ÇARŞAMBA İSLAM CUMHURİYETİ'NDE BEKAR OLMAK ÇARŞAMBA İSLAM CUMHURİYETİ’NDE BEKÂR OLMAK
Yazan:Yusuf Solmaz
Tayinim, Çarşamba’ya çıkınca bir an durakladım. Bu semtin adını daha önceden biliyordum. Çarşamba İslam Cumhuriyeti olarak, yalnız İstanbul’da değil, tüm Türkiye’de nam salmıştı.
Memleketin her yerinden göç alan koca bir gettoydu burası. Özellikle Doğu ve Güneydoğu illerinden göç alıyordu. Başka illerden, genellikle durumu iyi olanlar aileler bu semte göçüyor. Ticareti siyasete alet ederek zengin olmuş bir takım adamlar, İsmail Ağa Cemaati’ne katılarak hem maddi hem de siyasi anlamda biraz daha büyüyorlardı.
Benim gibi birinin böyle bir semtte ne işi var diyeceksiniz. Dedim ya tayinim çıktı, daha doğrusu çıkartıldı. On yıldır öğretmenlik yapıyorum. Sınıf öğretmeniyim. Buraya gelmeden önce Bayrampaşa’da küçük bir ilköğretim okulunda görev yapıyordum.
Neden tayinin çıkarıldı diye soracaksınız. Anlatayım. Önceki okulumun müdürü gidince yerine Allahın belası bir müdür geldi.
—Vay sen solculuk yapıyorsun, öğretmenleri sendikalı sendikasız diye ayırıyorsun.
—Ne solculuğu kardeşim, diyorum. Ben ekmeğimin derdindeyim. İnsanca yaşayacak bir ücret istiyorum. Grev hakkımız. Gerekirse iş de bırakırız. Yeter ki sendikamız karar alsın. Bu hükümet bizi açlığa mahkûm etti. Benim çocuklarım Amerika’da okumuyor. Ben Tayip Erdoğan değilim. Ben evli bile değilim. 35 yaşındayım. Öğretmene kız vermiyorlar. Gerçekten durum bu. Yakışıklı değilim, zengin değilim, serseri değilim, işinde gücünde basit bir öğretmenim. Ve aldığım maaşla tek başıma geçinemiyorum. Gerçekten geçinemiyorum. Evli olanlar, çoluk çocuk sahibi olanlar nasıl geçiniyor bilmiyorum. Okuldan çıkınca genelevin önünde ucuz saat satıyorum. O da olmasa okula gitmeye yol parası bulamayacağım.
Neyse… Yeni gelen müdür, ne yapıp edip beni okuldan uzaklaştırdı. İt iti ısırmaz derler ya, aynen öyle. Kaç kez soruşturma geçirdim, ilçe milli eğitim müdürüne gidip yalvardım. Ben bölücü değilim, vatan haini değilim. Sendikalı olmak suç mu? Demokratik yollarla hakkımı arıyorum. Yok diyor ilçe milli eğitim müdürü. Sorun bu değilmiş. Asıl sorun amire karşı gelmek, öğretmenleri okul müdürüne karşı kışkırtmak… Yalan tabii.
Anlayacağınız gücüm yetmedi. Yeni görev yerin Çarşamba diyorlar başka bir şey demiyorlar. Ne yapacağım ben Çarşamba’da. Dinsizin hakkından imansız gelir diye, özellikle yaptılar bunu.
—Sen hele Çarşamba İslam Cumhuriyeti’ne git, aynayı Konya’yı iyice öğren. Seni ancak İsmail Ağa Cemaati paklar.
Bırakayım, Allah kahretsin bu öğretmenliği diyorum, yapamıyorum. Memleket işsiz kaynıyor. Birçok üniversite mezunu için öğretmenlik bulunmaz nimet. Maaşı düşük de olsa öğretmen olmayı bekleyen binlerce insan sırada bekliyor. Hiçbir yere kaçamam. Sürünmeye, hakaret görmeye, haksızlık yaşamaya mecburum.
Yeniden içinde bulunduğum durumu düşünmeye başlıyorum. Evet, yapacak bir şey yok. Kalkıp Çarşamba’ya doğru yola koyuluyorum. Bir saat kadar sonra Çarşamba’dayım.
Aman Allah’ım… Bir yanlışlık var bu işte. İstanbul’da bir semte değil de, sanki İran’a geldim. Kum kenti’nde ya da Afganistan’da hiç tanımadığım bir şehirdeyim. Her taraf cübbeli adamlarla, türbanlı, kara çarşaflı kadınlarla dolu. Yalnız yetişkinler değil, çocuklar da öyle. Küçücük kız çocuklarına peçe takmışlar, kara çarşaf giydirmişler. Oğlan çocukları babaları gibi dedeleri gibi cübbeyle dolaşıyor.
Dükkânların ismi de garip: Hicret Market, Bereket Kuru Yemiş, Şükür Kıraathanesi, Buhara Pastanesi, Taşkent Terzisi… Böyle böyle isimler işte.
Yabancı olduğum her halimden belli. Aydan gelmişim gibi ağzım açık etrafa bakıyorum. Ben etrafı süzerken etraftakiler de beni süzüyor. Onlar gibi giyinmeyen bir adam, bu Müslüman mahallesinde ne arıyor?
Etraftaki kitapçı dükkânları dikkatimi çekiyor. Maşallah diyorum, bu insanlar bizler gibi değil bayağı kitap okuyorlar. Ama nasıl kitaplar: Tefsir kitapları, kadınlara öğütler içeren dini yayınlar. Birçoğu özenle basılmış. Vitrininde: “Tesettürlü Bayan Aranıyor” yazan bir kitapçı dükkânının önündeyim. İçeri girsem mi acaba?
Sanki anlamını çözemediğim bir düş görüyorum. Ya da bir zaman tüneline bindirilip çok uzaklara gönderildim. Burası Türkiye ama zaman şimdiki zaman değil. Bir an kendimi her şeyden soyutlanmış hissediyorum. Ben buralı değilim. Uzaydan geldim. Turistim. Bu yüzden de gördüğüm her şeyi merak ediyorum. Tesettür giysileri satılan dükkânları, misvak çeşitleri satılan baharatçıları, teşbihçileri, takke, tespih satıcılarını her şeyi merak ediyorum. Bu duyguyla kitapçı dükkânından içeri giriyorum. Vay be diyorum içimden raftaki kitapları görünce… Beyoğlu’nda bile bu kadar kitap satılmıyordur. Dükkân kaynıyor. Raflar, yerden tavana katar kitapla dolu. Ama ne kitaplar… Şeriat insandan ne istiyor? Yatak odanızda bile nasıl davranacağınızı anlatan kitaplar var. Bana göre çoğu beş para etmez ama bu beş para etmez kitaplar, İstanbul’un orta yerinde bağımsız bir İslam devletinin oluşmasına aracılık etmiş.
Etrafı dolaşmaya zaman da yok aslında. Biran önce bir ev bulmalıyım. Artık ben de Çarşambalı sayılırım. Bayrampaşa’da oturmaya devam edemem. Maaşım yol parasına yetmez. Ayrıca ulaşım sorunu var. Derse yetişmek için sabahın köründe yola çıkmam gerekir.
Önce ara sokakları dolaşıyorum doğal olarak. Cadde üzerindeki evler pahalı. Üzerinde “kiralık” yazan birkaç ev bulunca seviniyorum. Ev sahipleri, takkeli, cüppeli adamlar. Bekârım deyince kimse yüzüme bakmıyor.
—Size göre ev bulunmaz burada, diyorlar.
Ne demek bana göre ev bulunmaz? Bekâr olmak suç mu? Ayrıca evlenmeyi hiç mi istemedim sanıyorsunuz? Gerçekten zor durumdayım. Bekâr olmam bir tarafa, sözü edilen kirayı bile karşılayacak gücüm yok. En ucuz ev 500 YTL.
Dolaşmaktan ayaklarıma kara sular iniyor. Cadde üzerinde bir emlakçi çıkıyor karşıma. Medine Emlak. Hemen hemen bütün işyeri sahipleri gibi bu emlakçi da takkeli ve cübbeli bir adam.
Cübbe burada sembol olarak kullanılıyor. Bunu biliyorum artık. İsmail Ağa Cemaati’nden olan herkes aralarında anlaşmışlar. Başka insanlardan ayırt edilmek için hepimiz aynı giysiler içinde olmalıyız demişler. Görür görmez hemen tanıyorsunuz cemaat üyelerini.
Giderek ev bulma umudumu yitirmeye başlıyorum. Yok. Böyle bir semte yerleşmemim imkânı yok. Bu durumu kime nasıl anlatacağım? Milli eğitim müdürüne gidip bir kez daha yalvarsam.
—Ne olur Çarşamba’ya göndermekten vazgeçin beni. Ekmeğimden olacağı, mesleği bırakmak zorunda kalacağım. Allahınızı seviyorsanız yapmayın bu kötülüğü bana.
Ne desem boş! Kimse halimden anlamayacak biliyorum. Adımı bölücüye çıkardılar. Devletin camisinde örgütlenen tarikat üyeleri bölücü değil. Bölücü benim gibi bir öğretmen. Vurun bölücüye! Bölücülere ölüm! Bölücü bir öğretmen işinden olunmuş kimin umurunda. Ellerine kına yakarlar. Bize karşı gelmek ne demekmiş gördün gününü derler.
Düşünüyorum: Burası Müslüman Mahallesi. Burada iyi insanlar olur. Bu iyi insanlar halden anlar. Hele de bir öğretmenin halinden. Hani nerede o iyi insanlar? Saatlerdir dolanıyorum, öğretmenim diyorum, ev arıyorum. Kimse yüzüme bakmıyor. Hatta gözlerinde açıkça şunu okuyorum:
—Biz öğretmenleri sevmeyiz. Hele de senin gibi olanları.
Ne var halimde?
Hani cübben, hani takken? Bir din adamının ya da siyaset adamının selamıyla İsmail Ağa Cemaati’ne başvurmadım.
Bir yetkili, Cemaatin ileri gelenlerinden birini arayıp şöyle deseydi:
—Size işimize yaracak Müslüman bir öğretmen gönderiyoruz. Eve ihtiyacı var. Öğretmene sahip olun!
Sonucun ne olacağını tahmin edebiliyorum. Cemaatin ileri gelenleri hemen beni bir eve yerleştirirlerdi. Kira bile ödemezdim o zaman.
Kafa yok ki bende. Bunca yıl, güç ve para getirmeyen ne iş varsa bulaştım. Yıllarca solculuk yaptım. Edebiyatla uğraştım. Şiirler yazdım. Hiçbir yayınevinin yüzüne bakmadığı şiirler. Bu ülkede rahat etmek istiyorsan dinci olacaksın. Ticaretle uğraşacaksın. Yapmadım.
Neyse… Ev bulmak ne mümkün. Cadde üzerindeki evlerin kirası 1000’le 1500 YTL arasında değişiyor. Burada oturanlar maaşımdan daha fazla parayı kira olarak verebiliyorlar. Belli ki cemaat üyeleri iyi para kazanıyor. Ve aralarında benim gibi bir öğretmene kesinlikle yer yok.
Bir sabah gidip durumu ilçe milli eğitim müdürlüğüne anlatmak istiyorum. Müdür adımı duyar duymaz dışarı fırlıyor:
—Ne istiyorsun kardeşim! diyor.
—Ne isteyeceğim müdür bey,” diyorum. Ev bulamıyorum, lütfen bu kötülüğü yapmayın bana.
—Biz kimseye kötülük yapmayız! Burası kötülük yapma yeri değil. Ne yapıyorsak görevimiz çerçevesinde yapıyoruz.
Böyle görev olmaz olsun. Adamlar her şeyin kılıfını buluyor. Şimdi de norm kadro çıkardılar.
—Bulunduğunuz okulda norm fazlası görünüyorsunuz! Yasa gereği başka okula gitmeniz şart!
İyi! Ama nasıl gideceğim? Önce siyasi suçluydum, şimdi norm fazlası oldum.
—Orası bizi ilgilendirmez. Öğretmene ev bulmak benim görevim değil!
Önümde iki seçenek var: Ya öğretmenliği bırakacağım ya da Bayrampaşa’dan, Çarşamba’ya gidip gelmeyi göze alacağım. İki ucu boklu değnek yani.
Bir süre bu şekilde dayanmaya çalışıyorum.
Okul takkeli erkek öğrencilerle dolu. Okuldan çıkar çıkmaz babaları gibi cübbe giyiyorlar. Sınıfta takke takan öğrencileri uyarıyorum.
Bazı öğretmenler:
—Burası Çarşamba hocam, diyorlar. Kendine dikkat et!
—Etmezsem ne olacak? Ayrıca ne demek Çarşamba? Burası Türkiye arkadaş! Atatürk Cumhuriyeti.
—Sen öyle san!
Neyse işte… Gel zaman git zaman benim ev sorunu öğrencilerin de kulağına gidiyor. Bir gün bir kız öğrenci yanıma gelerek:
—Bizim kiralık evimiz var öğretmenim! diyor.
Kızın adı Meryem. Gerçek adının Maria olduğunu daha sonra öğreniyorum. Meryem babaannesiyle yaşıyor. Annesi ölmüş. Babası Amerika’da. Arada sırada kızını görmeye Türkiye’ye geliyor. Yahudi olan aile uzun zamandır Türkiye’de yaşıyor. Çarşamba’ya 70’li yollarda gelmişler.
Babaanne:
—O yıllarda buralar böyle değildi yavrum, diyor. İsmail Ağa Cemaati denen bu Cemaat sonradan türedi.
Babaannenin adı, Rukiye. Rukiye adında bir Yahudi olacağını hiç düşünmemiştim. Türkiye’de her şey mümkün.
O günden sonra Rukiye teyzenin kiracısı oluyorum. Bir apartmanın en alt katında, iki göz bir dairesi varmış. Bakımsız bir daire. Boya badana yaptım, tertemiz oldu. Kirası 300 YTL. Buna da şükür. Zamandan kazandım, yol parasından tasarruf ettim. Her gece Allah senden razı olsun Rukiye teyze diyorum. Evlerimiz yakın olduğu için arada sırada pişirdiği yemeklerden de gönderiyor Rukiye teyze bana.
İşin kötü tarafı şu: Oturduğum bina baştan sona cemaat üyeleriyle dolu. Kadınlar hamam böceği gibi kara çarşaflı. Beni görünce öcü görmüş gibi davranıyorlar. Cübbeli adamlar yüzüme bakmıyor.
Etrafta içki içilen, içki satılan bir tane iş yeri yok. Aybaşından aybaşına bir şişe rakı alıyorum. Tabii başka bir semtten. O kadar yobazın arasından, zulada bir şişe rakıyla geçmek garip bir heyecan veriyor. Bir gün biri kapımı çalar da:
—Bu evde içki mi içiliyor? diye sorarsa ne yapacağım bilmiyorum.
Hafta sonları, yine saat satmak için genelevin yolunu tutuyorum. Şuana kadar en iyi satış yapabildiğim yer burası.
Bir akşam eve dönerken İsmail Ağa Camisi’nin önünde büyük bir kalabalık gördüm. Ne kadar cübbeli adam varsa caminin önünde toplanmıştı. Ne olduğunu anlamadım. Etraf polis kaynıyor. Medya haber kovalıyor.
Otobüsten iner inmez yoldan geçen birine sordum:
—Ne oldu?
—Ne olacak Ali Hoca’yı öldürdüler.
Ali Hoca da kim diye soramadım tabii. Belli ki herkes tanıyor Ali Hoca’yı.
Kendi ülkemde yabancı gibiyim. Gerçekten Çarşamba’nın yabancısıyım. Etrafta tuhaf şeyler oluyor. Sanki ayrı dili konuşuyoruz bu insanlarla. Ben Atatürkçüyüm. Onlar Atatürk Cumhuriyeti’ni şeriat düzenine çevirmek isteyenler.
Eve gelir gelmez televizyonu açıyorum. Neler olmuş neler. İsmail Ağa Camii’nde cinayet işlenmiş. Cemaat üyesi bir genç, Ali Hoca olarak tanınan, cemaatin önde gelen imamlarından birini öldürmüş.
Katilin nasıl öldüğü meçhul. Kimine göre başını mihraba vurarak intihar etmiş. Bu güne kadar hiç böyle bir intihar türü duymadım. Kadının biri kafasını mutfak tezgâhına vurarak ölmeye çalışıyor mesela. Burası Türkiye, her şey olur. Ama diğer iddia bence daha mantıklı. Bu iddiaya göre, cemaat üyeleri katili linç ederek öldürmüşler.
Akşam yatarken camide olanları zihnimde canlandırmaya çalışıyorum:
Onlarca, belki yüzlerce insan var camide. Ali Hoca bıçaklanarak öldürülünce ortalık birbirine giriyor. Ve o büyük kalabalık… Takkeli, cübbeli, sakallı adamlar kalabalığı… Hocayı öldüren genci, kıskıvrak yakalıyorlar. Aralarına alıp linç ediyorlar. Allah Allah mı diyorlar o sırada? Ya Allah ya Muhammet mi diyorlar? Ne diyorlar? Madımak Oteli’ni yakan yobazlar geliyor aklıma.
Manzara gözümün önünden gitmiyor. Yolda gördüğüm sakallı adamların yüzü büyüdükçe büyüyor. Çarpık çurpuk yüzler üzerime üzerime geliyor. Deli göz bebekleri… Onlarca, yüzlerce deli göz bebeği üzerime üzerime geliyor.
—Rakı kokuyor bu kâfirin ağzı!
—Gel lan buraya kâfir oğlu kâfir!
—Asalım bunu, keselim bunu!
—Allah belamı versin bir daha içmeyeceğim, ne olur asmayın beni!
Korkuyorum. Gerçekten korkuyorum.
Bu semtte nasıl yaşayacağım bilmiyorum. Alışayım diyorum olmuyor. Bu insanları tanımıyorum. Kim bunlar? Kötü bir rüyada gibiyim. Rüyamda, kendilerini iyi insanlar olarak tanıtan şeytanlar dolaşıyor.
—Kimsiniz siz? diye soruyorum.
—Bizler Müslüman’ız bire kâfir diyorlar!
Namaz kılan, oruç tutan annem geliyor, babam geliyor aklıma. Doğup büyüdüğüm kasabanın Müslüman halkı. Tanıdığım hiçbir Müslüman bunlara benzemiyor. Bunlar başka bir şey. Kesinlikle Müslüman değil bunlar.
Başımı yorganın altına gömüp uyumaya çalışıyorum. Dışardan sesler geliyor. İlahi sesleri. Üst kata oturan aile bütün gün ilahi dinliyor. Sesleri CD’den gelen bir takım adamlar garip sesler çıkararak bağırıyorlar.