Arama

Felsefe Nedir? - Sayfa 5

Güncelleme: 7 Mart 2020 Gösterim: 73.447 Cevap: 56
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
9 Temmuz 2006       Mesaj #41
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
N

Sponsorlu Bağlantılar
NEDEN
Bir olayı meydana getiren etken.

Neden kavramını ilk olarak öznel nedenler ve nesnel nedenler olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Nesnel nedenler, insanın bilinç ve iradesinden bağımsız olarak etken olan nedenlerdir. Örneğin yoksul bir köylünün bilgisiz kalmasının nedeni böylesine nesneldir, onun bilinç ve iradesinin dışındaki yaşam koşullarından doğmaktadır. Öznel nedenlerse nesnel nedenlerin insan bilincindeki yansımasına dayanan insansal faaliyetlerdir. Örneğin bireyin şu ya da bu siyasayı izlemesinin nedeni böylesine özneldir,onun bilinç ve iradesine bağlıdır. İkinci olarak temel nedenler ile temel olmayan nedenler diye ikiye ayrılabilir.bir etkinin zorunlu ve öznel niteliklerini temel nedenler rastlantısal niteliklerini temel olmayan nitelikler gerçekleştirebilirler. Örneğin bir uçağın uçuşundan da temel neden uçağın motorudur, temel olmayan neden pervanelerdeki bir bozukluktur. Üçüncü olarak ise dış nedenler ve iç nedenlerdir. Bir nesne ya da olaya başka neden ve olaylarca yapılan etkiler dış nedenler bir nesne ya da olayın geliştirici iç çelişkileri iç nedenlerdir. Örneğin ısı bir yumurtanın civcivleşmesi için dış neden, tohumsa, iç nedendir. Dış ve iç nedenler birbirleriyle bağımlıdır. Birinin etkileyebilmesi öbürünün varlığına bağlıdır ve biri öbürüne dönüşebilir.
Nesnel İdealizm: İnsandan bağımsız saltık bir düşüncenin ya da ruhsal ilkenin varlığını ve önceliğini ileri süren idealizm anlayışı. Nesnel idealizm nesnel gerçekliği bireysel bilinçten üstün olarak tasarımladıkları genel bir bilince, indirger. Bu anlamıyla varlığın kaynağını insansal ruha indirgeyen ve maddeyi düşüncenin ürünü sayan nesnel idealizmin karşılığında kullanılır.

Nesnel idealizmin savunucuları sonlu dünyayı tek gerçek olan zihnin bir yansıması sayarlar, gelip geçici olan sınırlı varlık, bağımlı olduğu sonsuz ve sınırsız bir varlığı gerekli kılar. Hakikat, dış düşünceler ve dış gerçeklikler arasında bir bağlantı değil yalnızca düşünceler arasında bir uyum ilişkisidir.

Nesnel idealizm; dinsel nitelikli öğretilerden daha soyut bir görünüşe bürünür, gerçek dışı ve bilim dışı olmakla beraber, açıkça tanrılık varsayımın dile getirmeden evrenin temelinde ruhsal bir özün evrenden önceliğini ileri süren metafizik bir anlayıştır.
Nicelik: Nesnenin ölçme konusu olan yanı...Nicelikle nitelik bağımlıdırlar, birbirlerine dönüşürler, ayrıştırılamazlar. Sadece nicel ya da sadece nitel olan hiçbir şey yoktur. Soyut kavramlar bile bu bağlantıdan koparılamazlar.

Her nesne ve olay, belli bir nitelik ile belli bir niceliğin birleşimidir.Bu birleşimin bozulması o nesne ya da olayı başka bir olaya ya da nesneye dönüştürür. Bir şeyin neyse öyle kalması için niteliksel yanının niceliksel yanıyla belli bir oranda birleşmiş, dengeye girmiş olması gerekir. Denge bozulursa o nesne başka bir nesne olur. Fakat bir nesnenin nitelik değiştirmesi için az da olsa bir nicelik değişimi gereklidir. “Nicelik değişimi olmaksızın nitelik değişmesi mümkün değildir.”Nicelikle niteliğin bağımlı birliğinde temel olan niteliktir, çünkü bir nesne ya da olayın az ya da çok sürekli bir biçimi vardır ve niceliksel olarak değişirken bu niteliksel varlık biçimini belli bir sınıra kadar sürdürür. Niteliğin değişmesi için niceliğin değişmesi zorunludur. , ama her nicelik değişimi nitelik değişimini gerektirmez. Örneğin 1-99 ısı dereceleri arasında su niteliğinde olan iki hidrojenle, bir oksijen, 0 derecede buz niteliğinde ve 100 derecede de gaz niteliğindedir. Her nitelik değişimi yeni nicelik değişimlerine yol açar




NİHİLİZM
Nihilizm siyasal açıdan her türlü siyasal düzeni yadsıyan görüşleri dile getirdiği gibi törebilimsel açıdan her türlü törebilim kurallarını ve değerlerini yadsıyan görüşleri ve bilgi bilimsel açıdan her türlü bilgiyi ve bilgilenme olanağını yadsıyan görüşleri dile getirir.

Nihilizm temelde estatizmin bütün biçimlerini yadsır, yararcılığı ve bilimsel usçuluğu savunur. Toplumsal bilimleri ve klasik felsefe sistemlerini bütünüyle reddeder. Yalın olgucu ve maddeci bir tutumla yerleşik toplumsal düzene baş kaldırmayı temsil eder, devlet, kilise, ya da aile otoritesine karşı çıkar. Yalnızca bilimsel doğruları temel alır, ancak bilimin toplumsal sorunlarının üstesinden gelebileceğini ve bütün kötülüklerin cehaletten kaynaklandığını kabul eder.

Nihilist düşünce Ludwig Feverbach, Charles Darwin, Henry Buckle ve Herbert Spencer gibi düşünürlerin etkisinde kalmıştır. İnsanın beden ve ruhtan oluşan dualist bir yapısı olduğunu reddettiği için kilisenin şiddetli tepkisine yol açmıştır.



NİTELİK
Nesnenin algılama konusu olan yanı “Nitelikler” nesne ve algıları neyseler o yapar, başka nesnelerden ve olaylardan ayırır, onları sınırsızca ve sonsuzca çeşitlendirir. Her nesnenin niteliksel yanı yanında niceliksel tarafı da vardır. Bu iki unsur birbirine bağlıdır. Bir nesnenin sadece nicel ya da nitel yani olamaz. İkisi birbirine bağlıdır.

Nicelik özdeş olan nesne ve olaylar arasında, nitelik ise özdeş olmayan nesne ve olaylar arasında söz konusudur.

Felsefe nitelik kavramı konuşma dilindeki gibi bir anlam taşımaz. Felsefede nitelik kavramı; yokluğu o nesne ya da olayı neyse o olmaktan çıkaracak olan, nesne yada olayın bütünsel öz yapısını dile getirir. Nicelik değişikliği bir nesne ya da olayı belli bir sınıra kadar kendisi olmaktan çıkarmaz. Bir elma dilimlere bölünse de yine elmadır. Ama niteliksel değişme bir nesne ya da olayı kendisi olmaktan çıkarır. Bir elmayı yüksek derecede kaynatıp eritilirse elma olmaktan çıkar. Niceliksel değişme belli bir sınırda niteliksel değişmeyi gerektirir.



NOMİNALİZM
Genel kavramları gerçek saymayıp birer addan ibaret bulan öğreti... Nominalizme göre genel kavramlar(tümeller), bir takım seslerden başka bir şey değildirler, bunlar insanların düşünce biçimlerine yakıştırdıkları birer addır ve hiçbir gerçeklikleri yoktur.

XI. yy da Compregne papazı Rascelin tarafından ortaya atılan bu düşünce kiliseyi büyük bir ölçüde etkiledi. Çünkü bütün dinler temel kavramlar üzerine kuruluydu ve bu düşünce böylece dini gerçek saymıyordu. Bu yüzden orta çağ boyunca nominalizmi savunan kişiler ve buna karşın genel kavramlarının gerçek olduğunu savunan “gerçekçiler”arasında kavgalar, tartışmalar olmuştur.

Platoncu ve Aristotelesçi gerçekçiliğin bağnaz dinsel inançlarla bir arada düşünüldüğü orta çağda nominalizm dinsel sapkınlık olarak nitelendirildi. Ama dinsel sonuçlar bir yana, nominalizm, Platoncu gerçekçiliği düşünmenin ve genel terimler kullanarak konuşmanın ön gerçeği olduğu savını reddeder. Öte yandan Aristotelesçi gerçeklik kabul edilmiyor gibi görünse de Thomas Hobbes gibi ılımlı düşünürler tikeller arasında bazı benzerlikler olabileceğini ve bunları tanıtlamak için genel bir sözcüğün kullanılacağını yoksa konuşma ve düşünmenin olanaksız olduğunu ileri sürerler

Adcılık her ne kadar düşünmeyi ve konuşmayı zihinsel imgeler ya da dinsel terimler gibi simgelerle açıklıyorsa da düşüncenin simgelerin doğru kullanımının ötesinde kalan yanı adcılığı bir tür kavramcılığa yöneltir. Bu nedenle kavramcılık arasındaki fark açık seçik belli olmaz

O-Ö
--------------------------------------------------------------------------------

OLAYBİLİM = FENOMENOLOJİ
(Os. Mebhasi şüûn, İlmi tetkik ve tavsifi hâdisât; Fr. Phénoménologie, Al. Phenomenologie, İng. Phenomenology, İt. Fenomenologia) Olayların ideal varlığını inceleme ve betimleme yöntemi... Olay (Fr. Phénoméne) ve bilim (Fr. Logie) sözcüklerinden yapılmış olan olaybilim (Fenomenoloji) deyimi Lambert, Kant, Hegel, Hamilton, Hartmann taraflarından çeşitli anlamlarda kullanılmış ve Alman düşiinürü Edmund Husserl (1859-1938) tarafından öznel idealist felsefe yönteminin adı olarak ileri sürülmüştür. Deyimin günümüzdeki yaygın anlamı, ona Husserl'in verdiği anlamdır.

Husserl, bu yöntemiyle, nesnelerin ideal yapılarını betimleyerek felsefeyi bir bilimler bilimi'ne dönüştüreceğini savunmuştur. Kant'ın ve onun temelleri üstünde yükselen Auguste Comte olguculuğunun bir anlamda yasakladıklan felsefe, Husserl'e göre böylelikle yeniden ve en yetkin biçimde kurulmuş olacaktır. Husserl, bu anlayışııda, Platon idealizmiyle Leibniz ve Brentano öğretilerine dayanmaktadır. Ona göre gerçek, Platon'un da ileri sürdüğü gibi, saltık olmalıdır. Eşdeyişle her nesnenin, bizim ona verdiğimiz anlamın ve yakıştırdığımız özeiliklerin dışında, kendine özgü ve kendinde olan, her zamanda geçerli ve değişmez bir yapısı vardır. Nesne, insanların değil, insanların dışında öncesiz ve sonrasız bir nesneler dünyasının varlığıdır. Fiziğin ürünü olmadığı gibi metafiziğin ürünü de değildir. Kendi saltık ideal yapısı içindedir. Gerçek, böylesine ideal bir yapı taşıyanın niteliğidir. Görüldüğü gibi bu sav, tümüyle Platoncu bir savdır. Böyle bir savdan yola çıktığı halde Husserl, fenomenoloji yönteminde, gene de nesneleri, kendilerine yönelttiği bireysel insan bilincinin aynasında seyredecek ve kendi savıyla çelişkiye düşerek betimlemeye çalışacaktır.

Husserl'e göre felsefe, nesnelere yöneltilmiş bilinç yoluyla nesnelerin özünü kavramak ve betimlemek bilimidir. Demek ki öznesiz nesne ne kavranabilecek ne de betimlenebilecektir. Dönüp dolaşıp Berkeley öznelciliğine gelmek metafizik düşüncenin zorunlu sonucudur, Husserl de bu zorunlu sonuçtan kaçınamamaktadır.

Husserl, saltık gerçek saydığı Platon'un saf öz'lerine ulaşabilmek için özetle şöyle demektedir: Kendime bakıyorum. Çeşitli bilgilerle doluyum. Bu bilgilerden öte çeşitli sanılarım da var. Bilgilerimle sanılarımın gerektirdiği davranışlarla yaşıyorum. Bilgiler, sanılar, davranışlar ortasında kendimi yitirmişim. Bilgilerimin, sanılarımın, davranışlarımın dışında acaba ben neyim? Özümün saf bilgisine —yani saltık gerçeğe, Platon'un deyişiyie saf öze— varabilmek için bütün bilgilerimi, sanılarımı, davranışlarımı unutmam gerekir. Kendimi araştırırken bende ve çevremde dünyalı olarak ne varsa bir çantaya koyup ortadan kaldıracağım. Bütün verilmişlerden soyunacağım. Böylece, hiç bir kuşkuya kapılmaksızın saltık olarak var diyebileceğim biricik varlığı, ben'imi inceleyip betimleyebileceğim.

Bu, bir ruhbilimsel araştırma değildir. Çünkü ruhbilim beni bilgilerim, sanılarım, davranışlarımla birlikte ele alır. Bense bütün bunlardan ******yor, sadece bir görünen (fenomen) olarak kalıyorum. O halde yapacağım bu inceleme, fenomenolojik bir incelemedir. Kendimi, sadece bir fenomen olarak inceleyeceğim ve betimleyeceğim. Kendimdeki ve çevremdeki bütün dünyalıları —eşdeyişle bilgileri, sanıları, davranışları— bir çantaya koyup ortadan kaldırınca (Husserl buna parantez içine almak diyor) ortada saltık bir ben (Absolut Ego) kalıyorum. Kendimden başka hiç bir şeyin bilincine varamam. Evreni kavramak için önce kendimi kavramalıyım. Kaldı ki kendimden başka hiç bir şeyi kavrayacak durumda da değilim (Buradaki öncelik Husserl'e göre bir zaman önceliği değil, bir düşünce düzeni önceliğidir, çünkü zaman da paranteze alınmıştır). Kendimi kavramam için bir bilinç eylemi gerçekleştirmeliyim. Ben'im için kendini belli eden tek şey vücudum'dur. Vücudum, bütün nesneler içinde biricik nesnedir. Vücudum ne türlü bir nesnedir? Dıştan bakıyorum, gördüğüm bir cisimdir. İçten bakıyorum, gördüğüm bir organdır, cisimden bambaşka bir şey olan canlı bir organizmadır. Demek ki vücudum, hem cansız bir cisim hem de canlı bir organizmadır. Başka türlü bir deyişle canlı organizmam cansız cisimli bir şeydir.

Bu bir ikilik değil, bir tekliktir. Organizmalıkla cisimlilik vücudunda birlikte vardır. Ben, vücutlu-ruhlu bir bütünüm. Ne vücudumu ruhumdan, ne de ruhumu vücudumdan atamam. İkisini de bir birliktelik içinde taşımak zorundayım, çünkü ben ancak böylelikle ben' im. Ben, somut psiko-fizik bir bütünüm. Bir cisim, eşdeyişle bir madde olan vücudumun aynı zamanda bir algı organı olması, vücudumun kendi kendime verilişini açıklamaktadır. Başkalarını algıladığım gibi kendikendimi de algılamaktayım. Sol elim özne olur, sağ el nesnemi algılar; sonra sağ elim özne olur, sol el nesnemi algılar. Vücudum bana çift olarak verilmiştir. Vücudum, sadece bir algı organı değil, aynı zamanda bir irade organıdır. Onu keyfimce —eşdeyişle irademe göre ve özgürce— kullanırım. Ben'imi, vücudumun içinde bir buyuran varlık olarak yaşarım. Her şeyi vücudumla denerim, evrene vücudumla açılırım Maddi ruhlu vücudum ölçümdür. Bütün dünyalılar —eşdeyişle bilgiler, sanılar, davranışlar— onunla anlam kazanırlar. Uzak ona göre, yakın ona göre, sağ ona göre, sol ona göre, ötesi ona göre, berisi ona göredir. Bana verilen her şey vücudumla verilir, daha doğrusu her şeyle birlikte bana vücudum da verilir. Başka'yı bilebilmek için, ben'i bilmek zorundayım (Husserl böylelikle bütün nesneleri ve tümelleri insan bilincine bağlamakta, bireysel insan bilinciyle özdeşleştirmektedir). Kendi ben (Ego, fenomenoloji zorunlu olarak bir egolojidir)'imden başkasının beni (Alter Ego)'ne nasıl geçebilirim? Başka ben, bana diranebilen bir bendir. Başkasının vücudunun, ancak kendi vücudumla anlam kazanabileceğini öğrenmiş bulunuyorum. Başkasını, ancak kendi vücuduma dayanarak algılayabilirim (Husserl buna anlam aktarması diyor.

Ona göre bilgi, nesneye yönelen öznenin bilincidir). Ama başkasının vücudunu kendi vücudum olarak değil, başkasının vücudu olarak algılamalıyım. İkisi arasındaki benzerlik'ten ötürü kendi vücudumdan aldığım vücut anlamını başkasının vücuduna aktarırım. Başka vücudun, benim için başkasının vücudu olarak varolabilmesi, kendi vücudumun örneklik etmesiyle mümkündür. Kendi vücuduma bakarak başka vücudun ne olduğunu bilebilirim. İlk kurduğum vücut kendi vücudum olduğuna göre başkasının vücudunu kendi vücudumdan yapacağım bir aktarma ve çağrışımla kurarım. Bu çağırışım, nesnelerden birinin kayarak öbürünün anlamıyla birleşmesidir. Bilgilerimin, sanılarımın, davranışlarımın tümünü paranteze alıp ortadan kaldırmışım. Görünen (fenomen)'den başka hiç bir bilgim, bilgim olmayınca hatırlamam da yoktur. Dünyalı olarak hiç bir aracıdan yararlanmıyorum. Fenomenolojik tasarımlarımı düşünsel bir soyutlamayla elde ediyorum (Husserl'e göre düşünme, ruhbilimsel bir akt değil, düşüncenin zamandan ve mekandan soyutlanmış içeriğidir). Yaşadığım dünyalı daha iyi kavramak ve yeniden kurmak için, fenomenolojik yöntemle çalıştığım sürece, yaşadığım dünyadan isteğimle vazgeçmişim. Çalışmam, demek ki. dünya-dışı bir çalışmadır. Elde ettiğim tasarımları da bu açıdan değerlendirmek zorundayım; yani onlara hiç bir bilgi, sanı, davranış katamam. Elde ettiğim fenomenler dünyalı fenomenler değildir, örneğin vücut derken sözünü ettiğim fizyolojik bir vücut değil, sadece cisimli-ruhlu saltık bir bütündür. Kendi vücudumdan aldığım bir anlam aktarmasıyla başkasının vücudunu kuruyorum. Şimdi iş, başkasının vücudundan başkasının beni'ne geçmektir. Başka ben'i, ilkin, vücudumun algısına dayanarak bir cisim olarak buluyorum. Onu denemeye başlayabilirim. Denemelerim sırasında bu cisme ait olan bir ben görüyorum. Sadece bir kanadını gördüğüm kapının görmediğim kanadını nasıl algılayabilirsem, vücudunu gördüğüm başkasının benini de öylece algılayabiliyorum.

Bu, bir varsayım, bir tahmin, bir sezgi değildir; doğrudan doğruya bir algıdır. Vücut, ruhlu bir cisimdir; ruh vücutta kendini verir. Bu verilişi, kendi vücudumda nasıl yaşamışsam, başkasının vücudunda da öylece yaşarim. Başkasının benini alagılayışım, elbette orjinal bir algılama değildir; başkasının benini dolaylı olarak, onun vücudu dolayısıyla algılamaktayım. Bu algılayış, başkasının vücudunu denemekle gerçekleştirilmiştir (Husserl bu denemeye fenomenolojik einfühlung diyor). Başkasının benini, böylece, kendi benim gibi yaşamaya başlıyorum. Kendi benimi hiç bir kuşkuya kapılmadan nasıl biliyorsam, başkasının benini de öylece bilmekteyim. Bu bilgi, bana tek başıma yaşamadığımı öğretmektedir. Ben, ego'sunun içinde kapanmış biricik ben değilmişim, fenomenolojik egonun uçsuz bucaksız alanında başka benlerle birlikteymişim. Fenomenolojik anlamda başkası benim için öylesine temel bir varlık olmuştur ki artık onu kendi ben'imden ayıramam. Artık biliyorum ki kendi ben'imin içinde bir yabancı yaşamaktadır, içimde başkaları var, bende başkaları var. Demek ki ben onlarla birlikte ben'im. Şimdi, kendimi de daha bir aydınlık görüyorum. Kendimden başkasına gittim, başkasından da kendime geldim. Artık biliyorum ki ben-insan, ancak başka-insan'larla birlikte vardır. Varlığımı başkasına borçluyum. Kendimi aydınlık olarak kavrayabilmem için başkalarıyla birlikte olmam gerekiyormuş. Öyleyse dünya, benim için değil, bizim içindir (Husserl'in fenomenolojisi, böylece, egolojiden yola çıkarak sosyolojiye varmaktadır).

Bu sonuç, beni, evrensel bir birliktelik içinde bulunan insan-kültür-toplum-tarih dünyasını algılamaya götürüyor (Husserl buna geist dünyası demektedir). Ben, işte böylesine bir dünyada yaşamaktayım. İnsanın çevresi, tek başına yaşayabileceği bir çevre değil. Bu çevreyi çevre eden başkalarıdır. Bu çevre, insanın başkalarıyla birlikte paylaştığı, ancak hakkı olan kendi payını alabileceği bir çevredir. Bu çevrede benim tek başına yapabileceğim hiç bir şey yoktur. Ne yapabilirsem, başkalarıyla birlikte yapabilirim. Kendi ürünümde bile kendimi başkalarıyla birleştirmek zorundaşım. Çünkü kendi ürünümde bile zorunlu olarak başkaları var. Ben, insan olarak, özel bir varlık ortamında yer almışım. Bu ortamda yer almak zorundaydım. Bu zorunluk, tarihsellik'tir. Başkalarının beni zorunlu olarak getirip bıraktıkları noktada zorunlu olarak bulunurum. Konuştuğum dil, onlarındır; yediğim yemek, onlarındır; bağlı olduğu gelenek, onlarındır. Varlığım, bu sayısız başkalıkların içinde kımıldamaktadır. Kendimi denemem bana başkasını, başkasını deneme bana dünyayı, dünyayı denemem bana evreni, evreni denemem bana çok daha aydınlık olarak kendimi vermiştir. Evren, dünya, başkaları ve ben birbirimizi denemekle aydınlanabiliriz.

Husserl, böylece, fenomenolojik yöntemle inceleyip betimleyerek fenomenolojik bir felsefeye varmaktadır. Bu felsefe, önsel idealist bir felsefedir. Bu yöntemin ve felsefenin metafizik alanda yankıları ve etkileri pek geniş olmuştur. Varoluşçuluk felsefesi bütünüyle bu temel üstüne kurulmuş bulunmaktadır. Varlıkbilim ve yeni-gerçekçilik akımları geniş çapta onun etkisi altındadır. Metafizik alan, nesneyi öznel bilince indirgeyip yeniden yarattığı savını ileri süren bu yöntem ve felsefeden yararlanmaktadır. Husserl fenomenolojisinin bütün idealist ve usaaykırı sonuçları, çağdaş burjuva felsefesinin başlıca dayanaklarıdır. Husserl fenomenolojisi, gerçeğin nesnelliğini yadsıyıp öznelliğine de karşı çıkarak üçüncü bir yol aramak isteyen ve sonunda zorunlu olarak —çünkü üçüncü yol yoktur— öznelliğe düşen felsefelerin ortak yanılgısını taşır.




OLGU
Gerçekleşmiş olan her şey... Olam ve olay birer olgu’dur. Olgu deyimi bu iki yakın anlamlı deyimden daha geniş kapsamlıdır ve ikisini de içerir. Olam zaman ve yer özellikleriyle ele alınan olgu, olay zaman ve yer özelliklerinden sıyrılmış olgudur. Olmuş olan her şey olgu’dur; bundan ötürü de olgu deyimi olası, olanaklı ve düşünsel, tasarımsal deyimleriyle karşıt anlamlıdır. Çünkü bu deyimler henüz gerçekleşmemiş olanı dile getirirler; gerçekleşmeleri muhtemeldir, mümkündür ya da gerçekleştirilmeleri düşünülmektedir, tasarımlanmaktadır ama henüz olmamış’lardır ve bundan ötürü de olgu değillerdir. Cladue Bernard “deneyimsel düşünceye yol gösterecek ve aynı zamanda onu denetleyecek tek gerçek olgulardır” der. Olay deneyim konusu olan olgu’ dur, ama onun deneyimini olgu denetler; çünkü olgu betimleyici ve somut, olay’sa çözümsel ve soyuttur. Olay deney konusu, olgu ise deney sonucudur. Örneğin savaş, gerçekleşmiş olarak olgu , soyut olarak olay , belli bir yer ve zamanda geçmiş olarak olam’dır. Auguste Comte ve olgucu izleyicileri (pozitivistler) bizim algı dediğimize olgu derler. Onlara göre sadece duyumlarımız ve algılarımız dolaysız verilerdir, bunları incelemekle yetinmemiz gerekir. Kierkegaard ve varoluşçu izleyicilerine (egzistansiyalistler) göre insan anlaşılamayan ve hiçbir açıklanması bulunmayan bir salt olgu’dur. Ve kendisine yabancı bir dünya içine atılmıştır. Mantık açısından da bilim, olgulardan önermeler çıkarır ve bu önermeleri olgularla tanıtlar.

Bir olguyu açıklamak demek, onu başka olgulara indirgemek demektir. Ne var ki açıklanamayan, eş deyişle başka olgulara indirgenemeyen olgular da vardır. Örneğin herhangi bir şeyin varlığı, böylesine bir olgudur. Kızgın bir sobaya elinizi dokundurduğunuzda elinizin yandığından şüphe edemezsiniz, bunlar kesin olarak verilmiş olgulardır. Doğa bilimleri ve genellikle bilim sadece olguları açıklamakla yetinmez, onları en yalın bir biçimde açıklamaya çalışır. Bilim olguları sadece yasalara bağlamaya değil en yakın yasalara bağlamaya çalışır. Olgular, deneyin sağladığı gerçek verilerdir. Deneyimsel yöntemde olgulara dayanılır ve deneyimler ancak olgulara başvurularak denetlenebilir.




OLGUCULUK (Pozitivizm)
Alm. Positivismus, Fr. positivisme, İng, positivism, es. t. ispatiye

Araştırmalarını olgulara, gerçeklere dayayan, fizikötesi açıklamaları kuramsal olarak olanaksız, kılgılı olarak yararsız gören; deneyle denetlenmeyen soruları sözde soru olarak niteleyen felsefe doğrultusu.

Terim olarak, A. Comte'un felsefeye getirdiği bir kavramdır. Olguculuğun temel kavramı olan olgu olgucular arasında türlü anlamlarda kullanılagelmiştir; ancak hepsinin birleştiği , doğa bilimlerinin evren tasarımına ve yöntemlerine uyma zorunluluğudur.

Olguculuğu dizge olarak kuran A. Comte'dur, ama Comte'dan önce D. Hume, d'Alembert ve Turgot da aynı doğrultudadırlar; başka temsilcileri: Mill, Spencer, Mach, Avenarius vb.




OLUMSUZLANMANIN OLUMSUZLANMASI
Eylemsel ve tarihsel özdekçi öğretinin açıkladığı üç büyük evrensel yasadan biri... Karşıtların birliği ve savaşımı yasası ile nicelikten niteliğe geçiş yasası adlarını taşıyan öteki evrensel yasalarla birlikte olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası doğanın, bilincin ve toplumun evriminde geçerli olan evrensel bir yasadır. Sonsuz ve sınırsız evrim, tüm evrende bu üç yasanın izlemesiyle gerçekleşir.

Sonsuz ve sınırsız evrende sonlu ve sınırlı nesne ve olaylar, bu yasalarla doğar, büyür ve ölürler. Ne var ki ölümleri de yeni bir doğumu sağlamak, eş deyişle genel gelişmeyi gerçekleştirmek içindir. Her yeni eskir ve yerini yenisine bırakır. Eskinin yerini yeniye bırakması olumsuzlanmanın olumsuzlanmasıdır. Çünkü eski bir zamanlar yeniydi ve kendisinden eski olanı olumsuzlayarak varlaşmış ve yeni olarak kendini meydana koymuştu. Şimdi ise bu olumsuzlayan yeni, kendisinden daha yeni tarafından olumsuzlanmaktadır. Bundan ötürüdür ki Marx. “eski varoluş biçimleri olumsuzlanmadıkça hiçbir alanda gelişme olmaz.” der.

Evrende her nesne, olay ya da süreç birbirlerini karşılıklı olarak yok etmeye çalışan çeşitli karşıt yönler ve eğilimler taşır. Bu onların savaşımıdır. Ama bütün bu karşıt yönler ve eğilimler, aynı zamanda birbirleriyle sıkıca bağımlıdırlar, biri olmadan öbürü de olmaz. Bu da onların birliğidir. Gelişme sürecinde yeninin eskiyi olumsuzlaması, karşıtlar arasındaki çelişkilerin çözülmesinden ve aşılmasından başka bir şey değildir.




ONTOLOJİ
Varlığı bütünüyle inceleyen felsefe dalı; varlıkbilim. Bir bütün olarak varlığı ele alan ve var olanların en temel niteliklerini inceleyen felsefe dalı. Ontoloji terimi ilk kez 17. yüzyılda kullanılmakla birlikte, felsefi bir yaklaşım olarak ele alınması eski Yunan’a, özellikle Aristoteles’e değin iner.

Aristoteles, sonradan Ta meta physike ( metafizik) adıyla derlenen metninde işlediği ve “ilk felsefe” adını verdiği disiplin için, “varlığı varlık olarak ele almak” deyimini kullanmıştı. Ama Platon’un idea öğretisi ya da Sokrates öncesi filozofların “arkhe” arayışları ontoloji alanında ilk bilgisel çabalar sayılabilir.

Hıristiyanlığın egemen olduğu orta çağda Aquino’lu Thomas Aristoteles’in çalışmasından yararlanarak Tanrı’nın varlığını savını temellendirmek için ontolojik yaralanmıştır ve Aristoteles’in bu çalışmasını “Tanrı’nın yarattığı varlıkların bilgisi” olarak tanımlamıştır. Thomas, Katolik dogmalarına bir temel bulabilmek için bu Aristotelesçi felsefeden yararlanmıştır. Böylece arta çağda ve yani çağda metafizik terimi, ontolojinin ele aldığı alana ilişkin kullanılmaya başlanmıştır. Bu arada, yeniçağ biliminin gelişmesine koşut olarak gittikçe olumsuz bir içerik kazanan metafizik terimine, bilimdışı, anlaşılmaz konularda düşünmek gibi bir anlam yüklenmiştir.

17. yüzyılda Alman düşünürü Wolf, ontolojiyi temel ilkeler bilimi olarak tanımlar ve duyu dışı özdeksiz bir varlık tasarımının temel yapısını, türlerini ve biçimlerini inceler. Çağdaş ontolojici Hartmann’a göre ontolojinin öteki bilimlerden başkalığı, öteki bilim dalarının bir iş bölümü anlayışı içinde var olanı çeşitli alanlara bölerek sadece o belli alanlarda araştırmalarına karşı ontolojinin var olanı bütünlüğü içinde ele almasıdır. Örneğin astronomi gök varlıklarını, jeoloji madensel varlıkları incelediği halde ontoloji bütünüyle varlığın varoluş ilkelerini inceler.

Tarihsel süreçte Kant, Schelling ve Hegel gibi büyük Alman idealistleri ontolojiye karşı çıkmışlardır. Ontolojinin orta çağdan gelen kofluğu ne idüğü belirsizliği, inaksallığı gözlerinden kaçmamıştır. Ontolojinin yerine Kant “deneyüstü felsefe”yi, Schelling “aşkın düşünceciliği”, Hegel “mantık”ı önermişlerdir. Bu düşünürlerden sonra saf felsefe olarak ontolojik ya da metafizik yaklaşım bir yandan gözden düşerken, bir yandan da daha temelli bir biçimde ele alınmaya ve işlenmeye başlanmıştır. Fenomonolojinin kurucusu Edmund Husserl ontolojiyi “anlamlı davranışların içeriğini inceleyen” felsefe dalı olarak tanımladı. Buna göre ontoloji, felsefede var olan nesnelere ulaşmayı sağlayan davranışları inceleyen disiplin idi. Husserl’in öğrencisi, Heidegger, varlığın temel bir varlıksal anlam taşıdığı bir varlık türünü arayarak buna, insan ya da kişi yerine “ orada olmak” adını vermiştir.




ÖDEV AHLAKI
Kant'ı ahlak görüşü. Ahlaki eylemde bulunmayı ahlak yasasına uyma olarak kabul eden öğreti.



ÖNCESİZLİK-SONRASIZLIK
Başı ve sonu olmayan süreklilik. Zamandan bağımsız olma. Ezeliyet-ebediyet.



ÖNSEZİ
Temellendirilemeyen duygu. Bilinmeyenin, gelecekle ilgili olanın önceden duyulması, doğru gibi sayılması.



ÖZ
Bir nesneyi neyse o yapan gereçlerin tümü. Tarih boyunca öz için değişik tanımlar yapılmıştır.

1)Platon göre idea anlamında kullanılmıştır. Ona göre bütün varlıkların özleri ideadır.

2)Aristoteles bu deyimi metafiziğinde ve mantığında değişik anlamlarda kullanmıştır. Aristoteles metafiziğinde öz deyimi töz ile anlamdaştır, “özdekle bitişik olmayan töz öz diyorum” der. Bu anlamda öz deyimi, töz deyiminden soyut ve varlık deyiminden düşünsel olmasıyla ayrılır. Buna karşı Aristoteles mantığında öz somut varlıktır, “sözgelimi insan, at özdür.”der. bu somut özleri de birinci ve ikinci özler olmak üzere ikiye ayırır. Birinci özler bireysel olarak, ikinci özlerse türdel olarak ele alınan özlerdir. Şöyle der “ikinci öz diye birinci anlamda alınan özlerin içinde bulundukları türlere denir. Ne var ki bu türlere cinslerini de eklemek gerekir. Sözgelimi birey olarak insan, insan türünün içine ve türün cinsi de hayvandır. Öyleyse ikinci öz diye bu sonuncu özler, yani tür olarak insan ve hayvan gösterilir.

3)Fransız varoluşçusu Sartre’a göre öz, varlaşmayla meydana gelir ve varoluştan önce yoktur. İnsan, kendini ne yapar ve nasıl yaparsa odur. İnsandan başka bütün varlıklar önceden belli bir öz’e göre varlaşırlar. Örneğin bir masa yapmak için önce masanın özünü tasarlarız, sonra testereyi ve keresteyi alıp o özü varlaştırırız. Bir bezelye taneciği bezelye özünden, bir papatya yaprağı papatya özünden meydana gelir. İnsansa bir insan özünden meydana gelmez, insanın özü varoluşundan sonradır. Sartre’a göre öz, varlığı belirleyen anlamındadır ve varlığın herhangi bir özle belirlenmediği dile getirilmiştir.

4)Alman düşünürü Kant’a göre öz, kendinde şey ve phenomenon karşıtı olarak noumenon’dur. Asla bilinemez. Bizler sadece nesnelerin görünüşlerini bilebiliriz, kendinde ne olduklarını bilemeyiz.




ÖZDEKSİZCİLİK
Alm. Immaterialismus, Fr. immaterialisme, İng. immaterialism, es. t. gayr-i maddiye

1- Özdeğin kendine özgü bir gerçekliği olmadığını kabul eden öğreti.

2- Evrenin temelinin ve genellikle gerçekliğin özünün cisimsel olmadığını öne süren öğreti.

3- Ruhun cisimsei olmadığını öne süren öğreti. (Özdeksizcilik teriminin yaratıcısı olan Berkeley, bu sözcüğü kendi felsefesi için kullanmıştır.)

Özdeş : Bir ve aynı olan, bir ve aynı anlama gelen. Örneğin Panteizmde Tanrı ile Doğa özdeştir.
Öznel İdealizm: Nesnel varlığı insansal bilincinin ürünü sayan idealizm anlayışı, öznel idealizm, varlığın kaynağını insansal ruha indirger ve maddeyi düşüncenin ürünü sayar.

Nesnel idealizmcilerle öznel idealizmcilerin savları hemen hemen yok gibidir. Her ikisi de tanrı bilime felsefesel bir temel sağlamada birleşirler, her ikisi de metafiziktir, her ikisi de felsefenin temel sorununun da ruha öncelik tanıyıp nesnel gerçekliği yadsırlar, gerçeklikten yola çıkmayı düşünsel varsayımlar oluştururlar, her ikisi de gizli ya da açık, bilime karşıdır ve bilinemezcidir.

Öznel düşüncellik tarihsel süreçte çeşitli biçimlerde ileri sürülmüştür: Şüpheciliği yöntem olarak kullanan bütün Yunan düşünürleri, başta Protogoras olmak üzere hemen bütün sofistler , başta Pyrrrhon ve Ainesidemos olmak üzere bütün şüpheciler, başta Arkesilaos ve Karneades olmak üzere bütün Sokratesçi şüpheciler öznel düşüncelciliğe düşmekten kaçınmamışlardır. Bunun nedeni de bütün şüphecilerin; duyumların, nesnelerin niteliklerini yansıttığı olgusunu yadsımalarıdır.Usçuluğun kurucusu Fransız düşünürü Rene Descartes’in metafiziği, nesneyi, insan zihninin bir tasarımı saymakla tümüyle öznel düşünceci bir öğretidir.

Nesnel gerçekliği yadsıyan ve tek geçerliğin insan duyumlarından ibaret olduğunu savunan İngiliz düşünürü David Hume’in, Alman düşünürü Imanuel Kant’ı hazırlayan şüpheci öğretisi de açık bir öznel düşünceciliktir. Öznel düşünceci öğretilerden biri de Fransız düşünürü Auguste Comte’un olguculuğudur. Çeşitli öznelci öğretilerde çeşitli adlar altında ileri sürülen algı’ların olguculuktaki yeni adı da olgu’dur. Olgucular olgular sözünden algılar’ı anlarlar. Onlara göre bize araçsız olarak verilen tek bilgi olgular,eş deyişle algılarımız ve duyularımızdır. Bilim bunlarla yetinmeli, başkaca bilgiler edinme isteğine boşuna kapılmamalıdır. Bu ise nesnel dünyadan kopmayı ve kendi bilinci içine kapanmayı, eş deyişle öznel düşünceciliğe düşmeyi dile getirir. Heidegger’e göre “evren, ancak, içinde insan bulunduğu oranda vardır.” Demek ki nesnel gerçekliği yaratan insandır ve insansız nesnel gerçeklik yoktur.

P

--------------------------------------------------------------------------------

PARADOKS
Kökleşmiş kanılara aykırı olarak ileri sürülen düşünce. Kendi içinde çelişkiliymiş gibi görünen, mantıksal olarak hem doğruluğu, hem de yanlışlığı kanıtlanabilen önerme.

Antikçağ Yunanlılarında paradoks deyimi yaygın düşünceye aykırı düşünceyi dile getiriyordu ve özellikle Parmenides ile Zenon’un aporia (çıkmazlık)’larıyla antinomia (çatışkı)’larında örneklenmişti. Metafizik düşünce sisteminin temeli olan biçimsel mantık ve onun çağdaş biçimi dizi kuramları bu aykırı düşünce’yi mantıksal bir çelişme olarak tanımlar. Bundan başka metafizik yapılı çağdaş fizikçiler de birtakım kozmolojik paradokslar ortaya atmaktadırlar. Matematik mantıkçı Bertrand Russel’e göre “kendi kendine tıraş olmayanları tıraş eden bir berberin kendi kendini tıraş etmesi” çok önemli bir mantıksal paradokstur. Oysa tıraş etmesini bilen bir berber kendi kendine tıraş olamayanları tıraş ettiği gibi kendi kendine tıraş olabilen insanları da tıraş eder. Örneğin “bir şeyin hem kendisi olması ve hem de aynı zamanda başkası olması” biçimsel mantık açısından büyük bir çelişme, diyalektik mantık açısından pek basit bir gerçektir. Bunun gibi kozmolojik paradokslarda belli bir ortamda geçerli fizik yasalarını başka ortamlara uygulamaktan doğmaktadır. Mantıksal olsun ya da fiziksel olsun , bir yanlış koyum ya da bir bilgi yoksunluğu, genellikle de diyalektik bilgiden yoksunluk yatar. Ünlü Aşil Kanıtı’nda olduğu gibi basit şaşırtma hileleriyse tümüyle bilim dışıdır.




PANTEİZM
Bir bütün olarak kavranan evrenin Tanrı ile özdeş olduğu ve evrende açığa çıkan bileşik töz, güçler ve yasalar dışında Tanrı olmadığı öğretidir.

Panteizmin çok çeşitli biçimleri vardır. Bunlar biri bütün olarak doğaya bilinç atfeden pansişizmden dünyanın yalnızca bir görüş ve temelde gerçek dışı olduğunu ileri süren akozmik panteizmine ussal Yeni Platoncu ya da türümcü görüşlerden sezgici ve gizemci görüşlere kadar değişir.

Batı felsefesinin yakın dönemlerinde panteizm düşüncesini en yetkin biçimde dile getiren Spinoza’dır. Sonsuz niteliklere sahip bir tek sınırsız varlığın olabileceğini öne süren Spinoza’ya göre Tanrı ve doğa aynı gerçekliğe verilen iki ayrı addan başka şeyler değişti. Tersi durumunda Tanrı ve dünya birliğinin Tanrıdan daha büyük bir bütünlüğü olurdu. Spinoza Tanrının gerekliliğinden dünyanın gerekliliğini içerdiğini özgürlük olanağının bulunmadığını belirtti.

Panteizm dogmalara bağlı Hıristiyan ilahiyatçılar tarafından yaratıcı ile yaratılan arasındaki ayrımı yok ettiği, Tanrıyı belirsizleştirdiği, aşkın yerine bütünüyle içkin bir tanrı kavaramı öne sürdüğü, insanın ve tanrının özgürlüğü düşüncesini dışladığı gerekçeleriyle reddedildi.




PERİPATETİKLER
Alm. Peripatetiker, Fr. peripateticien, İng. Peripatetics, Yun. peripatetikos = gezinenler, es. t. Meşaiyun

Aristoteles'in yandaş ve öğrencileri.

Aristoteles felsefe tartışmalarını ve konuşmalarını bir aşağı bir yukarı gezinerek yaptığı için, okulu Peripatos adını almıştır.




PİRONCULUK
Alm. Pyrrhonismus, Fr. pyrrhonisme, İng. Pyrrhonism, es.t. Pironiye


Yunan filozofu Pyrrhon'un kurduğu kuşkucu okul ve düşünce doğrultusu. Temel kavramı-ı yargısızlık (epokhe) ve ondan çıkan--> sarsılmazlık (ataraksia)dır..




PİTAGORASCILIK
Alm. Pythagoreismus, Fr. pythogorisme, İng. Pythagoreanism, es. t. Fisagoriye
Pythagoras ve ona bağlı olanların felsefe, matematik, ahlak ve din öğretisi.

Bu öğretinin en belirgin görüşleri:
a. Sayı varlığın ilkesidir; nesnelerin özü "varlığın ana özdeği" sayıdır.
b. Evren yasası uyumdur. İlkin Pitagorasçılar evrene, onda egemen olan uyum ve düzenden dolayı "kosmos" demişlerdir.
c. Ruhlar biçim değiştirerek yeniden dünyaya gelirler: Dünya görüşleri ikici (dualist) dir: Düşünme ile duyumları, bedenle ruhu, nesnelerin matematiksel biçimleri ile algılanan görünüşlerini kesin olarak ayırırlar.




POST-YAPISALCILIK
Yapıçözümcü yöntemin, kendilerini geçerli kılma iddiasında olan ya da geçerli olduğu iddia edilen metinlere (örneğin kutsal yazılara) uygulandığında büyük bir güce sahip olduğu açıktır. . Bununla birlikte, kendilerini geçerli . kılma iddiasında olmayan ya da geçerli olduğu iddia edilmeyen metinlere uygulandığında, aynı derecede anlam değiştirici güce sahip olmayacaktır. Bu tür metinler (örneğin sosyal bilimler ve doğa bilimleriyle ilgili metinler), kendi sınırlarının ötesine geçen fenomenlere göndermede bulunan geçerli kılma biçimlerine başvurur. Bu geçerli kılma biçimlerinin de sonuçlarının yorumlanmasının da söz konusu metinler ya da karşı-metinlerin karmaşıklığı konusunda kesinlikle masum olmadığı gerçeğine karşın, dışsal geçerli kılma olasılığı her zaman mevcuttur ve yapıçözümcüler bunları, hakikati bilmeye dair, kendisiyle çelişen bir iddianın içine yerleştirmeden inkâr edemezler.

Post-yapısalcı fıkirlerin sosyoloji açısından önemi iki yönlüdür: Bir yandan, eski problemlere, özellikle ideolojik alanın incelenmesiyle ilgili problemlere yeni yaklaşım yöntemleri geliştirilmesini; diğer yandan, sosyolojinin olanaksızlığına dair apokaliptik düşünceleri teşvik etmektedir. Ölçülü bir değerlendirme için, (her ne kadar "Yapısalcılık ve aynı zamanda post-yapısalcılık ölü düşünce gelenekleridir," şeklinde bir ifadeyle başlasa da)




POZİVİTİZM
Olgularla desteklenen ya da olgularla ilgili verilere dayanan bilginin tek sağlam bilgi türü olduğu görüşüdür.

Genel çizgileriyle pozitivizm, deney konusu edilebilecek olgularla ilgili, yani en geniş anlamıyla bilimsel bilginin sağlam bilgi olduğunu vurgular. Bunun dışında, olguların çoğu mantık ve matematik gibi bilgi türlerinin varlığını kabul eder, ama bunların içeriksiz olduğunu ileri sürerler. Pozitivistlerin, en temel özelliği ise geleneksel felsefe görüşlerini, olumsuz bir anlam yüküyle “metafizik” olarak niteleyerek karşı çıkmasıdır. Comte, alan bu yana “metafizik” nitelemesi insanlığın geride bıraktığı bir aşamayla ilgili, gerçekliğini yitirmiş, yerini pozitif bilimlere bırakmış bir bilgi türünü çağrıştırır.

Comte’a göre insanlık tarihinin üç aşamalı zihinsel gelişiminde her aşama bir öncekine göre daha ileri ve gelişmiştir. İnsanlık başlangıçta açıklamaların doğaötesi göçlere göre yapıldığı dinsel bir aşamadır. İzleyen metafizik aşamada açıklamalar gene olgulardan uzak bazı kavramlara dayandırılır. Üçüncü aşamada ise, insanlar doğru bilginin gerektirdiği gibi, açıklamak istedikleri olguları gene bu olgulardan elde ettikleri verilere dayandırmayı öğrenirler; işte bu sonuncusu pozitif aşamadır. Comte bu süreci bir insanın çocukluktan yetişkinliği geçiş aşamalarına benzetir.

Comte’a göre bilim olgulara dayanmalıdır. İnsan kafasının soyutlanmalarından doğmuş olan metafizik, deney ve bundan ötürü de bilgi alanımızın dışındadır, nesnelerin kendilikleri de bilinemez.




PRAGMATİZM
Hakikatı ve gerçekliği yalnızca eylemlerin sonuçları ve başarıları ile değerlendiren felsefe öğretisi. Düşüncelerin, politikaların ve önerilerin değerlerinin yararlılıkları, işlerlikleri ve uygulanabilirlikleri ile belirlenmesi ilkesine dayanan görüş.20. yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle ABD’de etkili olmuştur. Eylemin öğretiden, deneyimin sabit ilkelerden önce geldiğini, düşüncelerin anlamlarının sonuçlarından, doğruluklarının da doğrulanabilirliklerinden elde edildiğini savunur.

Pragmatistlere göre bir düşünce, yaşamımız için elverişli olduğu sürece “doğrudur”.İyidir yerine doğrudur diyebiliriz; çünkü bu iki kavram birbirinin aynıdır. Doğru sözcüğü inanç alanında iyi olduğunu ispat eden her şeyin adıdır. Doğru olan, belirli sebepler ölçüsünde aynı zaman da iyidir. “Bizim için neye inanmak doğru olurdu?” desek bu söz şu anlama gelir: Neye inanmak zorundayız? Bu sorunun karşılığı şudur: İnanılması bizim için daha iyi olan şeye inanmak zorundayız. Şu halde, bizim için daha iyi olan ile bizim için daha doğru olan arasında hiçbir başkalık yoktur.Pragmatizm doğruyla iyiyi birleştirmektedir. Yani Erdem yaşayışımız için elverişli olduğu sürece, pratik fayda sağladığı hallerde doğrudur. Her şey pratik fayda ölçüsüne vurulmalıdır. Her şey pratik faydaya göre değerlendirilmelidir.

Onlara göre doğru düşünce pratikte doğrulanabilen düşüncedir. Bir düşüncenin gerçeği, ona yapışık hareketsiz bir özellik değildir. Gerçek düşüncenin başına gelen bir şeydir. Bir düşünce kafamızda dururken doğru olamaz. Ancak doğru hale gelebilir, olaylar yüzünden doğrulaşır. Onun gerçekliği geçer hale girmesiyle olur. Benim için bir şeyin herhangi bir zaman için faydası olabilir, ama başka bir zaman o şey faydama değildir.

Pragmatistler dünyanın nesnel gerçekliğine gözlerini kapamışlardır. Gerçek, kendi yararımıza belirlenmekle özneldir.




PRAGMACILIK
Alm. Pragmatismus, Fr. pragmatisme, Ing. Pragmatism, Yun. pragma 1-eylem; 2- yararlı

1- Doğruluğu ve gerçekliği tek yanlı olarak yalnızca eylemlerin sonuçları ve başarıları ile değerlendiren felsefe öğretisi; eylemin bilgi ve düşünceye ilkece üstünlüğü görüşü.
Usun temel görevi bize şeyleri tanıtmak, şeyler üzerine bilgi vermek değil, onlar üzerinde eylemde bulunmamızı sağlamaktır.
2- (Dar anlamda) 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında Amerika ve İngiltere'de ortaya çıkan düşünce doğrultusu: Doğruluğun ölçütünü bilginin uygulanmasında görür; bu anlayışa göre, yaşama yararlı olan, onu iler götüren iyidir. (Başlıca temsilcileri: C.S. Peirce, Dewey, James, F. S. Schiller.)Ahlakfelsefesi bakımından, yararcılıkla; Bilgi kuramı bakımından araççılıkla özdeştir: Bilgi ve doğruluk yaşam için yalnızca birer araçtırlar.

R

--------------------------------------------------------------------------------

RASYONALIZM
Hakikatın ölçütünü duyularda değil, düşünmede ve tümdengelimli çıkarımlarda bulan öğretilerin genel adı. Akılcılık, usçuluk.

Aklı bilgini temel kaynağı ve sınanabilirlik ölçüsü olarak kabul eden akım. Bilginin duyu verilerine dayalı deneylerden kaynaklandığını ileri süren (ampirizm) deneycilik karşıtıdır. Dünyanın akılsal bir düzen içerisinde bir bütün olduğu, parçaların mantıksal zorunlulukla birbirine bağlı olduğunu, dolayısıyla da yapısının doğrudan kavranabilir olduğu görüşüne dayanır. Başlıca esir kaynağı matematiktir.

Rasyonalizm, akla dayanır ve akıl dışı olan her şeye karşı koyar. Rasyonalizm bütün insanlarda doğuştan değişmez bir akıl bulunduğunu bu aklın da özsel, tümel, deney dışı gerçeklik taşıdığını ileri sürer.

Rasyonalizm en açık biçimiyle bilgi felsefesinde dile getirilir. Buna göre bazı bilgilerin kaynağı apriori ya da deney öncesi ussal sezgileridir. Bilgi bu sezgilerin anlık tarafından kavranmasıyla ortaya çıkar. İnsan düşünme yetisiyle kavradıkları duyu verilerini aşan nesneler ya da tümeller ve bunların bağlantılarıdır. Her tümel bir soyutlamadır ve duyulara değilse de düşünceye açıktır. Mantık ve matematiğin tümü ile başka pek çok alanın bazı bölümleri bu tür bilginin kapsamına girer. Rasyonalizme göre zihnin ulaşabileceği en önemli ve kesin bilgi türü olan apriori bilgi hem zorunlu (başka bir yoldan elde edilmesi imkansız) hem de evrenseldir. Rasyonalizm etik ve din alanlarında da insanın düşünme yetisine öncelik verir. Buna göre iyiyle kötünün ayırt edilmesinde sonul yargı duygu, gelenek ya da insan bilgisinin kaynağı vahiy değil, insanın doğal yetileridir.





REALIZM (gerçekçilik)
Bilinçten bağımsız bir gerçekliğin var olduğunu kabul eden öğreti. Varlığın, insan bilincinden bağımsız ve nesnel olarak varolduğunu ileri süren görüş. Realizm bilgi kuramı açısından nesneyi özneye, bilineni bilene bağlı kılan idealizmin, kavram açısından da şeylerin yapısının gerçekliğini adlarla sınırlayan adcığın ve ortaçağın sonlarına doğru adcılığın yerini alan kavramcılığın karşıtıdır.

Felsefi anlamda iki tür gerçeklikten söz edilebilir. Bunlardan biri şeylerin yapısına, öbürü ise şeylere ilişkindir. Birincisinde zihinden bağımsız bir özün varlığı, ikincisinde ise zihinden bağımsız somut, tikel ve görülmediğinde bile temel özelliklerini koruyan deney nesnelerinin varlığı kabul edilir.

İlkçağda kendiliğinden realizm vardı. Kendiliğinden realizmciler “tımarhaneden ya da idealist düşünürlerin okulundan çıkmamış her insan, çevresinde, bilinçten bağımsız bir dünya bulunduğunu bilir” cümlesini savunuyorlardı. Buna göre taşları, toprakları, ağaçları vb. var eden insan bilinci değildir. Çünkü bunlar dünya üstünde insan varolmadan önce de vardı. Dünya, milyarlarca yılını bu doğal varlıklarıyla yaşamıştır. Bu realizm anlayışı maddeci felsefenin, bilginin ve bilimin temellerini atmıştır.

Nesnel gerçeği gerçek saymama anlamındaki ortaçağ realizminin tohumları antikçağ Yunanlılarınca atılmıştır. Elea öğretisi, Platon ve Aristoteles bu anlamda realizmin kurucularıdır. Bu anlayışlara göre gerçek, bireysel olan değil, tümel olandır. Tümellerse ancak bireysellerde varolabilirler, kendi başlarına bir varlıkları yoktur. Eşeklik bir tümeldir ve ancak bireysel bir eşekle varolabilir. Gerçek olan, eşekler ( bireysellikler) değil, eşeklik (tümel)tir. Çünkü eşekliği ortadan kaldırın, dünyada eşek kalmaz. Eşek, varoluşunu eşekliğe borçludur. Bireysel eşeklerin varoluşları bulunduğu halde varlıkları bulunmamasına karşı, tümel eşekliğin varoluşu yoktur ama varlığı vardır. Gerçek “ bağımlı varoluşu değil, bağımsız varlığı olandır”. Dünyada bulunan bütün bireysellikler varlıklarını başka bir varlığa borçludurlar, bu yüzden gerçek değildirler. Tümellerse bağımsız varlıklardır, bu yüzden gerçektirler. Bu yüzdendir ki varoluşları bulunan bireysellikler gerçek değildirler, görüntüdürler; varoluşları bulunmayan tümellerse gerçektirler.

Eleacılık, Platon ve Aristoteles temeline dayanan ortaçağ realizmi bilimsel realizm anlayışına tümüyle ters bir anlam taşır ve nesnel gerçekliğin gerçek olmadığını asıl gerçekliğin, düşünce ürünleri (geneller, tümeller, evrenseller) olduğunu ileri sürer. Tümeller gerçektirler ve tümel nesneden önce gelir. Bu, şu demektir: eşekler gerçek değildir, eşeklik gerçektir ve eşeklik eşeklerden önce gelir. Bu realizm metafizik kapsam içindedir. Tümelin nesneden önce geldiğini savunan düşünürlerin savları altında, Roma, Katolik kilisesinin evrensellik anlayışı yatar. Bundan başka Hıristiyanlık başta tanrı olmak üzere tümellere d Ortaçağ düşünürlerinin bir kısmı da tümeller sorununa mantık açısından yaklaştılar. Nesnelerin yapıları ya da ortak özleri duyulur nesnelerde var olmaları açısından, zihninde var olmaları açısından ve kendi içlerinde varolmaları açısından üçlü bir bakışla ele alınmaya başlamıştır. Bu farklı yaklaşımlar içinde, şeylerin yapısı ya da özü, yalnızca zihinde varolan tümeller anlayışının gelişmesi için gerekli zemini hazırlamıştır. Bu yaklaşımı benimseyen görüşler ılımlı realizm adıyla nitelendirilir.

Descartes “düşünüyorum öyleyse varım” ile, yöntemli düşünmenin düşüncenin kendisinden kaynaklandığını göstererek , düşüncenin dışındaki maddi bir dünyaya felsefi olarak nasıl ulaşılabileceği sorununu gündeme getirdi. Böylece Descartes ve yarım yüzyıl sonra John Locke, duyumların dışsal bir kaynağı olduğunu kabul ettiler. Cambridge Platoncuları ise duyulur nesnelerin dışsal varlığını kabul etmekle birlikte, yeni-Platoncu bir anlayışla bilgi nesnelerine daha fazla ağırlık verdiler. 18. yüzyılda Berkeley bilginin dışında duyulur bir dünyanın var olamayacağını ileri sürerken, David Hume ile bilen özne de ortadan kalktı.

20. yüzyılın başlarında filozoflar, realizmin kendi düşünce sistemleri çerçevesinde Kantçı öznelciliğin ve genel olarak idealizmin karşıtı olarak kullandılar. Yeni-realizm ile bilinebilir nesnelerin bağımsızlığı savunulurken, bilme edimi içinde, monist bir yaklaşımla bilginin içeriğinin bilinen nesne ile sayısal açıdan eşit olduğu ileri sürüldü. Eleştirisel realizm yeni-realizmin bu monist tutumuna epistemolojik bir yaklaşımla karşı çıktı ve bilme ediminin nesnesi ile gerçek nesnenin, algılanma anında sayısal açıdan iki ayrı şey olduğunu ileri sürdü.



ROLATIVIZM
Fizikte ölçümlerin ve fizik yasalarının, birbirlerine göre farklı hareket durumlarında bulunan gözlemciler bakımından değişebilirliğine ilişkin kavram. Klasik fizikte evrenin her yerindeki bütün gözlemcilerin, hareketli olsunlar olmasınlar özdeş uzay ve zaman ölçümleri yapacakları kabul edilir, hız ve uzaklık gibi nicelikler, birbirlerine göre düzgün hareket eden referans sistemlerinin birinden öbürüne Galilei dönüşümleri adı verilen işlemlerle taşınabilir. Buna karşılık, görelilik kavramına göre gözlemcilerin ölçümlerinde buldukları sonuçlar, göreli hareketlerine bağlıdır.

Son düzenleyen GusinapsE; 9 Temmuz 2006 19:16
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
9 Temmuz 2006       Mesaj #42
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
S

Sponsorlu Bağlantılar

--------------------------------------------------------------------------------

SANAT FELSEFESİ
Sanatın, sanat yaratmalarının ve sanat beğenilerinin özü ve anlamını konu olarak alan felsefe dalı.



SANSUALİZM
Bilginin duyumdan geldiğini savunan öğreti... Bu öğreti, zihnin bir tabularasa (boş bir kağıt) olarak görülmesinin sonucudur. Duyumculuk bilgilerimizin usun uranı olduğunu savunan usçuluk ve doğuşumuzdan beri bizimle beraber bulunduğunu savunan doğuştancılık öğretilerine karşıt bir öğretidir. Bilginin deneyden geldiğini, savunan ampirizm, duyumcu bir temel üzerinden yükselmiştir.

Duyumculuk, antikçağ Yunan düşüncesinin bilgicilik akımıyla başlar. Protagaras’a göre bilgimizin tek kaynağı duyumdur. Duyumlarımızın dışında başka hiçbir bilgi edinilemez. Bunun içindir ki ilk neden’i araştırmak boşunadır.
“ insan her şeyin ölçüsüdür”. Atomav Demokritos, Epikuros gibi düşünürler de bu kanıdadırlar. Duyumculuk temelde özdekçi bir öğretidir ve nesnel bir gerçekliğe dayanır. Çünkü, duyumlar, dış dünyanın nesnel gerçekliğin imgeleridir. Bilgi kuramının ilk ve sağlam kanıtı, bilgilerimizin biricik kaynağının duyumlar olduğudur. İkincisi; duyum insana nesnel gerçeği bildirir. Üçüncüsü; sağlam ve kuşkulanamaz kanıt da, pek açık olarak şöyle dile gelir; Nesnel gerçek özdeksel yapıdadır.



SENTEZ (bireşim)
Çeşitli ögeleri bir araya getirme, bir bütün içinde birleştirme. Bu birleşmenin sonucu. Karşıtı çözümleme'dir.




SEPTİSİZM
Her tür bilgi savını şüpheyle karşılayan ve bunların temellerini etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen tutum. Şüphecilik felsefe tarihi boyunca yerleşik kanılar ve inançları sarsmış felsefe, bilim ve özellikle dinde birçok anlayışın değişmesine ortam hazırlamıştır.
Antikçağda Thales’ten beri ortaya atılan felsefesel açıklamalarının çokluğu doğal olarak eleştiriyi ve şüpheyi gerektirmiştir. Antikçağ Yunan, bilgiciliğinin kurucusu Protagoras tarihsel süreçte ilk şüphelenen düşünürdür. Protagoras “ her şeyin ölçüsü insandır. Her şey bana nasıl görünürse benim için öyledir. Üşüyen için rüzgar soğuk, üşümeyen için soğuk değildir. Her şey için birbirine tümüyle karşıt iki söz söylenebilir” der. demek ki herkes için gerekli kesin ve mutlak bir bilgi edinmek sonsuzdur. Protagoras’ın şüpheciliği göreli şüpheciliktir. Şüphecilik Elis’li Pyrrhon’la birlikte okullaşır. Bilgi sorununu sistematik olarak ilk inceleyen şüpheci Pyrrhon’dur.

Descartes’de bir şüphecidir. Onun şüpheciliğine yöntemli şüphe denir. Descartes, şüpheciliği kesin bilgiyi buluncaya kadar tüm bilgileri gözden geçirme anlamında bir yöntem olarak kullanmıştır. Pyrrhon, Platon ve Aristoteles okulları arasında bir karşıtlığı sezmiştir ve bu karşıtlığı daha sonra Stoa ve Epikuras okullarında derinleşmesini izlemiştir. Bu gözlemleri Pyrrhon’a felsefe öğretilerine karşı güvensizliği ve bundan ötürü de şüpheyi aşılamıştır. Pyrrhon’un şüpheciliği bu temel maddede açıklanabilir.
1) Nesnelerin gerçek yasası kavranılmaz.
2) Öyleyse nesneler karşı tutumuz yargıdan kaçınma olmalıdır
3) Ancak bu tutumlardır ki ruhsal dinginlik’e ulaşabilir.
Pyrrhoncular için gerçek mutluluk budur.




SEZGİCİLİK
Alm. Intuitionismus, Fr. intuitionisme, İng. iniuitionism, intuitionalism, es. t. tehaddüsiye

1- Sezgiye us, anlık, kavramsal düşünme karşısında üstünlük veren; sezgiyi bilginin, özellikle felsefe bilgisinin, temeli olarak gören öğreti (Bergson). bkz. sezgi.

2- (Ahlak öğretisi olarak) Eylemlerin iyi ya da kötü oluşlarının, onların değerleri ve sonuçları üzerine herhangi bir düşünüp taşınma ile değil, doğrudan doğruya sezgiyle bilinebileceğini savunan görüş.

3- (Matematikte) Matematiğin temellerinin sezgi yoluyla doğrudan doğruya kesinlikle kavrandığını ileri süren görüş (mathematical intuitionism; kurucusu: L.E.J. Brouwer);
bu görüşe göre, insan anlığının yapıcılığından doğan "matematiksel var- oluşlar" ancak sezgi yoluyla sınanabilirler; bu görüşte matematiğin mantık ve felsefe karşısında üstünlüğü de kabul edilir, çünkü ne bilim ne felsefe ne de mantık matematik için bir öndayanak olabilirler.




SOYUTLAMA
Bir nesnenin herhangi bir yanını öbürlerinden ayırarak tek başına ele alan ansal işlem. Soyutlama, bir bilgi yöntemi olarak, insan zihninde yapılır. Ne var ki idealist soyutlama anlayışı ile diyalektik soyutlama anlayışı birbirinden tümüyle karşıttır. İdealist soyutlama, soyutlama sonucu olan kavram ve düşünceleri saltıklaştırır ve bunları nesnel gerçekliğin yerine koyar. Soyutlama, gerçekte, yeniden somuta varmak ve somut bütünü parçalarında da birbiri ile olan ilişkileri içinde tümüyle kavramak için kullanılan bir yöntem, bir araçtır. Soyutçuluk, bu amacı araçlaştırır ve somuta varmak amacını unutarak soyutta kalır. Felsefenin bütün yanlış sonuçları, bu aracı amaçlaştırmaktan doğmuştur. İnsanın karnını doğuran, ekmek düşüncesi, değil, ekmeğin kendisidir. Ekmek düşüncesini nasıl ekmek yerine koyamazsak, özdekten soyutlanan öz düşüncesini de özdeğin yerine koyamayız. Gerçekte soyutlama, bilme sürecinde zorunlu bir yöntemdir. İdealizme düşmeksizin gerçekleştirilen soyutlama, bilimsel soyutlamadır. Kavramlar, soyutlamalarla elde edilirler. Ama nesnel gerçeklerle denenir ve doğrulanırlar. Soyut kavram ve düşüncelerin hakikiliklerinin ölçütü insansal pratiktir. Soyutlamada aşırılığa varmaya ya da soyutlamaları kötüye kullanmaya soyutçuluk denir.




SÖYLENCE (efsane)
Tanrılar, kahramanlar, önceki çağların olayları üzerine anlatılanlar, masallar, öyküler.



SÜREÇ
Belli bir düzen içinde yinelenen, ilerleyen, gelişen olay ya da eylemler dizisi. Belli bir sonuca ulaşan düşünce akışı.

T

--------------------------------------------------------------------------------

TARİHSEL OKUL
Alm. Historische Schule, Fr. ecole historique, İng. historical school, es. t. tarihi mektep
1- (Dar anlamda) 19. yüzyılın başlarında kurulan (Savignhy, Eichhorn vb.) tarihsel hukuk okulu. Aydınlanmanın usçu hukuk anlayışına karşı, hukuku tarihsel gelişmenin bir sonucu ve ulus tininin organik bir biçimde gelişmiş ürünü olarak görür.
2- (Geniş anlamda) Hamann, Herder, Möser, Lessing'le başlayan ve Grimm Kardeşler ile Ranke'nin çalışmalarında doruk noktasını bulan bilimsel gelişme; bu gelişmeyle Alman tarih bilimleri, yalnızca tek tek bilimler olarak klasik biçimlerine ulaşmakla kalmayıp, aynı zamanda yeni bir tarih bilinci ve dünya görüşü yaratmışlardır. Bu okulun yöntem ve anlayışı özellikle Hegel'in tarih felsefesi ile çatışır. Bu okula göre, tarihte oluşmuş olanın başlı başına bir değeri vardır. Tarihin oluşturduğu devlet, hukuk, sanat gibi biçimler, bir ulusun ya da bir çağın özel ruhunun (tininin) yaratmaları olarak anlaşılmalıdır.




TARİHSELCİLİK
Alm. Historismus, Fr. historisme

19. yüzyılın ortalarında, özellikle Almanya da tarih bilimlerinin bağımsız gelişme sürecinde ortaya çıkan düşünce akımı. Olayların açıklanmasında tarihe öncelik veren eğilim; tarihsel düşünme eğilimi. Bu bağlamda:
1- Bütün olayları, başarıları ve değerleri, içinde doğdukları tarihsel durumlardan ve tarihsel koşullardan kalkarak anlamaya çalışan, giderek bu olayların nesnel içeriklerinin ve bugünkü anlamlarının açıklanmasını da ancak bu geçmişe bakış içinde elde edeceğine inanan düşünce biçimi.
2- İnsan varoluşunun özünü onun tarihselliğinde gören, tarihselliği insan yaşamının canlı temeli diye anlayan, böylece de dünyayı tarih olarak kavrayan felsefi düşünme doğrultusu. / /
Özellikle Dilthey, York v. Wartenburg ve varoluşçu felsefede karşımıza çıkar; -.tarihsel okul'da doruğuna erişir.
3- Tarihi yalnızca kendisi için inceleme; tarih eğitimine aşırı önem vererek gelişigüzel geçmiş değerleri yeniden canlandırma uğruna bugünü feda etme. Tarih kültürü ve bilginliğinin, yaşama ve eylemeyi felce uğratacak biçimde aşırılığı.
4- Tarihin ilkece olduğundan değerli görülmesi; tarih gerçeklerinin değişmez yetkeler olarak saltıklaştırılması.




TASAVVUF
İnsanın duygu ve sezgi yoluyla Tanrı'ya erişmesini ve onunla bütünleşmesini mümkün gören öğreti.




TEİZM
Evreni yaratan ve yöneten, vahiy yoluyla insanlara buyruklar veren bir tanrının varlığına inanır. Teizm deyimi usu ve iradesi olan kişisel bir tanrının varlığını ileri sürmekle vahyi inkar ederek herkesin kendi aklına tabi olmasını ileri süren teizmin Allah ile alemi bir sayan panteizmin, Allah’ı ve dini inkar eden ateizmin, çoktanrıcılığı kabul eden politeizmin karşısındadır. Bağnaz dinsel bir felsefe öğretisidir, bilimi yadsır. Tanrıya insansal duygular yükleyen biçimine kişisel teizmin , tanrıyı tüm nesneleri nedeni sayan biçimine ussal teizm denir.




TEKÇİLİK (monizm)
Gerçekliğin temeli olarak yalnızca tek bir ilkeyi kabul eden öğreti.



TEKBENCİLİK
Alm. Solipsismus, Fr. solipsisme, İng. solipsism, Lat. solus = yalnız, tek; ipse = ben, es. t. eneiye

1-"Yalnız ben varım, benden başka her şey yalnızca benim tasarımımdır." diyen; öznel ben'i..bilinç içerikleriyle birlikte tek gerçek, tek var olan olarak kabul eden felsefe görüşü (kuramsal bencillik).
2-Felsefede yöntem açısından çıkış noktası olarak ben'i alan görüş (yöntemse) tekbencilik. Descartes, Driesch).
3- Ahlak açısından yalnızca kendinin yaşama savını tanıyan, kendi ben'ini yaşamın ve gerçekliğin özeği yapan görüş (ahlaksal bencillik. Stirner).




TEMELLENDİRME
İleri sürülen bir iddia için temel, dayanak, gerekçe verme.
Tomasçılık

Alm. Thomismus, Fr. thomisme, İng. Thomism
Aquinolu Thomas ve ona bağlı olanların:
a. Aristoteles felsefesi ile Hıristiyan dünya görüşünü uyum içinde birleştirmeye çalışan;
b. İnsan istenci ile Tanrının önceden belirlenmesini doğal-doğalüstü bir varlık düzeni içinde birleştiren;
c. Usun üstünlüğünü, istenç ve istenç özgürlüğü üzerindeki egemenliğini öne süren öğretileri. //
Tomasçılık Katolik kilisesinin temel felsefesi olmuştur.




TOPLUM FELSEFESİ
Toplumun ve sosyal olayların özü ve anlamı üzerinde felsefe araştırmaları. Toplumun özü ve nasıl olması gerektiği üzerindeki felsefe öğretileri.



TÖZ (cevher)
Değişen durumlara karşı kalıcı olan; kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan. Var oluşu için başka bir şeye ihtiyacı olmayan. John Locke, “ niteliklerin yalnız başlarına var olmakta devam etmelerini kavrayamıyoruz. Zorunlu olarak bunlara destek olan başka bir şeyin var olması gerektiğini düşünüyoruz. Destek olan bu şeyin de birçok nesnelerde bulunduğunu varsayıyoruz, işte bu ortak desteğe Töz adını veriyoruz...” demiştir. Descartes de şöyle demektedir: “tözü düşündüğüm zaman, var olmak için kendinden başka hiçbir şeyin varlığına muhtaç olmayan bir şeyi düşünüyorum. Açık söylemek gerekirse böyle olan yalnız Tanrı’dır.” Hollandalı Yahudi düşünürü Spinoza da şöyle diyor: “töz sözcüğünden, kendiliğinden ve kendisi için var olanı anlıyorum. Bu kavramın meydana gelmesi için başka bir kavrama ihtiyaç yoktur...”

İslam düşünürlerine göre töz, ya kendi özünden dolayı ya da kendi başına vardır. Kendi özünden dolayı varolan, varolması için hiçbir şey gerekmeyen cevher Tanrı’dır. Kendi başına var olan ise varolmak için başka bir şeyde bir başına var olan ise varolmak için başka bir şeyde bulunmayan, başka bir şeye dayanmayan bağımsız olan tözdür. Bu anlamda Tanrı dışındaki nesnelerde tözdür. Bu düşünürlere göre soyut tözler başlangıçsız, maddi tözler ise yaratılmıştır.




TÜMEVARIM
Tekil ve tikelden tümeli, özelden geneli çıkaran uslamlama yöntemi... Francis Bacon, bilimsel araştırma yönteminin felsefesel içeriğini saptayarak tümevarımı şöyle tanımlamıştır: “bilmek için sınamak, gözlemlemek, olayları çözümlemek ve sonra ayrı olaylardan genellemeler yapmak ve sonuçlar çıkarma yöntemi” . tümevarım yöntemi , bilimsel önemini 17. ve 18. yüzyıllarda kazanmış ve Francis Bacon, Galile , Newton ve John Stuart Mill’in katkılarıyla bir hayli gelişmiştir. Bugün iki türlü tümevarım ayırt edilmektedir: Bir sınıfa giren bütün öğelerin incelenmesi sonucu olan tam tümevarım, bütün öğelerin incelenemeyeceği durumlarda zorunlu olarak başvurulan ve çok sayıda öğenin incelenmesiyle yetinen eksik tümevarım. Eksik tümevarımlarda varılan sonuç belkili bir sonuçtur. Örneğin birçok kedinin kuyruklu olduğuna bakarak bütün kedilerin kuyruklu olduğu yolunda tümevarımsal bir sonuç çıkarırız, ne var ki Man adalarında yaşayan kediler kuyruksuzdur. Bu yüzden “bütün kediler kuyrukludur” dememiz daha doğru olurdu.

Deneysel bilimler, olaylardan yasalara götüren bir yöntem olan tümevarım yöntemini kullanırlar, tümdengelimi kullanırlar . örneğin bir buz parçasının ateş üstünde eridiğini birçok kez görsek “ateş buzu eritir” tümevarımını uslamlarız. Bilim, şöyle bir tasımlama yaparak bunu yasalaştırır: birinci öncüle nedensellik ilkesini koyar ve “ aynı nedenler aynı koşullarda aynı sonuçlar verir” der. İkinci öncüle deneylerimizin sonuçlarını yerleştirir ve “ateş buzu eritir” der. Sonra bu sonucu tümelleyip bilimsel bir yasa haline getirir ve “ısı her zaman buzu suya dönüştürür” der. Bu yasayı bilimsel olarak ortaya koyan , görüldüğü gibi, nedensellik ilkesidir, sadece gözlemlerimiz ve deneylerimiz değildir

Diyalektik materyalizm, tümevarımla tümdengelimi, bilgi sürecinin, birbirlerini belirleyen ve kopmaz bir bağımlılık içinde bulunan yanları olarak görür; ayrı ayrı yeterli bulmaz ve bunlardan birinin saltıklaştırılmasına karşıdır. Tümevarımla tümdengelimin bağımlılığı, kuramla kılgının bağımlılığı gibidir. Deneysel verilerden kuramsal sonuçlar çıkarılırken (tümevarım) o kuramsal sonuçları deneyleyerek (tümdengelim) doğrulamak gerekir.




TÜMDENGELİM
Tümelden tikeli ve genelden özeli çıkaran uslamlama yöntemi... Tümdengelim, doğru olan ya da doğru olduğu sanılan önermelerden zorunlu olarak çıkan yeni önermeler türetir. Öncüller doğruysa sonuç da mantıksal bir zorunlulukla doğrudur. “Örneğin: insan ölümlüdür , Ahmet insandır öyleyse Ahmet de ölümlüdür” tasımı, tümden gelen bir tasımdır. Bütün insanların ölümlü oldukları doğruysa Ahmet de bir insan olduğuna göre Ahmet’in de ölümlü olması zorunludur, başka türlü olamaz.

Deneysel bilimin , tümevarımcı bilgi yönteminin kurucusu Francis Bacon deneye başvurmadığı, salt düşünsel bir uslamlama olduğu için tümdengelimi yadsımıştır. Buna karşıt Hegel , tersine, ancak tümdengelenin gerçek olduğunu, bireyselden yola çıkılarak tüme varılamayacağını savunmuştur. Ona göre idealizm için tek geçerli yöntem, tümdengelim yöntemidir.

Tümdengelim ve tümevarım yöntemleri, tümelle tikel (genelle özel) arasında sıkı bir ilişki gören ve bu ilişkiyi en doğru şekilde ortaya koymanın yollarını araştıran Aristoteles’in buluşudur. Genelden özele inen tümdengelim yöntemiyle özelden genele çıkan tümevarım yöntemi 17. yüzyıldan itibaren bir hayli gelişmiştir. Özellikle bu iki yöntem arasındaki bağlılık, ikisinin birlikte kullanılması diyalektik mantıkta gerçekleşmiştir.

U

--------------------------------------------------------------------------------

UTULİTARİZM
Etikte bir eylemin doğruluğunu etkilediği kişilere getirdiği mutlulukla ölçen görüş.

İngiliz düşünürleri Jeremie Bentham’ın temellerini atıp John Start Mill’in geliştirdiği utilitarizm öğretisine göre ahlakın ölçütü yarardır. Mill “felsefenin doğuşundan beri düşünürlerin en üstün “iyi”nin ne olduğunu aradıkları ve bunu Bentham’la birlikte bulduğunu savunur. Ve en üstün iyi yarardır ve iyiyi kötüden ayırmak için yararlı olup olmadığına bakılmalıdır der.
Utilitarizm herhangi bir eylemin yalnızca o eylemde bulunan kişiye değil herkese yarar sağlanmasına doğruluk ölçütü olarak alır.

Bentham ve Mill’e göre mutlak iyi haz duygusunun acıya yalnızca yararlılık ilkesi ışığında yorumlandıklarında anlamlıdır. İnsan davranışının tek amacı haz duygusunu arttırmak olduğunda herhangi bir davranışın doğruluğunun ya da gerekliliğinin belirlenmesinde alınacak ölçüt de bu mutluluk hedefi açısından yararlıdır. En çok sayıda kişiye en yüksek düzeyde mutluluk” sağlayacak eylem özellikle yaşama alanında önemli rol oynar. Yasa koyucu toplumdaki bireyler en üst düzeye çıkarmaya çalışır. Benzer biçimde bireyin öbür topluluk üyelerine zarar vermesini engellemek için de caydırıcı cezalar belirler. Bu ceza kötüdür fakat daha büyük bir kötülüğü önlediğinden yaralı görülebilir.




USÇULUK
Alm. Rationalismus, Fr. rationclisme, İng. rationalism, Lat. ratio = us, es. t. akliye

Us bilgisine dayanan, doğruluğun ölçütünü duyularda değil, düşmede ve tümdengelimli çıkarımlarda bulan öğretilerin genel adı.

1 -Bilgi öğretisinde usculuk, bilginin usa, anlığa, düşünceye dayandığını ileri sürer. Usta gerçekliğin bilgisini veren önsel kavramlar ve önsel önermeler vardır.
Eski Yunan filozoflarından bir çoğu, özellikle Parmenides ve Platon usçudurlar.

Yeniçağda Descartes usçuluğu temellendirmiştir. Ona göre, doğruluk duyusal algılarda değil, ,us kavramlarında, doğuştan kavramlarda (ideae innatae'de) verilmiştir. Bu gibi kavramlar matematiğin kavramları ile töz, nedensellik gibi düşünce kavramlarıdır. Bunlar doğuştandırlar, başka deyişle usa dayanırlar, doğrulukları duyusal algıda değil, düşüncede temellendirilmektedir. Çünkü "Açık ve seçik olarak kavranan her şey doğrudur.", burada doğru, gerçek oluşu da dile getirir.
Başka usçu filozoflar: Spinoza, Leibniz, Kant, Hegel. Hegel usçuluğun doruğuna ulaşmıştır. Ona göre asıl gerçeğe , hiç deneye başvurmadan, yalnızca düşünmenin sınırları içinde kalınarak varılabilir; "Usa uygun olan gerçektir, gerçek olan da usa uygundur."

2- Tüm gerçekliğin yapısını usa dayanarak kurmaya çalışan öğretiler . yüzyılda modern ilimlerle bağlılık içinde olan fizikötesi eğilimlerin us ülküsü olarak )

3- Yöntem bakımından usçuluk:
a. Matematiğe ve onun yöntemlerine yönelen çalışmalar: Bilgiyi. özellikle fel- sefe bilgisini, az sayıda temel önermelere, ilkelere dayanarak, az sayıda ilkelerden çıkararak usa uygun bir dizge olarak oluşturma çabası. (CSr. Spinoza'nın "Ethica" adli yapıtının alt başlığı "geometrik yönteme göre tanıtlanmış" sözlerini taşır.)
b. Salt düşünmenin içinde kalarak, yalnızca kavramın kendi kendine işlemesiyle bilginin oluşmasını sağla- yan yöntem. (Ör. Hegel'in eytişimsel yöntemi, kaplamı en geniş olan kavramdan kalkarak bütün düşünülenleri birbiri ardından aynı yöntemle geliştirir; eytişim, hem düşünmenin hem de tüm varlığın (gerçeğin) gelişme biçimidir; böylece eytişim Hegel'de evrensel bir yöntem olur.)
c. Bilgi kazanmada ve yaşamı biçimlendirmede tek araç olarak usun tutarlı bir biçimde uygulanması (eğilim olarak örneğin modern pragmacılıkta).





USDIŞÇILIK
Alm. Irrationalismus, Fr. irrationalisme, İng. irrationalism
Yaşamada ve bilgilerde usdışı öğelere tek yanlı olarak ağırlık veren görüş. Şu türleri vardır:
1- (Bilgi öğretisinde) Görü, sezgi, sevgi, duygu ve içgüdüleri bilginin kaynağı sayan görüş.
2- (Fizikötesinde) Usdışı bir evren temelinin bulunduğunu kabul eden görüşlere verilen ad.




USSAL
(Os. Aklî, Mâkul, Müstenidi akıl, Nazari, Zihni, Mantıki, Müstedel,. Nutki; Fr. Rationnel, Al. İng. Rational, ayrıca Al. Verminftig, İt. Razionale) Usa değgin... Usauygun ve usçul da denir. Usa uygun düşeni, usun saçma bulmadığını da dile getirir. Usla elde edilmiş olan anlamında da kullanılır. Bütün anlamlarında usdışı deyiminin karşıtıdır. Sağduyuya aykırı düşmeyen, ussaldır. Dilimizde Türkçe yazımıyla rasyonel deyimi de kullanılıyor. Türk Dil Kurumunca yayımlanan Ruhbilim Terimleri Sözlüğünde şöyle tanımlanmıştır:
"Coşkuyla değil, us ve düşünme süreçleriyle ilgili olan". Ruhbilim dilinde coşkusal deyiminin karşıtı olduğu gibi, metafizik dilde de sezgisel ve kılgısal deyimlerinin karşıtıdır. Adı geçen Ruhbilim Terimleri Sözlüğünde bütün ruhsal görünümlerin ölümsüz ve nesnel olmayan bir ruhun görünümleri olduğunu savunan felsefe ya da dinsel ruhbilim akımını dile getiren ing. rational psychology deyimi karşılığı olarak ussal ruhbilim, elde bulunan tutamaklar arasından en iyilerini seçerek güvenilir yargılarla sağlam bir yoldan sorunları çözmeyi dile getiren ing. rational problem-solving deyimi karşılığı olarak ussal sorun çözümü, davranışları öncelikle duyumlara ve sezgilere dayanan coşkusal tipin karşıtı olarak daha çok usla davranan tipi dile getiren Dr. Jungun terimi ing. rational type deyimi karşılığı olarak ussal tip deyimleri önerilmiş ve tanımlanmıştır. Bk. Usalır, Us, Ussallık, Ussallaştırma.





USLAMLAMA
(Os. İstidlâl, Muhâkeme, Fikrü nazar, Kıyâsı aklî, Huccet, Kıyâs, Nazar, İstidlâli tâhlilî, Delil, Fikir; Fr. Raisénnement, Al. Vernunftschluss, İng. Reasoning, İt. Ragionamento) Ussal yargıların mantıksal dizimi... Usavurma da denir. Çıkarsama ve bunun anlamdaşı olan Çıkarım deyimleriyle de yakın anlamlıdır. Bilinen önermelerden bilinmeyen önermeleri çıkarmayı dilegetirir, eşdeyişle belli bir takım önermelerden mantıksal ilerlemelerle sonuç çıkarmaktır. Örneğin buğdayın besleyici olduğunu ve ekmeğin buğdaydan yapıldığını biliriz, doğru olduklarını bildiğimiz bu önermelerden "ekmek besleyicidir" sonucunu çıkarırız; bu, bir uslamlamadır. Bu yüzden uslamlamaya us yürütme (Akıl yürütme) de denir. Mantık, bu uslamlama bilimidir. Bir önermenin doğru olup olmadığı, mantığın işi değil, o önermenin ilgili olduğu bilimin işidir. Mantık, bir önermenin doğru olup olmadığını bilemez, sadece "A önermesi doğruysa B önermesi de doğru olmalıdır" der, uslamlama da budur. Aristoteles'in tasım öğretisi böylesine bir uslamlamadır. Uslamlama, tümdengelim ve tümevarım yöntemiyle yapılır. Uslamlamak (muhakeme etmek), ussal bir işlemdir. Bu yüzden us, uslamlama yetisi olarak de tanımlanmıştır. Örneğin Fransız düşünürü Descartes (1596-1650), felsefesini, uslamlamayla kurmuştur. Descartes'a göre bir düşünceyi meydana getiren daha önceki bir düşüncedir. Öyleyse düşünce zincirinin arasına yanlış bir düşünce karıştırmaksızın sırayı titizlikle kovalayarak gerçeğe varılabilir. Uslamlamanın büyük değeri yeni bilgiler vermesi, bilgilenme sürecinin kuram ve varsayım gibi yüksek bilimlerini oluşturmasıdır. Tümdengelen uslamlamalarda çıkarılan sonuç kesindir, tümevaran uslamlamalarda olasılı ya da yanlış olabilir. Alman idealisti Hegel, uslamlama'yı Al. Schluss deyimiyle dile getirmiştir, bu, aynı zamanda tasımı anlamına da gelir. Nitekim Hegel'in Mantık'ını Fransızcaya çeviren Georges Noel (Paris 1897), Hegel'in bu deyiminin karşılığı olarak, uslamlama ya da tasım (Fr. Raisonnement ou syllogisme) deyimini kullanmıştır. Hegel, uslamlamayı küçümser ve "keyfe göre konulan önermelerden keyfe göre sonuçlar çıkarma" olarak tanımlar, bunun yerine diyalektik yöntem'i koyar. Hegel'e göre sonuç çıkarma, keyfe göre ve rastlantısal değil, kesin ve zorunlu olmalıdır ki bunu da ancak diyalektik yöntem sağlar. Hegel nasıl uslamlamayı diyalektik yönteme oturtmuşsa, Descartes ve onun izleyicisi Spinoza da geometrik yönteme oturtmuşlardı. Descartes ve Spinoza'ya göre de felsefe, rastgele uslamlamalarla değil, geometrik yöntem'le kesin ve zorunlu sonuçlar çıkarmalıdır. Ne var ki uslamlama, bilimsel kullanımında, hiç de keyfe göre ve rastlantısal sonuçlar vermez. İnsanlar ölümlüyse ve Sokrates de bir insansa, Sokrates'in de ölümlü olacağı kesin ve zorunludur. Bk. Tasım, Çıkarsama, Tümdengelim, Tümevarım, Mantık, Kuram, Varsayım.





UYUM (armoni)
Çokluğun ve karşıtlığın düzenli bir birlik oluşturması. Uyum, sanat felsefesinin de temel bir kavramıdır.


UZAY
Bütün varlıkların içinde bulunduğu sonsuz boşluk; bütün var olanları içinde bulunduran şey.

V

--------------------------------------------------------------------------------

VARSAYIM
İrdelenmeksizin doğru sayılan ilke, önerme ya da ön dayanak.




VAROŞÇULUK
Alm. Existenzialismus, Fr. existentialisme, İng. existentialism
Varoluşçu felsefe düşüncesini temel olarak alan bütün düşünsel uğraşılara verilen ad. Danimarkalı düşünür Kierkegaard'ın büyük ölçüde başlattığı, aynı zamanda felsefenin öteden beri ele aldığı sorunları kökten yenilemeye çalışan, günümüz Avrupa'sının bir çok düşünürünün yaşattığı akım.

Varoluş felsefesinde, varlık sorunu insan olma sorunuyla bir bağlantı içine getirilir; bunun yanında felsefe yapmanın kaynağı olarak insan, varoluşu, sonluluğu, zamana bağlı oluşu ve tarihselliği içinde, yeni-bir düşünme tutumu ile ele alınır; özellikle insan varoluşunun anlamı söz konusudur. Varoluşçuluk dünyada bulunan insan varoluşundan kalkarak onu kendine yabancılaşmadan kurtarmayı ister; özgürlüğü içinde insanın varoluşu ve insanın kendini ger. çekleştirmesi söz konusudur bu felsefede.

1- Fransa'da bir felsefe - edebiyat akımı olarak biçim almıştır. Başlıca temsilcisi J. P. Sartre'a göre: "Varoluş özden önce gelir." ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir; "İnsan ne ise o değildir, ne olmuşsa odur." İnsan kendini kendi yapar, daha önce kazandığı bazı belirlenimlerin elverdiği ölçüde kendine biçim verir, kendini oluşturur.

(Fransa'da başka temsilcileri: A, Camus, Merlaeu-Ponty, Simone de Beauvoir); Hıristiyan varoluşçuluğun başlıca temsilcisi: Gabriel Marcel.

2- Almanya'daki başlıca temsilcileri: Martin Heidegger ve Karl Jaspers. Heidegger'e göre "İnsanın özü varoluşundadır." yani "dünyada-olma"sındadır. Yalnızca insan "gerçek varoluş"tur. Çünkü yalnız insan var olanın (kendisinin) sınırlarını aşıp varlığa adım atabilir. Yalnız insan var olan olarak kalmaz, kendini var olan olarak anlayabilir: bütün öteki şeyleri anlayabilmesinin temeli de budur. Böyle olunca varlıkbilim bütün öteki bilimlerin dayanağıdır; Heidegger ağırlık özeği ahlak felsefesi ve insanbilim ile ilgili sorunlar olan her varoluşçu felsefenin karşısına bilinçli olarak bir varoluşçu varlıkbilim koymak ister; böylece varlığı var- oluşta arayarak felsefenin temel sorunu olan varlık felsefesine dönmüş olur. Varlığın (Sein) araştırılması gereken yer varoluştur (Existenz). İnsanın özü varoluşunda olduğuna göre, varoluştan kalkarak varlık sorusu yeniden düzenlenmelidir.

Ancak Heidegger bir varlıkbilim değil de, yalnızca ilerideki evrenşel varlıkbilime olanak sağlayacak bir hazırlık olmak üzere bir "temel varlıkbilim" (Fundamentalontologie) kurmak ister. Varoluş (Existenz) de Heidegger'e göre:İnsanın varlık sorusunu sormakla doğrudan doğruya bir bağlantı kurduğu kendi varlığıdır.

Buna karşılık Jaspers, her varlıkbilimde, varoluşsal olanın bir katılaşması ve yozlaşması tehlikesini görür; onun yöntemi varoluşu açma, aydınlığa çıkarma ( varoluş aydınlanması) yöntemidir; ama, kendi felsefesinin salt bir varoluş felsefesi olduğunu ileri sürmekle birlikte, kendisi de bilincin ötesine geçen (transsendens) bir fizikötesine yönelişiyle varoluş felsefesinin dışına çıkar.

Y

--------------------------------------------------------------------------------

YANLIŞLANABİLİRLİK
Bilimde, önermelerin yanlışlanabilme niteliği, Popper'in bilimle sözde - bilimi ayırmada kullanılmasını önerdiği ölçüt.




YAPISALCILIK
Alm. Strukturalismus, Fr. structuralisme, İng. structuralism, Lat. structura = yapı

Özellikle Fransa'da gelişen, temel bir gerçeklik olarak yapıya dayanan, yapı üzerine kurulan bilim kuramı. Yapı, öğeleri birbirine ve kendisine bağlı olan, ama öğelerinin toplamından daha fazla bir şey oluşturan bir bütündür. Çıkış noktasını dilbilimden alan yapısalcılık, bu etki ile, insanbilimlerinin yöntemi olmuştur; gerçekliğin yapısını kavramada dili örnek alır, dil örneği insan davranışlarının tüm alanına, özellikle de toplumsal olaylara, belli bir yönteme uyularak, uygulanır. Yapısalcı yöntem ele aldığı konuyu, bütünleştiği yapı içine koyarak, sonra da daha geniş kapsamlı yapılar içine koyarak aydınlatmaya çalışır. Bugüne dek bir yapısalcı felsefe olmamıştır, ama yapısalcılığa yönelmiş Toplumbilim, ruhbilim, insanbilim araştırmaları vardır. Yapısalcılığın başlıca temsilcileri:
Dilbilimde: Saussure, Jakobson;
Budunbilimde: Levi-Strauss;
Ruhsal çözümlemede: J. Lacan;
Felsefede: M. Foucault
Marksçı kuramda: L. Althusser'dir.

Yapısalcılık, yapıya (bütüne) yöneliş olarak ilkin 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında Ehrenfels, Wertheimer, Köhler ve Koffka'nın geliştirdikleri biçim-kuramı (Gestalttheorie)nda kendini gösterir. Biçim (Gestalt) görüde verilmiş olan bütün demektir; örneğin algı bir bütündür, bir bütünselliktir; öğelere ayrılmış olan algı birliği öğelerin toplamından daha fazla bir şeydir, bundan dolayı özel bir bütünsellik niteliği vardır, örneğin bir melodi, notaların toplamından daha fazla bir şeydir ve kendine özgü bir bütün oluşturur.




YARARCILIK
Alm. Utilitarismus, Fr. utilitarisme, İng. utilitarism, Lat. uti- fis = fayda, yarar, es. t. nefiye
1- Yararın yaşam ilkesi yapılması.
2- Ahlaksal eylem ve davranışlarda yararın ilke yapılması: Yararlı olan iyidir:

a. tek kişinin, ya da
b. toplumun yararı göz önünde bulundurulur.
3- Özellikle Bentham ve J. S. Mill'in ahlak ve siyasa öğretisi, temel ilkesi: "Olabildiğince çok sayıda insanın olabildiğince çok mutluluğu."



YENİ PLATONCULUK
Alm. Neuplatonismus, Fr. neo-platonizme, İng. Neo -Platonism, Es. t. nev Eflatuniye
Platon'dan başka Aristoteles'e stoalılara, Pitagorasçılara da dayanan ayrıca doğu dinlerinden ve Hıristiyanlıktan da etkilenmiş olan, bütün bunları kendi içinde karıştırıp eriten felsefe okulu.
İ.S. 2-6. yüzyıllar arasında türlü biçimlerde ortaya çıkmıştır. Kurucusu Ammonias Sakkas sayılır, bu okulun dizgesel temellendirilişini onun öğrencisi Plotinos
Yeni İdealizm

Alm. Neuideolismus, Fr. neo-idealisme, İng. neo-idealism

19. yüzyılın ikinci yarısından sonra özdekçilik, olguculuk ve doğalcılığın egemenliği karşısında idealizmi yeniden canlandırmaya çalışan akımlar. Bu adı ilkin İtalya'da yeni Hegelciler (Croce, Gentille) kullanmışlardır.
Başlıca temsilcileri: Lotze, Eucken, Dilthey, yeni Kantçılar ve yeni Hegelciler.




YENİ HEGELCİLİK
Alm. Neuhegelianismus, Fr. neo-hegelianisme, İng. Neo -Hegelianism

20 yüzyılda Hegel felsefesini yeniden canlandıran, Hegel'-in eytişimsel yöntemine ve fizikötesine dayanarak kültür ve tarih felsefesine yeni bir yön vermeye ve doğa bilimleri karşısında yeniden tinsel bilimleri güçlendirmeye çalışan akım.
Özellikle Almanya'da, ayrıca Fransa, İtalya, İngiltere, Rusya, İskandiynavya ve Amerikâ da gelişmiş bir akımdır. Temsilcileri: Freyer, Glockner, Litt, Bosanquet, Bradley, Croce, Gentille vb.
TDK Felsefe Terimleri Sözlüğü




YENİ KANTÇILIK
Alm. Neukantianismus, Fr. neo-kantisme, İng. Neo-Kantianism
19. yüzyılda felsefeyi çöküşten kurtarmak üzere özellikle bilgi eleştirisi ve bilgi kuramı açısından Kant'a yönelen çalışmalar; en yüksek noktasına 20. yüzyılda erişir.
Çeşitli yeni Kantçı okullar: Marburg Okulu (Cohen, Natörp, Cassirer), Güney-Batı-Almanya Okulu (Windelband, Rickert, Lask); ayrıca: Alois Riehl, H. Vaihinger ve Fransâ da: Renouvier.





KAYNAKÇA
Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, İstanbul: İletişim Yay. 1997.
Alâeddin Şenel, siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara: Bilim ve Sanat Yay. 1996, 6. kısaltılmış basım.
Adam (Alâeddin) Şenel, Sağcı Düşünüşün Kritik Tarihi, Ankara: Doğan Yay. 1968.
Walther Kranz, Antik felsefe, Çev: Suad Y. Baydur, İstanbul: Sosyal Yay. 1984.
M. Buhr / W. Schroeder / K. barchk, Aydınlanma Hareketi ve felsefesi, Çev: Veysel Atayman.
Nusret Hızır, felsefe Yazıları (2. Bası), İstanbul: Çağdaş Yay. 1981.
Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, Çev: Nejat Bozkurt, İstanbul: Remzi Kitabevi Yay. 1984.
Orhan Hançerlioğlu, Özgürlük Düşüncesi, İstanbul: Varlık Yay. 1977
Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi (Geliştirilmiş Dördüncü Basım); İstanbul: Remzi Kitabevi Yay. 1983.
Sosyoloji Sözlüğü Gordon Marshall
Bryan Magee Felsefenin Öyküsü

Son düzenleyen GusinapsE; 9 Temmuz 2006 19:17
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
19 Temmuz 2006       Mesaj #43
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Farkında Olma ve Nasip Arasındaki Bağlantı
Hamza AYDIN
İnsanoğlu kendi içinde küçük bir âlem olduğu için, dünyasında farkında olması ve gözetmesi gereken birçok varlık ve hadiseler vardır. İnsanın duyguları, düşünceleri, hayalleri, ya şuursuz ve otomatik (arka beyin) tarzda yönetilir, ya da ön beyinle temsil edilen şuurlu farkındalık (farkı fark etme) biçiminde kontrol edilir. İnsanın tabiî eğilimi, azamî tasarruf prensibi gereğince, mümkün olduğu ölçüde aşina olduğu şeylerle hayatını geçirmektir. Bu münasebetle zihnî aktivite olarak, insanın bildiği şeylerle hayatını devam ettirmesi ile, yeni şeyler öğrenerek hayatını sürdürmesi arasında mâliyet farkı vardır. Yeni şeyler öğrenmekle kazanılacak nimetler ve rahatlamanın faturası yüksek olduğundan, insan daha ucuz olan ve arka beynin kontrolünde –bildiği şeylerin çerçevesinde– hayatını sürdürmek ister. İnsanın tabiî eğilimlerinin tuzağına düşmeden, ön beynin kontrolünde yeni şeyler öğrenme rampasında kalabilmesinin yolu; “vücudundaki ve dış dünyadaki olup biten şeylere karşı şuurlu farkındalık” geliştirmesidir.
Allah herşeyi insanın gelişmesi, olgunlaşması için yaratmıştır. İnsan kâinatı mânâlandıran, çözen, bir anahtardır. Zihin, sonsuz ilimden açabildiği kapıları açmak; gözler, sanat eserlerindeki sanatı görebilmek; kulak, kâinattaki armoniyi dinlemek; dil ise, söylemek için insana verilmiştir. Her insan şahsiyet ve kabiliyet motifine göre, kâinatı anlar ve yorumlar. Her insanın şahsî hususiyetleri, iç istek motifleri farklı olduğu için, fertler farklı şeyleri görür ve fark eder. İnsanın bir başka özelliği de, kendi kabiliyetlerini ve alıcılarını yeterli görmeyip, başkalarına ihtiyaç duymasıdır. Tek başına fark etmediğimiz şeyleri, insanlarla karşılıklı münasebete geçince fark ederiz. İstişarelerde, fikir alışverişinde veya diyalog toplantılarında fark edilen şeyler “kolektif şuura ait farkındalığı (farkı fark etmeyi)” oluşturur.

İçiçe geçmiş halkalar

Farkı fark etmek, algılamayla; algılama da, zihindeki alıcıların açık olmasıyla sağlanır. İnsan farkı fark etmeden, iletişim kuramaz ve kendini geliştirme sürecine giremez. Üstün Dökmen bu meseleyi şöyle ifade etmektedir:“Nesneleriyle, bitkileriyle, canlılarıyla, insanlarıyla ve ulaştığı uygarlık düzeyiyle Dünyayı fark ediniz. Eğer siz Dünya’yı fark ederseniz, Dünya da sizi fark eder. Fark ettiğiniz Dünya’yı seversiniz. Sizi fark eden Dünya’yı ise, daha fazla seversiniz.” Bir başka önemli nokta da, farkına varmadığımız, kıymet ve önemini idrak edemediğimiz yolların, metotların ve nimetlerin aslında bizim olmamasıdır. Şuurlu farkındalıkla özümsenip bizim haline gelmeyen şeyler, bizde olsa bile, bize çok faydası olmamaktadır. Nitekim, evrensel ve en güzel dine mensubuz, ama; bu dinin güzelliklerini fark etmediğimiz zaman, o güzellikler bizim olmaktan çıkıyor ve defineler adasında yaşarken hazinelerden mahrum bir hayat sürüyoruz. Oysaki fark etme seviyesini ve şuurunu genişletip yükselten bir insan, varoluş seviyesini biyolojik hayatın üstüne çıkarıp; zihin, kalb ve ruh boyutunda daha kaliteli ve doyurucu bir hayat sürme imkânına kavuşur.
İnsanlar içiçe geçmiş halka yapısındaki farkındalık dairelerinin bir kaçına veya hepsine karşı farkındalık geliştirilebilirler. Meselâ :
– Dış dünyanın, canlı cansız nesnelerin, hâdiselerin ve süreçlerin farkına varabilirler.
– Diğer insanlarla empati kurabilir. (Bu farkındalık sayesinde, insan; öteki insanları anladıkça, dinledikçe, saygı gösterdikçe, anlaşılmayı, dinlenilmeyi ve saygı görmeyi hak eder..).
– Kâinatın birbiriyle bağlantılı bir bütün oluşturduğunun farkına varabilirler (Küçük ve önemsiz şey yoktur prensibini fark etme gibi.) .
İnsan kendi iç dünyasının, düşüncelerinin, duygularının, istek ve ihtiyaçlarının farkına varabilir, onları yönetebilir. Aksi takdirde farkına varamadığımız duygu, istek ve düşünceler bizi yönetir. Farkındalık; zihin haritamızda yeni şemaların oluşmasına yol açar ve insanın şuur ve idrak alanının genişlemesine vesile olur.
Fertler geçmişe ait pişmanlıkların ve geleceğe ait kaygı ve endişelerin tesirinde kaldığından, içinde bulundukları anı verimli yaşayıp değerlendiremezler. Sadece şu an için var olduğunu fark edenler ise; anı, anlamlı bir yatırıma dönüştürebilirler. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz andaki fırsatları görebilirsek zamanımızı değerlendirebilme imkânımız olur. Bakmakla, görmenin aynı şey olmadığı kabul edilir. Herkes bakar ama çok az insan farklılıkları görebilir. Dolayısıyla başarılı ve başarısız iki kişi arasındaki fark, gözlerin ve şuurlu farkındalığın kullanımında yatar. Farkı fark etme potansiyelini kullanabilen insan için varlık ve hadiselerdeki farklılıklar, kişinin ilerlemesini sağlayan fırsat kapılarıdır. Kâşifler veya mucitler, çoğu insanın dikkate almadıkları şeylerde farkına varabildikleri özellikleri kullanarak icatlarını gerçekleştirirler.

Nasibin yolu farkı fark etmekten geçer

Farkındalık veya farkı fark etmek, güzelliklere açılan bir kapıdır. Nasip kapısını çalabilmek için önce neyi istediğimizi bilmeliyiz. Fark etme, ön beyin veya şuur kullanılırsa ortaya çıkar. Bir şeyin fark edilebilmesinde aşağıdaki hususlar önemli rol oynar.
Kişi, hangi alanda eğitilmişse ve sosyal enerjisini nereye yoğunlaştırıyorsa, o alanla ilgili şeyleri görüp fark edebilir.
İlk defa duyduğu, gördüğü veya okuduğu şeyi, mevcut zihin yapısıyla ve haritasıyla bağdaştırıp onu anlamlı şekilde tanımlaması gerekir.
Tanımlayıp, alâka kurduğu bu şeylerin ona heyecan vermesi ve arzu uyandırması gerekir. Yukarıdaki hususlar, belli seviyelerde gerçekleşirse, kişide yöneldiği şeylere karşı farkındalık gelişir.
Bir vâdinin tepesinde biri emlakçı biri ressam, biri de jeolog olan üç adamın vadide neleri görebildiklerini düşünelim. Emlakçı, vadideki geniş arazilerin verimliliğini, ormanlar içine yapılacak villaları ve ekonomik getirisini görürken, jeolog toprağın mahiyetini, jeolojik yapısını, nehirlerin debisini ve su kaynaklarını algılayıp zihninde canlandırır. Ressam ise, bir sanatçı gözüyle vadiye bakar, yemyeşil vadileri, nehirleri yalçın tepeleri, vadideki beyaz evleri, puslu gökyüzünü tuvaline geçirmeye çalışır. Her adam, ilgi alanı ve kazandığı birikimler ışığında vadinin farklı özelliklerini ve boyutlarını yakalayıp, onları seslendirir.

Farkındalık derecemiz ile nasibimizi fark etme seviyemiz doğru orantılıdır. Her an, her saniye insanın karşısına yüzlerce fırsat çıkar, talih kapısı açılır, ama biz sadece bunlardan farkına varabildiklerimizden faydalanırız. Çünkü insan farkına varamadığı ve idrak edemediği şeyden faydalanamaz. Bir şeyi kimler fark ediyorsa, o şey, onlar için vardır. Belli şeylere karşı farkındalık duygusunu geliştiremeyenler için o şeyler, sadece onlar için yoktur. Farkına vardığımız şeyleri çoğaltarak, var olan nasibimizi elde etme ihtimalimiz de artar. İlâhi ihsanlar ve yardımlar hariç, yerinde oturup, gözleri kapalı vaziyette nimetlerin ayağımıza gelmesi beklenmemelidir. Rızk ile istihkakın aynı şeyler olmadığını fark ettiren bir atasözünde şöyle denilmektedir. “Allah fındığı verir ama kırmaz.”
Farkı fark etme gibi bir nimetten nasibi olmayan insanlar da vardır. Bu noktadan kişinin belli şeylere karşı, farkındalık geliştirip geliştiremeyeceği de bir nasip ve kısmet meselesidir. Nasip, çoğu zaman şuurlu farkındalıktan sonra gelir. Bazı insanlar, aşağıdaki ince ayrımı fark edememektedirler. O da şudur. Allah, yeryüzündeki icraatlarını üç temel kanun (kader, kaza ve atâ) çerçevesinde gerçekleştirmekte ve kullarına muamelede bulunmaktadır. Atâ kanunu, ilahi ihsânlar ve lütûfların ön şartsız ve karşılıksız olarak kullara verilmesidir. Bu kanunların birbirleriyle münasebeti şöyledir: Atâ kanunu, kaza kanununu iptal eder. Neticede atâ, kaderi tashih eder. Ancak kâinatta geçerli olan hakim tema, kaderi programa göre cüz–i iradeye bağlı olan işlerde, sebebler dairesinde yaşayan kulun sebepleri yerine getirmesi şeklindedir. Normal şartlarda kaderi programa göre kulun cüz’i iradesini kullanma şartına bağlı olarak yaratılacak şeyleri, Allah isterse atâsıyla iptal eder. Çünkü Allah mülk sahibi olarak istediği zaman, istediği kullarına, atâsıyla muamelede bulunabilir. Neticede isterse, kulunu kötülüklerden, musibetlerden koruyabilir veya kullarını musibetlerle imtihanda edebilir. Allah istediği takdirde, kulların gayret ve istemeleri olmadan da onları nimetlere boğabilir. Ama bu bir ihsândır ve sebebler ve kulluk dairesinde, sürekli geçerli olan ana tema değildir. Kullar, bu dünyada imtihan olmak için ve kendi iradelerini tecrübe etmek için var olduklarından, pek çok nasibin insana ulaşması veya ulaşmaması, ön şart olarak insanın şuurlu farkındalık kapısından geçiş yapıp yapmamasına bağlanmıştır. İnsanın başarılı olması için önüne biri farkındalık, diğeri de nasip (kısmet) olmak üzere iç içe geçmiş iki kapı konulmuştur. Farkındalık kapısı, kısmet kapısının önündedir. Nasip kapısını çalarak, nasibimizin olup olmadığını anlayabilmek için, öncelikle farkındalık kapısından içeri girmek gerekmektedir. Ancak Allah o kadar merhamet sahibidir ki, kuluna pek çok defalar, atâsıyla tecelli eder ve ona imkân ve fırsat kapılarını açar. Şayet kul bu fırsatları ve imkânları kullanmaya hazır değilse, bu talih veya kısmet, ziyaret ettiği kişinin evinin penceresinden çıkar gider. Meselâ bu dünyanın bir misafirhane, imtihan ve tecrübe yeri olduğunu fark eden ve bu mevzudaki şuur uyanıklılığını sürdürebilen kimse, dünyaya dünya kadar, ahirete de ahiret kadar değer verir, zaman ve sosyal enerji yatırımlarını ona göre plânlar. İnsanın kendisinin ne olduğunun farkına varması, sahip olduğu nimetlerin farkına varması, duygularının ve ihtiyaçlarının farkına varması, geçtiği yollardaki şeylerin farkına varması gibi; farkına varmanın değişik boyutlarını ne kadar yakalayabilirse, bu boyutlarla alâkalı nimetlerin kapısını da o ölçüde açabilme imkânına kavuşur. İnsan, farkındalık kapısından geçip nasip kapısını çalsa da, muhakkak o nimetleri elde edecek şeklinde bir mecburiyet de yoktur. Ancak istatistikî açıdan hadiseye bakıldığında, farkındalık kapısından geçip nasip kapısının şifrelerini çözmeye çalışan insanlarla, farkındalık kapısından içeri girmeyen ama ne yapalım nasibimiz değilmiş diyen insanları, sahip oldukları nimetler açısından karşılaştırdığımızda, birinci grubun bu dünyada daha çok nimete sahip olduğunu görürüz.

“Sormaz ki bilsin; sorsa bilir. Bilmez ki sorsun; bilse sorar” vecizesi de bu farkı fark etmek meselesini oldukça iyi açıklamaktadır.

Simyacı isimli romanda anlatılan bir hikâye de, farkı fark etmek hadisesini, çok güzel ortaya konmaktadır.

“Genç bir adam yaşlı ama bilge kralın sarayına gider. Bilgeliği arayan gence, kral; içinde sıvı yağ bulunan bir kaşık verir ve gençten, yağı dökmeden sarayı dolaşmasını ister. Genç kaşıkta bulunan yağı dökmeden sarayı dolaşıp kralın huzuruna gelir. Kral gence sorar:

“Salondaki acem halılarını gördün mü?” Genç görmediğini belirtir. Kral gence kütüphanesini, tablolarını, sarayın güzel bahçelerini görüp görmediğini sorar ve gençten hep ‘hayır!’ cevabı alır. Bunun üzerine kral gence sarayı bir kez daha dolaşmasını ve sarayın güzelliklerini görmesini ister. Genç sarayı tekrar dolaşır ve bütün güzellikleri görür. Ancak bu arada, elindeki kaşıkta bulunan yağ da dökülmüştür. Kral gence şöyle der: “bilgelik; yağı dökmeden, dünyaya bakabilmek ve ondan faydalanmaktır.”
Kaşıktaki yağ, insanların görevlerini ve çevresine karşı olan sorumluluklarını temsil etmektedir. Saraydaki güzellikler ise, dünyayı ve hayatı yaşamayı ve yaşamaktan keyf almayı sembolize eder. Bu zaviyeden insanlar üçe ayrılır. Birinci grup, elindeki kaşıkta bulunan yağı dökmeyen, ancak meşru olan dünya nimetlerinden de yeterince faydalanamayan ve hayatın mânâsını anlayamayanlar; ikinci grup anlık zevklerin peşinde koşarken, kaşığı kaybeden ve yağı dökenler; üçüncü grupta ise, kaşıklarındaki yağı dökmeden, görev ve sorumluluklarını aksatmadan; dünyaya bakabilen ve onun mânâsını anlama gayreti içinde nimetlerinden meşru olarak istifade edebilenler yer almaktadır. Farklı bir açıdan bakılırsa, saraydaki güzellikler, parayı ve parayla satın alınan şeyleri temsil eder. Kaşıktaki birkaç damla yağ ise parayla satın alınamayan ahlâk, fazilet, izzet, şahsiyet, istikamet, emniyet, dürüstlük gibi insanî değerleri temsil eder. Hikaye bu şekilde yorumlanırsa; hayatın bilgeliği, paraya ve parayla elde edilebilen şeylere sahip olunduğunda, parayla satın alınamayan şeylerin (sevgi, fedakârlık, karşılıksız verme, iyilik etme, paylaşma, vefa, dostluklar, dürüstlük vb.), hâlâ kaybedilmemiş olması ve parayla satın alınamayan bu değerleri yeniden üreterek gelecek nesillere taşıyabilmekdir.
Bu hikâyeden inanan insanlar için alınacak ders, Allah’ı unutmadan (O’na şükrederken), dünya nimetlerinden istifade etmek ve yeryüzünün mirasçısı olacak kadar dünyaya hâkim olmaktır. Bunu başarabilmenin ön şartı, bir elinde dökülebilecek yağ olduğunun (inançları ve ahlâki değerleri) ve diğer taraftan da etrafındaki ve önündeki güzelliklerin (yeryüzü nimetleri) keşfedilmeye değer şeyler olduğunun şuurlu farkındalığını sürdürmekten geçer. Tecrübe ve imtihan meydanı olan bu dünya hayatında, yağı dökmemek, ama etrafındaki güzellikleri de fark edememek, veya etrafındaki güzellikleri görmek ve tatmak, ama yağı dökmek oldukça kolaydır. Zor olan ve dengeli götürülmesi gereken şey, âhireti unutmadan dünyadan nasiplenebilme dengesini kurabilmektir. Bir başka deyişle; ‘dünyadan da nasibini unutma’ mesajını dengeli şekilde hayata taşıyabilmektir.

Dünya milletleri arasında birinci sınıf olmamız ve inandığımız değerleri iyi şekilde temsil edebilmemiz için dünya–âhiret, madde–mânâ, zâhir–bâtın, iç–dış gibi ikili kavramların ihtiyacının olduğu görülmektedir.
Sahip olduğumuz nimetleri, güzellikleri ve değerleri daha iyi fark etmemizi sağlayan şuurlu farkındalık kapısından geçerek, nasip ve kısmetimizi çoğaltma yolculuğuna çıkmamız, tembellik ve vurdumduymazlık gibi kötü davranışlardan korunarak, kadere taş atmamamız, ancak bu inceliği fark eden insanların çoğalmasıyla mümkün olacaktır.
Son düzenleyen Daisy-BT; 12 Temmuz 2011 19:13 Sebep: Simgeler silindi.
angel_ksk - avatarı
angel_ksk
Ziyaretçi
11 Ağustos 2006       Mesaj #44
angel_ksk - avatarı
Ziyaretçi
FELSEFEYE GİRİŞ

«Felsefe sözcüğü, eski Yunancadan Arapçaya ve bu dilden Türkçeye geçmiştir. Sözcüğün Yunanca aslı “philosophia”dır ve iki ayrı sözcükten oluşur: “Philio” sevgi anlamına gelir: ' “sophia” ise, “bilgelik” ya da genel olarak “bilgi” demektir. Öyleyse, “philosophia”, bilgi ve bilgelik sevgisi, aşkı anlamına geliyor. “Philosophos (filozof) da, “bilgeliği seven”, “bilgiyi arayan ve ona ulaşmak isteyen kişi” dir.


Eski Yunanca ”sophia” sözcüğünün,,yalnızca kuru ve soyut bilgi anlamına değil, akıllıca davranmak, aşırılıklardan kaçınmak. kendine egemen olmak ve kötü durumlara göğüs germeyi bilmek anlamına geldiğini de özellikle belirtmeliyiz. Demek ki filozof, yaşamın anlamını bulmaya ve bu anlama uygun biçimde yaşamaya çalışan kimsedir. Felsefenin amacı da, yalnızca kuramsal (teorik) bilgi elde etmek ve vermek değil, ama aynı zâmanda, doğru davranışlarda bulunmamızı sağlamak: ahlaklı yaşamanın yollarını öğretmektir.



Eski Yunan düşüncesi, bilgi ile bilgelik; bilmek ile istemek (ahlak) arasında sıkı bir ilinti görüyordu: Sokrates, bundan ötürü, kimse, bilerek kötülük işlemez diyordu. Demek ki felsefe sözcüğünü, başlangıçta taşıdığı anlam içinde ele alırsak, yalnızca bilmenin değil, ahlaka uygun ve mutlu bir yaşam sürmenin de söz konusu olduğunu, felsefe denince, sağlam bilgiler edinme çabası kadar, doğru, ahlaklı ve mutlu yaşama çabasının da göz önünde tutulduğunu kavrarız.


Yukarda belirttiğimiz gibi, sözcükteki temel anlam, “philosophia” nın, bilgi ve bilgeliğe duyulan “sevgi” ya da “dostluk” olmasıdır. ”Philosophos”a yani filozof, şu ya da bu koşula, duruma, ya da kişiye bağlı olarak değişiklik göstermeyen, yani şuna ya da buna göre olmayan mutlaka doğruları ve kesin bilgileri bildiğini ileri süren bir kimse değildir. Bunun tam tersine bilgiyi ve bilgeliği arayan, seven. ele geçirmek isteyen kimsedir. “Philosophos” sözcüğünü, ilk olarak, lsa'dan önce altıncı yüzyılda yaşayan Yunan düşünürü Pythagoras'ın kendisi için kullandığı söylenir. Pythagoras, bu sözcüğü kullanırken, mutlak doğruları elde etmiş bir kimse değil, bir bilgi arayıcısı ve bilgelik âşığı olduğunu belirtmek istiyordu. (Bu sözcüğü, ilk olarak Herokleitos'un kullandığı da söylenir.)


Demek ki filozof, herhangi bir şeye ve kimseye; ortaya çıktığı zamana ve yere göre değişmeyen mutlak bilgileri ve doğruları bulduğunu düşünerek mutluluk duyan bir kimse değildir. Ama hiç bir şeyin bilinmeyeceğini düşünerek sınırsız bir kuşkuya (şüpheye) düşen bir kimse de değildir. Felsefe tarihi boyunca, mutlak bilgilere ulaştıklarını düşünen ve son sözü söylediklerine inanan birçok büyük filozofun ortaya çıktığını göreceğiz. Her şeyden kuşku duyan ve hiç bir şeyin bilinemeyeceğini ileri süren düşünürlerle de karşılaşacağız. Ama felsefenin gerçek ilerleyişinin, kesin ve mutlak bilgiler ortaya koyduklarını söyleyen filozofların görüşlerindeki yanlış ve eksik yanlarla: her şeyden kuşku duyduklarını ve hiç bir şey bilmediklerini söyleyen düşünürlerin görüşlerindeki doğru yanlardan geçerek kendin` ortaya koyduğunu da göreceğiz. Bu filozoflara ve düşünürlere rağmen ve aynı zamanda onlar sayesinde, “felsefe”nin kendini sürekli olarak derinleştirmesine; yani insan düşüncesinin sürekli olarak kendisine eğilip, kendisini bilinçli duruma getirmeye yönelmesine tanıklık edeceğiz.


Bu bakımdan, gerçek filozofun, edindiği bilgileri yetersiz bulan, tedirginlik duyan, ama yine de arayan ve sürekli olarak eleştiren bir kimse olduğunu göreceğiz. İnançların, törelerin ve alışılagelmiş düşünce biçimlerinin dışına çıkamayan; bunlara körü körüne yani bilinçsizce bağlı olan kimse, doğrunun (hakikatin) ve bilginin ne olduğunu kesinlikle bildiğine inanır; bunlardan kuşku duymaz. Filozof ise, kendisine şu ya da bu biçimde kabul ettirmiş olan ya da sunulan inançları, görüşleri, bilgileri irdeler ve eleştirir; doğru olanı, gerçek bilgiyi, bilgeliği arar; insan yaşamını anlamlı kılacak, yaşanmaya değer duruma getirecek ve mutluluğa ulaştıracak ilkeleri ve kuralları bulmak ister; bunlara uygun olarak yaşamaya çatışır. Bu ilkeleri ve kuralları, iyice araştırıp akılla bulunmuş temeller üzerinde kurmaya yönelir. Felsefi düşünce, kökü bakımından, genellikle bütün bildiklerimizi ve özellikle inandıklarımızı; eylem (ahlak) alanında yol gösterici olarak kabul ettiğimiz değerleri («iyi ya da kötü dediğimiz şeyleri), toplumun bize kabul ettirdiği önyargıları (peşin hükümleri), tutkularımızı, duygularımızı, alışkanlıklarımızı, özgür düşüncenin süzgecinden geçirmektir; bunlardan uzak durup. bunlara dışardan bakmak, bunları irdelemek, çözümlemek, iç yüzlerini ortaya koymak ve eleştirmektir. Kısacası, bilginin temeli olacak doğrulara ve davranışımızı yönetecek sağlam ilke ve kurallara ulaşmak Cabasıdır; arayışıdır.


Tarih boyunca çeşitli filozoflar gelip geçmiş, farklı ve kimi zaman birbirine taban tabana karşıt sistemler kurulmuştur. Bu sistemlerin bazıları, uzun ya da kısa süreler boyunca, insan düşüncesine ve yaşamına egemen olmuştur. Ne var ki, felsefenin özünde, yukarda açıklamaya çalıştığımız philosophias sözcüğünün kökel (temel) anlamı her zaman varolagelmiştir. Yani felsefe, her zaman, bir doğru sevgisi ve arayışı; bir eleştiri, bir yaşayış, davranış ve ahlak sorunu olarak; doğruya ve iyiye yönelmiş bir çaba olarak ortaya. çıkmıştır. Felsefe sistemlerinin ve çeşitli felsefi düşünüşlerin dışgörünüşünü aşıp derinine inilince, bu sevgiyi, arayışı, eleştiriyi ve çabayı görmek her zaman olanaklıdır.

sedat sencan - avatarı
sedat sencan
VIP VIP Üye
25 Haziran 2007       Mesaj #45
sedat sencan - avatarı
VIP VIP Üye
DÜŞÜNÜYORUM,ÖYLEYSE VARIM
Cogito ergo sum düşünüyorum,öyleyse varım.
Felsefenin gelmiş geçmiş en önemli cümlelerinden birisidir.
Hepimizin de bildiği gibi 1596-1650 yılları arasında yaşamış olan Descartes söylemiştir.
Bu cümle ile ne demek istemişti ?
Her şeyden önce o günlerde henüz bilim ve felsefe birbirinden ayrılmamıştı.
Ama ayrılmanın sancıları da başlamıştı.
Skolastik felsefe yıkılmış,bilgi problemi yeniden ele alınmıştı.
Uğraş olarak bilimi seçen insanlar gözlerini doğaya çevirdiler.
O güne kadar elde edilmiş bilgiler,her ne iseler tek tek ele alındı.
Avrupa’nın birçok yerinde bunların hepsi yeniden inceleniyordu.
Herbir bilgi deneylerle sınanıyor,tekrar tekrar gözlemleniyordu.
*** *** *** *** *** *** *** ***
Descartes, bu yoğun günlerde kendisini tam hedefe kilitlemiş olmalı.
Elbette sonuca bir günde varmadı.
Bir taraftan bilimsel gelişmeleri takip ediyor,bir taraftan kendisi araştırıyordu.
Bütün bunların arasında ilişki kurmak ve kuralları belirlemek bir filozofun görevidir.
Belki de bu işin düşünsel süreci yıllarca sürdü.
Şimdi kendim Descartes’mışım gibi düşüneceğim.
*** *** *** *** *** *** *** ***
İşe en başından başlıyacağım.
Bildiklerimin hepsinden şüphe ediyorum.
Duyularımın sağladığı bilgiler şüpheli ve aldatıcıdır.
Çevremdeki kişilerin de etkisinde kalmış olmalıyım.
Sabit fikirler,toplumun değerleri ,gelenekleri ve bunun gibi herşeyi de ayırıyorum.
Herşeyin varlığını yok sayıyorum.Var olup olmadıklarını şimdilik merak etmiyorum.
Hatta kendim bile yokmuş gibi davranmalıyım.
*** *** *** *** *** *** *** ***
Şimdi işe başlıyorum.
Etrafımda çeşitli biçim ve renklerde pekçok nesne var.
Ben bunları nasıl ve ne şekilde görüyorsam,onlar da öyle mi olmalı?
Örneğin şu tek avucuma sığacak kadar hacimli kırmızı bir elma görüyorum.
O,gerçekten mevcut mu ? Mevcutsa o boyutta ve o renkte mi?
Ben nesneleri duyu organlarım aracılığı ile tanıyorum.
Onlara dokunuyorum,kendilerini görüyorum,tadına bakıyorum.
Seslerini işitip bazısının kokusunu alıyorum.
Böylece onlar hakkında bilgi sahibi oluyorum.
Ama bu bilgiler doğru mu?
*** *** *** *** *** *** *** ***
Nitekim duyularımın beni sık sık yanılttığını bilirim.
Bazen halının üzerinde bir kalem görürüm,sonra anlarım ki o,halının deseniymiş.
Bunun gibi bir sesi başka bir şeyin sesi sanırım.
Demek ki duyulara güven duymamalıyım.
Duyularım beni yanılttığına göre belki de onların bana kaynaklık ettiği nesneler de yanıltıcıdır.
Belki de gördüğüm veya gördüğümü sandığım herşey bir hayaldir.
Belki de onların hepsi benim kuruntumdur.
*** *** *** *** *** *** *** ***
Eşyalar öyle de insanlar nasıl?
Ben herkesi kendim gibi düşünen,gören ve duyan birileri olduğunu kabul etmişim.
Ama ya onlar öyle değilse.
Sık sık rüya görürüm.Düşlerimde bir şeyler yapar,bir yerlere giderim.
Uyandığım zaman bunların hiçbirini de yapmamış olduğumu anlarım.
Sakın bütün yaşantım bir rüya olmasın?
Etrafımdaki eşyalar ve insanlar gibi kendi varlığım bile şüpheli.
O zaman geriye ne kaldı?
*** *** *** *** *** *** *** ***
İlk anda geriye hiçbir şey kalmamış gibi görünüyor.
Ama galiba bir şey var.
Bu öyle bir şey ki artık ondan şüphe edemem.
Bu şey, benim için kesin diyeceğim bir bilgidir.
İlginç olan durum,bu kesin bilgim benim kendi şüphemden oluştu.
Şüphe ettiğim zaman boyunca ,kendisinden şüphe edemeyeceğim şey nedir?
Elbette bu,şüphe etmekte olmamdır.
Peki şüphe etmek nedir?
*** *** *** *** *** *** *** ***
Hiç tartışmasız söyleyebilirim düşünmektir.
Yani şüphe etmek düşünmek demektir.
O zaman düşünme eyleminden şüphe edemem.
Böylece düşüncemin varlığını kesinlikle kabul etmeliyim.
Düşündüğüme göre o düşünceyi gerçekleştiren bir şey olmalı.
O şey,benim yani bizzat kendimim.
Düşündüğüme göre varlığımın olmaması olanak dışıdır.
O halde sonuç tartışılmaz şekilde ortadadır:
Düşünüyorum,öyleyse varım.
Son düzenleyen asla_asla_deme; 17 Ekim 2008 13:51
kan-düserken topraga - avatarı
kan-düserken topraga
Ziyaretçi
27 Temmuz 2007       Mesaj #46
kan-düserken topraga - avatarı
Ziyaretçi
Bilginin değeri ve bilginin kaynağı meselelerini inceleyen felsefe teorisi. Bilgi teorisi ve bilgi kuramı deyimleri ile de bilinir.

Filozoflar, her şeyden önce, bu filemde olup bitenleri anlamak, bilmek problemi ile meşgul olmuşlar, bilginin nasıl meydana geldiğini ve bunda rol oynayan faktörlerin neler olduğunu düşünmeden önce insan bilgisinin mutlak olup olmayacağı üzerinde, düşünürlerken, bilginin kaynağının ne olduğu sorusu üzerinde de düşünmüşlerdir.

Bilgi teorisini (Epistemoloji) meydana getiren bu iki esas, böylece, bilginin değeri meselesi ve bilginin kaynağı meselesi şeklinde kendini göstermiştir. Bilginin değerini inceleyen filozoflar çeşitli görüşleri içine alan felsefe meslekleri ile bu konuyu açıklama yoluna gitmişlerdir.

Dogmatik filozoflara göre, insan bilgisi mutlaktır. Gerek akıl, gerekse duyu organları ile elde edilen bilgiler, gerçeğin değişmez ifadesidir. Bunların dışında gerçek yoktur.Septik filozoflara göne, eşya ve olaylar hakkında kesin hüküm vermekten çekinmelidir. Her türlü bilirim iddiasından vazgeçmeli ve her şeyden şüphe ile söz edilmelidir.Sofist filozoflara göre herkese göre değişmez bir gerçekten söz edilemez. Gerçeğin ölçüsü insandır. Ferdî şuurların ve bilgilerin dışında bir gerçek yoktur.

'Skolâstik filozoflara göre, ancak, dinin ve mukaddes kitapların bildirdiği bilgiler birer gerçek olmak karakterindedirler. Dinin ve mukaddes kitapların bildirdiklerinin dışında «gerçek» yoktur.

Kritis filozoflara göre, tenkit etmeden hiçbir fikrin doğruluğunu, yanlışlığını kabul etmemek gerektir, insan bilgisi ancak, tabiat tarafından aklın yaratılış şekline ve sübjektif bünyesine uygundur. Bilgilerimiz, mutlak olamaz.

Pozitivist filozoflara göre pozitif bilimlerin sonuçlarına ve onların bildirdiklerine dayanmayan hiçbir bilginin değeri yoktur.

Bilginin kaynağı meselesini inceleyen filozoflar da, çeşitli görüşleri içine alan felsefe meslekleri ile bu konuyu inceleme yoluna gitmişlerdir. Epistemolojinin ikinci probleminde bilgilerimizin doğuştan, akıldan, duyu organlarımız ve günlük deneylerin bildirdiklerinden sezgiden geldiğini iddia eden çeşitli felsefe meslekleri ve çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bilginin kaynağı meselesini de filozoflar çeşitli felsefe meslekleri ile, şu sekide açıklama yoluna gitmişlerdir.

Rasyonalist filozoflara göre, bilginin kaynağı akıldır. Akıl da ilâhi bir kaynağa sahiptir. Akıl prensiplerimiz doğuştan gelmektedir. Akıl prensipler, gibi Tanrıya ,sonsuzluğa, kemale ait fikirlerimiz doğuşla birlikte gelmişlerdir.

Empirist filozoflara göre, bilgilerimiz deneyden gelmektedir. Deneyler edinmemizde duyu organlarımızın da rolü vardır. Duyu organlarımızın bildirdiklerini ,akıl almamazlık edemez. Emtüistyonist filozoflara göre, iki çeşit bilgi vardır. Bilim ve felsefe. Bunlarda birincisi zekânın, ikincisi içgüdüye dayanan sezginin ürünüdür. Zekâya dayanan bilgi esas hayatın bilgisi, sezgiye dayanan felsefe bilgisidir. Sezgiden gelen bilgiler, bize değişmez gerçekler: verir.

Pragmatist filozoflara göre, bilgilerimiz yaşanan hayatla ilgilidir. Bilginin konusu olan gerçeği hayatla olan uyumluluğu ile ele almalıdır Günlük hayatla ilgili olmayanlar bir bilgiye ve onun konusu olan gerçeğe ne bilgi ne de gerçek gözü ile bakılamaz.
Son düzenleyen asla_asla_deme; 17 Ekim 2008 13:52 Sebep: Rutın Kontrol
çibiusa - avatarı
çibiusa
Ziyaretçi
23 Eylül 2007       Mesaj #47
çibiusa - avatarı
Ziyaretçi
Felsefe Nedir?


Felsefe kelimesi Yunanca´da fhilo(sev-gi) ve sophia (bilgelik) kelimelerinin yan yana gelmesinden oluşuyor... fhilosophia (bilgelik sev-gisi). Yunanlı düşünürler için "Bilgiyi sevmek, bilginin peşinden koşmak" anlamını taşır...

Yani Felsefe sadece bilgiyi sevmek mi oluyor?
Bu konuyu bir örnekle anlatayım, sen hiç dünyanın neden 365 gün ve altı saatte bir tur tamamladığını yani bir yıl diye niye bu hareketi tanımladığımızı merak ettin mi?, etmişsindir mutlaka. İşte bunun gibi bilmediğin, öğrenmek istediğin bir sürü konu var. Aslında filozoflarda böyle şeyler düşünüyorlar. Bunların nasıl olabileceğini, nelerin bunlara yol açtığını öğrenmeye çalışıyorlar... Öylesine derin düşünüyorlar ki bu konuları, anlamaya, yorumlamaya ve yaşamı anlamlandırmaya çalışıyorlar... Belli anlamlar bulduklarına inandıklarında da "Felsefe Sistemleri"ni oluşturmuş oluyorlar...

O halde felsefe, yaşamı bir şekilde anlamlandırabilme çabası mı oluyor?
Evet, yaşamı ve yaşamda varolan her şeyi... Filozof, soru sorar, merak eder ve öğrenmeye çalışır... Bilgi onun için ulaşılması gereken bir şeydir ve ona ulaşmak için habire koşar... Tam ulaştığını sandığı anda da yeni sorularla karşılaşır... Bak Ünlü filozoflardan Platon´un bir sözü var: "Felsefe, doğruyu bulma yolunda, düşünsel bir çalışmadır." diyor. Yalnız, burada ortaya çıkan sadece yeni bilgiler değildir, filozofun ürünü, bir ahlak anlayışını, yaşama biçimini doğurur... Örneğin, dünyayı idealardan oluşmuş, (yani sadece düşüncelerden, ve bu düşüncelerin görünüşlerinden) bir yapı olarak algılayan bir felsefe öğretisi, yaşama ilişkin tüm yargılarını da ona göre oluşturur.

Filozoflar Felsefe İçin Ne Demiş

Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir."

Karl JASPERS

"Felsefe, neleri bilmediğini bilmektir."
SOKRATES

"Doğruyu bulma yolunda, düşünsel bir çalışmadır."
PLATON

"İlkeler ya da ilk nedenler bilimidir felsefe."
ARİSTOTELES

"Mutlu bir yaşam sağlamak için, tutarlı eylemsel bir sistemdir."
EPİKUROS

"İnanılanı anlamaya çalışmaktır."
ANSELMUS

"İnanılanın inanılmaya değer olup olmadığını araştırmaktır."
ABAELARDUS

"Eleştiridir."
CAMPENELLA

"Deney ve gözleme dayanan bilimsel veriler üzerinde düşünmektir."
F. BACON

"Felsefe yapmak doğru düşünmektir."
T. HOBBES

"Felsefe bir bilimdir ve geometrik yöntemi metafiziğe uygulamak gerekir, felsefeyi kesin bir bilim yapmak için."
DESCARTES

Sonuç olarak;
Felsefe yaş**** ta kendisidir!..

Felsefe Sözcüğü ve Felsefenin Doğuşu

Felsefe sözcüğü ilk kez Antik Ege'de Samos'lu matematikçi düşünür, Pythagoras (Pisagor İ.Ö. 6.yy) tarafından kullanılmıştır. Pythagoras; dost ve bilgi anlamlarındaki filos ve sofia sözcüklerini yan yana getirerek kendisini ifade etmiştir. Çünkü ona göre eksiksiz bilgelik (sofia-sophia) ancak tanrılara yakışır. İnsan ise sofia'nın yalnızca dostu olabilir. Yani felsefe bilginin dostu anlamı taşımaktadır.

İ.Ö. 4. yüzyılda Atina'lı düşünür Platon bilgiyi doxa ve sofia olarak ikiye ayırdıktan sonra; bu bilgilerin ardına düşen farklı iki anlayışta insan tanımı yapar. Bu dünyanın aldatıcı bilgileri peşinde koşan filodox ve gerçek bilgiyi arayan filozof...

Platon'un bu tanımı yaygın kabul görür. Ortaçağa, öğrencisi Aristoteles ile birlikte damgasını vuran Platon'un görüşleri; İslam kültüründe de en az batıdaki kadar etkilidir. Hatta Platon o kadar kabul görür ki; adı Eflatun'a bile çıkar. Sufi, sofu ve feylesof sözcükleri Filosofia sözcüğüne karşılık gelmektedir.
Bu sözcükler, İslamiyet'in kabulünden sonra Türkçe'ye de girerek günümüzde kullandığımız biçimi almıştır. Platon'un adı dilimizde çoğu zaman Eflatun olarak kullanılır.

Felsefenin Doğuşu

İnsan, ilk dönemde tıpkı diğer hayvanlar gibi, doğada hazır bulduklarını toplayarak ya da avlanarak yaş****ı sürdürür. Ama insan, hayvanlardan farklı olarak, bunu yaparken alet yapar ve yaptığı aletleri kullanır. Bu özelliği sayesinde doğaya her gün biraz daha fazla egemen olurken; kendisini de her defasında yeniden yaratmıştır.

İlkel Kominal dönemde yaptığı aletlerle doğayı hızla tüketen insan, her defasında yeni bir doğal bölgeye göç ederek yaş****ı sürdürmeye çalışmıştır. Ancak bu süreç zaman içinde doğanın yeniden üretilmesi ile sonuçlanmıştır. İnsan, artık, doğayı doğrudan tüketmenin yanı sıra, doğayı sayısal olarak üreterek yeni bir yaşam biçimi oluşturmuştur. Doğanın sayısal olarak üretilmesi iki farklı alanda uzmanlaşmış farklı iki toplum yaratmıştır. Bu toplumlardan ilki, bitki tarımı yapan ve bu nedenle de toprağa bağlı yaşayan köyler, yani uygar toplumlardır. İkincisi, hayvanları evcilleştirip üreterek yaş****ı sürdüren, topraktan belli ölçüde bağımsız göçer barbar toplumlardır.

İlkel Kominal dönemde toplumların üretim ve tüketim etkinlikleri ve bunun sonucu oluşturdukları kültür de birbirine çok benzemektedir. Oysa doğanın sayısal olarak üretilmesindeki iki farklı etkinlik birbirine benzemeyen iki ayrı toplum biçimi yaratmıştır.
Toplumlar arasındaki; doğal kaynakların, toprakların veya ürünlerin paylaşılması konusunda çıkan anlaşmazlıkların güç kullanılarak çözümlenmesinde; barbarlar genellikle uygarlardan daha kazançlı çıkmışlardır. Bu nedenledir ki barbar sözcüğü kaba kuvvetle eş anlamda kullanılagelmiştir.
İki farklı kültür, günümüzden 5000 yıl önce, Mezopotamya'da ortak bir üretim süreci oluşturmuşlardır. Hayvan gücü kullanılarak yapılan tarım, başka bir deyişle karasaban devrimi, insanın tükettiğinden fazla üretmesine neden olmuştur. Bu durum toplumun yeniden organizasyonu ile sonuçlanmış ve devlet kurumu doğmuştur.
Devletle birlikte toplumsal düzeni sağlayan yaygın yaptırım güçleri; gelenek, örf, adet ve töre, yerini, devletin koyduğu daha net ve kesin yaptırım gücü olan hukuka bırakmıştır. Hukuk; devletin toplumsal düzeni belirleyerek denetlediği, yazılı kurallar sistemidir. Yani artık insan yazmaktadır. İnsanın ilk yazılarında yalnızca yasalar değil aynı zamanda mitolojik öyküleri de vardır. Bu dönemin yazılarının en genel özelliği imzasız yani anonim olmalarıdır.
Bu dönemde doğa olayları ve gök cisimleri sıkı bir gözlemle bilinebilir hale gelmiştir. Ancak bu tür bilgiler rahipler sınıfının dışına hiçbir şekilde sızdırılmamıştır.
İ.Ö. 1000 yıllarında, bu kez Ege, ulaşmış olduğu gelişmişlik düzeyi ile insanlık için yeni bir kilometre taşı oluşturmuştur. Gelişen tarımsal üretim pazarı büyütürken, yeni bir değişim aracının doğmasına neden olmuştur: para. Para, bir yandan değişimi kolaylaştırırken, diğer yandan da zenginliğin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bu sayede Ege kentlerinde yeni varlıklı sınıfın doğmuştur.
Bu varlıklı sınıf, ekonomik güçlerini toplumsal yönetime ortak olma doğrultusunda kullanarak, tarihte ilk kez daha yaygın bir egemenliğin yaşanmasına, yani sınıfsal özellik de taşısa ilk demokrasinin doğmasına neden olmuştur.
Demokrasi yetişmiş insana gereksinim duyduğundan, bu dönemde bilgi değer kazanarak yaygınlaşmıştır. Bilim ruhban sınıfın tekelinden kurtulmuş ve yaygınlaşmıştır. Örgütlü olmasa da eğitim yaygınlaşarak; akıl dogmaların yerini almaya başlamıştır. Çok tanrılı dinlerin de etkisi ile dini bir hoş görü yaygınlaşmıştır.
İ.Ö. 8. yüzyıla gelindiğinde, yazı gelişerek bireyselleşmiş, hukuk ve mitlerin dışında bireysel duygular ve bilim, yazının konuları içine girmiştir. Hatta ilk kez kişisel hukuk denemeleri ve krallığın dayattığının ötesinde tarih yazılmıştır.
İ.Ö. 6. yüzyıldaysa Miletli Thales (Tales) insan aklını binlerce yıldır kurcalayan "Evren nedir?" sorusuna ilk kez dinlerin dışında bir yanıt aramıştır. İşte bu felsefenin başlangıcıdır. Bu başlangıçta:

1. Gelişen ekonomik koşullarla zenginleşen toplum
2. Yaygınlaşan yönetim erki yani demokrasi
3. Dogmaların koşullanmalarını aşacak ölçüde hoşgörülü laik anlayış etkili olmuştur.


Thales'in felsefe tarihindeki önemi; evrenin nasıl oluştuğuna ait görüşleri değil, ama bu konuyu ele alış biçimidir. Çünkü o ve dönemin Anadolulu filozoflarının hareket noktaları; "hiçten bir şey olmaz" düşüncesidir. Bu, dine karşı maddeci bir yaklaşımın ifadesidir. Anadolu düşünürleri evrenin bir ilk olandan (arkhé), değişerek, oluştuğu düşüncesindedirler. Her biri ayrı arkhéler öne sürmüşlerdir. Ancak ortak yanları evrenin yaratılmamış olduğu düşüncesidir.
Ege'nin öbür tarafında, Atina'da, ise farklı bir dünya görüşü ağır ve emin adımlarla gelmektedir. Sokrates, Platon ve Aristoteles evrenin oluşumunun temelinde düşünceyi esas almaktadırlar. Her ne kadar Atina tanrıları ile araları hoş değilse de; çok daha farklı ve soyut bir tanrı fikrinin doğmasına katkıda bulunmaktaydılar. Aralarında öğrenci-öğretmen bağı olan bu üç düşünür idealizmin ilk kaleleridir.
Ege'nin iki yakasında farklı yaklaşımlar gelişerek taraftar toplarken adalı düşünürler bu iki kampa aynı mesafede uzak kalmışlar ve kuşkucu bir yaklaşımın ilk temsilcileri olmuşlardır.
Bu üç farklı -ve neredeyse uzlaşmaz görünen- yaklaşım, günümüz felsefe akımlarının da bir biçimde içinde yer aldıkları, idealizm-materyalizm-septisizm'den başkası değildir.
Kaynaklar
Şevki YEŞİLPINAR

FELSEFENİN TARİHÇESİ....

Bilginin ve insan eyleminin kaynağını ve ilkelerini inceleyen düşünceler bütünü. Yunanca «philosophia» («philos», dost, «sophia», bilgelik) sözcüğünden Arapça'ya, oradan da Türkçe'ye «felsefe» olarak geçmiştir.

Felsefeciler (filozoflar), genellikle saygın, ağırbaşlı, kolay kolay heyecanlanmayan, hiç bir şeye kızmayan kimseler olarak düşünülür. Oysa Eflatun, filozofun başlıca özelliğinin hayret etmek olduğunu söylerdi. Böyle olunca, ister bilgin, ister cahil, ister çocuk, ister büyük olsun, herkes filozof demektir, çünkü herkes, hayat üzerine, ölüm üzerine, düşünmek etkinliği, ya da duyduğu sevgi veya başka herhangi bir etkinlik konusunda kendi kendine sorular sorar. Ama, sözcüğün dar anlamıyla filozof, düşünce yoluyla dünyayı yorumlamağa, yani dünyaya bir anlam vermeğe çalışan kimsedir.

Yunanistan Doğumlu

Batı felsefesi, Yunanistan'da, tarihin hem zengin, hem karışık bir döneminde doğdu. Felsefenin gerçek kurucusu, Eflatun'dur (428348). Ustası Sokrates gibi o da, insanların gerektiği gibi yaşamadıklarına inanmıştı: ama haksızlığın, bilgisizliğin, ahlâksızlığın çaresi nerede bulunacaktı?

Eflatun'a göre herkes, yapılması gerekeni bildiğini sanıyordu: «Bizler, tıpkı bir mağaranın ta dibinde zincire vurulmuş tutsaklar gibiyiz; içimizden biri kendini kurtarıp da başını aydınlığa çevirmeyi başarabilirse, o zaman, doğru bildiği her şeyin yanlış olduğunu anlayacak, böylelikle, bilgiye ulaşmak için, aklın kendi üzerinde çaba harcamasının gerekli olduğunu görecektir». Aristoteles ise, Eflatun'un bu düşüncelerini fazlasıyla idealist buldu ve daha çok, bir sistem halinde örgütlemeğe çalıştığı özel bilgiler (doğal bilimler, fizik, politika) üzerinde durdu.

M.Ö. III. yy.dan itibaren, Yunan sitelerinin gerilemesiyle, felsefe okullarının sayısı da çoğaldı ve her biri öncelikle şu soruya karşılık aramağa çabalar oldu: insan mutluluğa nasıl erişebilir? Stoacılar düşmanlığa son vermek için, ruh sağlamlığına güvendiler, Epikürcüler dostluk ve düşünce zevklerine öncelik tanıdılar, septikler (kuşkucular) ise her şeyden kuşkulanma duygusuna sığındılar.

Din Bilginleri

Kilise, yüzyıllar boyu düşünce tarihini egemenliğine aldı. Özellikle, Thomas d'Aquin (1225-1274) gibi Ortaçağ filozoflarının hemen hepsi tanrı ve insan sorunuyla uğraşan din adamları ve din bilginleriydi.

Sonra, hümanist (insancı) uğraşıların merkezi, insan oldu. Fransa'da Montaigne, İtalya'da Giordano Bruno (1548-1600), İngiltere'de Francis Bacon (1561-1626), düşüncenin gelişimine katkıda bulundular.

Klasik Dönem

Kopernik ile Galilei'nin dünyanın dönüşü üzerine kuramları, geleneksel düşünceleri altüst etmiştir. Ondan sonra bilimsel ilerleme, felsefi düşünceyle birlikte gidecektir. XVII. yy.ın bütün büyük filozofları, aynı zamanda bilgindiler. Onları ilgilendiren, bilim üzerine düşünmek, bilimin nasıl mümkün olacağını göstermekti. Bu anlayış, özellikle Descartes'da, Spinoza'da (1632-1677) ve Leibniz'de (1646-1716) belirgindir.

XVIII. yy.da bir yandan doğal bilimler gelişirken (doğa bilgini Lamarck'ın çalışmaları), bir yandan da Montesquieu (1689-1755) ve J.J. Rousseau gibi filozoflar da toplumsal ve siyasal fenomenlere (insan bilimlerinin doğuşu) yönelmişlerdi. İngiltere'de David Hume (1711-1776), deneyin bilginin kökeni olduğunu öne sürerken (ampirist [görgücü] kuram), XVIII. yy. sonunda Emmanuel Kant (1724-1804) eleştirisel idealizm kuramıyla «aydınlık çağ felsefesinin» doruğunu belirtiyordu.

Tarihin Anlamı

Fransız Devrimi, felsefenin evriminde bir dönüm noktası olmuştur: artık, tarih üzerine düşünceler, özellikle Alman filozoflarında ön plana geçecektir. Friedrich Hegel (1770-1831), tarihin ne saçma, ne de rastlantılara bağlı olduğu düşüncesindedir: ona göre tarihin bir anlamı var dır, bu da insan bilincinin ve insan aklının gelişmesidir. Hegel'in eseri, Kari Marx'ı çok etkilemiştir; Marx için tarihin, iktisat yasalarına bağlı yasaları vardır. Şair ve filozof Friedrich Nietzsche (1844-1900) için ise, dünyanın değişimi, bireyin değişiminden geçer.

Çağdaş Düşünce

XX. yy. başlangıcı felsefesine gelince, burada da iki büyük akım ayırt edilebilir: özellikle bilimde görülen büyük değişimleri (Einstein kuramları) inceleyen birincisinin ilerigelen temsilcileri Edmund Husserl (1859-1938) ve Gaston Bachelard'dır (1884-1962); daha çok insanla ve insan yaş****ın anlamıyla ilgilenen ikinci akımın öncüsü ise Henri Bergson'dur (1859-1941).

İki dünya savaşıyla sarsılan XX. yy., psikanaliz .(Freud'un çalışmaları) araştırmalarına paralel olarak, insan üzerinde yeni bir düşünce biçiminin doğuşuna sahne olmuştur. Danimarkalı Kierkegaard'ın (1863-1855) öncülüğünü yaptığı varoluşçuluk (egzistansiyalizm), Martin Heidegger (doğ. 1889) ile Almanya'da ve Jean-Paul Sartre (doğ. 1905) ile Fransa'da gelişmiştir ve «her insan, kendini kendi seçer, öz seçimleriyle, öz davranışlarıyla kendini yaratır» kuramıyla belirlenmiştir.

Bugün filozoflar artık, sistemler kurmağa çalışmıyorlar; Sartre bile siyasal eyleme yönelmiştir. Bugün düşüncelerin gelişiminde en çok etkisi olan kişiler, birer insan bilimleri disiplini olan psikanaliz (Lacan) ve etnoloji (Levi-Strauss) üzerinde çalışan insan bilimleri uzmanlarıdır.

Raffaello'nun, Eflatun ile Aristo'nun çevresinde toplanmış Eskiçağ düşünürlerini tasvir eden «Atina Okulu» adlı freskinden bir bölüm. Yunan filozofları, büyücülük uygulamaları karsısında mantığı ve akıllı düşünmeyi zafere ulaştırmağa çalıştılar. Vatikan, Roma.

Alman filozofu ve matematikçisi Leibniz (1646-1716). Parlak zekâsı ve üstün bilgisiyle Leibniz, hukuk, siyaset, din, tarih, dilbilimi, jeoloji ve mekanik alanlarında da önemli çalışmalar yaptı. «Dünyamızın olması mümkün dünyaların en iyisi olduğu»nu savundu.

(Sağda) Alman filozofu Emmanuel Kant (1724-1804). Hayatını inceleme, ders verme ve düşünmeğe adadı. Günlük programını bir kere, o da Fransız Devrimi'nin başladığını öğrendiği gün aksattı. Kant'a göre akıl, deneme sınırlarını aşınca hezeyana düşer; bilgimizin temeli insanın zihnidir; akıl, bilimsel ve deneye dayalı olarak kullanılmalıdır; insan yaş----- yön veren ahlâk yasası, özgürlüğü, ruhun ölümsüzlüğünü ve Tanrı'nın varlığını gerektirir. Portre, Hans Kurth'un eseri.

Doğu Felsefesi

Hindistan düşünürlerine göre, felsefe ile din birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Brahmanizm geleneği evrenin ruhu olan birliği öğrenmeğe çalışır. Bu ruh, her insanın ta derinliğindedir. ölümün bile söndüremediği hayat ilkesidir. Buna karşılık 'Buda için her şey görünüşten ibarettir; sağduyu, her şeyin gerçek dişiliği üzerine düşünmek ve kendinden vazgeçip özünü dünyadan da kurtarmak demektir.

Geleneksel Bölümler

Felsefe birkaç bölümü içerir: mantık, akıl yürütme, düşünme bilimidir; epistemoloji, bilimler üzerinde düşünmektir; etik {veya ahlak), ahlâk bilimi, iyilik ve kötülük kuramıdır; estetik, güzellik bilimidir. Metafizik ile teoloji (dinbilim) ise, doğrunun ilkelerini arar ve dine ilişkin sorunları inceler.

Diogenes

İlkçağ filozoflarının çoğunluğu, çok ince mantıkçıklardı. Ama bazıları da sadece aydınları küçümsüyor ve toplumsal kuramlardan uzak, sade ve doğal bir yaşantıyı arıyorlardı. Böylece her mevsim yalınayak gezen Diogenes'in tek bir pelerini vardı ve genellikle bir fıçıda yaşıyordu. Büyük İskender ona bir arzusu olup olmadığını sorunca da: «Evet, gölge etme, başka ihsan istemem» karşılığını vermişti

Hellenistik Felsefe

Kent devletinin sona erdiği M.Ö. 323 yılıyla Hellenistik çağın son büyük imparatorluğunun Roma’nın bir parçası olduğu M.Ö. 30 yılı arasındaki dönemin felsefesine verilen ad.

Bu dönemde yer alan dört büyük felsefe okulu sırasıyla, Akademi, Peripatetik okul, Epikürosçu ve Stoacı okuldur. Bu dört okuldan, hazcı ahlâkı ve Tanrı’nın evrene müdahalesini reddeden varlık görüşüyle Epiküros felsefesi, daha ağır basan ve döne­me çok büyük ölçüde damgasını vuran felsefe olmuştur. Amaçlı bir evren anlayışıyla en yüksek insani iyi olarak, aklın doğru ve yerinde faaliyetine duyulan inanç ise, en güçlü ifadesini Stoacılarda bulmuştur. Stoacıların görüşlerinde somutlaşan bu amaçlı evren görüşü, son çözümlemede Sokrates’ten miras alınan bir görüş olarak Epiküros’un varlık görüşüyle karşıtlık içindedir.

Bu dönemde ortaya çıkan başka bir felsefe okulu da, dogmatik oldukları gerekçesiyle tüm felsefelere ve özellikle de Stoacı felse­feye gösterilen tepkiyle seçkinleşen, kuşkuculuk olmuştur. Nihayet dönemin sonlarına doğru, Poseidoinos Panaetios ve Antiokhos, Stoa felsefesini Platon ve Aristotelesçi öğretilerle birleştirmeye çalışmıştır.

GENEL ÖZELLİKLERİ

Hellenistik felsefenin en önemli özelliği, bu felsefenin konularını mantık fizik ve etik şeklinde düzenlemesidir. Mantık, Aristoteles’ten miras alınan bir tavırla, bilgi teorisini de kapsayacak şekilde, doğru bilgiye ulaşmanın yöntemi ve felsefenin vazgeçilmez aracı olarak görülmüştür. Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak, özellikle Stoacılar mantık alanına çok önemli katkılar yapmışlardır. Aynı şekilde, fizik de arka planda kalıp, yalnızca etik için bir temel ve hazırlık olma fonksiyonunu yerine getirmiştir. Bundan dolayı, bu dönemde filozoflar, fizik ya da varlık alanında yeni teoriler geliştirmek yerine, Sokrates öncesi doğa filozoflarının görüşlerini aynen benimsemişlerdir. Bu bağlamda, Stoalıların Herakleitos’un fiziği­ni Epiküros’un ise Demokritosun atomcu görüşünü pek büyük bir değişiklik yapmadan benimsediğini söylemekte yarar vardır.

Hellenistik felsefede ön plana çıkan çalışma alanı ya da disiplin, etik olmuştur. Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği kent devletinin yıkılması, kent devletinin yerini alan imparatorlukla birlikte, bilinen dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde dünyaya topluma ve kendilerine yabancılaşması, yalnız ve başıboş kalmasıdır.

Böylesi bir toplum düzeninde, felsefeden beklenebilecek tek şey, ilgisini birey üzerinde yoğunlaştırması, bireyin felsefeden bek­lediği yol göstericilik görevini yerine getirmesidir. Bu dönemde, felsefenin herkesçe kabul görmüş amacı, insanı mutlu bir yaşama ulaştırmak, bireye güven ve bilgelik kazandırarak, onun yaşadığı yabancılaşma ve yolunu kaybetmişlik duygusunu aşmasını sağlamaktır. İşte bundan dolayı, Hellenistik dönemin en. büyük ve en önemli iki sistemi olan Epikürosçulukla Stoacılık kişisel bir ahlâk üzerinde yoğunlaşmışlar, siyasi ya da toplumsal düzenle ilgili problemlere pek az önem vermişlerdir. Bir tinsel bağımsızlık ve kendi kendine yetme idealini ön plana çıkartan iki akımın da ahlâkı, fiziklerinin katkısız materyalizmini yansıtacak şekilde doğalcı ve ‘bu dünyacı’, yani içinde yaşadı­ğımız dünyayla, bu dünyadaki yaşam ve değeri temele alan bir ahlâk anlayışıdır.

Döneme Damga Vuran İsimler: Stoalılar, Epiküros, Akademi, Septikler, Philon, Plotinos.

VARLIK FELSEFESİ

Varlığı konu olarak ele alan felsefe, genel bir varlık kavramı üzerinde durur. Varlık, evrende varolan herşeyin ortak adıdır. Buna göre varlık, insan bilincinin dışında ondan bağımsız olabileceği gibi, zihne bağımlı olarak da bulunabilir. Örneğin, ağaç, kalem, ev gibi nesneler insan zihninden bağımsız olarak varolan gerçek varlıklardır. Bu tür (gerçek) varlıklar zamana ve mekana bağlı olarak değişir, gelişir ve yok olabilirler.
Sayılar, geometrik şekiller, pi sayısı gibi insan bilincinde ve ona bağımlı olarak varolan düşünsel (ideal) varlıklar da vardır. Bu varlıklar zaman ve mekan dışı olup, zihnimizde olduğunu kabul ettiğimiz varlıklardır.
Felsefe, düşünsel ve ideal varlığı biraraya getirip genel bir varlık kavramı üzerinde dururken,
“Varlık nedir?”,
“Varlık var mıdır?”,
“Varlığın ilk maddesi nedir?”
gibi sorular sorar. Felsefe, varlıkla ilgili çeşitli soruları problem olarak ayrı ayrı inceleyip tartışma konusu yapar.
Varlık, felsefenin konusu olduğu gibi bilimin de konusunu oluşturur.
Ancak felsefe ile bilimin varlığı algılayışları ve yaklaşımları arasında farklılık vardır. Felsefe açısından varlık, bir yönüyle değil, genel olarak ele alınır. Varlığın var olup olmadığı sorgulanır. Felsefede varlık, akıl yoluyla, saf düşünce etkinliğiyle yorumlanır.
Buna karşılık bilime göre varlık; her durumda var olarak kabul edilir. (Felsefedeki gibi var olup olmadığı sorgulanmaz.)
Ayrıca her bilim, varlığın bir yönünü konu alır. Biyoloji canlı varlığı, psikoloji insanın psişik yönünü, coğrafya yerküreyi konu edinir.

Metafizik Açısından Varlık
İlk sebeplerin ve nesnelerin ilkelerinin bilgisidir. Bu yüzden o, bilimin ele almadığı kimi konuları inceleyen, onları açıklamaya çalışan bir bilgi dalıdır.
Tanrı ve Tanrı’nın varlığının kanıtlanması, dünyanın varlığı, ruh ve ruhun ölümsüzlüğü metafiziktir.
Metafiziğin bu konularına hiçbir zaman tartışmasız kabul edilen açıklamalar getirilememiştir. Metafizik, varlığın özel alanlarını konu alan tek tek bilimler gibi kesin bir bilgi olamaz. Ama insan genel olarak bu konular üzerine soru sorma yeteneğini kaybetmediği ve bilimlerin çalışma alanlarında yeni sorular oluştuğu sürece metafizik, bir tür bilme etkinliği olarak varlığını ve önemini koruyacaktır.
Kant, “İnsan aklı, bilgisinin belli bir türünde özel bir kaderle karşı karşıyadır. İnsan aklı bu bilgisinde öyle sorular tarafından rahatsız edilmektedir ki, akıl onları ne yadsıyabiliyor, ne de yanıtlayabiliyor” demektedir. İşte bu alan, metafiziktir.

Ontoloji Açısından Varlık
Varlığı ele alan, irdeleyen bilgi dalı ontoloji, varlığı iki temel problem açısından ele alır:
– Varlığın var olup olmadığı sorunu
– Varlık varsa, bunun ne olduğu sorunu
“Varlık var mıdır?” sorusuna verilen birbirine karşıt yanıt vardır.
Nihilizm: Bilginin mümkün olduğu görüşünü reddeden, kendisinden şüphe edilemeyen hiçbir şeyin olmadığını öne süren ve maddi gerçekliğin varlığını yadsıyan bir öğretidir. Bunun nedeni “varlığın varolup olmadığını bilmenin imkânsız görülmesinde yatar. “Varlık var mıdır?” sorusunu olumsuz karşılar ve “yoktur” diye cevaplar.
Bu yaklaşımı, Gorgias, “Hiçbirşey yoktur, olsa bile bilinemez, bilinse bile başkasına aktarılamaz” sözüyle vurgulamıştır.
Realizm: Varlığı, var olarak kabul eder. İnsan bilincinden bağımsız olarak varlığın mevcut olduğunu iddia eder.
Realizme göre, biz varlığı ya doğrudan duyularımızla algılarız ve algıladığımız evren bizim kavradığımız gibidir; ya da zihnin imkânları aracılığıyla onun varlığını biliriz. Ancak, varlığın varolduğu kabul edildikten sonra, zihne kaçınılmaz olarak “Varlığın ne türden bir varlık olduğu” sorusu belirir. Filozoflar bu soruya farklı şekillerde cevap vermişlerdir.

Varlığın Ne Olduğu Problemi
a. Varlığı “Oluş” Olarak Kabul Edenler
Varlıkta sürekli bir değişme ve oluşun gerçekleştiğini savunan yaklaşımdır. Bu anlayış, varlığın statik bir açıdan ele alınamayacağını, onun bir değişme ve oluş süreci olarak görülmesi gerektiğini savunur. O halde evren mekanik bir varlık değil, canlı bir oluştur.
Her şeyin oluş (değişme) halinde olduğunu savunan Herakleitos, bu düşüncesini “Değişmeyen tek şey değişmenin kendisidir” sözüyle dile getirmiştir. Oluşun başlangıcı ve sonu yoktur. Hayat da, bu sürekli varoluş ve yok oluşun ard arda gelişinden ibarettir.

Varlığı “idea” Olarak Kabul Edenler
Varlığın idea (düşünce)dan oluştuğunu savunan, varolan herşeyi düşünceye bağlayan, insan düşüncesinden bağımsız bir nesneler dünyasının ya da bir gerçekliğin varlığını yadsıyan yaklaşımdır.
İdealistler, maddenin gerçek olmadığını, gerçeğin zihnimizde yer alan ide’lerden oluştuğunu savunurlar. Örneğin güzellik idesi, güzel diye algılanan bütün varlıklardan daha gerçektir. Bunun gibi, ağaç idesi de şu ağaçtan daha fazla bir şey ifade eder. Çünkü ikinciler varlıklarını birincilerden almışlardır. Güzel diye algılanan bir çiçek yok olur, unutulur ama çiçek fikrinin kendisi yok olmaz.
Platon: Platon’a göre gerçek varlıklar idealardır. Duyusal dünyadaki varlıklar idealardan pay almak suretiyle var olurlar ve bunlar ideaların, yalnızca görünüşleridir.
Aristoteles: Aristoteles, idea olarak belirttiği formu varlığın içinde görmüştür. İdealar tek tek nesnelerin özüdür. Madde, bu form sayesinde biçim kazanır ve gerçek olur. Örneğin bir heykelin ideası, sanatçının ona verdiği form, yani biçimdir.
Hegel: Asıl ve gerçek varlık, insan zihninden bağımsız olarak var olan Mutlak akıl (Geist)dır. Bu Mutlak akıl, evrensel ve manevi bir varlıktır. Bu görüşün idealist olarak değerlendirilmesinin nedeni, Hegel’in varlığı temelde tinsel bir töz olarak belirlemesidir.

Varlığı “Madde” Olarak Kabul Edenler
Varlığı madde olarak ele alan görüşe materyalizm denir.
Materyalizm, evrendeki tek cevherin madde olduğunu, maddenin düşünceden bağımsız olarak varolduğunu ve bütün varlıkların maddeden türediğini ileri sürer.
Bilinç, ruh gibi tinsel varlık da dahil, bütün varlığı madde olarak anlar ve maddenin dışında başka bir varlık olduğunu kabul etmez. Düşünme, hayal gibi olayları da maddenin kuvvet ve hareketleriyle açıklar.
Demokritos: Var olan her şeyi sonsuz sayıda atoma ayırmıştır. Her şey atomların birbirlerine çarpması sonucunda, mekanik bir zorunlulukla oluşur. Atomlar belli bir sıra ile birleşerek veya ayrılarak varlıkları oluşturur.
Hobbes: Gerçekte var olanın, cisim veya madde olduğuna inanır. Ona göre dünya mekanik hareket kanunları tarafından yönetilen cisimlerin bütünüdür. Bütün gerçeklikler yalnızca maddi olarak düşünülebilir.
Marks: Evrendeki hareket ve değişme maddeden başka bir şey değildir. Ona göre madde biçim değiştirir. Tüm değişmelerin temelinde karşıtlık ve çatışma vardır. Düşünce, maddeden sonra gelen ve ona bağlı olan varlıktır.

Varlığı Hem “Düşünce” Hem “Madde” Kabul Edenler
Varlığın düşünce ve madde gibi iki cevherden meydana geldiğini savunan anlayışa dualist anlayış denir. Dualizm, varlıkta daima iki prensibin varlığını kabul eder.
Descartes: Varlıkta iki töz vardır: Biri “ruh”, öteki de “madde”. Ruh, düşünen, madde ise yer kaplayan bir tözdür. Bunlar arasında hiçbir birleşme noktası yoktur; yalnızca insanda bir araya gelirler.

Varlığı “Fenomen” Olarak Kabul Edenler
İnsan zihninden tam anlamıyla bağımsız olmayan bir varlık alanı vardır; insan bu varlık alanını bilebilir. İnsanın bilinci tarafından belirlenen bu varlığa “fenomen” denilmektedir. Fenomen, insana göründüğü şekliyle varlıktır. Fenomene, Husserl’in “özü görme” denilen yöntemiyle ulaşılabilir.
Husserl: Var olanın yalnızca fenomenler olduğunu söyler. Bu fenomenin insan bilinci tarafından bilinebileceğini savunur. İnsan onların özünün bilgisini edinebilir.
Ona göre varlığın bilinçten bağımsız bir var olma durumu yoktur; varlıklar bilincimizin bilgi nesneleri olarak vardırlar. Yani bizim zihnimizin olanakları çerçevesinde var olurlar.
Son düzenleyen Daisy-BT; 12 Temmuz 2011 19:15 Sebep: Simgeler silindi.
kerberosss - avatarı
kerberosss
Ziyaretçi
3 Ekim 2007       Mesaj #48
kerberosss - avatarı
Ziyaretçi
FELSEFE, YAŞAMANIN YANI SIRA AYRICA SORGULAMAKTIR. EWET, BÜTÜN ARKADAŞLAR FELSEFENİN BİR ÇOK DALINDAN BAHSETTİNİZ. ANCAK FELSENİN EN BÜYÜK DALI VE BELKİDE UNUTMUŞ OLDUĞUNUZ SİYASET FELSEFESİ'NDEN HİÇ BİRİNİZ BAHSETMEDİNİZ. BENCE EN BÜYÜK FELSEFELER SİYASET ALANINDA YAPILMIŞTIR. ÖRNEĞİN PLATON'UN İDEAL DEVLETİ, ARİSTONUN KAPİTALİZMİN BABASI OLDUĞU, HERAKLİT'İN ARİSTOKRAT YÖNETİMİ, MACHİAVİLLE'NİN MEŞRULUK GÖRÜŞÜNÜ VE BUNA BENZER BİR SÜRÜ KONULAR...
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
17 Ekim 2008       Mesaj #49
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
FELSEFE, bilgelik sevgisi anlamına gelen Yunanca philia (sevgi) ve sophia (bilgelik) sözcüklerinden türetilmiştir. Felsefe, genel bir tanımlamayla, insamn içinde yaşadığı dün­yayı anlama uğraşıdır. İlk insanlar canlılann doğup, gelişip en sonunda yok olmalarının ardındaki temel nedenleri; Güneş'in, Ay'ın ve öbür gökcisimlerinin nasıl hareket ettiğini, bu hareketlerin ne sonuçlara yol açtığını merak ediyorlardı. Bunun için de ilgi duyduk-lan varlıklan ve süreçleri sistemli bir biçimde gözlemeye başladılar. Ölünce insana ne olu­yordu? Olayları iyi ya da kötü güçler mi yönetiyordu? gibi sorulann yanıtlan ilk önce doğaüstü güçlere, tanrılara bağlandı. Daha sonra, özellikle İÖ 6. yüzyıldan başlayarak Çin, Hindistan ve Eski Yunan'da, dünyada yaşanan süreçlere ilişkin açıklamaları gözle­me dayanan bilgilere, neden-sonuç ilişkilerine bağlamaya çalışan felsefi düşünceler gelişme­ye başladı.
Eski Yunan filozoftan yeryüzündeki tüm canlılann sonsuz bir değişim süreci içinde olduklannı ve temel saydıklan dört özden (hava, ateş, su, toprak) birinden yaratıldığını varsaydılar. Daha sonralan maddi süreçlerle bağlantılı olmayan zihinsel süreçlerin ya da düşüncelerin dünyayı kavramakta birinci de­recede önemli olduğunu savunan İdealist Akım'a bağlı filozoflar ortaya çıktı. Bunlara karşı da dünyanın ve düşünsel süreçlerin ancak maddi süreçlerden hareket edilerek açıklanabileceğini savunan Maddeci Akım filozoflan düşüncelerini geliştirdiler. Bu iki temel akımın varlığı, daha başka felsefi akım­larla birlikte, günümüzde de sürmektedir
Hıristiyanlık ve öbür tektannlı dinler orta­ya çıkınca, bu dinler filozofların açıklamaya çalıştığı pek çok sorunun yanıtını Tanrı'nın iradesine bağladı. İnsanların bu "dinsel doğ­rulan" sorgusuz ya da kuşku duymaksızın kabul etmesi istendi. Böylece kilisenin yetki­sinin ve baskısının olağanüstü olduğu ortaçağ Avrupa'sında sorgulayıcı felsefi düşüncelerin ve bilimsel gelişmenin önüne 1.000 yıl boyun­ca büyük bir engel konmuş oldu . Ortaçağda filozofların önemli bir bölümü Hıristiyanlık'ın getirdiği açıklamalann doğru ve akla uygun olduğunu kanıtlamaya çalıştı.
Rönesans döneminde ve Aydınlanma Çağı'nda dün­yanın dinsel yorumuna karşı çıkılmaya baş­landı; filozofların bir bölümü ve bilginler aklın üstünlüğünü, sistemli ve deneylere da­yalı düşünmenin önemini vurguladılar. Gelişen bilimlerden filozoflar da etkilendi.
Felsefe zamanla değişik dallara ayrıldı. Örneğin, estetik sanatı ve güzelliği; etik insan davranışındaki doğruyu ve iyiyi; mantık ise doğru düşünme yöntemini inceledi
Felsefede ne düşünüldüğü kadar, nasıl dü­şünüldüğü de önemlidir. Filozoflar genellikle başka insanların çok açık buldukları gerçekle­ri de sorgularlar. Örneğin, bir demiryoluna bakan herhangi bir kişi duraksamadan rayla-nn paralel olduğunu söyleyecektir. Ama filo­zof, raylar paralel görünmediğine göre onun bunu nasıl bildiğini soracaktır. Çünkü uzağa baktıkça raylar birbirine yaklaşır gibi gö­rünür.
Filozofların soruları bizi çevremizdeki ve dünyadaki olayların nedenleri konusunda dikkatle düşünmeye yöneltir. Böylece neden-sonuç ilişkileri ortaya çıkanldıkça dünyayı doğru ve bütünsel bir biçimde kavramamız kolaylaşır.


MsxLabs & TemelBritannica
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
12 Temmuz 2011       Mesaj #50
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

Felsefe


İnsan yaşamını, bilgi ve eylem açısından ele alan bilgi alanı.

18. yüzyıla kadar felsefe, varlıkların ve şeylerin ilk nedenlerini ya da ilk ilkelerini araştıran ussal düşünceye karşılıktı. 18. yüzyıldan sonra evrenle ve insanla ilgili köklü araştırma anlamı kazanmaya başladı. İlk uygarlıkları yaratan insan, kendisiyle ve yaşadığı dünyayla ilgili tüm merakına karşın felsefî düşünceye ulaşamamıştı. Her olayı Tanrısal gücün bir yaratısı sayan ve nedensellik fikrine ulaşamadığı için doğal olaylar arasında neden - sonuç bağlantısı kuramayan, gerçekliğin gizlerini sezgileriyle çözmeye çalışan bu ilk uygar insan, tüm düşünme gücünü mitolojik yaratıları ortaya koymakta kullanmış, bu yaratılarda örtülü bir biçimde insan ve evren araştırmasına yönelmişti. Bu yönelim elbette birçok soru getirmekle birlikte ussal yanıtlar getirmeyen bir yönelimdi.

Nedensellik fikrinin ve ona bağlı olarak tartışmacı düşüncenin gelişimi İ.Ö. 6. yüzyıldan sonra eski Yunanistan'da felsefenin oluşumuna olanak sağladı. Mitoloji toplumları İ.Ö. 12. yüzyıldan sonra, yani demir dönemiyle birlikte gelişen tarım toplumlarının ürünüdür. Maden işleme sanatının, toplumlararası düzeyde maden alım satımının, her türlü ticaretin, sömürgeciliğin gelişimi, buna bağlı olarak toplumsal sınıfların iyiden iyiye belirginleşmesi ve çatışkılı duruma gelmesi, felsefî gelişimin başlıca nedenidir. Toplumsal yapının karmaşıklaşması,buna bağlı olarak sorunların çeşitlenmesi, insana mitolojinin dar ve büyülü havasından, köklü düşüncenin ussal araştırmalarına doğru geçiş yapma itkisi kazandırmıştır. İlk nedenlerin ortaya konması dileğiyle başlayan bu araştırma, giderek insanla ilgili her şeye yönelik bir araştırma niteliği kazanmıştır. Bu gelişim içinde her zaman iki ayrı bakış biçimi varlığını sürdürmüştür. Bazı filozoflar özellikle evren sorunlarıyla ilgilenir ve buna bağlı olarak ussal düşüncenin yol göstericiliğinde somutun araştırmasına yönelirken, bazı filozoflar da felsefeyi daha çok kural koyucu bir alan olarak gördüklerinden onu özellikle ahlâk araştırmasına indirgemişlerdir.

İyonya filozoflarından Descartes'a, Descartes'tan Hegel'e, Auguste Comte'a ve Marx'a kadar uzanan birinci çizgi, Sokrates'ten Kant'a ve Nietzsche'ye ve onlardan da varoluşçu filozoflara uzanan ikinci çizgiye koşut olarak gelişirken, ona her zaman yöntemini belirlemekte yardımcı olmuştur. Başlangıçta basit bir biçimde insana ve evrene yönelen felsefî araştırma, sonraları kendi içinde bölünürcesine dallanıp budaklanmıştır. Descartes'ın felsefe ağacını anımsayalım: Kökler metafizik, gövde fizik, dallar da özel biçimlerdir, yani mekaniktir, hekimliktir, ahlâktır. Baştan beri somuta yönelik araştırma alanlarını özel bilimler diye bir yana atan ya da daha doğrusu ikincil bir yere koyan düşünce adamı, berberlikle hekimliğin aynı anlama geldiği zamanlar geride kaldıkça, felsefeyle bilimi özdeşleştiren görüşünü yavaş yavaş bırakacak, ilkten bilimleri felsefe için tam anlamında belirleyici sayamasa bile bilimsel verinin felsefî düşünce için önemini vurgulayacaktır.

Böylece 18. yüzyıldan bu yana geçiş, bilmek için bilmek ilkesine dayanan yarar gözetmez düşünceden, yaşam için bilmek ilkesine dayanan yarar gözetir düşünceye geçişle gerçekleşmiştir. Mutlak'ı arayan eski filozoflara karşı Auguste Comte "mutlak olan tek şey mutlakın olmadığıdır" görüşünü ortaya koyarken göreli olanı düşüncenin nesnesi olarak belirliyor, bir şeyler sağlamak için öngörülü olmanın, öngörülü olmak için de bilgili olmanın zorunluluğuna parmak basıyordu. Böylece 18. yüzyıldan önceki tablo tam anlamında ters dönmüş oluyordu. Eskiden metafizik fiziğe yasalarını yazdırırken, bundan böyle fizik metafiziğe yasalarını yazdırmaya başlıyordu. Bütün bu oluşum içinde Descartes'ın felsefe ağacı önce iyice dallanmış, sonra yavaş yavaş dallarını dökmeye başlamıştır. Bilgi kuramı, mantık, bilimler felsefesi, ahlâk, toplumbilim, metafizik, estetik dallarından bazıları özel olarak deneye ve gözleme dayalı bilimler niteliği kazanarak felsefeden ayrılınca, felsefe ağacı cılızlaşmaya başlamıştır. Bu cılızlaşma gerçekte olumlu bir cılızlaşmadır.

Felsefe bundan böyle bilimlerin alanında araştırma yapmaktan kaçınacak, bilgi sorunlarından başlayarak tüm insan sorunlarını tartışmaya yönelecektir, böylece gerçek alanını bulmuş olacaktır. Bu da felsefenin bilimselleşmesi ya da tüm bilimleri kapsayan genel bir bilim anlamı kazanması demektir. Nitekim 18. yüzyıldan sonra gelişen bilimsel düşünceye koşut olarak felsefe artık "niçin" sorusunun yerine "nasıl" sorusunu sormaya, nedenler araştırmasından olgular araştırmasına geçmeye başlamıştır.

Bütün bu gelişimlerin sonunda Marksist düşünce, felsefeyi dünyaya dönüştürmekle yükümlü görmüştür. Marx, "Felsefe proletaryada nasıl maddi silâhını buluyorsa, proletarya da felsefede manevi silâhını buluyor" diyordu. Görüşler ne olursa olsun, felsefe bugün insan yaşamını araştıran, açıklayan, düzenleyen ve geliştiren temel düşünsel etkinlik olarak alınıyor ve uzmanından çok, kalabalıkları ilgilendiren bir güç olarak değerlendiriliyor. 20. yüzyıl insanı için "felsefî düşünce temel bir görüşün aranılması anlamına gelir, gerçekliğin ve düşünsel yaşamın çeşitli alanları bu temel görüşten giderek anlaşılacak ve sezilecektir" (L. Goldmann).

MsXLabs.org & Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi

Benzer Konular

21 Temmuz 2014 / Misafir Felsefe
20 Kasım 2013 / Ziyaretçi Soru-Cevap
24 Kasım 2008 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Haziran 2009 / careless_WhispeR X-Sözlük
4 Mart 2011 / Misafir Taslak Konular