Arama

Felsefe Nedir? - Sayfa 4

Güncelleme: 7 Mart 2020 Gösterim: 73.448 Cevap: 56
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #31
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
AŞK,SANAT ve FELSEFE

İnsanın varolmasında, yaşam anlayışının özel ilgi alanı ve ifadesinin iki görünüşü vardır :aşk ve sanat.
Sponsorlu Bağlantılar

Ben burada, o terimin ciddi anlamı ile, romantik aşktan bahsediyorum.Romantik aşk, sahiplerinin yaşam anlayışlarının herhangi bir tutarlı değerden yoksun yani korkudan başka hiç bir sürekli duygusu olmayan, yüzeysel, delicesine aşık olma hallerinden ayrılır.Aşk, değerlere verilen bir yanıttır.Aşık olan kişi, diğerinin yaşam anlayışına - varlığı ile yüzleşmesini sağlayan temel toplama, esas karşı duruşa , ki bu kişiliğin vazgeçilmez parçasıdır - aşık olur.Kişi diğer kişinin karakterine şekil vermiş değerlerin simgelediği somut örneğe aşık olur.Bu değerler, en geniş hedeflerde veya en ufak jestlerde kendini yansıtır, ruhunun stilini yaratır.Bu bireysel stil özgün, tekrar edilemez ve yerine konulamaz bilinçtir.Kişinin yaşam anlayışı, seçici olarak hareket eder ve bir başkasındaki değerlere yanıt verir.Sözde inançlarla ilgisi yoktur (yine de bunlar ilgisiz değildir) çok daha esaslı olarak bilinç ve bilinçaltının uyumu ile ilgisi vardır.

Bu duygusal tanıma sürecinde, yaşam anlayışının kendisi güvenilir bir kavrayışsal rehber olmadığı için, bir sürü hata ve trajik yanılsamalar mümkündür.Ve eğer kötülüğün dereceleri varsa, mistisizmin en kötü sonuçlarından biri - insanın acı çekmesi anlamında - aşkın akıl ile değil de “kalp” ile ilgisi olduğu, akıldan bağımsız bir duygu olduğu, aşkın gözünün kör olduğu, felsefenin gücünden etkilenmediği, inancıdır.Aşk felsefenin anlatımıdır - bilinçaltı felsefî toplamdır - ve belki de insan varlığının başka hiç bir yönü felsefenin bilinçli gücüne bu kadar umutsuzca gereksinim duymaz.Bu güç, bir duygusal değer biçmeyi doğrulama ve desteklemeye çağrıldığında, eğer aşk akıl ve duyguların, düşünce ve değerlerin bilinçli bir bütünlemesi olduğunda - işte yalnız o zaman - insan yaşamının en büyük ödülü olur.

Sanat, gerçeğin, sanatçının metafiziksel değer yargılarına göre seçici olarak yeniden yaratılmasıdır.İnsanın metafiziksel soyutlamalarının bütünleştiricisi ve somutlaştırıcısıdır.Sanatçının yaşam anlayışının sesidir.Ve bu anlamda sanat, aynı romantik aşk gibi, gizemin havası ile, aynı tehlikelerle, aynı trajedilerle - ve bazen aynı zaferlerle - karşı karşıyadır.


Yaşam anlayışı şaşmaz değildir.Ama yaşam anlayışı : insanın sanat gibi bir âlem yaratmasını sağlayan psikolojik mekanizmanın ve sanatın kaynağıdır.

Sanatın içindeki duygu bu terimin genel anlamındaki duygu değildir.Daha çok bir “anlam” veya “his” olarak deneyimlenir, ancak duygulara uygun olarak iki özelliği vardır: otomatik olarak anındadır ve yoğun, olarak onu deneyimleyen kişiye taşıdığı değer açısından tamamen kişiseldir (ancak tanımlanmamıştır) Yaşamın içindeki değer ve duyguyu ifade eden kelimeler şunlardır: “İşte hayatın benim için anlamı budur”

Sanatçının metafiziksel bakış açılarının içerik veya doğasından bağımsız olarak bir sanat eserinin, diğer bütün yönlerinin altında, söylediği şey temel olarak şudur: “Benim gördüğüm haliyle hayat budur (veya bu değildir)”

İnsanın: “Değerlerini bütünleyebilmek, hedeflerini seçebilmek, geleceğini planlayabilmek, yaşamının tutarlılığını ve uyumunu sağlayabilmek için, varlığına dair etraflı bir bakış açısına gereksinimi vardır.” İnsanın yaşam anlayışı, metafiziksel soyutlamaların bütünlüklü toplamını almasına yardımcı olur; sanat, bunları somutlaştırarak halihazırdaki gerçeği ( mevcudiyeti ) kavramasına - deneyimlemesine - olanak sağlar.

Psikolojik bütünlemelerin işlevi belli bağlantıları otomatik hale getirmektir; böylece her biri bir birim olarak çalışır ve her anımsatıldığında sürekli bir düşünce süreci halinde çalışması ihtiyacı ortadan kalkar. (Bütün bu öğrenilenler, kişinin bilgisinden daha fazla bilgi peşinde koşmak için zihnini serbest bırakmasını otomatik hale getirmeyi içerir) İnsan zihninde pek çok “çapraz dosyalanmış” soyut zincirler (birbiri ile bağlantılı kavramlar) bulunur.Kavramaya dair soyutlamalar, bütün diğerlerinin bağlı olduğu esas zincirdir.Bu zincirler, belli bir amaca hizmet eden ve özellikli bir ölçüte göre şekillenmiş zihinsel bütünlemelerdir.

Kavramaya dair soyutlamalar şu ölçütle şekillenmiştir : gerekli olan ne? ( epistemolojik olarak bir sınıf da var olanı diğerlerinden ayırmak için gerekli olan).Düzgüsel soyutlamalar şu ölçüt ile şekillenmiştir: iyi olan ne? Estetik soyutlamalar şu ölçütle şekillenmiştir: önemli olan ne?

İnsan amacına hizmet etmek ( fiziksel arka-planının şeklini değiştirerek yaşadığı ) için, değerlerini önce tanımlamalı sonra yaratmalıdır - akılcı bir insanın bu değerlerin benzeyişlerini, dünyayı ve kendisini yeniden şekillendirecek imgeler şeklinde somutlaşmış projeksiyona gereksinimi vardır.Sanat ona bu imgeyi verir; ona kendi uzak hedeflerini tam, hazır ve somut gerçeğini görebilme deneyimini verir.

Akılcı bir insanın : tutkusu sınırsız, değerlerini arama ve bulması yaşam boyu süren bir süreç olduğu için, değerleri ne kadar yüksekse mücadelesi de o kadar çetindir - bitmiş işin hissini, kendi değerlerine ulaşabilmiş bir evrende yaşıyor olmanın vereceği hissi, deneyimleyebileceği bir ana, bir saate veya belli bir zaman dilimine gereksinimi vardır.Bu bir mola, daha ileriye gitmek için yakıt almak gibidir.Sanat ona: işte bu yakıtı verir, kişinin yaşam anlayışının objektif gerçekliğinin tasarımının verdiği zevk, onun ideal yaşamında neler hissedecekse, onların verdiği zevktir.

Aynı ilke, farklı bakış açıları ve farklı tepkiler sebebiyle farklı terimlerle de olsa, akıl-dışı insanlar için de geçerlidir.Akıl-dışı bir insan için, kötücül yaşam anlayışının somutlaşmış projeksiyonunun amacı, ileriye gitmek için yakıt ve ilham kaynağı olması değil, hiç hareket etmeden durmak için bir mazeret olmasıdır: değerlerin ulaşılamaz, mücadelenin faydasız, korku, suçluluk, acı ve başarısızlığın insanın kaderi olduğunu ve buna karşı bir şey yapamayacağını belirtir. Veya daha düşük seviyede bir akıl-dışı kötücül yaşam anlayışının somutlaşmış projeksiyonu, insanı zafer kazanmış bir kötülük, varolmaya duyulan bir nefret, yaşamı en iyi temsil eden şeylerden alınan bir intikam, bütün insanî değerlerin yenilmesi ve mahvedilmesi olarak simgeler; onun sanat çeşidi, kendisinin haklı olduğunu belirten anlık bir aldanması - şeytaniliğin metafiziksel açıdan güçlü olduğudur.

Sanat, insanın metafiziksel aynasıdır; akılcı bir insanın o aynada görmeyi aradığı tek şey selamlama iken, akıl-dışı bir insanın görmeyi aradığı tek şey mazerettir - halbuki bu sadece onun, kendi öz-güvenine ihanetinin son çırpınışı, doğru yoldan ayrılmışlığının tek mazeretidir.

Bu iki aşırı uç arasında, insanın karışık öncüllerinin sürekliliği yatar - yaşam anlayışları, akıl ile akıl-dışılığın, çözülmemiş, kararsız halde dengelenmiş veya açıkça tezat ögelerini tutar - ve sanat eserleri bu karmaşıklığı yansıtır.Sanat felsefenin bir ürünü olduğu için (ve insanın felsefesi acıklı bir şekilde karmaşık olduğu için), en büyük örnekleri de dahil, sanat eserlerinin çoğu bu sınıflandırmaya girer.

Bu şekilde, belli bir sanat felsefesinin doğruluğu veya yanlışlığı, estetiğe ait bir konu değildir, izleyicinin sanat eserinden aldığı zevki etkileyebilir ancak estetik değerini reddetmez.Belli bir tür felsefi anlam, ancak imâ olunan yaşama bakış açısı sanat eserinin gerekli ögesidir.Ne olursa olsun herhangi bir metafiziksel değerin bulunmaması, yani gri, bir şey ifade etmeyen, pasif ve kararsız bir yaşam anlayışı, yakıtı, motoru veya sesi olmayan bir öze yol açar ve sanat alanında aciz bir insan olarak karşılığını bulur.Kötü sanatta, taklitçilik, ikinci-el kopyacılık hakimdir, yaratıcı bir ifadenin izi yoktur.


Açıkça belli olmasa da hakim olan şey, normal akıl sağlığı tam odaklanmayı sağlayacak durumda olan bir insan, neşe saçan bir berraklık ve amansız bir kesinliği yaratır ve bunlara cevap verir - bu stil, keskin hatlar, temizlik, amaç, tam farkındalığa uzlaşmaz bir şekilde taahhüt ve gayet net açıklanmış bir tanım, yansıtır - bu farkındalığın seviyesi A’nın A olduğuna uygun bir evrene uygundur, bu farkındalıkta herşey insan bilincine açık ve bu farkındalık seviyesi ona uygun sürekli işlevsellik gerektirir.

Kendi hislerinin bulanıklığında hareket eden kişi, zamanının çoğunu odak noktasının dışında geçirecek ve sınırların kaybolduğu, varlıkların birbirinin içine karıştığı, kelimelerin her anlama geldiği, hiç bir şey ifade etmediği, renklerin nesneler olmadan uçuştuğu, nesnelerin ağırlıkları olmadan dolaştığı - A’nın kişinin keyfine göre seçtiği herhangi bir “A olmayan” şeye eşit olduğu, hiçbir şeyin kesin olarak bilinemediği ve kişinin bilinçliliğinden fazla bir şey beklenmeyen, puslu, “gizemli” kasvetli stiller yaratacak veya böyle stillere cevap verecektir.


Kişinin, sanatçının felsefesini kabul veya reddetmesinin sanat eseri içeriğindeki estetik yaklaşım ile bir ilgisi yoktur.Eserini değerlendirmek için sanatçı izleyici ile aynı fikirde olması (hatta ondan hoşlanması) gerekmez.Temel olarak, objektif bir değerlendirme, sanatçının temasını, (diğer dış nedenlere izin vermeden, eserin içindeki delilleri açık olarak tanımlayarak) eserinin soyut anlamını tanımlamayı ve sonra sunma araçlarını, yani sanatçının temasını, eserdeki saf estetik ögeleri ölçüt olarak alıp, yansıttığı (veya yansıtamadığı) yaşama bakış açısındaki teknik ustalığı (veya bu ustalıktan yoksunluğu) değerlendirmeyi gerektirir.

(Objektif bir değerlendirmede rehber olması gereken ve sanatçı bireyin felsefesini dikkate almadan bütün sanatlara uygulanan estetik ilkeler bu tartışmanın dışındadır.Sadece, estetik bilimi tarafından tanımlanan ilkelerden bahsedeceğim.Modern felsefe, bu görevi yerine getirme konusunda, üzücü bir şekilde başarısızlığa uğramıştır.)
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #32
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
FELSEFENİN GETİRDİKLERİ

Sponsorlu Bağlantılar
Az ve öz söz söylemek felsefeyle ne kadar uzak durursa dursun, yine de felsefe yaparak zamanı kullanmak yaşam felsefesiyle örtüşen bir durumdur:
Felsefenin tanımını düşünce yoğunluğu bağlamında ele alırsak şu şekilde tanımlar yapılabilir:
Felsefe: hayatın yaratılış ilkelerini, boyutlarını ve bunlar arasındaki işleyiş süreçlerini düşünerek yaşamaktır.
Felsefe, başka bir tanımla, bilmek ve tüm bilgileri bütünsellik içinde yorumlamak ve bilime göre yaşamak ahlakıdır.

Bilim ise, yaratılış yasalarının ilkelerini ve evrenselliğini keşfetme sürecine girmektir.
Felsefenin amacı gerçek, aracı düşünmek, hedefi evrenseli yakalamaktır.
Bilimin amacı bilmek, aracı metodoloji, hedefi doğru ile yanlışı ayırmaktır.
Düşünce felsefe yapmayı, akıl bilim üretmeyi sağlar.
Düşünen akıl da bilim felsefesini üretir.
Bu yüzden felsefe hem bilim hem de yöntem olarak algılanabilir.
Eşya ve olayların tümü ile ilgili felsefe araç olarak kullanılmalıdır.

Felsefenin aracı olan düşünmeyi harekete geçirebilmek için kullanılacak yöntemler;
Neden, niçin, nasıl sorularını sormaktır.
Bilim, bilim için bilim yapar, doğruyu bulmaya çalışır.
Felsefe, doğrunun gerçeğinin ne olduğunu araştırır.
Bunun için felsefe herşeyi sorgular.
Felsefenin sorgusundan hiçbirşey kaçamaz, kaçmamalıdır.
Din kaçmamalıdır, sorgulanmalıdır.
Bilim kaçmamalıdır, sorgulanmalıdır.
Sanat kaçmamalıdır, sorgulanmalıdır.
Eğitim kaçmamalıdır, sorgulanmalıdır.
Bilim, sanat, felsefe, din evrenseldirler. İşleyişleri, ilişkileri, bağlantıları ve ürünleri yeni evrensel boyutları yakalamaya kaynaklık ederler.

Felsefe bu yüzden bilimdir ve bilimlerin anasıdır.
Felsefe bu yüzden bütünseldir, köktencidir ve yaşamsaldır.
Felsefe cevabını felsefe ile verir.
Felsefe verdiği tüm cevapların yöntemini kendi üretir.
Tarihi süreç içerisinde felsefenin çizgisi ve aktörleri her zaman olmuş ve olmaya devam etmektedir.
Yaşam süreci içerisinde insanın kendini ve çevresini tanımaya çalışması her aşamada felsefe yapmaktır.
Felsefe yaparak ve yaşayarak öğrenilir.
Felsefe şüphe üretir, bilim bu ürünü kullanır ve yöntemini (metodunu) koyarak araştırır; bilim bu yüzden ‘metotlu şüphelenmektir’.

YARATILIŞTAN YARATICIYA ULAŞMAK VE TÜM YARATILIŞ SÜREÇLERİNİ YAKALAYABİLMEK İÇİN FELSEFEDE DE, BİLİMDE DE, SANATTA DA, DİNDE DE OLMAZSA OLMAZ DEĞER İNANÇTIR.
İnanç yoksa bu değer hükümlerinin hepsi MÜLGA’dır.
Son düzenleyen GusinapsE; 18 Mayıs 2006 01:24
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
18 Mayıs 2006       Mesaj #33
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
MUTLULUK ve FELSEFE

İNSAN HAYATININ AMACI OLARAK MUTLULUK VE KAYNAĞI NEDİR?
MUTLULUĞUN RESMİ ÇİZİLEBİLİR, TARiFi YAPILABiLİR Mİ?


KESİNLİKLE EVET, ÇÜNKÜ; MUTLULUK: REALİZMLE BARIŞIKLIĞIN MÜKAFATIDIR...



ÇÜNKÜ MUTLULUK= " DOĞRU FELSEFE + HUZUR + YARATICI BİR; İŞ, GÜÇ ve AMAÇ " lar TOPLAMIDIR...!





Çünkü: Bir bilgisayar, nasıl ki doğru bir program olmadan çalışamaz ise; aynen bir insan aklı da, doğru bir felsefeye sahip olmadan çalışamaz. Kaldıki; İCQ'su, ya da ZEKA'sı, ne kadar üstün de olsa bu temel değiştirilemez.

Bu durumda:" AKLI doğru bir programa, SAHİP olamayan bir insan " zaten HUZUR içinde olamaz.

Ama bir insan, " Doğru bir felsefe sahibi " de olsa; " Yaratıcı bir iş, güç ve bir amaç sahibi " değilse: yine MUTLU olamaz.



YANİ MUTLULUK:
= " DOĞRU FELSEFE + HUZUR + YARATICI BİR; İŞ, GÜÇ ve AMAÇ " lar TOPLAMIDIR...!




BU DURUMDA TEMEL AMAÇ, MUTLULUK DEĞİL: HUZUR; Yani RASYONELLİĞİ- MEVCUDİYETİ-KABULLENMEK olmalıdır.




Yani bir insanın,
" DOĞRU FELSEFE + HUZUR + YARATICI BİR; İŞ, GÜÇ ve AMAÇ'lar SENTEZİNE " sahip olamadan;



MUTLU OLMASI : NA-MÜMKÜNDÜR.


Bu anlamda bir insan, HUZUR'lu olmayı da tercih edebilir...


BÖYLESİ RASYONEL BİR AHLAKIN TEMEL SOSYAL PRENSİPLERİ ŞUNLARDIR:


Nasıl ki, hayat başlı başına bir amaçsa, yani başka hiç bir amacın aracı değilse; aynı şekilde, her insan da, başlı başına bir amaçtır.


Yani insan başkalarının amaçlarının ve refahlarının bir aracı değildir ve de olamaz.

Dolayısiyle, insan kendi hatırına yaşamalıdır; ne kendisini başkalarına, ne de başkalarını kendisine feda etmelidir.

" Kendi hatırına yaşamak " şu prensibi kabul etmektir:
Kendi mutluluğunu gerçekleştirmek, insanın en yüce ahlaki amacıdır.

İnsanın hayatta kalma meselesi, insan bilincine kendisini psikolojik bir hadise olarak dayatırken,
doğrudan doğruya bir " yaşam veya ölüm " sinyali halinde ortaya çıkmaz.
Bu mesele, insan bilincinde bir " mutluluk veya mutsuzluk " duygusu olarak ortaya çıkar...

Mutluluk, insanca yaşama işinde başarılı olma halinin duygusudur;
mutsuzluk duygusu ise başarısızlık ve ölümün ikaz işaretidir.

Nasıl ki, insan vücudunun zevk-acı mekanizması, o vücudun sağlığının veya yarasının otomatik gösterge tablosuysa; başka bir deyişle, yaşamak veya ölmek arasındaki temel alternatifin barometresiyse; insan bilincinin duygusal mekanizması da, aynı fonksiyonu gören bir tabiata sahiptir.
Duygusal mekanizma, yaşam-ölüm alternatifini iki temel duygu vasıtasıyla kaydeden bir barometredir: neş'e veya hüzün.
Yani zevk veya acı mekanizması, vücudun, insanın fiziki durumunun gösterge tablosudur. Bilincin neşe-hüzün mekanizması ise, bilincin, yani insanın zihinsel durumunun gösterge tablosudur. Duygular, insan bilincinde -veya bilinçaltında- bulunan değer yargılarından doğan otomatik sonuçlardır; duygular, insanı değerlerine götüren veya değerlerinden uzaklaştıran şeylerden, yani insana yararlı veya zararlı olan şeylerden haber veren bir bültendir.
İnsan vücudunun zevk-acı mekanizmasını işleten değer standardı, otomatik ve doğuştandır, vücudun tabiatınca belirlenmiştir; mesela çıplak olarak kaynar suya sokulan bir elin, acımamasını sağlamak mümkün değildir. İnsanın duygusal mekanizmasını işleten değer standardı ise, otomatik değildir;
mesela, bazı insanların, bir diktatörlüğün milyonlarca insanı katletmesine hüzünlenmesi, bazılarının ise buna neşelenmesi mümkündür.

İnsan hiçbir otomatik bilgiye sahip olmadığından, hiçbir otomatik değere de sahip olamaz; hiçbir fıtri (doğuştan) fikre sahip olmadığından, hiçbir fıtri değer yargısına da sahip olamaz.

İnsan bir bilgilenme (öğrenme) mekanizmasına sahip olarak doğduğu gibi, bir duygusal mekanizmaya da sahip olarak doğar; fakat, doğuşta, her ikisi de "tabula rasa"dır;
yani, ne öğrenme mekanizması herhangi bir şey bilir, ne de duygusal mekanizması herhangi bir şey duyar.
İnsanın öğrenme yeteneği, yani zihin, her ikisinin de içeriğini (muhtevasını) zamanla belirler.

İnsanın duygusal mekanizması, zihni tarafından programlanacak bir bilgisayar gibidir; bu program, zihnin seçeceği değerlerden ibarettir.

İnsan zihninin çalışması otomatik olmadığından, diğer bütün düşünceler gibi, insani değerler de, düşünme eyleminin veya bu eylemi tam yapmamış olmanın sonucudur.
İnsan, değerlerini, ya bilinçli bir düşünce süreciyle seçer, ya da bunu yapmamış olmasının sonucu doğan boşluk, rasgele bir şekilde şunlardan biri veya birkaçıyla doldurulur:
Bilinçaltı çağrışımlar, iman, inanç, ideoloji, başka birisinin otoritesi, herhangi bir tür sosyal ozmos olayı (duyulanları, rasyonel olup olmadığını anlamadan, otomatikman benimsemek), taklit.
İster bilinçle seçilmiş olsun, isterse bilinçaltı ile, ister açıkça bilinsin, isterse zımnen kabul edilmiş olsun; değer yargıları, bütün duyguların kaynağıdır.
İnsanın duygusal mekanizması ister istemez çalışır: herhangi bir şeyin, kendisi için iyi mi kötü mü olduğunu hissetme kapasitesinin işleyip işlememesi seçeneğe bağlı değildir.
Fakat, kendisine iyi veya kötü gelecek şeyin ne olacağını, kendisine neşe veya hüzün verecek şeyin ne olacağını, neyi sevip neden nefret edeceğini, neyi arzu edip neden kaçacağını, kendisi belirleyebilir; bu işi, bir değer standardı kullanarak yapar.
Bir insan, yanlış bir değer standartı, yani irrasyonel değerler seçerse, duygusal mekanizmasını, hayatının koruyuculuğu rolünden çıkarıp, yıkıcısı rolüne iter.

İrrasyonel olan, imkansız olandır; irrasyonel olmak, realitenin olgularıyla çelişki halinde olmak demektir.

İrrasyonel duygulara sahip olmak, irrasyoneli arzulamak, realitedeki olguların değiştirilemez olanlarından bazılarına karşı çıkmak demektir; oysa, olgular, bir arzu ile değiştirilemediği gibi, arzu eden kişiyi yıkma gücüne de sahiptir. Bir insan herhangi bir çelişkiyi kabul ederse; çelişkili bir bilgiyi doğru kabul ederse, çelişki barındıran bir amaç içinde olursa -mesela, hem elindeki hıyarı yiyip bitirip, hem de o hıyara sahip olmak isterse- bilincini parçalar, dağıtır; iç dünyasını, karanlık, tutarsız, anlamsız çatışmalara girişmiş kör kuvvetlerin iç savaşına çevirir.


MUTLULUK REALİZMLE BARIŞIKLIĞIN MÜKAFATIDIR


Mutluluk, değerlerine erişen insanın bilincinde doğan bir olumluluk duygusudur.

Üretken, çalışmaya değer veren bir insan için mutluluk, onun kendi hayatına hizmet yolundaki başarısının ölçüsüdür.
Fakat, bir sadist gibi acı vermeye veya bir mazohist gibi kendine eziyet etmeye veya bir mistik gibi mezardan ötesine veya gazozuna araba tokuşturan bir serseri gibi akılsızca maceralara değer veriyorsa; yani, tahrip onun için bir değerse, bu insanın hissedebileceği sözde-mutluluk, kendi hayatının tahribi doğrultusunda gösterdiği başarının ölçüsüdür.
Bu irrasyonelistlerin duygusal durumunu ifade etmek için; mutluluk kavramını, hatta zevk kavramını kullanmak pek de doğru olmaz:
Çünkü, değer verdikleri şeylere erişmeleri, onları, içinde bulundukları sürekli terör halinden kısa bir süre için kurtarmaktan başka bir işe yaramaz.

İrrasyonel kaprisler peşinde, ne yaşamak, ne de mutluluk elde etmek mümkündür.

Nasıl ki, bir insan, bir parazit gibi, bir beleşçi gibi, bir soyguncu gibi rasgele araçlarla hayatını sürdürmeyi denemekte serbest olduğu halde; çok kısa süreli rahatlamalar hariç, bu işte başarı göstermekte serbest olamazsa; aynı şekilde, bir insan, herhangi bir irrasyonel hayatın içinde, bir yanılgının peşinde, realiteden bir kaçış denemesi içinde mutluluğu aramakta serbesttir; ama, çok kısa süreli rahatlamalar hariç, bu işte başarı göstermekte ve sonuçlarından kurtulmakta serbest değildir.

Mutluluk, çelişkisiz bir neşe demektir; cezası ve suçluluk duygusu olmayan, hiçbir değerle çelişmeyen, insanı tahrip etmeyen bir neşe demektir.

Sadece rasyonel bir insan mutlu olabilir; çünkü, rasyonel bir insan mümkünü kovalar: sadece rasyonel amaç, arzu ve değerlerin peşinde gider; sadece rasyonel faaliyetlerden neşelenir.
Başka bir deyişle, rasyonel bir insan, realiteyle dövüşmeyen bir insan olduğundan; sadece o, realiteyle barışıklığın bir mükafatı olan mutluluğa erişebilir.
Hayatı sürdürmek ve mutluluğu aramak iki ayrı konu değildir. Bir insanın, kendi hayatını nihai değer olarak kabul etmesi ile kendi mutluluğunu en yüce amaç olarak alması, aynı başarının iki veçhesidir. Realitede, rasyonel amaçlar peşinde gitmek, hayatın sürdürülmesinden başka bir şey değildir; bu işi başarıyor olmanın psikolojik sonucu, mükafatı, mutluluk halinde ortaya çıkan bir duygusal durumdur. İnsan hayatının her anı, her yılı, tamamı, böyle bir mutluluk hissederek yaşanmalıdır.

Bir insan böyle pür bir mutluluğu yaşıyorsa, bu sonuç başlı başına bir amaçtır; " hayat yaşamağa değer " dedirten, böyle bir insanın hayatıdır.

Fakat, sebep-sonuç ilişkisi tersine çevrilemez.
Ancak "insana-özgü hayat"ı birincil olarak alıp, onun gerekli kıldığı değerler elde edilerek mutluluğa varılabilir; "mutluluk," tanımsız bir birincil olarak alınıp, bunun "rehberliğinde" yaşayarak mutluluğa varmaya çalışmak, bir yere götürmez.
Rasyonel bir değer standardı açısından "iyi" bir şey elde ederseniz, mutlaka mutlu olursunuz; fakat, tanımsız bir duygusal standartın dürtüsüyle elde edilen bir şey, size "mutluluk" diye niteleyebileceğiniz bir durum hissettirse bile; bu şey, mutlaka "iyi"lik getirecek demek değildir.
"Her ne sizi mutlu edebiliyorsa" kavramını bir eylem kılavuzu olarak almak ise, duygusal kaprislerle yöneltilmeyi kabul etmek demektir.
Duygular, bilgilenme (öğrenme) araçları değildir; bir insanın kaprislerle, yani kaynağını, tabiatını, anlamını bilmediği arzularla yöneltilmesi, görmeği reddettiği realitenin duvarlarına çarparak parçalanacak bozuk bir robot haline gelmesi demektir.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
28 Mayıs 2006       Mesaj #34
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Felsefenin Yararı Nedir?
Felsefenin yararı veya gerekliliği onun toplumsal-kültürel işlevi ve felsefenin tarihsel gelişimi ile ilgili olarak birkaç şey söylemek gerekir. Mongolfier kardeşler icat etmiş oldukları balonla ilk uçuşlarını yapmak istedikleri sırada gösteriyi izlemek için meydanda toplanan seyirciler arasından biri yanında bulunan tonton tavırlı, yaşlı, saygıdeğer bir baya dönerek biraz saf bir tavırla şu soruyu sorar: "İyi de bu ne işe yarıyor bayım?" Sözü edilen yaşlı bay - ki o sıralarda Fransa'yı ziyaret etmekte olan ünlü Amerikalı bilgin ve siyaset adamı Benjamin Franklin'dir - aynı ölçüde hoşgölürü bir şekilde gülümseyerek şu cevabı verir: "Yeni doğmuş bir bebek ne işe yarar bayım?"
Kanımızca bu cevap, felsefenin ve aslında daha genel olarak diğer temel kültürel etkinliklerin son tahlilde ne işe yaradıkları sorusuna verilebilecek en güzel ve en anlamlı cevaptır. Konuya bir işe yaramak açısından baktığımızda en çok işe yaradığı düşünülen bazı etkinliklerimizin bir işe yaramadığını da görebiliriz. Örneğin bilim bile çoğu kez bir işe yaramaz.
Felsefe; insanı insan yapan ve bir hiç olmaktan kurtaran araştırma ruhunun, anlamlandırma, yorumlama ve değerlendirme etkinliğinin, önemli sorular sorma ve onlara ciddi olarak cevaplar arama özelliğinin, erdemli olma ve mutlu yaşama talebinin, kısacası bilgeliğe ulaşma özleminin en hakiki ifadesidir.
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
9 Temmuz 2006       Mesaj #35
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
Felsefi Terimler Sözlüğü

A

--------------------------------------------------------------------------------

ABSÜRD
Anlamsal öğeleri birbiriyle bağdaşmayan... Mantık açısından mantık kurallarına aykırı olanı dile getirir. Saçma bir düşünce , öğeleri birbirini tutmayan , birbiriyle bağdaşmayan düşüncedir. Saçma bir yargı kendi içinde tutarsızlığı olan ya da tutarsızlığı içeren bir yargıdır.
Anlamsız ile saçma aynı anlamda değildirler. Saçmanın bir anlamı vardır fakat yanlıştır anlamsızın ise hiçbir anlamı yoktur. Saçma, felsefede usa aykırılığı dile getirir. Usa aykırı olan her şey saçmadır. Saçma doğru ile yanlış arasında yer alan üçüncü bir kavramdır. Yanlış ile karıştırılmamalıdır. Her yanlış saçma olmayabilir





AGNOSTİSİZM
İnsanın, kendi deneyimleriyle elde ettiği olguların ötesinde hiçbir şeyin varlığını bilemeyeceğini ileri süren öğreti. Agnostisizm hem bir terim , hem de felsefi kavram olarak Thomas Huxley tarafından ortaya atıldı. Huxley agnostik sözcüğünü hem geleneksel Yahudi-Hıristiyan tanrıcılığını, hem de tanrıtanımazlık öğretisini reddederek Tanrının varlığı sorununu ortada bırakan düşünürler için kullandı. Terim daha sonra geriye götürülerek bütün bilinemezci öğretileri kapsamıştır. Agnostisizm, tarihsel olarak bilimin denetiminden yoksun insan düşüncesinin düştüğü büyük yanılgılara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. İlk tepkiyi Yunan antikçağ bilgicilerinden duyumcu sofistler vermiştir. Onlara göre bilgi duyuların sonucudur ve duyular dışında bilgi edinemez ve herkes için geçerli bilgi olamaz.





AHLAK
İnsanların toplum içindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek amacıyla başvurulan kurallar dizgesi, başka insanların davranışlarını olumlu ya da olumsuz biçimde yargılamakta kullanılan ölçütler bütünü. Tarih boyunca her insan topluluğunda ahlak dizgesi var olmuştur. Bu dizge toplumdan topluma ve aynı toplum içinde çağdan çağa değişiklik gösterir.Nesnel ya da toplumsal ahlak, insanın toplumun öteki bireylerine karşı ödevini içerir. Bu kurallar yazılı olmadığı için biçimsel bakımdan hukuktan farklı olmakla birlikte, gene de ahlak ile hukukun örtüştüğü, hatta özdeşleştiği durumları vardır. Toplumsal yaşama egemen olan hukuk kurallarıyla nesnel ahlak arasında sıkı bir bağ vardır. Toplumun genel ahlak görüşlerine ve toplumsal vicdana uygun düşmeyen hukuk düzenlemeleri, kendilerinden beklenen toplumsal işlevi yerine getiremeyeceğinden uzun ömürlü olmaz



AHLAK DUYGUSU
Ahlaki davranışların kaynağı olan duygu


AKADEMİ (Akademia)
Platon'un kurduğu felsefe okulunun adı.


AKILCILIK
Bu dünyadaki bilgileri(akılcıların güvenilmez buldukları) duyu ve algılarımıza dayanarak değilde, aklımızı kullanarak elde edebileceğimizi ileri süren görüştür.
Bu dünyanın bilgisine duyu ve algılarımızı kullanmadan ulaşamayacağımızı savunan karşı görüş ise deneycilik olarak bilinir.


AKIL YASALARI
Aklın özdeşlik, çelişmezlik, yeter neden ilkeleri


ALGI
(Os. İdrak, Şuur, Teferrüs, Fr. Perception, Al. Perception, Wahrnehmung, Empfindung, Erfassung, İng. Perception, İt. Percepzione) Nesnel dünyayı duyular yoluyla öznel bilince aktarma.

1. Etimoloji : Algı terimi, dilimizde de, Batı dillerinde de olduğu gibi almak kökünden türetilmiştir. Batı dillerindeki perception terimi, Hint-Avrupa dil grubunun almak anlamındaki kap kökünden gelir, ilkin Latinceye aynı anlamda capere sözcüğüyle geçmiştir.

2. Felsefe : Algı, dış dünyanın duyumlarla gelen imgesinin bilinçte gerçekleşen tasarımıdır. Nesneler duyu örgenlerini etkiler. Bu etki bilince aktarılır. Ne var ki algı, arı duyumlardan, ansal bir işlevi gerektirmesiyle ayrılır. Örneğin görme duyumuz, her iki gözümüzde ve çeşitli planlarda beliren iki ağaç imgesi getirir. Bu iki ağaç imgesi ansal bir işlevle tekleşir. Tekleşen bu imgeye, bellekte biriken esli algılardan gerekli olanlar da çağrışım yoluyla eklenkikten sonra ağaç algısı gerçekleşmiş olur. Özellikle görme, işitme ve dokunma duyuları insanın bilincine kavram ve düşünce yapımı için algısal gereçler taşırlar. Algı işlemini tarihsel süreçte duyumcular aşırı bir savla sadece duyuların, uscular da aynı aşırılıkta başka bir savla sadece usun ürünü saymışlardır. Oysa algı duyusal-ansal bir işlevdir. Alman düşünürü Leibniz'e göre de algı, bilinçdışı bir işlevdir. Algı, gerçek anlamında, öznenin, kendisinin dışında olanı alması demektir. Bununla beraber ruhbilimciler ruhsal edimlerle ilgili olarak, dış algı'ya karşı bir de iç algı'nın sözünü ederler. Felsefede algı terimi üç anlamda kullanılır : Algılama gücü, algı işlevi, algı olgusu.

3. Ruhbilim : Ruhbilimde bir deneğin belli bir süreden birbirinden ayırdedilebilen tepkiler gösterebildiği çevrenin tümüne algı alanı (Fr. Champ de perception), algının beyinde gerçekleştiği süreye algı süresi (Fr. Temps de perception), algının parçaları arasındaki ilişkilerden oluşan yapıya algısal yapı (Fr. Structure perceptionelle), çeşitli nesnelerin bir bütün olarak ya da bir nesnenin özelliklerine ayrılmaksızın algılanmasına algısal birlik (Fr. Unite perceptionelle), duyularla gelen algısal gereçlerin bütünlenmesine ve anlamlandırılmasına algılaştırma (İng. Perceptualisation), ses iletiminin bozulmasından doğan sağırlığa algılama sağırlığı (Ing. Perception deafness), algılayarak öğrenmeye algısal öğrenme (Ing. Perceptual learning), belli bir örneğe uygun olarak algılama eğilimine algısal kurgu (Ing. Perceptual set), denir. Bk. Duyu, Duyum, Bilinç, Algıcılık, Algılanır, Algılanmaz, Algın, Algı Karşıklığı, Algı Işığı.



ALİENATİON (Yabancılaşma)
İnsanın çevresinden, işinden, emeğinin ürününden ya da benliğinden uzaklaşma ya da ayrılma duygusunu dile getiren kavram.Çağdaş yaşamın çözümlenmesinde çok kullanılan bu kavram değişik anlamlara gelir.

1)Güçsüzlük: İnsanın geleceğini kendisinin değil, dış etkenlerin, yazgının, şansın ya da kurumların belirlediğini düşünmesi

2)Anlamsızlık: Herhangi bir alanda etkinliğin kavranabilirlik ya da tutarlı bir anlam taşımadığı ya da genel olarak yaşamın amaçsız olduğu düşüncesi.

3)Kuralsızlık: Toplumca benimsenmiş davranış kuralarına bağlılık duygusunun yokluğu ve dolayısıyla davranış sapmalarının, güvensizliğin, sınırsız bireysel rekabetin yaygınlaşması.

4)Kültürel Yaygınlaşma: Toplumdaki yerleşik değerlerden kopma duygusu.

5)Toplumdan Yalıtlanma: Toplumsal ilişkilerden dışlanma ya da yalnız kalma duygusu.

6)Kendine Yabancılaşma: İnsanın şu ya da bu şekilde kendi gerçekliğini kavrayamaması

Terimi en iyi bilinen anlamıyla Karl Marx kullanmıştır. Marx’a göre bu kavram, insansal ürünlerin insanı boyunduruğu altına alan karşıt güçler haline gelmeleri ve bunun sonucu olarak da insanı insan olmayana dönüştürmeleri sürecini dile getirir. Tarihsel süreçte insan , tarihsel ve toplumsal yasaların bilgisini edinip onlara egemen olamamasından ötürü, toplumsal gelişmeyi insansal özünü geliştirici bir biçimde geliştirememiştir. Toplumsal yasaların bilincine varmadan toplumsal gelişmeyi bilinçle ve insanca yönetmek olanaksızdı. Bu bilgisizliğin sonucu olarak, tarihsel süreçte hep kendisine yabancı, eş deyişle insansal olmayan ürünler ortaya koymuştur. Bundan ötürü insan, yarattığı özdeksel ve tinsel dünyasını durmadan zenginleştirdiği halde bizzat kendisini özdeksel ve tinsel olarak durmadan yoksullaştırmıştır. Bunun sonucu olarak insan , bizzat kendi kendisine yabancılaşmış ve insan olmayana dönüşmüştür.


ALOGİSME
(Fr. Mantık) Mantıkdışıcılık... Gerçeğe sezgi ya da inanla varabileceğini ileri süren öğretiler, gerçeğe mantıksal uslamlamayla varılabileceğini yadsıdıkları için bu adla anılmışlardır. Özellikle usaykırıcılar, inancılar ve sezgiciler, genellikle de gizemciler bu adla nitelenirler. Bk. Mantıkdışı, Sezgicilik, İnancılık, Gizemcilik.


ALTBİLİNÇ
(Os. Tahteşşuur, Matahteşşuur, Nimemşuur, Gayrı meş'urun bih, Şuuraltı, Fr. Subconscient, Al. Unterbewusst. İng. Subconscios, İt. Subcosciente, Subcoscio) Bilinç süreçlerini etkileyen bilinçdışı ruhsal süreçler... Dilimizde daha çok bilinçaltı deyimiyle dilegetirilmektedir. Kimi sözcüklerde (Örneğin Bk. Lalande, Vacabulaire de la Philosophie, Paris, 1926, c. II, s. 805) güçsüz bilinç (Os. Zayıf şuur, Fr. Faiblement conscient) olarak tanımlanmış ve bilinçdışı (Os. Gayrı şuur, Fr. İnconscient) deyimiyle anlamdaş sayılmıştır. Bk. Bilinçaltı, Bilinçdışı, Bilinç, Fröydcülük.



ALTIK
(Os. Mütedahil, Arazi, Madun, Tekabülü basit; Fr. Subelterne, Al. Subeltern, Subelternirt, Untergeordnet; İng. Subaltern, Subalternate; İt. Subalterna, Subalternata) Tümel ve tikel karşıtlığını taşıyan önermelerin birbirlerine göre durumu.... Altık önermeler, nicelikçe karşıolumlu önermelerdir



AMORAL
Ahlak dışı.


AMPİRİZM
Bilginin tek kaynağının deney olduğunu ileri süren öğreti... Bu öğreti bilginin sadece duyumlardan geldiğini ve deney dışında hiçbir yoldan bilgi edinilemeyeceğini savunur. Bilginin duyumlara dayandığı savı, ustan ve doğuştan bilgi olmadığı anlamını içerir. Ampirizm, duyumdan ayrı bilgi prensipleri olarak aksiyomların, akli prensiplerin, doğuştan fikirlerin ve kategorilerin varlığını inkar eder. Dolayısıyla bütün bilgimizin dayandığı esasların duyulabilir tecrübenin eseri ve mahsulü olduğunu ileri sürer. Önsel (apriori) olan hiçbir şeyi kabul etmez.

Ampirizm, insanın doğuştan bir takım bilgi esasları olduğunu iddia eden idealizm ve rasyonalizmin karşısındadır. Ampirizme göre akıl, mantıki bir role sahiptir, yani olaylardan değil, müşahedelerden elde edilen önermeleri, tutarlı bir sistem halinde tanzim etmek rolüne sahiptir.

Ampirizm, şu önemli yanılgıları taşır: diyalektikten yoksun olduğu için tek yanlıdır, bilgi sürecinde deneyin rolünü metafizik bir tutumla saltıklaştırır. İkinci olarak ve bundan ötürü bilgi sürecinde düşüncenin rolünü küçümser. Üçüncü olarak ve bundan ötürü bilgi sürecinde düşüncenin göreli bağımsızlığını yadsır. Dördüncü olarak ve bunlardan ötürü de öznel öğrenme sürecini etkin bir süreç olarak değil, edilgin bir süreç olarak görür.

Ampirist John Locke doğuştan, önsel, bir bilgi olmadığını tanıtlamak için “boş levha ( tabula rasa) deyimini kullanmıştır. Locke göre insan beyni, doğduğu anda, boş bir levha gibidir. Bu levha, yaşandıkça, duyular yoluyla elde edilen algılarla dolacaktır. Bu yüzdendir ki yeni doğan çocuk hiçbir şey bilmez ve aptalların levhaları ömür boyu boş kalır. Çünkü doğuştan bilgi yoktur. Bilgi, ancak duyularla elde edilebilir. Kendisine sözü edilmeyen bir şeyi kendiliğinden bilen bir tek kişi gösterilemez. Anadan doğma körde renk bilgisi yoktur, çünkü rengi algılayamamaktadır.



AMPİRİK DEYİ
(Tr. Marksbilim) Kuramsal deyi karşıtı, eylemsel deyi... Herhangi bir olgunun kuramsal deyimi, ampirik deyiminden başkadır. Örneğin, ekonomide değer kuramsal deyi, fiyat aynı olgunun ampirik deyimi'dir. Artık-değer ve kar deyileri de böyedirler. Birincisi aynı olunun kuramsa deyimini, ikincisi ampirik deyimini dilegetirirler. Ampirik deyi'le kuramsal deyi , her zaman, birbirine uygun düşmezler. Örneğin değer ve fiyat aynı değildirler, bir malın değeri on kuruş olduğu halde fiyatı on beş kuruş olabilir. Ampirik olgu, kuram (Fr. Téorie)'dan uzaklaşabilir ama kuramsız anlaşılmaz. Bu iki deyi biçimi arasındaki önemli farkın anlaşılmaması, ekonomi alanında birçok yanlış sonuçlara varılamsının nedeni olmuştur.


ANABOLİSME
(Fr. Foster) Besinlerin protoplazmaya dönüşmesi... Yaşambilim bilgini profesör Michael Foster, metabolizma olayını ikiye ayırmış ve bunlardan hücrelerin yıpranışına katabolisme, bu yı5;pranışı onarmak için hücre içinde besinlerin protoplazmaya dönüşmesine anabolisme andını vermiştir. Bu, İngiliz düşünürü Spencer'in intégration adını verdiği bir özümleme olayıdır. Foster'e göre her iki yaşambilimsel işlem birbirine karşı ters yönde işlerler. Bk. Metabolisme, Katabolisme, Özümleme.


ANALİTİK FELSEFE
Açıklığa ulaşmayı; örneğin, kavramları, önermeleri, yöntemleri, savları ve kuramları özenle parçalarına ayırmak yoluyla netleştirmeyi amaçlayan bir felsefe görüşüdür.


ANALİTİK ÖNERME
Doğruluğu veya yanlışlığı, önermenin kendisinin çözümlenmesiyle belirlenebilecek olan önermedir. Karşıtı sentetik önermedir: Doğruluğunun belirlenebilmesi için kendi dışındaki olgulara gereklilik duyan önerme.


ANARŞİZM
Başta devlet olmak üzere bütün baskıcı kurumları ortadan kaldırmayı öneren öğreti.

Anarşizme göre devlet egemen sınıfın çıkarlarını korumakla görevlendirilmiş gereksiz bir kurumdur. Özgürlüğü gerçekleştirmek için en başta devlet yıkılmalıdır. Devlet hiçbir zaman yeni bir toplum çağını başlatmak için kullanılamaz. Temsilcilik, gerçeklere dayanmayan bir düşçülüktür; bu gibi düşçülükler insanları insan dışılığa dönüştürür. Baskı yerine özgür işbirliği, korku yerine kardeşlik ve sevgi gerçekleştirilmelidir. Devlet yerine işbirliğinin doğuracağı dernekler ve bu derneklerin birleşmesiyle meydana gelen federasyonlar kurulmalıdır. Uyum bu birleşmelerin doğal dengesiyle gerçekleşecektir. Çeşitli birlikler her an yön ve biçim değiştirerek her an etkin yönü ve biçimi kullanacaklardır. Devlet ile birlikte her türlü baskıcı kurum yok edilmelidir. İnsan; bir üretici olarak anamalın otoritesinden, bir vatandaş olarak devletin otoritesinden, bir birey olarak dinsel törenin otoritesinden kurtulmalı ve özgür bir gelişme olanağına kavuşmalıdır. Bütün insansal yetenekler ancak başsızcı (anarşist) bir toplumda, hiçbir baskıyla engellemeksizin, özgürce gerçekleşebilir



ANDIRIM
(Os. Münasebet, Tecanüp, Mücaneset, Müşareket, Müşabehet, Mümaselet, Temsil, Münasele, Müteşabihat, Teşbih, Delili Şebeh, Kıyası Fıkhi, Müşakele; Fr. Analogie, Al. Analogie, İng. Analogy, İt. Analogia) Oranlar arasında benzerlik.

1. Etimoloji : Avrupa dillerinde Yunancanın nisbet anlamındaki analoyia sözcüğünden türetilmiştir. Bilimsel terim olarak nisbet bakımından benzerlik anlamını verir. Türkçede andırım, eşanlamlı olarak andırış, andırışma terimleri andırmak kökünden türetilmiştir. Aynı anlamda örnekseme terimi de kullanılır.

2. Mantık : Andırım terimini, günümüzde de kullanıldığı anlamda, oranlar arasındaki benzerlik olarak antikçağ Yunan düşünürü Aristoteles tanımlamıştır. Andırım, niceliksel olabildiği gibi niteliksel de olabilir. Nitekim mantık, daha çok niteliksel andırımlarla uslamlama yapar. Ne var ki niceliksel oranlar arasındaki andırım kesindir, kuşkulanılamaz. Niteliksel oranlarsa aynı ölçüde kesin değildirler. Öyleyse uslamlamada tümdengelim ve tümevarım'la birlikte andırım aynı kesinlik ve pekinlikle kullanılabilir mi?.. Ortaçağın skolastik mantıkcıları, görgücülüğün karşısında usculuğu pekiştirmek için, temevarım'a karşı tümdengelim ve onun yanında da andırım'ın üstünlüğünü tanıtlamaya çalışmışlardır. Çünkü tümevarım deneyciliğin işidir, çeşitli tikel deneylerden elde edilen sonuçlardan genel bir sonuç çıkarılır. Tümdengelim'se o zamanlar usculuğun işi sayılmaktadır, çünkü genel ilkeler deneylerden değil düşüncelerden çıkarılmaktadır. Andırımsal kanıt (Os. Burhanı temsili, Fr. Argument analogique)'ın güçlendirilmesi de usculuğun yararına olacaktır. Bu konuya koca bir ortaçağ boyunca gereğinden çok önem verilmesinin nedeni budur. Bk. Andırımlı Uslamlama.

2. Eleştiricilik : Bk. Analogien der Erfahrung, Deney Andırımı, Principe de la Permanence de la Substance, Principe de la Succession des Phénoménes, Principe de la Simultanété des Substances.

3. Yaşambilim : Günümüz yaşambiliminde, andırışlar kuramı'ndan farklı olarak, aynı kaynaktan gelmedikleri halde aynı görevi gördüklerinden ötürü birbirine benzeyen örgenlere andırımlı örgenler denilmektedir. Örneğin kuşların kanatlarıyla böcelerin kanatları böyledir, her ikisi de uçmaya yarar, oysa aralarında hiç bir özdeşlik yoktur. Bk. Andıran Örgenler, Andırışlar Kuramı, Benzetili.

4. Estetik : Antikçağ Yunanlılarından beri, yakın zamanlara kadar, güzel yazı ya da şiirlere benzer (Os. Nazire) yazmak ustalık sayılmış, bu bakımdan güzel sanat yapıtları örnek tutulmuştur. Günümüz sanatında bu, sadece bir taklit sayılır ve sanatdışı bir olgudur.

5. Tanrıbilim : Bk. Analogie Propre, Analogie Métaphorique, Analogon Rationis.

6. Dilbilim : Andırım, dilbilimin başlıca yöntemlerinden biridir. Yeni sözcükler örneksemelerle türetilir.

7. Fizik : Bilinen benzeyişlerden bilinmeyen benzeyişleri çıkarmada kullanılan mantıksal andırım yöntemi, fizik biliminde de başarıyla kullanılmıştır. Örneğin bunlar gücü, önceden bilinen beygir gücüne benzetilerek ölçülmüştür.

8. Astronomi : Fizikte olduğu gibi astronomide de, aynı mantıksal benzetme yöntemiyle, önemli sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin dünyamızdaki fizik ve kimyasal koşullara benzer koşullar bulunduğu için, Ay'a adam göndermeye girişilmiştir.

9. Bilgi kuramı : Andırım yöntemi, benzeyişten sonuç çıkarmada, tanımlamada ve sınıflandırmada yararlıdır. Örneğin Claude Bernard, et yiyicilerin kırmızı ve ot yiyicilerin sarı renkli idrar çıkardıklarına bakarak ot yiyici tavşanın aç bırakılınca kendi kendin yediği, eşdeyişle yedek besinleriyle beslenerek ot yiyicilikten et yiyiciliği geçtiği sonucunu çıkarmıştır. Huygens, ışığın bir dalga olduğunu ses titreşimleriyle ışık titreşimleri arasındaki benzeşmeye dayanarak bulmuştur. Andırım yöntemi, ortak özellikleri bulunan nesnelerde, birinde bulunan başka bir özelliğin ötekine de bulunabileceği olasılığına dayanır. Ne var ki bu bir olasılıktır ve bilimsel kesinlikten yoksundur. Bundan ötürüdür ki yüzyıllar boyunca deney ve gözlem yerine kullanılmış olan andırış yöntemi, birçok başarılı sonuçlar elde etmesine rağmen bugün kullanılmamaktadır. Bununla beraber kimi bilginler, başka yöntemlerle de denetlemek koşuluyla andırış yönteminin bugün de kullanılabileceği ve yararlı sonuçlara yol açabileceği kanısındadırlar. Ne var ki andırım, tek başına bir tanıt olamaz ve başka yöntemlerle denetlemediği hallerde güvenilir bir tanıtlama değildir. Tanıtlama sorunun dışında, andıranını yapma yoluyla bir çok yeni buluşları gerçekleştirebilir.



ANIKLIK
(Os. İstidat, Layık, Kabiliyet, Ehliyet, Muvafakat, Fr. Aptitude, Al. Eigung, İng. Ability) Doğal yetenek.

1. Etimoloji : Anıklık terimi, Uygurca hazır, tamam, yetkin anlamlarına gelen anığ kökünden türetilmiştir. Osmanlıcada bu terim çeşitli karşılıklarla bir hayli karıştırılmıştır. Örneğin Ahmet Naim İlmünnefis çevirisinde Fransızca aptitude terimini kabiliyet terimiyle çevirdiği gibi passibilité, capacité, faculté, receptivité, vacation terimlerini de aynı karşılıkla karşılamıştır. Oysa Fransızca aptitude terimi, Hind-Avrupa dil grubunun bağlamak, tutturmak, dokunmak, yetişmek, çıkmak anlamlarını kapsayan ap kökünden Latinceye aynı anlamlarla apere sözcüğüyle geçmesinden türemiştir. Türkçede tam karşılığı doğal elverişlilik ya da doğal yetenek (Os. İstidat)'tir.

2. Ruhbilim : Anıklık, bir işi daha az çabayla ve daha yetkinlikle yapmayı sağlayan doğal elverişliliği dilegetirir. Bk. Alışkanlık, Yatkınlık, Edinilmiş Anıklık.

3. Tanrıbilim : Ruhbilimsel anlam Tanrı vergisi olarak nitelenir. Gönülde duyulan Tanrı çağrısı (Os. Hidayet, Fr. Vocation) anlamında da kullanılır. Bk. Yetenek.




ANIMSAMA
Platon felsefesinde, ruhun bedene girmeden önceki varlığında görmüş olduğu ideaların bilince dönüşü.



ANLAM BİLİM
Anlamları inceleyen bilim... Semantik olarak da bilinir. Anlambilim felsefi ya da mantıksal ve dilbilimsel olmak üzere iki farklı açıdan ele alınabilir. Felsefi ya da mantıksal yaklaşım, göstergeler ya da sözcükler ile bunların göndergeleri arasındaki bağlantıya ağırlık verir ve adlandırma, düz anlam, yan anlam, doğruluk gibi özellikleri inceler. Dilbilimsel yaklaşım ise, zaman içinde anlam değişiklikleri ile dilin yapısı, düşünce ve anlam arasındaki karşılıklı bağlantı gibi konular üstünde durur.

Felsefe ve dilbilim alanlarında anlambilim, bir dilin göstergeleri ile bunların anlamları arasındaki bağlantının incelenmesidir. Anlambilime farklı yöntem ve amaçlarla yaklaşılsa da, her iki alan da insanların dilsel anlatımlardan nasıl anlam çıkardıklarını açıklamaya çalışmıştır.

Felsefe sorunları bir dil içinde ifade edilmek zorunda olduklarından, sonunda dilin kendisi ile ilgili soruşturmalar haline dönüşürler. 1920’lerde ve 1930’larda olgucu okulun mantıkçıları, dile matematik ve mantıkta bulunan kesinliği ve açıklığı getirmeye çalışmışlardır. Onlara göre “doğal diller” açıklıktan ve kesinlikten uzaktır. Bu nedenlerden belirsizlik ve çokanlamlılıktan arınmış “ideal” bir dil üzerine kurulu bir anlambilim kuramı geliştirmeye çalışmışlardır.



ANTİMORAL
Ahlak karşıtı



ANTİNOMİ (Çatışkı)
Saltığı çözümlemek için usun düşmek zorunda bulunduğu çelişki... Kant terimidir.

Alman düşünürü Kant’a göre saltığın alanındaki bütün önermeler çatışıktır. Çünkü bu önermeler üzerinde deney yapılamayacağı için karşılıkları da aynı güçle ileri sürülebilir. Sözcük oyunlarına dayanan kozmolojik tanıtlarsa her iki karşıt önerme için ileri sürülebilir. Kant nesneye olduğu gibi özneye de kesin bir bilinemezlik yakıştırır ki bu gibi kozmolojik önermelere saf usun çatışkıları adını verir ve bunları dört ana çatışkı da toplar.

1) Nicelik çatışkısı:”Evren sınırlıdır-evren sınırsızdır “

2) Nitelik Çatışkısı:”Özdek bölünmez atomlardan yapılmıştır-özdek sonsuzca bölünebilir.”

3) Bağıntı çatışkısı: “Her şey zorunlu olarak bağıntılıdır-hiçbir şey zorunlu olarak bağıntılı değildir.”

4) Kiplik çatışkısı: “Evrenin nedeni olan zorunlu bir varlık vardır-evrenin nedeni zorunlu bir varlık değildir.”

Kant’a göre anlık duyumsal deneyin sınırlarını aşamayacağından duyumsal deneyin dışında kalan bu gibi önermelerin savı kadar karşı savı da aynı kesinlikle tanıtlanabilir, bu halde hem savı hem karşı savı doğru saymak gerekir ki bu bir çatışkıdır.





ANTROPOMORFİZM
İnsan niteliklerini başka bir varlığa, özellikle Tanrı’ya aktarılması.

İlkel insanlarda başlayan bu tasarım, önce cansızları canlı saymakla başlamıştır. Daha sonra, tanrılara, çeşitli mitolojilerde görüldüğü gibi, insan biçimi ve nitelikleri yakıştırılmıştır. Bu anlayış, antikçağ Yunanlılarında, Homeros-Hesiodos ikilisinin tanrıları insan biçiminde ve insan niteliğinde olarak düşünmeleriyle başlamıştır. Homeros-Hesiodos’un mitolojik tanrıları, insanlar gibi; sevişirler, düşünürler, kıskanırlar, acı çekerler ve birbirlerinin ayaklarını kaydırırlar. Bu anlayışın nedeni, Yunanlıların her şeyi canlı, devimli biçimli düşünme eğilimleridir ve ilkel canlıcılığın izlerini taşır. Antropomorfizmin örnekleri ilahi dinlerde de görülür. Örneğin Hıristiyanlığın Andians tarikatı, kutsal kitaptaki sözlerin gerçek anlamıyla anlaşılmasını önerir ve örneğin tanrının eli deyimini etki anlamında değil insanlardaki al anlamında anlar. Müslümanlık ve Yahudilik’ de bu örtülü bir biçimde gerçekleşmiştir.




A POSTERİORİ
Deneyden sonra ve onun ürünü olarak elde edilendir. Deneyden önce ve ondan bağımsız olarak anlamını dile getiren Latince apriori deyimiyle birlikte kullanılır. Kant’ın felsefesinde önemli yer tutar.




A PRİORİ
Deneyden önce alan... Deneyden sonra olan anlamındaki Aposteriorinin (sonsal) karşıtıdır.

Deneyden çıkarsamadığı ve bundan ötürü de deneyden önce olduğu varsayılan bilgi sorunu antikçağ yunan düşüncesinde oluşmuş, skolastiklerce geliştirilmiştir, Alman düşünür Kant’ın sisteminde önem kazanmıştır. Her iki terimi de ortaya atan XIV. Yüzyıl skolastiklerinden Albert le Grande de Saxe’tır. Antikçağda Aristoteles tümelden tikele yapılan uslamlamayı önsel kanıt (apriori) ve buna karşı tikelden tümele yapılan uslamlamayı sonsal kanıt (aposteriori) saymıştır. Çünkü birincisinde ussal bir ilkeden, ikincisindeyse duyumlarla algılanan ve bundan ötürü de deneysel olan bilgilerden yola çıkılıyordu. Birincisi önsel bilgiden yola çıkan bir tümdengelim uslamlama, ikincisi sonsal bilgiden yola çıkan bir tümevaran uslamlama’ydı. Özellikle Hıristiyan metafiziği, tanrının varlığını kanıtlamak için deneyden yaralanmak imkansız bulunduğundan, zorunlu olarak ussal ve bundan ötürü de önsel olan(apriori)’dan yararlanmıştır. Gerçekte hiçbir önsel bilgi bulunmadığı halde önselliğin yüzyıllarca savunulmasının gerçek nedeni bu zorunlulukta yatar.idealist felsefe tarihi bir bakıma böylesine bir savunmanın tarihidir. Fakat bilimsel açıdan hiçbir önsel bilgi yoktur



ARANEDENCİLİK (Okasyonalizm)
Bütün olayların tek gerçek nedeninin Tanrı olduğunu öne süren, insana neden gibi görünen bütün öbür şeylerin Tanrının istencini yansıtan birer araneden olduğunu savunan felsefe öğretisi.

Descartes'ın ruh ve beden ikiliğini çıkış noktası olarak alan aranedencilik, bu tözler arasında ancak Tanrının aracılığıyla bağ kurulabildiğini söyler.
(Savunucuları: Batı felsefesinde: Geulincx, Malebranche; İslam felsefesinde: Gazali.)




ARİSTOTELESCİLİK
Alm. Aristotelismus, Fr. aristotelisme, İng. Aristotelism, es. t. Aristetalisiye (Felsefe ve Tanrıbilimde) Yunan filozofu Aristoteles'e dayanan, deneysel gerçekçi eğilimli, aynı zamanda ereksel bir dünya görüşü niteliğindeki düşünce doğrultusu.




ARKHE
Batı Anadolu kıyılarındaki kentlerde yaşamış Sokrates öncesi filozofların ilke “temel” “ana madde” anlamı kazandırdıkları sözcüktür, unsurdur. Antik çağda Anadolu Yunanlıları düşünsel çabaya bir ilk nedeni araştırmakla giriştiler. İlk kez iki her zaman dört ediyorsa bunun tanrıların keyiflerinin üstünde bir ilk ve değişmez nedeni olmalıdır. Dünya nasıl yapılmıştır? Bitkiler, hayvanlar, insanlar nasıl oluşmuşlardır? Bütün bu varlıkların başı, kökü, kaynağı nedir? Gibi sorular sorulmuştur.

Bilinen tarih içinde sözcüğü felsefi anlamda ilk kullanan Batılı anlamda ilk filozof sayılan Thales’tir. Thales her şeyin arkhesi su demiştir. Thales sözcüğü her şeyin “ana maddesi”,”dayandığı ilk”,çıktığı kaynak” gibi anlamlarda kullanıp, doğaya ve doğadaki gelişmeler kendi içlerinde bulunan doğa ötesi açıklamalar gerektirmeyen bir kaynağa geri götürme çabasından söz eder. Böylece bilimsel düşüncenin öncüsü sayılır. Daha sonra Anaksimandres bu ilk nedenin belirsiz bir cevher, Aneksimenes ise bunun hava olduğunu söylemiştir.

Aristoteles ise arkhe her şeyin temeli özüdür. Bütün öteki şeyler ondan çıkar, ama o hep var olmakta devam eder.

Metafizik idealist felsefede bütünüyle bu ilk (arkhe) düşüncesine dayanır. Metafiziğin en belli ve açık biçimi olan dinsel düşünceye göre bu ilk tanrı’dır.

Arkhe düşüncesi “ilk”leri “başlangıç”ları “temel”leri arayan düşünüş biçimiyle daima iç içedir.




AŞKIN (transcendant)
Üstün olan, insanlık düzeyinin üstüne çıkan (Tanrı).



ATEİZM
Tanrının varlığını yadsıyan görüş... Ateizm, ruh, ölümden sonra yaşam vb. her türlü metafizik inançların yadsınmasını kapsar. Ateizm, Tanrıyı ne tinsel varlıkları kabul eden teizmin karşıtıdır. Ayrıca ateizm, Tanrının var olup olmadığı sorusunu karşılıksız bırakan, bu sorunun yanıtsız ya da yanıtlanamaz olduğunu savunan agnostizimden ayrılır. Ateistlere göre, tanrının var olmadığı kesin bir doğrudur. Ateizmin felsefesel temeli, özdekçilik ve bir ölçüde şüpheciliktir.



AUGUSTİNUSÇULUK
Alm. Augustinismus, Fr. augustinisme, İng. Augustinism
Bir yandan.Platonculuk ve Yeni Platonculukla Hıristiyan düşüncesini birleştirmeye, öte yandan felsefenin ağırlık noktasını öznel-ruhsal alana (içdeney fizikötesine) kaydırmaya çalışan, Augustinus'a bağlı öğreti.
// Bu öğreti Aristotelesçilikle karşıtlık içindedir. mayacağımız şey. Gerçekliği aşan, doğa üstü.




AYDINLANMA ÜZERİNE
Aydınlanma çağı, 18. yüzyıl Avrupa'sına damgasını vuran;toplumsal, bilimsel, fdselsefdsi vb. alanlardaki köklü değişimleri ve gelişmeleri sağlayan bu çağa "Akıl Çağı" demek yerinde olacaktır. Çünkü Aydınlanma çağı, fdseodal bağların ve kurumların topa tutulduğu, fdseodalizmin içinde ortaya çıkan ve olgunlaşan burjuvazinin amaçlarının gözetildiği büyük değişimlerin görüldüğü bir çağ. Bugünü anlamak istiyorsak geçmişi gözardı ederek yapamayız bunu ve günümüz dünyasını, hızla "globalleşen" dünyamızı -ya da Samir Amin'in deyişi ile "Kaos İmparatorluğu"nu- anlamak istiyorsak ve evrenin ve insanın yitişi karşısında daha fdsazla sessiz kalınamayacağı kanaatini taşıyorsak anlayamadan, bilmeden değistiremeyeceğimizi biliyorsak, anlama ve anlamlandırma çabasından kaçmamalıyız. İşte bu nedenlerden ötürü günümüz burjuva toplumlarını ve ideolojisini tanımlayabilmek için, burjuva siyaset kuramının oluşturulduğu döneme, fdselsefdsi söylemin çoklukla burjuvaziye hizmet ettiği ya da burjuvazinin bu söylemi kendi çıkarları için kullandığı, Aydınlanma Çağı'na bakmak gerekir.

"Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergen olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fdsakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere aude!* Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır."** diyor Kant. Aydınlanma ile gerçekten de insan aklı üzerindeki dinsel, siyasal, geleneksel kurumların ve otoritelerin ipoteği kaldırılmaya çalışılmış, insan aklının başka insanlar, güçler ya da kurumlar tarafdsından yönlendirilmesi ve idare edilmesi kıyasıya eleştirilmiş, aklın özgürleşmesi için metafdsizikle, skolastik fdselsefdse ile ve -mevcut üretim ilişkileri kendi gelişimine ayakbağı olmaya başlayan, güçlenmekte ve iktidar talebini haykırmakta, sesini yükseltmekte olan, burjuvazinin istemine paralel olarak-monarşik yönetim biçimi ve üzerinde yükseldiği fdseodal üretim ilişkileriyle mücadele edilmiştir. İnsan aklının bilgi ölçüsü olarak alındığı, insan ve kültür sorunlarının gündeme getirildiği, bilginin topluma yayılmasının amaçlandığı, geleneklerin ve inançların bir "akla uygunluk" ilkesi ile değerlendirildiği, Engels'in "Din, doğa anlayışı, toplum, devlet örgütü, herşey en acımasız bir eleştirinin konusu oldu; herşey, aklın mahkemesi önünde kendini savunmak zorunda kaldı ya da mahkum oldu" dediği bu çağla birlikte insanlığın gelişimi önündeki bir çok engel kaldırılmış oluyordu.

Aydınlanma düşünürlerinin, insan aklını esaretten kurtarma çabaları gerçekten takdire değerdir. Ve Aydınlanma hareketi, çağının koşullarında ilerici, devrimci olarak adlandırılabilecek bir sınıfdsa burjuvaziye omuz vermiştir. "Aydınlanma düşünürlerinin ekonomi alanındaki görüşleri akılcı bir biçimde örgütlenmiş burjuva işletme modeline dayanıyordu. Adam Smith'in The Wealth ofds Nations (Ulusların Zenginliği) adlı yapıtında övdüğü "manüfdsaktür" modeli üzerine inşa edilmiş genişleyen işbölümüne dayalı işletme yapısı, fdsizyokratların ve Ansiklopedistlerin insan çalışmasını ve emeğini akılcı bir biçimde örgütleme eğilimleriyle uyum halindeydi. Diğer yandan, burjuva özgürlükleri monarşi döneminde hatırı sayılır ölçüde gelişmiş, Kralın ve merkezi otoritenin darbeleri altında yola getirilmiş aristokratik sınıfların zararına evrensel bir özgürlük anlayışının vazgeçilmez kurumları olarak yüceltilmişlerdir."***

Şimdi şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki: Aydınlanma, insanın amaçlarının evrimleşmesi sürecinde önemli bir yerde durur. sakat bu evrimleşme yüzyıllardır araç olan insanın artık araçlığa son verip kendisini amaçlaştırması halini alamamıştır, yine de bu yolda bir aşamadır. Halkın büyük çoğunluğunun araç, din adamları ve aristokratların amaç olduğu sosyo-ekonomik düzen değişmiş, Aydınlanma hareketiyle mevcut egemen güçlerin karşısında iktidar sahiplerine karşı burjuvazinin önünü açacak düşünceler oluşmuş ve halk kitlelerinin yine araç ama bu sefdser burjuvazinin amaç olarak tanımlandığı bir sistemin siyasal, felsefi, düsünsel zemini hazırlanmıştır. Ya da burjuvazi tarafdsından Aydınlanma düşünürlerinin düşünceleri bu amaçta kullanılmıştır.

18. yüzyıl Aydınlanması üzerine bunları söyledikten sonra, klasik fdselsefdse tarihlerinde Antik Aydınlanma ya da Yunan Aydınlanması adıyla geçen ve I.Ö. V. yüzyılda Sofdsistlerin gerçekleştirdikleri bir Aydınlanmanın varlığından da söz etmek gerekir. Bu iki çağı, fdsarklı asırlara karşılık gelen iki dönemi isimlendiren, Aydınlanma adını veren Alman fdsilozofdsu Immanuel Kant'dır.




AYDINLANMA ÇAĞI DÜŞÜNÜRLERİ

18. yy. "Aydınlanma Çağı" düşünürlerine geçmeden önce, ilkçağ aydınlanmacıları olarak adlandırılan sofistlere bir göz atmak anlamlı olsa gerek.

SOFİSTLER:

İ.Ö.V. ve IV. yüzyıl düşünürleridir. felsefesi düşüncelerinin merkezine insanı koydukları için Yunan fdelsefesinde doğa felsefesi, önemce ikinci sıraya düşmüş, insan felsefesi birinci sıraya yükselmiştir.

Yunan aydınlanmasının düşünürleri olan sofdstler, inanç üzerinden yükselen geleneksel Yunan düşünüşüne karşın herşeyi akıl süzgecinden geçirme yolunu tutmuşlardır.

"Bütün şeylerin ölçüsü insandır" diyen Protagoras, "Hiçbir şey yoktur, varsa bile kavranılamaz, kavranılır olsa da öteki insanlara bildirilemez ve anlatılamaz" diyen Georgias'ı "tabiattan hepimiz her şey'de aynı yaratılmışsızdır, Hellen olsun, barbar olsun." diyen Antiphon, "Hak kudretlinindir" diyen Thrasymakhos, İ.S. 19. yüzyılın düşünürü Nietzsche'nin "Ubermensch" (insan-üstü) doktrinin hatırlatan düşünceleriyle Kallikles, en önemli temsilcilerindendir.

"Sofistlik için antik "aydınlanma devri" denir ve bu haklıdır, zira gerçekte onunla İ.S. 18. yüzyılın aydınlanması arasında, hem de bütün ruh yapısı bakımından sıkı bir akrabalık görülüyor. Bu sonraki aydınlanma da derine doğru inen eleştirisi ile özellikle Descartes ile Leibniz'in sistemlerinin oluşturdukları büyük spekülatif felsefe devrinden sonra gelmiştir. O da ön yargılamadan ve uzlaşımdan (konventiondan) kurtulma ve "doğaya dönme" için dövüşüyordu; o da yepyeni bir gençlik eğitimi getirmek istiyordu; onun da genişlemesine olan etkisi geçip gelmiş şekillerin devrim-doğuran, tehlikeli, bir yıkılışı idi. fdsakat yine burada da bu aydınlanma ile gerçek "aydınlatıcı" ve klasik felsefenin kurucusu Immanuel Kant'ın etki gösterebilmesi için gereken koşullar yaratılmıştır."(2)

Aydınlanma çağı düşünürlerini veren bu yazının amacı, söz konusu düşünürlerin genel bir portresini çizmek, Aydınlanma hareketi içinde yer alan aydınların birbirlerinden ne denli farklılaşabildiklerini bir nebze de olsa gözler önüne sermektir.
Son düzenleyen GusinapsE; 9 Temmuz 2006 19:12
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
9 Temmuz 2006       Mesaj #36
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
B

--------------------------------------------------------------------------------

BEĞENİ
Güvenilir, ince ayrımlara varan bir duyguya dayanan estetik yargılama ve değerlendirme gücü; güzeli çirkinden ayırma yetisi.




BELİT (Aksiyom)
Başka bir önermeye götürülemeyen ve tanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önerme. Ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonucu varılır. Belitlere dayanan bir felsefe, belitlerin yanlışlığı meydana çıkınca çöker.

1)Mantık: Mantıkta belit terimi, bir şeyi tanıtlamak için kullanılan tanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar açık ilke anlamını veriri tanıtlanmayı gerektirmediği gibi tanıtlanamazda. Çünkü tanıtlama, daha da açıklamak demektir, buysa daha çok açıklanamaz. Her belit bir ilkedir, ama her ilke bir belit değildir. Örneğin, “her bütün kendini meydana getiren parçalarından büyüktür” ilkesi bir belittir, buna karşı Einstein’in görelilik ilkesi bir belit değildir. Metafizik dünya görüşünün ürünü olan bütün mantıklar, “bir şey kendisinin aynıdır” önermesiyle dile getirilen özdeşlik ilkesini belit saymışlardır. Hegel’in diyalektik mantığı bunun doğru olmadığını meydana koymuştur. Bir şey kendisiyle bile aynı değildir, çünkü sürekli olarak değişmektedir.

2) Matematik: nicelikler arasındaki orantıları dile getiren zorunlu önermeler, matematikte belit adıyla tanımlanırlar. Örneğin, “bir üçüncü niceliğe ayrı ayrı eşit olan nicelikler birbirine eşittir”, “eşit niceliklere eşit nicelikler eklenirse toplamları da eşit olur”. Matematiksel belit, mantıksal belitin niceliklere uygulanmasıdır. Aralarında başkaca bir anlam ayrılığı yoktur.

3) Dekartçılık: Descartes ve başta Spinoza olmak üzere izdaşları felsefelerini belitlere dayarlar. Örneğin Descartes, felsefesini “düşünüyorum, öyleyse varım” belitinden çıkarak kurmuştur. Spinoza’da ünlü Etika’sında örneğin, “başka bir şeyle tasarlanmayan şeyin kendisiyle tasarlanması gerekir” gibi belitlerden yola çıkar. Ne var ki, ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonuca varılır. Bundan başka, bu belitler, “parçalarının toplamı bütüne eşittir” gibi belitler gücünde değildirler. Daha açık bir deyişle, Dekartçıların belitleri öznel, kendilerince belit sayılmış belitlerdir. Nitekim Cogito’nun yüzyıllarca önceki biçimini çürütmek için, “bin altın düşünüyorum, öyleyse bin altınım var” önermesi ileri sürülmüştür.



BETİMLEME (tasvir)
Somut gerçekliği içinde bir nesnenin, kendine özgü belirtilerini elden geldiğince tam ve açık seçik bir biçimde gözönüne serme.



BİÇİM (Form)
Nesnelerin dış görünüşü. Metafizikte bir nesnenin, gizil ilkesi olan, hammaddeden ayırt edilen etkin belirleyici ilkesi.

Platon bugün biçim sözcüğü ile karşılanan eidos terimini bir şeyi o şey yapan kalıcı gerçeklik ile sonlu ve değişmeye uğrayan tikelleri ayırmak için kullanmıştır. Platoncu biçim kavramı, da Pytagarosçı kurama dayanır. Bu kurama göre, nesnelerin ayırt edici özelliklerini veren maddi öğeler değil, Pythagoras’ın sayısal olarak adlandırdığı kavranabilir yapılardır.

Madde ve biçim arasındaki ayrımı ilk kez ortaya atan Aristoteles’tir. O’na göre madde kendi içinde bir nesne değil, nesnelerin oluşumunda bulunan farklılaşmış temel öğedir. Tikel nesnelerin, bu temel öğeden oluşmaları farklılaşma süreci ile gerçekleşir. Bu süreç içinde belirli biçimler alan nesneler de kavranabilir dünyayı oluşturur. Madde gizil öğe, biçim ise gerçekleşen öğedir.

Alman filozof Kant’a göre, biçim zihnin, bir özelliği birey tarafından nesneye yükleniyordu. Kant’a göre mekan ve zamanın duyarlılığı iki apriori biçimindedir. İnsanın kendi başına zaman ve mekan deneyimi olmasa bile insanın mekan ve zaman dışı deneyiminin olmayacağını savundu.





BİLGİ
Öznenin amaçlı yönelimi sonucunda,özne ile nesne arasında kurulan ilişkinin ürünü olan şeydir.Nesnelere yönelen özne onlar üzerine düşünerek,zihinsel bir etkinlik geliştirir.Bu etkinlik sonucu kavramlara ve kavramlardan da önerme ve çıkarımlara varılır.Bilgi aktı,özneden objeye bilinç etkinliğidir.Bilgi akt'ları algılama,anlama ve açıklama şeklinde olabilir.

Algılama aktı,somut nesneler üzerinde yapılan duyu deneyleri sonucunda elde edilir.Anlama aktı,doğruyu bütünüyle sezgisel yada zihinsel anlamadır.Açıklama aktı,bir şey hakkındaki ilk bilgiden yola çıkarak son bilgiye ulaşma çabasıdır.Bilgi çeşitleri 6'ya ayrılır

a)Gündelik Bilgi:İnsanların sıradan deneyimleri sonucu elde ettikler bilgilerdir.Neden-sonuç ve yönteme dayanmaz.kişinin algı ve sezgilerine dayanır.Bilimsel ve geçerli değildir.Sistemsizdir

b)Dinsel Bilgi:özne ve nesne arasındaki bağ,yüce bir varlık tarafından belirlene bir inanç sistemine dayanıyorsa buna dinsel bilgi denir.dinsel bilgi değişmez,kesin bir bilgidir.Amacı insana manevi yaşam ve yaratan hakkında inanca dayalı bilgi vermektir

c)Teknik Bilgi:Öznenin nesneyi pratik amaçları için değiştirme ve ve ondan alet yapma bilgisidir.Pratik bir bilgi olup insana yarar ve kolaylık sağlar.

d)Sanatsal BilgiMsn Confusedanatçı,nesneye yönelerek onda gördüğü bir şeyi elindeki malzemeyle ifade etmeye çalışmasıdır.Yara gibi bir amacı yoktur.Doğadaki nesneleri kullanmasına rağmen,doğada olmayan bir güzelliği eserine katar

e)Bilimsel Bilgi:İnsanın aklıyla belli bir konuya yönelerek elde ettiği yöntemli,sistemli,düzenli, geçerli, kanıtlana bilinir ve denetlene bilinir nesnel bilgiye denir.

1)Formel Bilimler:Konusunu doğadan almayan yani duyu ve deneyime dayanmayan fakat duyular üstü bir ideal varlık alanını ele alan bilim dallarıdır(matematik.mantık) Formel bilimler,sembolleri kullanarak kendilerini ifade ettikleri için aynı zamanda bir ideal;yani yapay anlatım biçimidir.Bundan dolayı diğer bilimlerle oranla daha nesneldir.Doğa insan bilimleri sembolleri kullanarak daha nesnel olmayı amaçlar

2)Doğa Bilimleri:Nedensellik ilkesine göre,yani aynı koşullar altında hep aynı sonuçların çıkacağı ilkesine dayanan doğa bilimleri deneysel yöntemi temele alır.konu alanı içinde doğa bilimleri(fizik),yaşam bilimleri yer alır.Temel özelliği olgusal ve deneysel olmalarıdır.Olgusaldır.Çünkü olgular ile neden-sonuç ilkesini araştırır.Nedenseldir.Çünkü;Doğa bilimleri genel, kesin,tümel,doğru yasalara ulaşmayı amaçlar.

3)İnsan Bilimleri:İnsanı değişik boyutlarıyla inceleyen bilgi türüdür.İnsan bilimleri;antropoloji,sosyoloji,psikoloji,siyaset bilimi,dil bilimi ve tarihtir.Bu bilimler insanın yapıp ettikleriyle ve ne yapacaklarıyla ilgilenir.Fakat kesin bir yasaya varamazlar.

f)Felsefi Bilgi:Felsefi bilgi,evreni,varlığı,insanı,doğayı parçalara ve konulara bölmeden bir bütün olarak anlamaya çalışır.Felsefi bilgi insanın aklıyla ortaya koyduğu tümel düşüncelerdir.Felsefi Bilgi;araştırma ve eleştiriye dayalıdır,akla dayanır.Mantık ilkelerine dayalı akıl yürütmelerdir,Soyut ve kavramsal olduğu için evrenseldir,birleştirici ve bütünleyicidir,Özneldir,bir bitmişlik yoktur.







BİLGİCİLİK (Sofizm)
Eski Yunan’da İ.Ö 5. yüzyılın ikinci yarısından İ.Ö 4. yüzyılın başlarına değin para karşılığı felsefe öğreten gezgin felsefecilerin (sofistler) oluşturdukları akıma bilgicilik denir.

Sofist deyimi, bilgeliği yeğleyen öğreti, bilgi öğretmeni, siyasada yararlı olma sanatı, söz söyleme sanatı anlamlarında kullanılmıştır. İ.Ö 5. yüzyıl, antik çağ Yunan felsefesinde bilgicilik akımının egemen olduğu çağdır. İlk düşünür sayılan Thales’den beri ortaya atılan sayısız varsayımlar, sonunda insan zekasını şahlandırmış ve bütün olup bitenleri yeniden gözden geçirerek kıyasıya eleştirmeye yöneltmişti. Doğa bilimlerinin denetiminden yoksun insan düşüncesi, varlığın temeli konusunda daldığı hayal aleminden kendisine dönüyordu. Bilgicilik akımının inceleme amacı, insanın kendisiydi. Protagoras’ a göre , “insan her şeyin ölçüsü” ydü. Bilgi, teorik bir merak değil, pratik bir yarar olmalıydı. Protagoras “tanrılara gelince, ben onların ne var olduklarını ne de yok olduklarını bilirim” diyordu. Bilgici Hippias, giydiği elbiseyi kendisi diktiği için “ bağımsızlığa kavuşmakla” övünüyordu. İnsan her türlü yapma bağlardan kurtulmak ve insansal yasanın (nomos) yerine doğal yasa (physis) konulmalıydı.

Bilgiciler , özdekçi düşünceleri sürmekle beraber, ürünü oldukları idealist çizgiyi sürdürmüşler ve dünyayı tanıma olanağını yadsımışlardır. İşte bu idealist çizgidir ki, bir yandan bilgicilik akımını yozlaştırarak felsefeyi güzel söz söyleme sanatına dönüştürürken diğer yandan idealist ilkelerin gelişmesi sürecini doğurmuştur.


BİLGİKURAMI
Neyi, nasıl bilebileceğimizle ve bilginin ne olduğuyla ilgilenen felsefe kolu.


BİRCİLİK
Bir şeyin tek bir öğeden oluştuğunu savunan görüş.


BİLİM NEDİR
Sözlüklerde ve ansiklopedilerde bilimin değişik tanımları vardır. Sanırım bu tanımların hiçbirisi bilimi eksiksiz olarak açıklayamaz.

Cumhuriyet'te ve Cumhuriyet Bilim Teknik'te bilimin tanımı ya da açıklaması çok yapılmıştır. Bunlara bir yenisini eklemenin bir yararı olabilir mi? Bu soruyu, biraz minder dışına kaçarak yanıtlama olanağı vardır. Aşkı binlerce yazar anlatmıştır. Gene de, her gün yeniden anlatılmaktadır ve insanoğlu var oldukça anlatılmaya devam edilecektir. Ama hiçbirisi aşkı eksiksiz anlatamamıştır ve anlatamayacaktır. Belki bilim de böyledir; onun eksiksiz bir tanımı yapılamaz. Ancak, bir temele dayanabilmek için, bir yerden başlamak iyi olacaktır.

TDK sözlüğünde bilim şöyle tanımlanıyor: Bilim: "Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi." "Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi."

"Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir ereğe yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci."

Bilim ile uğraşan bir kişinin bu tanımları yeterli bulmayacağını söylemeye gerek yoktur. Bu nedenle, bilimin eksiksiz bir tanımını yapmaya kalkışmak yerine, onu açıklamaya çalışmak daha doğru olacaktır.

İnsan doğaya egemen olmak ister!

Derler ki insanoğlu varoluşundan beri doğayı bilmek, doğaya egemen olmak istemiştir. Bu nedenle, insan varoluşundan beri doğayla savaşmaktadır. Son zamanlarda, bu görüşün tersi ortaya atılmıştır: İnsan doğayla barış içinde yaşama çabası içindedir.Bence bu iki görüş birbirlerine denktir. Bazı politikacıların dediği gibi, sürekli barış için, sürekli savaşa hazır olmak gerekir.

Gök gürlemesi, şimşek çakması, Ay'ın ya da Güneş'in tutulması, hastalıklar, afetler, vb. doğa olayları bazen onun merakını çekmiş, bazen onu korkutmuştur.

Öte yandan, bu olgu, insanı, doğa korkusunu yenmeye ve merakını gidermeye zorlamıştır. Korkuyu yenebilmenin ya da merakı gidermenin tek yolunun, onu yaratan doğa olayını bilmek ve ona egemen olmak olduğunu, insan, önünde sonunda anlamıştır. Peki, insanoğlunun doğayla giriştiği amansız savaşın tek nedeni bu mudur? Başka bir deyişle, bilimi yaratan güdü, insanoğlunun gereksinimleri midir?

Elbette korku ve merakın yanında başka nedenler de vardır. İnsanın (toplumun) egemen olma isteği, beğenilme isteği, daha rahat yaşama isteği, üstün olma isteği vb. nedenler bilgi üretimini sağlayan başka etmenler arasında sayılabilir. İnsanın korkusu, merakı ve istekleri hiç bitmeden sürüp gidecektir. Öyleyse, insanın doğayla savaşı (barışma çabası) ve dolayısıyla bilgi üretimi de durmaksızın sürecektir.

Bilim neyle uğraşır?

Bilimin asıl uğraşı alanı doğa olaylarıdır. Burada doğa olaylarını en genel kapsamıyla algılıyoruz. Yalnızca fiziksel olguları değil, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel vb. bilgi alanlarının hepsi doğa olaylarıdır. Özetle, insanla ve çevresiyle ilgili olan her olgu bir doğa olayıdır. İnsanoğlu, bu olguları bilmek ve kendi yararına yönlendirmek için varoluşundan beri tükenmez bir tutkuyla ve sabırla uğraşmaktadır.

Başka canlıların yapamadığını varsaydığımız bu işi, insanoğlu aklıyla yapmaktadır.

Bilimin gücü

Bilim, yüzyıllar süren bilimsel bilgi üretme sürecinde kendi niteliğini, geleneklerini ve standartlarını koymuştur. Bu süreçte, çağdaş bilimin dört önemli niteliği oluşmuştur: çeşitlilik, süreklilik, yenilik ve ayıklanma.Şimdi bunları kısaca açıklamaya çalışalım.

Çeşitlilik:Bilimsel çalışma hiç kimsenin tekelinde değildir, hiç kimsenin iznine bağlı değildir. Bilim herkese açıktır. İsteyen her kişi ya da kurum bilimsel çalışma yapabilir. Dil, din, ırk, ülke tanımaz. Böyle olduğu için, ilgilendiği konular çeşitlidir; bu konulara sınır konulamaz. Hatta, bu konular sayılamaz, sınıflandırılamaz.

Süreklilik:Bilimsel bilgi üretme süreci hiçbir zaman durmaz. Kırallar, imparatorlar ve hatta dinler yasaklamış olsalar bile, bilgi üretimi hiç durmamıştır; bundan sonra da durmayacaktır.

Yenilik:Bir evrim süreci içinde her gün yeni bilimsel bilgiler, yeni bilim alanları ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, bilime, herhangi bir anda tekniğin verdiği en iyi imkânlarla gözlenebilen, denenebilen ya da var olan bilgilere dayalı olarak usavurma kurallarıyla geçerliği kanıtlanan yeni bilgiler eklenir.

Ayıklanma:Bilimsel bilginin geçerliği ve kesinliği her an, isteyen herkes tarafından denetlenebilir. Bu denetim sürecinde, yanlış olduğu anlaşılan bilgiler kendiliğinden ayıklanır; yerine yenisi konulur.





BİLİMSEL TOPLUMCULUK = BİLİMSEL SOSYALİZM


(Os. İlmî sosyalizm, Fr. Socialisme scientifique) Marksist sosyalizm... Bilimsel toplumculuk deyimi, Alman düşünürü Karl Marx'ın sosyalizmini ütopyacı ya da düşçü sosyalizmden ayırır. Marx'ın materyalist ve tarihsel diyalektiğine bilimsel adının verilmesi, bu diyalektiğin bilimsel bir yönteme, deney ve gözlemlere dayanması ve bunlarla doğrulanması nedenine dayanır. Karl Marx, toplumsal değişimlerin, doğasal değişimlerde olduğu gibi, belli yasalara bağlı olduğunu göstermiştir. Yasalara bağlılık, bilimselliğin nedenidir. Bilimsel sosyalizm, üstün kişilerin düşünsel tasarımlarına değil, nesnel gerçekliğin belli yasalarına bağlıdır. Bilimsel sosyalizm, Marksizmin ayrılmaz bir parçasıdır ve sosyo-ekonomik yasaların kesin bir zorunluğudur. Bu zorunluk, eskimiş üretim ilişkileriyle gittikçe gelişen üretim güçleri arasındaki uyuşturulamaz karşıtlığın doğurduğu bilimsel bir zorunluktur
BİLİNÇ

(Os. Şuur, İstiş'ar, Zamir, Hatır, İdrâk, İlim, Vukûf, Vicdân, Hissi bâtın, Hissi nefis, Akide, İtikat, İnsâf, Derûn; Fr. Conscience, Al. Bewusstsein, Selbstbewusstsein; İng. Consciousness, İt. Coscienza) İnsanın çevresini ve kendisini anlamasını sağlayan anlıksal süreçlerin toplamı.

1. Etimoloji: Osmanlıca şuur anlamını veren Türkçe bilinç terimi bilmek mastarından, Osmanlıca vicdan anlamını veren Türkçe bulunç terimi bulmak mastarından türetilmiştir. Bu türetimde Osmanlıca terimlerin Arapça anlamları göz önünde tutulmuştur. Her iki anlam da Hind-Avrupa dil grubuna bağlı Fransızca, İngilizce ve İtalyancada aynı terimle dilegetirilir. Terim, Hind-Avrupa dil grubunun kesmek ve yarmak anlamlarını veren skei kökünden türemiş, Latince aynı bilgilere sahip olduklarından ötürü kişiler arasında kurulan dayanışma anlamını veren conscientia sözcüğü aracılığıyla bu dillere geçmiştir. Terimin bu dillerdeki ilk anlamı bulunç (Fr. Conscience morale)'tu, sonradan bilinç (Fr. Conscience psychologique) anlamına kaymıştır.

2. Metafizik: Metafizikte bilinç insandan bağımsız bir güçtür ve insana verilmiştir, evrensel ya da Tanrısaldır. Metafizik düşünme dizgesi içinde yer alan idealizme göre de bilinç, maddeden ayrı ve bağımsız bir güçtür. Bu savda temellenen idealizm antikçağ Yunan düşünürü Anaksagorasla başlar. Anaksagoras nus adı altında bir evrensel us düşünmüş ve onu maddenin karşısına koymuştur. Aristoteles'in deyişiyle, "Anaksagoras, nusun yaratan ve maddenin yaratılan olduğunu söylemiştir. Çünkü her şey bir aradayken nus gelip düzenlemiştir". Bu anlayış, bilinç'le maddeyi birbirinden tümüyle ayrı şeyler sayan Descartes'dan geçerek, onu, evrenselleştiren Hegel'de ulaşır. Hegel'e göre önce evrensel bir bilinç vardı ve bütün doğa bu evrensel bilincin ürünüdür, doğa diyalektik evriminin sonunda, gene bu bilince ulaşarak kendi kendini tanıyacak ve evrim böylelikle son bulmuş olacaktır. İdealist akımın karşısında yer alan ve antikçağ Yunan düşünürü Demokritosla başlayan materyalist akım, kaba ya da Vülger materyalistler adıyla adlandırılan bilim-öncesi materyalistlerinin bilinç'i maddeyle aynılaştırmalarıyla uçlaşır. Bunlara göre de, "Karaciğerin safra salması gibi beyin de bilinç salar". İdealist akımın düştüğü yanılgı kadar yanlış olan bu sonuç, bilim-öncesi materyalistlerinin gerçekte tekyanlı metafizik düşünme sistemine baglılıklarından doğmaktadır.

3. Ruhbilim: Ruhbilimde bilinç terimi, öznenin kendini sezişi ya da kendinin farkına varışı anlamında kullanılır, algı ve bilgilerin anlıkta izlenmesi süreci olarak tanımlanır. Geniş anlamda bilinç, usun kullanılmasıdır. Ruhbilimsel açıdan insan, kendi varlığını ancak bilinciyle aşabilir. Türk Dil Kur umunca bilinç'le ilgili çeşitli ruhbilim terimleri önerilmiştir (Bk. Ruhbilim Terimleri Sözlügü, TDK. yayını, birinci baskı, s. 35-36): Anımsamayı sağlayamayacak aşamadaki öğrenme bilinçdışı öğrenme (İng. Subliminal learning), belli bir anda insanın aynı zamanda algılayabileceği nesnelerin toplamı bilinç genişliği (İng. Span of consciousness), bilinç sürecini denetlediği ilerisürülen beyin yeri bilinç katı (İng. Seat of consciousness), hekime duyulan güvensizlik ya da utançtan ötürü verilmesi gereken bilgileri saklama bilinçli direnç (İng. Conscious resistance), bir küme yaşantının ötekilerden ayrılarak kendi içlerinde örgütlenmesi bilinçliliğin bölünmesi (İng. Split-off consciousness), nesne ve olaylara karşı uyanık bulunma durumu bilinçlilik (İng. Consciousness), belli bir anda bilinçte bulunmayen ama anımsanıp bilince çağrılabilen anıların bilinçteki yeri bilinç öncesi (İng. Foreconscious, Preconscious), Fröydcülüğe göre baskıya alındıklarından ötürü doğrudan anımsanmamakla beraber gizli yollardan bilinci ve davranışları etkileyen etkenlerin tümü bilinçsiz bellek (İng. Unconscious memory), kişinin bilincinde olmadığı ve ancak davranışlarıyla yansıtabildiği eyleme geçme isteği bilinçsiz güdülenme (İng. Unconscious motivation) terimleriyle dilegetirilmektedir.

4. Diyalektik: Diyalektik materyalist felsefeye göre bilinç; insanın düşüncesi, duygusu, iradesi, karakteri, heyecanı, anlağı, kanısı, sezisi vb. gibi bütün anlıksal süreçlerinin toplamıdır. Nesnel gerçekliğin insandaki yansıtıcısıdır. Maddesel olan insan beyninin bir özelliğidir. Önce maddesel doğa vardı. Doğasal evrim insana ve bilinç'e kadar gelişti. Bilinç elbette doğasal, eşdeyişle maddi bir üründür ama maddeyle ayrılaştırılamayacağı kadar aynılaştırılamaz da. Nitekim çocuk da annesinin ürünüdür ama annesinin aynı değildir. Bilinç, toplumsal bir üründür ve dil'le sımsıkı bağımlıdır. Dil olmaksizin bilinç de olamaz. Çünkü dil, başkaları için gerçekleşen pratik bilinçtir. Hayvanın ön ayaklarının elleşmesi ve ellerin emekte kullanılmasıyla başlayan insanlaşma, zorunlu toplumsallaşma olgusundan geçerek, dil-bilinç olgusunu meydana getirmiştir. Bilinç olgusu, insanların yaşma biçimlerinin ürünüdür. Öyleyse pek açıktır ki bilinç, insanların yaşama biçimlerini yansıtır. Ama bilinç sadece yansıtmakla yetinen basit bir ayna değil, belirmesiyle birlikte diyalektiğe girmiş etken bir güçtür. "Bir sarayda, bir kulübedekinden başka türlü düşünülür". Ama saray koşullarından doğan saray düşüncesi de saray koşullarını etkiler ve değiştirir. Marksist diyalektik ipinin iki ucundan biri eylem (pratik), öbürü de bilinç (teori)'dir. Çeşitli yanlış anlamalar ve yorumlar bu ipin iki ucunu birden elde tutamamaktan doğmaktadır. İnsansal girişkenlik (Fr. Initiative), bilinç'le gerçekleşir. İnsan, olaylardan oluşan bilinciyle o olaylara egemen olabilir. Bilim-öncesi felsefede insanların yaşarna biçimleri düşünme biçimleriyle açıklanırdı, oysa düşünme biçimleri yaşama biçimlerinin sonucuydu. İnsan, bilimsel olarak bunun bilincine vardıktan sonradır ki, bilinç'li etkenliğiyle yaşama biçimlerini de değiştirmeye başlamıştır. Hiç bir şeyi değiştiremeyen hayvansal çabayla her şeyi değiştirebilen insansal çaba arasındaki tek fark, insansal çabanın bilinç'li oluşudur. Engels şöyle der: "Bilinçli amaç, istenmiş bir erek olmaksızın hiç bir şey meydana gelmez". Bilinç, insanın, kendisini çevreleyen şeyleri farketmesini, algılamasını ve algıladıktan sonra kavramasını gerçekleştirdiği gibi istemesini ve istediğini yapmasını da gerçekleştirir. Marx da Alman İdeolojisi adlı yapıtında şöyle der: "İşte ancak şimdi, yani temel tarihsel ilişkilerin dört uğrağını gözden geçirdikten sonra insanın bir de bilinç'i olduğunu görüyoruz (Marx'ın saptadığı temel tarihsel ilişkilerin dört uğrağı: 1. ihtiyaçları karşılayan araçların üretimi, 2. Yeni ihtiyaçlar üretimi, 3. Soyun üretimi, 4. İşbirliği, eşanlamda belli bir üretim tarzı üretimi uğraklarıdır. O. H.). Ama gene de bu, arı bir bilinç değildir. Çünkü ruh, daha başlangıçta hava tabakaları, sesler, kısaca konuşma biçiminde beliren maddenin yükü altına sokulmuştur. Bilinç ne kadar eskiyse dil de o kadar eskidir. Dil, başkalari için varolan ve ancak bundan ötürüdür ki benim için de gerçekten varolan pratik bilinç'in ta kendisidir. Dil, tıpkı bilinç gibi, başkalarıyla ilişki kurma zorunluğundan doğmuştur. Nerede bir ilişki varsa orada insansal bir şey vardır. Hayvanın hiç bir ilişkisi yoktur, hayvanın başkalarıyla ilişkisi onun için bir ilişki değildir. Demek ki bilinç, başlangıcından beri bir toplumsal üründür, insanlar varoldukları sürece de öyle kalacaktır". Demek ki insan topluluğunun dışında insan bilinci olamaz. Bilincin ürünü olan düşünce de, kendisinin maddi iskeleti olan dilin dışında varolamaz. Bundan ötürü bilinç, ilk anından beri dil temeli üstünde biçimlenir. Engels, konuşmanin ortaya çıkışının, maymun beynini adım adım bilinçlendirerek insan beynine dönüştürdüğüne özellikle dikkatleri çekmiştir.




BİLİNÇALTI
(Tr. Ruhbilim) Altbilinç teriminin anlamdaşı... Gerçekte bilinç süreçleri olmadıklari halde bilinç süreçleri üstünde etkisi bulunan ruhsal süreçler'i dilegetiren altbilinç ya da bilinçaltı deyimi, diyalektik felsefeyle idealist felsefeler açısından başka anlamlar taşıdığı gibi çeşitli yerli ve yabancı sözlüklerde çeşitli tanımlarla açıklanmaktadır. İdealist felsefeler onu, bilinç eşiğini aşamayan eksik algıların biriktiği bilinçdışı bir bölge saymışlardır. Öyle ki, Alman düşünürü Leibniz'in bulanık algı (Os. idrâkâtı müpheme, Fr. Perception obscure) adını verdiği bu eksik algıların bıraktığı bilinçdışı izler bu bölgede toplanıyor ve zaman zaman bilinci etkiliyordu. Bu bölge, esrarlı bir bölgeydi ve bilinmesi olanaksız izlerle doluydu. Bir zaman sonra Avusturyalı hekim Freud bu bölgenin sırlarını çözmeye çalışacaktı. Kimi sözlükcülerin güçsüzce bilinç (Os. Zayıfça şuûr, Fr. Faiblement conscient) deyimiyle dilegetirdikleri bu bölge, Freud'cülere göre unutulmuş ya da törebilimsel baskılarla bilincin dışına atılmış anı ve isteklerin gizlendiği bir bölgedir. Bu bölgedekiler bilince çıkmak için çabalarlar ve insanı hasta ederler. Kimi sözlükçüler onu belli belirsiz edindiğimiz bilinç deyimiyle tanımlamaktadırlar. Kimi sözlükçüler de eşikaltı (Os. Mâdûnüşuûr, Fr. Subliminal) deyimiyle anlamdaş sayarlar (Örneğin Bk. Cuvillier, Nouveau Vocabulaire Philosophique, Paris 1967, s. 178). Buna karşı Alman düşünürü Schopenhauer onu bilinmesi olanaksız bilinç temeli olarak tanımlar, daha açık bir deyişle, düşünüre göre bilinci bu bilinmesi olanaksızlar yönetmektedir. Oysa bilinçaltının ya da altbilincin bilinemeyecek hiç bir yanı yoktur. Herhangi bir olguyu algıladığımızda onunla birlikte ve onunla ilişkili olarak bir takım yan olgular da algılarız, ama ne onların üstünde durur ve ne de dilegetiririz. Bu yan olgular, temel olguyla ilişkili olduklarından, temel olgu üstündeki faaliyetlerimizde kimi zaman etken olurlar. Ya da önceden bildiğimiz, ama bu anda düşünmediğimiz öyle şeyler vardır ki bu andaki temel düşüncemizi, onunla ilişkili olduklari için, etkilerler. Altbilinç ya da bilinçaltının bütün esrarı bundan ibarettir.





BİLİNMEZCİLİK
Gerçek ve mutlak varlığın, kendinde nesnelerin (Tanrı gibi) bilinemeyeceği kanı ve öğretisi. (Agnostisizm)
Bilme : Bir şeyin ne olduğunun bilincine varma.




BİREYCİLİK
1- (Genel olarak)
a. Bütüne, genele değil de, bireye, tek olana üstünlük tanıyan görüş.
b. Bireyin kendine dayanması eğilimi.
2- (Fizikötesi açısından)
a. Yalnızca tek olanın, bireyin bağımsız gerçekliği olduğunu;
b. Gerçekte yalnız bireylerin bulunduğunu, tümel terimlerin gerçeklikte hiç bir karşılığı olmadığını savunan öğreti.
3- (Yöntem- bilim açısından) Tarihsel ve toplumsal olayların açıklanmasını bireysel ruhbilime dayandıran görüş.
4- (Gelenekçiliğin karşıtı olarak) Kurulu düzene eleştirmeden uyma yerine, bireylerin toplumda hertürlü kurum, inanç, kanı ve eylem üzerinde tartışıp bunları yargılamaları gerektiğini savunan görüş (düşünce bağımsızlığı).
5- Toplumun kendi başına bir ereği olmadığı gibi, kendini kuran bireylerin üstünde bir ereğe araç da olmadığını savunan görüş. // Bu görüşe göre , toplumsal kurumların ereği: a. bireylerin mutluluğu, b. bireylerin yetkinliği olmalıdır; böylece, bireyin ereğine erişmesi için toplum ve devlet yardımcı araç olacaktır.
6- Kişiliğin ve kişisel sorumluluğun kaldırılamayacağını dile getiren görüş.
7- Yaşamın, özellikle toplumsâl yaşamın tek kişiler üzerinde kurulduğunu ileri süren ve bu tek kişileri özce aynı türden ve eşit haklı olarak kabul eden öğreti (aydınlanma felsefesi).
8- Başkalarıyla karşılaştırılamayan niteliksel özelliği ve bir kezliği içinde bireyin kendi değeri üzerindeki kanı (Shaftesbury, Herder)
9- Seçkin bireycilik: Bütün bireyleri eşit görmeyip, kimi bireylere özel koşulları ve özel nitelikleri dolayısıyla ayrı bir yer veren görüş.(Nietzsche)
10- (Ekonomik yaşamla ilgili bireycilik): Her bireyin özgür olarak kendi ölçülerine göre kendi ekonomik işlerini düzenleyebileceğini savunan görüş. (Bırakınız Yapsınlar ilkesi)





BİLİNEMEZCİLİK
(Os. Lâedriye, Lâirfâniye, Lâyûrefîye; Fr. Agnosticisme, Al. Agnosticismus, İng. Agnosticism, İt. Agnosticismo)
Nesnelerin kendiliklerinin hiç bir zaman bilinemeyeceğini ilerisüren felsefe akımı... Bilinemezcilik terimi, ilkin, İngiliz düşünürü Huxley tarafından Yunanca bilinemez anlamını veren agnôstos sözcüğünden türetilerek kendi öğretisini adlandırmak için kullanılmıştır ve pek yenidir. Terim, daha sonra, geriye götürülerek bütün bilinemezci öğretileri kapsamıştır. Bilinemezcilik, tarihsel olarak, bilimin denetinden yoksun insan düşüncesinin düştüğü büyük yanılgılara bir tepki olarak belirmiştir. Bu tepkiyi ilkin antikçağ Yunan bilgicileri göstermişlerdir, duyumcu olan bu sofistlere göre bilgi duyuların sonucudur, duyularımızla elde ettiğimizin dışında başkaca hiç bir bilgiye erişemeyiz. Her kişinin duyusu kendine göre olduğundan her kişinin bilgisi de zorunlu olarak kendine göre olacaktır, herkes için geçerli bir bilgi olamaz. İnsan, kendisi için bilinebilecek tek şeyle, kendisiyle yetinmelidir. Antikçağ Yunanlıları, tarihsel koşulları içinde, bu tepkiyi göstermekte haklıydılar. Ne var ki bilinemezcilik akımı Kant'dan, Auguste Comte'dan, Spencer'den, William James'den geçerek yüzyılımızın ilginç düşünürleri Sartre'lara ve Camus'lere kadar sürüpgelmiş bulunmaktadır. Kant'a göre ancak görünen bilinebilir, öz bilinemez:, "Bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiç bir şey yoktur. Bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir süjenin birbirlerine olan ilişkisinden doğmuştur". Amerikalı pragmacı William Jamese göre, "İnsanın evrendeki durumu, bir kedinin kitaplıktaki durumu gibidir. Görür ve işitir, ama hiç bir zaman anlayamaz". Pozitivist Auguste Comte'a göre, "Nesneler üstü metafizik kadar nesnelerin kendisi fizik de bilinemez. Bilim, bu iki bilinemez alanın ortasında, sadece duyularımızla algıladığımız deney ve gözlemlerin konusu olan olgularla uğraşabilir". Akıma adını koymuş olan on dokuzuncu yüzyıl İngiliz düşünürü Huxley de aynı kanıdadır. Yirminci yüzyılın Fransız düşünürü Camus'ye göre de, "Evren uyumsuzdur ve bilinemez. İşte ağaç sertliğini duyuyoruz. Bu kadarla yetinmek zorundayız. Bilim, giderek bize elektronların bir çekirdek çevresinde toplandıkları görünmez bir gezegenler takımından söz edecektir. Bu bir varsayımdır. Böylece dönüp dolaşıp şiirin alanına geldiğimizi ve hiç bir şeyi bilemeyeceğimizi anlarız"... Bütün bu yanlış düşünceler çağdaş diyalektiği bilmemenin ya da bilmez görünmenin sonucudur. Metafizik bilinemezcilik haklıdır, çünkü metafizik birtakım gerçekdışı tasarımlarla uğraşır, gerçek olmayan şey yok demektir ve yok olan şey de elbette bilinemez. Oysa bilimci olduklarını iddia eden bütün bilinemezcilik'ler bilimdışıdırlar, çünkü bilimin konusu olan nesnelerin kendilikleriyle bilimin amacı olan bilinebilirliği yadsımaktadırlar. Bu bilinemezcilik'lere, çağdaş diyalektikten çok önce, Alman düşünürü idealist Hegel gereken karşılığı vermiştir: "Bir nesnenin bütün niteliklerini biliyorsanız nesnenin kendiliği (Fr. Chose en soi, Al. Ding an Sich, Os. Bizâtihi şey)'ni de biliyorsunuz demektir. Geriye bu nesnenin sizin dışınızda vorolmasından başka hiç bir şey kalmamaktadır. Duyularınız size bu gerçeği de öğrettiği zaman Kant'ın o ünlü bilinmez'inin geri kalan yanını da kavramış olursunuz". Bununla beraber Kant, yaşamının son yıllarında, "inana yer bırakmak için bilgiyi sınırlandırmak" istediğini itiraf etmiştir. Gerçekten de bilinemezcilik her zaman Tanrıbilimden ve dolayısıyla egemen sınıflardan yana olmuştur. Çünkü nesnel gerçekliğin bilinemeyeceğini söylemek, insanları inana çağırmak demektir. Ünlü bir diyalektikçi şöyle der: "Böylesine görüşlerin niçin ilerisürüldüğü sorulabilir. Çünkü bilgi ışık saçar, ışıksa herkesi hoşnut etmez. Karanlık çıkarlar ancak karanlıklarda elde edilir. Bilgiyle aydınlanan insan daha önce göremediği ve yapamadığı birçok şeyi görebilir ve yapabilir. Buysa karanlık saçan sömürücülerin ölesiye korktukları bir şeydir". Bilinemezcilik, biçimle özü ayrıştırmaktan ve görünüşten gerçeğe geçememekten doğmuştur. Antikçağ Yunan felsefesinde şüphecilik biçiminde belirmiş olan bilinemezcilik giderek bilimi yadsımaya varmış ve bilmeye uğraşmaktansa bilinemez saymanın kolaylığı ve rahatlığı içinde hızla yayılmıştır. Şüpheciler ya şüphe ettikleri için bilinemez sayıyorlar ya da bilinemez saydıkları için şüphe ediyorlardı. Onlar için bu bir yöntemdi, doğa bilimlerinden yararlanamayan düşünsel felsefenin aşırı tasarımlarına bir tepki olarak ilerisürülmüştü. Ama XVIII., XIX. ve XX. yüzyıl bilinemezcilerinin, böyle bir durumda bulunmadıkları gibi böylesine tepkileri de gereksemedikleri kesindir. Ünlü bir diyalektikçinin dediği gibi, "kauçuk yapıyoruz, demek ki kauçuğun ne olduğunu biliyoruz". Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm adlı yapıtında şöyle der: "Kavranamaz nesneler, bilimin dev adımlarıyla ilerlemesi sırasında kavrandılar, çözümlendiler, üstelik yeniden üretildiler. Üretebildiğimiz şeyin bilinemez olduğunu elbette düşünemeyiz... Bugün de bilmediklerimiz vardır, ama bugün bilmediklerimizi yarın bileceğimizden şüphe etmeye hiç bir neden yoktur".





BUDA VE ÖĞRETİSİ
Buda’nın öğretisinin başlıca özelliği; Buda’nın aydınlanma sonucu bulmuş olduğu gerçekleri birer dogma olarak sunacak yerde aydınlanma yöntemini öğretmeyi ve böylelikle yöntemi öğrenen kimselerin kendi çabalarıyla bu gerçekleri kendilerinin bulup yaşantısal deneyimle doğrulamalarını öngörmesi, Budalık yolunu herkese açık tutmasıdır. Buda’nın yaşadığı dönemde Budizm bir din, Buda da bir peygamber değildi.

Şimdiye dek her geliş gidişimde,

İçinde hapis olduğum,

Duyularla duvaklanmış bu evin,

Yapıcısını aradım durdum.

Ey yapıcı! Şimdi seni buldum.

Bir daha bana ev yapmayacaksın,

Bütün kirişlerin kırıldı, payandaların çöktü.

İçimde nirvana’nın suskunluğundan başka bir şey kalmadı

Tutkuların, isteklerin biçimlediği yanılgıdan kurtardım kendimi.

Öğretide 4 temel gerçek vardır: Yaşamda ıstırap vardır; ıstırabın bir nedeni vardır; bu neden yok edilirse ıstırapta yok edilmiş olur; bu nedeni yok etmeyi sağlayan bir yol, bir yöntem vardır.

1. Istırap (DUKKHA) ve Yaşamın 3 özelliği

Dört okyanusun suyu mu daha çoktur, yoksa sizlerin inleye sızlaya sürdürdüğünüz bu yolculukta sevdiğiniz istediğiniz şeyleri elde edememek, sevmediğiniz istemediğiniz şeylerden kaçınamamak, istediğiniz şeylerin istediğiniz gibi olmaması, istemediğiniz şeylerin istemediğiniz biçimde olması yüzünden akıttığınız gözyaşları mı daha çoktur? *******, babanızı yitirmek, kardeşlerinizi, kızınızı yitirmek, malınızı, mülkünüzü yitirmek... Bu uzun yolculukta tüm bunlara katlandınız ve dört okyanusun suyundan daha çok gözyaşı akıttınız.

Buda ıstırap için dukkha sözcüğünü kullanıyordu. Anlamı; ıstırap, üzüntü, tasa, keder, maddesel veya ruhsal sağlıksızlık, uyumsuzluk, tedirginlik, doyumsuzluk, yetersizlik, sürtüşme, çelişki yani olumsuz ruh durumları...

Buda’nın gözlerimizi açmaya çalıştığı gerçek daha çok ıstıraptan korunmak, kurtulmak için izlediğimiz tutumdaki yanlışlarımız, yanılgılarımız. Herkes yaşamda ıstırabın olduğunu biliyor, ama yaşamda tatlı anlar, hoş ve zevkli olan şeyler olduğunu, haz ve zevkin ıstırabı dengeleyebileceğini düşünüp bu anların beklentisi içinde ıstıraba katlanabiliyor. Buda’ya göre yanılgı işte burada. Buda kaynağı dışımızda olan şeylerden elde ettiğimiz haz ve zevkin ıstırabın asıl nedeni olduğunu göstermeye çalışıyordu. Yanılgının dünyanın bu geçiciliğine gözlerimizi kapamak, geçici olan, kalıcı olmayan şeylere tutunmaya çalışmaktan geldiğini, dünyayı gerçek böylesiliği, yapısıyla görememekten kaynaklandığını söylüyordu. “Sevdiğimiz hiç bir şey yok ki, bir gün gelip ya onlar bizden, ya biz onlardan ayrılmayalım.”

Buda yaşamı gerçek boyutları içinde kavrayabilmemiz için yaşamın birbiriyle ilgili 3 özelliğinin üzerinde ısrarla duruyordu:

Dukkha - Istırap

Bir arada bütünleşmiş, bileşmiş, oluşmuş hiç bir şey değişimden, çözülüp dağılmaktan kurtulamaz. Yanılgı değişim içinde olan, geçici olan şeylere sanki hiç değişmeyeceklermiş, sanki kalıcı şeylermiş gibi tutunmaya, sarılmaya çabalamaktan geçiyor. Oysa elde etmek istediğimiz şeyi elde edene kadar o şey değişiyor, koşullar değişiyor, bu arada biz kendimiz de değişiyoruz.

Buda’nın amacı dünyayı ne olduğundan daha kötü ne de daha iyi göstermekti. Onu olduğu gibi iyi ve kötü yanlarıyla, kendimizi hiç bir yanılgıya, yanılsamaya kaptırmadan bütünlüğü içinde gerçek böylesiliğiyle görmemizi sağlamaya çalışıyordu. Istırabın dünyayı olduğu gibi içimize sindirememekten, dünyadan verebileceklerini değil de daha çoğunu beklememizden, istememizden kaynaklandığını anlatma çabası içindeydi. Kötü olan yaşam değil, ona arsızca yapışmaya çabalamaktan, ondan verebileceğinden çoğunu istemekten gelen ıstıraptır. Akıp giden yaşamla birlikte karşı koymadan, direnmeden akıp gitmesini öğrenmek, dönüşü olmayan bir akış içinde olduğumuzun, yaşamın tek bir anının bile ikinci kez yaşanmasının olanaksızlığını içten içe kavramak, her saniyenin tadını bilecek biçimde yaşamın sevinçle, kıvançla, coşkuyla kucaklanmasına yol açabilir. Mutluluğun ertelenmesinin de, para biriktirir gibi haz ve zevk biriktirmenin de olanaksızlığı iyice anlaşılabilir. Acaba yaşamda kendimize sığınak yapabileceğimiz ıstırabın güçsüz kaldığı, etkisinin azaldığı bir yer, bir zaman var mı? Budizm olduğunu savunuyor. Bu an ve burası...

Hiç bir şeyin öteki şeylerden ayrı bir kendiliği, ayrı kalıcı bir benliği olamaz. Istırabın asıl nedenini aradığımız, kökenine indiğimiz zaman hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde karşımıza çıkan sorumlunun, bir yandan istek ve tutkularımızı besleyip kışkırtan den başka birisi olmadığını görüyoruz. “Benim güvenim” ”Benim görevim” ”Benim sorumluluğum” ”Benim başarım” ”Benim param” ”Benim isteklerim” ”Benim heveslerim” ”Benim öldükten sonra ne olacağım” ”Benim öldükten sonra da var olma doyumsuzluğumdan gelen sorunlarım” Nedir bu ben? Buda insan varlığında geçici olmayan değişmeden kalan, dayanıklı bir öz, tözel bir nitelik olmadığını göstermeye çalışıyordu. Bir gövde doğar, büyür, yaşlanır, ölür, çözülür, sürekli değişim içindedir. Bir kimse kolunu, bacağını yitirse de ne azalır, ne de küçülür. Öyleyse insanın gövdesinde olamaz. duygularımızda da olamaz.Çünkü onlar değişse de gene olduğu gibi kalır. duyu organlarımızdan gelen algılarımız da olamaz. önceki düşüncelerimiz, kararlarımız, eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz de olamaz. Ayırt edici bilincimizde de olamaz. Bu beş kümede toplanan bedensel ve ruhsal varlığımız gövdemiz, duygularımız, duyu organlarımızdan gelen algılarımız, önceki düşüncelerimiz, kararlarımız ve eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz, karakter özelliklerimiz, ayırt edici bilincimizin bir araya gelmiş olmasından da oluşmuş olamaz. Çünkü bunlardan hiçbirisi i içermiyorsa o zaman beşinin bir araya gelmesi de beni oluşturmaz. O zaman geriye değişmeden kalan tek bir şey kalıyor. Ad... Ben’e verilen özel ad.

C-Ç

--------------------------------------------------------------------------------


ÇATIŞKI
Eşit ölçüdeki sağlam öncüllerden çelişkili sonuçlara varılmasıdır.


ÇELİŞME
İki kavramın ya da yargının birbirini dışta bırakması. Birbirine ters olma, birbirini tutmama.





ÇEVRECİLİK
İng. environmentalizm; Fr. environementale; Alm. Environmentalismus

Günümüz felsefesi bağlamında daha çok "Yeşil" siyaset felsefesiyle örtüşen çevrecilik ilkin çevrenin insan üzerindeki etkisini ya da çevrenin insan davranışını belirlemedeki önemini vurgulayan bir öğreti olarak boy göstermiştir. Bu anlamıyla çevrecilik insan dış koşulların ürünü; doğal, toplumsal ve kültürel koşulların toplamı olarak gören anlayışa karşılık gelir.

Buna karşılık . yüzyılın son çeyreğinde iyiden iyiye kendini hissettiren çevrecilik ya da çevre felsefesi, doğayı iliklerine kadar sömüren ya da onu istediği gibi yoğurabileceğini sanan insanoğluna yöneltilen bir "uyarı felsefesi"dir.
1950lerde uç veren Leopold'un "Toprak Etiği"nden tutun da Naess'in 1970'lerde geliştirdiği köktenci çevre etiği "Derin Ekoloji" ya da "ekosofı"ye kadar tüm çevreci öğretiler, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin arkasına sığınıp doğayı hiçe sayan, doğanın da hakları olduğunu unutan insanlığa bu "yoksayış"ın onarılamaz sonuçlarını durmaksızın hatırlatır.
Her ne kadar bugün varılan noktada insanın kendi çıkarları uğruna kökünü kurutamayacağı canlı türü hemen hemen yok gibi olsa da insanın kendisinin de bir canlı türü olduğu unutulmamalıdır.




ÇOKÇULUK
Gerçekliğin açıklanmasında birden çok ilkenin temelde bulunduğunu kabul eden öğreti.




ÇÖZÜMLEME
Bileşik olanı ayırarak çözmek. Bir bütünü parçalara ayırmak.


ÇÖZÜMLEYİCİ (Analitik) FELSEFE
Alm: Analytische Philosophic, Fr: Philosophie Analytique, İng. Analytical Philosophy

20. yy. başından beri özellikle Anglosakson dünyasında yaygınlaşan dil çözümlemelerine dayalı, felsefe yöntemini geliştiren ve felsefenin görevini mantıksal dil çözümlemesiyle sınırlayan felsefe akımının tümüne verilen ad.
Son düzenleyen GusinapsE; 9 Temmuz 2006 19:13
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
9 Temmuz 2006       Mesaj #37
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
D

--------------------------------------------------------------------------------

DEĞER
Kişinin, isteyen, ihtiyaç duyan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında beliren şey. İnsanların ihtiyaç ve istemeleri farklı olduğundan sayısız değer türleri vardır.


DEİZM
Vahiy ya da bir kilise öğretisi aracılığıyla edinilmiş her türlü dinsel bilgiye karşı çıkan buna karşılık belirli bir dinsel bilgi bütününü herkesin doğuştan taşıdığını ya da us yoluyla elde edebileceğini savunan görüşe denir. Deizm, tanrılık gücünün sadece yaratma işlemiyle sınırlandığını ve bir kez yaratıldıktan sonra dünyanın hiçbir işine karışmadığını eş deyişle dünyayı yönetmediğini belirtir.

Deizmin dayandığı “doğal” din kavramı başlıca iç kaynaktan beslenir. İnsan usuna duyulan inanç, dogmacılığa ve hoşgörüsüzlüğe yönelen vahiy öğretisinin, reddedilmesi ve tanrının düzenli bir dünyanın ussal mimarı biçiminde kavranması. Deizmciler Hıristiyanlıkta ve dünya dinlerinde görülen ibadet, inanç ve öğreti farklılıklarının temelinde evrensel olarak benimsenmiş din ve ahlak ilkelerinin, ussal bir özün bulunduğunu öne sürerler.

Deizimcilere göre kendi başına doğal din, her türlü kuşku ve yozlaşmadan uzaktır. Bu yüzden us yoluyla doğrulanmış yalın ahlakı, doğrular dışında Hıristiyanlığın sonradan eklediği tüm öğelere karşı çıkarlar.



DEKARTÇILIK (Cartezyanizm)
Descartes’in felsefesi.
Descartes, düşünsel felsefenin büyük çapta aşamacılarından biridir. Antikçağ Yunan, şüpheciliğinden yüzyıllarca sonra şüpheciliği temel bir yöntem olarak kullanmış ve bunu analitik geometri adı verilen matematiksel bir kesinlikle uygulamaya çalışarak yepyeni doğrulara varmayı denemiştir. Temel yöntem, şöyle özetlenebilir: önce bir ilke olarak, edinilmiş bütün bilgilerinden şüphe etmeliyim ve onları bir yana bırakarak ilk ve sağlam yeni bir düşünceden yola çıkmalıyım. İnsanların bütün düşünceleri birbirine bağlıdır, birbirinden çıkar. Bir düşünmeyi doğuran ondan önce gerçekleşmiş başka bir düşüncedir. Düşünceler bir neden sonuç zinciri içerisinde sürüp gider(mekanizm) öyleyse sırayı titizlikle kovalarsam doğru olmayan bir düşünceyi doğru sanmaktan sakınarak düşünce zincirinin arasına yanlış bir düşünce karıştırmazsam doğru olana ulaşabilirim. Bu durumda benim için kesin olan tek şey şüphe etmektir. Bütün bilgilerden şüphe etmek, düşünmektir. Düşünmekse var olmaktır. Öyleyse, var olduğumda şüphesizdir. Düşünüyorum öyleyse varım.şüphe edemeyeceğim ilk ve sağlam bilgim budur. Şimdi, neden sonuç zincirini titizlikle kovalayarak, bütün öteki bilgileri bu temelden çıkarabilirim.

Descartes’in başlıca öğretileri şunlardır.

1)Gerçeklik, özü düşünme, olan zihin ile özü üç boyutlu uzam olan madde biçiminde ikiye ayırabilir.

2)Tanrı, zihin ve madde kavramları doğuştan gelir ve deneyimden kaynaklanmaz.

3)Felsefede doğruya erişmenin yanılmaz yöntemi, şüphe edilemez, açık ve seçik bir önerme ya da kavramlara ulaşıncaya değin her şeyden şüphe etmektir.

Descartesçi düşünürlerin çoğu Descartes’in “ Düşünüyorum, öyleyse varım” deyişinde anlatımını bulan, düşünen öznenin düşündüğünden, dolayısıyla var olduğundan şüphe edemeyeceği yöntemindeki önermenin, ilk ve açık seçik doğru olduğu görüşünde birleşir. Gene Descartesçilerin büyük bir bölümü , bu ilk doğru temelinde yalnızca usa dayalı bir felsefede ve bilim sisteminin kurulabileceği görüşündedir. Buna bağlı olarak Dekartçılık bütünüyle usa bir metafizik geliştirilebileceğini savunur.




DEMİOURGOS
Düzenleyici Tanrı... Antik Yunan düşünürü Platon’a göre ‘iyi’ ideası düzenleyici bir Tanrı’dır. Yaratmış değil biçim vermiştir. Antikçağ Yunanlılarında yaratma düşüncesi yoktur; bir sanatçı, bir mimar gibi yapma, düzenleme, biçimlendirme çabası vardır. Bu anlayışa göre dünya yoktan var edilmemiş, idealar gibi ilksiz ve sonsuz olan biçimsiz özdekten düzenlenip biçimlendirilerek meydana getirilmiştir. Platon’a göre bu biçimlendirmede örneklik eden idealardır, evrendeki bütün varlıklar bu ideal ilk örneklerine uygun olarak özdeği biçimlendirme yoluyla yapılmışlardır. Bu terim Platon’ca evren ruhu, gnostiklerce ikinci Tanrı ve Hegel’ce düşünce süreci anlamında kullanılmıştır.



DENEYCİLİK
Alm. Empirismus
Fr. empirisme
İng. empiricism

Bilgimizin biricik kaynağının deney olduğunu savunan bilgi öğretisi. Bu öğretiye göre, bütün bilgilerimiz deneyden gelir; anlıkta deneyden gelmeyen hiç bir şey yoktur. Yeniçağ felsefesinde deneyci bilgi öğretisinin (empirizmin) kurucusu Locke'dur. Başlıca temsilcileri F. Bacon, D. Hume, J. 5. Mill.
Karşıtı bkz usçuluk.



DETERMİNİZM
Ahlaki seçimler dahil bütün olayları, özgür iradeyi ve insanın başka türlü davranabilmesi olanağını dışlayan, önceden varolan nedenlerce belirlendiğini savunan kuram. Bu kurama göre evrenin tümüyle ussal bir yapısı vardır; belirli bir durumun eksiksiz bilgisine sahip olmak, o durumun, geleceğine ilişkin yanılmaz bilgiyi de olanaklı kılar. Laplace’e göre, evrenin bugünkü durumu, önceki durumunun sonucu, sonraki durumunun ise nedenidir. Bir zihin, belirli bir anda doğada işleyen bütün güçleri ve doğanın bütün bileşenlerinin karşılıklı konumunu bilebilse, küçük ya da büyük her birimin hem geleceğini, hem geçmişini kesin olarak bilebilir.

Determinizm yandaşlarına göre, kuramları, ahlaki sorumluluğun kabulüne aykırı değildir. Örneğin belirli bir davranışın kötü sonuçları önceden görülebilir; bu da insana ahlaki sorumluluk yükler ve insan eylemlerini etkileyebilecek engelleyici bir dış neden oluşturur




DİALEKTİK
Kavramlar arasındaki karşıtlık ilişkisinden yola çıkarak bunu doğruya varan süreçlerin açığa çıkarılmasında bir ilke olarak kullanan düşünme ve araştırma yolu.

Diyalektik düşüncenin başlangıcı, doğayı ve evreni oluşturduğu düşünülen ateş, hava, su, toprak gibi ilk öğelerin (arkhe) aralarındaki karşılıklı çatışma-dönüşme ilişkileri biçiminde, Sokrates öncesi fizikçilerde görülür. Daha sonra şeylerin karşıtlarından yola çıkarak var olmaları ve gene karşıtları içinde yok olmalarını ele alan Herakleitos, diyalektiği evrenin etkin bir ilkesi olarak düşünmenin öncüsü oldu. Aristoteles’e göre, bazı kabullerden yola çıkarak usavurma yoluyla bunları saçmaya indirgeyerek karşıtlarını kanıtlama tekniği anlamında diyalektiğin kurucusu Elealı Zenon’du.

Diyalektiği bir yöntem olarak ilk kullanan ise Sokrates’tir. Sokrates için diyalektik, karşılıklı, karşılıklı soru-yanıt yoluyla kavramlara açıklık getirme yöntemidir. Karşı tarafın yanıtından yola çıkarak bunun gene onun düşünceleri açısından tutarsız ve çelişik olduğunu göstermek, yöntemin ilk aşamasıdır. Bundan sonra karşılıklı soru- yanıtlarla, tartışma konusu kavram çeşitli açılardan ele alınır, açımlanır.

Sokrates’in açıklama yöntemini belirli bir varlık görüşüne bağlayan Platon, diyalektiği bilgi görüşüne dayalı bir eğitim yöntemi olarak geliştirdi. Ona göre diyalektik, bir varlık sıralaması içinde en alt düzeyden gittikçe yükselerek sonunda idea’lara varmak için izlenen bir öğretme ve öğrenme sürecidir.

Yeniçağ felsefesinde diyalektik terimini ilk kullanan Kant’tır. Kant’a göre diyalektik yanılgını mantığıdır;; kendi halindeki us, bazı usavurma işlemlerini mantıksal sınırlarına kadar götürüp sonunda kendisiyle çatışma içine düşer. Ortaya çıkan antinomileri (çatışkıları) gidermek içinse Kant’ın “transandantal diyalektik” adını verdiği yöntem uygulanır; iki karşıt sav arasındaki çatışma, hem tezin, hem de antitezin karşıtının olanaksızlığı kanıtlanarak giderilir. Böylece Kant için diyalektik, hem usun içine düştüğü doğal bir yanılgı biçimi, hem de bunu düzeltmek için kullanılacak bir eleştiri ve yanlış gösterme yöntemi haline gelir.

Diyalektik anlayışının temelinde yatan üçlü düşüncesini Kant’tan alan Hegel, buna bambaşka bir anlam yükledi. Hegel’e göre, gerçekleri oluşturan kavramların her biri karşıtını kendi içinde taşır. Düşünce, bir kavramdan (tez) onun içindeki karşıtına(antitez) bundan da yeniden karşıtına (yani ilk kavrama) dönmekle, diyalektik hareket içinde, iki kavramın birliğini oluşturan üçüncü kavrama (sentez) ulaşır. Bu süreç, düşüncenin kendisini kavramasını sağlayan bilinç içeriğini artırır. Hegel’e göre diyalektik, varlığı belirleyen düşüncenin kendi süreci olduğu gibi dünya tarihinin de oluşum ilkesidir.

Diyalektik usavurmayı Hegel’den ve Sokrates öncesi filozoflardan alan Karl Marx’a göre diyalektik tarihsel bir süreçtir;;; ekonomik temelli bazı toplumsal oluşumların zaman içinde karşıtlarını üretmeleri, karşıtların giderek çatışmaya dönüşmesiyle de yeni oluşumun etkisini ortadan kaldırması biçiminde yürür.

Diyalektik kavramı günümüzde, metafizik teriminin tam karşıtı olarak yeni ve bilimsel bir dünya görüşünü dile getirir.




DİALEKTİK İDEALİZM
Hegel’in idealizmine diyalektik idealizm denir.

Hegel, tarihin ve düşüncenin diyalektik bir süreç içinde geliştiğini savunmuş, dinden siyasete, mantıktan estetiğe kadar bütün alanlar için geçerli gördüğü bu sürecin Mutlak Tin’e ya da zihne (geist) varılmasıyla son bulacağını ileri sürmüştür. Düşüncenin özünde gerçeğin ancak bir bütün olarak kavranabileceği yatar. Diyalektik, görünürdeki bütün farklılıkların birliğe kavuştuğu metafizik bir süreç “mutlak” ise, var olan her şeyi kendinde toplayandır.

Varlığın diyalektik gelişim süreci, Hegel’in tin ya da zihin, bazen de idea dediği Geist’ın kendini belli bir amaca doğru geliştirmesi, özgürleşmesi sürecidir.Bu süreç içinde “idea” diyalektiğin üçlü aşamasından geçer.İlk aşamada “idea” kendi içindedir ve henüz bir olanaktır. Kendini gerçekleştirmesi için ikinci bir alan gerekir, bu da doğadır. Ama “idea” doğada kendi özüne aykırı bir duruma düşer, kendine yabancılaşır. Bu aykırılıktan üçüncü aşama olan kültür dünyasında kurtulabilir. Doğada “idea”yı yönlendiren yasa olan zorunluluğun yerini üçüncü aşamada özgürlük alır; özgürlük, tinin devlet, sanat, felsefe ve din gibi, bireylerin üstündeki bazı kurumlarda ve o kurumlarla kendini gerçekleştirmesidir. Bu son aşamada da tin üç basamak içinde kendini geliştirir. İlk basamak “öznel tin” dir ve tek tek insanların yaşamındaki henüz tamamlanmamış idedir. İkinci basamak “nesnel tin”dir ve burada kendini toplum, tarih devlet olarak gerçekleştirir. Üçüncü basamak ise “mutlak tin” dir ve burada tam bilincine ulaşarak kendini sanat, din ve felsefe ile ölümsüz kılar.

Diyalektik idealizm yani Hegelci diyalektik, nesneleri soyutlayarak her birini kendi başına ve değişmez özellikleri olan birimler olarak gören “metafizik” düşünce biçiminin tersine, nesneleri hareket ve değişimleri, karşılıklı ilişkileri ve etkileşimleri içinde ele alır. Her şey sürekli bir oluş ve yok oluş süreci içindedir. Bu süreç içinde hiçbir şey sürekli değildir; her şey değişir ve yerini başka bir şeye bırakır. Bütün şeyler çelişkili yanlar ya da yönler içerir. Bu yönler arasındaki çatışma değişimin itici gücüdür ve sonunda şeylerin değişime uğramasına ya da ortadan kalkmasına yol açar. Hegel değişme ve gelişmeyi doğada ve toplumda somutlaşan “mutlak tin”in ya da ideanın bir dışavurumu olarak görür.



DİALEKTİK MATERYALİZM
Doğada ve tarihte belirleyici olan süreçlerin , kendi içlerindeki karşıtlık yoluyla oluştuğunu ve bütün olayların bu maddi temelli ilişkilerle açıklanması gerektiğini savunan felsefe görüşü. Tarihsel materyalizm ile birlikte Marksist dünya ve tarih görüşünü oluşturur. Marx ve Engels’e göre materyalim, duyularla algılanabilen maddi dünyanın zihin ya da ruhtan bağımsız nesnel bir gerçeklik olarak ele alınmasına dayanır. Marx ve Engels zihinsel ya da ruhsal süreçlerin varlığını reddetmemişler, ama düşüncelerin temelde maddi koşuların ürünleri ve yansımaları olduğunu savunmuşlardır. Maddeyi zihin ya da ruha bağımlı olarak ele alan , zihin ya da ruhun maddeden bağımsız olarak var olabileceğini savunan bütün kuramları ise, maddeciliğin karşıtı olarak gördükleri idealizm altında toplamışlardır. Onlara göre, maddeci ve idealist görüşler felsefenin tarihsel gelişimi boyunca uzlaşmaz bir karşıtlık içinde olmuştur. Bu nedenle materyalizm ve idealizmi birleştirmeye ya da uzlaştırmaya yönelik bütün çabaların kaçınılmaz olarak karışıklık ve tutarsızlığa yol açacağını savunan tam bir maddeci yaklaşımı benimsemişlerdir.

Marx ve Engels kendi diyalektik anlayışlarını büyük ölçüde Hegel’in görüşlerinden yola çıkarak geliştirmişlerdir. Hegel değişme ve gelişmeyi doğada ve toplumda somutlaşan Mutlak Tin’in ya da İdea’nın bir dışavurumu olarak görürken, Marx ve Engels değişimi ve gelişimi maddi dünyanın doğasında var olan bir özellik olarak görürüler. Bu nedenle Hegel’in yaptığı gibi olayların gerçek akışının “diyalektiğin ilkeleri”nden çıkarsayamayacağını, ilkelerin olaylardan çıkarılması gerektiğini savunurlar.

Marx ve Engels’in bilgi kuramının çıkış noktası, bütün bilgilerin duyular yoluyla elde edildiği maddeci öncüldür. Ama bilgiyi yalnızca verili duyu izlenimlerine dayandıran mekanik görüşün tersine bu kuram, pratik çalışma sürecinde toplumsal olarak elde edilen insan bilgisinin diyalektik gelişimini vurgular. İnsanlar nesnelere ilişkin bilgileri yalnızca bu nesnelerle pratik etkileşim içinde ve pratiklerine denk düşen düşünceleri biçimlendirerek edinirler. Düşüncelerin gerçekliğe uygunluğunun, yani doğruluğunun sınanmasını sağlayan tek araç toplumsal pratiktir. Bu bilgi kuramı, kendinde şeylerin yaratıcılığından dolayı insanların yalnızca duyumlanabilir görüntüleri bilebileceğini öne süren öznel idealizme ve duyular üstü gerçekliğin duyulardan bağımsız saf sezgi ya da düşünce ile bilinebileceğini öne süren nesnel idealizme yanı ölçüde karşı çıkar.

Diyalektik materyalizm: doğa, toplum ve bilinç olgularını evrensel bir varlık anlayışı içinde bütünler ve bu bütünlüğün aynı çelişme yasasıyla geliştiğini meydana koyar.Diyalektik idealizm, gelişme olgusunun genel yasalarının bilimidir, öylesine ki bilimsel gelişme olgusunu bütün öğretiler içinde tek başına temsil eder. Her bilim, gerçeğin farklı alanlarındaki gelişmesini ancak o alanda geçerli yasalara bağlar, diyalektik materyalizm bizzat gelişme olgusunu genel yasalara bağlar. Bu genel yasalar, kurgusal varsayımlar değil; bizzat doğanın, toplumun ve işleyişinden çıkarılmış ve onlara uygulanarak denetlenmiş ve doğrulukları saptanmış bilimsel yasalardır. Bu yasalar, karşıtların birliği ve savaşı yasası, nicelikten niteliğe ve nitelikten niceliğe geçiş yasası, olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası adlarıyla anılırlar. Bu yasalar, evrende var olan her şeyin bizzat nasıl devinip geliştiğinin, süreklilikte kesintinin ve karşıtlıkların birdenbire dönüşümlerle, nasıl aşıldığının, eskinin yıkılıp yeninin nasıl oluştuğunun anahtarını verir. Diyalektik idealizm, hem bilme ve hem de yapmanın öğretisi olmakla, kuramla kılgının ( teoriyle pratiğin) bağımlılığını da ortaya koymuştur. Kuramsız kılgı ve kılgısız kuram olmaz. Kılgı kuramla başarılı olabildiği gibi kuram da kılgıdan yansır.




DİL VE LEHÇELER
Dünya üzerinde göçler arttıkça, kültürler karıştıkça yeni diller türüyor. Ama insanoğlu dillerin tam olarak ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını hala bilmiyor.

İncil'deki göndermeler dışında dillerin nasıl ortaya çıktığına dair pek bir bilgi yok. Adem ile Havva'nın bile ne dil konuştuğu bilinmiyor. Bugün dünyada 2 bin 7 yüz dil ve 7 binden çok lehçe var. Sadece Hindistan'da 365 ve Afrika'da bin farklı dil konuşuluyor.



Yazı ise M.Ö. 4 yüzyılda Mezopotamya bölgesinde Sümerler tarafından keşfedildi. Sümerler ve Babiller bir saati 60 dakikaya ve bir dakikayı 60 saniyeye bölüp, bugün kullandığımız saat sistemini buldular.

Bugün dünyada 2 bin 7 yüz dil ve 7 binden çok lehçe var. Sadece Hindistan'da 365 ve Afrika'da bin farklı dil konuşuluyor. En zor öğrenilen Kuzeybatı İspanya'da ve güneybatı Fransa'da kullanılan Baskların dili, dünyadaki hiçbir dile benzemiyor. Mandarin, İngilizce'den sonra dünyada en çok insanın konuştuğu dil. Ama ülke dili olarak en çok kullanılan ikinci dil İspanyolca.

En yeni dil güney Afrika'da kullanılan Afrikaan dili. 17. yüzyılda Roma Katolik Kilisesinin zulmünden kaçan Hollandalı ve Alman Protestanlar 18. yüzyılda Afrika'nın güneyine yerleştiler ve 20. yüzyılın başlarında Flamanca ve Almanca'nın ağırlıklı olduğu ama diğer dillerden de etkiler alan yeni Afrikaan dilini geliştirdiler. Bu dil, neredeyse 90 yıl içinde en çok konuşulan ikinci dil halini aldı.

Kültürler buluşup karıştıkça yeni diller ortaya çıkıyor. Modern ulaşım ve ticaretin neden olduğu küçük yerleşim birimlerinden büyük şehirlere göç, tüm dünyada dillerin gelişimini etkiliyor. Örneğin Londra'da 700 farklı dil konuşuluyor. New York, Los Angeles, Mayami ve Singapur için de aynı şey geçerli. İnternetin sağladığı kültürler ve bölgeler arasında serbest iletişimin de dilleri etkileyeceği kesin.

Dünyanın en küçük ülkesi Vatikan, Latince'nin resmi dil olarak kabul edildiği tek ülke. Tüm yurttaşlarının aynı dili konuştuğu ülke Somali. Kuzey Afrika'da yaşayan Berberilerin konuştukları dil ise sadece sözlü.






DOGMA
Her türlü inceleme ve eleştirmenin üstünde tutulan, doğruluğu denemesiz ve tartışmasız kabul edilen ve değişmez sayılan düşünce... Genellikle dinlerin saltık gerçeklik olarak ileri sürdükleri ve bağlılarından tartışmasız inanılmasını istedikleri genellikle dinsel ilkeleri dile getirir. Örneğin Tanrı’nın evreni yarattığı böylesine bir dogmadır.



DOGMATİZM
Din ya da yetkelerce ileri sürülen düşünce ve ilkeleri kanıt aramaksızın, incelemeksizin ve eleştirmeksizin bilgi sayılan anlayış... Temelde skolastik bir anlayıştır, günümüzde değişme ve gelişmeyi yadsıyan öğretileri ve anlayışları adlandırır. Özellikle metafizik öğretilerin tümü inakçı (dogmatik) öğretilerdir. Deney alanının dışında kalan bütün savlar inakçı olmak zorundadır. Bu zorunluluk Tanrı sözünden başlayıp Aristoteles’in sözüne kadar genelleşmiştir. Örneğin Ortaçağ Hıristiyan kültüründe herhangi bir kuralın gerçek sayılması için Aristoteles’in söylemiş olması yeterli sayılıyordu. Dogmatizmin zorunlu sonucu zorbalıktır. Deneylerle tanıtlanamayan kurallar, engizisyon işkenceleriyle tanıtlanmaya çalışılmıştır. Dogmatizm, suçlu olmayanın ateşe atılsa bile yanmayacağı inancına kadar varmıştır. Bundan da ateşe atılınca yanan kişinin suçlu olduğu sonucu çıkarılmıştır. İnak(dogma)’ın inan’dan farkı, inan’ın asla tanıtlanamayacak olanı kabul etmesine karşılık, inak’ın herhangi bir yetkeye bağlanan bir veriyi tanıtlamış olarak kabul etmesidir. Örneğin ortaçağ skolastiğinde herhangi bir sözü Aristoteles’in söylemiş olduğunu tanıtlamak, o sözün doğruluğunu tanıtlamak demekti. Herhangi bir sistemde değişmez formüller düşlemek, bir düşüncenin tartışmasız kabulünü istemek, bilginin bağımlılığını göz önüne almaksızın her zaman ve her yerde geçerli saltık bilgiler olduğunu ileri sürmek inakçılıktır.



DOĞMATİKLER
Doğmatikler:Bilginin imkansız olduğunu iddia eden kuşkucu bakış karşısında bilginin kaynağı tartışmasına hiç girmeden bilginin kesinlikle mümkün olduğunu iddia ederler.Dogmatiklere göre,doğru herkes için için geçerli bir bilgi türüdür.doğru bilginin neden ve nasıl olanaklı olduğunu açıklama ihtiyacı duymazlar ve bilginin olmadığından asla şüphe etmezler. Bilginin duyu, deney, akıl, sezgi, gözlem, vahiy, olgu...gibi yollardan elde edildiğini iddia ederler.




DOĞRULAMA
Bir varsayım ya da önermenin doğruluğunu denetlemek için, deney ve mantıksal kanıtlama yoluyla yapılan işlemlerin tümü.
Doğrulanabilirlik ilkesi : Önermelerin bilimsel anlam taşıyıp taşımadığını belirlemeye yarayan bir ilke. Buna göre bilimsel anlamı olan önerme, olgusal yoldan nasıl doğrulanabileceğini bildiğimiz önermedir.



DOĞRULANABİLİRLİK
Bilimde önermelerin olgularla doğrulanabilme niteliği.




DÜALİZM
Herhangi bir alanda birbirlerine indirgenemeyen iki karşıt ilkenin varlığını ileri sürme... Bircilik ve çokçuluk terimleri karşılığıdır.

Felsefe alanında ilk dualist, antikçağ Yunan düşünürü Anaksagoras’tır. Anaksagoras, özdekle ruhu kesin olarak birbirinden ayırıyor ve sonsuza kadar da birbirlerinden ayrı kalacaklarını söylüyordu. Anaksagoras’ın nus adını verdiği bir ruh özdeksel yapıdadır ama yaratan olmak bakımından yaratanın karşısında bulunmakla, beraber birbirine indirgenemeyen temelli bir ikilik meydana getirir.

Fransız düşünür Descartes de evrendeki bütün gerçeklikleri birbirine indirgenemeyen ruh ve özdek ikiliğinde toplar. Dualizm, temelde tanrılık yer (öte dünya) ile insanlık yer (dünya) ayrımını ileri süren dinsel ikicilikten yansımıştır ve evrenin özdeksel birbirini yadsıyan gerici bir görüştür. Dualistlerin tümü idealisttir, çünkü özdensel yapının karşısında bir de ruhsal yapı olduğunu kabul ederler.



DUYUMCULUK (Şüphecilik)
Duyumların getirdiği bilgini öznel olduğunu ileri süren şüphecilik.
Duyumcu şüphecilik, duyumun nesnel temelin bırakıp öznel yanını ele alır. Bu bakımdan hem duyumcu hem öznelci bir yapıdadır. Antik çağ Yunan düşüncesinin ünlü şüphecileri: Pyrhon, Aenesidemos, Timon gibi düşünürler nesnelerin algıladığımız biçimde var olduklarından şüphelenmek gerektiğini ileri sürerler; çünkü her insanın duyumu başkadır ve herkes kendi duyumuyla algıladığından, başkasınınkine benzemeyen, kendine özgü bir bilgi edinir.

Aenesidemos bunu kanıtlamak için on kanıt ileri sürer. Bu kanıtlar şöyle özetlenebilir: hepimiz aynı biçimde algılasaydık hepimiz aynı düşünceleri ya da bilgileri edinirdik, oysa hepimizin çeşitli ve birbirimizinkine benzemeyen düşünceleri var. Öyleyse nesnel gerçeklik yoktur, bilgilerimizden daima şüphe etmeliyiz. Duyumcu şüpheciler, bundan, katıksız idealist bir sonuç çıkarırlar: aynı nedenin çeşitli sonuçları olabilir: güneş karartır, kızartır, eritir ve yakar, öyleyse nedensellik yoktur, nedensellik olmadığına göre oluş yoktur. Duyumcu şüphecilerin düştükleri bu yanılgı, duyumun nesnel temelini bırakıp sadece öznel yanını almanın sonucudur.

1- Bütün bilgilerin yalnızca duyumlardan geldiğini, duyu algılarına dayandığını ileri süren öğreti. // Formülünü Locke'un şu ünlü tümcesinde bulur: "Daha önce duyularda bulunmayan hiç bir şey anlıkta yoktur."
2- (Ruhbilimsel açıdan) Bütün ruhsal olayları duyumlara geri götüren (indirgeyen) anlayış.
3- (Ahlak felsefesi açısından) Yaşamın anlam ve ereğini duyu hazlarında bulan öğretiler. Duyumculuğun ilk- çağda temsilcileri; Kyrene Okulu ve Epikurosçulardır. Yeniçağda ise özellikle Locke ve Condillac'tır.




DÜRZİLER ve TAMPLİYELER
Haçlılar’ın Kutsal Topraklar’da egemen oldukları dönemde, Tampliyeler’in karşılaştığı Doğu’ya özgü birçok gizemci inanç akımlarından biri de Dürzilik’tir. Dürziler’in inanç sisteminin ve ezoterik uygulamalarının Tampliyeler’i etkilediği sıkça ileri sürülen bir savdır. Bu sava göre Tampliyeler, daha sonra Avrupa’ya aktarılan ve zamanla Masonluk sistemine yerleşen bir takım inanç ve geleneklerinin esinini Dürziler’den almışlardır.

Tampliyeler’in Dürziler ile bağıntısının hem tarihsel hem de geleneksel bir takım kanıtları olmakla beraber, bunun Masonluk ve Tampliyeler üzerinde ne gibi etkileri olduğu konusunda yalnızca varsayımlarda bulunulabilir.

Leonard W. King’in Gnostikler ile ilgili yapıtında ileri sürdüğüne göre: “Mısır halifesi Hakim’in mezhebin kurucusu olduğu ileri sürülmesine karşın Dürziler’in, Procopius’un VI. yüzyılda Lübnan ve Suriye’de hızla çoğaldıklarını söylediği Gnostik mezheplerin kalıntıları olmaları daha akla yakındır. Komşuları arasındaki yaygın kanıya göre Dürziler, dana şeklindeki bir puta tapınmakta ve gizli toplantılarında Roma döneminde Ophitler’e (yılanı kutsallaştıran ve ona tapan bir tarikat), Ortaçağda Tampliyeler’e ve çağımızda da Masonlar’a atfedilen törenler yapmaktadırlar.”

Bu görüşün başka yazarlarca da onaylandığı görülüyor. Ancak King’e göre, önemli ve ilginç olan nokta: “Dürziler’in kendi önderlerinin İskoçya’da gizlendiğine inanmalarıdır”. Kuşkusuz bu, Tampliyelerin o yörede çok güçlü oldukları dönemlerden kalma bir inanıştır.




DUYUMCU ŞÜPHECİLİK
Duyumların getirdiği bilgini öznel olduğunu ileri süren şüphecilik.

Duyumcu şüphecilik, duyumun nesnel temelin bırakıp öznel yanını ele alır. Bu bakımdan hem duyumcu hem öznelci bir yapıdadır. Antik çağ Yunan düşüncesinin ünlü şüphecileri: Pyrhon, Aenesidemos, Timon gibi düşünürler nesnelerin algıladığımız biçimde var olduklarından şüphelenmek gerektiğini ileri sürerler; çünkü her insanın duyumu başkadır ve herkes kendi duyumuyla algıladığından, başkasınınkine benzemeyen, kendine özgü bir bilgi edinir.

Aenesidemos bunu kanıtlamak için on kanıt ileri sürer. Bu kanıtlar şöyle özetlenebilir: hepimiz aynı biçimde algılasaydık hepimiz aynı düşünceleri ya da bilgileri edinirdik, oysa hepimizin çeşitli ve birbirimizinkine benzemeyen düşünceleri var. Öyleyse nesnel gerçeklik yoktur, bilgilerimizden daima şüphe etmeliyiz. Duyumcu şüpheciler, bundan, katıksız idealist bir sonuç çıkarırlar: aynı nedenin çeşitli sonuçları olabilir: güneş karartır, kızartır, eritir ve yakar, öyleyse nedensellik yoktur, nedensellik olmadığına göre oluş yoktur. Duyumcu şüphecilerin düştükleri bu yanılgı, duyumun nesnel temelini bırakıp sadece öznel yanını almanın sonucudur.




DRUİDLER
Druidler kısaca Kelt rahipleri olarak tanımlanırlar. Druidlerin Kelt toplumu içindeki yerleri çok önemlidir . Toplumsal bir çok olayda rol oynadıkları gibi dağınık olan Kelt kabileleri arasında birleştirici bir rol de oynuyorlardı .

Druid sözcüğünün kökeni de tartışmalıdır. Latince’de druidae şeklinde geçer. Bu sözcük hiç bir Kelt-Roma yazıtında bulunmadığı için orjinali bilinmemektedir fakat Galya dilinde druvis ya da druvids şeklinde olduğu tahmin edilmektedir. Eski İrlanda dilinde ise bu sözcük tekil olarak druí , çoğul olarak druid şeklindedir. Etimolojisi bilinmemekle beraber , Yaşlı Plinus bu sözcüğün Yunanca dràj (meşe) ve Hint-Avrupa kökenli wid- (bilmek) sözcüklerinden türediğini söylemektedir. Aynı şekilde Keltlerin kutsal yerlerinden ( nemeton) bir olan Anadolu’da , Galatya’daki alanın adı da Drunemeton’dur.



DRUIDLER’İN TOPLUM İÇİNDEKİ YERLERİ VE ÖĞRETİLERİ
Daha önce de belirttiğimiz gibi Druid öğretisi sözlü olarak yayıldığı için kesin hatları ile bilememekle beraber antik yazarlar ve eski Kelt metinlerinden yararlanarak Druid öğretisinin ana hatlarını çıkartabiliyoruz.

Daha önce de Caesar’ın verdiği bilgide gördüğümüz gibi Druidler bütün Kelt kabileleri arasında saygı görmekte idi ve toplumsal olaylarda , kabileler arasında yargılama ve karar verme hakları vardı. Strabon’un da aktardığı gibi savaşlarda “arabuluculuk yapabiliyorlar ve sona erdirebiliyorlardı”.

Druidler’in toplumsal görevlerinden biri de törenleri yönetmekti. Bir Druid töreninin en güzel betimlemesini Plinus vermektedir. Keltlere göre meşe kutsaldı, eğer meşe ağacı üzerinde ökse otu var ise bu onu çok daha kutsallaştırıyordu. Bu tören ise bir meşe ağacında yetişen ökse otunun bulunması üzerine düzenleniyordu. Tören için uygun zaman gelecek ayın altıncı günü olarak seçiliyordu ve bu gün için yemek ve kurban edilecek iki beyaz boğa hazırlanıyordu. Daha sonra meşe ağacındaki ökse otu altın bir orak ile druidler tarafından kesiliyor ve toplanıyordu. Daha sonra da boğalar kurban ediliyordu. Bu tören daha sonraları “yeni yıl” törenleri ile de ilişkili olduğundan , günümüzde “ yılbaşı çiçeği” diye satılan bitkilerin aslında ökse otuna benzedikleri ve bu geleneği yaşattıklarını görürüz.

Bazı antik çağ yazarları Druidlerin ayrıca insan kurban edildiği törenleri de yönettiklerini yazmaktadırlar.

Toplumsal statülerinin ötesinde Druidler’in en büyük işlevi gerek dini gerek toplumsal alanda büyük bilgi sahibi olmaları ve bunu yeni nesillere de aktarmaları idi. Kelt ülkesinin bir çok bölgesinden , tanınmış Druidler’den eğitim almak üzere bir çok öğrenci gelirdi. Bu özelliklerinden ötürü ola gerek , Pomponius Mela Druidler’i “Bilgeliğin Üsdatları” ( Magistri Sapientiæ ) diye adlandırır.

Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi Druidler öğretilerini kesin olarak sözlü aktarıyorlar ve adayın hafızasında tutmasını istiyorlardı. Ayrıca Druid öğretisine göre sözün bir enerjisi vardı ve dikkatli kullanılması gerekiyordu.


Antik kaynaklarda Druidlerin öğretileri farklılıklar göstermektedir. Caesar’ın da aralarında bulunduğu bir çok yazara göre Druidlerin öğretileri metafizik öğretilerdi ve ruhun ölümsüzlüğü üzerine kurulmuştu. Daha önce de gördüğümüz Kelt mitlerinde olduğu gibi Druidler de ruhun bedenden bedene geçtiğini , çeşitli kalıplarda varlığını sürdürdüğünü ileri sürmektedir. Geleneksel anlatım bu inancı daha önce Tuân Mac Cairill öyküsünde gördüğümüz gibi sürekli metamorfozlar şeklinde sembolize ediyordu. Kelt efsanelerindeki “dev” motifi de aynı zamanda yabani , evrimleşmemiş olan kişiyi sembolize etmekteydi. Tuân Mac Cairill öyküsünde olduğu gibi balık ise metamorfozda ileri bir aşamayı sembolize ediyordu.


Metamorfozlar ile anlatılmak istenen en önemli olay ise , Druid öğretisinin temeli olan erginleme idi. Druidler’in yanına öğretiyi öğrenmek ve yetişmek için gelen adaylar belli sınavlardan geçerler, diğer erginlenmeye dayalı öğretilerde olduğu gibi ölüm ve yeniden doğma sembolizmi ile derece atlarlardı. Orta Çağ boyunca varlığını sürdürecek şövalyelik kurumunun da kaynağını Druid öğretilerinden aldığı düşünülmektedir.


Strabon Druidler’in ruhun ölümsüzlüğüne olan inançları ilginç bir açıklama yapmakta ve Druid inançlarına göre “Evrenin ve insanların ruhunun yok edilemez, hatta zaman zaman ateş ve su galip gelse de “ şeklinde inanıldığını belirtmektedir.


Ruhun ölümsüzlüğüne olan inançları , daha önce de belirttiğimiz gibi Druidlerin antik yazarlar arasında , Pythagorasçı olarak tanınmalarına neden olmuştur. Hallstatt döneminde , Keltler’in Grekler ile ilişkileri olsa da Druid öğretisi ve Kelt inançları Pythagorasçılık’tan farklıdır.


Diodorus’a göre ise Druidler “filozof ve teologlar”dır. Aynı zamanda tanrılar ile iletişim kurma yeteneğine sahiptirler.


Druid öğretisinin önemli bir bölümünü de astronomi ve takvim bilgisi teşkil etmektedir. Antik Çağ yazarlarının bir çoğu buna değinmektedir.


Druidler’in bilgilerinin bir bölümü de şifalı otlar üzerinedir. Druidler’in bitkiler konusunda çok bilgili olduklarını ve ilaçlar hazırladıklarını biliyoruz. Bu bilgileri o dönem yazarları tarafından bilinmekle birlikte bazıları tarafından da büyücülük olarak yorumlanmıştır. Günümüze Asterix çizgi romanına kadar gelen “kazan kaynatan” druid imajı da buradan doğmaktadır.


Druidler’in tıp üzerine çalışmaları daha sonra eğer ‘doktor’ Hristiyan ise mucize , eğer Hristiyan değilse de büyü diye yorumlanmıştır.


Druid Öğretisinde Kutsal Yerler


Druid öğretisine göre , evren üç bölümden oluşmuştu. Bunlardan birincisi üzerinde yaşadığımız toprak , ikincisi Fomorianlar’ın , hayaletlerin ve kaybolmuş ruhların bulunduğu yeraltı ve üçüncüsü Batı adalarının ve Avalon’un olduğu Görünmeyen Dünya ya da Öteki Dünya.


Keltlerin evrenin her üç bölümü için de değişik inanışları vardı.

Üzerinde yaşadığımız yerde daha sonra da göreceğimiz gibi en çok ağaçlar ve korular kutsaldı. Kutsal alanlar buralarda seçiliyor ve toplantılar buralarda yapılıyordu. Koruların dışında dağlar da kutsaldı. Druid öğretisine göre dağlar ilhamın geldiği , tanrısal varlıkların insanlarla konuştuğu yerlerdi. Bir çok dağ ve tepe güneş tapımı için kullanılıyordu. Hristiyanlığın gelişinden sonra da bu dağlar kutsallığını korumuştur. Örneğin Fransa’daki Mont-Saint-Michel önce güneş tapımı için kullanılan daha sonra da Hristiyanlığın kutsal yerlerinden biri olan tepelere bir örnektir. Dağların Druidler için bir önemi de buralardan çok daha iyi astronomik gözlemlerin yapılabilmesidir. Bunlar dışında su kaynaklarının da kutsal olduğundan daha önce söz etmiştik.


Yeraltı dünyası ise daha gizemlidir. Yeraltı dünyasına açılan kapılar ise mağaralardır. Mağaralar bir çok değişik inanca esin kaynağı olmuşlardır. Mağaralar solunum sistemine benzetilmiş , Keltler tarafından canlı olduğu kabul edilen yeryüzünün soluk alıp verdiği yer olarak düşünülmüştür. Bazı mağaralardan doğal olaylara bağlı olarak garip sesler gelmesi ise hem buralarda bilinmeyen canlıların yaşadığına hem de yeraltı ruhlarının varlığına kanıt sayılmıştır. Meşhur Fingal Mağarası da bu mağaralardan biridir. İskoçya’da bulunan bu mağaranın eski adı an Uaimh Binn , “Melodili Mağara” idi. Bu mağaradan gelen sesler - belki de kuş sesleri- öte dünyadan gelen sesler olarak yorumlanıyordu. İrlanda’da da bu tür mağaraların olması , İrlanda bardlarının “Mağaralar” adı verilen bir öykü dizisi oluşturmasına da kaynaklık etmiştir. Ne yazık ki bu öykülerden günümüze sadece bazı parçalar ulaşabilmiştir.


Mağaralar yeraltı dünyasına , “Periler Ülkesi”ne bir geçiş olarak kabul edildiği gibi bazı yeteneklerin de kazanıldığı bir yer olarak görülmüştür. Mağaralara girip çıktıktan sonra çalgısını ustalıkla kullanan çalgıcı öyküleri de bu inancın bir uzantısıdır. Aslında Druid öğretisine göre -elimizde çok fazla kanıt olmasa da- mağaraların aslında bilinçaltını ya da insanın kendi içine yapılan yolculuğu temsil ettiğini ve mağaraya girip çıkma motifinin erginlenmenin bir adımını oluşturduğunu düşünebiliriz. Mağara içinde uyuyan kahraman ya da mağara içinde yaşayan bilge motifinin de böyle bir sembolizm ile ilişkili olduğunu düşünebiliriz.


Adalar etrafları sularla çevrili olduğu için gerek fiziksel gerekse ruhsal olarak çevrelerinden soyutlanmış , izole edilmiş yerler olarak kabul edilirlerdi. Bu görüşle adalar hem tanrıların barınması için hem de ölülerin ruhlarının yer alması için ideal yerlerdi . Adalar ayını zamanda inziva yerleri idi. Bu bakımdan insanın kendi kendine dönmesi, ada gibi kendini soyutlaması da ada sembolizmi ile belirtilir.


Adanın etrafının sularla kaplı olup çevresinden soyutlanmış olması , buraların yargı için de ideal olduklarının düşünülmesine neden olmuşlardır. Ayrıca burada kara veren yöneticiler de insan etkisinden uzak sadece tanrıları dinleyerek karar veriyor diye inanılıyordu.


Pagan Avrupa’sında adalar bazı tanrılara kutsaldı. Örneğin Isle of Man, Manannan MacLir’e ; Baltık Denizi’nde bulunan Rügen Adası , Rugevit’ e kutsallardı.


Keltler arasında ölenlerin ruhlarının batı adalarına gittiği inancı yaygındı. Bu inanç Orta Çağ boyunca da Kral Arthur efsanesinde olduğu gibi varlığını sürdürecekti.

Orta ve Yeni Çağ boyunca varlığını sürdüren ve Keltler’den kalan bir başka inanış da “hayalet ada” inanışıdır. Keltler de bazı adaların yok olup sonradan ortaya çıktıklarına inanıyorlardı.


Druid Öğretisinde Ağaç Kültü


Sembolik olarak ağaç yeraltı dünyası , yer ve gök arasında bir bağlantıyı temsil etmektedir.

Kelt sembolizminde en önemli olarak meşe gücü ve elma ağacı ölümsüzlüğü sembolize eder.

Ağacın bir önemi de üzerinde tanrıların habercileri olan kuşları barındırmasıdır. Kökleri ise geçmişe , yeraltına doğru gider. Bu yüzden efsanelerde ölülerin ruhları dallar arasında ya da ağaçların gövdelerinde bulunurlar.

Kutsal korular Druidler için kutsal mesajı aldıkları ve erginlenmenin olduğu yerlerdir. Druidler buralarda , nemeton denilen kutsal yerlerde açık havada ritüelleri gerçekleştirirlerdi. Bu yüzden de Druidler’den günümüze tapınaklar binaları kalmamıştır.

Druidler , ellerinde bir ağacın küçük bir sembolü olan değnekleri taşırlardı. Bu değnekler druidin gücünün belirtisi olduğu kadar bunlarda sihir gücü de olduğuna inanılırdı. Ayrıca bu değneklerin yapıldığı madde ya da ağaç taşıyanın toplum içindeki yerini de belirttiğinden büyük önem taşımakta idi.


Druidler için kutsal olan bir bitki de ökse otu idi. Bununla ilişkili törenlerin nasıl yapıldığını yukarıda incelemiştik. Ökse otu aynı zamanda ay sembolizmi ile de ilgili idi. Bu nedenle Druidlerin meşe üzerindeki ökse otunu kesmek için kullandıkları orak da hilal biçiminde idi. Ökse otu aynı zamanda üzerinde bulunduğu ağacı ruhu ve eliksir’i olarak da kabul ediliyordu. Aynı şekilde ökse otunun bir başka adı da “Meşe suyu” idi.
Son düzenleyen GusinapsE; 9 Temmuz 2006 19:14
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
9 Temmuz 2006       Mesaj #38
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
E

--------------------------------------------------------------------------------

EKLEKTİSİZM (Seçmecilik)
Farklı düşünce sistemlerinden seçilen öğretilerin ayrı bir sistem içinde birleştirilmesi. Eklektizm, öğretilerin alındığı sistemlerin bütününü benimsemediği gibi, aralarındaki çözümleme amacını da gütmez. Dolayısıyla, düşünce sistemlerini birleştirme ya da uzlaştırma yöntemi olan sinkretizmden farklıdır.

Fransız düşünürü Victor Cousin, eklektizm yönteminden bir felsefe okulu kurmuştur. Cousin’in eklektizm öğretisi Platon’u, Kant’ı ve İskoçyalıları kaynaştırır.

Soyut düşünce düzeyinde her sistemin öğretileriyle ayrılmaz bir bütün oluşturduğu kabul edilirse , eklektizm, farklı sistemlerden keyfi olarak seçilen öğretilerin bir araya getirilmesinden doğacak tutarsızlıklar yüzünden eleştirilebilir. Ama uygulamada eklektik bakış açısı birçok bakımdan yararlı olabilir.

Bir devlet adamı kadar bir felsefeci de, ilkesel olarak değil, karşıt tarafların öne sürdüğü görüşlerin gerçek değerlerini gördüğü için eklektik olabilir. Bu tür bir eğilim, sistemler yeniliklerini yitirdiğinde ya da tarihsel koşulların ve bilginin değişmesiyle sistemlerin yetersizlikleri ortaya çıktığında görülür.


ELAN VITAL
Evrim sürecinin güdüleyici ilkesi; yaşayanları yaşamayanlardan ayıran yaşam gücü.


ELEACILIK
Alm. Eleatismus, Fr. eleatisme, İng. Eleatism, es. t. felsefe-i Elyaviye

1- Salt düşünme ile var olanın niteliklerini türetmeye çalışan Elealıların kurduğu öğreti. // Bu öğretide yalnızca saltık olanın, değişmez olanın, yalnız düşünceyle kavrananın var olduğu öne sürülür; oluş, çokluk, görünebilir olan yadsınır ya da görüntü olarak açıklanır.
2- Temelini Elealılarda bulan, oluşa karşıt olarak varlığın değişmez, bölünmez bir durağanlık olduğunu ileri süren, gerçekliğin özünü değişmeyen varlıklarda gören görüş.


ELEA OKULU
Antikçağ Yunan düşüncesinde Ksenofanes ve onu izleyenlerce geliştirilen öğreti...Kloplon'lu Ksenofanes, Hellen kentlerinde yetmiş yıl süren bir geziden sonra Napoli’nin güneyindeki Elea'ya yerleşmiştir. çok tanrıcılığa karşı tek tanrı polemiğini orada yapmış, Homeros'la Hesiodos'a karşı çıkarak Tanrı'nın birliğini ve değişmezliğini savunmuştur. Birlik ve değişmezlik düşünceleri üstüne kurulan Elea öğretisi, Ksenofanes'in öğrencisi Parmenides'le gerçekleşmiştir. Melissos, Zenon, Gorgias gibi düşünürlerin sürdürdükleri bu öğreti, antikçağ Yunan felsefesinin genel diyalektik yapısı içinde olumsuz yanı tutar. Deney dışı usçuluğu, değişmezliği, saltıklığı savunur. Elea’lı Zeon’un devimi çürütmek için ileri sürdüğü çıkmazlar da ünlüdür, bunlara Zenon çıkmazları denir. Bu çıkmazlar gerçekte kolaylıkla çözülebilecek yanıltmacalardır. Felsefe tarihinde metafizik, Elalılarla başlamıştır. Elealılar bilginin kaynağını, duyguda ve deneyde değil, düşüncede bulurlar. Onlar için varlık birdir ve saltıktır, hiç değişmemiştir ve değişmeyecektir. Bununla beraber kavramsal diyalektiği, daha açık bir deyişle mantıksal kavramların diyalektik hareketini ilk kez ortaya atmakla Elealılar Hegel’in öncüleridir. Platon idealizminin gerçek temeli de Elealılardır. Ksenofanes’in, kendisi devimsiz olan tanrının sadece düşünmekle dünyayı kımıldattığı yolundaki metafizik varsayımı da Aristoteles metafiziğinin gerçek kaynağıdır. Elealı Parmenides’e göre sadece varlık vardır, dahası varlıkla düşünme aynı şeydir. Parmenides’e göre varolma ve yok olma duyuların hokkabazlığıdır, duyularsa bir düşten daha gerçek değildirler. Yer değiştirme, renk değiştirme vb. gibi insanların sözünü ettikleri şeyler sadece birer addırlar.Parmenides’e göre varlık ülkesinde sadece şu nitelikler geçerlidir: meydana gelmemiş, geçip gitmez, bölünmez, sürekli devimsiz, değişmez, aynı şeyde aynı şey, kendinde, toplu, bir, bütün...



ELEŞTİRİCİLİK
Alm:Kritizismus, Fr:Critisizm, İng: Critisizm, Es: Tenkidiye
1-İnsan bilgisinin sınırı üzerine felsefe bilinci ve bu bilincin uyanık tutulması.
2-Kant’ın us ve bilginin sınırını ve olanaklarını saptamak üzere, özellikle doğmacılığın ve kuşkuculuğun karşısına koyduğu felsefe yöntemi.




ENDETERMİNİZM
Hadiselerin sebepsiz meydana gelemeyeceğini, dünyada mutlak bir başlangıcı, hür bir iradenin yeri olamayacağını kabul eden determinizmin karşıtı olan görüş.

Ahlakta endeterminizm, insan iradesinin hiçbir şarta bağlı olmadığını, içinde bulunduğu şartlarla belirlenmediğini, insanın hür iradesinin sebeplilik kanununa bağlı olmadığını ileri sürer




ENDİVİDÜALİZM
Bireyin özgürlüğüne büyük ağırlık veren ve genellikle kedine yeterli, kendi kendini yönlendiren, görece özgür bireyi yada benliği vurgulayan siyaset ve toplum felsefesi. terimi ilk kez kullanan Fransız siyaset yorumcusu Alexis de Tacquille, bireyciliği insanın yalnızca kendi ailesi ile arkadaşlarına öngören ölçülü bir bencilik olarak tanımlanmıştır.

Endividualizm, bütün ortaçağı kapsayan Hristiyan dünya görüşüne bir tepki olarak Rönesans’ta ortaya çıkan bir dünya görüşüdür. gerçekte tarihi çok daha eskidir. Özel mülkiyetle güçlenmiş ve toplum içinde seçkinleşmiş olan birey topluma üstün tutan bu çok eski eğilim Rönesans ta biçimlenmiş ve bir dünya görüşü olarak metafizikten ekonomiye kadar çeşitli alanlarda etkinleşmiştir. metafiziksel açıdan bireycilik, tanrılık baş gerçeği yerine bireyi koyar. Bireyin usu onu bireyselliği içinde evrenselliğe bağlamaktadır. Demek ki birey, bireysel olandan evrensel olanı tek yapıda birleştiren varlıktır. öyleyse baş gerçek olarak ele alınmalı ve başta din kurumu olmak üzere bütün kurumlar onun çıkarlarına uygun düzenlenmelidir.

Bireycilik, bir değerler sistemi olduğu kadar, insan yapısıyla ilgili bir kuram, genel bir davranış biçimi ve belirli siyasal ekonomik, toplumsal ve dinsel düzenlemelere yönelik bir inanç anlamına gelir. Bireyciliğin değerler sistemi üç önermeyle açıklanabilir:

1)bütün değerler insan merkezlidir: insanlarca yaratılmış olmasalar bile, onlar tarafından yaşanır.

2) Birey kendi başına bir amaç ve yüce bir değerdir, toplum bireyin amaçları için sadece bir araçtır.

3) Bütün bireyler, bir anlamda ahlakça eşittir. Hiç kimse hiç bir zaman yalnızca bir başka bireyin iyiliği için araç olarak görülemez.Bireyciliğin insan yapısına ilişkin kuramına göre normal ve yetişkin bir insanın çıkarlarını korumanın en iyi yolu kendi amaçlarını ve bu amaçlara ulaştıracak araları seçmekte ve o yönde davranmakta en büyük özgürlüğü ve sorumluluğu bireye tanıtmaktır. bu görüş bireyin kendi çıkarlarını en iyi kendisinin bildiği ve eğitim olanağı verildiğinde, bu çıkarları nasıl geliştirebileceğini de gene onun bulabileceği inancından kaynaklanır. Ayrıca bireyin bu seçimleri yapmasının, hem onun gelişmesine, hem de toplumsal refaha katkıda bulunacağı varsayılır, çünkü bireycilik üretken çabayı özendiren en etkili yoldur bu açıdan bakıldığında toplum kendine yeterli bireyin toplamıdır..

Genel bir davranış biçimi olarak bireycilik, özgüvene, gizliliğe ve başka bireylere saygı göstermeye büyük önem verir. Otoriteye ve birey üzerindeki özellikle devlet tarafından uygulanan her türlü denetime karşı çıkar. Ayrıca "ilerleme"ye inanır, ilerlemenin bir aracı olarak da bireye farklı olma, başkalarıyla yarışma ve başkalarının önüne geçme (ya da gerisinde kalma) hakkını tanır. Bireyciliğin kurumsal sonuçları da bu ilkelere dayanır.Yalnızca en aşırı bireyciler anarşi yanlısıdır. Ama hepsi devletin bireylerin yaşamına en az karışması gerektiğine, bireylerin birbirleriyle çatışmasını önlemek ve gönüllü olarak varılmış anlaşmaların uygulanabilmesi için yasaları ve düzeni koruma görevini üstlenmek zorunda olduğuna inanır. Bireycilik, devleti zorunlu bir olumsuzluk olarak görme eğilimindedir ve "en iyi yönetim, en az yönetimdir" sloganını benimser.

Bireycilik, her bireyin (ya da ailenin) mülk edinmek için en çok olanaktan yararlanabileceği bir mülkiyet sistemi önerir. Birlik kurma özgürlüğü, her türlü örgüte girme (ya da girmeyi reddetme) hakkını kapsar.



EKLEKTİSİZM (Seçmecilik)
Farklı düşünce sistemlerinden seçilen öğretilerin ayrı bir sistem içinde birleştirilmesi. Eklektizm, öğretilerin alındığı sistemlerin bütününü benimsemediği gibi, aralarındaki çözümleme amacını da gütmez. Dolayısıyla, düşünce sistemlerini birleştirme ya da uzlaştırma yöntemi olan sinkretizmden farklıdır.

Fransız düşünürü Victor Cousin, eklektizm yönteminden bir felsefe okulu kurmuştur. Cousin’in eklektizm öğretisi Platon’u, Kant’ı ve İskoçyalıları kaynaştırır.

Soyut düşünce düzeyinde her sistemin öğretileriyle ayrılmaz bir bütün oluşturduğu kabul edilirse , eklektizm, farklı sistemlerden keyfi olarak seçilen öğretilerin bir araya getirilmesinden doğacak tutarsızlıklar yüzünden eleştirilebilir. Ama uygulamada eklektik bakış açısı birçok bakımdan yararlı olabilir.

Bir devlet adamı kadar bir felsefeci de, ilkesel olarak değil, karşıt tarafların öne sürdüğü görüşlerin gerçek değerlerini gördüğü için eklektik olabilir. Bu tür bir eğilim, sistemler yeniliklerini yitirdiğinde ya da tarihsel koşulların ve bilginin değişmesiyle sistemlerin yetersizlikleri ortaya çıktığında görülür.




ENSTRÜMANTALİZM
Amerikan düşünürü pragmacı John Dewey’in kuramları alet sayan öğretisi... Amerikan düşünürü William James’in uygulayıcılığından yola çıkan Amerikan düşünür Dewey; bilimsel yasa, kuram ve kavramları birer “alet” saymaktadır. Başarılı olurlarsa iyi ve gerçektirler, başarılı olmazlarsa kötüdürler ve gerçek değildirler. Deneysel mantık adıyla adlandırılan aletçilik, nesnel bilimciliği yadsır. Ona göre bilimin, belli bir durumda en elverişli davranışın araştırılmasını sağlamaktan başka hiçbir nesnel gerçekçiliği yoktur. Aletçilik nesnelliği öznelliğe indirgediğinden ötürü de öznel düşünceci bir anlayıştır





ENTELLEKTÜALİZM
Bütün varlıkları anlıksal temele indirgeyen öğretilerin genel adı...İradecilik karşıtı ve özellikle bilgibilimde usçulukla anlamdaş olarak kullanılmıştır. Törebilimsel anlam, ahlaksal davranışların anlıkla belirlendiği anlayışını dile getirir; eş deyişle ahlaksal davranışlar bir bilgi ve uslamlama işidir. Genellikle anlığın başatlığında birleşen Platon, Descartes, Spinoza, Leibniz, Wolf, Kant, Hegel gibi birbirlerinden az ya da çok farklı bir çok düşünürlerin öğretileri anlıkçılık genel adı altında toplanırlar. Genellikle küçümseyici anlamda kullanılan terimin ayırıcı niteliği, varlıkları anlıksal temele indirgemektir. Anlıkçılar içinde Platon gibi nesnel gerçekçiliği anlıksal gerçekçiliğin bir kopyası sayan, Kant gibi nesnel gerçekliğin var olduğunu, ama asla bilinemeyeceğini ileri süren, Berkeley gibi nesnel gerçekliği tümüyle yadsıyan düşünürler vardır.




ENTÜİSYONİZM
Bilginin sezgiyle elde edilebileceğini savunan öğretilerin genel adı, özel olarak Bergsonculuk... Entüisyonizm , tümü idealist yapıda olarak, dört bilgi alanında gerçekleştirilmiştir: felsefe, ruhbilim, törebilim ve matematik.

1) felsefesel entüisyonizm: Fransız idealisti Henri Bergson’un öğretisi olarak Bergsonculuk adıyla da anılır. Bergson’a göre gerçeği saltık ya da saltığı gerçek olarak kavramaya sezgi denir. Gerçeği doğrudan doğruya kavratacak sezgiden başka hiçbir yol yoktur. Çünkü gerçek, özdeksel doğa değil, ruhsal doğa, eş deyişle ruhsal yaşam ve tek sözle yaşamdır. Yaşam evrenin kurtuluşuyla başlamıştır ve özdeğin tüm engellerine karşın yolunu açarak, onun durgunluğunu alt edip kimi yerde onu kımıldatarak akıp gitmektedir. Bu kesintisiz, bölümsüz ve sürekli akışa Bergson süre demektedir. İşte bu sürenin bilgisini kavramak için bu süreyle birlikte yaşamak, onun içinde olmak ve onunla birlikte akmak gerekir ki bunu ne us ne de bilim gerçekleştirebilir. Çünkü us ve bilim sinematografik olarak çalışırlar. Bergson’a göre ussal ve bilimsel bilgi sinematografiktir. Bir film, ard arda dizilmiş durgun ve bölümsel resimlerden oluşur. Us ve bilim, filmin akışını durdurarak bu resimleri tek tek incelerler ve birtakım bilgiler saptarlar. Ne var ki akışın bizzat kendisini, eş deyişle yaşamı hiçbir zaman kavrayamazlar. Demek ki us ve bilim, sadece durgun ve bölünebilir olan özdek üstünde bilgi edinebilirler. Bergson’a göre zaman, uzay gibi özdeksel değildir. Uzay özdekseldir, çünkü özdeksiz uzay ve uzaysız özdek (eş deyişle yer kaplamayan özdek) yoktur. Oysa zamanı bölen, parçalayan, onu aylara ve yıllara ayıran us ve bilimdir. Us ve bilim, zamanı uzaya bağlamakla ( örneğin ay ayın, yıl dünyanın uzayda yer değiştirmesidir.) onu özdekleştirmektedir. Demek ki us ve bilim, hiçbir şeyi özdekleştirmeden inceleyemiyor. Yaşamsal akışın eş deyişle sürenin kavranmasıysa özdekleştirilmeden gerçekleştirilmelidir, çünkü “gerçek süre, daima zaman adı verilmiş olan şeydir”. Bunu kavrayabilecek olansa sadece sezgidir. Bergson’a göre sezgi , kendi bilincine varmış içgüdüdür. Şöyle der: “ içgüdüyü söyletebilseydik, yaşamın bütün sırlarını çözerdik”. Bilinç içgüdüde içkindir ve ruhsaldır. Bundan ötürü de ruhsal yaşam akışını sadece o kavrayabilir.

2) Ruhbilimsel entüisyonizm: William Hamilton ve İskoçyalılar tarafından geliştirilmiştir. Hamilton’a göre bilinç, dış dünyayı, olduğu gibi ve araçsız olarak ( eş deyişle sezgiyle) kavrar ve us deneyüstü hakikatleri bize sezgi yoluyla tanıtır. Hamilton’un sezgi deyiminden anladığı bir çeşit dinsel vahiydir.

3) Törebilimsel Entüisyonizm: George Moore, David Ross, Charlie Broad, Alfred Ewing vb. düşünürler tarafından geliştirilmiştir. Bunlara göre iyilik, ödev vb. gibi törebilimsel kavramlar apaçık, araçsız elde edilen ve ancak sezgiyle bilinebilen kavramlardır. Ne toplumsal ne de doğasal yaşamdan çıkarsanamazlar. Törebilimsel sezgiciliğin amacı, burjuva ahlâkının değişmezliğini savunmaktır.

4) Matematiksel Entüisyonizm: Brower, Weyl, Heyting vb. gibi düşünürlerce geliştirilmiştir. Bunlara matematik, mantık, tanıtlama, mantıksal kesinlikle değil, doğrunun sezgisel olarak kavranmasıyla gerçekleştirilir. Sezgi, bunların dilinde, düşüncelerdeki ayrılıkları saptama yeteneğidir. Düşünmek demek sezmek demektir. Mantık kurallarının uygulanabilir olup olmadıkları da sezgiyle saptanır.




EPİKUROSÇULUK
Alm. Epikureismus, Fr. epicurisme, İng. Epicurism, es, t. Epikuriye

1- Yunan filozofu Epikuros'un öğretisi.
2- Epikuros'un düşüncelerinin (çoğunlukla kaba bir biçimde) yaşama ilkesi yapılması. Hazlara, sevinçlere yönelik bir yaşamın erek edinilmesi. // Oysa Epikuros yalnızca hazzı değil, mutluluğu ve sevinç dolu, acıdan kurtulmuş bir ruh dinginliğini aramaktadır. Bu çabası duygusal hazzı arama sanılıp yanlış anlaşılmıştır. Gerçekte Epikuros'un kendisi( günlük dilde kullanılan anlamda) Epikurosçu değildir.




EPİSTEMOLOJİ
İnsan bilgisinin yapısını ve geçerliliğini inceleyen felsefe dalı.

Bilgi felsefesi ile mantık arasında temel bir ayrım vardır. Mantık, geçerli usavurmanın biçimsel yapısını inceler ve geçerli çıkarımın ilkelerini ortaya koyar. Epistemoloji ise her türlü bilme ediminin yapısıyla ilgilenir. Epistemoloji, etik, toplumbilim ve din felsefesi gibi disiplinlerle sürekli iletişim halindedir.

Genellikle bilen bir özne ile, bilinen bir özne arasındaki ilişki olarak incelenen bilgi sürecinin bu iki öğesine farklı anlam ve ağırlıkların verilmesi tarih boyunca farklı bilgi felsefesi anlayışlarını doğurmuştur. Daha çok nesneye ağırlık veren anlayışlar gerçekçi (realist) özneye ağırlık verenler ise idealist olarak nitelenir. Gerçekçi yaklaşım bilginin, nesnesinin dış dünyada gerçekten var olduğunu, idealist yaklaşım ise bilginin, ağırlıklı olarak öznenin kurduğu ve gerçekte var olmayan nesnelere yöneldiğini savunur. Bilgi felsefesinin, bu karşıtlık içinde, ortaya çıkan temel sorunu, dış dünyanın gerçekliğidir; bu çerçevede bilgi felsefesi metafizikle yakın ilişki içindedir. Bilginin nesnesinin, gerçek olup olmadığı, bilgi içeriğinin dış gerçeklikte bir karşılığının bulunup bulunmadığı, bilmen dünya ile kendi başına, bilgiden bağımsız var olan dünyanın birbirlerine ne, ölçüde uyduğu, aynı temel sorun çerçevesinde irdelenen öteki sorunlardır.

Epistemoloji:Felsefenin bilişsel süreçlerin oluşumundan ziyade,bilgiyi genel olarak ele alan,bilgiyle ilgili problemleri araştıran,bilginin kaynağını doğasını doğruluğunu,sınırlarını inceleyen bilim dalıdır.

Epistemoloji,bilginin doğasını temel özelliklerini,bilginin temel olarak neden meydana geldiğini,bilgi iddialarının nasıl haklandırılacağını,bilginin kuşkuculuk karşısında nasıl temellendirileceğini bilginin kaynağı ve sınırlarını üzerinde yoğunlaşır Epistemolojinin dört temel sorunu vardır.

_Bilgi'nin kaynağı

_Bilgi'nin doğruluğu

_Bilgi'nin imkanı

_Bilgi'nin sınırları





EREKBİLİM
Olayların ve ilişkilerin bir amaca ya da sona yönelik olduğu görüşü. Olguların yalnızca hareket ettirici nedenlerle değil, ereksel nedene bağlı olarak açıklanması biçiminde de tanımlanır. İnsan düşüncesi doğadaki başka şeylerin davranışını da benzer biçiminde açıklama eğilimindedir; buna göre nesneler ya kendileri belli bir amaca yöneliktir ya da doğayı aşan bir zihin tarafından yönlendirilir. Aristoteles herhangi bir şeyin tam olarak açıklanabilmesi için maddi, biçimsel ve hareket ettirici neden ile birlikte ereksel nedenin de dikkate alınması gerektiğini ileri sürerek erekbilimin ilk kapsamlı tanımını yapmıştır.

Terimin Aristoteles’ten gelen metafizik anlamı, erek sözcüğünün bütün anlamlarında ereklik’in incelenmesini dile getirir. Nesnelerin neden meydana geldiklerini açıklayan nedensellik yasasına karşı, nesnelerin hangi erek için meydana geldiklerini araştıran ereksellik anlayışı, evrende böylesine bir erek güdebilecek üstün bir gücün varlığı inancına dayanır. Oysa bu öznel metafizik erekselliğin karşısında, nesnel ve bilimsel bir ereksellik de vardır. Metafizik ereksellik tanrılık planının sonucu, bilimsel ereksellikse özdeksel ve nesnel nedenselliğin sonucudur.

Erekbilimin törebilimsel anlamı, insan yaşamındaki törebilimsel erekleri saptamaya çalışır. Metafizik erekbilim, evreni, ereklerle araçlara arasındaki ilişkilerin bir toplamı sayar. Metafizikçiler bilimsel nedenselliğin karşısına, ruhsal erekselliği çıkarırlar. Bu anlayışa göre herhangi bir varlığın yapısını ve gelişmesini belirleyen onun nedeni değil, ereğidir. Bu ereği de ruhsal bir ilke, üstün bir us ya da açıkça tanrı koymuştur. Örneğin buğdayı buğday eden, buğday tohumu nedeni değil, tanrıca saptanmış olan buğdaylaşma ereğidir.

16. ve 17. yüzyıllarda modern bilimin doğuşuyla doğal olguların yalnızca hareket ettirici nedenlerle gereksinim duyulan mekanik açıklamaları öne çıktı. Erekbilimsel açıklamalarda ise Aristotelesçi teleolojide olduğu gibi şeylerin kendi doğalarında bulunan amaçlara doğru geliştikleri değil, biyolojik organizmalar dahil bütün nesnelerin ussal bir varlık tarafından yönlendirilen makineler olduğu kabul edildi.

Kant Kritik Der Urteilskraft’ta insan bilgisi açısından ele aldığı erekbilimin gerçekliğin doğası değil, soruşturmanın ilerleyiş biçimi açısından bir yol gösterici olduğunu, yani yapıcı bir ilke değil, düzenleyici bir ilke olduğunu ileri sürdü



ESTETİK
Güzeli ve güzel sanatların doğasını inceleyen felsefe dalı. Estetiği bağımsız bir bilim olarak ilk ileri süren ve adlandıran Alman düşünürü Alexander Baumgarten’dir. Baumgarten’in verdiği anlamda estetik, duyusal bilginin bilimidir, konusu duyusal yetkinliktir. Gerçekleştirmek istediği de güzel üstünde düşünme sanatıdır. Bununla beraber estetik bir felsefe kolu olarak Alman düşünürü Kant ile önem kazanmıştır.

Estetik, insanın dış dünyaya gösterdiği, “güzel” ve “çirkin” sözcükleriyle dile gelen tepkileriyle ilgilidir. Ama “güzel” ve “çirkin” terimlerinin kapsamları belirsiz, anlamları da öznel ve görelidir. Üstelik, etkileyici bir doğa görünümüyle ilgili gözlemlerde ya da sanat eleştirilerinde kullanılan nitelemeler yalnızca güzel ve çirkinle sınırlı değildir; anlamlı, dengeli, uyumlu, ürpertici, yüce gibi bir dizi başka kavram da değerlendirmeye girer.estetik kuramı, bir yandan güzelin yalnızca öznel olmayan, nesnel bir içerik de taşıyan bir tanımını yapmaya, bir yandan da bu değişik terimler arasındaki bağıntıları belirlemeye çalışır. Temel sorunları ise estetiğin öznesine, estetiğin nesnesine ve estetik yaşantıya ilişkindir.

Estetik alımlayıcı(özne): estetik alımlayıcı sanat yapıtından ya da bir doğa görünümünden haz duyan, estetik tat alan bir varlıktır. Estetik tat almak, sanat yapıtı üretmek ve değerlendirmek, güzel ve çirkin gibi yargılarda bulunmak ancak belirli varlıklara özgü bir yetidir.




ESTETİK NESNE
Estetik nesne terimine iki farklı anlam verilebilir: maddi nesne ve ereksel nesne. Ereksel nesne, nesneye insanın yüklediği anlamdır; zihin içindedir. Oysa maddi nesne öznenin zihninden bağımsızdır. Estetik nesne, ereksel anlamıyla tanımlanırsa, estetik kuramının asıl konusu da estetik yaşantı olur. Oysa Kant felsefesinin öznelliğine karşı çıkanların amacı, estetiğin duygular ve öznel yaşantılar alanından çıkararak estetik nesnenin kendi özellikleri üzerinde temellendirmektir.


ESTETİK TUTUM
Bir şeyi, ondan sağlanabilecek yarara bakmadan, kendisi uğruna düşünmektir.



ESTETİK YAŞANTI
Estetik yaşantı birbirini tamamlayan iki önermeyle tanımlanabilir:1) estetik nesne duyusaldır; görülür, işitilir ya da duyusal biçimiyle zihinde canlandırılır; insana bu duyusal özellikleri nedeniyle haz verir. 2) estetik nesne aynı zamanda düşünülen, seyrine dalınan bir nesnedir; yalnızca duyulara hoş geldiği için değil, bir anlam içerdiği, bir değer taşıdığı için de ilgilendirir.

Bu önermelerden ilki, estetik sözcüğünün kaynağına (duyum) işaret eder. İkinci önerme ise beğeni yargılarının temelini oluşturur. Seyretmeye değer bulunan nesnelerin değersiz bulunanlardan ussal olarak ayırt edildiğini gösterir.
Kant’a göre estetik yaşantının ayırt edici özelliği “çıkarsız” oluşudur.çağdaş estetiğin çıkış noktası olan bu önerme, estetiği ahlaktan da bilimden de ayırır. Ahlaki davranışlarda bir “çıkar” öğesi vardır; evrensel sayılan bir davranış ölçüsü bütün insanlara benimsetilmek istenir. Bilimde nesnelerin iç yapılarını, işleyişlerini ve neden-sonuç ilişkilerini araştırır; nesneleri denetim altına almak, insanın hizmetine koşmak ister. Oysa estetik yaşantının öznesi, estetik nesneyle bir merakını gidermek için ilgilenmez; estetik nesneyi başka bir amaca hizmet eden bir araç olarak da görmez. Estetik yaşantı da insan, karşısındaki nesneyi hep belli bir uzaklıktan seyreder: estetik yaşantı kullanma, sahip olma, tüketme ve ahlaki açıdan yargılama gibi davranışları dışarıda bırakır.

Kant’a göre estetik us, kuramsal us’la uygulayıcı us arasında bir köprüdür ve kuramın uygu alanındaki denetçisidir. Estetik us, bir yargı gücüdür ve doğru düşüncenin iyi uygulandığını güzel yargısıyla yargılar. Kant’a göre güzel olan, doğrunun iyilikte gerçekleştirilmesidir. Kant’ın bu düşüncesinde Yunan felsefesinde olduğu gibi güzel’i iyi ile birleşik kılan bir ereklilik belirse de, Kant bunu biçimsel bir ereklilik “ereği olmayan ereklilik” olarak tanımlar. Daha açık bir deyiş ile güzel’in ereği kendisidir; güzel, güzel olduğu için istenilir. Güzel’in ereği başkaca hiçbir erek gözetilmeksizin, gene kendisinden doğan estetik hazdır. Güzel, burada bir ereğe koşulmuş olduğundan değil, sadece bir ereğin biçimi olduğundan güzeldir. Buysa, hiçbir karşılığı gerektirmeksizin, salt bir hazdır. Kant’a göre estetik yargı, bir beğeni yargısıdır. Güzel bir yargının nesnesidir. Kant bu yargıyı genellikle geçerli kılmak ister ve ortak estetik bir duygunun varlığını ileri sürer. Ona göre bu yargı, herkeste ortak olan ideal bir ölçüyü yansıtır. Bu yüzdendir ki Kant “ beğeniler tartışılamaz” anlayışına karşı çıkmakta ve beğenilerin tümel geçerli olmasını savunmaktadır.





EXİSTENTİALİZM (Varoluşçuluk)
İnsanın dünyadaki varoluşunun somutluğuna ve sorunsallığına ağırlık vererek yorumlayan felsefi yaklaşımların ortak adı. İnsanın kendi kendini yarattığını söyler.

Varoluşçu düşünceye göre:

1) Varoluş her zaman tek ve bireyseldir. Bu yaklaşımıyla varoluşçuluk bilinç, tin, us ve düşünceye öncelik veren idealizm biçimlerinin karşıtıdır.

2) Varoluş öncelikle varoluş sorununu içinde taşır ve dolayısıyla varlığın anlamının araştırılmasını da içerir. Bu yaklaşımıyla insanı verili, eksiksiz bir gerçeklik olarak gören ve anlaşılabilmesi için parçalarına ayrılması gereken, bir birim olarak algılayan nesnelcilik biçimlerinin ve bilimselciliğin karşıtıdır.

3) Varoluş insanın içlerinden herhangi birini seçebileceği bir olanaklar bütünüdür. Bu yaklaşımıyla her türlü belirlenimciliğin karşıtıdır.

4) İnsanın önündeki olanaklar bütünü öteki insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinden oluştuğundan varoluş her zaman bir “dünyada var olma”dır. Bir başka deyişle insan her zaman seçimini sınırlayan ve koşullandıran somut tarifsel bir durum içindedir. Bu yönüyle de varoluşçuluk yalnızca tek bir “ben” in varlığını vurgulayan tek benciliğin ve bilgi nesnelerinin zihnin içeriklerinden ibaret olduğunu vurgulayan epistemolojik idealizmin karşıtıdır.

Varoluşçuluk 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı maddi ve manevi çöküntünün içinden yeni bir anlayış biçimi olarak ortaya çıkmıştır. İnsan varlığının büyük bir tehlike içinde olduğunu, insanın istikrarsız bir dünyada yaşamak zorunda bırakıldığını “ dünyaya atılmış” olduğunu vurgulamıştır.


ETİK (Ahlak Felsefesi)
İnsan eylem ve davranışlarını, ahlaki olanın özünü araştıran felsefe dalı.




ETİK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER


HUME
Ahlak bireyin kişisel bir görüş sorunudur. Ahlak her birey için kendi formüle ettiği ilkelerden ya da değerlerden oluşur. Ahlaksal ilkeler kamuoyu ile görelidirler. Toplumun onayladığı törel ölçütler ahlaksaldır, onaylamadığı ahlak dışı .

KANT
İyi ya da kötü, meydana gelen eylem değildir. İstenç iyi ya da kötü olur. Bu istek ussal, özerk bir istenç aracılığıyla anlığın içinde saptanabilir.

FICHTE
Tanrı evrenin ahlaksal düzenini oluşturur ve düzenler Tanrı evrensel "ben"dir.

HEGEL
Toplumsal törellik üç aşamada gelişir. 1- Aile 2- Toplum 3- Devlet Ailede iki kişi, bir kişilik olur. Bir birey gerçek doğasını ve varlığını ancak başkalarında bulur. İlk olarak eşinde, ve sonra daha büyük toplumda, eşdeyişle aile, topluluk ve devlette ilişkileri genişledikçe yaşamı öncekine göre daha doyum verici ve tam olacaktır. Bir birey gizil bir kişidir. Aile, topluluk ve devlet ile ilişkiye girdikçe gerçek kişi olacaktır.

SCHOPENHAUER
Dünyanın etkin çabası iyi değil kötüdür. Mutluluk, kötülüğün ve acının geçici yokluğunda oluşur. Örnek hayvanlar dünyasındaki yaygın yabanilik, evrende kötülüğün ağır bastığını gösterir, çünkü bir hayvanın bir başkasını yemeden aldığı haz kurban tarafından çekilen acı ile orantılıdır.

JOHN STUART MILL
Hazları sadece nicelik olarak sınıflandırıyor, ayrıca nitelik olarak da ayırıyordu. Üstelik hazzın niteliği, niceliğinden daha önemlidir. Niteliği daha çok, haz, niceliği daha çok haz yerine tercih edilebilir. Örnek: 1- İnsan-domuz 2- Budala-anlıklı insan Bu iki örnekte de, hangi hazzın daha iyi olduğuna daha bilinçli olan karar verecekti. SPENCER 1800'lerin sonu Yaşam, içsel ilişkilerin, dışsal ilişkilere sürekli ayarlanışıdır. İnsan toplum halinde örgütlenerek, ilişkilerini belirler. Bu kuşaklar boyu aktarılarak o toplumun ırasalı olur. Bu süreç her toplumda farklı olduğu için, her toplumun ahlaksal değerleri de farklıdır. Yabanıllar bu etmen nedeniyle ahlaksal olarak Avrupalılardan daha aşağıdırlar.

NIETZSCHEİki ahlak tipi tanımladı 1- Efendi Ahlakı: Aristokratik ırkların (örn; Romalılar) ahlakı 2- Köle Ahlakı : Aristokratik sınıfa köle ya da boyun eğme biçiminde yaşamış sınıfların ahlakı (örn; Yahudiler) Aristokratlar diyordu Nıetzsche, doğal üstün yeteneklerini ve saldırgan içgüdü ya da dürtülerini uygulayarak egemenler olmuşlardır. Cinsiyet içgüdüsüne ve erk istencine büyük değer verirler. Saldırgan içgüdülerini gizlemek ya da sınırlamaz ama onları açık eylemde anlatırlar. Saldırgan dürtülerini açığa vurdukları için düşmanlarına karşı diş bilemez ama onları kolayca bağışlarlar. Gerçekte bağışlayacakları hiçbir şeyleri yoktur çünkü bağışkanlığı gerektirecek hiçbir kötü duygu barındırmaz ve gerçek aristokratlar ve üstün kişiler olarak, giderek onalar zarar verenleri bile onlara zarar verenleri bile sevebilirler. Açık kavgayı severek karşılar, onun kişiliği geliştirdiğini ve düşmanlarından çok şey öğrendiklerini kavrarlar; iki yandan birini kötü değil ama ya üstün ya da aşağı olarak görürler. Köle yada boyun eğen sınıf ise aristokrat sınıfla eşit terimlerde dövüşme yeteneksizliğine içerlemeden doğan bir törel anlayışı benimsemiştir. Üstün sınıfın gücüne direnebilmek için, kölelerin sincice ve çapraşık taktiklere başvurmaları gerekmiştir. Üstün aristokratları kendi aşağılık düzeylerine indirebilmek için demokrasiyi, kadınsı ölçünleri ve eşitlik ilkesini geliştirmişlerdir. Başkaları üzerine dayatmaya çalıştıkları gelişmiş dinler uydurmuşlar, bu yolla günah ve kötülük kavramlarına başvurarak ve Tanrının sözcüleri pozuna giren ve üstün aristokratlardan boyun eğmelerini isteyen rahiplerin hizmetlerini kullanarak onları denetlemeyi amaçlamışlardır. Bu aşağı insanlar kötü gördükleri tüm yaşam verici iç güdüleri bastırırlar; cinsiyet iç güdüsünü bayağılaştırır ve erk için saygı yerine alçak gönüllük aşılarlar. Her edimleri baskılanmış içerlemelerini anlatır. Üstün-İnsan Üstün insan; iyinin ve kötünün ötesindedir. " " ; mevcut ahlaksal düzeni yadsıyarak, kendi değerlerini yaratır.

BERGSON
İki tip ahlak vardır. 1-Kapalı: Birey toplum içinde geçerli olan tüm ahlaksal değerlere boyun eğer ve tam uyum içine girer. 3- Açık: Birey kendisi için, özgür bir ahlak anlayışı gösterir. Devrimsel bir ahlaktır ki katı, duruk, dışsal olarak dayatılmış kapalı biçimde daha yüksel bir düzeyde esin ve sezgi tarafından güdülür.





MARXİZM

Marxzim ahlaka ilişkin görüşü paradoksaldır. Bir yanda ahlakın ideolojinin bir biçimi olduğu söylenir, öte yandan Marxizmi benimseyen çoğu insanın, (kapitalist ülkelerde) ahlaki nedenlerle Marxist olduğu ileri sürülebilir. Ahlak konusunda Marxizm dine bakışının tamamen benzeri bir görüş savunur. Ahlaksızlığı oluşturan koşullar terk edilirse, ahlaksızlıkta yok olur. Kıtlık ve sınıf çatışmasını ortadan kaldırır, ahlaksızlıkta ortadan kalksın. Denebilir ki Marxizmin bir öğretisinden çok, Marxizme ulaşma yöntemi anlamında bir ahlak öğretisi vardır. Bunun bir istisnası vardır. Bunun bir istisnası sapkın Marxistlerdir. (Bu sapkınlar; Alm ve Avus. Kantçılık etkisindeki Marxistler, ve etik sosyalistler, varoluşçuluğun etkisindeki marxistler, Doğu Avrupadaki özellikle Polonya ve Yugoslavyadaki muhalif Marxistler)





PRAGMATİZM
Ahlakın hedefi, insan gereksinim ve isteklerinin karşılanması, insanların ahlaksal duyarlıkta sürekli olarak gelişmesi ve daha iyi bir toplumun oluşmasıdır. Saltık iyi ve saltık kötü yoktur. Önceden ahlaksal yasalar belirlenim, bunlara ulaşmak için çalışılmalıdır. Ahlaksal yasalar fiziksel yasalara benzetilebilir, çünkü formüller olarak hizmet ederek verili koşullar altında, belli karşılıkları vermede bize yol gösterirler. "Tüm ahlak toplumsaldır" İnsan ahlaksal yükümlülükler üstlenmeksizin bir toplumda yaşayamaz.

İDEALİZM & BRADLEY
Törel hedef "kendi"nin, yüksek ya da evrensel "kendi"ye ulaşılmasıdır. İnsan kendini sonsuz bir bütünün öz-bilinçli bir üyesi olarak, o bütünü kendi içinde olgusallaştırarak olgusallaştırır.

YENİ TOMİSTİZM & MARİTAİN
İnsan doğal olarak arama eğiliminde olduğu iyi bir ereğe yönelir ve insan çabasının hedefi iyilik ve kötülükten bütünüyle arı olan Tanrıyı sevmektir İnsan ahlaksal edimlerini akılla kontrol etmeli ve sağgörü ile yönlendirmelidir. İnsan bu yolla Tanrıya ulaşabilir ve buda son hedeftir çünkü Tanrı yalnızca iyilik taşır.




EVRİMCİLİK
Alm. Evolutionismus, Fr. evolutionisme, İng. evolutionism, Es. t. tekâmüliye

Evrim öğretisi. Her şeyi evrim açısından değerlendiren dünya görüşü.
1- Üst biçimlerin alt biçimlerden bir evrimle oluştuğunu dile getiren bilim ve felsefe öğretisi. Dönüşüm öğretisi ile eşanlamlı: Lamarck, Darwin vb. nın, türlerin doğal bir dönüşümle birbirinden türediğini ileri süren öğretileri.
2- Spencer'in ileri sürdüğü dirimbilimsel evrim öğretisinin genişletilmiş biçimi: Bu öğretiye göre, evrim yasası cansızlar dünyasından düşünceye, insanın kurduğu kurumlara değin her gerçek olana egemendir. İnsan anlağının hayvanlarınkine üstünlüğü evrimsel bir dönüşümün sonucudur; ahlak bilinci de bir evrim ürünüdür.




EYLEM
İnsanın yaptığı istençli hareket. İnsanın bir dış nedenle değil de, doğrudan doğruya kendisinin gerçekleştirdiği davranışları.




EYTİŞİMSEL ÖZDEKÇİŞİK
Alm. Dialektischer Materialismus, Fr. matérialisme dialectique, İng. dialectiacal materialism

Marx'ın, Engels'le birlikte geliştirdiği, Hegel'in eytişimsel gelişme düşüncesini ilke olarak alıp, bunu, kendi deyişiyle, "başaşağı" eden, felsefe öğretisi: Evreni devinim içindeki özdekten oluşmuş bir bütün olarak göz önüne alan "evren üzerine genel kuram". Bu kuramda şu ilkeler yer alır:
a. Evrenin yapısı özdekseldir; özdek, bilincin dışında ve bilinçten bağımsız bir gerçeklik olarak vardır; evrenin varoluş biçimi de devinimdir; evren olmuş bitmiş bir şey değil, eytîşimsel biçimde ilerleyen bir süreçtir; olaylar arasındaki bağlantılar, özü devinim olan özdeğin zorunlu gelişme ya- sasını kurarlar.
b. Gelişme süreci yalnızca niceliksel bir değişme olarak.değil, niceliksel değişmelerden niteliksel değişmelere geçen bir ilerleme olarak belirir. İnsanın bilinci de gerçekliğin eytişimsel yapısı ile bağlantı içindedir. Düşünce, gelişmesinde yetkinliğin en yüksek derece- sine erişmiş bir özdeğin ürünüdür; başka deyişle düşünce kendisi de doğanın bir ürünü olan insanın beyninin ürünüdür, beyin de düşüncenin organıdır; düşünce gerçekliği yaratmaz, tam tersine düşüncel olan insan' kafasına aktarılmış özdekten başka bir şey değildir.
c. Evreni ve yasalarını bilme olanağını yadsıyan idealizme karşıt olarak eytişimsel özdekçilik. evren ve yasalarının tümü ile bilinebileceği ilkesinden kalkar. Deneyle doğrulanmış bilgilerimiz nesnel bir doğruluğu gösterirler. Evreni, olayların birbirine bağlı olduğu, birbirlerini karşılıklı koşullandırdıkları birlikli bir bütün olarak ele alan bu kuramda, evrende bilinemez diye bir şey yoktur, yalnızca henüz bilinemeyen şeyler vardır, onlar da bilim ve teknik aracılığı ile bulunacak ve bilineceklerdir. bkz. eytişim, tarihsel özdekçilik, Marksçılık.




EZOTERİZM
Ezoterizm, asıl gerçeklerin yalnızca anlayabilecek yetenek ve bilgide olanlara bildirilebileceği görüşü üzerine temellenen bir öğreti sistemidir. Genel olarak, Arapça ve Eski Türkçe' de "Batiniyye", Fransızca' da "Esotérisme" ve İngilizce' de "Esoterism" ya da "Esotericism" karşılığıdır. Bu sözcügün Türkçe' de yeni kullanılan karsılığı "İçrekçilik" tir.

Ezoterizm özünde, bilgi ve görgülerin kapalı bir topluluk içinde ve aşamalı olarak verildiği bir çalışma ve öğreti sistemi olarak tanımlanabilir. Bu tanımda dikkat edilmesi gereken en önemli unsur, ezoterizmde aktarılan bilgiler ve görgülerin ister bilimsel, isterse töresel-dinsel nitelikte olabilmesidir. Ezoterizm bir öğreti sistemidir ve bu sistemle aktarılan öğreti bilimsel ve çağdaş olabileceği gibi, töresel ya da dinsel de olabilir. Ne var ki, Ezoterizmin bu özelliği çoğunlukla göz ardı edilir ve hemen her zaman Ezoterizmi, Gizemcilik (Mistisizm) ya da Gizlicilik (Okültizm) ile karıştırma yanlısına düşülür.

Ezoterizm sözcüğü, köken olarak Yunanca' daki esoterikos sıfatından türemiştir. Ezoterik biçiminde yaygın olarak kullanılan bu sıfat, "içrek yani dışa kapalı ve kendı içine dönük ya da apaçık olmayan" anlamlarına gelir ve bir topluluk ya da bir örgütü, bir yöntem ya da sistemi, bir yazı ya da konuşmayı nitelendirmek için kullanılabilir. Ezoterik sıfatı, "genel ve herkesin olabilen" anlamına gelen "eksoterik" (dışrak, İngilizcede Exoteric, Fransızcada Exotérique) teriminin karşıtıdır. Örneğin dinler eksoterik, Gizemcilik ezoteriktir. Antikçağın gizemci düşünürü Pisagor, öğrencilerini esoterikos ve exoterikos diye ikiye ayırır, gizli öğretisini yalnızca birincilere aktarırmış.

Ezoterik sıfatının tanımı gereği, bir öğreti sistemi olarak Ezoterizmin üç temel özelliği vardır:

* Öğretiyi alacak kişilerin özenle seçilmelerinden sonra, "inisiyasyon" yöntemiyle topluluğa kabul edilip yine aynı yöntemle ilerletilmeleri;

* Öğretilerin, inisiyasyon yöntemi uyarınca bir dereceler silsilesi içinde verilmesi;

* Öğretilerin kapsamında öncelikle simgelerin, allegorilerin ve özdeyişlerin kullanılmasıyla, bireye kendi gerçeklerini bulma yolunun açılması.

Görüldüğü gibi, Ezoterizm bir sistem olarak aktarılan öğretinin özünden bağımsızdır ve temelde biçimsel bir işleyişi nitelendirmektedir.

Ezoterik öğreti sisteminin doğusu, İnsanoğlunun doğa yasaları üzerinde düşünmeye koyulması ve doğanın ve evrenin gerçeklerini arayıp bulmaya başlaması kadar eskidir. Ulaşılan gerçekleri, insanların büyük çoğunlugu ya anlayamamış, ya tepkiyle karşılamış, ya da bunları kendi çıkarları için kötüye kullanmaya kalkışmışlardır. Bu durum, gerçeklerin araştırılıp doğruların aktarılmasında, kapalılığın insanlar ve İnsanlık için daha yararlı sonuçlar sağlayacağı düşüncesini yaratmış ve böylece Ezoterizm ortaya çıkmıştır. Ezoterizmde, herkese duyurulması sakıncalı görülen bilgilerin, yalnızca belirli bir kültür düzeyine erişen kişilerce anlaşılabileceği gerekçesi kapalılığı, zorunlu kılmıştır. Bu anlamda Aristoteles öğretisi de ezoterik sayılmalıdır; Aristoteles sabahları seçkin öğrencilerine ders verirken, akşamları halka ders verirmiş ve öğrettikleri de ayrı ayrı bilgilermiş.

Ezoterizm uygulayan toplulukların büyük çoğunluğu, ulaştıkları gerçeklere ilişkin bilgi ve bulgulardan yalnızca kendi üyelerinin yararlanmalarını öngörmez; kendi dışlarındaki toplumu ve tüm İnsanlığı da gözetirler. Ne var ki, yeterince uyumlu bir ortam sağlanmadıkça, gerçeklerin gelişigüzel bir biçimde ortaya dökülmemesini ve saklı tutulmasını yararlı ve hatta gerekli bulurlar. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, gerçeklerin topluluk dışına yayılması, insanlığa maledilmesi geçikebilir.

Ezoterizmin kapalılık gerekçesi Hermesçiliğin su sözleri ile daha iyi anlaşilabilir : "Her us büyük gerçekleri kavrayamaz. Çoğunluk ya aptal, ya kötüdür. Aptalsalar, gerçek karşısında akıllarını büsbütün yitirirler. Kötüyseler, bu gerçeği kötüye kullanarak, büsbütün kötülük ederler. Gerçeği gizlemekten başka yol yoktur. Bulmak, bilmek, susmak gerek...". Benzer bir yaklaşımı Seyh Bedreddin' de de bulmak olanaklıdır : "Her bilgi kendi mertebesinde haktır. Gerçekler halka daha işin başında söylenirse, ya yollarını saptırırlar, ya da gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve hak, orta bir yolla ve ayrı ayrı gözetilerek birbirine alıştırılabilir. Ama herhalde halk, hak ve hakikate alıştırılmalıdır..."

Ezoterizmin işlevi, bazılarınca bilinen bir takım gerçeklerin, bilemeyenlere aktarılmasından ibaret değildir. Ezoterizmin işlevleri arasında, topluluk üyeleri arasında uyumlu bir iletişim sağlamak olgusu da vardır. Bu iletişim sayesinde, bilgileri geliştirmek, derinleştirmek, yenilemek, genişletmek ve olgunlaştırmak için olumlu bir yapı sağlanır.

Ezoterizmin temel kuralı gereği, bilgiler yalnızca yeterli düzeyde anlayış yeteneği olan ve bu yolda ilerleme özelliği gösterebilen kişilere aktarılmalıdır. Ezoterik sistemde çalışan bir topluluğa katılan kişiye bilgilerin tümü bir anda yüklenmez, kişi belli düzeylerde sınanarak daha ileriye gitme yeteneğinin olup olmadığı anlaşılmalıdır. Özellikle dinsel ve töresel nitelikte olan bilgiler açık ve belirgin bir kesinlikle verilmemeli, böylece öğretiyi alacak kişilerin kendilerine öğretilenleri putlaştırmaları önlenmelidir. Ezoterik sistem içinde bilgileri öğrenmeye başlayan kişi, yalnızca kendisi için öğrenmekle yetinmemeli, bilgilerini birleştirip olgunlaştırarak başkalarına da yararlı olmaya çalışmalıdır.

Ezoterizmi benimseyip uygulayan kuruluşlar ve topluluklar, kendi öğretileri kapsamında çoğunlukla din, töre, bilim ve sanat gibi konuları bir bütün biçiminde işleyip, öğretilerine göre yorumlamışlardır.

F

--------------------------------------------------------------------------------

FAYDACILIK
Eylemlerin ahlaki olup olmadıkları konusunda sonuçlara bakarak hüküm veren, en fazla sayıda insanın en büyük mutluluğunu en istenir sonuç olarak gören ve "iyi" yi hazla ya da acının olmamasıyla tanımlayan etik ve siyaset kuramı.


FATALİZM
Her şeyin alın yazısına göre önceden belirlenmiş olduğuna, insanın bu önceden belirlenmiş olan alın yazısını değiştiremeyeceğine inanan dünya görüşü.



Fenomenoloji (Görüngübilim)
Bilim verilerinin doğrudan incelenmesiyle elde edilmiş ve somut deneyim konusu olmuş fenomenlere, nedensel açıklamalara ilişkin kavramlardan ve incelenmemiş ön kabullerden bağımsız yaklaşma yöntemi. Fenomenolojinin kurucusu Alman düşünür Edmund Husserl’dir. Ona göre gerçek, Platon’un da ileri sürdüğü gibi, mutlak olmalıdır. Eş deyişle her nesnenin bizim ona verdiğimiz anlamın ve yakıştırdığımız özelliklerin dışında, kendine özgü ve kendinde olan, her zamanda geçerli ve değişmez bir yapısı vardır. Nesne, insanların değil, insanların dışında öncesiz ve sonrasız bir nesneler dünyasının varlığıdır. Fiziğin ürünü olmadığı gibi metafiziğin de ürünü değildir, kendi saltık(mutlak) yapısı içindedir. Gerçek, böylesine ideal bir yapı taşıyanın niteliğidir. Husserl, bu savıyla tümüyle Platon’un savına yaklaşır.

Husserl’in biçimlendirdiği fenomenolojik yöntemin ilk adımı fenomenolojik indirgeme ya da epokhe’dir. Epokhe zihinsel edimlerin, bu edimlerle ya da dünyadaki nesnelerin varoluşuyla ilgili kavram ve ön kabullerden bağımsız betimlenmesini, olanaklı kılar. Fenomenoloji, Psikolojinin tersine zihinsel edimlerin nedenlerini, sonuçlarını ve bu edimlere eşlik eden fiziksel unsurları dikkate almayız. Ama bu süreçte nesneler bütünüyle ortadan kalkmaz. Çünkü incelenen nesne her zaman gerçek bir varlık olmayabilir, ejderhaların varlığın inanabilir ya da pembe fareler düşlenebilir, nesne gerçek dışı olabilir. Dolayısıyla zihinsel edimlerin betimlenmesi, nesnelerin de betimlenmesini içerir. Ama bu nesnelerin var oldukları varsayılmaksızın yalnızca birer fenomen olarak betimlenir.

Fenomenolojik yöntemin ikinci adımı, eidetik indirgemedir. Bu adım, bir nesnenin eidosunu(Yunanca da biçim) sezebilmeye, nesneyi olasılıklar ve rastlantılar dışındaki değişmez öz yapısı içinde kavramaya verir; böylece yalnızca belirli bir zihinsel edinimin değil onunla karşılaştırılabilir her türlü edimin eidosu sezilebilir. Örneğin görülen her nesnenin bir rengi, uzamı ve biçimi olmalıdır. Eidetik indirgeme yalnızca duyusal akıl ve nesnelerin incelenmesinde değil, matematiksel nesnelerin, değerlerin, ruhsal durumların ve arzuların incelenmesinde de kullanılabilir.

Fenomenolojik yöntem nesnelerin bilinişi sırasında bu nesnelerin kurulduğu ya da inşa edildiği süreçleri de dikkate alır. Örneğin bir ağacın görülmesi sırasında, ağacın değişik zamanlarda, değişik açılardan ve uzaklıklardan görülmesiyle çok çeşitli görsel deneyimler edinilir ama görülen şey gene tek bir kalıcı nesne olarak algılanır.

Son düzenleyen GusinapsE; 9 Temmuz 2006 19:14
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
9 Temmuz 2006       Mesaj #39
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
G

--------------------------------------------------------------------------------

GENELLER (Tümeller)
Genel kavramlar... Bu deyim, tümeller ve evrenseller deyimleriyle anlamdaş olarak, mantık dilinde beş genelleri dile getirmek için kullanılır. Metafizikte ve idealist felsefedeyse tüm genel kavramları dile getirir. Tarihsel süreçte idealizm, bu genel kavramlar üstüne kurulmuştur. Antik çağ Yunan Eleacılarından başlayıp Platon ve Aristoteles felsefelerinde biçimlenen ve Hegel felsefesinde doruğa ulaşan idealizmin temel önermesi geneller(tümeller ya da evrensellerin)’in gerçek varlıklar olduklarıdır. İzledikleri mantık şudur:

Gerçek varolan değil tam tersine varolmayan’dır. Geneller varolmaz, sadece bireyseller varolur. Örneğin ak bir genel kavramdır, bütün ak bireysellerden soyutlanarak elde edilmiştir ve bunun için de yoktur, buna karşı ak çiçek vardır, çünkü bireysel bir nesnedir. Varolmak belli bir uzayda ve mekanda varolmaktır. Ama bütün uzay ve mekan aransa ak’a rastlanamaz. Demek ki geneller, ne uzay ne de zamandadır, hiçbir yerde ve hiçbir zamana olmayan da yok demektir. Varolan her şey bireyseldir, genelse bireysel olmayandır. Ne var ki nesnel gerçeklik üstündeki tüm bilgimiz kavramlardan, eş deyişle genellerden oluşmuştur. Demek ki gerçek, bireysel değil, geneldir. Genel varolmadığına ve sadece bireysel varolduğuna göre bundan çıkan zorunlu sonuç, geçeğin, varolan değil, varolmayan olduğudur. Demek ki asıl gerçek varlık, varolan değil, varolmayan bir varlıktır. Metafiziğin ve idealist felsefenin bu sözcük oyunları bir yanıyla Berkeleycilikte, öteki yanıyla Hegelcilikte uçlaşmıştır.




GERÇEK
Bilinçten bağımsız olarak var olan. Düşünülen, tasarımlanan şeylere karşıt olarak var olan.



GNOSTİKLER
Antikçağ Yunan felsefesini gizemcilik ve Hıristiyanlıkla kaynaştırmaya çalışan dinsel-gizemci düşünürler... İ.S. 1. ve 2. yüzyıllar da yaşayan Valentin, Simon, Basilide, Corpocrade, Saturnin, Marcion vb. düşünürler gizemsel-dinsel bir felsefe oluşturmuşlardır. Bu felsefe, antikçağ Yunan felsefesini ve özellikle Platonculuğu, Pitagorasçılığı, ilkçağın gizemsel dinlerini, Yahudiliği ve Hıristiyanlığı seçmeci bir tutumla kaynaştırarak biçimlendirmiştir. Temel düşünceleri, saltık bilginin anlık sezgilerle kavranabileceği inancıdır. Dilimizde bilinirciler adıyla anılan gnostikler, gerçekte, gizemci tarikat adamlarıdır ve tüm dinleri saltık bilginin sağlanmasında yetersiz bulurlar. Onlar için saltık bilgi, dinsel bilgilerin çok üstünde bulunan kurgusal bilgilerdir. Bu yüzden Hıristiyanlarca sapkın sayılmışlardır. Çünkü İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu, doğduğu ve büyüdüğü, çarmıha gerildiği gibi dogmalarını yadsırlar. Onlar için İsa düpedüz bir insandır. Ne Tanrı ne de oğlu doğmaz, büyümez, hele çarmıha hiç gerilmez.İngiliz düşünür Bertrand Russell, İsa’yı bir insan sayması bakımından İslam peygamberi Muhammet’in de bir gnostik olduğunu söyler.




GÖRELİ
Bir başka şeye bağlı olan; ancak belli koşullar içinde geçerli olan.




GÖRÜNGÜBİLİM (Fenomenoloji)
Edmund Husserl'in(1859-1938) başlattığı, deney nesnelerini, bağımsız doğalarıyla ilgili yanıtlanamaz sorular ortaya atmadan araştıran bir felsefi yaklaşımdır.

H

--------------------------------------------------------------------------------

HAKİKAT
Nesnel gerçeğin düşüncedeki yansısı... Gerçek ile hakikat aynı şeyler değildir. Gerçek nesnel gerçekliği, hakikat ise bu nesnel gerçekliğin zihnimizdeki öznel yansısını dile getirir. Örneğin elimizde tuttuğumuz bir kalem gerçek, onun zihnimizdeki yansısı hakikattir. Hakikat, gerçeğin kendisi değil, yansısıdır ve düşünce ile nesnesi arasındaki uygunluğu dile getirir.

Hakikat ile doğruluk ise birbirine bağımlı fakat aynı şeyler değildir. Doğruluk mantık kurallarına hakikat ise nesnel gerçekliği dile getirir. Hakikat, nesnel gerçekliğe uygunluğu gerektirdiği gibi nesnel gerçekliğin belli ilişkilerine de uygunluğu, eş değişle mantıksal uygunluğu dile getirir.
Hakikat kavramı, felsefe alanında çok önemlidir ve materyalizm ile idealizm arasındaki kavganın baş konusudur. Özellikle idealist öğretiler ona akla aykırı çeşitli anlamlar vermişlerdir.

Hakikat kavramını en iyi şekilde açıklayan diyalektik materyalist felsefedir. Bahçemizde bir ağaç görürüz, bu nesnel gerçekliktir; bu ağaç bilincimizde yansır, bahçemizdeki ağaca uygun olarak doğru yansıdığı ölçüde hakikattir. Ne var ki bu yansı tıpa tıp uygun olmaz. Yaklaşıktır, bundan ötürü de görelidir. Ama bu ağacı zihnimizde keyfimize göre biçimlendiremeyiz ve onu, tıpa tıp aslına uygun olmasa da, az çok doğadaki biçimiyle yansıtırız, demek ki öznel olan hakikatimizle nesnel olan bir yanda vardır. Hakikatimiz aslında nesnel olan bir şeyden yansıdığı için öznel deriz.

Hakikatler görelidir, her göreli hakikat saltık hakikatin bir parçasıdır. Diyelim 0 uzaktan bir ağaca baktığımızda onu ilk başta uzun bir çubuk gibi görürüz, yaklaştıkça onun dalları, meyveleri ortaya çıkar, daha derin bilgiye ulaşmak için ağacı keser içine bakar, nasıl kök saldığına bakarız. İşte bilgi sürecinde saltık hakikate bu göreli hakikatlerimizle adım adım yaklaşırız. Saltık hakikat, göreli hakikatlerin toplamıdır. Hakikatlerimiz görelidir ama saltık bir hakikat vardır. Saltık hakikat daima geliştirilecek, yeni bilgilerle güçlendirilecek, ama daima doğru kalacak bir bilgi demektir.




HAZCILIK (Hedonizm)
Alm. Hedonismus, Fr. hedonisme, İng. hedonism, Yun. hedom = haz, es. t. lezzetiye

1- Yaşamın anlamını hazda bulan dünya görüşü.
2- Haz=hedone'yi ahlak ilkesi olarak kabul eden; ahlak eyleminin ereğini ve ölçeğini hazda bulan ahlak öğretisi. //
Burada ya a. Bir anlık duyusal haz, ya da b. Sürekli haz (tinsel haz) söz konusudur.
Kyrene Okulunun kurucusu olan Aristippos hazcılığın da kurucusu sayılır. Aristippos'a göre haz veren şey iyidir, acı veren de kötü Haz ile iyi aynı şeydir. İnsan her şeyden sevinç duymaya çalışmalı, her yaşama durumunda iyiyi, sevincin kaynağını bulmak istemelidir. Ancak Aristippos'un göz önünde bulundurduğu bir anlık haz duygusudur. Bu öğreti daha tinsel biçimde Epikuros'ta da karşımıza çıkıyor. Ona göre de, biricik iyi hazdır, "Haz bütün eylemlerimizin ereği olmalıdır". Ancak Epikuros mutluluğun temelini ruhun dinginliğinde bulur, tinsel hazları duyusal hazların üstünde görür ve en yüksek erek olarak koyar; çünkü yalnız tinsel hazlar gelip geçici olmayan hazlardır, sürekli bir ruh durumu sağlarlar.





HEDONİZM (Hazcılık)
Yaşamın anlamını hazda gören anlayış. Ahlaki eylemin amacını hazda bulan ahlak öğretisi.
Hedonizm: En üstün iyiliğin haz olduğunu ileri süren Aristippos’un öğretisi... Aristppos’a göre en üstün iyilik hazdır. Bu öğretiye göre iyi demek haz demektir; haz veren her şey iyi, acı veren her şey ise kötüdür. Aristippos’a göre her davranışın nedeni, mutlu olmak isteğidir. Yaşamın ereği hazdır. Haz insanı insan eden duygudur. Bilgilerimiz duygularımızla alabildiğimiz kadardır, bunda öteye geçmez. Bu yüzden Aristippos duygularımızın getirdiği haza yönelmeyi, acıdan kaçmayı söyler.

En üstün iyi, hazdır. Ancak gerçek haz sürekli olandır. Sürekli olan hazza da bilgelikle varılabilir.

Epikuros’da hazcılığı devam ettiren filozoflardandır. Ne var ki, Epikuros, Aristippos’un bedensel hazzına karşı tinsel hazzı yeğler. Onun için en büyük haz, ruh dinginliğidir. Buna da bedensel zevkler peşinde koşmakla değil, bilgelikle varılır.




HEGELCİLİK
Alm. Hegelianismus, Fr. Hegelianisme, İng. Hegelionism

1- Hegel ve ona bağlı olanların oluşturduğu, özellikle "salt idealizm" ve "eytişimsel yöntem" anlayışlarıyla belirlenen felsefe akımı.
2- Hegelci Okul: 1830-40 yılları arasında Almanya'da en yaygın olan felsefe okulu Hegelci okuldu. Bu da Hegel felsefesinin kapalı, mantıksal bir dizge oluşundan, yönteminin ve ilkelerinin türlü dallara uygulanabilmesinden ileri geliyordu. Hegel'in ölümünden hemen sonra Hegelci okul türlü yönlere ayrılmış; özellikle Hegel'in din ve siyasa sorunlarında kesin bir tutumu olmayışı okulun ikiye ayrılmasına, Sağ Hegelcilerle Sol Hegelcilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Tutucu-Hıristiyan sağ kanadın savunucuları: Gabler, Hinrich vb. olmuştur.

Sol kanadın savunucuları: Richter, Ruge, (son döneminde) Bruno Bauer, Strauss, Feuerbach, Marx'tır. Bu kanat Strauss ve Feuerbach'la sonunda özdekçi akımla birleşmiş; Marx ve Engels'le birlikte Hegelcilik~ tarihsel özdekçiliğin temel öğelerinden biri olmuştur.

3- Hegel düşüncesini 20. yüzyılda eytişimsel yöntem açısından yeniden ele alan akım. // Bu akım genellikle "Yeni Hegelcilik " olarak adlandırılır; yalnız Almanya'da değil, özellikle Fransa, İngiltere, İtalya, Hollanda, İskandinavya, Amerika ve Rusyâ da da yaygınlık kazanmıştır. Bugün Hegel'in "tinin görüngübilimi (Phenomenelogie des Geistes) genç Marx'ın felsefe çalışmalarıyla birlikte düşünce yaşamında önemli bir rol oynuyor. Almanya dışında özellikle Fransa ve İtalya'da bugün Hegel-Marx sorunu önsırada görünüyor. (1979)




HERAKLEİTOSÇULUK
Alm. Heroklitismus

Gerçekliğin asıl özünü öncesiz- sonrasız oluşta gören, bu oluşun kendini karşıtlarda ve karşıtlar içinden geçerek gerçekleştirdiğini savunan, Yunan filozofu Herakleitos'un temellendirdiği görüş. Karşıtı bkz. Eleacılık.




HERMENEUTİK
Yorum bilimidir ve yorumlanmakta olan şeyin hem içeriğine, hem biçimine ilgi duymayı kapsar. Yorumbilgisi teriminin doğuşu, kutsal metinleri yorumlama pratiklerine dayanır.
Temel ilkesi, bir saptamanın anlamını ancak, kendisinin bir parçasını oluşturduğu tüm bir söylemle ya da dünya görüşüyle ilişkili olarak kavrayabileceğimiz düşüncesidir: Örneğin, monetarist iktisadın açıklamalarını ancak, ilintili olduğu ve onun dışındaki tüm çağdaş kültürel fenomenler bağlamında kavrayabiliriz.

Parçaları anlamak için bütüne, bütünü anlamak için parçalara başvurmak zorundayız (yorumbilgisel döngü denilen şey). Bu da kendimizi metnin yazarının yerine koymamızı ve üretilen şeyin anlamına onun bağlamı çerçevesinde bakmayı gerektirecektir. İncil'deki yorumlar doğru anlama ulaşmayı hedeflediği halde, birçok fılozof hakikate yaklaşmanın mümkün olduğuna inanmakla birlikte aslında böyle bir kendiliğin olmadığı artık genel kabul gören bir şeydir. Sözgelimi Alman yorumbilgisi fılozofu Hans-Georg Gadamer, ortak bir geleneğin bunu mümkün kıldığı görüşündedir (Truth mıd Method, 1960).

Yorumla ilgili sistematik araştırmaların büyük ölçüde sosyal bilim felsefesinin alanına girdiği, bunların sosyolojik araştırmalar üzerinde etkisinin bir değişkenlik içerdiği şimdiye kadar açığa çıkmış olması gerekir. Yorumlayıcı sosyolojinin belki de en önemli katkısı, kültürel göreciliğin olanakları dikkate alındığında, başka kültürleri anlama problemi konusundadır.

Winch'in konumunu benimsersek, bir kültürü kendi zemininde, kendi kurallarıyla ve bizim kültürümüzün çerçevesini dayatmadan anlamamız gerekmektedir. Winch "Understanding a Primitive a Society" başlıklı klasik bir makalesinde, Azandelerin büyücülük inançları hakkındaki hakikat ya da diğer şeyler konusunda bir yargıda bulunamayacağımızı ileri sürmüştür. Azande toplumunda büyücüler ve büyücülük, bizim toplumumuzda ise bilim ve bilimciler vardır. İkisi sadece farklı alanları oluşturur ve aşkın bir standarda göre biri diğerinden üstün sayılamaz: Bize göre bilim daha iyidir, Azandelere göre büyücülük. Burada tüm yapabileceğimiz, sadece anlamaktır. Her toplum yeni üyelerinin doğuşu, cinsel ilişkiler ve ölümü düzenlemenin ve bunlarla meşgul olmanın bir yolunu bulmak zorunda olduğuna göre, anlamak da ancak ortak bir insani durumu paylaşmamız halinde mümkün olabilir.

İnsanların kendi toplumsal dünya anlayışlarından bağımsız bir toplumsal yapının varlığını öngören yaklaşımlara göre, anlamın niteliği sorunu çok daha önemsiz bir sorundur.





HİÇÇİLİK (Nihilizm)
Alm. Nihilismus, Fr. nihilisme, İng. nihilism, Lat. nihil = hiç, es. t. ademiyum mezhebi

(Genel olarak)
a. Var olan görüşlere, değerlere, düzene karşı çıkan;
b. Hiçbir değer tanımayan görüşlere verilen ad. / / Şu biçimleri vardır:

1- (Kuramsal alanda) Her türlü bilgi olanağını yadsıyan, sorunsal olmayan ve kendisinden kuşkulanılmayan hiç bir şeyin olmadığını öne süren görüş (= eleştirici ve kuşkucu hiççilik).
2- Ahlak alanında Ahlak kurallarını ve değerlerini tanımayan görüş.
3- (Siyasa alanında)
a. Yeni bir toplum düzeni kurmak isteğiyle eski, yerleşik düzeni bütünüyle yadsıyan görüş.
b. Her türlü siyasal düzeni yadsıyan, toplumun birey üzerinde hiç bir baskısını kabul etmeyen görüş; bu biçimi anarşizm ve salt bireycilikle birleşir.


HİPOTEZ
Belli bir süre için doğru olduğu varsayılan kuram.

I-İ

--------------------------------------------------------------------------------

İDEA
Platon'a göre algılarla kavradığımız nesnelerin orijinal formları, örnekleri.




İDEALİZM
Var olan her şeyi düşünceye bağlayan, düşünce dışında nesnel bir gerçekliğin var olduğunu kabul etmeyen felsefe öğretisi.

Felsefe’de dünyayı ve varoluşu, bilinç ve düşünceyi önem vererek açıklayan öğreti... idealistler, varlıklar arasındaki soyut ilişkilerin, duyularla algılanan nesnelerden daha gerçek olduğunu ve insanların var olan her şeye düşünsel bağlamda, idealar aracılığıyla ve idealar olarak bildiğini savunurlar. İdealizmin birçok türü olmakla birlikte hepsinin paylaştığı ortak ilkelerden söz edilebilir. Tümellerin varlığı, burada ve şimdi varolanıın aşılması, varlıklar arasındaki ilişkilerin o varlıkların dönüştürüleceği varsayımı, çelişik bileşenleri bütünleştiren sistemler kurmaya yönelik diyalektik yaklaşım; zihnin, özellikle tinin maddeden önce sayılması.

Metafizik veya epistemolojik yaklaşımı temel alması bakımından idealizmin iki temel biçimi vardır: metafizik idealizm gerçekliğin idealara dayandığını, epistemolojik idealizm ise bilgi sürecinde zihnin yalnızca tinsel olanı kavrayabileceğini ya da nesnelerin gerçekliğinin algılanabilirliklerinden kaynaklandığını savunur. İlk biçimi ile idealizm dünyadaki temel tözün madde olduğunu, bunun da maddi biçimler ve süreçlerle bileneceğini ileri süren maddeciliğin, ikinci biçimi ile insan biliminin, zihnin dışında ve bundan bağımsız olarak var olan nesneleri gerçekte oldukları gibi görüp kavradığını öne süren gerçekliğin karşıtıdır. Gözlemlenebilir gerçekleri ve ilişkileri vurgulayarak metafizik görüşlere karşı çıkan olguculuk ile ateizm ve şüphecilik gibi akımlarda idealizme karşı çıkar.

Felsefi idealizmin tarihsel gelişiminde, başlıca üç sorunu yanıtlama çabası belirleyici olmuştur.

1)İnsan deyiminin sonul gerçekliği nedir? Bu soruya verilen yanıtlar iki uç arasında dağılır. Deneyci filozoflardan David Hume’a göre insan deneyiminde anlatımını bulan sonul gerçeklik, olayların her bireyin bilincinde ard arda akışıdır. Bu düşünce, tüm gerçekliğin tek bir benliğin anlık duyu deneyimine indirgenmesi sonucuna varır. Öteki uçta usçu filozoflardan Spinoza’yı izleyenler için sonul öz, kendi başına var olabilen ve yalnızca kendisi tarafından kavranabilendir.

2) bilginin içeriğinde verilen nedir? Verilerin mantıksal yorumu ve açıklamasıyla ne elde edilebilir? İdealistlere göre bilgi sürecinin sonu, bireysel deneyimin dışında kalmakla birlikte gene de somut bir tümel ya da bir dizgedir. Verilen mantıksal yorumu ve açıklaması, gerçekte, yeryüzünü üzerinde yaşayanlarca tümüyle yeni bir biçime dönüştürülmesi demektir.

3)Bir düşünür zaman içindeki oluşum ve değişim olgusu ya da değişik amaçlar ve değerler karşısında nasıl bir tutum alınmalıdır? İdealistlere göre us yalnızca doğadaki uyumlu düzeni ortaya çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda uygar bir toplumun kültürel yaşamının parçası olan devleti ve öteki kurumları da yaratır, bu kurumların değerlerini korumak ve geliştirmek, her uygar insanın ahlaki temel görevidir. Uluslar arası etik kurallarına da katkısı bulunan idealistler, hiçbir ulusun etkin güçlerini bir başka ulus üzerinde hüküm sürmek için kullanamayacağını ileri sürerler. Bu güç, yalnızca bir başka ulusun yaratıcı güçlerini ilerletmek, onların kültürel düzeyini kalkındırmak için kullanabilinir. İdealizmin de tarih felsefesi, değer felsefesiyle yakından ilişkilidir. Benedotto Croce bu tarih felsefesini “her gerçek tarih, çağdaş tarihtir” deyimiyle özetler.

İdealistlerin başlıca dört savından biri Berkeley’in esse est percipi (var olmak algılanmış olmaktır) ilkesidir. Nesnelere dayandırılan bütün nitelikler duyu nitelikleridir. Bunlar ancak duyu organları bulunan bir özne tarafından algılandıklarında var olurlar. Maddenin varlığını ve duyu algılarının maddeden kaynaklandığını görüşünü yadsıyan bu yalın sav, geniş tartışmalara yol açmıştır.

Özneyle nesnenin karşılıklı birbirine bağımlı olduğu savı, birinci savla yakından ilişkilidir. Nesnesi olmayan bir özneyi düşünmek olanaksızdır; çünkü özne olmak bir nesnenin ayrımında olmaktır. Buna karşılık her nesne de ancak bir öznenin karşısında nesnedir. Bu ilişki mutlak ve evrensel bir biçimde karşılıklıdır. Dolayısıyla her tam gerçeklik, bir nesneyle bir öznenin birliğidir, yani somut bir tümeldir.

İdealizmin üçüncü savına göre insanın en dolaysız deneyiminde, yani kendi öznel bilinçliğinde sezgisel ben, tinsel özellik taşıdığı var sayılan sonul gerçekliği doğrudan kavrayabilir. Örneğin Platon’a göre, “iyi ideası”na sıçrama mistik bir nitelik taşır.

İdealizmin dördüncü savı özellikle Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için geliştirilmiştir. 11. yüzyılda Canterbury’li Aziz Anselmus’un geliştirdiği bu sava göre yetkin bir varlığın varolması zorunludur, çünkü varolamak yetkinliğin temel öğelerinden biridir. Tanrı yetkin olduğunu göre varlığı da zorunludur. Bazı idealist filozoflar bu savı idealizmin öteki ilkelerine de yaymışlardır.





İKİCİLİK (dualizm)
Birbirinden ayrı, birbirinden bağımsız, birbirine geri götürülemeyen, birbirinin yanında ya da karşısında bulunan iki ilkenin varlığını kabul eden görüş.
İrade : İstenilmiş olanı gerçekleştirmeye karar verme ve yerine getirme gücü. Ahlaki eylem için karar verme yetisi.
İlinek: kendi başına bir varlığı olmayan, dayanacak bir töze muhtaç olan ve dayandığı tözü değiştirmeksizin, değişebilen nitelik... Renk, koku, tat vb. gibi nitelikler böyledir. Örneğin elmayı kabuğu ile bitlikte renklerinden soyalım, elma gene elmadır. Elmanın rengi kendi başına var olmaz, varolabilmek için elmaya muhtaçtır. Elma hep elma olarak kaldığı halde, rengi yeşil, sarı, kırmızı olarak değişir
İlinek terimi özellikle skolastik felsefede işlenmiştir. Cins, tür, ayrım, özellik ile birlikte beş tümelden biri sayılmıştır. Skolastiklere göre herhangi bir şeyin kiplerinden her biri ilinektir, örneğin bir özdeğin biçimi böyledir. İlinek sözcüğü, terim olarak ilkin Aristoteles tarafından kullanılmıştır. Aristoteles’te ilinek bir konuya bağlı olan o konu olmadan kendisi var olamayan şey; kendi başına var olamayan, bir taşıyıcı , bit tözü gerektiren şey; tözün niteliği anlamına gelir.
İlinekler ayrılır ve ayrılmaz nitelikler olmak üzere ikiye ayrılır. Örneğin koşmak insan için ayrılır bir ilinek, zenci bir insan için siyah olmaksa ayrılmaz ilinektir.





İNSANCILIK (Hümanizm)
Alm. Humanismus, Fr. humanisme, İng. humanism, Lat. humanus=insanca, insana özgü, insana ilişkin

İnsanlığa, insana yaraşır bir yaşam ve düşünmeye ulaşmak için çabalamak. Bu bağlamda:

1- (Genellikle) Kavramın en geniş anlamında, insanın değer ve saygınlığına, insan olmaya , insanlığa olan us inancı.
2- Batı kültürünün ve eğitiminin Eski Yunan kültürüne dayanmasından yola çıkarak bu kültür kalıtının bilimsel olarak yeniden canlandırılması düşünüşü.
Roma'da Yunan kültürü bir eğitim kaynağı olmuştur (Cicero). Ortaçağ'da da Yunan ve Romalı yazarların çalışmalarını yenileme çabaları sona ermedi, bu çabalar Doğuş- çağında (Renaissance) büyük ölçüde geliştirildi. Böylece bilim ve eğitim skolastikten ve kilisenin yetkesinden kurtularak yeni bir kültür ülküsü gerçekleşmeye başladı. (Bu ülkü Erasmus'la doruğuna erişti);

XVIII. yüzyıl sonu ve XIX. yüzyıl başında insancılık yeni bir biçim kazandı, özellikle Herder, Winckelmann, W.`von Humboldt ve Goethe'nin temsil ettikleri bu evreye "yeni insancılık" adı verilir. Birinci Dünya Savaşından sonra Werner Jeager'in yönetiminde, Antikçağa olan ilişkileri yeniden belirleme çabalarına da "üçüncü insancılık" denir.
3- (Yukarıdaki görüşlerle hiç bir bağlantısı olmadan) Yararcılığın belirli -özellikle İngiliz filozofu F. S. Schiller'in canlandırdığı- biçimi için kullanılan özel felsefe terimi: Protagoras'ın "İnsan her şeyin ölçüsüdür." formülünü çıkış noktası olarak alan; insanda, insanın gereksinme ve ereklerinde, bilginin ve doğruluğun ölçeğini bulan anlayış.
İnsanÜstücülük (Uebermensch): Üstün insan... Alman düşünürü Nietzsche tarafından terimleştirilen deyim.

Nietzsche, bu deyimi şöyle tanımlar: “maymuna oranla insan neyse, insana oranla insan üstü de odur.” Bir başka yapıtında da şöyle der: “insanlık içinde, ortalama insandan başka, daha yüksek ve daha güçlü bir insan türünün gerçekleşmesi gerekir. Bu düşüncemi ben insan üstü sözcüğüyle dile getiriyorum”. Nietzsche’ye göre tanrı ölmüştür, insan artık yalnızdır ve kendi değerlerini kendisi yaratmak zorundadır. İnsan için gereken erdem, Hıristiyanlığın acıma ve insan sevgisi gibi insanı sünepeleştiren erdemleri değil, güçlü olma erdemidir.

Kökleri Fichte’ de bulunan bu felsefe, olumsuz yönlerinin gelişmesiyle varoluşçuluk vb. gibi çağdaş düşünce akımlarını meydana getirdikten başka, sonunda Alman nazizmini doğurmuştur. Nietzsche, yeryüzünün efendisi olacak yönetici bir ırk gerektiğini ve Almanya’ya Yahudi akımının durdurulması kanısında olduğunu söyler. Törebilimi aristokrattır, “iyi bir aileden doğmadıkça hiçbir ahlaklılık mümkün değildir, insanın her ilerleyişi aristokratik toplumdan gelir.” Der. İnsan üstü ereği, Nietzsche’nin deyimiyle aynen, “milyonlarca salağı ortadan kaldırarak geleceğin insanını kalıba dökmek”tir ve “bütün bir ulusun yoksulluğu bir insan üstü’nün acı çekmesinden daha az önemlidir”.

Nietzsche, Hıristiyanlığa karşı olduğu kadar, onun deyimiyle, “milyonlarca salağı” insan etmek isteyen toplumculuğu da karşıdır. Ona göre toplumculuk, “milyonlarca salağı” insan üstü’lere karşı çıkarmaktadır. Oysa “milyonlarca salak” öğretimden yoksun bırakılmalı, birçok gerçekleri bilmemeli ve insan üstü’lere kölelik etmelidir.

Son düzenleyen GusinapsE; 9 Temmuz 2006 19:15
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
9 Temmuz 2006       Mesaj #40
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
J

--------------------------------------------------------------------------------

Janseniusculuk
Descartes usçuluğuyla Augustinus tanrıcılığını uzlaştırmaya çalışan Piskopos Jansenius’un öğretisi...

Hollandalı piskopos Cornelis Jansenius’a göre insan günahlarla yüklü bir yaratıktır ve ancak tanrı bağışıyla kurtulabilir. Tanrının kendini bağışlamasını dilemek ve beklemekten başka yapacak hiçbir şeyi yoktur. Jansenisme tümüyle Agustinius anlayışına dayanır ve insan özgürlüğü yadsır. Bu yönüyle insan özgürlüğüne büyük pay ayıran Jesuitisenism’in karşısındadır.

Jansenius ve yandaşlarına göre Luther ve Calvin’in tanımladığı Tanrı kayrası öğretisine karşı çıkan Karşı- reform ilahiyatçıları, tanrısal bir ilk neden yerine insanın sorumluğunu vurgulayarak karşı uca savrulmuşlar, Aziz Augustinus’un 5. yüzyılda savaştığı Pelagiusçu hareketliliğe düşmüşlerdi. Jansenius bu tutuma ilk günahın ve şehvetin gücünün insan doğasında yol açtığı bozulmayı vurgulayarak karşı çıktı. İsa’nın kurtarıcılığının olanaklı kıldığı ve insanlığa gerçek özgürlüğe tek başına yeniden kavuşturabilecek Tanrı kayrasının gücünü yüceltti. Ayrıca iyilik işleyebilmek için her zaman Tanrı kayrasının zorunlu olduğu, kayranın yanılmazlığı ve insan yazgısının mutlak biçimde Tanrı istencine bağlı olduğu yönündeki Augustinusçu savları destekledi.

Janseniusculuk, kendisine özgü öğretilere değil belirli bir yaklaşıma ve ruhanilik anlayışına dayalı karmaşık bir hareketti. Reform hareketiyle aynı doğrultuda kiliseyi Hıristiyanlığın başlangıcındaki biçimiyle canlandırmayı amaçlıyordu. Gerçek Hıristiyan ilahiyatından ve ibadetinden ödün verilmesine karşıydı. Ama resmi öğretiye aykırı abartılı bir tutum benimsendiği için kilise tarafından reddedildi.

Janseniusculuk aynı zamanda bir Hıristiyan tarikatı olarak Port-royal manastırında toplanan düşünürlerce benimsenmiş ve izlenmiştir. Arnauld , Nicole, Blaise Pascal gibi düşünürlerin elinde işlenen bu öğreti sonunda tüm gizemciliğe varmıştır.

K

--------------------------------------------------------------------------------

KABBALA
Yahudilerin yazılı olarak konulmuş olan tanrısal yasaları yanında ağızdan ağza geçen dinsel buyrukları İbrani felsefesinin ve söylence yazılarının toplamı. Tarihleri kesin bilinmez; en eskisi evrenin yaratılışı ile ilgilidir. Bu yapıt Yahudilerin ta menşeinden itibaren halkın dini dolayısıyla Zebur’un gizli (batını) bir yorumunu yapmaktadır. Tevrat ve Kabala, belli bir zamanda yazılmış değildir. Ve oluşması yüzyıllar sürerek ortaçağın sonuna doğru tamamlanmıştır. Sefer jezirah (yaratmanın kitabı) ve Sefer Hazzahor (ışığın kitabı) adlarını taşıyan iki kitaptan oluşmaktadır. Bu kitaplarda ağızdan ağza geçmiş ve uzun yüzyıllar yazıya geçirilmemiş felsefesel öyküler vardır.




KAOS
Evrenin, düzene girmeden önceki karışık durumu.
Kategori : Kant'da deneyden önce gelen, zihinde bulunan on iki yargı formu.




KAVRAM
Bir düşünce ya da idea; bir sözcüğün veya terimin anlamı.



KİNİSİZM
Antisthenes ile Diogenes’in oluşturdukları Sokratesçi öğreti...

Sokrates’in öğrencisi Atinalı Antisthenes, bir hayli yaşlandığı sırada, bütün dünya zevklerine ve özentili felsefelere sırt çevirmişti. Soylular arasında ve zevkli bir ömür sürerek yaşlandığı halde birdenbire doğaya dönmüş, doğaya uygun yaşamayı yeğlemişti. Köleler gibi giyiniyor ve “ zevk almaktansa ölmeyi yeğlerim” diyordu. Öğretmeninden öğrendiği erdem anlayışını herkesin anlayabileceği bir dille anlatmaya başlamıştı. Her türlü mal ve mülk edinmeye, kölelik ve aile kurumlarına, din inançlarına karşı çıkıyor ve çevresindekilere iyilik öğütleri veriyordu. Gerçekleştirmek istediği, bir çeşit çilecilikle insanın tam bağımsızlığını kazanabileceği ve böylelikle mutluluğa kavuşabileceği düşüncesini okullaştırmaktı. Antisthenes’e göre insanın ereği mutluluktur, mutluluk da her türlü bağdan kurtulmuş içsel bir özgürlükle gerçekleşir. İstenilecek tek şey erdem, kaçınılacak tek şey erdemsizliktir. Gerçek erdem, insanın hiçbir değere bağlı ve tutsak olmamasıyla elde edilir. Bunu sağlamak için de insanın bütün tutkularından sıyrılması gerekir.

Öğretiye köpeksi adının verilmesi Antisthenes’in öğrencisi Diogenes yüzündendir. Diogenes Antisthenes’in mesihvari sözlerine uyarak her şeyden el etek çekip bir köpek gibi yaşamaya başladı. Ölüleri gömmek için kullanılan toprak bir kap içinde yaşıyor ve felsefesini eylemiyle gerçekleştiriyordu. Diogenes Antisthenes’in aklından bile geçirmediği bir biçimde bütün geleneği yadsıyarak her türlü ruhsal ve bedensel isteklere sırt çevirmiş, kendisini doğanın içinde doğal bir varlık gibi özgür kılmıştı. Gerçek erdeme böylesine bir özgürlükle varılabileceği kanısındaydı.

Kinikler her türlü gelenek ve göreneğe karşı çıktıklarından kinizm deyimi, törebilim kurallarını hor görme ırası anlamında da kullanılmıştır. Bu anlamda utanmazlık demektir.

Kinizm, Sokratesçi bir okuldur. Antisthenes da Sokrates gibi töresel bir amaca yönelmeyen bilimleri küçümser, erdemin bilgiyle elde edilebileceğini savunur, yaşamın amacı olan mutluluğu erdemlilikte bulur.
Konseptualizm: Adcılık ve gerçekçiliğe karşı olarak, kavramların genel düşüncelerden ibaret bulunduğunu ve bunların gerçek olduklarını savunmak kadar gerçek olmadıklarını savunmanın da yersiz olduğunu ileri süren Fransız düşünürü Abaelardus’un uzlaştırıcı öğretisi...
Realistler, metafizik tutumlarına uygun olarak genel kavramların gerçek olduğunu ileri sürmüşlerdi. Adcılarsa genel kavramların sadece birer sözden ibaret olduğunu ileri sürerek gerçek olmadıklarını savunuyorlardı. Ortaçağın aydın bilgini Petrus Abaelardus, kavramcılık öğretisiyle, bu çatışmayı uyuşturmaya çalıştı. Tartışma beyhudedir, diyordu, kavramlar elbette gerçek değildirler, ama gerçekliklerden çıkarıldıkları için gene elbette bir gerçeklik taşımaktadırlar. Bunlar, adı üstünde, kavramdırlar ve bunların bu anlamda gerçekliklerini tartışmak yersizdir. Kavramların elbette nesne ve eylemlerden bağımsız olarak birer varlıkları yoktur, ama nesnel gerçeklik bilgisinin özel bir biçimidirler, bizler onlarsız (nesne ve eylemlerden soyutlanmış genel kavramlar olmaksızın) nesnel gerçekliği bilip tanıyamayız. Tümeller ne nesneden önce, ne de sonradırlar, nesnenin kendisidirler. Abaelardus bu savıyla açıkça adcılara katılmakta , ne var ki onlardan biraz farklı olarak tümellerin ya da önsel genel kavramların nesnel gerçekliğin kavranmasında temel öğeler olduklarını ileri sürmektedir. Adcılığın geliştiricisi Oscam’lı William da Abaelardus’un bu savına katıldığından kavramcılık öğretisine son dönem adcılığı adı da verilir.




KOSMOS
Düzenli ve uyumlu bir yapı oluşturan bütün; evren.



KRİTİSİZM
Alman düşünürü Immanuel Kant’ın öğretisi...

Kant’a göre felsefe araştırması, bir değerlendirme (eleştiri) olmalıdır. Felsefe us’la yapılıyor. Öyleyse usu değerlendirmek onun ne olduğunu ve ne olmadığını iyice bilmek gerek. Felsefe nasıl bir usla yapılıyor?.. deneyden yararlanmayan bir salt us’la. Öyleyse salt us nedir. Salt us, duyarlığın verilerinden alınmamış olan (apriori) bir bilgiyi gerçekleştirdiği iddiasındadır. Buysa nesneler düzenini aşarak düşünce düzenine yükselmek demektir. Öyleyse salt usun bilme yöntemi bir aşkınlık yöntemi’dir. Salt us bu yöntemle gerçek bir bilgi edinebilir mi?.. Öyleyse bilgi ne demektir , önce onu tanımlamak gerekir. Kant’a göre her bilgi, bir yargıdır. Ne var ki her yargı, bir bilgi değildir. Örneğin “her cisim yer kaplar” yargısı bize yeni bir bilgi vermez, çünkü “cisim” kavramı esasen “yer kaplamayı” içerir; bu yargıda sadece bir çözümleme yapılıyor ve “cisim” kavramı çözümlenerek kendisinde esasen bulunan bir bilgi hiçbir gereği yokken yeniden ortaya konuyor. Oysa “bu yük ağırdır” yargısı bize yeni bir bilgi verir, çünkü “ yük” kavramı kendiliğinden hafif ya da ağır olduğunu bildirmez; burada, ötekinin tersine, bir çözümleme değil bir bireştirme yapıyoruz ve “yük” kavramıyla “ağır” kavramını birleştirerek yeni bir bilgi elde ediyoruz. Demek ki bize bilgi veren yargılar çözümsel yargılar değil, bireşimsel yargılardır. Salt us bu bireşimsel yargıyı aşkınlık yöntemiyle, deneyi aşarak gerçekleştirebilir mi? Kant bu soruya kesin olarak şu karşılığı veriyor: gerçekleştiremez. Böylece metafiziği kesin olarak yıkmış oluyor: “salt us deneyden yararlanmadan hiçbir bilgi gerçekleştiremez.” Öyleyse metafizik tasarımlar, insanların romantik düşlerinden başka bir şey değildirler. Kant öncesi felsefenin tanrılaştırdığı us, böylelikle tahtından indirilmiş oluyor; artık, aşkınlık yöntemiyle çalışan salt usa güvenilmeyecektir. Kant eleştirmeye devam ediyor: salt us, bireşimsel yargı olan bilgi’yi niçin gerçekleştiremez? Çünkü us, sadece bir birleştirme işini gerçekleştirmektedir ve bu iş için gerekli gereçleri nesneler düzeninden almaktadır. Elimizle tuttuğumuz taşı yere bırakınca onun düştüğünü görüyoruz ve ancak ondan sonradır ki (apesteriori) “bırakılan taş düşer” bilgisini edinebiliyoruz. Bu deneyi yapmadan önce (apriori) bu konuda hiçbir bilgimiz olamaz. Bize bu gereçleri veren duyarlık’tır. Duyarlık , bize bu gereçleri nasıl veriyor? Zaman ve mekan içinde veriyor. Oysa nesneler düzeninde zaman ve mekan diye bir şey yoktur. Demek ki bunlar duyarlığın dışardan almadığı, kendinden çıkardığı bir şeylerdir ve duyarlık bunları katmadan, dışardan aldığı hiçbir şeyi bize gönderemez. Bunlar deneyden elde edilemeyeceklerine göre, usun verilerimidir? Kant, bu soruya da kesinlikle şu karşılığı veriyor: hayır, bunlar usun verileri olamaz. Çünkü küçük çocuklar zaman ve uzayı düşünmeksizin bilirler, hiçbir ussal işleri gerçekleştiremedikleri halde sevdikleri şeylere yaklaşır, sevmedikleri şeylerden uzaklaşırlar. Öyleyse, duyarlık, ne nesneler ne de düşünce düzeninden aldığı bu şeyleri nasıl elde etmiştir? Kant, bu soruya , kendine özgü bir karşılık veriyor: sezi ile. Kant’a göre bunlar birer biçim’dir ve ancak duyarlığın sezisiyle elde edilebilir. Zaman iç duyarlığın biçimidir, içimizden gelen her duygu zamanla birliktedir; mekan dış duyarlığın biçimidir, dışımızdan gelen her duygu mekanla birliktedir. Katılmadıkları hiçbir duyumun gerçekleşemeyeceği bu biçimler, usun verileri olmadıkları halde deneyüstü (transzendentale)’dürler. Deneyden çıkarılmışlardır ama bunlarsız da deney yapılamaz. Kant’a göre, aşkın bilgi olamaz ama deneyüstü bilgi olabilir. Bir soru daha gerekiyor: deneyden gelen verilere duyarlığın seziyle elde ettiği biçimlerin katılması, bilimsel bir bilgiyi gerçekleştirmeye yeter mi? Yetmeyeceğini söyleyen Kant, sonunda us’a deneyüstü bir görev bulmuştur: bireştirme işi. Kant’ a göre us bu görevi gerçekleştirmeseydi, ne duyuların verileri ve ne duyarlığın katkıları bilimsel veriyi gerçekleştirebilirdi. Öyleyse us , bu bireştirme işini nasıl yapıyor? Duyarlığın katkısıyla birlikte gelen bilgi süreçlerini düzenleyici kalıp (kategori)’lara sokarak. Us, bu kalıpları ne deneyden ve ne de duyarlığın sezişinden almıştır; bu kalıplar onda temel olarak vardırlar ve kendisiyle birliktedirler. Demek ki, Kant’a göre bilgi, gene de, nesneler düzeninde değil, us’un düşünme düzeninde gerçekleşmektedir. Kant, böylelikle kendi düşünme yöntemini de bulmuş oluyor: deneyüstü yöntem ( transzendental methode). Kendi kurduğu bu terimle, eleştirici bakışını dile getirerek, bilginin duyuların ürünü olduğunu savunan duyumculukla anlığın ürünü olduğunu savunan anlıkçılık(entellektüalizm)’ın üstüne aşıyor ve gerçeğin, her ikisinin birleşik bir üstünde’liğinde olduğunu savunuyor.

Kant’a göre; kesin, tümel, her zaman ve her yerde geçerli bilgi elbette deneyüstü önsel bir bilgidir. Çözümsel yargıların tümü sonsaldır, deneden sonra gerçekleşmişlerdir ve bu yüzden bilimsel ve kesin bir bilgi vermezler. Bireşimsel yargıların da önsel olanları vardır ama sonsal olanları da vardır. İşte asıl kesin ve bilimsel bilgi bu önsel bireşimsel yargı’lardır.




KURAM
Sistemli bir biçimde düzenlenmiş birçok olayı açıklayan ve bir bilime temel olan kurallar bütünü.




KUŞKUCULUK
Alm. Skeptizismus, Fr. scepticisme, İng. scepticism, Yun. Skeptesthai = gözlemek, incelemek, es. t.. hisbaniye, reybiye

1- Düşünsel tutum olarak:
a. Kesin bir tutumda olmama, karar verememe.
b. Kuşkuyu ilke yapma; her değerden, anlatımdan, öğretiden, inançtan ilkece kuşku duyma.
2- Yöntem olarak; apaçık olan doğruya, kesin bilgiye varmak için, sağlam bir dayanak bulana dek, bütün bilgilerin göz- den geçirilerek eleştirilmesi, sınanması. (Ör. Descartes'ta).
3- Felsefe çığırı olarak: Gerçekliğin özünü bilmenin olanaklı olmadığını ileri süren öğretiler:
a. Salt, köktenci kuşkuculuk; her türlü bilgi olanağını yadsır.
b. Ölçülü, göreli kuşkuculuk; yalnızca belli alanlarda bilgi olanağını kaldırır. /
Kuşkuculuğun kurucusu Elisli Pyrrhon'dur. Yeniçağdaki temsilcileri: Montaigne, Bayle, daha ılımlı olarak Hume.




KYNİKLER OKULU
Alm. Kyniker, Kynismus, Fr. cynique, cynisme, İng. Cynics, Cynism, Yun. kyon = köpek, kynikos = köpeksi, es. t. Kelbiye
Yaşamın biricik ereğini hiçbir şeye gereksinme duymama ve kendi kendiyle yetinme, kısaca salt özgürlük olarak erdemde bulan Sokratesçi Yunan felsefe okulu.

Kurucusu Antisthenes'tir. Okul Kinosarges'te kurulduğu için Kynikler okulu diye adlandırılmıştır. Başka bir kanıya göre de Kynik adı, kyon = köpek'ten türemiştir. Köpek gibi olmayı dile getirir. Kynikler uygarlık değerlerini hor gördükleri ve yaşama biçimleri her türlü kuralın dışında olduğu için bu adı almışlardır.




KYRENE OKULU
Alm. Kyrenaiker, Fr. cyrenaisme, İng. Cyrenaics, es. t. Kayrevaniye

Haz veren her şeyin iyi, acı veren her şeyin kötü olduğunu öne süren, istencin biricik ereğini, insan için en doğal bir duygu olan haz olarak gören Sokratesçi Yunan felsefe okulu.

Kurucusu Kyreneli Aristippos'tur: Aristippos hazcılık öğretisini sofistlerin duyumculuğu üzerine kurmakla birlikte gerçek hazza götüren biricik aracın bilgi (Sokratesçi öğe) olduğunu söyler.

L

--------------------------------------------------------------------------------

LİBERALİZM
Siyasal, dinsel ve ekonomik alanlarda müdahaleleri istemeyen devlet, toplum ve birey arasındaki ilişkilerde önceliğin bireyin hak ve özgürlüklerinde olması gerektiğini savunan öğretilerin genel adı...

Liberalizm terimi, siyasal alanda yasalar karşısındaki eşitliği ve insanların kendi yönetimlerini kendilerinin seçmesi özgürlüğünü, dinsel alanda kilise egemenliğine karşı vicdan özgürlüğünü, ekonomik alanda da devlet müdahalesine karşı alışveriş özgürlüğünü savunur.

Liberalizm, 18. ve 19. yüzyılda Avrupa orta sınıfının mutlakıyetçi devlet düzenlerine karşı ve teolojik dünya görüşünün bir parçası olarak çıkmıştır. Bu dünya görüşü, en çok doğal hukuk öğretisi ile faydacılık öğretisinden etkilenmiştir. Doğal hukuk öğretisine göre insanın doğuştan gelen birtakım dokunulmaz hakları vardı. Bunların başında da mülkiyet hakkı geliyordu. Çağdaş toplu ve devlet düzeninin dayandığı “toplumsal sözleşmenin” amacı öncelikle bu hakkın istikrarlı bir hukuk sisteminin güvencesi altına alınmasıydı. Özellikle İngiliz filozof John Locke’un yapıtlarında liberal ideolojiye en uygun biçimine kavuşan bu doğal haklar yaklaşımı, klasik siyasal iktisadın babası sayılan Adam Smith iktisadi açıdan değerlendirdi. Smith, toplumun iktisadi yaşamını doğal bir organizma olarak tanımladı. Onla göre kapitalist ekonomiye, nesnel, insanların iradesindeki bağımsız yasalar yön verirdi. Bu yasaların herhangi bir bozulmaya uğramadan işlemesi için en elverişli ortam serbest rekabetti. İş bölümü ve serbest rekabete düzeninde her iktisadi birim, ister üretici ister tüketici olsun, kendi kişisel çıkarının peşinde koşarken aynı zamanda ve kendiliğinden bütün toplumun refahına da hizmet etmiş olacaktı.

Ekonomik liberalizmin temelinde, kendi öz çıkarını kollamakla topluluğun çıkarını da sağlayan rasyonel, homo oeconomicus (iktisadi insan) kurgusu vardır. Rasyonel bireyin çıkarını kimse ondan iyi bilemeyeceğinden birey iradesinin dışındaki iradelerin, sözgelimi devletin piyasaya müdahalesi, kendi kişisel çıkarının peşinden koşarken aynı zamanda ve kendiliğinden bütün toplumun refahına da hizmet edecek böylece faydacı filozoflar Bentham ve J.S. Mill’in “ en çok sayıda kişiye en yüksek düzeyde mutluluk” ilkesinin gerçekleşmesini sağlayacak bir bireye engel olurdu. O halde devlet piyasanın ve ekonominin dışında tutulmalıdır.

Çağdaş siyaset literatüründe liberal devlet bireyler arası ekonomik ve toplumsal farklılıklarından doğan eşitsizlikleri düzeltmeye çalışmayan , toplumsal ve ekonomik alanda etkin ve düzenleyici bir rol oynamayan devlettir.
Logos: Ussal yasa... Logos sözcüğü Yunanca’da usla kavrama anlamındadır. Ve duyguları kavrama anlamındaki pathos sözcüğü karşılığında kullanır. Kah anlamıyla ilgili olarak us ve bu usa dayanan söz, yasa, düzen, bilgi anlamlarını dile getirir.

10. yüzyılda Herakleitos logos’u evreni düzenli bir bütün olarak kuran ve hareket ettiren ussal ilke biçiminde tanımlamıştır. Buna göre logos, hem oluşumların altında yatan ve onları biçimlendiren düzen ilkesi hem de evrenin böyle bir düzen olarak kavranmasında belirleyici olan bilgi ilkesiydi; evrenin kavranması belirli orantılara yani karşılıklı ilişki içindeki yas niteliğinde bağlantılara göre gerçekleşiyordu. Bu anlamıyla logos özellikle rastlantı ve gelişigüzelliğin karşıtıdır.

Herakleitos’un verdiği anlam Anaksagoras’ın baş kavramı olan “nous” dan farklıdır. Nous bir düzenleyici olarak evrenden önce de vardır ve evrene dışardan gelir, logos ise evrenle birliktedir ve evrensel oluşun içindedir.

Herakleitos her şey çıkar geçer der; evrende kalıcı olan hiçbir şey yoktur. Bu sürekli evrensel değişiklilik logos için düzenlenmiştir. Logos yasasına göre olup örtmektedir.

Platon’a göre bilgi, logosta temelleri idealar hem düşünceler hem de bu düşüncelerin ilkesiz sonsuz nesneleridir. Düşünce ile nesne arasındaki özdeşlik bu yüzdendir, yani düşünce nesnesinde her ikisi de idealarda temellendiği için uygundur.

M

--------------------------------------------------------------------------------

MANİŞEİZM
İran`lı Mani`nin kurduğu Hıristiyan-Zerdüşt karması dualist din...

Manişeizm`in temeli, Zerdüştçülüğün iyilik ve kötülük ilkesine dayanır. Evrende iki ilke egemendir; iyilik ışık ve ruhtur, kötülük de karanlık ve bedendir. Evren bir iyilik-kötülük karışımıdır, insanda bundan ötürü ruhtan ve bedenden yapılmıştır. Bedenin içine hapsedilip acı çeken ruhları kurtarmak gerekir. Amaç, iyilik-kötülük savaşının üstündeki birlikte ulaşmaktır. İnsanları bu birliğe bilim götürebilir, bilimse sevgiyle kazanılır. Sevgi, kötülüğü iyilik içinde eriterek insanları birliğe ulaştıracaktır. Bu amaca varabilmek için her türlü tutkudan ve yalancılıktan sakınarak yaşamak yeter.

Mani kendisini Adem`den Buda, Zerdüşt ve İsa`ya kadar uzanan bir peygamberler zincirinin son halkası olarak görüyordu. Ona göre doğru dinin geçmişteki vahiyleri, tek bir dilde tek bir halka seslendiği için etkili olamamıştı. Ayrıca manişeizme sonradan katılanlar, onun özgün hakikatini görememişlerdi. Oysa kendisi, bu öteki dinlerin yerini alacak evrensel bir dini yaymakla görevlendirilmişti.

Mani vahiyle gelen önceki bütün dinlerin, özellikle de Zerdüşt dininin, Budacığın ve Hıristiyanlığın içerdiği kısmi doğruları bütünlüğe kavuşturarak gerçek bir evrensel dünya kurmayı amaçlıyordu. Ama bu din, sıradan bir eklemeciliğin ötesinde, değişik kültürlere göre farklı biçimler alabilecek bir hakikati de dile getirmeliydi. Manişeizm, özünde bir tür gnostisizmdi. Öteki bütün gnostisizm türleri gibi manişeizmde bu dünyadaki yaşamın katlanılmaz ölçüde acı ve kötülükle dolu olduğunu öğretiyordu. İç aydınlanma ya da gnosis (içrek bilgi), Tanrı ile aynı doğayı paylaşan ruhun , kötülüklerle dolu madde dünyasına düştüğünü ve tin aracığıyla bundan kurtarılması gerektiğini gösteriyordu. Bu bilgi, kurtuluşa ulaşmanın tek yoluydu. Kişinin kendini bilmesi, geçmişte beden ve maddeyle karıştığı için bilgisizliğin ve öz bilinç yokluğunun kararttığı gerçek benliğini yeniden elde etmesi demekti. Kendini bilmek, ruhunun Tanrı ile aynı doğayı paylaştığını ve aşkın bir dünyadan geldiğini anlamaktı. Bilgi, insana, maddi evrende içinde bulunduğu düşkün koşullara karşın aşkın dünyadan kopmadığını, bu dünyaya ölümsüz ve içkin bağlarla bağlı olduğunu kavrama olanağını veriyordu.

Manişeizm insanlığın gerçek doğası, yazgısı, tanrı ve veren üzerine taşıdığı bilgileri karmaşık bir mitolojiyle sunar. Günahkar ruh kötülüklerle dolu maddeyle karışır ve sonunda tin aracılığıyla özgürlüğe kavuşur. Bu nedenle mitoloji üç aşamada gerçekleşir: tin ve madde, iyi ve kötü, ışık ve karanlık gibi temelden karşıt özlerin birbirinden ayrı olduğu ilk dönem; iki tözün birbirine karıştığı ve yaşadığımız çağa karşılık gelen ara dönem; başlangıçtaki ikiliğin yeniden kurulacağı gelecek dönem. İyi insanların ruhları, ölümle birlikte Cennet’e döner. Zina, çocuk yapma, mülk edinme, ürün yetiştirme, et yeme, şarap içme gibi bedensel şeylere kendini kaptıran kişinin ruhu ise yeni bedenlerde sürekli yeniden doğmaya mahkumdur.




MARBURG OKULU
Alm. Marburger Schule, Fr. ecole de Marbourg

Varlığı mantıksal bağıntıların bir örgütü olduğunu öne süren, gerçekliği kavramsal, matematiksel yolla kavrayan bir lojistik geliştiren Yeni Kantçı okul.

Bu okulun kurucusu H. Cohen, geliştiricileri P. Natorp ve E. Cassirer'dir. Bu akım özdekçilik ve doğalcılığın karşısında, bilgi eleştirisi ve bilim kuramı doğrultusundadır. Bu okulun ayrıca ahlak felsefesi, sanat felsefesi, dil, din, söylencebilim araştırmaları da vardır.




MARKSÇILIK
Alm. Marxismus, Fr. marxisme, İng. Marxism

Karl Marx ve Friedrich Engels'in geliştirdiği; "bilimsel toplumculuk" doğrultusundaki felsefe, toplum ve ekonomi öğretisi.

Marksçılar felsefelerini eytişimsel özdekçilik olarak adlandırırlar. Marksçılığın dayandığı temel, insanlığın tarihsel ve toplumsal gelişmesinin ekonomik güçler ve ilişkilerle belirlenmiş olduğu ve düşünce ile ilgili tinsel güçlerin de bunların bir yansıması olduğu görüşüdür. Ekonomik ilişkiler ve bununla ilgili tinsel biçimler ile kültür, altyapı ve üstyapı olarak bağlantı içindedirler, bir- birleriyle nedensel bir bağlılık içinde bulunurlar. Marksçılığın felsefe bakımından temel ilkesi şudur: İnsanın bilinci varlığını değil, tam tersine toplumsal varlığı bilincini belirler. Düşünce ve bilinç insan beyninin ürünleridir, insanın kendisi de bir doğa ürünüdür, çevresi içinde ve çevresi ile birlikte gelişir; insan toplumu da kültürü ile birlikte bir doğa parçasıdır; insan tarihi de neden-etki bağlantısı içinde ve eytişimsel bir biçimde gelişir. Evren olmuş bitmiş bir şey değil, ilerleyen bir süreçtir; eytişim de Marx'a göre, gerek dışdünyadaki, gerek insan düşüncesindeki genel devinim yasası -bu devinim özdeğin varoluş biçimidir- üzerindeki bilimdir.

Hegel'in karşıtlıklar içinde ilerleyen eytişimsel değişmesi Marx'da sınıfların savaşına çevrilmiştir. Sınıfların savaşı öğretisi de Darwin'in öğretisinde kendisine dayanak bulur. Doğadaki yaşama savaşını Marx insan toplumlarına da aktarmıştır. Bilimsel toplumculuk da sonunda bir doğa bilimi biçimine girer.




MATERYALİZM (Özdekçilik)
Evrendeki tek cevherin madde olduğunu ve bütün varlıkların maddeden türediğini öne süren görüş

Alm. Materialismus, Fr. materialisme, İng. mııterialism, es. t. Maddiye

Bütün evrenin, her varlığın ve olgunun, en temelde maddi özellik gösteren öğelerden oluştuğu, bunlarla ilgili açıklamaların da bu öğelere ve aralarındaki ilişkilere indirgenebileceği yolundaki görüş.


1- Her türlü gerçekliğin -yalnızca nesnel değil, ruhsal ve tinsel olan gerçekliğin de- özünü ve temelini özdekte gören, özdekten başka hiçbir tözün bulunmadığını öne süren dünya görüşü. //

Özdeği evrenin ilkesi yapan eski Yunan atomcularından Leukippos ve Demokritos'tan beri özdekçilik türlü biçimlerde ortaya çıkar. İngiltere'de 17. yüzyılda Hobbes, Fransa'da 18. yüzyılda Lamettrie ve Holbach, Almanya' da 19. yüzyılda Ludwig Büchner'le en yüksek düzeye ulaşmıştır.

2- (Ahlak felsefesinde) Yalnızca yararlı ve haz veren şeyleri erişilmeye değer sayan, içeriksel-özdeksel değerler dışında kendi başına var olan bağımsız bir değerler alanını kabul etmeyen dünya görüşü.

Maddecilik özellikle, dualist ve tinselci görüşler karşısında gelişmiştir. Bunların ilkinden daha çok tekçi özelliğiyle, ikincisinden ise idealizme karşı gerçekçi özelliğiyle ayrılır. Dualizmdeki apayrı ve birbirine indirgenemeyecek iki varlık görüşüne karşı maddecilik, varlığın en temelde tek bir biçimi olduğunu ileri sürer. Buna göre, düşünsel ya da zihinsel denen olgular ya maddi olguların karmaşık biçimleridir ya da varlıkların temellerindeki yapıya indirgenerek açıklanabilir. Tinselci ve idealist görüşler karşısında da maddecilik düşünsel ya da zihinsel olguların kendi başlarına var olmadıklarını, görünürdeki var oluşlarının ise onları olanaklı kılan maddi bir temel üzerinde açıklanabileceğini öne sürer. Ruh-beden ya da düşünce-madde ayrımının aldatıcı olduğunu bu iki varlık türünün gerçekte tek bir maddi temelin iki farklı görünüşü olduğunu savunur.

Maddecilik tarih ve toplum gibi insana ilişkin varlık alanlarının açıklanmasında bunlara bir “amaç”, “erek”, ya da “istek” atfetmek yerine, maddi bir temele dayanan anlamlı nedenlere başvurmayı öngörür. Bu yaklaşıma göre insanların toplum ve tarih içinde ürettikleri düşünsel içerikli olgular vardır, ama bunlar tek başlarına ne ortaya çıkabilirler, ne de bu alanlarda etkili olabilirler. Bunları hem ortaya çıkaran, hem de etkiliymiş gibi görünmelerini sağlayan maddi ve somut nedenler vardır. Bu nedenler, tarihsel ve toplumsal değişimlere yol açan asıl etkendir. Düşünsel içerikli olgular ancak bu asıl etkene başvurularak açıklanabilir.

Maddecilik psikoloji gibi bireylerin zihinsel süreçlerini inceleyen bilgi dallarında da örneğin duygu, düşünce, amaç koyma ve yönelmelerin nedenlerini, bunların temelinde yatan organik, fizyolojik maddi süreçlerde arar. Buna göre, insanın belirli bir düşünceye sahip olması , bedenindeki en yalın fizyolojik süreçlerden beynindeki elektromagnetik etkinliğe kadar bir dizi maddi etmenin sonucudur. Zihinsel süreçlerin temelinde yatan maddi süreçler yeterince anlaşılırsa, zihin de anlaşılmış olacaktır.

Batı felsefesinde maddecilik geleneğinin başlangıcı Sokrates öncesi filozoflardan Demokritos ve öğretmeni Leukippos’a dayandırılır. Atomculuğun da ilk biçimini ortaya atan bu filozoflara göre, bütün everen daha fazla bölünemeyecek, katı, tek başına var olan küçük parçalardan (atomlardan) oluşuyordu. Dünyadaki her olay, bu atomların birbirleriyle etkileşiminin yarattığı süreçlerden kaynaklanıyor, algı ve bilgi de bu parçacıkların insanların organları üzerindeki etkilerinden doğuyordu. Eski Yunan ve Latin sonrası dönemde, Hıristiyanlığın etkisiyle maddecilik hemen tümüyle bir yana atıldı.

Yeni çağda çeşitli bilimlerde ulaşılan somut sonuçlar, felsefede de maddeciliğin yeniden doğmasına yol açtı. 17. yüzyılda, İngiltere’de Thomas Hobbes ve Fransa’da Pierre Gassendi, eski atomculardan da esinlenerek, maddi temeller üzerine kurulu bir dünya görüşünü işlediler. Gassendi deneyimle elde edilen olguları açıklarken modern bilimlerin yöntemlerini kullandı. Hobbes ise duyumların beyinde oluşan maddi hareketler olduğunu ileri sürdü.

Materyalizm 19. yüzyılda doğa bilimlerindeki önemli gelişmeler sonucu yeniden güçlendi. Özellikle Darwin’in biyolojide yarattığı devrim, doğal düzene ilişkin görünürdeki kanıtların tümüyle nedensel nedenlere dayanarak açıklanabileceğini gösterdi.

20. yüzyılda modern fizikte görülen devrim niteliğindeki gelişmeler nedensel temellere dayalı yaklaşımları sarsarken, katı ve bölünmez maddi temel sayılan “atom” düşüncesinin de sorgulanmasına yol açtı. Bunun sonucunda maddecilik tartışması daha çok bilimsel yöntem ve uygulamalar açısından sürdü. Fizikteki gelişmeler nedeniyle madde kavramı gittikçe daha az açıklayıcı ve anlaşılır olmaya başladı.




MEKANİZM
Bütün olayları mekanik nedenlerle açıklama anlayışı...

Antikçağ Yunan düşüncesinde Abdera düşünürleri adıyla anılan, Leukippos ve Demokritos doğayı nicelik farklılaşmalarıyla oluşan bir nedensellik anlayışı içinde gördüler. Hava, su vb. gibi atom biçimlerini büyüklük ve küçüklükleriyle, eş deyişle nicelikleriyle birbirinden ayırıyor, farklılaştırıyorlardı. Onlara göre evren, sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe kadar birbirlerine çarpıp birbirlerini itmeyle devinen bir atomlar yığınıydı. Her şey, bu çarpma ve itmeyle gerçekleşen yer değiştirme devimi (mekanik devim)’nin zorunlu düzeni içindeydi. Yoktan varolma ve vardan yok olma diye bir şey yoktu, her şey bu çarpma ve itme devimiyle birleşen (doğum) ve ayrılan (ölüm) özdeksel atomlardan oluşuyordu, bu oluşma ilksiz ve sonsuzdu. Evren, aralıksız ve sürekli bir nedensellik zinciri içinde akıp gidiyordu. Ruh, bütün duyu algıları, bütün düşünme de özdeksel atomdan ibaretti. Atomlar pürüzlü, düz, köşeli, tekerlek, yuvarlak, eğri büğrü, kanca, çengel biçimindeydiler ve sayısızdılar. Bölünmez (atom) ve parçalanamazdılar. “atomlar sonsuz boşluk içinde birbirinden ayrılmış; biçim, büyüklük, duruş, sıralanış bakımından birbirinden farklı olarak boşlukta sürükleniyorlar, birbirleri üzerine gelerek çarpışıyorlar. Bir bölümü birbirinden uzağa atılırken bir başka bölümü biçimlerin , büyüklüklerin, duruş ve dizilişlerin simetrisine göre birbirleriyle örülüp kalıyorlar”dı. Abdera düşünürlerinin bu özdekçi atom öğretilerinde evren mekanik devim’le açıklanmaktadır. Bu mekanik devimli zorunlu olarak bir nedensellik zinciri meydana getirir, çarpan neden ve kendisine çarpılan sonuç’tur. (iten ve itilen). Bu nedensellik zinciri de zorunlu olarak bir aralıksızlığı , eş deyişle süreklilik’i gerektirir; kendisine çarpılan da bir başkasına da çarparak onun nedeni olacak ve bir sonuç meydana getirecektir, bu vuruşmalı devim araya hiçbir kesinti girmeksizin böylece sürüp gitmek zorundadır. Kısaca mekanizm , evreni bütün olguların bir nedensellik zinciriyle birbirlerine bağlı bulundukları, sürekli bir yer değiştirme devimiyle açıklama anlayışıdır. Buysa vereni bir makine düzeni içinde görmektir, doğa çarpma yasalarına göre işleyen bir makinedir. Devim özdeğim içerdiği bir güç değildir, ona dışardan verilir; bu yüzden de oluşma aşamaları birbirinin içinden çıkmaz, yan yana dizilir. Demek ki doğadaki bütün değişmeler diyalektik değil mekaniktir.

Bu mekanikçi açıklama, doğada özdekten başka hiçbir öğe tanımamasına rağmen, idealist bir açıklamadır. Mekanik hareketin sıraladığı neden-sonuç dizisi zorunlu olarak ilk ve son ereği gerektirir, buysa metafiziği gerektirmek demektir. nitekim mekanikçi özdekçilik, özdeği ilk devindiren dışsal gücün tanrı olduğunu ileri sürmüştür.
Mekanikçi Gerekircilik: her türlü nedeni mekanik nedene indirgeyen ve rastlantıyı nedensellik sayarak yadsıyan gerekircilik anlayışı... Bilimin temeli olan gerekircilik (determinizm) XVIII ve XIX yüzyıllarda fizikçi Newton’un mekaniğinden etkilenerek mekanikçi bir anlayışa yönelmiştir. Gerekirciliğe göre her olgunun bir nedeni vardır. Mekanikçi gerekirciliğe göreyse bu neden mekaniktir ve birbirinden bağımsız bir neden sonuç zinciri halinde sürekli olarak tekrarlanır. Aynı nedenler aynı sonuçları doğururlar, kendi nedeniyle belirlenen, sonuç da kendi nedeniyle aynılaşır ve kendisiyle aynı olan yeni bir sonuç meydana getirir. Bu demektir ki gelişme (evrim) ve sıçrama (devrim) olanaksızdır.

Mekaniğin temel yasaları olan dinamik yasalara göre belli bir durum belli ve zorunlu durumlar zincirini meydana getirir ve belli bir durum bilinince bu durumun meydana getireceği daha sonra ki durumlar bilinebilir. Bu temelden yola çıkan Laplace ki mekanikçi gerekirciliğe Laplace’çı gerekircilik de denir. Doğayı harekete getiren bütün güçleri ve doğayı teşkil eden bütün varlıkların birbirlerine karşı olan durumlarını belli bir anda bilebilecek ve bunları matematik formüllere bağlayabilecek bir öke tasarlar ve böyle bir öke olsaydı evrenin en büyük cisimlerinden en küçük cisimlerine kadar hepsinin hareketlerini matematik formüllerde kolaylıkla toplayabilir ve geleceği de geçmişi de gözlerimizin önüne serebilirdi” der. Laplace’in bu ökesinin Laplace’in cini adı verilir.




MEKANİKÇİ ÖZDEKÇİLİK
Doğal ve toplumsal olguların mekaniğin yasalarıyla açıklanabileceğini sana özdekçilik anlayışı.

Mekanikçi özdekçilik, evreni özdeksel bir temele oturtmak ve bunun da, mekanik yer değiştirme devimiyle ve makinelerde olduğu gibi zorunlu bir nedensellik içinde işlediğini ileri sürer; ve böylece düşünceyi sınırlandırır, bütün süreçleri, ve bütün devim biçimlerini mekanik devime indirgemekle organik özelliklerin ve toplumsal yasaların anlaşılmasına engel olur. Mekanik ve matematiğin evreni tümüyle bilmek için yeterli ilkeleri sunduğunu savunur.

Descartes evreni, kocaman bir makine olarak görür ve Hobbes canlı doğayla cansız doğayı bir ve aynı sayarak mekanik nedenlerle açıklar, ve tanrıyı bile “doğal nedenlerin en üstünü” sayarak doğalaştırır. Hobbes’a göre evrende her şey özdeksel, ruhsal, insansal, toplumsal her şey doğal ve bundan ötürü de özdeksel nedenlerle belirlenmiştir. Ruh,irade vb. gibi özdeksel olmayan tasarımlar boş ve temelsiz önyargılardır; evrene bütün olup bitenleri bu gibi tasarımlardan ve düşlerden kurtararak matematikte olduğu gibi zorunlu şemalara bağlamalıdır. Mekanik yasalara göre kurduğumuz işlettiğimiz bir makinenin artık nasıl işleyeceğini ve neler üreteceğini önceden bilebilirsek, öylece evrensel belirlenişin tek kaynağı olan özdeksel nedenleri de bilmekle bir makinede olduğu gibi önceden dilediğimiz yönü verebiliriz. İşte bu anlayış katıksız bir mekanikçi özdekçilik anlayışıdır.




METAFİZİK
Felsefenin en temel konularını, bu konuların felsefe içinde işlenmesi açısından ele alan bilgi dalı. Tek tek ve farklı biçimlerde varolan nesnelerden ayrı, genel ve bir bütün olarak varlığın ya da varolmanın ne olduğunu araştırır. Metafizik terimi felsefe tarihi boyunca bir yandan en üst felsefe disiplini olarak olumlu, bir yandan da boş ve anlamsız önermeler içeren bir alan olarak olumsuz anlamda kullanılmıştır.

Metafizik deyimini ilkin i.ö. 1. yüzyılda Andronikos kullanmış ve Aristoteles’in ders kitaplarını sıralarken doğa bilgisi derslerinden sonra gelen on dört kitabına Meta ta Phusika ( doğa bilimlerini kapsayan kitaplardan sonra gelen kitaplar) adını vermişti. Nitekim bu kitaplarına Aristoteles de duyularla kavranan bilgi (fizik)’in üstünde saydığı usla kavranan bilgiyi kapsadıklarından ötürü ilk felsefe adını vermiş bulunuyordu. Aristoteles için bu felsefenin ilk’liği, bütün bilimler için gerekli ilkeleri incelemesinden ve saptamaya çalışmasındandı. Böylece metafizik, ilk kullanımında fiziğin üstünde, ötesinde ya da dışında sayılan düşünce ile ilgili, düşünsel bir anlam taşımaktadır. İşte bu anlam, giderek onu idealizm ve ruhçuluk ile kaynaştırmış ve gerici bir dünya görüşü oluşturmuştur.

Metafizikle bilinçli biçimde ilk uğraşan ilk filozoflar Eski Yunan düşünürleridir. İlk kez bu düşünürlerin ele aldığı temel metafizik sorun, zihin tarafından bilgi nesnesi edinilebilen, ama gerçek dünyada bulunmayan şeylerin (soyut düşüncelerin, örneğin sayıların), genel olarak biçimlerin varlığı ve niteliğidir. Eski Yunan felsefesi algılanabilir gerçek dünya ile düşünülen zihinsel bir idea dünyasını ayırt etmiş, daha sonra metafizik ile ilgilenen felsefeciler de soyutlamalar ile tözler arasındaki ilişkiler üzerinde durmuşlar, bunların ikisinin de mi gerçek olduğu, yoksa birinin ötekinden daha mı çok gerçeklik taşıdığı sorununu tartışmışlardır. Dolayısıyla doğa, zaman ve uzam, Tanrı’nın varlığı ve nitelikleri gibi sorunları biçim ile idea arasındaki ilişkiyi kavrama çabasıyla irdelemişlerdir.

Felsefe tarihinin ilk metafizikçileri Parmenides ve Platon’du. Sonraki yüzyıllarda metafiziğin en önemli konularından biri olarak görünen dünya ile gerçek dünya ayrımı ilk kez bu düşünürlerce dile getirildi. Platon, sürekli değişen duyulur dünyanın geçici nesnelerinin karşısına, değişmeyen, duyulara verilmeyen, düşünce yoluyla ulaşılabilir bir dünya yerleştirdi. Aristoteles bunu farklı bir biçimde yorumladı. Ona göre madde her zaman kendi en üst biçimine doğru sürekli bir devinim içindeydi. Dolayısıyla Aristoteles için maddi dünya organik değişim içindeki bir süreklilikti.

Hıristiyanlığın gelişmesiyle, ortaçağda dinsel etki alanına giren metafiziğin ana sorunu Tanrı’ydı. Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için çeşitli usavurmalar geliştirilirken, Tanrı ile dünya arasındaki ilişkiler (yaratılış, zamanın başlangıcı, Tanrı’nın dünya içinde varlığı vb.) metafiziğin başlıca konuları oldu. Böylece ortaçağda metafizik tanrıbilim ile eş sayıldı. Ortaçağ egemenliği tümüyle Hıristiyan kilisesinin elindedir. Hıristiyan kilisesine göre dinsel dogmaların dışında hiçbir bilim yoktur, tek gerçek dinsel dogmalardır. Birçok aydın düşünceleri kapsadığı halde tanrıbilim ile eş sayılan metafiziğin ortaçağda Hıristiyan kilisesi tarafından kullanılmasıyla ortaçağa karanlık çağ adı verilmiştir.

16. yüzyıldan sonra metafizik deyimi, ontoloji anlamında kullanıldı. Ne var ki bu varlık, “duylarla kavranılan dışındaki varlık” ve “görünüşlerin ardındaki kendilik” olarak ele alınıyordu. Hegel’e gelinceye kadar bu çağın metafiziği de, ortaçağın metafiziği gibi, bilimsel temelden yoksun kurgul görüşler ve varlığın duyularla algılanamayan kendiliği üstüne varsayılan yapıntılar olarak sürüp gitmiştir. Hegel metafizik terimine diyalektik karşıtı anlamını vermiştir.

Metafizik deyimi, ruhçuluk temelinde birleşen şu anlamları kapsar: duyularla kavranılanların dışındaki varlıkların bilgisi, kendiliğinde şey’in bilgisi, doğanın ardında gizlenen ve ona imkan veren varlık bilgisi, mutlak bilgisi, ussal bilgi, madde olmayanın bilgisi, son erek bilgisi, doğasal ve biçimsel olmayanın bilgisi, dogmacı bilgi, varlık yasalarını bulmak için düşünen benliğin bilgisi.

Rene Descartes, bütün varlığı temelde, yer kaplayan madde ile düşünen zihin olarak iki bağımsız alana ayırdı. Bu kavrayış içinde Tanrı’nın konumu yalnızca, yalnızca maddeyi yaratmış bir ilk neden olmakla sınırlıydı; ilk yaratılıştan sonra her iki dünya da kendi yasalarıyla işliyor, aralarındaki ilişki de insanın ruhu ile bedeni arasındaki ilişki aracılığıyla kuruluyordu.



MİMEMİS
Taklit; benzetme, örnek alınan şeyi yeniden yapma. Kimi düşünürler sanatı, nesnelerin bir taklidi (mimemis), bir benzetmesi olarak görürler.




MONAD
Leibniz’in felsefesinde, sonul gerçekliği oluşturan , sonsuz küçüklükte ruhsal-maddi varlıklara verilen ad. Leibniz bu terimi felsefenin temel kavramı olarak kullanmıştır. Her monad bilinçlilik derecesine göre, öteki monadlardan farklılaşan tek, yok edilemez, dinamik bir tözdür. Monadlar arası gerçek bir nedensellik ilişkisi yoktur, ama her biri kendi içinde bir değişme ilkesini barındırır. Yaratılış sırasında Tanrı’nın kurduğu düzende bütün monadlar birbirleriyle eş zamanlı olarak ayarlanmıştır. Bu yüzden de her monad öteki monadlardan etkilenmediği halde değişen gerçekliğin tümünü olduğu gibi yansıtır. Böylece farklılıklar dünyasına birlik egemen olur.

Bu terim ilkin antikçağ Pitagorasçılarınca kullanılmıştır. Pitagorasçılara göre monad, ruhla özdeği aynı zamanda içeren, evrensel matematik bir birimdir ve “1” sayısıdır. Sonra Platon’un ideaları için kullandığı bu deyim Yeniplatoncuların dilinde tanrıyı dile getirmiştir.
Monotheizm : Tanrının dünyadan ayrı ve tek olduğuna inanma. En büyük tektanrıcı sistemler Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam olmakla birlikte pek çok dinde tektanrıcı öğelere rastlanır.

Tek tanrıcılığa dayalı bu üç dinde tanrı, birlik ve yalınlık(ezeli varlık olarak tanrı) özelliklerini taşır. Ayrıca sadakatin ve güvenirliğin ifadesidir. Panteizm’deki tanrı anlayışından farklı olarak tektanrılıktaki tanrının kendi kişiselliği vardır. Kendi iradesiyle hem doğal hem de tinsel dünyalar yaratmıştır. Tanrı aynı zamanda en yüksek iyiliğin kaynağıdır.

İbranice kutsal metinler, İsrailoğullarının öbür tanrıların varlığını yadsımaksızın bir tanrıya tapmış olduğunu gösterir. Hıristiyanlık’ta ise üçlü baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi vardır. Bunlar bu iki dini tektanrıcılıktan uzaklaştırmaktadır. Tektanrıcılık Hıristiyanlıkta ve Yahudilikte İslam’da olduğu kadar vurgulanmaz. İslam inancına göre Allah birdir, varlığının başlangıcı ve sonu yoktur, yaratılmış şeylerin hiç birine benzemez.




MORALİTE (ahlaklılık)
Bir insanın iyi ve kötü açısından davranış biçimleri ve ahlaki düşünüşü. Ahlaki kurallar ile uyum içinde Mutçuluk

Alm. Eudömonismus, Fr. eudrimonisme, Ing. eudaemonism, Yun. eudaimonismos, es. t. istisadiye

Yaşamın anlamını mutlulukta bulan, insan eylemlerinin son ereği olarak mutluluğu gören ahlak öğretisi.

Mutluluk kavramına verilen anlama göre mutçuluk öğretileri türlere ayrılır:

a. Hazcılık: Duyusal hazlara bağlanan mutçuluk.

b. Bireysel mutçuluk: Tek kişinin mutluluğuna bağlanan mutçuluk.

c. Toplumsal mutçuluk: Toplumun mutluluğunu, iyiliğini erek olarak alan mutçuluk. Bu sonuncusu "Olabildiğince çok insanın olabildiğince çok mutlu olması." düşüncesiyle kesin formülünü bulur ve yarar açısından ele alınarak yararcılığa varır.



Son düzenleyen GusinapsE; 9 Temmuz 2006 19:15

Benzer Konular

21 Temmuz 2014 / Misafir Felsefe
20 Kasım 2013 / Ziyaretçi Soru-Cevap
24 Kasım 2008 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Haziran 2009 / careless_WhispeR X-Sözlük
4 Mart 2011 / Misafir Taslak Konular