Arama

Dil Bilimi - Sayfa 3

Güncelleme: 24 Nisan 2016 Gösterim: 78.841 Cevap: 34
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
18 Mayıs 2006       Mesaj #21
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Türk Milletinin Kullandığı Alfabeler
Türkler, çeşitli yerlerde ve yerleştikleri sahalarda başka başka alfabeler kullandılar. Sesin ifadesi olan harf denen işaretler itibaridir, iğretidir, takmadır. Aynı ses ayrı alfabelerde, değişik harfler/şekiller ile yazılır. Alfabeye, İslam dininin kabulüyle Osmanlı terbiyesinde yetişen yaşlıların hala kullandıkları şekliyle, Elifba, Ebced de denilmiştir.
Sponsorlu Bağlantılar

Kültür tarihimize bakıldığında daha ilk yazılı abidelerimizde Türkçe yazma endişesi kendisini göstermektedir. Buna paralel olarak, edebiyatımızın menşeine doğru gidersek, saraylarda ve halk arasında Türkçe söylemek; kamlarda, bahşılarda ve ozanlarda milletin dertlerine deva olmak gerçeği vardır. Bütün bunlar, bir millete dili ile seslenmek, anlatmak, millet fertlerini en iyi şekilde yetiştirmek ve birleştirmek içindir. Şu halde her millette olduğu gibi bizde de dil ön sırada yer almıştır. Şair ve müellifler tarafından işlenen dile türlü emekler sarf edilmiştir. Alimlerimiz onunla bildiklerini açıklamışlardır. Fakat Türkçe'nin tarih içinde zaman zaman talihsizliğe uğradığı da bir gerçektir. Böyle olmasına rağmen kesintisiz devam eden Türk tarihi içinde ona arka çıkan hakanlar olmuş, Türkçe yazan şair ve müellifler mükafatlandırılmıştır.

Türk tarihi, düğümler ve bu düğümlerin açıldığı dağınıklıklarla doludur. Göktürkler devrinde millet, tek bir hakanın etrafındadır. Dili, dini ve alfabesi tektir ve her bakımdan bir birlik mevcuttur. Uygurlar devri bu birliğin az çok bozulduğu, Türklüğün bilhassa dini açıdan dağılmaya yüz tuttuğu bir devir olarak karşımıza çıkmaktadır. Uygurlardan sonra Türklük, İslam medeniyetine dahil olmuştur. İslamiyet, Uygurlar zamanında görülen dağınıklığı gidermiş, Türklüğü kurtarmış ve milleti yeniden bir bütün haline getirmiştir. Karahanlılar'la başlayan ve Selçuklular'la yeniden tesis edilmeye çalışılan birliğin ve bütünlüğün gerçekleşmesi de İslam dini sayesinde olmuştur. Ancak, bu iki devleti birbirinden ayıran en mühim şey, birincisinin Türkçe'ye verdiği değerdir. Selçukluların bunun yanında belirtilmesi gereken hizmetlerinden biri alfabede birliği sağlamış olmalarıdır. Zaten bu büyük devlet, tarihe mal olurken İslami - Türk yazısını Türk birliğinin kurulabilmesi için en mühim unsurlardan biri olarak miras bırakmıştır.
Selçuklulardan sonra her beylik, Türkçe sayesinde tutunmaya ve hükmetmeye çalıştı. Böylece anlatım ve ifadede birlik ile Türkçe'ye verilen değer önde geldi. Dil düşüncesinin yanında alfabede de birlik sağlandı ve her beylik İslami-Türk yazısını kullandı. O devirde bütün Türk illerinde durum aynı idi. Beylerin sınırları olsa bile yazı birliği bütün Türklüğü birleştiriyordu. Bu, doğu ve batı Türklüğü için de söz konusu idi.
Bugün Türk dünyası dil ve din birliğine sahiptir. Fakat alfabede birliği kaybetmiştir. Bu birlik, Rusya’daki Türkler arasında bile mevcut değildir. Ancak onlar da görülen çözülme üzerine yazıda birlik tarafına yönelmişlerdir.


Türklerin tarih boyunca kullandığı alfabeler:
Göktürk (Orhun) alfabesi:
Metinleri Orta Asya’daki Orhun Nehri kıyısında bulunduğu için Göktürk veya Orhun ismi ile anılır. Orhun’da yerleşen Türkler tarafından kullanıldığı için de Türük, Türk Alfabesi denir. Türklere mahsustur ve Esik Kurgan yazısına benzer. Hunlar, Göktürkler ve sathi olarak da Asya ve Avrupa’ya yayılan Türk kavimleri, kullanmıştır. Bu alfabede resmin göze hitap ettiği ve ses haline geldiği açıkça görülür. Göktürk alfabesi otuz sekiz harften meydana gelir. Dördü sesli olup, sekiz sesi karşılar, gerisi sessizdir. Ayrıca ok, ko, uk, ku, ük, kü, nç, nd, gibi heceler ayrı harflerle gösterilmiştir. Sesli harfleri, sessizler okutur. Sağdan sola doğru yazılır. Tonyukuk, Kültigin ve Bilge Kağan hatırasına yazılıp, dikilen Orhun Abideleri bu alfabenin şaheser numunesidir. Bunlar ayrıca Türkçe'nin bilinen ilk yazılı metinleridir.

Uygur alfabesi:
Göktürklerden sonra Türkistan’da devlet kuran Uygurlardan adını alır. Uygurlar ve Türkistan’daki Türkler kullandı. On sekiz işaretten meydana gelir. Dördü sesli, gerisi sessizdir. Harfler umumiyetle birbirine bitişiktir, çok defa başta, ortada ve sonda olmak üzere üç şekli vardır. Sağdan, sola doğru yazılır. Sekizinci asırdan, on ikinci asra kadar yaygın, on beşinci asra kadar mevzii bir şekilde görülür. Bu yazının kâtiplerine, bakşı, bakşıgeri veya serbahşı adları da verilmiştir.

Arap-İslam alfabesi:
Türklerin topluca İslamiyet'i kabulünden, yani 10. asırdan sonra geniş bir sahada bütün Türk-İslam devletleri tarafından kullanıldı. Arap Alfabesi yirmi sekiz harf olmasına rağmen Türklerin kullandığı İslam harfleri otuz bir ile otuz altı harften meydana gelir. Sağdan sola doğru yazılan bu alfabe, bütün Türklüğü kucaklamış ve Türkçe'nin çeşitli lehçelerinde, pekçok kitap, kitabe yazılmıştır. Muazzam ve kesintisiz abidevi eserler bu alfabe ile verildi. Türkiye, İslam alemi ve dünyanın her yerindeki kütüphane ve kitapseverlerin kitaplıklarında İslam harfleriyle yazılmış milyonlarca Türkçe eser mevcuttur. Dünyanın en büyük ve muazzam arşivi, Türk - İslam alfabesiyle yazılan Türkçe evraklarla doludur.

Kiril alfabesi:
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği hudutları içinde yaşayan Türkler tarafından kullanılmaktadır. Kiril Alfabesi, ihtiyari olmayıp, Rus ve komünist emperyalizmin zoraki tatbikidir. Komünist idare, Türklere tek bir alfabe kullandırmayıp, milli birliği bozmak için on sekiz Türk boyuna değişik işaretli alfabe kullandırmıştır. Sunî bir Slav alfabesidir. Otuz sekiz harftir. On biri sesli, gerisi sessizdir. Soldan sağa doğru yazılır. Kullanma alanı, Rusya’daki Türkler içindir.

Latin alfabesi:
Bu alfabe, 1925 yılında ilk defa Azeri Türklüğü tarafından kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra; 1928’de Türkiye’de kullanılmaya başlandı. Günümüzde, Türkiye ve Avrupa Türkleri kullanır. Latin asıllı yirmi dokuz harften meydana gelir. Sekizi sesli, gerisi sessizdir. Türkler; Orhun-Türk, Uygur-Sogd, Arap-İslam, Kiril-Slav ve Latin alfabelerinden başka Sogd, Mani, Brahmi, Süryani, Rum, Slav vs. gibi alfabeleri de kısmen kullanmışlardır.
Son düzenleyen Safi; 23 Nisan 2016 06:26
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
23 Haziran 2006       Mesaj #22
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Dil Nedir? Ve Dilin Önemi
“İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli anlaşmalar sistemi, seslerden oluşmuş içtimai bir sistemdir.”
Sponsorlu Bağlantılar

Yukarıdaki tarif “Dil nedir?”sorusuna Prof. Dr. Muharrem Ergin’in verdiği cevaptır. Bu tanımda iki nokta oldukça dikkat çekicidir. Birincisi dilin, “gizli anlaşmalar sistemi” olması. Mesela Türklerin “taşa” niye taş dediği meçhul olduğu gibi, Farslar “seng”, Araplar “hacer” derler. Bunu “Neden böyledir ?”diye sorguya tutamayacağımız için izahı gizli anlaşmalar sistemi şeklinde yapılmıştır. Ayrıca sebebi meçhul bu gizli anlaşma her millette farklıdır.
Tanımda ikinci önemli unsur;dilin içtimai yani günümüz ifadesi ile sosyal bir müessese olmasıdır. Kanaatimizce dil bir milletin en büyük müessesesidir.

Tarihçiler milleti oluşturan unsurları beş başlık altında toplarlar:
1. Dil birliği
2. Tarih birliği
3. Ülkü birliği
4. Vatan birliği
5. Kültür birliği
Dikkat edilirse bir insan topluluğunun millet olabilmesi için sahip olunması gereken ilk beraberlik dil birliği şeklinde ifade edilmiştir. Gaspralı İsmail 1883’te Kırım Bahçesaray’da bu gerçeği şu şekilde beyan etmiştir:
“Dili dilimden, dini dinimden olan bütün Türkler benim milletimdir.”

Yeryüzündeki dilleri incelediğimizde dil ailelerinin dört gruptan oluştuğunu görürüz:
1. Hint- Avrupa dil ailesi (Avrupa, Asya, Hindistan ülkelerinin kullandığı diller)
2. Sami dilleri ailesi (Akadca, Arapça, İbranice)
3. Bantu dilleri ailesi (Afrika ülkelerinin kullandığı diller)
4. Çin-Tibet dilleri ailesi (Çin ve Tibet ülkelerinin kullandığı diller)

Türkçe, Ural-Altay dil grubuna girer. Ural kolunda; Fince, Macarca vb. Altay grubunda Türkçe, Moğolca, Çağatayca yer alır.
Bir milletin, boyları, bölgeleri, şehirleri farklı bir ağız kullanabilir. Bu farklılık ayrı dilleri konuştukları anlamına gelmez.

Konuşma bakımından dilimiz üç grupta incelenir:

1. Lehçe: Bilinmeyen zamanlarda Türkçeden kopmuş şekil ve yapı bakımından farklılık arz eden özelliktedir. Türkçenin iki lehçesi vardır.; Çuvaşça ve Yakutça.
2. Şive: Yapı bakımından farklılık arz etmeyen, söyleyiş farklılığına dayanan özelliktir. Şive, dilin bilinen tarihi süreci içerisinde bazı ses ve şekil ayrılıklarıdır. (Kırgızca, Kürtçe, Kazakça, Özbekçe…)
3. Ağız: Bir şive içindeki söyleyiş farklılıklarıdır.( Karadeniz, Muş, Sivas, İstanbul…)

DİLİMİZ VE HALİMİZ
Dünya milletleri arasında en az okuyan ve haliyle de en az kelime ile konuşan milletler arasında maalesef başa güreşmekteyiz. Bu durum zaten ilmiye sınıfına da yansımış ve ders kitaplarımızdaki kelime çeşidi diğer Avrupa ülkelerinin yanında oldukça komik bir rakama düşmüştür. ABD de ilköğretimde okuyan çocukların ders kitaplarında 71 bin kelime bulunur. Bu rakam İngiltere’de 70 bin, İtalya’da 33 bin, Türkiye’de ise 7 bin kelimedir. Ve maalesef çocuklarımız bu 7 bin kelimenin ancak ve ancak ir kaç yüzü ile düşünüp konuşabiliyorlar. Bırakınız çocuklarımızı, bu ülkede aydın geçinenlerin bile dağarcığındaki kelime sayısı binlerle sınırlıdır. Hatta pek çoğu 700- 800 kelime ile ancak konuşabilmektedir. Bunun içindir ki toplum karşısına çıktıkları zaman her cümlelerinin ardından 2 ııı, şeyy, yani…2 gibi manasız ünlemler, ahenk bozucu cümleler peş peşe sıralanıyor.
Peki bu acı tablonun sebebi nedir? Tabi ki birinci ve en gerçekçi sebep: o-ku-ma-mak… Okumuyoruz… Okumuyoruz… Okumuyoruz. Her tür faaliyete her çeşit uğraşa vakit buluyoruz ama okumaya bir türlü fırsat bulamıyoruz. Avrupa ülkelerinde kişi başına 70-80 kitap düşerken bizde ise 700-800 kişiye bir kitap ancak düşüyor. En basiti Ermeni meselesinde bizim sekizde bir nüfusumuza sahip olan Ermenistan kendilerinin haklılığını isbata çalışan 24 bin çeşit kitap basmışlardır. Bu mevzuda bizdeki çeşit 50- 60 sayısına ancak ulaşmıştır.
Peki bizim yazarlarımız yok mu? Kitap gibi kitaplarımız yok mu? Fuat Köprülü, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Cengiz Aytmatov, Emine Işınsı, Mehmet Niyazi, Erol Güngör, Ahmet Kabaklı, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Muharrem Ergin, İbrahim Kafesoğlu, Necmettin Hacıeminoğlu… velhasıl uzayıp giden abide şahsiyetler ve birbirinden harika eserleri.

Ama kaçımız günlük sigaraya verdiği para ile aynı miktarda ayırıp hiç olmazsa 2-3 ayda bir kitap sahibi olmaya çalışıyor.yemeye, içmeye, gezmeye, yüzmeye fırsat bulur; saatlerimizi televizyonun karşısında heba eder ama günlük bir satımızı okumaya ayırmayız.
Bu olumsuz tablonun bir başka sebebi daha var. O da geçmişle olan bağlarımız acayip teorilerle koparıldı ve bir çok eserlerimiz bize yabancı dil gibi gelmeye başladı. İşte 1900’lü yıllardan bir beyit:
“Kitabın zulme kaldı gezindiğim sahralar
Uyan ey yarer-i şir’i jian ha bu gafletten”

YOK EDİLMEK İSTENEN TÜRKÇEMİZ
Meselenin bir başka boyutu daha var. O da işlek, kıvrak, nezih, lezzetli dilimizin içine bir takım ucube kelimelerin sokulması ile bir keşmekeşliğe itilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğudur. Bir grup kurbağa dili sevdalıları “ulusallığımızı sözcüklerimizin olanakları koşullandıramadığı için gereksinimlerimizi sorguçlayamıyoruz(!)” soytarılığı ile işgüzarlık etmektedirler. Bakınız hangi güzel kelimelerimizin yerine hangi ucube sözcükler yerleştirilmiş: “Milli-ulusal, millet-ulus, şart-koşul, imkan-olanak, netice-skor, edebiyat-yazın, vs…” Belki diyeceksiniz “Ne fark eder canım isteyen istediğini kullansın.” Hayır efendim mesele hiç de bu kadar basit değil. Esaret dilin kaybedilmesi; hürriyet ise herkesin birbirini anladığı bir dil ile başlar. Yukarıdaki kelimelere maalesef her yerde rastlıyoruz. Peki birkaç yıl sonra kitaplarımızda şu kelimeleri görürseniz de ne fark eder, diyecek misiniz?
“Anne-doğurgaç, baba-doğurtgaç, otobüs-oturgaçlı götürgeç, İstiklal Marşı- ulusal
düttürü, vs…” belki bu satırları okurken istihzai bir gülümseme dudaklarınıza takılmıştır. Ama dilimize sahip çıkmazsak bizi bekleyen tehlike bu bahsettiğimizden hiç de aşağı değildir.

YABANCI DİL SEVDASI
Bir milleti sömürge altına almanın birinci yolu onun dilini bozmak ve nesiller arasındaki kültür bağını koparmaktır. M. Necati SEPETÇİOĞLU, Çatı adlı romanında, Anadolu’nun yurt edinilmesindeki en büyük etkeni fethedilen yerlere Türkçe isimler verilmesini gösterir.
Bugün hangi şehre gidersek gidelim büyük büyük tabelalarla karşımıza, İngilizceden Japoncaya kadar her dili görürüz de nedense bir iki muhafazakar esnafın dışında hiçbir yerde Türkçe tabela göremeyiz. Bu neyin özentisidir, nasıl bir anlayışın ürünüdür acaba?
Avrupa ülkelerinde başka dille tabela asanlar önce uyarılır, ardından dükkan sahibi ısrar ederse vergiye tabii tutulur. Fransa’da yabancı dille tabela asanlara uygulanacak vergi mecliste kanunlaştırılmış ve oldukça ağırlaştırılmıştır. Peki neden bizim meclisimizde böyle bir girişimde bulunmayı düşünmüyor. Hatta tarihimizden, edebiyatımızdan, kültürümüzden isimler koymayı özendirecek girişimlerde bulunmuyor. İlginçtir, bizdeki uygulama tamamı ile tersinden gerçekleştiriliyor. Geçtiğimiz yıllarda Eskişehir’de bütün tarihi isme haiz sokaklarımız Rum ve Bizans isimleri ile değiştirilmişti. Buna benzer bir çok örnek yaşıyoruz. Bizim bu yerleşim yerlerimiz ne zamandan beri müstemlekecilerin eline geçti ki isimleri de o işgalci kuvvetler tarafından değiştirildi.

ÇÖZÜM
Türk Edebiyatı tarihinde dilimizin güzelliğini, yüceliğini anlatan, aktaran bir çok isme rastlarız. Bir Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk adlı eseri dönemin diğer milletlerine Türkçeyi öğretme adını en büyük girişim olmuştur.
Yine Ali Şir Nevai’nin Muhakemet-ül Lügateyn adlı İki Dilin Karşılaştırması manasındaki eseri Türkçenin, Farsçadan daha da güzel bir dil olduğunu anlatan çok kıymetli bir eserdir. Günümüzde ise yaşanan dil kaosuna en net ve gerçekçi çözümü Ziya Gökalp koymuştur. Gökalp meselenin çözümünü dört madde halinde şu şekilde sıralamıştır:
1. Türkiye Türkçesi dediğimizde kullanacağımız, anlayacağımız dil İstanbul Türkçesi olmalıdır.
2. dilimize girmiş olan anlamı da bütün Türkler tarafından bilinen ama köken itibarı ile Arapça ya da Farsça olan kelimelerimiz dilde yenilik adı altında Türkçemizden çıkarılmamalıdır. (mesela, imkan, hakim vb.)
3. Teknolojik terimlerin aynen kullanılmasında bir mahsur yoktur.(televizyon, teleskop vb.)
4. Kelime türetme adına anlamları kabul görmüş ve edebiyatımızda da kullanılan kelimeleri yok etmemeliyiz.

Nihayetinde asırlar önce Kaşgarlı Mahmut’un, Ali Şir Nevai’nin yaptığı kutsal mücadeleyi bizler de aynı zevk ve heyecanla yapmalı KAMUS NAMUSTUR anlayışı ile hareket etmeliyiz.
DİL DAVASININ BİR BAĞIMSIZLIK DAVASI OLDUĞUNU UNUTMAMALIYIZ.
Son düzenleyen Safi; 23 Nisan 2016 22:00
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
19 Temmuz 2006       Mesaj #23
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Dili Yeniden Düşünmek
A. Osman DÖNMEZ
Dünyada dengeler hızla değişiyor. On beş yıl öncesine kadar demir perdenin kalesi olan ülkelerde bugün yepyeni oluşumlar ışık saçıyor. İki binli yılların bu ilk diliminde yeni bir dünyanın eşiğindeyiz. Bu, nesillere ufuk gösterecek bir umut... Bu umudun gerçekleşmesi; tarih, kültür, coğrafya, ekonomi, dil ve edebiyat gibi birçok unsuru hesaba katmaya bağlı. Orta Asya ülkeleriyle olan kültür, dil ve tarih birliğimizi yok saysak, münasebetler ne kadar sığ temeller üzerine atılırdı.
Orta Doğu, Akdeniz, Karadeniz, Balkanlar ve Kafkaslarla çevrili olan ülkemiz; coğrafyamızın belirlediği, tarihimizin biçimlendirdiği şekliyle, zengin bir bileşime sahiptir. Anadolu'ya mazinin sağladığı bu zenginlik, çeşitlilik ve bütünlük geliştirilecek olan evrensel bir dille, geleceğimizin de en büyük dayanağı olacaktır.
Hedefimiz; evrensel barışı gâye edinen, diyalog ve hoşgörüyü esas alan yeni bir model sistemi dünyaya sunacak olan beyinlerin ve aksiyon erlerinin bu mesaj sunumunu gerçekleştirirken dil hususunda nelere dikkat edeceklerine ışık tutabilmektir. Bu model sistemi temsil edeceklerin şüphesiz, dil bakımından mükemmel olmaları gerekir. Diğer bir ifadeyle evrensel barışı, diyalog ve hoşgörüyü esas alan bu modelin, evrensel bir dil ile temsil edilmesidir.
Dilin tanımı, insanî münasebetlerdeki önemi, toplum için ifade ettiği anlam, mesaj aktarımında tek başına yeterli olup olmadığı, mükemmel dilin tanımı ve insanların bu dile nasıl sahip olacağı bu yazının konuları arasındadır.

Dil ve ifade ettiği anlam
Dil, Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde, insanların duygu ve düşüncesini aktarma vasıtası olarak tanımlanır. Bu tanımlama dile, anladığımızın dışında çok geniş bir anlam yüklemektedir. İnsanlar sadece sözle duygu aktarımı yapmazlar. Bakışlar, tavırlar, jest ve mimikler kısaca "hal dili" de insan duygularının aktarımında bir vasıtadır.
Sözün insanlar üzerindeki tesiri çok büyüktür. Bu sebeple insanlar, tarih boyunca, bir başkası üzerinde tesirli olacak güzel söz söylemenin yollarını araştırmışlardır. Dilin ustası olarak kabul edilen şairler ve hatiplerin toplum içinde hep ayrıcalıklı bir yeri olmuştur. Öyleki, söylemiş oldukları sözlerden dolayı devlet adamları tarafından itibar gören şairler olduğu gibi, sözlerinin meydana getirdiği tesiri canlarıyla ödeyen şairler de mevcuttur.
Dilin tebliğdeki önemi çok büyüktür. Biz, bunun örneğini Hz. Musa'nın hayatında görmekteyiz. Hz. Musa, Firavun'a karşı tebliğle vazifelendirildiğinde Allah'tan; "dilindeki hafif pürüzün giderilmesini, daha tesirli konuşma yapabilme imkânına eriştirilmesini, daha pürüzsüz konuşabilen kardeşi Harun (as)'un bu yüce davaya hizmette kendisine yardımcı verilmesini"1 dilemiştir. Bu durum Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır: "Musa dedi ki: ‘Rabb’im, yüreğime genişlik ver, işimi kalaylaştır, dilimden şu düğümü çöz ki; sözümü anlasınlar, bana ailemden birini (kardeşim Harun'u) vezir olarak ver, onunla arkamı kuvvetlendir." (Taha / 25-26-27-28-29-30-31) Bu âyetlerin de işaret ettiği gibi tebliğ vazifesinin gerçekleşebilmesi için ilahî mesajların insanlara tesirli bir dille anlatılmasına ihtiyaç vardır. Nitekim Allah (cc); Hz. Harun'u, Hz. Musa'ya yardımcı olarak göndermiştir.
Söz, sosyal olaylarda da çok önemlidir. Sözün toplumlar üzerindeki tesiri zaman zaman "savaşları bitirecek, başları kestirecek" kadar büyük olmuştur. Cahiliye döneminde Araplarda şiirin büyük bir yeri vardı. Şiir yarışmalarında birinci olan şiir altın harflerle yazılarak Ka'be'nin duvarına asılırdı. İslâmiyet geldiğinde Ka'be'nin duvarında "Muallakat-ı Seb'a" denen yedi şiir bulunmaktaydı. Kur'an, edebiyata ve şiire çok değer veren bu topluluk üzerine onları şaşkına çeviren büyük bir ilahî üslupla nazil olmuştur. Kur'an, bu insanlar üzerinde çok büyük bir tesir göstermiş ve onun bir beşer sözü olamayacağı konusunda ittifak etmelerine vesile olmuştur. Nitekim Kur'an bazı âyetlerinde insanlara ve cinlere hitaben kendisine benzer bir eser oluşturamayacakları hususunda meydan okumuştur. Bu meydan okuma, bu toplumun değer ölçüleri ve ruh halleri dikkate alınırsa daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü bu topluluk İslâmiyet'ten önce şairin bir sözüyle savaşa girişir, bir sözüyle savaşı bitirirdi.
Günümüz dünyasında da dil en tesirli silâhlardan biridir. Bu silâh, kullananın kabiliyeti, becerisi ve gâyesine göre olumlu veya olumsuz olabilmektedir. Günümüzün en ciddi savaşları kültür sahasında yaşanmaktadır. Bu savaşın da en tesirli silâhının dil olduğu tartışılmaz bir gerçektir.

Dil toplum münasebeti
Dil, bir milletin en önemli yapıtaşıdır. Çünkü o, fertleri bir arada tutan, onlarda ortak yaşama arzusu uyandıran, dertlerini azaltan, sevinçlerini çoğaltan en önemli unsurdur. "Dil, milletin ve milli varlığın en önemli unsuru, milli birlik ve bütünlüğün en büyük amili olduğu gibi, her türlü bilginin de temelidir."2 Heidegger: "Dil, insanın evrenidir." der, bu sözü topluma doğru genişleterek ifade edecek olursak, dil; bir milletin ortak rüyasıdır. Onda bir milletin en aziz, en değerli, en büyük ve en tılsımlı hazineleri gizlidir. Türkçede tarih boyunca yaşamış bütün bir milletin rüyası, hayali ve birikimi vardır.
Bir devlet, başka bir milleti tarih sayfasından silmek istediği zaman, işe onun dilinden başlayacaktır. Burada, 'Dil, kılıçtan keskindir.' sözünü hatırlamamız yerinde olacaktır. Çünkü yapmada ve yıkmada dil, en tesirli silâhtır. Dilde, fertleri yalnızlaştıran güçler; rahatlıkla o milleti parçalayabilir. Bu tehlikenin farkında olan Türk büyükleri ilk yazılı eserlerimiz olan Göktürk Kitabeleri'nden bu tarafa bu konuya hassasiyetle eğilmişlerdir. Tanzimat'tan bu yana, Türk toplumunun içine ekilen ayrılık tohumlarının büyük bir kısmı dille olmuştur. Zararlı fikirler yazılarak, konuşularak insanımızın zihni bulandırılmıştır. "Dil meselesi bir milli müdafaa meselesidir. Dilimizi korumak, vatanı korumakla birdir. Çünkü dil, vatan kadar, tarih kadar aziz; bayrak ve aile kadar mukaddesattandır."3 Bu sebeple insanlığa götürülecek mesajı olanların dile vermeleri gereken önem büyüktür.

Dilin yeterliliği
Günlük hayatta derinden etkilendiğimiz olaylar karşısında, duygularımızı ifade etmekte zorlanırız. Bu hususta zaman zaman büyük şairlerin de muzdarip olduklarını görmekteyiz. İçte biriken duygu ve düşünceleri ifade etmede kelimelerin kifayetsiz kalışı şairleri yakındırmıştır. Merhum M. Akif:
"Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım!"
derken bu feryadı bayraklaştırıyordu. Bir toplumun dilini en iyi kullanan şairlerin de zaman zaman bu tarz yakınmaları, içlerinde birikenleri ifade etmekte acziyete düşmeleri, söylediklerinin muhatap üzerinde tesir bırakmaması, dil hakkında bazı kuşkuları beraberinde getirmiştir.
- Acaba, söz iletişimde tek başına yeterli değil midir?
- Sözü tesirli kılacak vasıtalar nelerdir?
- Muhatap üzerinde sözden daha tesirli vasıtalar var mıdır, varsa bunlar nelerdir?
Bu sorulara cevap aramak insan-dil münasebetini daha berrak hale getirecek, ayrıca bu sorulara verilecek cevaplar "mükemmel dili" bulmada bir ışık vazifesi görecektir.

Mükemmel dil
Mükemmel dil, kişinin meramını tam olarak anlatması, muhatabın da mesajı tam olarak algılaması olarak tanımlanabilir. Aynı zamanda bu dil, iletişimde ve uygulamada herhangi bir aksaklığın olmamasını ifade eder.
Mükemmel dili aramanın yolu, kendi dilimizin kusurlu olduğunu kabullenmekten geçer. Bunun temelinde, konuşulanla anlaşılanın farklı olması veya konuşulanın tesir etmemesi yatmaktadır. Bu, bizi yeryüzündeki en mükemmel dili aramaya götürür. Bunu anlamak için de ilk insanın konuştuğu dilden günümüze kadar bir yolculuk yapmamız icap eder.
Acaba ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem'den bu tarafa konuşulan en mükemmel dil hangisidir?
Gerek İslâm, gerekse Batı kaynaklarındaki bilgiler, Hz. Adem'in konuştuğu dilin kıyamete kadar konuşulacak bütün dillere kaynaklık ettiği yönündedir. Allah (cc) Kur'an'da: "Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: 'Haydi, davanızda sadıksanız, bana şunları isimleriyle haber verin.' dedi." ( Bakara 2/31) buyurmaktadır. Elmalılı M. Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirini yaparken, "Lisan hususunda bütün Adem oğullarının zamanımıza kadar vaki olan tenevvü (çeşitlenme) ve ilerlemelerin hepsi, esas itibariyle, Hz. Adem'in yaratılış bakımından şereflendirildiği bu isimleri öğretme özelliğine borçludur... Kelâmla ilgili kuvvet, insana has ruhun mahiyetinde bir kısım teşkil etmiştir."4 demek suretiyle kıyamete kadar konuşulacak dillerin temelinde Hz. Adem'e öğretilen isimler olduğuna işaret etmektedir. Ebu Katade'den nakledilen bir hadiste: "Allah, Adem'e her şeyin ismini öğretmiştir ve Adem her şeyi ismi ile adlandırıyordu. Her şey Adem (as)e toptan sunulmuştur."5 buyrulmaktadır. Bediüzzaman da buradaki toptan kelimesini şerhedebilecek bir açıklamayı 20. Söz'de şöyle yapar: "Hz. Adem'e icmalen talim olunan esmânın bütün meratibiyle tafsilen 'mazharı' Peygamberimiz Aleyhissalâtüvesselam'dır."
İnsanlar Hz. Adem'den sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılmıştır. Gerek coğrafî özellikler, gerek sosyal şartlar, gerekse insanların mizaçlarındaki farklılıklar her sahada olduğu gibi dil sahasında da farklılaşmayı beraberinde getirmiştir. Şu an yeryüzünde konuşulan dillerin Hz. Adem'e öğretilen isimlerden hareketle ortaya çıktığı söylenebilir.
Farklı dillerin ortaya çıkış sebebiyle ilgili olarak Tevrat'taki bir âyet Doğulu ve Batılı birçok dil bilimcisinin farklı yorumlar yapmasına sebep olmuştur. Bu konuda U. Eco'nun Avrupa Kültürü'nde Kusursuz Dil Arayışları isimli kitabında geniş bilgiler vardır.
Çok dilliliğin sebebi ne olursa olsun, gerçek olan, tarih boyunca olduğu gibi, günümüzde de aynı dili konuşanlar arasında bile kelimelerin; duygu, düşünce ve kavram bakımından farklı çağrışımlar yapmasıdır. Konuşmaların anlamı çok defa söz konusu kelimenin anlamca çok çok uzağına düşer. Dilin tanımında da belirttiğimiz gibi söz sadece bir vasıtadır. Onun anlatmaya çalıştığı, asıl kaynaktır. "Yani dilin göstergesi sözcükler değil varlıkların kendileridir."6 Dolayısıyla kelimelerin bizdeki anlamı; tecrübelerimizde ve bizde yaptığı çağrışımlardadır. İstiklâl Marşı'nın anlamı kelimelerde değil kelimelerin karşılığı olan dünyadadır. Mehmet Kaplan bu konuya şöyle yaklaşır: "Kelimeler hakikatin ta kendisi değildir. Biz güçlü bir refleksle kelimenin, eşyaya tıpatıp tekabül ettiğini sanır ve aldanırız. Dile inanan adam daima aldanır. Çünkü hakikat dilde değil, dilin delalet ettiği varlıktadır."7
O zaman aldanmamak ve aldatmamak için sözün ilerisindeki gerçeğe yönelmemiz gerekiyor. Bu gerçek de Allah (cc)'ın, Kur'an'da Peygamberimiz'e (sas) hitaben söylediği ve Efendimiz'in de, 'Bu âyet beni ihtiyarlattı.' dediği "...Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..."(Şûrâ 42/15) âyetinin ışığında görülmektedir. Bu da; hareket, tavır, yaşama ve konuşma dilinin birbirini doğruladığı bir sentezde bulunabilir. Hal dilinin, tarihin her döneminde ses ve yazı dilinden daha tesirli olduğu bilinen bir gerçektir. Hz. İsa'nın Havarilerinin gitmiş oldukları coğrafyalardaki halkların dilini bildiklerine dair bir bilgi bulunmamaktadır; ama bu insanlar çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde o dönemin en büyük devleti olan Roma'nın dininin Hıristiyan olmasına vesile olmuşlardır. Bu olay; onların, davalarını bir hayat tarzı haline getirmeleriyle açıklanabilir. Bedenen ve ruhen evrensel bir hitap tarzına ulaştıklarını gösterir, yani bütün insanlığın tereddütsüz anladığı mükemmel dili bulmalarıyla açıklanabilir.
Çağımızda yapılan araştırmalar göstermiştir ki; hal dili en tesirli ifadedir ve mesajı sunanın durumu kesinlikle muhataba yansır: Amerika'da bir öğretmen, anlatacağı dersi banda almış, sınıfa dinletmiş ve bunu her gün böyle yapmış. Haftalar sonra sınıfın yanından geçerken işlerin yolunda gidip gitmediğini öğrenmek için sınıfa baktığında her öğrencinin sırasının üstünde bir kayıt makinesi vardır. Anlatmak yerine dinletmeyi tercih eden bu öğretmene karşılık, not almak yerine kaydetmeyi tercih eden öğrencilerin durumunun anlatıldığı bu hikâye, iletişimin temel işlevini ortaya koymaktadır. Çünkü öğretmenlerini taklit etmişlerdir.

Sonuç olarak
Hal dili ile kal dilinin birbirini doğruladığı ahenkli kompozisyona "mükemmel dil" diyoruz. Kur'an: "Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir nefretle karşılanır." (Saf 61/2-3) âyetleriyle bu konuya çok güzel ışık tutmaktadır. Yeryüzünde Allah dostlarının ve bütün samimi gönüllerin anlaşma biçimi olan bu mükemmel dil, peygamberlerin, havarilerin, sahabenin ve kutsîlerin dilidir. İnsanlığa götürecek mesajı olan ve gâyesi evrensel barış, diyalog ve hoşgörüyü esas alan bir model oluşturmak olan kişilerin de bu dile ihtiyacı vardır. Nitekim, "Söz temsil kanatlarıyla uçurulabildiği ölçüde, gönüllerde heyecan uyarır ve bütün engelleri aşarak gider her istidada ulaşır. Sineleri her zaman saygıyla İslâm diye çarpanlar, oturup kalkıp onun heyecanıyla yaşayanlar, kendi gönülleri de dahil, ne kaleler aşmış ne kaleler fethetmiş ve ne medeniyetler kurmuşlardır."8 Geleceğin dünyasını da "gönül verdikleri yüce hakikât sayesinde, hayatları hep ukbâ buutlu, tabii üsluplarında aslâ alafrangaya girmeyen, düşüncelerini kendi enstrümanlarıyla seslendiren, sözlerinin belâgatini samimi olmalarında arayan, düşüncelerini ihlasla besleyen, hiçbir zaman cümlelerini süsleme lüzumu duymayan"9 mükemmel dil sahipleri kuracaktır.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
20 Temmuz 2006       Mesaj #24
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Dilde Yabancılaşma
Mehmet SUCU

Ad:  dill.jpg
Gösterim: 345
Boyut:  27.6 KB
Bir televizyon kanalı, 'Best Model Türk Dili Konuşan Ülkeler' yarışması düzenlemiş. Yani Türk dili konuşan ülkelerin mankenlerinin yarışması. Hem Best Model, hem de Türk Dili konuşan ülkeler... Tam, 'altı kaval, üstü şeşhane' deyimine uygun bir durum...
Maalesef günümüz insanı sözlerinin arasına İngilizce, Fransızca vb kelimeleri sokuşturmayı kültürlü olma göstergesi addetmektedir. Sadece sözlerinde yer vermekle kalmayıp, günlük hayattaki bir çok eşyayı ve kavramı da yabancı kökenli kelimelerle anlatmaktadır. Özellikle gençler olmak üzere insanlar artık; 'Blue Jean Center'dan aldığı 'new creation' kıyafetleri giyerek, 'restaurant'a veya 'fast food'a gidiyor. Kapıda 'closed' yazarsa geri dönüyor, 'open'i görünce 'push'u da okuyup kapıyı iterek içeri giriyor. 'Köfte burger' yiyip çıktıktan sonra; 'cafe'ye ya da 'wc'ye gitmek isteyebilir. Daha sonra 'new style dizayn' edilmiş 'club'larda vakit geçiriyor. Eğlencesi genellikle 'non stop'tur. Saçlarına, üzerine 'sprey' sıkmıştır. Arabası 'steyşin' olabilir. Yedek tekerleğe ihtiyacı yoktur, nasıl olsa 'stepne'si vardır. Mükellefi 'stopaj' öder, çiftçisi 'sübvansiyon' bekler, borsacısı 'spekülasyon' yapar. Sanatçıları 'star'dır. 'Suare'de veya 'matine'de mutlaka bulunmalıdır. Tercümesi 'spontone', anlaşması 'stand-by'dir. Yarım gün tatildedir. Ona ihtiyaç duymaz. Çünkü 'part-time' çalışmaktadır. Yılbaşında 'eşantiyon', 'promosyon'lar dağıtılır. Ortamın 'steril' olmasına çalışır. Ancak genellikle 'stres'li olduğundan 'spazm' geçirir.

Yabancı kökenli bu kelimelerin dilimizde bu kadar çok yer tutması, günlük hayatta tabelalarda, basında, caddelerde bu kadar çok kullanılması, dilimizin geleceği konusunda kaygılanmayı gerektirecek boyuttadır. İnsan birçok büyük şehrin caddesinde dolaşırken, kulaklarını tıkayıp sadece tabelalara baksa, kendini rahatlıkla yabancı bir ülkede hissedebilir.

Bu durumun yeni bir şey olmadığını, eskiden de buna benzer durumlarla karşılaşıldığını kaynaklardan, eski yazarların hikâye ve romanlarından öğreniyoruz. Bu konuya değinen yazarlardan biri de Ahmet Hikmet Müftüoğlu'dur. Yazar, 1922 yılında yazdığı 'Turhan Nasıl Çıldırdı?' adlı hikâyesinin kahramanı Turhan'ın şahsında şunları anlatmaktadır: Turhan sokakta, duvarlarda ve cemakânlarda, dükkânların üstlerindeki Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca hattâ Rusça ilânlara, yaftalara, reklâm afişlerine bakar: 'Yarabbi! Bu memlekette bir zabıta, bir şehremaneti (belediye başkanı), bir matbuat nizamnamesi yok mu?' diye feryat ederdi. Çünkü Avrupa'nın hiçbir tarafında yerlilerin lisanından başka bir dil, bir yazı ile sokaklarda ilân, yafta görmemişti.

Paris'te, Londra'da, Newyork'da dersaadetten pek çok ecnebi mevcut olduğu halde, İngiltere ve Amerika'da İngilizce'den gayrı sokaklarda bir yazı görülmezdi. Ekseri kahvehanelerde; 'ena isketo' lokantalarda 'ona kutleta', iskelelerde 'ena pedi' çığlıkları biçâre Turhan'ın kulaklarını törpüler delerdi. 'Bu nasıl millî, bu nasıl resmî lisan? Bu nasıl memleket, bu ne kayıtsız, duygusuz millet?' derdi.

Genç; tasavvurunun, tahammülünün farkındaki bu hallere karşı daima isyan ederdi. Polis müdürüne, matbuat müdürüne gider, baştan savulurdu. Ceridelere makaleler yazar, sansür çıkarırdı. Büyük makamlara lâyihalar (dilekçe) takdim eder, 'hıfz' işaretiyle evrak odalarına gönderilirdi. Bu suretle muvaffak olamayınca, yeni ve ateşli bir nesil yetiştirmek için evvelâ hususî bir mektebe fahri, sonra devlet mekteplerinden birine muvazzaf (kadrolu) muallim oldu. Bir müddet geçti, talebeyi dersten başka şeylerle meşgul ettiği suçlamasıyla kınamaya maruz kaldı, istifaya mecbur oldu.'

Restaurant, cafe, center, shop, night clup, wc, express, highlife, newline, colelction, color foto, by by, pardon, part time, full time, carrier, family, jean, new style, creation, open, closed, push, cottonland, full automatice, best model.. vb kelimelerle de, bugünün Turhanlar'ı karşılaşmakta. Ancak günümüzün Turhanları'nın, hikâye kahramanı Turhan kadar şuurlu oldukları söylenemez. Bu kelimelerin kullanılmakla yetinilmemesi, genellikle İngilizce'de yazıldığı şekilde yazılması, söylendiği şekilde telaffuz edilmesi büyük bir çoğunluğu rahatsız etmemekte, çoğunun dikkatini dahi çekmemektedir.

Yazarın seksen sene önce gördüğü ve hikâyeleştirdiği bir meselenin halledilmesi bir yana, bugün daha vahim bir durum almış olması, yeterli çalışmanın yapılmadığını göstermektedir. Seksen sene sonra yine aynı manzaralarla karşılaşılmaması için alınması gereken bazı tedbirler olmalı.

Fertler bu konuda hassas olmalıdır. Türkçe karşılığı bulunan yabancı kökenli kelimeleri kullanmaktan kaçınılmalıdır. 'Pardon, çok pardon' yerine, 'afedersiniz, özür dilerim, izin verir misiniz' vb cümleleri pekâla kullanabiliriz. 'Mersi' yerine 'teşekkür ederim, sağ ol' diyerek, meramımızı ifade etmek değerimizi eksiltmez. Yabancı kökenli karşılıklarını kullanmanın değerimizi artırmayacağı gibi...

Yazılı ve görüntülü iletişim vasıtalarında çalışanlar; yazılarında, programlarında Türkçe kelimeleri kullanmaya özen göstermelidirler. Bu yayınları seyredenler bunları örnek almakta ve bunlardan etkilenmektedir. Buralarda duydukları, gördükleri, okudukları kelimeleri bir süre sonra kullanmaya başlamaktadırlar. Sözgelimi yılbaşı dolayısıyla hazırlanan bir programda sahneye; 'New Years' yazılı bir yazı asmak ne seyirci sayısının artmasına, ne de programın kalitesine bir katkıda bulunabilir. Bunun yerine, 'Mutlu Yıllar, Mutlu Seneler, İyi Yıllar, İyi Seneler', gibi ifadeler kullanılabilir. Böylece muhatap ne denilmek istendiğini daha rahat anlar ve programda meramınızı daha kolay anlatmış olursunuz. Sahası ne olursa olsun, dil konusunda eğitimcilere çok büyük vazife düşmektedir. Sadece eğitimciler değil, herkesin; Türkçe'nin doğru ve güzel kullanılması konusunda büyük bir hassasiyet göstermesi, çok şuurlu davranması, dilimizin geleceği açısından son derece önemlidir.
Son düzenleyen Safi; 23 Nisan 2016 22:01
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
20 Temmuz 2006       Mesaj #25
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Dil Kasabası
Erdal ARALAN

Yaşadığımız yüzyıl içerisinde 1930'lardan başlayarak dil öğretiminde en çok tartışılan konulardan birisi "yabancı bir dili sınıfta nasıl öğretiriz?" idi. Bir çok teori ve uygulama dil öğrenimi tarihinde sırası ile tatbik edildi. "Communicative approach" (iletişime dayalı öğreti) en çok tutulan ve ve-rimli olan metotlardan birisi oldu. Bu metoda göre meselâ bir İngilizce öğretmeni, derste anadili hiçbir zaman kullanmayacak, bütün sınıf içi ve sınıf dışı faaliyetleri İngilizce olarak açıklayacaktır. Öğretmen çok zor durumda kalırsa öğrencinin anadiline başvuracaktır. Yine bu metoda göre öğretilecek olan İngilizce yaşayan, gerçek ve fonksiyonel İngilizce olacaktır. Yani hangi durumlarda hangi İngilizce yapıları kullanılıyorsa, şu anda geçerli olan hangi yapılarsa, bunlar öğretilecektir.
Böyle bir programı gerçekleştirmek için okul içinde ve okul dışında İngilizce konuşulan bir ortam hazırlamak en ideal durum olacaktır. O hâlde dil öğrenmenin gayesi, okulda veya herhangi bir dil kursunda sınıf geçmek değil de, yabancı dili gerçekten anlayabilme, konuşabilme ve yazabilme olacak ise (ki gerçek dil öğrenimi budur), bunun en kolay yolu dilin konuşulduğu ülkeye gidip hem ESL dersleri alma, hem de kendini o yabancı dilin kullanıldığı ortama bırakma ve dili orada yaşadığı şekli ile öğrenme olacaktır. Ünlü dil bilimci Stephen Krashen, okulda öğretilen kurallara uygun dil öğretimini "dil öğrenme" (learning) ikincisini ise "dili özümseme, alma" (language acquisition) olarak tanımlar ve ekler: "dil öğrenme şuurludur; fakat dili alma, özümseme şuur altıdır".

Amerika'da Los Angeles'taki üniversitelerden birisinde yapılan bir araştırmada, beş yaşında Çinli bir çocuk, bir kelime dahi İngilizce bilmediği hâlde anaokuluna kaydedilir. Öğrencinin ismi Paul'dür. Paul iki yaşında iken Los Angeles'a gelmiş, anaokuluna kayıt yapılana kadar da evden dışarı hiç çıkartılmamış, hiç Amerikalı arkadaşı olmamış, annesi, babası ve bakıcısıyla hep ana dilinde konuşmuş ve evde hiçbir şekilde İngilizce televizyon kanalları izlenmemiştir. Anaokulundaki sınıf arkadaşlarının hepsi Amerikalı öğrencilerdir. Anaokulunun süresi 4,5 aydır.

Paul okulda devamlı İngilizce ile karşılaşmaktadır. İlk öğrendiği cümlelerden birisi "get out of here"dir. Bir gün Amerikalı sınıf arkadaşı onun yanına oturmasını istemez ve bu cümleyi söyler. Diğer bir gün Paul bisiklete binerken kendisini rahatsız eden Amerikalı sınıf arkadaşına aynı cümleyi mırıldanır "get out of here". Gerçekte Paul kullandığı cümlenin kelimelerini tek tek bilmez fakat bildiği, böyle bir durumda kulla-nabileceği cümlenin bu olduğudur.

Diğer bir gün resim dersinde resim çizerken diğer arkadaşının "I am finished" demesiyle öğretmeninden "you can go now" cevabını alıp sınıftan dışarıya çıkması, Paul'e örnek olur. Paul de resmini bitirdikten sonra aynı şekilde cümleyi söyler ve dışarı çıkar. Ve bir kaç kez, aynı cümle ile değişik durumlarda karşılaşan Paul, artık "I am finished" cümlesinin "bitirdim" mânâsına geldiğini öğrenmiştir. Bu şekilde Paul 19 hafta içinde İngilizce'yi, aynı süre dahilinde normal İngilizce eğitimini sınıfta alan bir öğrenciden çok daha ileri bir seviyede öğrenmiştir. Sebep gayet açıktır: Paul tamamı ile İngilizce konuşulan bir ortamda bulunmuş, dil üzerine normal bir eğitim almadığı hâlde Amerikalı arkadaşları, çevresi onun için en büyük kaynak olmuştur.

19 hafta içerisinde İngilizce'yi konuşur hâle gelmiştir ama henüz hiçbir gramer kuralı bilmemektedir. Kendimizi ele alıp düşünecek olursak her biri-miz doğduğumuzdan itibaren çevremizden duyduğumuz cümleleri taklit ederek, tekrar ederek dili öğreniriz. Ve çok gerekli olan kurallar dışında da Türkçe gramerini fazla bilmeyiz. (Belki gramer bize ortaokul 2 veya 3 itibari ile ders olarak konur ve ciddî olarak öğrenmemiz istenir. Ve biz o devreye kadar Türkçe'yi konuşmakta hiçbir zorluk çekmeyiz.)

O hâlde, yabancı bir dili öğrenmek için ilk olarak o dilin konuşulduğu bir ortamın gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Dil öğrenmek isteyen bir öğrenci 'hedef dil' ortamında dili çok çabuk, doğru bir şekilde ve şuur altına yerleştirerek öğrenebilir. Bu şekilde öğrenilen dil ödünç alınan bir elbise gibi değil, ömür boyu kullanılmak üzere satın alınan bir elbise gibi kendimize ait olur. Bu durumda dil öğrenmek için yurt dışına gitme gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Fakat her dil öğrenmek isteyen öğrenci, hem maddî sebepler, hem de bazen suç oranlarının yüksek olması sebebiyle yurt dışına gitmek istemez. O zaman diğer bir çözüm akla geliyor: İngilizce dil ortamını burada, Türkiye'de oluşturmak.

1970 yılında bir grup Rusça öğretmeni Rusya'nın dağlık, kamp alanı olarak kullanılan bir yerini kiralayarak burayı bir dil köyüne çevirdiler. Köy içindeki levhalar, gümrük kontrolü her şey Rusça oldu. Haberleşme, televizyon, radyo her türlü iletişim aracı Rusça üzerine tasarlandı. Daha sonra öğrenciler buraya davet edildi ve eğitim başladı.

Öğrenci sınıf içinde gördüğü eğitimden sonra okul dışında yine Rusça ile karşılaştı ve sonuç oldukça başarılı oldu. Öğrenciler böyle bir kampta Rusça'yı kısa bir sürede, yaşayan gerçek dil yapıları ile özümseyerek öğrendiler.

Aynı proje kendi ülkemizde yapılabilir. Şehirden uzak bir yerde, öğretilecek dilin klâsik bir ortamı inşa edilebilir. Kasabanın her türlü tabelaları, işaretleri bu dilde olacak, her türlü sosyal, kültürel birimleri, postahane, sinema, klinikler, lokanta, kütüphane, gazete bayileri bu dili konuşan aileler tarafından işletilecektir. Televizyon, gazeteler, dergiler de hep bu dilde yayın yapacaklardır. Kısaca öğrenci Türkçe ile irtibatını kesecek sadece hedeflenen dili konuşacaktır.

Dil öğreniminde "kültür" önemli bir faktördür. Öğreneceğiniz dilin kültürünü bilmezseniz dil içerisindeki yapıları, onunla ilgili esprileri, nükteleri yakalamanız çok zordur. Bir ülkenin kültürünü öğrenmek ve anlamak o dili anlamayı kolaylaştırıcı faktörlerden birisidir. Yine böyle bir kasaba ortamına bir lise hazırlık sınıfı kurulabilir, bir dil kursu veya yaz okulu açılabilir. Lise hazırlık sınıfına gelen öğrenci yatılı olarak burada kalır ve ancak sömestr tatilinde eve gitmesine izin verilir. Yine böyle bir okulda müdür ve çalışanlar ana dili hedef dil olanlardan veya bu dilin konuşulduğu bir yerde doğmuş, Türkçe'yi az bilen eğitimli Türklerden olabilir.

Kısacası, böyle bir kasabada, yaşayan dil konuşulacaktır. Böyle bir ortamda öğrenci, okul içersinde duyduğu konuşulan hedef dili, okul dışında her şeyi ile o dile ait olan bir ortamda pekiştirerek çok kısa bir süre içerisinde geliştirebilir. Sözün kısası bu projenin temel prensipleri, yabancı dil öğrenirken ana dilden mümkün olduğunca az faydalanma ve gerçek dil materyallerini kullanma olacaktır. Tabiî ki böylesine dev bir proje, çok büyük bir maliyet ve ekip çalışması gerektirmektedir.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
28 Temmuz 2006       Mesaj #26
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Kelimelerin Kökleri
Safvet SENİH

Bazıları, bir kelimeyi anlamak ve yerinde kullanabilmek için o kelimenin etimolojisini bilmek gerektiğini iddia ederler. İlk bakışta insana inandırıcı gibi görünen iddialarını biraz incelemeye tabi tutunca, bunun şart olmadığını anlayabiliriz.

Bir kelimenin manasını ve bugün ne şekilde kullanıldığını iyiden iyiye öğrenebilmek için mutlaka çok derinlere gitmeye gerek yoktur. İngiltere ve Amerika’da etimologlar ve bazı filologlar hariç, hemen hemen hiç kimse bütün kelimeleri geniş bir aile grupları halinde öğrenemezler. Mesela, “Lady” kelimesinin etimolojik olarak “somun yoğurucu manasına Eski İngilizce “hlaefdiqe” den geldiğini ve “dough” (hamur), “dairy” (süthane) gibi Anglosakson ve Eski İngilizce asıllı daha pek çok kelimeyle akraba olduğunu dil bilginlerinden başka kimse bilmez. Yazarların her halde çoğu “lord” un Eski İngilizce’ de ‘hlafward (somun muhafızından) geldiğini, “warden” (gardiyan) ve “steward” (önceleri “domuz bekçisi”, şimdi “metrdotel” “kamarot”, “ayvaz” v.s.) kelimeleriyle aynı kökten olduğunu bilmezler. “Reward” (mükafat) kelimesinin ise Eski Fransızca “reguarder” den geldiğini hiç bilmezler.

Bir kelimenin etimolojisini bilmek o kelimeyi daha anlamaya ve tam yerinde kullanmaya mutlak olarak yardım etmediği gibi, bazan insanı şaşırtabilir de... “Cynic” kelimesini ele alalım; Grek felsefesinde “cynicler” yegane iyiliğin fazilet olduğuna inanan, bunu sağlamak için de nefse hakimiyet ve hürriyet salık veren filozoflardı. Köpeklerin ne kadar sadakatli ve fazilet sahibi hayvanlar olduğunu düşünürsek bu felsefe mektebinin ismini niçin Grekçe “kynikos” (köpek) ten almış olduğuna şaşmayız. Gelgelelim kelime bu manaya takılıp kalmıyor. Bir zaman sonra, “cynic” namiyle anılan filozoflar örf ve adetlerin ve cari felsefelerin şiddetli tenkitçileri olarak tanınıyorlar. Modern “cynic” kelimesi işte bu ikinci manadan doğuyor. Şimdi bu adama cynic denildiği zaman kedisinin herşeyi kötü gözle gören, başkalarını hareketlerinde daima menfaat gizli olduğuna inanan bir kimse olduğu manasını çıkarırız. Cynic kelimesinin manaca artık ne köpekle, ne de köpeklikle hiç bir ilgisi yoktur. Ama bizde etimoloji bilgisi çok, mantık bilgisi kıt birisi çıkar, cynic yerine (köpeksi) dememizi tavsiye eder. Halbuki, mesela “Hocam sözlerinizde bir “cynisme” saklı, yerine “Hocam, sözlerinizde bir köpeksilik saklı,” demeye bu milletin sadece milli zevki değil, milli terbiyesi de müsaade etmez.

Aynı şekilde “uslu” kelimesindeki “us” (akıl) köküne bakılarak bu kelime “akıllı” manasına kullanılamaz. “Uslu” ile “akıllı” arasındaki farkı yalnız uslu çocuklar değil, yaramazları bile bilir. İnsanların gelişip olgunlaşacağını kabul ettiğimiz gibi dil ağacının kelimelerinin de kemale ereceğini kabul etmemiz gerekir.

Bir adamın adının Aslan, Korkmaz yahut Satılmış olmasına bakarak o insanın nasıl aslan, korkmaz yahut satılmış olduğuna hükmedemezsek, bir terimin lafzına bakarak da o terimin manasını anladık diyemeyiz. “Sürrealizm” terimi bize eğer bir şey söylemiyorsa, “gerçeküstücülük’’ de söyleyemez. “Gerçeküstü” ne demektir? Sanatta kübizm, fütirizm, fovizm, ekspresyonizm, hepsi gerçek üstü değil mi? Fauvisme (fovizm) “vahşi hayvanlık” demektir. Halbuki, Matisse’ in, Rouault’nun, Derain’in vahşi hayvanlıkla ne alakaları vardır? Onlara bu adı veren san’at tenkidçisidir. Bu tenkidçinin bile “vahşi hayvanlık” la alakası yoktur. “Vahşi renkler” kullanmak başka “vahşi hayvanlık” başkadır.

Terime bakıp, terim uydurma laubaliliğinden kurtulup terimlerin aslını, manasını öğrenelim. Yoksa Peyami Safa’ nın da belirttiği gibi mesela; “benimiçincilik” hiç bir zaman “egocentrisme” karşılığı olamaz. Söylediklerimiz yanlış anlaşılmasın. Biz hemen herşeyde olduğu gibi, etimoloji bahsinde de ne ifrat ne de tefrit taraftarıyız. Bütün kelimelerin etimolojisini herkese öğretmeye kalkışmak ne kadar fuzuli bir emek olursa, hiçbirimize hiç etimoloji öğretmemekte o derece yanlıştır. Arapça ve Farsça’ nın bazı temel gramer kaidelerini öğrenmek her Türk münevveri için lüzumlu olduğu gibi, en sık geçen Grekçe ve Latince kökleri bellemek de faydalıdır. Hele beynelmilel ilmi terimlerin çoğu Grekçe kök ve eklerden yapıldığı için, biz de o kök ve eklerin hiç olmazsa en mühimlerinden bazılarını öğrenmek mecburiyetindeyiz. Evet biz Siyavuşgil’ in dediği: “Kulaklarımız, kelime ve cümlelerin yedi göbek ötesinden gelen şehadetlerle değil, musikisinde, duygu ve fikirle uslubun tam kaynaşmasından süzülen ahenktedir.” anlayışını kabul ediyoruz.

Yoksa bir kelimenin kökünü bilmezsek onu doğru kullanamayız, anlayışını bir anlık kabul edersek bile bu fikri kabul edenlerden mesela Nurullah Ataç’ın açık mektubunda geçen kelimeler de bir sürü izah isteyecek. “Kelime” karşılığı kullandığı “tilcik” teki “til” köküne ne diyelim. Bunun manasını kaç kişi biliyor? “Tilcik” i nasıl yerinde kullanacağız? Ya “ücük” (harf) “nen” (şey), “yoru” (mana) ve daha binlercesini? Hepimiz bu ölü kökleri bellemeye kalkarsak milletçe belki etimolog oluruz ama başka hiç bir şey öğrenmeye ve yapmaya vaktimiz kalmaz.

Bir de dilimizde “etmek’’ li fiiller var. Bunların da kökü yabancıdır diye atamayız. Yazı üslubu, her moda gibi zamanla değişebilir. Şimdi hemen bütün dünyada cereyan, sade dile doğrudur. Halk Türkçesiyle de edebiyat olur. Fakat “sade” olsun dersen Türkçe’ yi fakirleştirmeye hele avamfiripçe bir davranışla aşağı bir seviyeye düşürmeye hiç hakkımız yoktur. Evet öz Türkçe’ dir diye, fikrimizi tam anlatmaktan uzak olan kelimeleri (fiilleri) kullanmak doğru olmuyor. Sevmek: teşhir etmenin; çoğaltmak: teksir etmenin, çektirmek: istifa etmenin karşılığı olamaz (işten el çektirmek de manayı karşılamıyor.). Böyle gayretkeşlikler, üç aylık kurstan sonra ecnebi bir dille konuşmaya çabalayanların ibtidailiklerini hatırlatıyor. Her millet gibi biz de kendimizi dünyadan hariç düşünemeyeceğimize göre, doğudan da batıdan da, kuzeyden de, güneyden de “etmek” li fiiller dilimize girmeye devam edecektir. Öteden beri, milletimiz için iki şık vardı: “Ya “etmek” siz kabile hayatı, veya “etmek” li medeniyet bütün dikenlere rağmen “gül” ü ‘‘kediotu” na tercih ederiz.

Şimdi bunlardan bazı misaller verelim:

(1) Mezcetmek: (katıştırmak)
Kanuni Süleyman’ın ihtişamı ile Sinan’ın dehasını mezceden bu İslamiyet Abidesi binlerce Müslüman ile dolup taştı.
Bu iki sistemin mantığı ve oyun kaideleri birbirlerinden tamamen farklıdır. Bunları mezcetmeye imkan yoktur.

(2) İlzam etmek: (cevap veremez hale getirmek)
Bu nurani simalar ne güzel konuşuyorlar. Ne tatlı telmihler, ne ince nükteler, ne yumuşak cinaslarla karşı tarafta bulunanları ilzam etmeye çalışıyorlar.
O, isticvabında, gerek muhakemede akılları durduracak bir soğukkanlılıkla kendini ve davasını müdafaa etmiş ve en güçlü hâkimleri ilzam edecek, iddia makamını tereddüde düşürecek cevaplar vermişti.

(3) Cerhetmek: (çürütmek)
Bu mecmuanın o çarpık teoriyi cerheder tarzda kaleme alınacak bir makaleyi neşre amade olduğu haberi de memnuniyet uyandırıcı bir şey.
Bazıları hiç araştırmadan kendilerine telkin edilen faraziyeleri cerhedilmez bir hakikat sanıp, hür düşüncelerinin emin yerde bulunuşu ile öğünüyorlar.

(4) Cehdetmek: (çabalamak)
Eğer milletin ıstırabından doğma bir şuurun ateşinde dövülmüş bir çelikten irade, bütün bu perişan emelleri, bu dağınık cehdleri bir araya toplayıp bir hedefe doğru sevketmezse, encamımız nereye varır?
Daima ileriye doğru cehd ve gayret etmedikçe ve zaman terakkiyatından faydalanamadıkça muvaffak olamayız ve yaşayamayız.

(5) Heder etmek: (boş yere harcamak)
“Kurt geldi, bir koyun daha kaptı!” kabilinden bir anlayışla millet evlatlarını heder edemeyiz.
Gelecek nesilleri düşünmeden, elimizdeki imkan ve nimetleri heder etmeye hakkımız var mı?

(6) Empoze etmek: (zorla yaptırmak) Tekniğin, fizik-maddi ilimlerin tekamülü, son keşifler, daimi sulhu sağlayacak bir organizasyonu insanlığa empoze edecek güçte midir?
Gururlarını empoze ederek, insanlar saygı toplayabilirler mi?

(7) İhtida etmek: (müslüman olmak, hidayete —doğru yola— girmek)
Hidayete mazhar olarak “Mir Reşid” namını alan Zaharyadis Efendi, ihtidasından evvel Fener Patrikhanesinin baş vazifelisi idi.
Maurice Bucaille, Kaptan Cousteau, Roger Garaudy ve Hans Aiberg gibi meşhurların ihtida etmesi Batıda müslümanlığın yayılmasını bilhassa Fransa’ da kiliselerin camiye çevrilmesine sebeb olmuş, bu vaziyet hristiyan çevreleri korkuya düşürmüştür.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
28 Temmuz 2006       Mesaj #27
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Seyyah Kelimeler
Sızıntı

Bütün dillerde, birçok kelime başka dillere geçmiş, denizler aşırı ülkelere seyahat etmiştir. Bazıları gittikleri yerlerde vatan tutup kalmış âdeta evlenip çoğalarak bir kelime topluluğu meydana getirmişlerdir. Bazıları kök atıp bir aile meydana getiremedikleri için yok olup kaybolmuş, arkalarından bir nesil bırakamamışlardır. Bir kısım kelimelerin, kendileri veya torunları tekrar kendi memleketlerine döndüklerinde öyle bir hüviyet değişikliğine uğramışlardır ki, artık tanınmaz bir hâl almışlardır...

Bu gerçek bütün dil âlimlerince bilindiği halde, bizde bilinmemezlikten gelinmiştir. Bu fıtrî kanuna karşı, bilerek veya bilmeyerek gözlerini yumanlar, dilimizde yerleşip kökleşmiş, renk renk meyve vermiş binlerce kelimeyi, yabancı sayarak lügatlarımızdan ve dillerimizden atmak istemişlerdir. Fakat yepyeni sürgünlerle, taptaze fidanlarla en ücrâ yerlerimize kadar giren bu kelimeleri ve onlardan meydana gelen kelime ailesini sürüp çıkarmanın imkânsızlığını görünce bu sefer, bütün kelimelerin bizim dilimizden çıktığını bütün dünya dillerinin Türkçeden doğduğunu iddia etmeye başlamışlardır.

Bunun neticesinde meydana gelen garabetleri önceki sayılarda arzetmeye çalışmıştım. Bu sayıda da bir başkasına işâret ettikten sonra, bir çok ülkeyi gezip dolaşan bazı kelimelerden bahsetmek istiyorum.

"Yafetik Okul"u kuran Rus dil bilginlerinden Nikola Marr (1865 - 1934)'dan "rahmetli Marr" diye "Arapçanın Türk Diliyle Kuruluşu" isimli eserin 1. cildinin 5. sayfasında bahseden Prof. Naim Hâzım Onat, imparatorluğumuzun hâkim olduğu dönemlerde Türkçeden Arapçaya ister istemez giren kelimeleri delil getirerek aslında Arapçanın Türkçeden doğduğunu isbata kalkışmış ve bu mevzuda 1944'de büyük hacimde adı geçen eseri neşretmiştir. Bu eserden gâye güneş dil teorisini desteklemekti....

Otobüs kafilesiyle hacca giderken bir kavga ile karşılaşan bir hoca efendi şöyle demişti. "Ayıralım diye Arapça bağırıp çağırarak kavga eden bir kalabalığın içine girince, oradaki vatandaşlarımızdan birisi bana —"Lâ tükarışhâ!"Yani kavgaya karışma diye engel olmak istemişti..." Burada karışmak masdarından gelen kelimenin Arapça kalıba uydurularak "neni hâzır" siğasına nakledildiğini görüyoruz. Şimdi bunun gibi Arapça "telfene" "telefon etti" demektir. O zaman Arapçanın Yunanca'dan doğmuş olduğunumu iddia edeceğiz. Araplar telefona "hâtif derler ama, "tilifun" diye de kullanırlar. Nitekim "mibsâr" dedikleri yunanca asıllı televizyona da "tilifizyun" derler. Hatta bu kökten olmak üzere kullandıkları "Telfeze" kelimesi uzaktan görüş demektir.

Gorci Zeydan diyor ki: "Arapça fiillerden büyük bir kısmının câmid isimlerden çıktığı ve aslında yabancı bir kelime olup sonradan arapçalaştırıldığı gözden gizli kalmıyacak bir hakikattir. Meselâ, Felsefe, tefelsefe gibi... Bunların aslı Philosofia kelimesidir ki Philia "sevgi", Sofia, "hikmet" köklerinden birleşmiştir. Bu çeşit kelimeler Arapçada çoktur, bunlardan en çoğu Farsça, Yunanca, Lâ-tinceden alınmıştır. Diller eğreti kelime almak ihtiyacından hiçbir zaman kurtulamaz. Halkın "istif etti" yerinde kullana-geldiği"settefe" kelimesini sözlüklerde göremeyiz. Anlaşıldığına göre bu da, her ikisi de aynı köke dayanan "Stow" "Stuff'tan alınmıştır. Halkın bunu ingilizlerden aldığı büyük bir ihtimalle söylenebilir. Biz kelimelerin göç hikâyelerini dinlerken, göçmen insanların kıssalarını duyar gibi oluruz.

Meselâ "şah" kelimesinin başına gelenler İran şahlarının başına gelmemiştir. Satranç oynasın oynamasın hemen herkes "şah mat" tâbirini bilir. Muârız şâha hücum ettiğiniz zaman "şah" diye ikaz e-der, gidecek yeri olmazsa "mat " der, oyunu bitirirsiniz. Arapça "mâte" öldü demektir. Ama artık kalıp halinde "şah mat" "şah öldü" demektir. Bir satranç tabiri olarak bunların birbirinden ayrılamıyacağı gibi, dilimize geçerken de böylece kalıplaştığı için kimse onun yerine "şah öldü" demez. Ortaçağ'da satranç oyunu Acem diyarından kalkıp Frenk diyarına göç ettiği zaman "şah mat" sözünü de beraber götürdü. Satranç bugün belki oyunların kralıdır, ama Ortaçağ Avrupasında ancak kralların oyunu idi. Şu var ki, "şah mat'taki "şah" sözü, "zarar, ziyan, mağlubiyet" mânâsıyle şatolardan aşıp halka karıştı. "Şah" kelimesi eski Fransızca'da "escheque, eschec" yazılıp "eşek" diye okunmuştur. (Bunun satrançtaki "at"la bizim "merkeb"le, hiç bir alâkası yoktur.) Orta İngilizce'de "escheque" baştaki harflerin düşmesiyle "checque" haline gelmiştir. Derken "check" (çek) diye yazılmaya başlanmış, mânâsı da "zarar ziyan"-dan "kontrol, tevbîh'e intikal etmiştir.

Arkası çorap söküğü: "check" kontrol demek olduğuna göre, "kontrol altındaki para" için" chekkere" denmiştir. Derken "kontrol, murabeke" altındaki paranın veya bir kısmının ödenmesi için verilen yazılı emre de "check" adı verilmiştir. Ve bugün yalnız İngiliz bankalarında değil, bütün dünya bankalarında harıl harıl çekler alınıp veriliyor. İnsan şah adını düşünüyor da şu "çekilenler" pişmiş tavuğun başına gelmez diyor.

Şimdi soralım: Bu kelimelerin aslı, hâlis muhlis Farsçadır diye İranlılar para yerine geçen kâğıt parçasını hükümdarlarının adı ile mi çağırsınlar? Alış-verişlerinde "çek" yerine "şah"mı istesinler?

Birinin kalkıp "üstad"ın aslı Türkçe "usta"dır. Acemler "usta" demeyi beceremedikleri için "üstad" demişlerdir. Öyleyse biz de onların kelimesini dilimizden atalım demesi uygun değildir. Bir kere "usta" ile "üstad" yapışık kardeşler gibi birbirinin aynı değildir; aralarında ince bir fark vardır. "Usta" belki Acemistana buradan gitmiştir. Ama üstad olarak vatana dönmüştür. "Usta" diye bir "zanaaf'ta mâhir olana denir. "Üstad" ise bir ilim veya sanatta üstün yeri olan kimsedir.

Diğer yandan, aslında "zanaat", "sanat"ın taşra ağzı ile telâffuzundan ibarettir. Fakat aralarında mânâca bir nüans mevcuttur. "Türkçe sözlük'e göre "zanaat", "maddeye dayanan ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan ve az çok el mahâreti isteyen muayyen bir iş''tir. Demircilik, marangozculuk, gibi "Sanat" bu mânâya gelmekle beraber bir mânâ daha taşır; hoşa gidecek, hayranlık uyandıran bir âhenk veya ifâde kullanma işi: Selimiye Camii, yüksek bir sanat eseridir. Selimiye kışlasında hiç sanat yoktur. Şu halde, "zanaat" yerine "sanat" diyebiliyoruz, fakat sanat yerine her zaman "zanaat" diyemiyoruz.

Bazı kelimelerin hakiki etimolojilerine indiğimiz zaman, bunlar bazen birer heyecanlı tarih sayfası kadar insanı cezbederler. Meselâ, Almancaya, Lehçe'ye, Fransızcaya, İngilizceye ve daha pek çok dillere girmiş olan "horde" kelimesi Türkçe "ordu"dan gelmedir. İnsan ne zaman bu kelimeyi bir ecnebi dilde görse, gözünün önüne, başlarında tolgaları, ellerinde kılıçlarıyla heybet ve haşmet saçan atlı akıncılarımız gelir.

"Hakî" kelimesi Hintçe'dir. 1850 yıllarında Hindistan'daki "İngiliz Guide Corps"u beyaz üniformalarını kamufle etmek maksadıyle onları toz toprağa bularlardı. Yerliler İngilizlerin bu kılıklarına bakıp "tozlu" manasına "khaki" dediler. Demeleriyle tutması bir oldu. Yalnız İngilizler değil bütün dünya bu Hintçe kelimeyi kendi öz diline mâl etti.

I. Dünya Harbi'nin en kritik devresinde İngilizler zafer ümitlerini gizli bir silâha, tanka bağlamışlardı. Fakat bu silaha daha bir ad bile bulamadan onu Fransa'ya sevketmek gerekiyordu, —seri ve gizli olarak düşmanı avlamak şarttı— Alman ajanlarını aldatmak için tahta ambalajların üzerine iri puntolarla "su haznesi" mânâsına "TANK" diye yazdılar. Ajanlar yanıltıldı, ithilaf devletleri cepheyi yardı, savaş kazanıldı ama isimsiz silahın adı "tank" kaldı. İngiliz gemicisi Kaptan Cook 1770'de Avustralya'ya çıkıp ta önden cepli, yandan kollu, uzun bacaklı, hop hop giden garip hayvanlarla karşılaşınca hayretler içinde kalır, yerlilerden birisine hayvanın adını sorar. O da "ne söylüyorsun, anlamıyorum" mânâsına "kan—gu—ru" diye cevap verir. Öteki (Cook) memnun, hayvanın adını İngilizce imlâsı ile "kangaroo" şeklinde deftere geçirir. Halbuki Avustralya yerlilerinin kendi dillerinde kangurunun adı. "wallabi"dir.

Arapça'da "şafak" "güneş batmasından sonraki alacakaranlık" mânâsınadır. Halbuki Türkçe'ye "tan zamanı" yani güneş doğmadan evvelki alacalık diye geçmiştir. Böyle tam ters mânâsıyla dilimize geçmiş başka kelimelerden bahsederken İsmail Habib Şevük şöyle der: "Farsça'da "ön" mânâsına gelen "piş''i biz "peşimden gel" diye "arka" mânâsına kullanırız. Arablar "hala"yı "teyze" mânâsına kullandıkları halde biz onu ananın kız kardeşliğinden çıkarıp babanın kardeşi yaptık. Farsça, "serbest'in "başı bağlı" demek olduğu meydanda iken biz onu tam tersine "başı boş" hale getirdik."

"Poyraz"ı "şimal rüzgarı" mânâsına "boreas"tan dilimize aktardığımız gibi daha nice yabancı kelimeleri böyle asıl veya değişik mânâlarıyle alıp söylenişiyle dilimize uydurmuşuzdur. O kadar ki, o dilin sahihleri bile anlayamaz. Meselâ: Çamaşır (câme—şuy); "çorap"(çeyrep); "patlıcan" (bâdingâh); "çarşaf (çadır—şeh); "çapraz" (çeburast); "sarnıç" (sihriç); "tandır" (tennur); "mahmuz" (mihmaz); "perşembe" (penç—şenbeh); "hoşaf (hoş—ab); demektir. Şimdi "hoş—ab"a bakalım. Farsça "hoş su" demeye geliyor. Ama biz hoşafı içerken ne etimolojisini ne de başka bir dilden geldiğini düşünürüz. Çünkü icabında "hoşafın suyu" sözünü bile söyleriz. Halbuki bu "hoş su suyu" demek olur. Bizim tabirimiz hoştur ama bazan haşivlerin hoşa gitmeyeni de olur.

Bazı kelimeleri fonetik bakımdan olduğu gibi bırakmışız, yani şekil ve telâffuzlarına dokunmamışız da, semantik değişikliğe uğratmışız. İsmail Habib Sevük: "Farsça'da "pehl" asker, "vân" ise muhafız mânâsına geldiği için ikisinin birleşmesinden hâsıl olan "pehlevan" onlarda "kumandan" demekken biz kispeti giydirip onu güreş meydanına çıkardık" diyor. İsmail Hamu Danişmend de yazılarından birinde şu enteresan misalleri verir: "Bizdeki (itibar) Arapça'da (ibret almak), bizim (hile) onlarda (çâre,tedbir) bizdeki "imzâ" orada (geçirmek)tir. Arapça'da "halt", karıştırmak demektir. Halbuki biz "halt karıştırmak" şeklinde yeni bir ifade ortaya koymuşuz.

Bütün bunlardan çıkan netice şudur ki, milletimizin şu veya bu yollarla başka dillerden devşirdiği lisan değirmeninde öğüttüğü, milli zevk süzgecinden geçirdiği ve seve seve kullandığı bütün kelime ve tabirleri Türkçe saymak mecburiyetindeyiz.
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
3 Ekim 2009       Mesaj #28
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
ŞİVE
Bir dilin kültür düzeylerine göre gösterdiği değişiklik. Genellikle lehçe, şive, ağız terimleri birbirine karıştırılmaktadır. Şiveler arasındaki değişiklikler temelde ses özellikleridir. Buna göre bilinen şiveler, belirli koşullarda ve dilin herhangi bir döneminde ana dilden ayrılarak, dilin geneldeki gelişimiyle birlikte bir de kendi içlerinde özel bir gelişim çizgisi izlemişlerdir. Bunların başlıca ayrımlarını oluşturan ses, ek ve sözcük özellikleri o dönemin dil malzemeleri ile açıklanabilir. Şive konuşma tarzıdır. Şive aksan olarak da adlandırılabilir. Bir dilin bölgesel söyleniş tarzıdır. (Bir ana dilin içinden çıkmış, tarihte ondan ayrılmış kollarına da bir kısım dilbilimci şive demektedir. Kıpçak şivesi gibi.)
Hasan Eren ağız kavramını şöyle tanımlamaktadır: Bir dilin sınırları içinde bölgelere göre değişen söyleyiş özelliği (Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Ankara 1999).

Şivenin sebepleri fonetik ve morfolojik, folklorik farklılıklardır. Bir şivede en eski dil yapılarından, komşu dillerden öğeler bulunabilir. Coğrafik şartlara göre halkın gırtlak yapısı eski dilin seslerine aşina olabilir (Şanlıurfa ağzında ayın çatlatmak gibi).
Türkiye'de çok şiveli bir dil coğrafyası bulunmaktadır. Ortak dil Türkçe'nin ortak ağzı Türkiye Türkçesi olarak adlandırılır. Ancak, şive konusu sadece dilbilimine ait bir kavram değil halkbiliminin de yakından incelediği bir konudur.
Anadolu'daki Müslüman Türk, Hıristiyan, Musevi kültür mirası yüzyıllardır bir gelenek görenek inşa etti. Tarih içinde akınlar, göçler, sürgünlerle kuzeyden, güneyden, batıdan, doğudan çeşitli kültürler gelip geçti veya yerleşti. Araplar, Kürtler, Çerkesler, Gürcüler, Lazlar, Arnavutlar, Boşnaklar, Bulgarlar vb. kendi dil ve halk geleneklerini bu coğrafyada yaşattılar. Bütün bu unsurlar halk kültürünü oluşturdu.

Gitmek eyleminin gelecek zaman çekimli örneğinde;
Karadeniz; cideceğum, İç Anadolu; gidecem, Trakya; gitçem.
Bireylerin anadili ile ana dili farklı olabilir. Anadili Türkçe olan bireyin ana dili Arapça olabilir. Arapçayı aileden öğrendiğinde, gırtlağındaki ayın gibi çatlamalı harfler anadiline yansır. Urfa, Antep ağızlarında böyledir.

Lehçe ile şiveyi karıştırmamalıdır.
Lehçe, bir anadilin koludur. Türkçenin belli başlı şiveleri Orta Anadolu, Ege, Trakya, Karadeniz, Rumeli, Doğu, Güneydoğu ağızlarındadır.
Şivelerde dilbilgisi kuralları yoktur. Bölge kültürünü, yöre özelliklerini taşır. Dilde, özellikle konuşma dilinde tekdüzeliği kaldıran, empati uyandıran bir yanı vardır. Sakıp Sabancı merhum, şivesini hiç değiştirmemiş, bir şive simgesidir

Bir dilin, hususiyet taşıyan en küçük koludur. Diyalekt, Latincede dialectus, [Grekçe]de dialektos olarak geçer.
Lehçe kendi kelime dağarcığı ve grameri olan sözel (sözlü veya işaretli olan ama mutlaka yazılı olmayabilen) bir iletisim sistemidir; ağız da denmektedir. Diyalektle uğraşan ilim kolu ise diyalektoloji olarak adlandırılır. Lehçeyi konuşan kişilerin sayısı ve bölgenin büyüklüğü değişir. Bu yüzden geniş bir bölgede pek çok lehçe olabileceği gibi o lehçelerin konuşulduğu daha küçük bölgelerde de başka lehçeler olabilir.
Lehçe kavramı aşağıdaki ilgili kavramlardan ayrı tutulur:
  • Sınıf dilleri (sosyolekt), bir dilin belli bir sosyal sınıf tarafından konuşulan çeşididir,
  • Standart diller, genel kullanım için standartlaştırılmış dillerdir (örneğin yazım standartları),
  • Jargon', belli bir meslek veya uzmanlık dalının özelleşmiş kelime hazinesi içeren dilidir,
  • Argo, bir grup üyelerinin yabancılar tarafından anlaşılmamak için geliştirdiği, kendi ana dilleri veya lehçelerindeki standartlara uymayan kullanımlardır,
  • Pidgin ve melez diller (creole) birbirinin dilini bilmeyen toplulukların anlaşabilmek için oluşturdukları karma dillerdir.
Bir dilin çeşitleri sadece gramer ve kelime hazineleri ile birbirinden ayrılmaz, ritim ve ahenk de dahil olmak üzere telaffuz ile de farklılık gösterebilir. Eğer farklılıklar telaffuz ve seslendirmeden ibaretse "lehçe" veya "çeşit" terimlerinden ziyade "şive" terimi kullanılır.

Sınırlı olmasından dolayı, tarihte yüzyıllarca dar bir bölgede konuşulan ağzın, mensup olduğu yazı dilinden ayrılıklar göstermesi olağandır. Çünkü yazı dili bir milletin kültürünün muhafazası için gelişmiş, başka dillerle münasebette bulunmuş, kendi kaideleri içinde yeni dil unsurları yaratmış, başka dillerden aldığı yabancı kelimeleri kanunlarına uydurmuş ve kendisine mensup ağızlarda hâkim olarak varlığını sürdürmüştür. Ağızların mensubu bulunduğu dille ayrıldığı noktaları takip etmek, yazılı mahallî metinler varsa mümkün olur. Ağızdaki gelişme, hep sözde kalması sebebiyle yazı diline nispetle daha hızlıdır. Bu yüzden bazen bir ağız ile mensubu bulunduğu kültür, yani yazı dili arasında büyük ayrılıklar ortaya çıkabilir. Günümüzde Rusya ve Türki cumhuriyetlerde her bölgede ayrı bir alfabe kullanılmaktadır. Böyle durumlarda aradaki ufak farklardan hareket edilerek zamanla aynı dilin başka iki şekli ortaya çıkar.

Ağzın zamana ve tekniğe tahammülü yoktur. Teknik, bir ağızın tespitinde ne kadar fayda sağlarsa, girdiği bölgenin ağzını da kaçınılmaz biçimde değiştirir. Bilhassa radyo, televizyon ve videonun girdiği yerlerde konuşma değişikliğe uğrar ve kültür, yani yazı dilinin bu vasıtalarla ağza tesiri bölge diyalektine hâkim olur. Böylece ağız, mensubu bulunduğu yazı diline katılmış olur. Bunun yanında bölgenin dışarıyla temas eden insanlarıyla, dar coğrafyada hayat süren insanları arasında da ağız yönünden farklar görülür. Dışarı gidenler bölge ağzına yabancı dil unsurları getirirler. Aynı durum, okuma yazma bilen ve bilmeyen insanlar için de söz konusudur. Okumuş yazmış insanların ağızlarında yazı dilinin tesiri çok fazladır. Okuma yazma bilmeyen kişiler ise ağızlarını muhafaza ederler.
Ağız, mensubu bulunduğu kültür dili ile aynı dile bağlı lehçe ve şiveler konusunda ipuçlarına sahiptir. Ayrıca bir dilin tarihteki gelişimi, diğer lehçe ve şivelerle mukayese imkânı da verir. Bunun yanında yazı dilinin beslenmesi ve geliştirilmesinde diyalektlerin, yani ağızların oynadığı rol büyüktür. Türkçenin diyalektleri henüz yeterince tespit edilmiş değildir, yaşayan ağızlar için bir arşivden de mahrumdur. Bazı Batı dillerinde bu ağızları takip etmek amacıyla dil atlasları hazırlanmıştır.



BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 23 Nisan 2016 22:04
KisukE UraharA - avatarı
KisukE UraharA
VIP !..............!
3 Ekim 2009       Mesaj #29
KisukE UraharA - avatarı
VIP !..............!
Ağız;
Ağız, bir şive içinde oluşan, ses ve söyleyiş değişikliklerine dayanan küçük kollara, bir ülkenin çeşitli bölge, il veya ilçelerinin sözcükleri söyleyiş bakımından birbirinden ayrı olan konuşmalarına verilen ad. Aksan. Örneğin Ege Ağzı'nda genellikle biliyorum sözcüğü yerine biliyom kullanılır.

DEVAMI Ağız Nedir?

Şive;
Şive konuşma tarzıdır. Şive aksan olarak da adlandırılabilir. Bir dilin bölgesel söyleniş tarzıdır. (Bir ana dilin içinden çıkmış, tarihte ondan ayrılmış kollarına da bir kısım dilbilimci şive demektedir. Kıpçak şivesi gibi.)

DEVAMI Şive Nedir?

Lehçe;
Lehçe ya da Diyalekt, bir dilin belli bir coğrafî bölgedeki insanlar tarafından konuşulan çeşididir.

DEVAMI Lehçe Nedir?

Dil
Bir sesli işaretler sistemi olan dil, aynı toplulukta yaşayan veya aynı milletten olan insanların anlaşabilmelerini sağlayan en gelişmiş iletişim aracıdır. Dilin kaynağı çok eskilere dayanır ve dilin kendinden doğma kuralları vardır. Dil, toplumun ortaklaşa meydana getirdiği ve kullandığı canlı bir varlık, sosyal bir kurumdur.

DEVAMI Dil Nedir?
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 23 Nisan 2016 22:11
Gerçekçi ol imkansızı iste...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ekim 2009       Mesaj #30
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Dil Nedir ?
Çok geniş anlamıyla dil, düşünce, duygu ve güdüleri, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak bildirmeye yarayan herhangi bir anlatım aracıdır. Bu tanım bütün canlıların kendi aralarındaki bildirişimlerle ilgili işaret sistemlerini olduğu kadar, insanlar tarafından doğanın ve eşyanın ortak kalıplar halinde manalandırılması olgularını da kapsamaktadır.

Ã'nsanlar ve hayvanlar bir takım sesler ve işaretlerle düşünce, duygu ve güdülerini anlatmaktadırlar. Bunlar birer (dil)dir. Yaprakları solmaya başlayan bir bitki de (susadım) veya (hastayım) demektedir. O halde bitkilerin bile doğaya dönük dilleri vardır. Demek ki tüm canlıların, kendilerini ve hallerini anlatabilme olanakları vardır. Buna dolaysız (doğrudan doğruya) bildirişim diyoruz.

Bir de insanların, uzun bir yaşantı sonunda, ortak sembollerle, ortak kalıplarla, evrende, doğada ve eşyada manalandırdıkları, özel anlamlar aşılaladıkları, dolaylı birer bildirişim aracı olarak kullandıkları işaretler ve sesler var ki bunlardan da sembolik, artistik bir dil oluşabiliyor; (yağmurun dili, denizin dili, göklerin dili, güllerin dili) gibi.

Bizim konumuz (insan dili)dir. Bunun için dilin, dar, bilimsel bir tanımını yapacağız. Ã'nsanların aralarında anlaşmaya, kendilerini ifade etmelerine araç olan dil, bir dilbilgisi sistemi içinde örgütlenmiş, düşünce ve duyguları bildirmeye yarayan ses, işaret ya da hareketlerin bütünüdür.

Ã'nsan anlatım ve bildirişim için ya hareket eder (jest), ya da ses çıkarır (konuşma) ya da belirli işaretler çizer (yazı). Konuşma dili, yazı dili, hareket dili, (insan dili)nin üç ayrı görüntüsüdür.
Son düzenleyen Safi; 23 Nisan 2016 22:12

Benzer Konular

18 Temmuz 2018 / Misafir Fizik
25 Temmuz 2013 / ThinkerBeLL Akademik
23 Nisan 2014 / Ziyaretçi Cevaplanmış