Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 101

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 545.514 Cevap: 1.812
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
10 Haziran 2007       Mesaj #1001
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Sevgi İçin
Tam bir dolar seksen yedi senti vardı. O kadar, ne bir eksik ne bir fazla. Della, paraları üç defa saydı. Bir dolar seksen yedi sent, o kadar. Halbuki ertesi gün yeni yıla adim atılacaktı.
Sponsorlu Bağlantılar

Della'nin evi, haftada sekiz dolara tutulmuş mobilyalı bir apartman dairesi. Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirhane. Gözyaşları dindikten sonra Della eline bir ponpon alarak yüzünü pudraladı pencerede durarak apartmanın o kasvetli arka avlusundaki parmaklıklar üzerinde yürüyen bulut renkli kediyi aptal aptal seyretti.

Ertesi günü yılbaşıydı ve kocası Jim'e, hediye alabileceği sadece bir dolar seksen yedi senti vardı. Bu parayı da aylardır yavaş yavaş biriktirmişti. Halbuki simdi hiçbir ise yaramadıklarını görebiliyordu. Sevgili Jim'ine güzel bir şey almak hususunda hülyalar kurarak birçok mesut anlar yaşamıştı.

Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın karşısına attı. Gözleri pırıl pırıl parlıyordu, ama yirmi saniye içerisinde rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü. İftihar ettikleri iki şeyi vardı. Biri Jim'in büyükbabasından kalan altın saat, diğeri de Della'nin omuzları üzerine dökülen saçları.

Della'nin saçları altın renkli bir çağlayan gibi parlayarak ve dalgalanarak dizlerine kadar döküldü ve elbise gibi vücudunu örttü. Bir aralık bir an durdu. Tereddüt eder gibi oldu. Yerdeki kırmızı, tüyleri dökük halıya iki damla gözyaşı aktı. Della, gözlerinin yaşı kurumadan kapıdan firladi.

"MM. Sofronie. Her nevi sac levazımı" ibaresi taşıyan bir tabelanın önünde durdu. Bir hamlede içeri girdi. "Saçlarımı satın alır misiniz?" diye sordu. Madam, saçları pişkin bir alici eliyle yokladıktan sonra "20 dolar" dedi.

Della, "Peki, derhal" cevabini verdi. Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üzerinde uçar gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu.

Jim için almak istediği hediyeyi bulmak için dükkanların altını üstüne getirdi. Nihayet bulabildi. Altın saat zinciri. Zincir, Jim'in o emsalsiz saatine layık derecede güzeldi.

Eve gitti, saçlarına baktı. Jim'in bu hayalini beğenmesi icin dua etti. Az sonra Jim kapıyı açıp içeri girdi. Gözlerini sevgilisine dikmiş sadece bakıyordu. Sonra, hediyesini uzattı.

Della paketi açtığında, ipek gibi saçları icin uzun zamandır beğenip alamadığı bir çift tarak gördü. Gözlerinden yaslar süzülmeye başladı. Kendisini toparladı, tatlı bir tebessümle Jim'e hediyesini uzatti. Jim, paketi açtığında saat zincirini gördü. Ama artık saati yoktu. Çünkü,

Della'nin güzelim saçlarına cok beğendiği taraklari alabilmek icin o da saatini satmıştı.
Üzülmediler... Çünkü önemli olan tek sey vardı sevgileri... O da ne satılır ne de satın alınabilirdi...


jöly - avatarı
jöly
Ziyaretçi
10 Haziran 2007       Mesaj #1002
jöly - avatarı
Ziyaretçi
Kim Kör

Sponsorlu Bağlantılar
Adamın biri, ilk defa gittigi küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuga:
- Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanıbaşındaki fırını arıyorum.
Çok yakın oldugunu söylediler.
Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:
- Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sag tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.
Adam, çocugun da yabancı olmasına ragmen bunu nasıl anladıgını sormuş ister istemez.
Çocuk:
- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
- iyi ama, demiş adam. Bunların parktan degil de tek bir agaçtan gelmedigi ne malum?
- Tek bir agaçtan bu kadar yogun koku gelmez, diye atılmıs çocuk. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.
Adam, gözlerini hafifce kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kagıt para çıkartıp teşekkür ederken farketmış onun kör oldugunu. Çocuk, ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini farkettigini.
Işıga hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
- Üc yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş. Görmeyi o kadar çok ozledim ki.
Sizinkiler saglam öyle degil mi?
Adam, çocugun tarif ettigi yerde bulunan fırına yönelirken:
- Artık emin degilim, demiş. Emin oldugum tek sey, benden iyi gördügündür!...

ByN_MercaN - avatarı
ByN_MercaN
Ziyaretçi
10 Haziran 2007       Mesaj #1003
ByN_MercaN - avatarı
Ziyaretçi
Usul bir yağmur yağıyordu sokaklarda,
Ve biz , sazın teli kırıldığında
Yarım kalan bir türküydük dudaklarda…



Hiçbir şey doldurmuyor içimdeki boşluğu. Geri geri gitmiyor saniyeler. Anlatamıyor özlemimi kelimeler, türküler, ilahiler. Çok özledim dostlar, hepiniz çok özledim. Günleri tersine yaşamak isterdim. Yeniden buluşmak gülen gözlerinizle ve ağlamak yitik bir aşk için beraber söylenen bir türküde. Ya da ortak olmak derdinize hüzünlü bir öyküde. Bardakta biten çayları tazelemek isterdim kadirşinas bir muhabbette. Ve sabahlamak unutulmayacasına yaşanmış bir gecede.



Zaman geçmişe dönmüyor dostlar. Gülen gözleriniz gözümün önünden gitmiyor. Her türkü sizi anlatırken, hiçbir türkü mutlu bitmiyor. Ve öyküler ziyaretçi bekleyen ıssız mezarlara dönüşüyor. Çaylar bitmiyor bardaklarda. Gecelerse çoktan yenik gözyaşlarıyla ıslanmış, kuş tüyü bir yastığa.


Hayat çok garip dostlar. Yaşadığımız saniyelerin tekrarı yok bir daha. Ve her saniye bir yaprağı döküyor ömür ağacımızda. Giden geri gelmiyor. Oysa neler vermezdim bir gün, sadece bir gün için… Doğum günü pastamdaki mumu aynı dileği tutarak onlarca kez söndürmek istiyorum. Ya da yıldızları tutup fırlatmak dilek tutmak için. Adak etmek için bir duaya bütün kurbanları kesesim geliyor…



Zaman çok adaletsiz dostlar. İsyan edesim geliyor. Allah ‘ım herkes için adalet istiyorum. Bir tesellim var sadece, rüyalarım. Evet, rüyalarım. En vefalı yoldaşlarım. Hepinizi görüyorum, ama hepinizi. Sarılıp öpüyorum. Ağlamaklı oluyorum birden. Ne kadar özlemişim. Bu bir mucize olmalı, sizinle aynı şeyleri tekrar yaşamak. Tıpkı geçmişe dönmüş gibi. Allah’ım bu ne güzel bir hediye…

Saz çalıyor biriniz ,ve biz türkü söylüyoruz hep beraber. Teşekkürler Allah’ım diyorum içimden. Usul bir yağmur başlıyor sonra, ıslanıyoruz. Aniden kopuyor vefalı sazın vefasız teli. Herkes suspus oluyor birden. Omzuma bir el dokunuyor… Kahretsin uyanıyorum işte…


Olmuyor dostlar olmuyor. Hiç bir şey eskisi gibi olmuyor.


Usul bir yağmur yağıyor sokaklarda, ve sazın teli kopuyor bir anda. Yarım kalan bir türküyüz artık dudaklarda. Ve inanın öldürmek için, her gece omzuma dokunan elin sahibini arıyorum rüyalarımda...



Erdemli ÖLüM

Sessiz uzun uzadıya süren bi esaret var ruhumda...Kanatları kırık tüyleri etrafa yayılmıs...Sol gözünden kan damlamakta.Hayat denen bu kördügümün beni cözmesi icin yalvarırken ben,avuclarımdan gözyaslarım sızmıs derime,canım yanıyor!


Gecenin bi yarısı nikotinsizlikten ölmek gibi bir şey degil bu!Ne dirilmek denir buna ne de yasamak!sonsuz bi siyahın en kör sahnesi alıyor beni ruhuna ve “sus” diyor “bu gece ölmek istemiyorum!”...

Anlamsız bakıyor gözlerime icindeki yabancı!canım mı yanıyor yoksa yükselen ruhun huzuru mu bu cözemiyorum!elinden tutuyorum ve esaret filizlenmeye baslıyor!

aslında benim olan ancak benden eser izleri saklayan kimi zaman kırbac yiyen gülümseyen ruhumda...

Simdiyse C den N ye kadar kimi zamansa E den M ye kadar yine sen!Sen CNS desen bile S fazla geliyor kimi zaman bana silemiyorum ve saklayamıyorum icimdeki kirlenmemiş karanlıgı!


Bekledigim istedigim ve belki senin de bekledigin yerde olamamam icimi parcalıyor!oysa ne hayaller ne umutlar beslemişim!Hepsi bir anda kaybolup gitti!Yalnızca sessiz bir cıglık kaldı yine ardımda...Tüm amfiyi inletecek kadar büyük bir cıglık!Feryatlarım sürdü!can kırıklarım yeteri kadar fazlaydı!simdi birer birer batıyorlar kalbime!Ruhun cöküntüsünü demiyorum ya,atlattım onu coktan simdi ERDEMli sessizligime cekilmiş seni düsünüyorum!evet,evet...En dogrusu bu belki...

Bu ayrı...

Bir tek sen kaldın yanımda...

Son düzenleyen ByN_MercaN; 10 Haziran 2007 22:31 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Haziran 2007       Mesaj #1004
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ateş bir gün suyu görmüş yüce dağların ardında. sevdalanmış onun deli dalgalarına... hırçın hırçın kayalara vuruşuna, yüreğindeki duruluğa demişki suya "gel sevdalım ol! hayatıma anlam katan mucizem ol!"
Su dayanamamış gözlerindeki sıcaklığa "ol" demiş "yüreğim sana armağan"
sarılmış ateş ve su birbirine, sıkıca, kopmamacasına, doymamacasına...
Zamanla su buhar olmaya! Ateş kül olmaya başlamış. Ya kendi yok olacakmış, ya aşkı… Baştan alınlarına yazılmış olan kaderle yüreğindeki kaderi de alıp, gitmiş uzak diyarlara su.
Ateş kızmış yakmış ormanları aramış suyu diyarlar boyunca. Günler boyu, geceler boyu, birgün gelmiş suya varmış yolu bakmış, o duru gözlerine suyun; biraz kızgın, biraz hırçın. Ve o an anlamış aşkın bazen gitmek olduğunu ama gitmenin yitirmek olmadığını… ateş durmuş, susmuş, sönmüş aşkıyla
İşte o zamandan beridir ki ateş sudan, su ateşten kaçar olmuş. Ateşin yüreğini sadece su, suyun yüreğini de sadece ateş alır olmuş.
HayLaZ61 - avatarı
HayLaZ61
VIP BuGS_BuNNY
14 Haziran 2007       Mesaj #1005
HayLaZ61 - avatarı
VIP BuGS_BuNNY
BİR ÖYKÜ
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip
utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından
fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların
Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..
Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu..
Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı...
Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan
masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter,
dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa
gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..

Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini
bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi.
Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?
Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce
bir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun
anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam"
dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için
bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a
bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar
fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu
biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan
fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan
kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite
inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin
kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"

Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı.
Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya,
Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için
onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.

Pirana Kovalayan Çılgın Hamsi...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Haziran 2007       Mesaj #1006
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Beş yıl olmuştu beraberlikleri başlayalı, Atilla çok yakışıklı, Büşra ise çok güzeldi çok uyumlulardı birbirlerine çok mutlu ve örnek bir aşkları vardı kimseyi umursamadan aşklarının tadını çıkartıyorlar ve sevgilerinin karşısında kimse duramıyordu kendi aralarında sözlenmişlerdi büyük bir aşktı bu. Bir gün yanlış bi anlaşılma yüzünden Atilla ile Büşra kavga ettiler ve Büşra Atilla;yı yüz üstü bırakıp ayrıldı ondan aynı mahallede oturuyorlar ve evleri karşılıklıydı Atilla ne yaptıysa olmadı bir türlü Büşra;nın geri dönmesini sağlayamadı ve uzun süre ayrı kalmışlardı Atilla artık eskisi gibi gülemiyor ve eğlenemiyordu Büşra ise Atilla yı dışarıda gördüğünde suratına bile bakmıyordu.
Bir gün Atilla arkadaşlarıyla bir çay bahçesinde buluşup erkek erkeğe muhabbete dalmıştı birden çay bahçesine giren bir çift Atilla nın dikkatini çekmişti, birde dönüp bakınca o erkeğin sarıldığı kızın Büşra olduğunu görmüştü ve o an donmuş kalmıştı Büşra Atilla&;yı görmüş ama görmezlikten gelmiş Atilla o günden sonra kimselerle konuşmaz olup susmuştu. Artık ne camdan Büşraya bakıyor nede dışarı çıkıyordu artık hayata küsmüştü ve bir gün, Atilla bir çocukla Büşraya bi şiir yollamış Büşra şiiri alıp okumaya başlamış...
-Bir sabah sen uyurken, bir çığlık kopacak
Bu çığlık seni ve herkesi uyandıracak
Kalkıp nereden geliyor diye bakacaksın
Baktığında bizim evden geldiğini anlayacaksın
Sen daha şaşkınlığını atamadığın bir anda
Bir sela sesi çınlayacak bu şehrin sokaklarında
Tüm insanlar toplanacak birden oraya
Benim öldüğümü söyleyecekler sana
İnanmak istemeyeceksin onlara
Sonra koşup geleceksin bizim eve
Sarmışlar beni beyaz bir çarşafa
Bir hoca, dua edecek baş ucumda
Derken tabuta koymak isteyecekler beni
Vermemek için tutacaksın beyaz kefenimi
Yalvaran gözle bakacaksın onlara
Dokunmayın diyeceksin ne olur dokunmayın ona
Ben koyarım onu tabutuna
Ellerin varmayacak beni tabuta koymaya
Mecbur olduğunu anlayacaksın bir anda
Koyacaksın beni o uzun sandığa
Ve dönüp onlara beni sevdiğini söyleyeceksin
Sonra dönüp bana
İnan bu sözüm yalan değil diyeceksin
Sarılıp tabutuma bir off... çekeceksin
İşte o an benim aylarca çektiğimi
Sen bir anda çekeceksin
Geçte olsa hatanı anlayacaksın
Bir an yaşlı gözlerle bana bakacaksın
Bak sana döndüm diye yalvaracaksın...
Mecburen seni seveni..
Beyaz kefeninde bırakacaksın
Ve o günden sonra insanların dilinde
Geç dönen sevgili olarak anılacaksın&
Büşra şiiri tam bitirmiştiki birden bire Atilla nin evinden bir çığlık koptu ve Büşra koşturdu o çığlığa ve Atilla;nın tavanda bir urganla asılı olduğunu gördü ve Büşra şiirin aynısını yaşadı. Bu olaydan sonra Büşra`yı ve Atillayı tanıyan kişilerin dilinde GEÇ DÖNEN SEVGİLİ diye anıldı...
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
15 Haziran 2007       Mesaj #1007
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Ümmü’nün Çeşmesi


Berrak bir ağustos gecesiydi. Gökyüzündeki yıldızlar, lacivert bir kumaşın üzerine saçılmış gümüş parçaları gibi parlıyorlardı. Gecenin sessizliğini, çan sesleri, uzaklardan uluyan köpek havlamaları ve bozkırda yayılan koyunlardan arada bir gelen tıksırıklar bozuyordu. Ara sıra esen hafif rüzgar, hem gecenin sıkıntısını alıyor, hem de yüzümüze tatlı bir serinlik veriyordu.
Ağustos ayının bu berrak gecesinde, köy mezarlığının yamacında, amcamla yere oturmuş, altımızda otlayan koyunları güdüyorduk.
Amcam:
-Ben biraz kestireyim. Korktuğunda, yahut yabancı ses duyduğunda kaldır beni, dedi.
Yan tarafındaki kepeneğin üzerine sessizce uzandı. Yukarıda, dolunayın ve yıldızların aydınlattığı bu serin gecede, amcam ne de güzel uyuyordu. Oysa, yaşadığımız kentte sıcaktan rahat uyuyamıyorduk. Burası İç Ege’de olduğu için kara ikliminin özellikleri hüküm sürüyordu. Gündüzleri sıcak ve kurak, geceleri serin. Bu yüzden, yazın, geceleri dam üstlerinde yatılırken yorgan örtünülüyordu.
Amcam uyurken, ben de yanı başında, sol kolumun üstüne yan gelip uzandım. Önüme de meşe ağacından yapılmış çoban değneğini çektim, silah olarak. Boşta kalan sağ elimle de çevremdeki kurumuş otlardan koparıyor, bazen yere atıyor, bazen de dişlerimin arasında eziyordum.
Bir süre sonra, koyunlar bulunduğumuz yerden bir hayli uzaklaştılar. Gözümün önünden kayboldular. Gecenin sessizliğinde, uzaklardan çanlarının seslerini işitiyordum artık. Amcamın tembihine uyup, kendisini uyandırdım. Sürüyü bulmak için çan seslerini takip ettik. Nadasa bırakılmış tarlalardan birinde yayılırlarken bulduk onları. Koyun çobanlığında çan sesinin çok önemli olduğunu o anda öğrendim. Her çobanın, kendi sürüsünün çan seslerini nasıl tanıdığını merak ettiğim için sordum amcama. O da:
-Bak yeğenim! Çobanın, sürüsünün çan sesini tanıması lâzım. Tamam mı? Tanımazsa sürüsüne zor sahip olur. Bunun için, her sürüdeki çanların boyları, şekilleri, içinde sallanan dilleri farklı farklıdır. Çan alırken veya yaptırırken bunlara dikkat edilir. Sürüdeki çanların hepsinin aynı tınıyı vermesi gerekir ki, geceleyin uyuyup kaldığında, kaybettiği sürüsünü çanının sesinden tanısın. Şehirli kısmı belki çobanlığı küçümser ama onun da kendine has bazı incelikleri vardır. Çobanlık da bir nevi yöneticiliktir. Onu beceremeyen adam, yöneticiliği hiç beceremez. Yönetici nasıl ki emrindeki adamlardan sorumluysa, çoban da güttüğü hayvanlardan sorumludur. Zamanında bir çok peygamber çobanlık yapmıştır. Buna peygamber efendimiz de dahil. Anladın mı şimdi?
-Evet. Çok iyi anladım.
Bu arada, amcam sürüyü köyün kuzeyindeki dağa doğru sürünce, buna bir anlam veremedim:
-Koyunları niye dağa doğru sürüyoruz?
-Oraları daha otluk, hem orada, sabaha karşı hayvanları sulamamız lâzım.
-Dağın neresinde sulayacağız?
-Tam tepesinde.
Şaşkınlığım daha bir artmıştı. İçimden “Amcam acaba benimle dalga mı geçiyor.” dedim.
-Tam tepesinde mi?
-Evet.
-Neden orada?...
-Buralarda başka çeşme yok da ondan.
-Allah Allah! Çeşmeyi neden dağın tam tepesine yapmışlar? Hayret bir şey!
-Madem merak ettin, anlatayım. Önce sürüyü kazasız belasız şu dereden geçirelim.
Koyunlar dereden geçerken sağa sola dağıldılar. Düzene sokmak için bir süre uğraştık. Güç bela yönünü dağın eteğine çevirdik. Bir müddet yürüdük. Sabırsızlandım. Hemen anlatmasını istiyordum. İçimden “Galiba unuttu. Hatırlatayım mı?” diye geçirdiğim anda, amcam anlatmaya başladı:
-Evvel zamanın birinde, çok zengin bir ailenin güzel mi güzel bir kızı varmış. Adı da Ümmü’ymüş. Evin tek çocuğuymuş. Ailesinin başka çocukları olmamış. Bunu el bebek gül bebek büyütmüşler. Evlenme çağına geldiğinde kızın bir çok taliplileri olmuş. Hiç birini istememiş. Meğer kız Murat adında bir yiğidi seviyormuş. Sevdiği erkek, anasıyla birlikte aynı köyde yaşıyorlarmış. Bunun da başka kardeşleri yokmuş. Anası, biricik oğluna yüklüyken kocasını kaybetmiş. Ana-oğul baş başa kalmışlar. Oğlan da büyümüş, yıllar sonra Ümmü’ye aşık olmuş. Anasına, istetmesini söylemiş.
Sözünün tam burasında sürünün köpeği havlamaya başladı. Amcam hemen kulak kesildi. Uzaklardan köpek havlamalarıyla çan sesleri duyuluyordu. Gürültüler önemsiz olmalı ki sözünü kaldığı yerden devam etti:
-Anası da “Aman oğul, demiş. “O kızı bize hiç verirler mi? Biz kim, onlar kim? Vazgeç bu sevdadan.” Ancak oğlan abayı fena yakmış. Bu kez, oğlanın ısrarı üzerine Ümmü’ye dünürcü gitmişler. Babası gelenlere öfkeyle gürlemiş: “Bre zındıklar, bre haddini bilmezler, bu ne cüret ki benim gibi bir adamın kızına talip olursunuz? Delirdiniz mi siz? Yıkılın karşımdan!” deyip, dünürcüleri kovmuş. Ümmü bu olaya çok içerlemiş. Yemeden içmeden kesilmiş. Çünkü o da Murat’ı çok mu çok seviyormuş Anası, kocasının korkusundan babasına bir şey diyememiş. Acısını içine gömmüş. Bu olaydan sonra, Ümmü evden kaçıp gitmiş. Babası biricik kızının kaçtığını duyunca çılgına dönmüş. “Eyvah! Ben ne yaptım?” demiş. Kızının yanında görücülere hakaret edip, kovaladığına pişman olmuş. Günlerce dere tepe, dağ bayır kızını aramış, bir türlü bulamamış. Üzüntüsünden yataklara düşmüş. Kız ile oğlan buluşup, gitmekte olduğumuz dağa sığınmışlar. Günlerce aç susuz saklanmışlar. Koca dağda bir yudum su bulamamışlar. Yaz günü kaçtıkları için açlıktan çok susuzluğa dayanamamış Ümmü. Dili damağı kurumuş, dudakları çatlamış. Oğlan da aynı duruma düşünce, bu kez Ümmü yalvarmış: “Yiğidim, aslanım!” demiş. “Çek git bu diyardan. Ben zaten iflâh olmam artık. Susuzluk öldürecek beni. Bari sen kurtul! Bu dünyada muradımıza eremedik, inşallah ahrette ereriz.”
Bu arada, önümden kedi gibi bir şey hızla sıyrılıp geçti. Korkuyla “Amca!” diye bağırdım. Elim ayağım kesildi. Tüylerim diken diken oldu. Yüzümün derisi gerildi. Amcam şaşkınlık içinde:
-N’oldu yeğenim? dedi.
-Önümden kedi gibi bir şey geçti.
- Yaban tavşanıdır. Buralarda bulunur.
Sonra bana dönüp:
-Anlatayım mı, kalsın mı?
-Anlat anlat!
-Bu söz üzerine Murat, “Dayan sultanım. Ben sana su bulup geleceğim.” demiş. Dağdan ovaya inmiş. Uzun ve çetin bir uğraştan sonra, suyu bulup getirmiş. Döndüğünde bir de bakmış ki, Ümmü başının altına taştan yastık yapıp, uyuyakalmış. Murat elindeki su kabıyla yanına koşmuş. “Uyandırayım da su içireyim.” demiş. “Ümmü Ümmü!” diye sarsmış. Uyanmamış… “Eyvah! Geç kaldım.” demiş. Çığlık atıp, üstüne kapaklanmış. Ardından ağıtlar yakmış. Sonra, oturup düşünmüş. Karar vermiş. “Gideyim, ailesine haber vereyim. Ne de olsa evladıdır. Benim ciğerim bir yanarsa, onunki bin yanar.” demiş. Her şeyi göze alarak, soluğu kızın evinde almış. Kızın ailesi, onu karşılarında görünce yüreklerine bir ateş düşmüş. Çünkü, anası, o gece rüyasında kızını beyaz, dikişsiz elbisenin içinde, çok susamış bir halde görmüş. Kendisinden su istemiş; fakat -elinde su tası olduğu halde- bir türlü içirecek su bulamamış. Sabah kalkınca, rüyasını kocasına anlatmış. O da “Kızın başına bir hal gelmesin.” demiş. Aynı gün, Murat’tan acı haberi de alınca, karşısında yığılıp kalmışlar… Babası kendini toparlayınca: “Kalk hatun, kalk!” demiş. “Dövünüp durmayla olmaz. Atlara hemen binip, yola koyulalım.” Kızın babasının iki tane atı varmış… Birine kendisiyle karısı binmiş, diğerine de Murat. Tozu dumana katarak soluğu dağın tepesinde almışlar…
Ümmü’nün cesedini yerden kaldırdıklarında bir de bakmışlar ki, bedeninin toprağa değdiği yer ıpıslakmış. Yastık olarak başının altına koyduğu taşın altından su sızıyormuş. Şaşkına dönmüşler. Bunu, Ümmü’nün susuzluktan yanarak öldüğüne bağlamışlar. Babası, öldüğü yere, çeşmeyi onun adını ölümsüzleştirmek için yaptırmış. Mezarı da hemen çeşmenin yanı başındadır. Ailesi, onun köy mezarlığına gömülmesini istemiş; fakat köylü buna karşı çıkmış. Demişler ki: “Bunda da bir hayır vardır! Bu kurak dağın tepesinde, başının altındaki taş yastıktan su çıkması, Allah’ın bir hikmetidir.” Köylünün bu sözleri üzerine, ailesi ikna olmuş; dağın tepesine gömmüşler.
Murat’a gelince: Ümmü’nün ölümünden sonra mecnuna dönmüş, aşkından deli divane olmuş. Aklına estikçe, gece gündüz demeden “Ümmü çağırıyor beni .”deyip, soluğu çeşmenin başında alıyormuş. Ne yapıp, ne ettilerse önüne geçememişler. Bir gün, Ümmü’nün mezarının başındaki palamut ağacında asılı bulmuşlar, allı yeşilli bir çemberle. Çember Ümmü’nünmüş… Onu da Ümmü’nün yanına gömmüşler. İki mezar yan yana. Gidecek olduğumuz çeşmenin hikâyesi bu, deyip, sustu amcam.
Bir de baktım ki dağın eteğindeyiz. Ova arkamızda, gerilerde kalmış. Sürü dağın eteğinden yukarı doğru tırmanıyor.
Suskunluğunu bozan amcam bu kez:
-Açıktın mı? dedi.
-Evet.
-Ben de… Torbada yiyecek bir şeyler var; ama yengen ne koydu bilmiyorum. Gel, şu önümüzdeki kayanın üstüne oturup, karnımızı doyuralım.
-Tamam amca.
Amcam torbasındakileri çıkardı. Bir tülbentin içinde somun ekmeği, peynir, kuru soğan vardı. Bir de orta boy cam şişe içinde su.
Karnımızı doyurduk. Suyumuzu içtik.
Kalktık, koyunların arkasından yürüdük. Önümüzdeki sürüyle dağı yarıladık.
Dağın yüzü kayalarla, kurumuş otsu bitkilerle ve devedikenleriyle kaplıydı. Aralarında, seyrek de olsa sığırkuyruğu, üzerlik ve çakır dikenleri vardı. Elimdeki çoban değneğiyle, önüme gelen dikenlere vura vura yürüyordum.
Koyunları sabaha karşı dağın tepesine çıkardık. Burası köyün kuzey doğusuna düşüyordu.
Dağın zirvesi, dolunay ve yıldızların ışığından adeta gündüz gibiydi. Karşı dağın yamacındaki mezradan ise horoz sesleri geliyordu.

Koyunlar çeşmeye akın ettiler.

Ümmü’nün çeşmesi, amcamın dediği gibi dağın tam tepesinde, yönü kuzeye bakıyordu. Duvarı tamamen kuru taş yapıyla örülü ve üstü kemerliydi. Boyu bir metreydi, eni bir buçuk. Yapının derinliği ise elli-altmış santimetreydi. Gövdesinin tam ortasında, bilek kalınlığında bir oluğu vardı. İçinden başparmak kalınlığında su geliyordu. Kemere yakın yerde, gövde yapılırken büyükçe bir taş oturtulmuş; taşın üstüne de oyma yazıyla ÜMMÜNÜN ÇEŞMESİ yazılmış. Başka ibare yoktu. Su yazın ortasında bile soğuk ve tatlıydı. Susayanlar kana kana içiyorlarmış. Önündeki yalak -yaklaşık bir metre boyunda- kayrak taşlardan yapılmış. Derinliği diz boyu, genişliği ise kırk-elli santim. İçi su ile dolu. Yalaktan taşan su, kendine ince bir yol çizmiş, hemen altındaki çukura akıyordu. Orada küçük bir gölet oluşmuş. Yalağın önünden akan suyun geçtiği yerler ve göletin etrafı yemyeşildi. Geceleyin, rüzgâr estikçe ortalığı taze nane, kekik, reyhan, kokuları kaplıyordu.
Koyunlar sulanırken, ben de boş durmayıp,elimdeki çoban değneğiyle göletin derinliğini ölçmeye çalıştım..
Amcam:
-Derin değil, dedi. Geceleyin öyle görünüyor. Ay ışığı aldatıyor. En derin yeri bir metreyi geçmiyor.
Sürüyü suladıktan sonra, yönünü köyümüze doğru çevirdik.
Artık, şafak sökmek üzereydi. Karşı dağın eteğindeki köyümüz, gecenin içinden sıyrılmaya çalışıyordu.
İçimi hüzün kapladı…
Bu hikâye aynen doğru mudur? Orasını bilemem; ama ben hikâyelere inanmasını severim. O günden bu yana ne zaman köyümden söz açılsa, hemen aklıma Ümmü’nün Çeşmesi gelir.


recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
17 Haziran 2007       Mesaj #1008
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Hayatı Iskalama Lüksün Yok Seninnn...
Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan,"Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karşılaşabilirsin.
İki ucu keskin bıçaktır bu işin.Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz. Sen,"Ama senin için şunu yaptım" derken o,"Şunu yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka hiç getirmediğin bir iddayla karşılaşacaksındır.
Üzülme,sen aşkı yaşaması gerektiği gibi yaşadın. Özledin,içtin,ağladın,güldün,şarkılar söyledin,düşündün,şiirler yazdın. "Peki o ne yaptı?" deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Senin hayatı ıskalama lüksün yok. Onun varsa bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın.
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen."Acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani,yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor. KKitap okurkende mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç girmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana. Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası....
Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun ki aslolan YÜREKTİR. Yürek sesini bilmeyenler,ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma;yaşadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler.Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil,güneşin çiçekleri dolduracak yüreğiniii....
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
18 Haziran 2007       Mesaj #1009
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Bir kadın evde tek başına yatıyormuş.O kadar çok hastaymış ki kalkıp telefona bile uzanamıyormuş, eşini aramak için.

Doktor o sırada hastahaneden evine yeni dönmüş.Bir çay yapmış kendine ve balkondan yağan yağmuru seyrediyormuş.Sokakta koşan 6-7 yaşlarında ki ufak kıza takılmış gözü.Ufak kız apartmana girmiş ve doktorun kapısını çalmış.Doktor şaşkınlıkla kapıyı açmış, karşısında üstü yağan yağmurdan sırıl sıklam olmuş ufak bir kız çocuğu duruyormuş.Doktorun sormasına izin vermden ufak kız çocuğu hemen söze atılır ve " Doktor Bey, annem çok hasta ölmek üzere, hemen gitmemiz gerek" der. Tutar doktorun elinden ve eve götürür.

Kapı çalar, kadın güçlükle yataktan kalkar ve kapıyı açar. Ufak kız ortadan kaybolmuştur. Doktor şaşırır, hasta kadına "Ben doktorum der. Ve içeri girip ilk muanesini yapar. Kadın doktoru eşi gönderdi sanır. Fakat şaşkındır, nasıl haberi olmuştu? Biraz konuşucak gücü bulunca doktora sorar: "Buraya nasıl geldiniz? der. Doktor olanları bir bir anlatır.Siyah kazaklı,kırmızı etekli ufak esmer bir kız beni getirdi, kızınızmış der. Kadın yorgun bedenini zorla yataktan kaldırır ve evet kızımdı der.

Köşedeki sandığı açar ve kızının kıyafetlerini oradan çıkarır. Sırılsıklam olmuştur elbiseler. Ve kadın kazağa sarılıp koklayarak ağlamaya başlar. 2 sene önce ağır bir hastalıktan öldü kızım der. Hasta kadın, ıslak elbiselere sarıllır ve " Teşekkürler kızım " der....
DrAm3vLH - avatarı
DrAm3vLH
Ziyaretçi
18 Haziran 2007       Mesaj #1010
DrAm3vLH - avatarı
Ziyaretçi
Fakir Ahmet


Annesi, babası fakirdi Ahmet’in. Tek göz odalı bir gecekonduda oturuyorlardı. Babasının ciğerleri hasta olduğundan zorunlu emekliye ayrılmıştı. Ahmet okul olmadığı zamanlar simit satarak zorlukla ilkokulu bitirdi. Daha sonra komşusunun yardımıyla bir lokantaya bulaşıkçı olarak girdi. Ahmet hayalini gerçekleştirmek için ilk adımını atmıştı. Eskiden lokantaların camları arkasında gördüğü o güzelim yemeklere kavuşmuştu. Artık günde üç öğün karnı doyuyordu. Lokantada yemek pişiren Veli dayıyı göz hapsine almıştı. Ondan yemek yapmayı öğrenecek ve kendi de bir aşçı olacaktı ama Ahmet başkasının lokantasında değil kendi lokantasında görevini yerine getirecekti.

Ahmet askerden geldikten sonra şehrin mevki yerinde lokanta açtı. Yaptığı yemekler çok lezzetli olduğu için lokanta müşterilerle dolup taşıyordu. Kazancı yerindeydi. Ara sıra muhtaç insanlar lokantaya gelirdi ve bedava yemek yerlerdi.

Lokantada çalışan garsonlar ve müşteriler Ahmet’in öğle vakitleri boş bir masaya giderek masanın üstüne iki tabak yemek bırakmasına bir anlam veremezlerdi. Onlar ne bileceklerdi yıllar önce sefaletin bitirdiği anne ve babasına Ahmet’in armağanını. Hem onlar duyamazlardı ki, tabakları masanın üstüne bırakırken Ahmet’in “ Bundan sonra aç kalmayacaksınız anneciğim ve babacığım. Alın yemeklerinizi karnınızı bir güzel doyurun “ diye mırıldandığını.

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat