktı ve şimdi Türk halkını Özel Yaratılışa olan inançlarına sarılarak manevi temellerine dönmeleri için teşvik ediyor. ICR'den bu konuda yardım istediler ve biz de bu isteği karşıladık.” Haberin devamında 1998 yılında İstanbul ve Ankarada yapılan evrim ve bilim karşıtı toplantılardan övgü ile söz ediliyor. Aynı derginin başka sayılarında Hıristiyan misyonerlerinin Türkiye’deki deneyimlerinden, Hıristiyanlığı kabul ederek “kurtulan” Türk gençlerinden söz ediliyor.
Evrim kuramı günümüzde yeryüzünde görülen biyolojik çeşitliliği en iyi açıklayan bilimsel kuramdır. Biyolojinin tüm dallarındaki buluşlar, evrim kuramıyla anlam kazanmaktadırlar. Evrimsel biyolojinin tarımda, tıpta, hatta ekonomide sayısız uygulamaları vardır. Bu nedenle son 20-30 yılda dünyada evrim alanında araştırma ve eğitim yapan ülke ve kurumların sayısında hızlı bir artış görülmektedir. Yaptığımız bir araştırmaya göre 1980 yılında 12 ülke adında evrim sözcüğü geçen akademik birime sahipken 1999 yılında bu ülkelerin sayısı 32’ye yükselmiştir. Dünyada 1980 yılında 46 tane akademik birim adında evrim sözcüğünü taşırken 1999 yılında bu rakam 233’e yükselmiştir. Bu akademik birimlerin 118’i ABD’de, 35’i Fransa’da, 21’i İtalya’da, 12’si İngiltere’de, 12’si Almanya’da bulunmaktadır. Bu sayılar adında evrim sözcüğü geçen akademik birimleri göstermektedir, yoksa evrim alanında araştırma ve eğitim yapan akademik birimlerin dünyadaki sayısı çok daha fazladır. Görüldüğü gibi bu akademik birimler refah düzeyi en yüksek ülkelerde en çok sayıda bulunmaktadır. Çünkü yeryüzünde insanın varlığını sürdürebilmesi, hem kendi evrimini hem de diğer canlıların evrimlerini ayrıntılı biçimde anlamasına bağlıdır.
Evrim alanında yapılan araştırmalar ve bilgi birikimi, dünyada çığ gibi artarken birilerinin çıkıp ısrarla bilimin son verilerine göre evrim kuramı çökmüştür, Darwinizmin sonu gelmiştir gibi beyanlarda bulunması ancak ülkemizi orta çağ karanlığına götürmek isteyen gerici bir zihniyetle açıklanabilir. " Bu yazi Cumhuriyet gazetesinde (Mart 2002) yayınlanmıştır.”

Kaynaklar
1) . Historic Creation Conference in Turkey. Acts and Facts, 1992, 21:12
<A name=r2>2) . Morris, H. 1985.Yaratılış modeli. Milli Eğitim Basımevi, Ankara
<A name=r3>3) . Kence, A., Evrim ve Yaratılışçılık. Cumhuriyet. 24 Nisan 1985.
<A name=r4>4) . Kence, A., 1994. Biyoloji Eğitiminde Evrim ve Yaratılışçılık.Türkiye Bilimler Akademisi Bilimsel Toplantı Serileri 2:43-47. <A name=r5>5) . ICR Assists Turkish Creation Movement. Acts and Facts, 1998, 27:12 <A name=r6>6) . Kence, A. 2001. Eğitimde Köktendinci İşbirliği. <A href="http://www.tbmm.org/">www.tbmm.org
Son düzenleyen ener; 22 Eylül 2011 12:19 Sebep: Açık linkler kapatıldı
MMDMR - avatarı
MMDMR
Ziyaretçi
11 Temmuz 2007       Mesaj #15
MMDMR - avatarı
Ziyaretçi
Evrim Teorisi İlk Aşamada Çökmüştür

Evrim teorisi daha temelinden çökmüş bir teoridir. Çünkü evrimciler henüz canlılık için gerekli olan tek bir proteinin bile oluşumunu açıklayamamaktadırlar. Olasılık hesapları, fizik ve kimya formülleri yaşamın rastlantılarla doğmasını imkansız kılmaktadır.
Daha ortada tesadüfen meydana gelebilecek tek bir protein yokken, bu proteinlerin milyonlarcasının tesadüflerle bir düzen içinde birleşerek canlı hücresini oluşturmaları, bu hücrelerin yine tesadüflerle trilyonlarcasının oluşup biraraya gelerek canlıları, bu canlıların balıkları, balıkların karaya çıkarak sürüngenleri, kuşları ve memelileri oluşturmaları ve böylece yeryüzündeki milyonlarca farklı türün meydana gelmesi sizce makul ve mantıklı bir iddia mıdır?
Sizce olmasa bile, evrimciler böyle bir masala gerçekten inanmaktadırlar.
Ancak bu yalnızca batıl bir inançtan ibarettir. Çünkü ortada bu hikayelerini doğrulayacak tek bir kanıtları dahi yoktur. Ne yarı balık-yarı sürüngen, yarı sürüngen-yarı kuş gibi ara formları bulabilmişler, ne de son derece gelişmiş laboratuvarlarda bir proteinin, hatta proteinin yapısındaki tek bir amino asit molekülünün dahi ilkel dünya adını verdikleri şartlarda oluşabileceğini ispatlayabilmişlerdir. Tam tersine, evrimciler bütün bu çabalarıyla, evrim gibi bir sürecin yeryüzünün hiçbir döneminde yaşanmadığını ve yaşanamayacağını bizzat kendi elleriyle ortaya koymuşlardır.


Evrim Teorisi Gelecekte de Doğrulanamaz

Bu durum karşısında evrimci bilim adamlarının tek avuntuları bilimin zamanla bu açmazların cevabını vereceği hayalidir. Oysa bilimin, milyonlarca sene geçse de bütünüyle mantıksız ve temelsiz bir iddiayı kanıtlaması söz konusu olamaz. Aksine, gelişen bilim böyle bir iddianın gerçek dışılığını, giderek daha net ve açık bir şekilde ortaya koyar.
Nitekim bugüne kadar da böyle olmuştur: Örneğin canlı hücresinin yapısının ve fonksiyonlarının detayları keşfedildikçe, hücrenin, Darwin zamanındaki ilkel bilim düzeyinde sanıldığı gibi, rastlantılar sonucu oluşabilecek kadar basit bir yapı olmadığı çok daha kesinlik kazanmıştır.
Durum bu kadar açıkken, yaratılış gerçeğini inkar edip, hayatın kökenini hiçbir mantığı olmayan rastlantılara dayandırmak ve bunu ısrarla savunmak, insanı ileride çok küçük düşeceği durumlara sokabilir. Evrim teorisinin içyüzü, her geçen gün daha çok su yüzüne çıktıkça, kamuoyu bu gerçekleri gördükçe, evrimin gözü kapalı fanatik savunucuları, çok değil birkaç sene içinde insan içine çıkamayacak bir konuma geleceklerdir.


Evrimin Asıl Çıkmazı: Ruh

Yeryüzünde birbirine benzeyen pek çok canlı türü vardır. Örneğin, ata ya da kediye benzeyen farklı türler olabilir. Böceklerin de birçoğu birbirine benzer görünümlüdür. Fakat bu benzerlikler hiç kimsede bir şaşkınlık yaratmaz.
Ancak nedense insanla maymun arasındaki bazı yüzeysel benzerlikler, kimi insanlarda son derece ilgi uyandırır. Öyle ki bu ilgi kimi insanları evrim teorisinin gerçek dışı senaryolarını benimsemeye kadar iter. Oysa, bir maymunla bir insan arasındaki yüzeysel benzerlikler hiçbir şey ifade etmez. Gergedan böceği ve gergedan da birbirlerine çok benzerler, ama bu benzerliğe dayanarak birisi böcek diğeri memeli olan bu hayvanlar arasında herhangi bir evrimsel ilişki kurmaya çalışmak komik olur.
Aradaki yüzeysel benzerlik dışında maymunun insanlara diğer hayvanlardan daha fazla bir yakınlığı söz konusu değildir. Hatta zeka açısından kıyaslanırsa, bir geometri mucizesi olan peteği üreten arı veya bir mühendislik harikası olan ağı üreten örümcek insana maymundan daha yakındır. Hatta bazı yönlerden üstündür bile...
Dahası, insanla maymun arasında çok büyük bir fark vardır. Maymun sonuçta bir hayvandır, bilinç açısından bir attan ya da bir köpekten farkı yoktur. İnsan ise bilinçli, irade sahibi, düşünebilen, konuşabilen, akledebilen, karar verebilen, muhakeme yapabilen bir varlıktır. Bütün bu özellikler de onun sahip olduğu "Ruh"unun işlevleridir. İnsanla diğer hayvanlar arasındaki uçurumu doğuran en önemli fark da işte bu "Ruh"tur. Hiçbir fiziki benzerlik, insan ile diğer bir canlı arasındaki bu en büyük farkı kapatamaz. Doğada ruhu olan tek canlı insandır.


Allah Dilediği Şekilde Yaratır

Peki evrimcilerin iddia ettikleri gibi bir senaryo gerçekleşmiş olsa bile ne fark eder? Hiçbir şey... Çünkü evrimin öne sürdüğü ve tesadüflere dayandırdığı her aşama ancak bir mucize eseri oluşabilir. Yani canlılık bu aşamalarla meydana gelmiş olsa dahi her aşama ancak bir yaratılış sayesinde gerçekleşebilir. Tesadüflerle bu aşamaların gerçekleşebilmesi asla mümkün değildir.
İlkel atmosferde bir protein oluşmuşsa bunun tesadüfen oluşamayacağı olasılık kanunları, biyoloji ve kimya kanunları ile kanıtlanmıştır. Fakat mutlaka oluştuğu iddia edilirse, o halde onu bir Yaratıcı'nın yarattığını kabul etmek dışında başka bir alternatif yoktur. Aynı mantık evrimcilerin öne sürdüğü bütün tezler için geçerlidir. Örneğin balıkların sudan karaya çıkıp kara canlılarını oluşturduğuna dair ne paleontolojik bir kanıt vardır, ne de fizik, kimya, biyoloji ve mantık kuralları böyle bir geçişi doğrulamaktadır. Fakat mutlaka "balıklar karaya çıktı sürüngenlere dönüştü" denilecekse, bunu diyen, ancak bütün kuralların ve kanunların ötesinde, "OL" dediğinde dilediğini var eden üstün bir Yaratıcı'yı kabul etmek zorundadır. Bunun dışında bir düşünce kendi içinde çelişir ve hiçbir mantık kuralıyla bağdaşmaz.
Gerçek çok açıktır. Tüm canlılık çok kusursuz bir tasarımın, çok üstün bir yaratılışın ürünüdür. Bu ise bizlere bir Yaratıcı'nın varlığını, hem de sonsuz bir güç, bilgi ve akla sahip bir Yaratıcı'nın varlığını ispatlar.
O Yaratıcı, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbi olan Allah'tır.
Knowing - avatarı
Knowing
Ziyaretçi
24 Temmuz 2007       Mesaj #16
Knowing - avatarı
Ziyaretçi
Paradigmalar ve Evrim

İnsanlar çevrelerindeki eşya ve olaylara belli kanaatlara sahip olarak yaklaşırlar. Bunların büyük bir çoğunluğu, başkaları tarafından belirlenmiş bir bakış açısını kabullenirler, benimserler ve dünyaya o zaviyeden bakarlar. Bakış açısını belirleme kudretine sahip olan insanlar ise oldukça azdır. Bunlar tarih sahnesine nadir çıkarlar. Düşünceleri ve ortaya attıkları fikirlerin çekim gücü o kadar güçlüdür ki bazen yüzyıllar boyu insanlar ondan kurtulamazlar. Asırlar sonra bir başkası, bir başka çekim alanı oluşturana kadar insanlar için mecburi istikamet onların kurguladığı modellerdir. Bu açıdan bakıldığında, pek çok faydalarının yanısıra bazen dahi kafaların insanlık için dezavantaj oluşturduğu görülür. Büyük bir patlamanın çevresindeki oksijeni emerek ortamda bulunan ateş kaynaklarını söndürüp yok etmesi gibi büyük kafalar, karşı konulmaz fikirleriyle uzun yıllar insan zihinlerini baskı altında tutabilirler. Baskı altındaki zihinler ise alternatifleri rahatlıkla farkedemezler.
İnsanlık tarihi boyunca fizikten iktisada kadar pek çok sahada pek çok paradigma zuhur etmiştir. Örnek ve numune anlamına gelen paradigma kelimesi, terim olarak insanın dünyaya bakış açısını belirleyen, ona olayları açıklama imkanı veren model, kavram çerçevesi ya da ideal teori diye tanımlanmıştır. Buna göre mesela Batlamyus’un dünya merkezli evren modeli bir paradigmadır. Uzun asırlar boyunca insanlar kainata bu model penceresinden bakmıştır. Aslında bu sistem insanların gözlemlediği olayları açıklamada başarısız da sayılmazdı. Bu modele göre de gök olayları hatasız hesaplanabiliyor, gök cisimlerinin hareketleri kendi içinde tutarlı değerlendirilebiliyordu. Yani bakış açısı belirlendikten sonra olaylar anlam kazanıyordu. Evet, güneşin ve bütün gök cisimlerinin dünya çevresinde döndüğünü kabul etmek bu modele göre anlamsız, çelişkili ve yanlış değildi. Fakat başka bir bakış açısı yani paradigma -mesela Kopernik’in güneş merkezli sistemi- kabul edildiğinde işte o zaman bu anlayışın yanlışlığı ortaya çıkıyordu. İnsanların bilgisi arttıkça paradigmalar geliştiriliyor ve çevrelerindeki olaylar devamlı farklı anlamlar kazanıyorlardı. Nitekim Kopernik’in sistemi de kendi zamanı için bir devrim sayılsa da insanlar için son durak olmamıştır.
Bu arada kurgulanan bazı modeller ideolojilerle beslenip kuvvetlenebilmiştir. Bunun için verebileceğimiz en iyi misal “Evrim Teorisi”dir. Bu anlayış, en nihayetinde bir teori olmasına rağmen çoğunlukla din karşıtı çevreler tarafından mutlak gerçek gibi sunulmuş ve tesir alanının sadece biyolojiden ibaret olmasıyla yetinilmeyerek çok farklı sahalara taşınmaya çalışılmıştır. Sonuçta tutarlılığı tartışılır bilimsel bir teori, adeta bir inanç, bir din görünümüne bürünmüştür. Yazının başında çoğunlukla insanların, ufuklarını kaplayan paradigmalardan bağımsız düşünce geliştiremediklerine değinmiş, bunun sebebi olarak ise entellektüel seviyelerinin buna yetmediğinden bahsetmiştik. Günümüzde evrim için aynı şeyleri söyleyemiyoruz. Bu fikir, sadece olaylara bir bakış açısı, bir model olmasına rağmen ideolojik sebeplerle insanlar onu kabul edilmeye zorlanmış, farklı düşünenler dışlanmış hatta bazı ülkelerde (!) idari koğuşturmaya tabi tutulabilmiştir.
Evrim, kainatta gözlemlenen sürekli değişim ve gelişimden yola çıkılarak her şeyin basit formlardan daha karışığa geçiş sürecini kendisine temel edinen bir bakış tarzı. Biyoloji’de “Canlı varlıkların bütünü çok uzun bir zaman içinde, yavaş yavaş, en basit bir şekilden karışık olana dönüşmek suretiyle birbirlerinden türemişlerdir.” şeklinde ifadesini bulan evrim düşüncesi, aslında ilkçağ felsefesine kadar gider. Evrimci filozofların hepsi aynı fikirlere sahip değildir. Bunlardan kimisi tam materyalist ve ateist iken kimisi agnostik, kimisi teist, kimisi mistik hatta panteisttir. Dine düşman olsun veya ona sempati ile yaklaşsın, bunların hepsi de evrimi bir model olarak benimsemişlerdir. Bunlardan dine sıcak olanlar, evrimi kendilerine ait din anlayışları ile uyuşabilir bulabilseler de bu “modern hurafenin” İslamiyet’le bağdaşabilecek hiçbir yanının bulunmadığı âşikardır. Ama gariptir, geçtiğimiz yüzyılda bu teori o kadar dayatılmıştır ki pek çok müslümanda hatta ulemamızın bazılarında tereddütlere sebebiyet vermiştir.
Bundan önceki bir-iki yazıda kâinattaki müşahede edilen umumi bir âhenkten bahsetmiştik. Evrim kavramının da düzen, değişme ve ilerlemeyi içerdiği öngörülür. Bu açıdan evrimin, dinî bir zemini de bulunan “düzenli bir şekilde gelişme ve mükemmele doğru gitme” anlamındaki tekamül esasıyla birebir örtüştüğü zehabına kapılanlar olagelmiştir. Kavram kargaşasına son vermek gibi kocaman bir iddiayla değil de haddimizin bilincinde olarak, gerek dinin âhenk ve düzeni vurgulaması, gerekse bizzat tecrübelerimizin bunlara işaret etmesinden hareketle “basitten karmaşığa gitme” gerçeği üzerinde biraz durmak istiyoruz. Ancak “tekamül” başlığı altında değil, anlam derinliği ve zenginliği daha fazla olan başka bir ıstılâhı nazara vererek. Evet, böylece bir sonraki buluşmamızın konusu ortaya çıkıyor: İnkişaf...


Halim Çalış
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
15 Ekim 2008       Mesaj #17
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Evrim kuramına göre, bugün yeryü­zünde var olan bütün canlılar, çok eski zamanlarda yaşamış olan başka canlıların jeolojik devirler boyunca yavaş yavaş değişik­liğe uğramasıyla türemiştir.
Biyolojide bütün canlılar, bazen ilk bakışta göze çarpan benzerliklerine, bazen de bu kadar belirgin olmayan ortak özelliklerine göre gruplara ayrılır . Bilim adamları, aynı gruptaki "akraba" canlılar arasında gözlemlenen bu benzerlikleri, hepsi­nin aynı atadan türemesinin kanıtı olarak görürler. Örneğin, günümüzden yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşamış olan ilk kuşların kanatları, tüyleri ve öbür ortak özellikleri bugün yaşayan bütün kuşlarda da vardır. Ama bu ilk ataların soyundan gelen kuşlar yüzyıllar boyunca yavaş yavaş bazı özellikleri­ni yitirip, bazı yeni özellikler kazanarak bir­birlerinden farklılaşmışlar ve yeryüzünde bin­lerce kuş türü belirmiştir.
Aynı evrimleşme öbür hayvanlar ve bitkiler için de söz konusudur. Yeryüzünün başlangı­cında bugün bildiğimiz bütün canlılar yoktu; zamanla, daha basit yapılı canlıların gelişip evrimleşmesiyle yeryüzünde yaşam çeşitlendi. Bazı canlılar bugün de yaşamını sürdürmekte olan atalarına çok benzer. Ama, eski jeolojik zamanlarda yaşamış olan canlılardan çoğu, yerini daha gelişmiş yeni canlılara bırakarak milyonlarca yıl önce yeryüzünden silinmiştir.
Evrimin en önemli kanıtı, çok eski zaman­larda yaşamış ve bugün tümüyle yok olmuş canlıların kayaçlar arasında bozulmadan gü­nümüze kadar ulaşan fosilleridir. Kayaçlar genellikle hangi sırayla oluşmuşsa aynı düzen içinde üst üste yığıştığı için, hangi fosilin daha önce, hangisinin daha sonra oluştuğu saptanabilir. Hatta kayacın ve içinde barındırdığı fosillerin yaşı bile kabaca (milyon yıl olarak) belirlenebilir.
En eski kayaçlarda canlıların çok belirgin izlerine rastlanmaz. Daha üsttekilerde de­nizanası ve solucanların, onların üstündekilerde de omurgasız kabuklu hayvanların izleri görülür. Sonra ilk balıkların fosilleri belirir. Daha üst kayaçlarda giderek çeşitlenen kara bitkileri ile kara hayvanlarının fosilleri, en yakın tarihli kayaçlarda ise bugünün bitkileri­ne ve hayvanlarına çok benzeyen canlıların fosilleri bulunur.

Evrimin Gelişme Süreci

Bazı bilim adamları evrimin varlığını kuşkuy­la karşılar. Evrimin nasıl gerçekleştiği ise bugün bile tartışma konusudur. Günümüzde biyoloji bilginlerinin çoğu evrimin açıklanma­sında en gerçekçi yaklaşımın Charles Dar­vvin'in geliştirdiği do­ğal seçme ya da doğal ayıklanma kuramı olduğu görüşünde birleşir. Darvvin'in çıkış noktası, canlılar arasında hiç bitmeyen bir yaşam savaşının var olmasıydı. Bu savaşı, çevresindeki yaşam koşullarına en iyi uyum sağlayabilen canlılar kazanır. Böylece, doğay­la ve düşmanlarıyla başa çıkabilecek özellikle­ri yapısında taşıyan canlılar yaşamını ve soyu­nu sürdürürken, bu özellikleri taşımayanlar yok olup gider. Darvvin'e göre, bu yararlı özellikler zamanla o canlının soylarında da kalıcı ve kalıtsal bir değişiklik olarak ortaya çıkar. Bu sürece "doğal seçme" denir.
Darwin evrim kuramını ilk kez 1840'larda tasarlamış, ama hiç yılmadan kanıt toplayarak yayımlamak için 20 yıl beklemişti. 1858'de İngiliz doğa bilimci Alfred Russel Wallace
(1823-1913), aynı görüşleri içeren çalışmasını incelemesi için Darvvin'e gönderdi. Böylece Wallacein notları ile Darvvin'in çalışmasının özeti ortak bir bildiriyle bilim dünyasına duyuruldu. Ertesi yıl da Darvvin ünlü yapıtı Türlerin Kökenim (The Origin of Species) yayımladı.
Daha önce Fransız biyoloji bilgini Jean-Baptiste de Lamarck (1744-1829) evrimi açık­lamak için değişik bir kuram önermişti. La-marck'a göre, bir canlı yaşam koşullarına ayak uydurabilmek için yapısal değişikliğe uğrayabilir ve bu kazanılmış özellikleri gele­cek kuşaklara aktarabilir. Örneğin yüksekte­ki dallara yetişebilmek için sürekli boynunu uzatan zürafa giderek uzun boyunlu bir hay­vana dönüşür. Bu görüş artık bütün geçerlili­ğini yitirmiştir.
Evrim konusundaki yeni tartışmalar evrim­leşme hızıyla ilgilidir. Darvvin'in kuramına göre canlılardaki değişiklikler çok uzun süre­de gerçekleşir. Birçok bilim adamı da aynı görüştedir. Oysa bazıları evrimin birbirini izleyen hızlı sıçramalarla gerçekleştiğini savu­nur. Bu görüşü savunanlara göre, doğal çev­rede herhangi bir değişiklik olduğunda, o çevrede yaşayan bitki ve hayvanlar da yeni koşullara uyum sağlayabilmek için birden değişir.

Msxlabs & Temel Britannica

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
toxic91 - avatarı
toxic91
Ziyaretçi
10 Ocak 2009       Mesaj #18
toxic91 - avatarı
Ziyaretçi

Evrim teorisine göre, canlılık rastlantılarla doğmuş ve yine rastlantısal etkilerle gelişmiştir. Bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl kadar önce, dünya üzerinde hiçbir canlı yok iken, önce canlı hücreler, sonra çok hücreli kompleks canlılar oluşmuş ve giderek daha kompleks türler ortaya çıkmıştır. Bir başka deyişle, Darwinizm'e göre, doğadaki bir takım etkiler, basit cansız elementlerden son derece karmaşık ve kusursuz tasarımlar ortaya çıkarmışlardır.Bu iddiayı ele alırken, öncelikle doğada gerçekten böyle bir güç olup olmadığına bakmak gerekir. Daha açık bir ifadeyle, böyle bir evrimi gerçekleştirebilecek doğal mekanizmalar var mıdır?Bugün evrim teorisi olarak tanımladığımız neo-Darwinist model, bu konuda iki temel mekanizma öne sürer: "Doğal seleksiyon" ve "mutasyon". Teorinin temel iddiası şöyledir: resim25

"Doğal seleksiyon ve mutasyon birbirlerini tamamlayan iki mekanizmadır. Evrimsel değişikliklerin kaynağı, canlıların genetik yapısında meydana gelen rastgele mutasyonlardır. Mutasyonların sebep olduğu özellikler, doğal seleksiyon mekanizması aracılığıyla seçilir, böylece canlılar evrimleşirler."

Bu senaryoyu biraz incelediğimizde ise, aslında ortada somut bir "evrim mekanizması" bulunmadığını görürüz. Çünkü ne doğal seleksiyon ne de mutasyonlar, türlerin evrimleştikleri ve birbirlerine dönüştükleri iddiasına en ufak bir katkıda bulunmamaktadır.Darwinizm'in temelinde doğal seleksiyon kavramı yatar. Darwin'in teorisini ortaya koyduğu kitabının başlığında bile vurgulanan iddia budur: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla.

Doğal Seleksiyon

Doğal seleksiyon, doğada daimi bir yaşam mücadelesi olduğu ve bu mücadele hayatta kalanların hep "güçlü ve doğal şartlara uygun" canlılar olacağı varsayımına dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanların tehdidi altında olan bir geyik sürüsü içinde, doğal olarak hızlı kaçabilen geyikler hayatta kalacaktır. Doğal olarak da bir süre sonra bu geyik sürüsü, hızlı koşabilen bireylerden ibaret hale gelecektir.

Ancak dikkat edilirse bu süreç, ne kadar uzun sürerse sürsün, geyikleri bir başka canlı türüne dönüştürmez. Zayıf geyikler elenir, güçlüler hayatta kalır, ama sonuçta geyiklerin genetik bilgisinde bir değişiklik olmadığı için, bir "tür değişimi"gerçekleşmez. Geyikler ne kadar seleksiyona uğrarlarsa uğrasınlar, geyik olarak yaşamaya devam ederler.Geyik örneği tüm türler için geçerlidir. Doğal seleksiyon sadece bir popülasyon içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uymayan bireyleri ayıklar. Yeni canlı türleri, yeni genetik bilgi ya da yeni organlar ortaya çıkaramaz. Yani, evrimleştiremez. Darwin de bu gerçeği "faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" diyerek kabul etmiştir. İşte bu nedenle neo-Darwinizm doğal seleksiyonun yanına, genetik bilgiyi değiştiren bir etken olarak mutasyon mekanizmasını eklemek durumunda kalmıştır.Mutasyonları biraz sonra ele alacağız. Ancak öncelikle doğal seleksiyon kavramını biraz daha ayrıntılı olarak inceleyelim ve çelişkilerini ele alalım.

Yaşam Mücadelesi?

Doğal seleksiyon teorisinin en temel varsayımı, doğada kıyasıya bir yaşam mücadelesi olduğu ve her canlının sadece kendini düşündüğüdür. Darwin, bu fikri ortaya atarken, İngiliz klasik iktisatçısı Thomas Robert Malthus'un teorilerinden etkilenmişti. Malthus, yiyecek kaynaklarının aritmetik dizi ile artarken, insanların geometrik dizi ile çoğaldıklarını anlatmış ve bu yüzden insanların kaçınılmaz olarak kıyasıya bir yaşam mücadelesi sürdürdüklerini öne sürmüştü. Darwin ise bu kıyasıya yaşam mücadelesi kavramını doğaya uyarlamış ve "doğal seleksiyon"un bu mücadelenin bir sonucu olduğunu iddia etmişti.

Oysa daha sonra yapılan araştırmalar, doğada Darwin'in varsaydığı gibi mutlak bir yaşam mücadelesi olmadığını gösterdi. İngiliz zoolog Wynee-Edwards'ın hayvan toplulukları üzerinde 1960 ve 70'lerde yaptığı uzun çalışmalar, canlı topluluklarının çok ilginç bir biçimde nüfuslarını dengelediklerini ve yiyecek için rekabeti engellediklerini ortaya koydu. Hayvan toplulukları çoğunlukla nüfuslarını ellerindeki yiyecek kaynaklarına göre düzenliyorlardı. Nüfus, açlık ve salgın hastalıklar gibi "zayıfları eleyen"faktörlerle değil, asıl olarak hayvanlarda yer alan içgüdüsel denetim mekanizmaları ile kontrol ediliyordu. Yani hayvanlar, nüfuslarını Darwin'in varsaydığı kıyasıya rekabet yoluyla değil, kendi üremelerini sınırlayarak kontrol ediyorlardı.1

Bitkiler bile Darwin'in öne sürdüğü "rekabet yoluyla seleksiyon" örnekleri değil, nüfus kontrolü örnekleri veriyordu. Botanikçi Bradshaw'un yaptığı gözlemler, bitkilerin çoğalırken üzerinde büyüdükleri alanın "yoğunluğu"na göre davrandıklarını, alandaki bitki yoğunluğu arttığında üremeyi azalttıklarını ispatladı.2

Öte yandan karıncalar, balarıları gibi topluluklarda rastlanan fedakarlık örnekleri, Darwinistik yaşam mücadelesi kavramının tam tersi bir model oluşturuyordu.Son yıllardaki bazı araştırmalar, fedakarlık davranışının bakterilerde bile var olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hiçbir beyne ya da sinir sistemine sahip olmayan, dolayısıyla düşünme yetenekleri bulunmayan bu canlılar, bir virüs tarafından işgal edildiklerinde, diğer bakterileri korumak için intihar etmektedirler.3

Bu örnekler, doğal seleksiyonun temel varsayımı olan "mutlak yaşam mücadelesi"kavramını geçersiz kılmaktadır. Doğada rekabetin bulunduğu doğrudur, ama bu rekabetin yanında çok belirgin fedakarlık ve dayanışma örnekleri de vardır.

Gözlem ve Deneyler

resim24Doğal seleksiyonla evrimleşme teorisi, üstte belirttiğimiz teorik zayıflığının yanısıra, asıl olarak somut bilimsel bulgular karşısında açmaz içindedir. Bir teorinin bilimsel değeri, gözlem ve deneyler karşısındaki başarısı ya da başarısızlığı ile ölçülür. Doğal seleksiyonla evrimleşme teorisi ise, gözlem ve deneyler karşısında kesinlikle başarısızdır. Darwin'den bu yana, doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dair tek bir bulgu ortaya konamamıştır. Ünlü bir evrimci olan İngiltere Doğa Tarihi Müzesi baş Paleontoloğu Colin Patterson, bu gerçeği şöyle kabul etmektedir:

Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizmin en çok tartışılan konusu da budur. 4

Fransa'nın en ünlü zoologlarından biri, 35 ciltlik Traité de Zoologie ansiklopedisinin Editörü ve Fransız Bilimler Akademisi'nin (Académie des Sciences) eski Başkanı Pierre-Paul Grassé ise, Evolution of Living Organisms adlı kitabının "Evrim ve Doğal Seleksiyon"bölümünü şöyle bitirir:

J. Huxley ve diğer biyologların evrimin doğal seleksiyon mekanizması aracılığıyla işlediği teorisi, demografik gerçeklerin, genotiplerin bölgesel dalgalanması ve coğrafi dağılımların bir gözleminden başka bir şey değildir. Çoğunlukla ele alınan türler on binlerce sene hiç değişmeden kalmaktadır. Koşullara bağlı olarak meydana gelen dalgalanmalar, genlerin önceden değişmesiyle beraber ele alındığında evrime delil olarak kullanılamaz; ve bunun en güzel delili de milyonlarca yıldır hiçbir değişikliğe uğramayan yaşayan fosillerdir.5

Evrim teorisini savunan biyologların "doğal seleksiyonun gözlemlenmiş örneği"olarak gösterdikleri nadir birkaç olaya baktığımızda ise, bunların gerçekte evrim lehine bir delil oluşturmadıklarını kolaylıkla görebiliriz. Gerçekte Genom Projesi, evrim teorisi lehinde hiç bir bulgu ortaya koymamıştır. Aksine, canlılar arasında DNA ve gen yapılarına dayanılarak bir "evrimsel hayat ağacı" oluşturulamayacağını ortaya koymuş ve Darwinizm'e büyük bir darbe indirmiştir. Canlıların DNA şifreleri önümüzdeki tam olarak çözülecek ve 19. yüzyıldan beridir insanlara bir gerçek gibi empoze edilen "hayat ağacı"nın bir hurafe olduğu açıkça görülecektir. Ancak Darwinizm propagandası yaparak, bu açık gerçeği anlamazdan gelenler ve her duydukları bilimsel bulguyu "yaşasın Darwin" nidalarıyla karşılayanlar sadece kendilerini küçük düşürmektedirler. Eğer biraz daha akılcı ve önyargısız düşünebilseler, evrim teorisi efsanesinin çökmekte olduğunu onlar da göreceklerdir.

Sanayi Devrimi Kelebekleri

Douglas Futuyma'nın 1986 yılında yayınladığı Evrim Biyolojisi isimli kitabı, doğal seleksiyon teorisini en açık biçimde anlatan kaynaklardan biri olarak kabul edilir. Futuyma'nın bu konuda verdiği örneklerin en ünlüsü, endüstri devrimi sırasında İngiltere'de bulunan kelebek popülasyonunun renklerinin koyulaşmasıdır.

İngiltere'de Endüstri Devriminin başladığı sıralarda, Manchester yöresindeki ağaçların kabukları açık renklidir. Bu nedenle bu ağaçların üzerlerine konan koyu renkli güve kelebekleri, bunlarla beslenen kuşlar tarafından kolayca farkedilirler ve dolayısıyla yaşama şansları çok azalır. Fakat elli yıl sonra endüstri kirliliğinin sonucunda ağaçların kabukları koyulaşır ve buna bağlı olarak bu kez açık renkli güveler kuşlar tarafından sık olarak avlanmaya başlarlar. Sonuçta açık renkli kelebekler sayıca azalırken, koyu renkliler fark edilmedikleri için çoğalırlar. Evrimciler ise, bu sürecin teorilerinin büyük bir delili olduğu, açık renkli kelebeklerin zamanla koyu renkli kelebeklere dönüşüp evrimleştikleri gibi bir göz boyamaya başvururlar.

Oysa bu örneğin evrim teorisi lehinde bir delil olarak kullanılamayacağı açıktır. Çünkü yaşanan doğal seleksiyon, daha önce doğada var olmayan bir türü ortaya çıkarmış değildir. Endüstri Devrimi öncesinde de kelebek popülasyonu içinde siyah bireyler zaten vardır. Sadece, var olan kelebek türlerinin sayıları değişmiştir. Kelebekler "tür değişimi"ne yol açacak biçimde yeni bir organ ya da özellik edinmemişlerdir. Oysa bir kelebeğin başka bir canlı türüne, örneğin bir kuşa dönüşebilmesi için kelebeğin genlerinde sayısız değişiklik, ekleme ve çıkarmalar yapılması, bir başka deyişle, kuşun fiziksel özelliklerine ait bilgileri içeren apayrı bir genetik program yüklenmesi gerekir.Kısaca, doğal seleksiyon evrimcilerin verdikleri imajın aksine, canlıya herhangi bir organ ekleyip organ çıkarma, bir türü başka bir türe dönüştürme gibi özelliklere sahip değildir. Darwin'den günümüze dek bu konuda öne sürülen en büyük "delil" de, İngiltere'deki Endüstri Devrimi kelebekleri hikayesinin ötesine gidememiştir.

Doğal Seleksiyon Kompleksliği Açıklayabilir mi?

Doğal seleksiyonun evrim teorisine kazandırdığı hiçbir şey yoktur. Çünkü bu mekanizma, hiçbir zaman bir türün genetik bilgisini zenginleştirip geliştirmez. Hiçbir zaman bir türü bir başka türe çevirmez; yani deniz yıldızını balığa, balıkları kurbağaya, kurbağaları timsaha, timsahları da kuşa dönüştüremez. Sıçramalı evrimin en büyük savunucusu olan Gould, doğal seleksiyonun bu açmazını şöyle dile getirmektedir:
Darwinizm'in özü tek bir cümlede ifade edilebilir: "Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür." Kimse doğal seleksiyonun uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak Darwinci teori, "uygun olanı yaratması"nı da istemektedir. 6

Doğal seleksiyon konusunda evrimcilerin kullandıkları yanıltıcı üsluplardan biri, bu mekanizmayı bilinçli bir tasarımcı gibi göstermeye çalışmalarıdır. Oysa doğal seleksiyonun bir bilinci yoktur. Canlılar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt edecek bir akla sahip değildir. Bu nedenle doğal seleksiyon karmaşık yapıya sahip sistemleri ve organları asla açıklayamaz. Söz konusu sistem ve organlar, iç içe geçmiş pek çok parçanın birarada çalışmasıyla oluşur ve bu parçaların birisi bile olmasa ya da kusurlu olsa hiçbir işe yaramazlar. Bu tür sistemler, "indirgenemez komplekslik" olarak tanımlanan özelliğe sahiptirler. Örneğin insan gözü daha basite indirgenemez, çünkü tüm detaylarıyla birlikte var olmadığı sürece işlev görmez.

Bu tür bir sistemi meydana getiren bilincin, geleceği önceden hesaplayarak, sadece en son aşamada elde edilecek olan faydayı amaçlaması gerekir. Doğal seleksiyon ise bilinç ve irade sahibi bir mekanizma olmadığı için, böyle bir şey yapamaz. Bu gerçek, "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" diyen Darwin'in endişe ettiği gibi, evrim teorisini en temelinden yıkmaktadır.7

Doğal seleksiyon sadece bir canlı türü içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uymayan bireyleri ayıklar. Yeni canlı türleri, yeni genetik bilgi ya da yeni organlar yaratamaz. Yani, evrimleştiremez. Darwin de bu gerçeği "faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" diyerek kabul etmiştir.8 Bu nedenle neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları koymak zorunda kalmıştır. Oysa mutasyonlar, sadece ve sadece "zararlı değişiklik sebebi"dirler.

Mutasyonlar

Mutasyonlar, canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir. Mutasyonlar DNA'yı oluşturan nükleotidleri tahrip eder ya da yerlerini değiştirirler. Çoğu zaman da hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve değişikliklere sebep olurlar.

Dolayısıyla evrimcilerin arkasına sığındıkları mutasyon, hiç de sanıldığı gibi canlıları daha gelişmişe ve mükemmele götüren tılsımlı bir değnek değildir. Mutasyonların net etkisi zararlıdır. Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil'deki insanların uğradığı türden değişiklikler olabilir: Yani ölüler, sakatlar ve hilkat garibeleri...Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:

Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. 9

Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından nükleer silahların sonucunda oluşan mutasyonları incelemek için kurulan Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri Komitesi'nin (Committee on Genetic Effects of Atomic Radiation) hazırladığı rapor hakkında evrimci bilim adamı Warren Weaver şöyle diyordu:

Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin gerekli bir parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki-yani bir canlının daha gelişmiş canlı formlarına evrimleşmesi-pratikte hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir? 10

O zamandan bu yana yapılan bütün "faydalı mutasyon oluşturma" çabaları da başarısızlıkla sonuçlandı. Evrimciler, çok hızlı ürediği ve mutasyona uğratılması kolay olduğu için, meyve sinekleri üzerinde onyıllarca mutasyon denemeleri yaptılar. Bu canlılar olabilecek her türlü mutasyona milyonlarca kez uğratıldı. Ama tek bir faydalı mutasyon gözlemlenmedi. Evrimci genetikçi Gordon Taylor, bu konuda şunları yazar:

Bu çok çarpıcı ama bu kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller.11

Bir başka araştırmacı olan Michael Pitman, meyve sinekleri üzerindeki deneylerin başarısızlığını şu şekilde ifade eder:
Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat ya da kısır oldular.12

İnsan için de durum aynıdır. İnsanlar üzerinde gözlemlenen tüm mutasyonlar zararlıdır. Tıp kitaplarında "mutasyon örneği" olarak anlatılan mongolizm, Down Sendromu, albinizm, cücelik, orak hücre anemisi gibi zihinsel ya da bedensel bozuklukların ya da kanser gibi hastalıkların her biri, mutasyonların tahrip edici etkilerini ortaya koymaktadır. Elbette ki insanları sakat ya hasta yapan bir süreç, "evrim mekanizması" olamaz.Mutasyonların neden evrimci iddiayı destekleyemeyeceklerini üç ana maddede özetlemek mümkündür:

Mutasyonlar her zaman zararlıdır: Mutasyon rastgele meydana geldiği için hemen hemen her zaman mutasyon geçiren canlıya zarar verir. Mantık gereği, mükemmel ve karmaşık olan bir yapıya yapılacak herhangi bir bilinçsiz müdahale, o yapıyı daha ileri götürmez aksine tahrip eder. Nitekim hiçbir gözlemlenmiş "faydalı mutasyon" yoktur.

Mutasyon sonucunda DNA'ya yeni bilgi eklenmez: Genetik bilgiyi oluşturan parçalar yerlerinden kopup sökülür, tahrip olur ya da DNA'nın farklı yerlerine taşınır. Ama mutasyonlar hiçbir şekilde canlıya yeni bir organ ya da yeni bir özellik kazandırmazlar. Ancak bacağın sırttan, kulağın karından çıkması gibi anormalliklere sebep olurlar.

Mutasyonun bir sonraki nesile aktarılabilmesi için, mutlaka üreme hücrelerinde meydana gelmesi gerekir: Vücudun herhangi bir hücresinde veya organında meydana gelen değişim bir sonraki nesle aktarılmaz. Örneğin bir insanın gözü, radyasyon ve benzeri etkilerle mutasyona uğrayıp orijinal formundan farklılaşabilir, ama bu kendisinden sonraki nesillere geçmeyecektir.

Tüm bunlar, doğal seleksiyon ve mutasyon mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkiye sahip olmadıklarını göstermektedir. Nitekim şimdiye kadar bu yolla elde edilmiş hiçbir gözlenebilir "evrim" örneği yoktur. Buna karşılık evrimci biyologlar kimi zaman "doğal seleksiyon ve mutasyon mekanizmalarının evrimleştirici etkisini gözlemleyemiyoruz. Çünkü bu mekanizmalar ancak çok uzun zaman içinde etkili olur" gibi bir açıklama öne sürerler. Oysa bu da hiçbir bilimsel temeli olmayan bir avuntudan başka bir şey değildir. Çünkü meyve sinekleri ya da bakteriler gibi yaşam süreleri çok kısa olan ve dolayısıyla tek bir bilim adamının binlerce neslini gözlemleyebildiği canlılarda da hiçbir "evrim" gözlemlenmemektedir.

Kısacası, canlıların evrim geçirmiş olmaları mümkün değildir, çünkü doğada onları evrimleştirebilecek bir mekanizma yoktur. Nitekim fosil kayıtlarına baktığımızda da, bir evrim süreci ile değil, aksine evrime tümüyle ters bir tablo ile karşılaşır



PembeSeker - avatarı
PembeSeker
Ziyaretçi
19 Ocak 2009       Mesaj #19
PembeSeker - avatarı
Ziyaretçi
Evrim, canlıların uzun bir zaman içinde geçirdiği ve geçirmekte olduğu değişiklikleri ifade eder. Evrimci görüşe göre, yeni türler eski türlerin tesadüfen ve zaman içinde değişmesiyle meydana gelmekte; bu değişme olayı günümüzde de devam etmektedir.
Başka bir ifadeyle, evrimciler, türlerin sabit olmadığına ve devamlı değiştiğine inanmamaktadırlar. Evrimcilere göre günümüzün canlıları, çok basit ve ilkel bir veya birkaç ortak atadan, milyonlarca yılda evrimleşerek meydana gelmiştir.
Tabiattaki türlerin kendi içinde bazı değişmeler gösterdiği tespit edildiği halde, bu değişmelerin, bir türü başka bir türe dönüştürdüğüne ait örneklere rastlanamamıştır.

1. Lamarck’ın Görüşleri
Bu bilim adamı, çevrenin etkisiyle canlılarda meydana gelen değişmelerin daha sonraki nesillere geçebileceğine inanmıştır. Lamarck’a göre, bitki ve hayvan türleri, çevre şartlarının etkisiyle değişebilmektedirler.
Lamarck, “Zoolojinin Felsefesi” adlı eserinde, çevrede meydana gelen değişikliklerin türleri etkilediğini ve her türün bu etkiye içten gelen bir değişiklikle cevap verdiğini belirtmektedir.

Lamarck, canlıların çevre şartları ile “sonradan kazanılan özelliklerin yeni nesillere geçtiği” ve “kullanma ve kullanmama” prensiplerini savunur.
Buna göre, eğer bir vücut parçası çok kullanılırsa gelişir ve kuvvetlenir. Kullanılmayan organlar ise zamanla zayıflar, küçülür ve hatta kaybolabilir.
Mesela, zürafaların boyunlarının uzun olmasını şu şekilde açıklar: Oldukça kurak ve otsuz bölgelede yaşayan bu hayvanlar, devamlı ağaçların uç dallarına boyunlarını uzatmak zorunda kalmışlardır. Bu mecburiyet, zürafa soyunun daha sonraki nesillerinde de sürdürülmüştür. Böylece uzun yıllar devam eden bu olayın sonunda, zürafaların hem ön bacakları, hem de boyunları uzamıştır.
Kullanma yoluyla bir organizmada çeşitli vücut bölgelerinin gelişebileceğine dair görüş inandırıcıdır. Gerçekten bugün, atletlerin ve haltercilerin çeşitli çalışmalarla kaslarını geliştirdikleri bilinmektedir. Bu tür değişmelere modifikasyon denmektedir.
Ancak, yapılan araştırmalar, çevre ve yaşama şartlarının etkileri ile fertlerde görülen değişikliklerin oğul döllere geçemeyeceğini açıkça göstermektedir. Bugünkü biyoloji bilgisine göre, ancak üreme hücrelerinde, özellikle bu hücrelerin genlerinde meydana gelen değişmeler nesillere geçebilir. Çevre tesiriyle vücut hücrelerinde meydana gelen değişmeler ise yeni nesillere geçmez.

2. Darwin’in Görüşleri
Darwin’in diğer evrimcilerden farkı, fikirlerini desteklediğine inandığı delilleri tabiattan toplamış olmasıdır. Darwin’den öncekilerin görüşleri inandırıcı bir gözleme dayanmıyordu. Sadece fikir olarak ileri sürülüyordu.
Darwin, dünyada yaşayan türlerin ayrı ayrı yaratıldığına inanmıyordu. Bunların ortak bir kökenden geldiğini ve tesadüflerle değişerek çeşitlendiğini, türlerin çok uzun zaman içerisinde başka türlere dönüştüğünü iddia ediyordu. Türlerin “değişebilirliği” Lamarcak’tan beri bilindiği için, Darwin, sadece bu türlerin hangi mekanizma ile değiştiğini açıklamaya çalışmıştır.
Darwin’ın doğal seleksiyon görüşüne göre, tabiatta acımasız bir hayat mücadelesi vardır. Bu hayat mücadelesinde zayıflar elenmekte, güçlüler yaşamaktadır. Tabiat zayıfları eleyerek güçlüleri korumaktadır. İşte Darwin, bu görüşüne “doğal seleksiyon” adını vermiştir.
Tabiatta, canlıların yaşayabilmeleri için mücadele etmek mecburiyetinde olduklarını hepimiz biliyoruz. Ama bu mücadele, bütünüyle tabiattaki zayıfları yok etme şeklinde görülmez.

Darwin’e karşı olan evrimcilere göre, madem ki tabiatta zayıflar elenmektedir; o halde bize göre çok güçsüz gibi görünen türlerin yaşaması nasıl izah edilebilir.

Tabiat içindeki en gelişmiş canlı olan insan, bakteriler için her türlü öldürücü ilacı (antibiyotik) kullanmasına rağmen, kendisinden çok daha zayıf durumdaki bu canlılarla mücadelede yenik düşmektedir.

Her canlı tabiatın belli bir alanında hayatını sürdürebilecek bir yapı ve özelliktedir. Ancak, “Darwin” in “doğal seçilim” hipotezi çağdaş evrimciler tarafından “belirli çevre şartlarına en uygun olan bireyler daha fazla yaşama ve döl verme şansına sahiptirler” şeklinde yumuşatılmıştır.
Son düzenleyen Daisy-BT; 9 Temmuz 2011 00:09 Sebep: Kırık linkler.
tersinim - avatarı
tersinim
Ziyaretçi
6 Ekim 2010       Mesaj #20
tersinim - avatarı
Ziyaretçi
-Evrimleşen Tek Şey Bilimdir-



BİLİM Mİ, EVRİM Mİ?

Evrim teorisinin kanıtlanması (her ne kadar evrim teorisi taraftarları evrimin kanıt gösterilmesine gerek olmayan açık bir gerçek olduğunu kabul etseler ve buna inansalar da) evrim teorisi taraftarlarının en büyük idealleridir. Gerçekte onları evrim teorisinin kanıt gösterilmesine gerek olmayan açık bir gerçek olduğu inancına iten neden bu konudaki başarısızlıkları, teoriyi destekleyen bilimsel hiçbir kanıtın bulunamamasıdır. Taraftarları bir bakıma kanıtsızlığı kanıt olarak göstermeye çabalamakta bu yolla teorilerini yaşatmaya çalışmaktadırlar.
Taraftarlarının bu sakat mantığına göre evrim teorisi öylesine açık bir gerçektir ki bilimsel kanıtlarının bulunamaması ilerde bulunmayacağı anlamına gelmez. Evrimin kanıtları ilerde nasıl olsa bulunacaktır. Bu nedenle kanıtsızlığa rağmen evrimi bir gerçek kabul ederek varsayımları bunun üzerine kurmanın herhangi sakıncası yoktur. Onlara göre yoktur ama bilim bunu kabul etmemektedir.
Görüleceği gibi evrimci çalışmalar kanıtlardan çok kanıtsızlığa dayanan bu sakat mantık üzerindedir. Bir bakıma evrim teorisi taraftarları binanın temelini atmadan çatısını kurmaya çabalamaktadırlar.
Tanınmış bir gazetemizde 3 Eylül 1999 tarihinde yayınlanan Evrimin Formülü Bulundu başlıklı haberde üç Fransız araştırmacının çalışmalarından bahsediliyor, evrim nasıl gerçekleşiyor sorusuna cevap arayarak ortaya matematiksel bir formül koydukları bildiriliyordu.
Haberde yapılan çalışmalarda hâkim olan görüş ise yukarda bahsettiğimiz mantığa uygun olarak (bilimsel kanıtsızlıklara rağmen) evrimin bilimsel bulgular tarafından ispatlanmış kesin bir gerçek olduğu, geriye sadece formülünün keşfedilmesinin kaldığı yönündeydi. Diğer ifade ile semer bulunmuş, eşek aranmaktaydı.
Bir bakıma (nasıl olmuşsa) çatı kurulmuştu, bu çatıya bir temel bulunacaktı.
Bu formül ve diğerleri önce evrimi mutlak bir gerçek olarak kabul eden, sonra da bu kabul üzerine senaryolar yazan araştırmacıların ürünüdür.
Örneğin bu kişiler insanın maymunlarla ortak bir atadan geldiğini (bu varsayımı destekleyen hiçbir bilimsel kanıt olmadığı halde, kanıtların daha sonra bulunacağını varsayarak) bunun yadsınamaz bir gerçek olduğunu peşinen kabul etmekte, sonra insan ile maymunlar arasındaki farklılık ve benzerlikleri hesaplayıp kıyaslamakta, son olarak da bu bilgileri evrim kurallarına uygun olarak yorumlamakta, sonuçlarına göre yeni formüller, varsayımlar üretmekte ortaya çıkardıklarını inkâr edilemez gerçekler gibi ortaya sürmekte, daha da kötüsü bunu kendileri de inanmaktadırlar.
Fakat bir gerçeği (her ne kadar evrim teorisi taraftarları unutsalar bile) unutmamak gerekir. Bu gerçekte evrimin yaşandığı konusunda hiçbir bilimsel kanıt olmamasına rağmen yaşanmadığı konusunda sayısız kanıt vardır.
Hayal ürünü, bilimsel kanıtlara dayanmayan varsayımlar üretmek gerçekte çok kolaydır.
Her insan böyle varsayımlar üreterek tıpkı Charles Darwin gibi; bu varsayımlarım her ne kadar pek çok çelişkiler içerse de; bilime, akla, mantığa ters düşse de gerçek olduklarına gönülden inanıyorum ama henüz bilimsel kanıtlarını bulamadım. Zaman içinde bulunacağını umuyorum. Nasıl olsa günün birinde kanıtları bulunacağından siz bu varsayımlarımı gerçek olarak kabul ediniz diyebilir.
Bir insan ortaya çıkıp, yer sarsıntıları dünyayı karıştırmak isteyen çok gelişkin uzaylı canlıların uzaktan kumandayla oluşturdukları provokatif olaylardır diye bir varsayım ortaya atabilir. Sonra elinde her hangi bir bilimsel delil olmadan ya da Drake denklemi gibi şüpheli varsayımları kesin delillermiş gibi kullanarak uzaylıların var ve akıllı olduklarından, akıl almaz teknolojilerinden, ne kadar güçlü olduklarından, yakında dünyayı işgal edeceklerinden, insanları kendi türlerine evrimleştireceklerinden, gezegenlerine götüreceklerinden….. Bahsedebilir. Bu konuda daha başka deliller istendiğinde bu tür deliller elimde henüz yok ama çok yakında ortaya konulacaktır denilebilir.
İnsanın hayal gücü sınırsız olduğundan bu varsayımını yine hayal gücüyle ürettiği başka varsayımlarla destekler ve bu varsayımları gerçeklerinin yerine kanıt olarak ortaya koyabilir.
Tarih boyunca bu tür hiçbir bilimsel kanıtlara dayanmayan sonunda birer hayal ürünü oldukları anlaşılan varsayımlara inanan, bu yolda servetlerini ve hatta hayatlarını harcayan nice insanlar görülmüştür. Bu gerçekte insanların ne kadar kolay aldanıp yanılabildiklerinin bir başka boyutudur.
Görüleceği gibi gerçekte bir safsata olan hayali bir varsayımı (Evrenin Dünyamızdan başka bir yerinde yaşamın olup olmadığı kanıtlanamamıştır) Drake denklemi gibi bilimsel olduğu iddia edilen bir varsayıma getirip dayandırdık. Bu varsayımımızı pek çok insanın bir gerçekmiş gibi kabul edeceğinden emin olabilirsiniz. Evrim teorisinin bu günkü bilimsellikteki konumu (gerçek bilimsel kanıtlarla desteklenmedikçe) yukarıdaki hayali varsayımımızla aynıdır.





Benzer Konular

14 Mart 2013 / Ziyaretçi Soru-Cevap
1 Temmuz 2011 / Misafir Psikoloji ve Psikiyatri
11 Haziran 2016 / tersinim Akademik
29 Şubat 2016 / Misafir Soru-Cevap