Arama

Felsefe Nedir? - Sayfa 2

Güncelleme: 7 Mart 2020 Gösterim: 73.414 Cevap: 56
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #11
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi

İLKÇAĞ FELSEFESİ
Sponsorlu Bağlantılar

M.Ö. 7. yüzyılın sonundan başlayıp, M. S. 2. yüzyıla dek süren dönemin felsefesidir.

ilkçağ felsefesi, mitolojiden ya da çoktanrılı dinden kopuş ve doğal olayların yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla başlamıştır.

En seçkin temsilcileri arasında Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük filozofların bulunduğu ilkçağ felsefesinde, bilimle felsefe hep bir arada olmuş, başlangıçta doğa felsefesi ön plandayken, sonlara doğru pratik felsefe ağırlık kazanmıştır.

GENEL ÖZELLİKLERİ
madde işareti

İlk döneminde Yunan felsefesi hemen hemen bütünüyle dış doğaya, cisimlerin dünyasına yönelmiş olan bir doğa felsefesidir.
madde işareti

Bundan sonra insana karşı uyanan ilgi klasik dönemin geniş sistemlerine yol açmıştır. Bu sistemlerde Tanrı, insan ve doğa, bir düşünce bağlantısı içinde kavranmak istenmiştir.
madde işareti

Sistemli bağımsız ve kişiseldir
madde işareti

inanca ve sezgiye değil akla dayalıdır.
madde işareti

Mitolojiye çoktanrıcılığa tepkiyi dile getirir
madde işareti

Görünüşün,çokluğun,ilişkilerin,oluşların ardındaki değişmez olanı arar.Bunada birlik adını verirler.
madde işareti

Aristoteles’in kendi felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken çok zengin bilgi kadrosu, tek tek bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu üzerinde ayrıca çalışmalara yol açmıştır. Bundan sonra, her şeyi, bütün konuları içine almak isteyen bir sistem yerine: aralarında gittikçe ayrımlaşan bilimlerin bir karmaşası geçmiştir. Felsefe kendini bu bağlantıdan ayırmış, onun payına dünya ve hayat görüşleriyle ilgili genel sorunlarla uğraşmak düşmüştür



GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #12
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Hellenistik Felsefe

Sponsorlu Bağlantılar
Kent devletinin sona erdiği M.Ö. 323 yılıyla Hellenistik çağın son büyük imparatorluğunun Roma’nın bir parçası olduğu M.Ö. 30 yılı arasındaki dönemin felsefesine verilen ad.
Bu dönemde yer alan dört büyük felsefe okulu sırasıyla, Akademi, Peripatetik okul, Epikürosçu ve Stoacı okuldur. Bu dört okuldan, hazcı ahlâkı ve Tanrı’nın evrene müdahalesini reddeden varlık görüşüyle Epiküros felsefesi, daha ağır basan ve döne­me çok büyük ölçüde damgasını vuran felsefe olmuştur. Amaçlı bir evren anlayışıyla en yüksek insani iyi olarak, aklın doğru ve yerinde faaliyetine duyulan inanç ise, en güçlü ifadesini Stoacılarda bulmuştur. Stoacıların görüşlerinde somutlaşan bu amaçlı evren görüşü, son çözümlemede Sokrates’ten miras alınan bir görüş olarak Epiküros’un varlık görüşüyle karşıtlık içindedir.
Bu dönemde ortaya çıkan başka bir felsefe okulu da, dogmatik oldukları gerekçesiyle tüm felsefelere ve özellikle de Stoacı felse­feye gösterilen tepkiyle seçkinleşen, kuşkuculuk olmuştur. Nihayet dönemin sonlarına doğru, Poseidoinos Panaetios ve Antiokhos, Stoa felsefesini Platon ve Aristotelesçi öğretilerle birleştirmeye çalışmıştır.

GENEL ÖZELLİKLERİ
Hellenistik felsefenin en önemli özelliği, bu felsefenin konularını mantık fizik ve etik şeklinde düzenlemesidir. Mantık, Aristoteles’ten miras alınan bir tavırla, bilgi teorisini de kapsayacak şekilde, doğru bilgiye ulaşmanın yöntemi ve felsefenin vazgeçilmez aracı olarak görülmüştür. Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak, özellikle Stoacılar mantık alanına çok önemli katkılar yapmışlardır. Aynı şekilde, fizik de arka planda kalıp, yalnızca etik için bir temel ve hazırlık olma fonksiyonunu yerine getirmiştir. Bundan dolayı, bu dönemde filozoflar, fizik ya da varlık alanında yeni teoriler geliştirmek yerine, Sokrates öncesi doğa filozoflarının görüşlerini aynen benimsemişlerdir. Bu bağlamda, Stoalıların Herakleitos’un fiziği­ni Epiküros’un ise Demokritosun atomcu görüşünü pek büyük bir değişiklik yapmadan benimsediğini söylemekte yarar vardır.
Hellenistik felsefede ön plana çıkan çalışma alanı ya da disiplin, etik olmuştur. Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği kent devletinin yıkılması, kent devletinin yerini alan imparatorlukla birlikte, bilinen dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde dünyaya topluma ve kendilerine yabancılaşması, yalnız ve başıboş kalmasıdır.
Böylesi bir toplum düzeninde, felsefeden beklenebilecek tek şey, ilgisini birey üzerinde yoğunlaştırması, bireyin felsefeden bek­lediği yol göstericilik görevini yerine getirmesidir. Bu dönemde, felsefenin herkesçe kabul görmüş amacı, insanı mutlu bir yaşama ulaştırmak, bireye güven ve bilgelik kazandırarak, onun yaşadığı yabancılaşma ve yolunu kaybetmişlik duygusunu aşmasını sağlamaktır. İşte bundan dolayı, Hellenistik dönemin en. büyük ve en önemli iki sistemi olan Epikürosçulukla Stoacılık kişisel bir ahlâk üzerinde yoğunlaşmışlar, siyasi ya da toplumsal düzenle ilgili problemlere pek az önem vermişlerdir. Bir tinsel bağımsızlık ve kendi kendine yetme idealini ön plana çıkartan iki akımın da ahlâkı, fiziklerinin katkısız materyalizmini yansıtacak şekilde doğalcı ve ‘bu dünyacı’, yani içinde yaşadı­ğımız dünyayla, bu dünyadaki yaşam ve değeri temele alan bir ahlâk anlayışıdır.


GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #13
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Ortaçağ Felsefesi Gelenekleri
Klasik çağ ile modern çağ arasında kalan tarihsel dönemde söz konusu olan felsefe faaliyeti; düşünce tarihinde M.S. 1. ya da II. yüzyılla, XV. yüzyıl arasında kalan tarihsel kesitin felsefesi.
Ortaçağ Felsefesi kendi içinde dört ayrı geleneği ihtiva eder:
1- Batı ya da Avrupa’da gelişip, Latince ifade edilmiş olan Hıristiyan felsefesi,
2- Doğuda İslam dünyasında zuhur etmiş ve Arap dilinde ifade edilmiş olan İslam felsefesi,
3- Sadece Hıristiyan ülkelerinde değil, fakat İslam dünyasının çok çeşitli bölgelerinde Musevi düşünürler tarafından İbranice ifade edilmiş olan Yahudi felsefesi ve
4- Hıristiyan Bizans İmparatorluğu içinde Grek diliyle ortaya konmuş olan Bizans felsefesi.
Dört farklı geleneğine, ve söz konusu geleneklerin kendi aralarında sergilediği temel birtakım farklılıklara rağmen, Ortaçağ felsefesi bir bütün meydana getirir.
Bunun üç temel nedeni vardır. Her şeyden önce, gerek Hıristiyan felsefesi, gerek İslam felsefesi ve gerekse Musevi ve Bizans felsefesi ortak bir felsefi mirası paylaşır: Antik Yunan felsefesi. Buna göre, Grek düşüncesi geç Antik­çağda, özellikle Yeni-Platonculuk eliyle Ortaçağ felsefesine önemli bir etki yapmıştır. Ortaçağ felsefesinin kendi içinde bir bütün oluşturmasının ikinci büyük nedeni, sözünü ettiğimiz dört ayrı felsefe geleneğinin birbirleriyle yakın bir ilişki içinde olmasıdır. Nitekim, Ortaçağda Musevi düşünürler, okudukları İslam düşünürlerden, özellikle de Farabi ve İbni Sina’dan yoğun bir biçimde etkilenmiş, aynı İslam felsefesi 12. yüzyıl Rönesans’ı yoluyla Batı’ya kaynaklık, ya da en azından antik Yunan felsefesinin aktarılmasına aracılık etmiştir. Nihayet, dört ayrı gelenek de, vahye dayalı tek Tanrılı dinlerin hakim olduğu kültürlerin bir parçası olmak durumundadır. Dini öğretiyle felsefi spekülasyon, veya teoloji ile felsefe arasındaki ilişki bu geleneklerin her birinde farklılık gösterse de, ele alınan felsefi problemler hepsinde üç aşağı beş yukarı aynıdır.

GENEL ÖZELLİKLERİ

1- İlkçağ Yunan felsefesinin belli bir halkın, antik Yunan ya da Atina halkının, modern felsefenin ise farklı uluslara mensup ayrı bireylerin felsefesi olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi, bireylerin ve halkların karakteristik özelliklerinin üstünde olan dini bir topluluğun, bir ümmetin, Hıristiyan ya da İslam toplumunun veya Yahudi cemaatinin felsefesidir.

2- Antik Yunan felsefesinin bütünüyle dünyevi bir felsefe olduğu, klasik aklın en temel özelliğinin sekülarizm olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi kendisine öte dünyasal bir ilginin hakim olduğu bir felsefedir. Başka bir deyişle, Yunan’da insanın temel probleminin bu dünyada mutluluğa erişmek oldu­ğu kabul edilmiştir; Yunan’da, insanın bu problemi çözebilecek güce sahip bulundu­ğuna ve kendi çabasıyla iyi ve mutlu bir hayata ulaşabileceğine inanılmışken, Ortaçağda problemler, bu dünyadaki hayattan ziyade, ahiret hayatıyla ilgili olan problem­lerdir. Aranan mutluluk, bu dünyadaki mut­luluk değil, fakat ebedi bir saadettir. Bundan dolayı, antik Yunan’da bağımsız bir felsefe disiplini olan etik ve estetik yerini çok büyük ölçüde teolojiye bırakır.

3- Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri önemli olan biricik şeyin insanın doğaüstü varlık alanıyla, aşkın ve mutlak olarak yet­kin varlıkla olan ilişkisi olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu da, doğal olarak Ortaçağda felsefenin mahiyetini ve konu alanını baştan sona değiştirmiştir. Buna göre, antik Yunanda doğa bilimiyle sosyal bilimler hem kendi başlarına, ve hem de iyi ve mutlu bir yaşam amacı için sağlam araçlar olarak değer taşımaktaydılar. Oysa özellikle Hıristiyanlar için bunlar sadece yararsız değil, fakat bazen de zararlı ve hatta tehlikeli disiplinler olup çık­mışlardır. Yine, Yunanlı ahlâklılığı bir top­lumsal etik içinde ve mutluluk amacını gözeterek ele alırken, Ortaçağda ahlâklılık dinin bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla, Yunan’da etik zaman zaman kozmolojik olarak, zaman zaman da toplumsal bir zemin üzerinde temellendirilirken, Ortaçağda etik teolojik bir düzlemde temellenir. Nitekim, bu dönemde davranış ya da insani eylem, amacına göre değil, fakat Tanrı‘nın emirlerine uygun düşmekliğine veya düşmemekliliğine göre değerlendirilir. Tanrı, insan için yüce ve yüksek bir ideal getirdiğinden, Ortaçağ insanı eksikliliğini, başarısızlığını. ve hatta günahkarlığını her daim duyumsamak durumunda olan biridir. İşte bu durumun bir sonucu olarak, Yunan düşüncesinin özü itibariyle iyimser bir felsefe olduğu yerde, özellikle Hıristiyan Ortaçağ felsefesi kötümserlik üzerine yükselen bir felsefedir.

4- Yine Yunanlının temelde bir olan, birlik içinde bulunan bir evrende, yani bir mikrokosmos olarak kendisinin bir parçası olduğu özde anlaşılabilir olan makrokosmosta yaşadığı yerde, yaratıcısından ayrı düşmüş bir varlık olarak Ortaçağ insanı kendisine yabancı bir evrende yaşamak durumunda olmuştur. Bu insan için, bir tarafta aşkın, yaratıcı Tanrı, diğer tarafta ise kendisini Tanrı’dan her geçen gün biraz daha uzaklaştıracak, özüne yabancı bir varlık alanı bulunmaktadır. Bundan dolayı, Ortaçağ felsefesi için problem, teorik ya da bilimsel bir problem olmayıp, tümüyle pratik bir problemdir: Yaratıcısına bozulmamış, maddenin kiriyle pislenmemiş olarak nasıl dönülebileceği problemi.

5- Ortaçağ felsefesi, İlkçağ felsefesinden öncelikle bir kopuşu gözler önüne serer. Bununla birlikte, iki felsefe arasında, her şeye rağmen bir sürekliliği ve çok önemli bir noktada da ortaklık vardır. Kopuş temelde, İlkçağ felsefesinin, dini açıklama ya da mitolojiyi reddedip, kendisini öne sürmek su­retiyle oluşan ve gelişen’ özerk bir felsefe olduğu yerde, Ortaçağ felsefesinin özerkliğini yitirip, tümüyle dine, dini dogmaya tabi olan bir felsefe olmasından kaynaklanmaktadır. Süreklilik ise, Ortaçağ felsefesinin hem Doğuda ve hem de batıda kültürel ya da felsefi bir miras olarak doğrudan doğruya İlkçağ felsefesine dayanmasından meydana gelir. Nitekim, Ortaçağ felsefesi dine dayalı, din temelli bir felsefe olsa bile, kavram ve kategorilerini, terminoloji sini kendi başına yaratmış bir felsefe değildir. Ortaçağ felsefesi, ihtiyaç duyduğu kavram ve kategoriler için, doğrudan doğruya Yunan felsefesine yönelmiştir. Ortaçağ felsefesinin te­melinde bulunan felsefe geleneği, Platon ve Plotinos’un, ve bu arada Aristoteles’in felsefelerinden oluşur. Fakat iki felsefe arasındaki, onları birlikte modern felsefeden bütünüyle farklılaştıran, sürekliliğin temel unsuru, gerek İlkçağ ve gerekse Ortaçağ düşün­cesine damgasını vuran, modern çağın mekanik dünya görüşünün kendisinin ye­rini alacağı, teleolojik dünya görüşüdür.

6- Ortaçağ felsefesi, teleolojik bir anlayışla, doğayı Tanrı tarafından bir amaca göre yaratılmış ve düzenlenmiş statik bir sistem olarak görmüştür. Açıklamadan niteliksel bir açıklamayı anlayan ve nedensellikten büyük ölçüde ereksel nedenselliği anlayan Ortaçağ düşünürlerine göre, maddi dünya, tanrısal gerçekliğin çok soluk bir gölgesinden başka hiçbir şey değildir.

7- Ortaçağ felsefesi, hemen her felsefe gibi, birtakım kabulleri olan bir felsefe olmak durumundadır. Bu kabullerin en önemlisi ise, Ortaçağ düşüncesine Platon felsefesinden intikal eden, en yüksek veya en yüksekte olanın, en üstte bulunanın ontolojik olarak en gerçek, aksiyolojik olarak da en değerli varlık olduğu kabulüdür.

8- Ortaçağ felsefesi dini anlamlandırma ve temellendirme çabasında, ana düşüncelerinde, problemlerinde ve bu problemlere getirdiği çözümlerde, hemen her zaman Yunan felsefesine bağlı kalmıştır. Bu felsefede yapılan iş, daha çok Antik Yunan’ın düşünce dünyasını benimsemek ve Yunan felsefesinin temel kavramlarını işleyerek, inancı temellendirmek olmuştur. Ama, Ortaçağ felsefesi benimsediği ve kendisine göre biçimlendirdiği felsefeyi, genellikle olmuş bitmiş, yetkin bir sistem olarak görmüştür. Buna göre, antik Yunan felsefesinin dinamik bir yapı sergilediği yerde, Ortaçağ felsefesi mutlak hakikatleri bulmuş olduğuna inanan statik bir felsefedir.

9- Yine, Ortaçağ felsefesinin merkezinde Tanrı vardır. Başka bir deyişle, Ortaçağ felsefesi teosantrik, ya da Tanrı merkezli bir felsefedir. Nitekim, bu felsefenin temel konuları, Tanrı ve Tanrı’nın varoluşu problemi, iman ya da otorite ve akıl ilişkisi, Tanrı-evren ilişkisi, kötülük problemi ve tümeller problemiyle belirlenir. İlk bakışta, Tanrı konusunun dışında kaldığı düşünülen temeller konusu bile, tümellerin en azından XIV. yüz­yıla kadar Tanrı’nın zihninde bulundukları veya Tanrı yaratısı ebedi ve bağımsız gerçeklikler oldukları öne sürüldüğü için, Tanrı konusuyla yakından ilişkili olmak durumundadır.

10- Ortaçağ felsefesinde, felsefe inanca, inançta vahye tabi olmak durumundadır. Bundan dolayı, Ortaçağ kültüründe çok önemli bir rol oynayan din, felsefe ve rasyonel bir hayat görüşü üzerinde de çok temelli bir etki yapmıştır. Örneğin, Skolastik felsefede, vahyin temel ya da en azından aklın vazgeçilmez bir yardımcısı olduğuna inanılmıştır. Skolastik dönemin filozofları, akıl ile iman arasında bir ayırım yapmış ve zaman zaman da felsefenin göreli bağımsızlık ya da özerkliğini vurgulamış olmakla birlikte, Ortaçağın dünya görüşünde, bilimde ve felsefede, bir çözüme kavuşturulacak problemlerin çözümü de dahil olmak üzere hemen her şey teoloji tarafından belirlenmiştir.

11- Yine Ortaçağ felsefesi söz konusu olduğunda, belli bir gelenek, ve vahye dayanan bir din çerçevesinde oluşan otoriteye duyulan saygı esastır. Bu dönemde felsefenin mahiyeti, kapsamı ve sınırları dini çerçeve ve ruhani otorite tarafından belirlenir ve hiçbir şekilde değiştirilemez. Ortaçağ felsefesi, otoriteye duyulan inancı temele aldığı için de, doğal olarak eleştiriye ve şüpheciliğe kesinlikle kapalı olan bir felsefedir.

12- Ortaçağ felsefesi, bütünüyle realist bir çizgi boyunca gelişmiştir. Yani, Ortaçağ düşünürleri, Skolastiğin gerileme döneminde çok etkili olan Ockhamlı William bir kıyıya bırakılacak olursa, tümeller konusunda benimsedikleri realist tavırdan başka, zihinden bağımsız bir gerçekliğin var olduğundan hiçbir zaman kuşku duymamışlardır. Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri, ontolojik realizm bağlamında gerçekliğin zihinden bağımsız olduğunu öne sürmüşlerdir. Bununla birlikte, Ortaçağ düşüncesinde, zihinden bağımsız bu gerçeklik, gerçekten ve mutlak olarak var olanın ezeli ebet ve değişmez Tanrı olması anlamında, tinsel bir yapıdadır. Buna göre, realizmi tamamlayan yaklaşım, aynen Platon ve Plotinos’ta olduğu gibi, spiritüalizmdir.

13- Ortaçağ felsefesi varlığın bilgi konusundan, ya da ontolojinin epistemolojiden önce geldiği bir felsefedir. Buna göre, Ortaçağ felsefesi, özneden hareket eden, bilimin gelişimine koşut olarak önce bilgi konusunu ele alan, ve varlığı bilimin taleplerine göre sınıflayan ya da yorumlayan modern felse­fenin tersine, önce zihinden bağımsız bir gerçekliğin varoluşunu teslim edip, bu gerçekliğin bilgisine nasıl ulaşılabileceği konusunu daha sonra ele alır.
14- Yine, aynı ontolojik bağlamda, Ortaçağ felsefesi, özellikle varlığı bilinen maddi varlık alanı ve bilen özne, madde ve zihin olarak ikiyi ayıran modern felsefenin düalizminin tersine, baştan sona birci olan bir felsefedir. Bu, hem ezeli-ebedi, mutlak, değişmez ve yetkin bir varlık olarak Tanrı’nın, gelip geçici maddi varlık alanıyla kıyaslandığında, biricik gerçek varlık olması; hem modern dönemde ikiye bölünen insanın, her ne kadar madde-form, beden-ruh analizine tabi tutulabilse de, birlikli, bütünlüklü ve ahenkli bir töz olması; ve hem de geliştirilen öğretiler bağlamında, resmi görüşe uygun olmayan hiçbir öğretiye izin verilmemesi anlamında, böyledir.

15- Ortaçağın metafizik anlayışı, varolan her şeyin nedeni ya da kaynağı olan aşkın bir gerçekliğe ilişkin araştırma, varolanları varlık kaynağı olan Tanrı’yla ilişkisi içinde ele alma anlamında teoloji olarak metafizikten meydana gelir. Ortaçağda gelişen metafizik, ayrı, değişmez ve ezeli-ebedi bir varlığa ilişkin araştırmadır. İstisnasız tüm Ortaçağ filozofları, sistemlerinde Tanrı’dan yola çıkar ve önce Tanrı’nın varoluşunu kanıtlayarak, varlığı yaratan-yaratılmış olan ilişkisi çerçevesinde ele alır. Buna en iyi örnek, ünlü “beş yol”uyla, Aquinalı Aziz Thomas’tır. O, Tanrı’nın varoluşunu beş ayrı kanıtla ispat ettikten sonra, yaratıcı ve doğa­üstü bir Tanrı dışındaki varlıkları ya da yaratılanları Aristotelesçi bir kavramsal çerçeveyle açıklama çabası vermiştir. Aynı şey, İslam dünyası filozofları için de geçerlidir, şu farkla ki Farabi, İbn Sina ve İbni Rüşd’de, Aristotelesçi bir kavramsal çerçe­ve, Plotinos’tan gelen bir südür ya da türüm öğretisiyle tamamlanmıştır. Ortaçağ düşüncesinin teoloji olarak metafizik anlayışının temelinde ise, varlığın ancak ve ancak varlı­ğın kaynağı olan yaratıcı Tanrı aracılığıyla açıklanabileceğini ve Tanrı’nın varlığının akıl yoluyla kavranabileceğini dile getiren iki kabul bulunur.

16- Ortaçağ felsefesindeki söz konusu teoloji olarak metafizik anlayışı, doğal olarak hemen her Ortaçağ düşünüründe bir örneğine rastladığımız değere dayalı bir varlık hiyerarşisine yol açmıştır. Böyle bir varlık hiyerarşisi, varlıkları hiyerarşideki yerlerine göre sınıflar ve onlara varlık ve belli bir değer yükler.
17- Ortaçağ felsefesinin en belirleyici yönlerinden biri, de hiç kuşku yok ki, onun yöntemidir. Buna göre, Ortaçağ düşünürleri, Tanrı sözü olan kutsal kitaba dayanan imanı sistematik bir biçimde ifade etmek, savun­mak ve geliştirmek için, daha çok şerhe, kutsal metinleri yorumlama metoduna ve mantıksal/dilsel analize yönelmişlerdir. Ortaçağ düşünürleri bu bağlamda, öncelikle Yunanlıların bilimsel ve felsefi terminolojilerini kullanmışlar ve daha sonra da, Yunan mantığını bir bütün olarak almışlardır. Şu halde, Ortaçağ filozofları, imanı sistemleştirme ve temellendirme çabalarında aklı ve mantığın tümdengelimsel tekniklerini kullanmışlardır.
Son düzenleyen GusinapsE; 11 Nisan 2006 21:39
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
8 Nisan 2006       Mesaj #14
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
SANAT FELSEFESİ (ESTETİK)

Başka hiçbir felsefe disiplini, estetikte olduğu kadar, sağlam olmayan öndayanaklar üzerinde durmaz. O, bir rüzgâr gülü gibi, "her felsefi, kültürel, bilim-kuramsal rüzgârın çarpmasıyla yön değiştirir; bir anda metafiziksel, bir anda empirik, bir anda normatif ve bir anda betimleyici oluverir; bir anda sanatçıdan ve bir anda da estetik haz duyandan (estetik süjeden) hareket eder. Bugün için estetiğin ana konusu sanattır ve günümüz estetiği için doğal güzellik, sanatsal güzelliğe göre ancak bir alt basamaktır; ama belki yarın estetik, sanatsal güzellikte, olsa olsa ikinci elden devşirilmiş bir doğal güzellik de bulabilir". Estetiğin Moritz Geiger tarafından böyle betimlenen ikilemi, özellikle 19. yüzyılın ortalarından buyana bu disiplinin içinde bulunduğu durumu karakterize etmektedir. Çoğu asla yeterince olgunlaşamamış halde kalan estetik kuramlardaki bu çoğulluğun (pluralite) iki nedeni vardır: Bir kez, sanatı, genel olarak bir felsefi kategoriler sistemi altında ele almak zor, hatta olanaksızdır. Öbür yandan estetik temellendirmeler, geleneksel olarak, aslında hep belirli ve değişik bilgi-kuramsal tutumlara daima bağımlı kalırlar. Çünkü estetikte de, bu disiplinin kendi objesini betimleme tarzı, ilkesel olarak, onun sahip oldu~u obje kavramına bağımlıdır. Bu yüzden bilgi-kuramsal problematik, estetikte de doğrudan doğruya kendini gösterir. Denebilir ki, estetiğin bilgi kuramına bu geleneksel bağımlılığı, aşağıda görülebileceği gibi, konunun niteliğinden gelmektedir ve bilgi-kuramsal terminoloji, estetikte de genişliğine içerilmiş haldedir.


ESTETİK KAVRAMI
Estetik sözcüğü, Grekçe "aisthesis" (algı, duyum)den gelir ve ilk kez Alexander Gottlieb Baumgarten (1714-17ö2) tarafından kullanılmıştır. Christian Wolff'un öğrencisi ve izleyicisi olan Baumgarten, ana yapıtına "Aesthetica" (1750) adını vermiştir. O, bununla, bir "duyum bilgisi bilimi" ortaya koymak istemişti. Bu bilim, "aşağı bilgi kuramı" (gnoseologia inferior) olarak Wolffun sistemini ("Mantık"ını) tamamlayacaktı. Kavramın bu belirlenimine dayanarak Kant, estetiği, "genel olarak duyarlık kurallarının bilimi" olarak gösterdi. Daha sonra Husserl de kavramı bu anlamda kullandı. Ama bu belirlemelerin yanısıra, yine Baumgarten'le birlikte ve ondan buyana yaygınlaşan bir başka belirlemeye göre, estetik, özgür, "serbest (güzel) sanatlar" ve "güzel üzerine düşünme sanatı" olarak da anlaşıldı. Bu belirlemeye göre estetik, artık bir "sanat felsefesi" oluyordu. Estetiğin böyle anlaşılması, klasik ve aynı zamanda en belirgin ifadesini, Alman İdealizminin dört sistemci yapıtında buldu: Kant'ın "Yargıgücünün Eleştirisi", Schelling'in "Sanat Felsefesi", Negel'in "Estetik Dersleri" ve Schopenhauer'in "İstenç ve Tasarım Olarak Evren" adlı yapıtının üçüncü kitabı. Bu yapıtlara egemen olan bir kavrayışa göre, sanat felsefesi, aynı zamanda "güzelin kuramı" ile biraradaydı. Aslında geriye doğru bakıldığında, Platon'dan Hegel'e kadar, güzel kavramının estetik spekülasyonların merkezinde yer aldığı görülür ki, bu açıdan, haklı olarak felsefı estetiğin felsefe tarihi içinde sürekli bir geleneğe sahip olduğu söylenebilir. Yani estetik'e ilişkin felsefi çabalar, estetik adı altında özel bir felsefe disiplini altında toplanmazdan önce de, çok eski bir geçmişe sahip bulunuyordu. Gerçekten de, sanattaki güzel, sanatsal güzellik bilmecesini çözmek için ikibinbeşyüz yıldan beri bitip tükenmez çabalar sarfedilmiştir. Betimleyici, çözümleyici, eleştirici- normatif ve spekülatif açılardan konuya yönelen çabalar birbirini izleyip durmuştur. Bu bilmece, çözülemezliği oranında araştırmacıları hep cezbetmiş; sanat yapıtının "gerçeklik" ile, onu seyreden (Anschauer) ile ve son olarak onu yaratanla (sanatçı ile) olan ilişkisi, sürekli ele alınmıştır. Ne var ki, güzel kavramındaki ve bu kavramın geleneksel belirlemelerindeki problematik, bugün artık değişmiş olan bir sanat tasarımı altında ele alınmaktadır. Öyle ki, Hegel'in ölümünden bu yana estetik, sadece bir güzel kuramı olmaktan çok, bizzat sanatın ne olduğuna yönelen bir sanat kuramı olarak gelişmeye başlamıştır

Son düzenleyen GusinapsE; 11 Nisan 2006 21:56
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
8 Nisan 2006       Mesaj #15
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
[ AHLAK FELSEFESi ]


Felsefenin temel sorularindan olan “ Insan nedir? Ne olmalidir?”; felsefeyi zorunlu olarak insan davranislarinin bir amaci var midir, veya olmali midir, hangi davranislar
daha insanca ve erdemlidir, gibi sorulara cevap aramaya zorlar. Iste insan edimlerini konu alan felsefe dalina ethik ( etik – ahlak felsefesi ) denir. Felsefe ahlaka iki
yönden yaklasir. Ilki ahlaki kavramlar nelerdir ve içerikleri nelerdir sorularina yanitlar aramak yani ahlaka teorik olarak yaklasmak ki buna Ahlak teorisi (kuramsal ethik)
denir. Ikinci yaklasim ise hangi davranislarimizin iyi ve dogru oldugunu arastirip nasil davranmamiz gerektigini bize dayatan Normatif ahlak ( Uygulamali – pratik ethik )
tir. Ahlak felsefe disinda dinlerin, hukukun ve toplumun önemli degerlerinden biridir. Insan eylemlerinin iyi ve kötü olarak degerlendirilip, yönlendirilmesidir diyebiliriz ahlak
için. Ancak toplumsal ahlak anlayisi genellikle cinsel davranislarla sinirlandirilmaktadir. Oysa genel anlamda ahlak her türlü insan edimini içerir. Felsefe açisindan bakildiginda
ahlak diger alanlardan biraz farkli bir içerik tasimaktadir. Her ne kadar felsefe de insan edimlerine kurallar koymaya çalissa da onlardan farkli olarak temek kavramlari da
arastirir. Bu açidan bakildiginda felsefe iyi-kötü davranis, özgürlük, istenç (irade), vicdan, sorumluluk, haz, ödev, erdem, genel ahlak yasasi,ahlaki eylem, ahlaki karar gibi
kavramlarin içerigi doldurulmaya çalisilir. Ahlak öncelikle davranislari iyi ve kötü ayirmaya çalismaktir. Her ne kadar toplumun çogunlugunca olumlu olarak karsilanan
davranislara iyi digerlerine de kötü dense de iyi-kötü yer zaman ve bakis açisina göre degisebilmektedir. Kaldi ki insan davranislarinin iyi-kötü degerlendirmesinin yapilmasi
da tek basina yeterli olmamaktadir. Bir davranisin ahlakin konusu içine girebilmesi için bireyin farkli davranislardan birini seçme özgürlügünün olmasi gerekmektedir.
Bu seçme özgürlügüdür ki bir davranisi ahlakin konusu içine almaktadir. Seçme özgürlügünün ve istencinin olmadigi bir davranis için bireyi iyi-kötü diye nitelemek dogru
olmayacaktir. Tipki hayvanlarin davranislarinin iyi-kötü diye nitelendirilemeyecegi gibi. Ahlaki kavramlar insan edimleri üzerine degerlendirilecegi içindir ki; insan
davranislarinin psikoloji bilimi açisindan ele alinmasinda yarar vardir.


INSAN DAVRANISLARI

Davranislarimizi kaba bir siniflamaya tabi tutarsak özde iki tür davranis biçimi ile karsilasiriz. Bunlardan ilki UT (uyarim-tepki/ SR) davranislaridir
ve özgür seçim içermez. Yani ahlakin konusunu olusturmazlar. Açarsak; dengeleme (homeostatik) , refleks , içgüdü (instinct) ve bir yere kadar da güdüler (drive/motiv) bu tür
davranislardir. Daha çok otonom sinir sistemi tarafindan yönlendirilen ve herhangi bir istencin etkin olamadigi bu tür davranislar ahlaksal degerlendirmelerin disinda olmalidir.
Çünkü bunlar otomatik tepkilerden olusan ve bireysellik tasimayan davranis biçimleridir. Ikinci tür davranislarimiz ise UOT (uyarim-organizma-tepki / SOR ) türü davranisladir ki
bunlar, alinan uyariciya organizmanin yorumunu katarak tepki vermektir. Bu davranislarda az çok iradi bir tercih vardir. Bu da bu davranislari ahlakin konusuna dahil etmektedir.
Insan davranislarina bu açidan bakildiginda; iyi-kötü daha da belirgin hale gelmektedir. Iyi onu seçme olanagi bulunan bireyden beklenilen davranistir. Kötü ise kaçinilmasi
gereken eylemlerdir. Ne var ki iyi-kötü toplumdan topluma, çagdan çaga ve hatta bireyden bireye degisen bir kavramdir. Filozoflarin da bu konudaki düsünceleri farkliliklar
göstermektedir. Örnegin: Hazci (Hedonist) Epikuros’a* göre iyi mutluluk verendir. “ Bedenimiz acisiz ve ruhumuz dinginse mutluyuzdur.” Iyi en yüksek hazdadir. Kötü ise aci ve
korkudur. “ Aç kalmamak, susamamak, üsümemek ! Vücudun istedikleri ve özledikleri bunlardir. Bu durumda olan ve ileride de bu durumda olan ve ileride de bu durumda
olacagini umabilen kimse, mutlulukta Zeus ile, tanrilarin bu en yüce ise bile yarisabilir.” Insan eylemleri haza yönelen ama acidan kaçan seyler olmalidir. Böyle bir yasam ise
ancak ölçülü olmakla mümkündür. *: Epikuros, düsünce tarihinde yanlis anlasilan düsünürlerin basinda gelir. Onun haz teorisi en fazla maddesel keyifler olarak yorumlanir, hatta
adi bu zevkler pesinde kosanlara sifat olusturur: Epikuriye ! Oysa “ Yasaminda , komsun farkina vardiginda utanacagin bir sey yapma” diyen Epikuros, Samos’ta (Sisam adasi)
dogmustur. Ailesi Samos’tan sürülünce sirasi ile Kolophon (Degirmendere) ve Teos (Sigacik) ta bulunmus ve Demokritos’çu okulda yetismistir. Midilli ve Lapseki’de ün kazanan
okulunu sonunda Atina’ya tasimistir.(IÖ 306) Okulunu sehir içinde bir binada degil bahçede kurdugu için adi kisaca Kepos (Bahçe) diye bilinir. Faydaci (yararci-utilitarist)
yaklasim iyiyi yararda görür. Bentham ve Mill’e göre davranislar bireye fayda sagladigi ölçüde iyidir. Ancak burada iyi tek insanin faydasindan daha çok daha fazla insanin
faydasinda giderek de toplumun çikarinda aranmalidir. “Kendi sezgine uy ki, hem kendin hem de baskasi için iyi olani yapmis olasin” diyen Bergson , iyinin ancak sezgi ile elde
edilebilecegini savunmaktadir.




Son düzenleyen GusinapsE; 11 Nisan 2006 22:06
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
9 Nisan 2006       Mesaj #16
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
AHLAK FELSEFESİ KAVRAMLARI

ÖZGÜRLÜK : Onu her türlü iç ve dis engelden arinmis olma olarak tanimlamak mümkündür. Herhangi bir zorlamanin olmamasidir, özgürlük.
Böyle bakinca özgürlügü keyfilikten ayirmak çok daha kolay olmaktadir. Özgürlük keyfi olmaktan çok farkli bir seydir ve seçme olanaginin bulunmasidir. Yeter ki seçme, baski
altinda yapilmasin.




ISTENÇ (IRADE) :
Insan aklinin iyi-kötü arasinda seçme yapma gücü ve yetenegidir. Özgürlükle birlikte istenç söz konu oldugunda, ahlaki eylem bir anlam
tasir.




SORUMLULUK :
Özgür istençle davranista bulunan bireyin, bu davranisinin sonuçlarina katlanmasidir, sunucu üstlenmesidir. Baska bir deyisle de bireyin davranislarindan
sorumlu olabilmesi için seçme özgürlügünün ve bunu kullanabilecek akil melekelerinin olmasi gerekmektedir.




VICDAN :
Bireyin kendi davranislari hakkinda iyi-kötü yargisinda bulunmasidir. Iyi yada kötü yaptigini düsünen birey ya iç huzuruna yada çatismaya düsmektedir. Kendinden
bekleneni yaptiginda huzurlu olurken, yapmadigi durumlarda da ödevini yerine getirmemis olmanin sikintisini yasar. Vicdan konusunda; dogustandir diyenlerle,
bireyin gelismesinin ürünü oldugunu söyleyenler de vardir.



ERDEM (FAZILET) :
Bazi filozoflara göre etigin odagina yerlestirilen erdem; istencin ahlaksal iyiye yönelmesidir.
Kibrisli Zenon ve onun baslattigi bir akim olan Stoaciliga* göre mutlu olmak için erdem yeterlidir. Bunun içinde dogaya uygun davranmak yeterlidir. Ancak bu öyle kolay bir
sey de degildir. Çünkü insan doga uymak yerine genellikle onun tersine davranmaktadir.

Oysa yapilmasi gereken;
1) Dogru seçme
2) Sabirla katlanma 3
) Ölçülü olma ve
4) Adaletle bölüstürmedir.


* Stoa: direkli galeri anlamina gelmektedir. Zenon Atina’ya geldiginde önce Sokrates’in etkisinde kalir. Hatta bir ara Sokratesçi ahlak anlayisli ile
ünlü Kyniklerin etkisindedir. Ancak zamanla kendi felsefesini olusturur. IÖ 4. yüz yilin sonlarina dogru Stoa poikile’de ( Resimlerle süslü direkli galeride) okulunu açarak
bu isimle anilan akimin öncülügünü yapmis olur. Stoa düsüncesi Atina’ya dogudan gelmis ama daha çok da Atina’nin batisinda yani Roma’da etkili olmuştur



AHLAK YASASI : Uyulmasi gereken genel geçer kurallari ifade eder. Bu kurallar kisinin ne yapmasi ve de ne yapmamasi gerektigini belirler. Hukuk kurallarindan farkli
olarak toplumda kendiliginden ortaya çikarlar ve bireyleri bu sekilde davranmaya zorlarlar. Ancak tüm toplumlarda tüm zamanlarda geçerli olan normlar bulmak hemen hemen
olanaksiz gibidir. Felsefe kisi vicdani karsisinda evrensel ahlak yasalarinin olup olmadigini konu edinir. Ancak bu konuda filozoflar da farkli görüslere sahiptirler.


I ) Evrensel ahlak yasalari yoktur : Evrensel bir ahlak yasasinin olmadigini ileri süren akimlar, haz ahlaki, fayda ahlaki, bencilik, anarsizm, hiççilik ve varolusçuluk olarak
özetlenebilir.


Bencilik (egoizm): Insanin eylemlerini belirleyen duygu ben sevgisidir. Hobbes’e göre insanlarin davranislarini da tipki hayvanlar gibi içgüdüler yönetmektedir
ki ; bu içgüdüler “kendini sevme” ve “kendini koruma” dir.



Anarsizm : Ahlak da tipki diger baskici kurumlar gibi insani daha kolay yönetmek için uydurulmus kurallar sistemidir. Basta devlet olmak üzere bu ve benzeri her türlü baskici
kurumlara karsi olan anarsizm, bireyin sinirsiz özgürlügünü savunur. Anarsizmin kurucusu Proudhon (19 yy) tüm bu baski unsurlarinin temel nedeni olarak gördügü mülkiyeti
hirsizlik olarak tanimlar. Bakunin insani kisitlayan devlet ve benzeri kurumlarin yikilmasini ister. Stirner’e göre; ahlaksal degerler bir soyutlamadir ve insanin da tipki bitki

ve hayvanlar gibi kendine düsen bir görevi yoktur.

Hiççilik (Nihilizm); akil yerine istenci, toplum yerine de bireyi koyan felsefe akimidir. Nietzsche’ye (19 yy) göre iki tür insan
ve iki tür toplumsal sinif vardir: Halk ve Seçkinler. Din ve ahlak kurallari halk için geçerlidir. Zaten halkin da islevi seçkin sinifin olusumuna elverisli bir ortam yaratmaktir.
Seçkin sinifin bireyleri için din ve kimi filozoflarin öne sürdügü ahlaki degerler miskinlikten ve acizlikten baska bir sey degildir. Oysa bu sinifin uymasi gereken Ahlaki
kurallarini dehalar üstün insanlar, en yüce iyiyi yani “güç”ü kullanarak belirleyeceklerdir.





AHLAKSAL KARAR :
Bireyin özgürce seçtigi ve genel ahlak yasasina uygun olan ; ahlaki açidan iyi olan karardir.


AHLAKSAL EYLEM :

Ahlaksal karar sonucu varilan düsünmenin eyleme dönüsmüs halidir. Burada söz konusu yalnizca etkin olmak degil bazen de yapmamak olacaktir.
Yani amaçli bir “yapma” veya “yapmama” durumunu içerir. Ahlaksal eylemlerin amaçlari; mutluluk, haz, fayda ve ödevdir. Ahlak felsefesi bu kavramlar üzerinde uzun
uzadiya durur. Yine bu kavramlardan baska ahlaksal eylemde bulunan insan özgür olup olmadigi da felsefenin temel sorunlarindan biri olagelmistir.


Bu konuda iki farkli yaklasim sergilenmektedir:

a) Determinist yaklasim : Bireyin kararlari içinde bulundugu kosullara baglidir ve zorunludur. Kosullar istenci belirleyerek özgürce karar vermeyi olanaksizlastirir.
Bu bir çesit yazgiciliktir (fatalism) .


b) Indeterminist yaklasim: Birey ahlaki karar verirken tamamen özgürdür. Zaten özgür olmayan kisinin eylemlerinden sorumlu olmasi da beklenemez diyen görüslerdir.





Son düzenleyen GusinapsE; 11 Nisan 2006 22:13
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
10 Nisan 2006       Mesaj #17
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
AHLAK FELSEFESİ KURAMLARI
Varolusçuluk (Egzistansiyalizm):

Sartre’a göre insan kendini nasil yaparsa öyledir. Bir çiçek yada bir böcek kendini kendi yapmaz. Çünkü onlarin bir özleri bir de varliklari vardir.Burada öz varolustan önce gelir. Çiçek, çiçek özüne uyarak çiçek olur. Ancak insan farklidir. Insanda var olus özden önce gelir. Insan önce vardir ve sonra ancak öyle
ya da böyledir. Çünkü o özünü kendi yaratir, yani kendini kendi yapar. Everende kendi varligini kendi yaratan tek varlik insandir. Nasil mi? “ Dünyada aci çekerek, savasarak
yavas yavas kendini belirler. Bu belirleme hiç bitmez, sürer gider.” Bu nedenle kisi kendini tanimali, benligini kazanarak her türlü baskidan kurtulmali ve özgürlesmelidir.
Yoksa toplum içinde eriyip giderek yok olacaktir.


II ) Evrensel ahlak yasalari vardir : Evrensel ahlak yasalarinin bulundugunu öne süren düsünürler bunu öznel (subjektif)
özelliklerin belirledigini söyleyenler ve nesnel (objektif) özelliklerin belirledigini söyleyenler olmak üzere iki grupta toplanabilirler.


a) Subjektif Özellikler Belirler : Evrensel ahlak yasalarilari insandan, onun özel yasamindan kaynaklanir. Bu konuda görüs ileri sürenler Sezgici Bergson ile faydaci Milli örnek vermek mümkündür.


b) Objektif Özellikler Belirler : Evrensel ahlak yasalari insandan bagimsiz olarak vardir. Ahlak yasalarini belirleyen insan yasami degil , insan yasamini belirleyen evrensel ahlak yasalaridir.

Sokarates : Ahlaksal eylemlerimizin amaci mutluluktur. Ahlaki mutluluga erismek ise ancak bilgi ile mümkündür. Bilgi insanlari dogru eylemelere, bilgisizlik
ise yanlis eylemlere götürür. Bilgidir ki insan ancak mutlu, ahlakli ve erdemli yapar.


Platon : Bir eylemin iyi yada kötü olmasi onun iyi ideasina uygunlugu ile anlasilir. Yani bir eylem iyi ideasina uygunsa iyi uygun degilse kötü dür. Bunu bu dünyanin bilgisi ile anlamak ve degerlendirmek mümkün degildir. Onun için her insan idealar evrenine yönelmeli ve onu kavramalidir. (Filodoks X Filozof )
Spinoza (17 yy – Hollanda) Panteist (evren-kozmoz tanridir) bir düsünürdür. Kozmos mutlak olarak özgürdür, bu nedenle onu hiçbir sey etkilemez. Ancak insan baska seylerin özellikle de tutkularin etkisindedir. Tutkular insani güçsüz, edilgin ve köle yaparlar. Insan ancak akli ile tutkularini asabilir. Aklin uygun gördügü yasam
biçimi de bilgiyle gerçeklesir. Bilgi bizi tanriya ulastirarak özgürlestirir. Bilginin vardigi yer evrensel yani tanrisal olan yasadir. Tanrisal yasaya uygun olan iyi, uygun olmayan
ise kötüdür.


Kant (18. yy – Almanya) Ona göre ahlaksal eylemin amaci mutluluk olamaz , çünkü mutluluk subjektif bir kavramdir. Yani kisiye göre degisir. Ve nitekim ondan önceki
filozoflar mutluluk için farkli seyler söylemislerdir: Kimine göre erdem, kimine göre iyi bir baslkasina göre de dogaya uygun yasama olmustur. Oysa ahlak yasasi herkes
için ayni olmali ve ayni kalmalidir. Kant’a göre de bu iyi niyet (iyiyi isteme) dir, ödevdir. Ödev, her çesit duygudan öte kesin bir buyruktur. Ahlak yasasina kesin boyun egistir.,
Bu da akli olan herkes için evrensel bir kuraldir. Kosula bagli olan davranislar ahlaksal degildir.



Son düzenleyen GusinapsE; 11 Nisan 2006 22:18
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
11 Nisan 2006       Mesaj #18
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
20.YÜZYIL FELSEFESİ


On dokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayıp günümüze dek uzanan felsefe.
Felsefe hiçbir zaman boşlukta gelişmeyip, kültürün bir parçası olarak, daima çağın siyasi ve toplumsal koşullarıyla ilişki içinde ortaya çıktığına göre, çağdaş felsefenin de, yirminci yüzyılın koşullarından etki­lenen, yirminci yüzyıla özgü bir bakış açısı vardır. Çağdaş felsefe içinde yer alan tüm filozoflar, aralarındaki farklılıklara karşın, işte bu bağlamda, bir parçası oldukları modern toplumun ilgi ve problemlerine yanıt vermek durumunda olmuşlardır. Şu halde, çağdaş felsefeyi karakterize eden birinci özellik, onun yirminci yüzyılda ortaya çıkan kimi temel durum ve oluşumlardan, örneğin modern toplumun bilim karşısındaki ikircikli tavrından, dile yönelik ilgiden, dünya savaşlarının yarattığı umutsuzluktan, toplumsal koşulların yarattığı güven bunalı­mı ve yabancılaşmadan, vb, yoğun bir biçimde etkilenmiş olmasıdır.
Çağdaş felsefeyi karakterize eden ikinci özellik, yirminci yüzyılda filozofların Batı felsefesine Kant’tan beri damgasını bulan kurmacılık veya konstrüktivizm ve görecilikten kaçınma çabası içine girmiş olmalarıdır. Buna göre, Batı felsefesinde Descartes’la başlayıp, Kant’la doruk noktasına ulaşan özne çıkışlı bir felsefe anlayışının ardından, yirminci yüzyıl felsefesi insandan ve insanın inançlarından bağımsız olarak varolan bir nesnel dünyanın varoluşunu kabul eden bir felsefedir. Nesnelliği yeni­den yakalamaya çalışan çağdaş felsefe, aynı zamanda nesnel olarak varolan bir evrenin bilgisinin mümkün Olduğunu savunan bir felsefe olarak ortaya çıkar.
Kabaca ve genel olarak değerlendirildiğinde, çağdaş felsefede tarihsel bir sıra için­de ortaya çıkan 3 ayrı gelenekten söz edilebilir:

  • analitik gelenek
  • fenomenolojik gelenek
  • eleştirel ya da yıkıcı gelenek
  • Çağdaş felsefenin önemli ve büyük geleneği ise, Hobbes ve Hume’a mal edilebilecek olan kimi felsefi kabulleri benimseyen düşünürlerin oluşturduğu analitik gelenektir. Dünyanın çok büyük sayıda basit öğeden meydana geldiğini, kompleks nesnelerin bu öğelere ayrıştırılabileceğini ve bu basit varlıklarla karşılaşıldığı zaman, onların kolaylıkla tanınıp anlaşılabileceğini öne süren bu gelenek mensupları, felsefenin görevinin sentez değil de, dilsel ya da bilimsel veya mantıksal analiz olduğunu öne sürer. En önemli temsilcileri arasında George Edward Moore, Bertrand Russell, Gattlob Frege, Ludwig Wittgenstein, ve Viyana Çevresi düşünürlerini verebileceğimiz bu gelenek realist bir tavır alıp sağduyuya yaklaşırken, bir yandan da bilimden tarafa saf tutup metafiziğe şiddetle karşı çıkar.
  • Çağdaş felsefenin ikinci geleneği ise, Alman filozofu Edmund Husserl tarafından kurulmuş olan fenomenolojik gelenektir. Bilginin olanağına büyük bir güçle inanırken, Kant’ın eseri olan konstrüktivizme şiddetle karşı çıkan fenomenolojik gelenek, kendinde şeylerin bilince göründüklerini öne sürmüştür. Bu çerçeve içinde bilince dönen ve bilincin yönelimselliğini bilinç üzerinde yoğunlaşmanın nedeni ve haklı kılınışı olarak değerlendiren fenomenolojik gelenek, aynı zamanda realist bir tavırla, şeylerin karşılı­lı bağımlılığı ve ilişkisi üzerinde durmuştur. Analitik geleneğin Hume’a yakın olduğu yerde, daha çok Hegel’e yaklaşan fenomenolojik geleneğin en önemli temsilcileri ara­sında Martin Heidegger’le Jean Paul Sartre bulunmaktadır.
  • Çağdaş felsefenin üçüncü geleneği Fransız düşünürleri Michel Foucault ve Jacques Derrida tarafından temsil edilen eleştirel ya da yıkıcı gelenektir. Örneğin, özcülüğe, ikiciliğe, Descartesçı felsefeye, akıl ya da lojisizme, Aydınlanma felsefesiyle pozitivizme ve dolayısıyla bütün bir moderniteye ilişkin olarak çok ciddi ve keskin bir eleştiri yönelten Derrida’nın son çözümlemede özcülüğe, ikiciliğe ve akılmerkezciliğe yönelik olan eleştirisi gerçekte metafiziğe, Batı’nın bütün bir metafiziksel düşüncesine yönelik bir kritik olmak duru­mundadır. Başka bir deyişle, Batı düşüncesinin yüzyıllardan beri termelinde yer kavram ve karşıtlıkları yeni baştan eleştirel bir bakışla değerlendiren bu gelenek, Barı felsefesinin temellerini sarmıştır.





arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
11 Nisan 2006       Mesaj #19
arwen - avatarı
Ziyaretçi
SİYASET FELSEFESİ


Siyasetin problemlerini siyasi sistemleri, siyasal hayvanlar olarak tanımlanan insanların belli bir siyasi sistem içindeki davranışlarını felsefeye özgü yöntemlerle ele alan felsefe dalı, daha çok normatif bir nitelik arzeden kavramsal araştırma türü; felsefenin, siyasi yaşamı konu alan, özellikle de devletin özü, kaynağı ve değerini araştıran dalı.

Siyaset felsefesinin ele aldığı belli başlı konular şunlardır:

1. İnsanın gelişme süreci içinde, yönetimin ya da devletin kaynağı, doğası, amacı ve önemi.

2. Varolan, varolmuş olan devletlerin sınıflanması ve bu devletlerin oluşumunda etkili olan felsefe ya da görüşlerin incelenmesi.

3. İdeal düzen arayışları.

4. Ütopyaların yapısı ve bunların gerçekleşme şansları.

5. Bireyle devlet, itaat etmeyle özgürlük arasındaki ilişki, baskı, sansür ve yönetimin gücü.

6. Adalet, eşitlik, özgürlük, haklat ve mülkiyet gibi temel kavramların analizi.

Eski Yunan’da doğmuş olan siyaset felsefesi, günümüzde siyasi otoritenin gücünü, doğasını ve kaynağını, siyasi otoriteyle birey arasındaki ilişkileri ele alır. Siyasi kurumların ve bu arada devletle birey arasındaki ilişkilerin nasıl geliştirilebileceği konusunu inceleyen siyaset felsefesi günümüzde daha çok ‘demokrasi’ kavramı üzerinde durur. Başka bir deyişle, demokrasi problemini sivil toplum-devlet kavram çiftiyle, özgürlük ve eşitlik ideallerinin oluşturduğu temel üzerinde ele alan siyaset fel­sefesinin temel problemi, kamusal gücün, siyasal iktidarın, insan yaşamının niteliğini korumak ve geliştirmek için nasıl kullanılması ve ne ölçüde sınırlanması gerektiği problemidir.

Siyaset felsefesinin uzun tarihi içinde, Platon, Aristoteles, Cicero, Aziz Augustinus, Aquinalı Thomas, Dante, Machiavelli, Spinoza, Locke, Burke, Rousseau, Mill, Bentham,Tocqueville, Saint-Simon, Comte, Hegel, Marx ve Engels gibi düşünürlerin önemli katkılarından söz edilebilir. Buna karşın, 20. yüzyılda siyaset felsefesi alanındaki katkılar, sırasıyla siyasi pragmatizm, dini ve varoluşçu yaklaşım ve nihayet devrimci yaklaşım diye, kabaca üç başlık ya da yaklaşım altında toplanabilir.

1. Dewey, Russell ve Popper gibi düşünürler tarafından temsil edilen Siyasi pragmatizm, toplumun halihazırdaki yapısını ve kapitalizmi eleştir­mekle birlikte, düşüncelerini söz konusu yapının oluşturduğu genel çerçeve içinde ifade eder ve siyaset alanındaki amacın, insan kişiliğinin geliştirilmesiyle yaşam düzeyinin en yüksek noktaya çıkartılması olduğunu savu­nur. Örneğin, siyaset felsefesinde aristokratik bir bireyciliğin savunuculuğunu yapan Russell, hoşgörü, cinsel özgürlük ve sağdu­yunun yanında olurken, materyalizme, bürokrasi ve savaşa şiddetle karşı çıkmıştır.

2. Dini ve varoluşçu yaklaşım, insanlığın topyekün bir yıkıma doğru gittiğini savunurken, zaman zaman dini ya da yarı dini değerleri, zaman zaman da bire­yin bizzat kendisini ön plana çıkartmıştır.

3. Lenin,Gramsci, Marcuse, Lukacs gibi düşünürlerin temsil ettiği yaklaşım ise, bireyin nihai bir özgürlük ve mutluluk haline ulaşabilmesi için, kapitaliz­min ve burjuva devletinin, şiddet veya de­mokratik yollarla yıkılmasını öngörür.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
11 Nisan 2006       Mesaj #20
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Antik dönemde felsefe hangi alanlarda gelişti?

Bu soruyu yanıtlamadan önce, Akdeniz dünyasına bir göz atmakta yarar var.

Her şeyden önce Yunan kent devletlerinin birbirleriyle yaptıkları üstünlük mücadelesi, bu devletçiklerin güçsüz düşmesiyle sonuçlandı.
Makedonya’da yeni bir güç yükseliyordu. Babası Filip’ten sonra bildiğiniz gibi Büyük İskender Hindistan’a kadar tüm bölgeyi içine alan bir imparatorluk kurdu. Ölümünden sonra ardılları mirasını paylaştılar. Uzun süreli hanedanlar kurdular.

Russel “Felsefe Tarihi”nde bu dönemi şöyle özetliyor

* Philipp ve İskender tarafından son verilen özgür kent devletleri dönemi: Özgürlük ve Düzensizlik

* Kleopatra’nın ölümünden sonra Mısır’ın Roma’ya katılmasıyla son kalıntısı da gözlerden yiten Makedonya egemenliği dönemi: Başeğme ve Düzensizlik

* Roma İmparatorluğu Dönemi: Başeğme ve Düzen
Platon ve Aristoteles’in büyük sistemlerinden sonra, İsa’nın doğumuna kadar olan 300 yıl boyunca, felsefe “ahlak” konusu üzerinde durdu daha çok.

Bu dönem toplumsal ve siyasi açıdan bir kargaşa dönemiydi. Anlayacağınız, ahlaka yönelmek bir zorunluluktan doğdu belki de



Benzer Konular

21 Temmuz 2014 / Misafir Felsefe
20 Kasım 2013 / Ziyaretçi Soru-Cevap
24 Kasım 2008 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Haziran 2009 / careless_WhispeR X-Sözlük
4 Mart 2011 / Misafir Taslak Konular