Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 111

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.509 Cevap: 1.812
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
26 Temmuz 2007       Mesaj #1101
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
İKİ ARKADAŞ ÖZLEMİ

Sponsorlu Bağlantılar
LİSE YILLARIN DAYDIK İKİMİZDE ÇOK İYİ

BİRER DOSTURK YERİ GELDİÜZÜNTÜLERİMİZİ

PAYLAŞTIK YERİ GELDİ SIRLARIMIZI ORTAYA

KOYDUK İKİMİZİN DOSTLUGUNU ETRAFTAKİLER

HEP KISKANDI AMA BİZ ONLARI HİÇ UMUR

SAMADIK ÇÜNKÜ BİZ EN İYİ İKİ ARKADAŞTIK

LİSE YILARI BİTMİŞTİ HAYATIMIZIN SINAVINA

GİRMİŞTİK KARDERLERİMİŞ AYRI YAZIILMIŞTI

ÜNİVERTE'DE AYRILMIŞTIK ÇÜNKÜ İKİMİZDE

AYRILMIŞTIK BENİM PUANLARIM ARKADAŞIM

DAN ÇOK ÇOK FAZLAYDI BEN HARVITI KAZAN

MIŞTIM ARKADAŞIMIN PUANLARI SADECE FEN

LİSE4LERİNE YETİYORDU O HABERLE YIKILMIŞTI

DÜNYAMIZ ÇOOOK ÜZÜLMÜŞTÜK TABİ İSTER

SEM BEN ORAYA GİTMEK MSORUNDA DEGİLDİN

AMA ARKADAŞIMLA KARAR VERMİŞTİK OKUMAK

SORUNDA OLDUMUZU BİLİYORDUK BİZİ ETRAF

TAKİLERR AYIRMASA BİLE KADER AYIRMIŞTI

İKİMİZDE YOLLARIMIZ ZAMAN GELDİ AYIRMIŞTIK

BİRBİRİMİZE HEP SÖZ VERDİK OKULLUMUZ BİTER

BİTMEZ YİNE BİRLİTTE OLACAGIMIZA DENK O GÜN

BÜGÜN 4 YILDIR AYRI KALDIK BİRBİRİMİZİ ÇOK

ÖZLEMİŞTİK AMA İKİ MİZDE BİLİYORDUK Kİ

KAVUŞACAGIMIZI ARKADAŞIM VE BEN OKULU

MUZUBİTİRMİŞTİK İKİMİZ DE BEYİN ÇERRAHI

OLMUŞTUK OKULUMUZ İTER BİTMEZ BEN TÜRKİ

YE'YE GERİ DÖNMÜŞTÜM YİNE ESKİ GÜNLERDE OL

DUGU GİBİ BİRBİRİMİZE KAVUŞMUŞTUK ARTIK

KOCAMAN BİRER YETİŞKİNİZ


VE

MUTLUSONLA BİTER
ÇİĞDEM SABA

recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
26 Temmuz 2007       Mesaj #1102
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Küllerin Dili

Sponsorlu Bağlantılar
Vapur yolculuklarında gazete okumayı herkes gibi ben de severim. Ama genelde yanımda gazete olmaz. Yine de şimdiye kadar gazete yokluğu çektiğimi hiç hatırlamıyorum. Mutlaka ortalığa bırakılmış gazeteler olur. Alırsınız, okursunuz, sonra da sizden sonra gelen için bir yere bırakıp vapurdan inersiniz. Ya da şanssız bir gününüzdeyseniz, ortalıkta hiç gazete göremiyorsanız karşınızdakilerden birinin gazetesinin arka sayfasıyla idare edebilirsiniz yol boyunca. Tabi, tam siz heyecanlı bir şey okurken gazetenin birden hareket etmesi, siz tam ünlü bilmemkimin bilmemne konusundaki değerli görüşünü öğrenecekken sayfanın kapatılması gibi talihsizlikler olabilir. Ama her zaman okunacak yeni bir haber çıkar size dönük sayfada. Kimi zamanlar da karşınızdaki bunu yalnızca sizi sinir etmek için yapıyormuş gibi durmadan sayfaları çevirir durur. Böyle zamanlarda önemli olan doğru tempoyu yakalamak, yalnızca başlıkları okuyup altlarındaki uzun satırlara hiç girmemektir. Tıpkı o güzel Eylül sabahında vapurun güvertesinde otururken benim yaptığım gibi.
Karşımdaki adam gazetesini durmadan evirip çevirirken ben futboldan politikaya, oradan ekonomiye ve yemek tariflerine atlayıp duruyordum. Ama güneş o kadar parlak, manzara o kadar çekiciydi ki bir süre sonra gazeteye olan ilgim dağılıp gitti. Yüzümü güneşe çevirdim, gözlerimi denizin üzerinde binlerce ayna gibi kıpırdaşan ışıklardan başka hiçbir şey görmez olana kadar kıstım, kendimi tatlı sonbahar rüzgarına bırakmaya hazırlanıyordum ki kulağıma benim için epey tanıdık bir takım yabancı sözcükler çalındı. Karşımdaki gazetenin sahibi cep telefonunda birisiyle konuşuyordu. Kulağıma çalınan sözcüklerden akşam üzeri birisiyle buluşmayı planladığını anlamıştım. Bir adres karmaşası yaşandığı belliydi. Karşımdaki tatlı bir sabırla İstanbul şehir rehberi gibi bir takım açıklamalar yapıyordu. Konuştuğu kişinin kendisini anlamasından pek ümitli olmasa da elinden geleni yapıyormuş gibi tane tane, oldukça yüksek bir sesle konuşuyordu. Konu deniz otobüslerine gelmişti anlaşılan. Deniz otobüslerinin boğazı geçebildiklerini ve denizin üzerinde gittiklerini açıklamaya giriştiğinde bir süredir bastırmaya çalıştığım kahkahayı artık daha fazla tutamadım. Yok, öyle koca bir kahkaha atmamıştım, yalnız oturduğum yerde kıkır kıkır gülüyordum kendi kendime. Ama karşımdakinin gözünden kaçmamıştı bu. Gözlerinde kocaman bir soruyla bana bakıyordu. Bakardı elbette. Sonuçta İstanbul?da bir vapurda, onun o uzak, komik, müzikli İskandinav dilini anlayan biriyle karşılaşması olasılığı ne kadar olabilirdi? Ama vardı işte. Herkesin bir işi vardır, benimki de onun dilinde yazılan kitapları kendi dilime aktarmak. Ayrıca şaşıran yalnızca o değildi ki. Ben de vapurda karşımda elinde günlük bir gazetemizin spor ve politika haberlerini okuyan bir Kuzeyli görmeyi beklemiyordum. Genellikle turistler bir iki kelime Türkçe öğrenirler elbette ama gazete okumaya girişmelerini beklemez insan. Ama dünya küçük işte. Zaten konuşmaya başlayınca birbirimize ilk söylediğimiz şey bu oldu.
Arkadaş bizim dilimizi özel kolejlerdeki pek çok öğrenciyi geride bırakacak kadar iyi biliyordu. Eee, onun da eğitimi buymuş. Üniversitede öğrendiklerinin pratiğini yapmak için de kalkmış buraya gelmiş. İkimizin de durumu açığa çıktıktan sonra konuşmayı hemen kendi konusuna çekti. zaten. Şu sıralar Osmanlıca?yla uğraşıyormuş, ayrıca değişik lehçeleri daha iyi anlamaya çalışıyormuş vb vb. Bu sırada yolun sonuna gelmiştik. Vapur iskeleye yanaşmak üzereydi. Şimdi artık adres, telefon numarası aşaması gelmişti elbette. Otelde kalmıyordu. İstanbul?a gelip yerleşmiş, üstelik burada bir de ev satın almış kendisi gibi kuzeyli bir arkadaşının yanında kalıyordu. Daha da ötesi, bu arkadaşın evi bizim evimizden bir sokak aşağıdaydı. Her gün önünden geçtiğimiz şu tahtaları kararmış, dantel gibi oymalı pancurlarından bir kaçı kırık, güzelim ahşap evlerden biriydi bu. Arkadaşının evi bir yıl önce satın aldığını, onarıp eski haline getirmeye çalıştığını anlatıyordu. İçimi kaplayan haset dalgasını bastırmaya çalışıyordum ben de. O evlerden birini satın alabilecek durumda olmak, aaah? Her neyse, sonunda ileriki günlerden birinde görüşmek üzere sözleştik ve ayrıldık.
Birkaç gün sonra yeni dostumuz yanında şarabı ve o güzel evin sahibi arkadaşıyla bize geldi. Minik evimize gelen bütün konuklar gibi onları da ilk karşılayan alt katımızdaki Fatma teyze oldu elbette. Ayak seslerini duyar duymaz kapıda belirmişti, meraklı kara gözleriyle merdivenlerden çıkan sarışın, uzun boylu iki adama bakıyordu. ?Bize geliyorlar, misafir onlar Fatma teyze,? diye çok aydınlatıcı bir açıklama yapmamız merakını pek fazla gidermemiş olsa da sessizce içeri çekildi. Nasıl olsa yarın sabah daha ayrıntılı bilgi almak için beni aşağı çağıracağını biliyordum. Eğlenceli bir akşam yemeği, bol bol şarap, bol edebiyatlı, bol kahkahalı bir sohbet, sözün kısası hoş bir akşamdan sonra konuklarımız ayrılırken yeni komşumuz bizi kendi evine davet etti doğal olarak. Onları uğurladığımız sırada Fatma teyze yatmış olmalı ki bir daha kapıya çıkmadı.
Ertesi sabah kahvaltımızı yeni bitirmiş, kahvelerimizi içerken aşağıdan Fatma teyzenin bana seslendiğini duydum. Böyle zamanlarda ona yanıt vermekte biraz gecikirsem romatizmalı ayaklarıyla bizim merdivenleri tırmanmaya başlardı hemen. Merdivenleri çıkması o kadar sorun değildi de inerken o kadar dengesiz adımlar atıyordu ki her an aşağı yuvarlanacak diye korktuğum için o inip içeri girene kadar rahat edemiyordum. Bu yüzden mis gibi dumanları tüten kahvemi bırakıp aşağı koştum. Elinde bir tabak çörekle kapıda duruyordu. 'Kahvaltı etmediyseniz al bunları da çayın yanında yersiniz,' diye bir açılış yaptı. Her zamanki gibi 'Ne gerek vardı, zahmet oldu' türünden bir şeyler geveleyerek tabağı elinden alırken 'Gel, bir de şu tansiyonuma bak, uyy başım çatlıyor bugün,' diye beni içeri çağırdı. Biraz sonra elime tutuşturduğu bir bardak çayla, tatlı bir sabun kokusu sinmiş salonuna oturtmuştu beni. Gelen konuklarla ilgili gerekli açıklamaları yapmış bitirmiştim. Aslında benim de soracak sorularım vardı. Fatma teyzenin kocasının bu civarda tanımadığı, bilmediği hiç kimse olmadığına göre herhalde şu güzel tahta evin eski sahibini de tanırdı. Adını bir türlü öğrenememiştim kocasının, amca deyip geçiyordum. Astımı yüzünden gününün büyük kısmını aşağıdaki balkonda geçirirdi iyi havalarda amca. Sabahları martı seslerinin arasına karışan öksürüklerini duyarak uyandığım çok olmuştu. Amca o evi biliyordu elbette. Eskiden Ermeni bir bayan oturuyormuş, bir de kızı varmış yanında. Sonra bir gün kız gitmiş, bir daha da hiç geri dönmemiş. Fatma teyze onun sözlerinin tam burasında konuşmanın ortasına atlayıp amcaya anlamadığım bir şeyler söyledi. Zaman zaman kendi aralarında başka bir dilden konuştuklarını biliyordum. Ama amca biraz endişeli, biraz da utanmış bir sesle Fatma teyzeye çıkıştı. 'Ayıp, misafirin yanında böyle konuşulmaz,' dedi. Fatma teyze 'Aa, o yabancı değil ki,' diye kendini savundu. Doğruydu, yabancı sayılmazdım herhalde. Öyleyse nece konuştuklarını da sorabilirdim elbette. Amca 'Zazaca,' diye kısa bir yanıt verdi, anlaşılan konuyu kapatmak istiyordu. Sonra yeniden o eski evden konuşmaya başladık. Fatma teyzenin dediğine göre Ermeni kadının kızı çok güzelmiş. 'Uyy, görecektin, buraların en güzel kızıydı o. Te buralarına kadar inen sırma saçları vardı. Çok da iyi bir kızdı,' diyordu. Nereye gitmişti acaba? Bir daha niye hiç geri dönmemişti? 'Kimbilir,' dedi amca kapalı bir sesle. 'Belki de ölmüştür.' Hoppala, nereden çıktı şimdi bu? İkisi kendi aralarında tartışmaya başladılar. Kulak kesilip konuştuklarının arasından tanıdık sözcükler yakalamaya çalışıyordum ama benimkisi biraz umutsuz bir çabaydı. Bu kadar konuşmak amcayı biraz yormuş olmalı ki soluğu sıkışmış gibi dura dura konuşuyordu. Ciğerlerinden gelen ıslık sesini oturduğum koltuktan bile duyabiliyordum. Neredeyse benim de soluğum tıkanır gibi oluyordu onu duydukça. Güzel bir sabah için biraz fazla iç karartıcıydı bütün bunlar. Amca bir iki şey daha söyledikten sonra sustu, bütün dikkatini soluklarını toparlamaya ayırdı. Fatma teyze de 'Sen bakma bunun dediklerine. Bir şey bilmiyor, oradan buradan duyduklarını söylüyor' dedi. Biraz sonra elimde çörek tabağıyla merdivenlerden çıkarken aklım güzel Ermeni kıza takılmıştı. İki ihtiyarın kendi aralarında ne tartıştıklarını merak ediyordum.
Birkaç gün sonra yeni ahbabımızı ziyaret sırası bizdeydi. Batan güneşin peşinden yaygara koparan martıların çığlıkları arasında elimizde şarabımızla tahta evin kapısını çaldık. Evin içi de dışı kadar eskiydi. Geçen akşamki konuşmalarımız sırasında arkadaşımızın bu evi içindeki her şeyle birlikte satın aldığını öğrenmiştik. Evin eski sahibi yaşlı hanım bu evde yalnız yaşıyormuş, pek geleni gideni de olmazmış. Pekçok yaşlı gibi o da kedileri köpekleri pek sever, onlara sahip çıkmaya çalışırmış. Bu kocaman evle başa çıkmak onun için hiç kolay olmuyormuş. Evini sattığında bir huzur evine yerleşmeye karar verdiği için eşyaların hepsini olduğu gibi evin yeni sahibine bırakmış. Kimbilir hangi döneme ait oymalı dolaplar, hasır arkalıklı sandalyeler, kocaman tahta masa, hatta içlerinden yemek yediğimiz porselen tabaklar bile büyükannelerimizin evlerindeki türdendi. Birinci kattaki tepeden tırnağa yenilenmiş modern mutfak dışında evde yeni tek bir şey yokmuş gibi görünüyordu. Mutfağın hemen yanıbaşında koyu renk, oymalı, kocaman bir büfe vardı. Büfenin camlı kapaklarının arkasında bir kaç minik heykelcik, kadehler, ne olduğu belirsiz, işlemeli küçük kaplar duruyordu. İnsan tek tek incelemeye kalksa eminim günlerce bu büfenin başından ayrılamazdı. Büfenin orta bölümü açıktı. Dar bir rafın üzerinde tombul, kırmızı, iki yanı kulplu, tepesinde küçük, güzel bir kapağı olan vazoya benzer bir kap vardı. Üzeri ufak altın yaldızlı işlemelerle süslü bu güzel vazo belki de rengi yüzünden çok dikkatimi çekmişti. Almak için uzandığımda elime hiç beklemediğim kadar ağır geldi. Biraz öne çektim ama sonra böyle girer girmez ortalığı karıştırmaya başlamanın doğru olmayacağını düşündüm, kimsenin beni fark etmemiş olacağını umarak çabucak bıraktım ve bize evini gezdirmek için merdivenlerden yukarı çıkan yeni dostumuzun peşine takıldım. Evin ortasından üst katlara çıkan merdivenin basamaklarındaki halılar tahtalarla bütünleşmişti adeta. Her basamaktan farklı bir gıcırtı çıkıyor, ev bizimle konuşuyordu sanki.
Yemeklerimizi yedikten sonra üst kattaki oturma odasına çıktığımızda artık evin eskiliğine o kadar alışmıştık ki bir köşede duran siyah müzik seti uzay çağından buraya ışınlanmış garip bir alet gibi görünmüştü gözüme. Şarabın verdiği tatlı gevşeklikle oturma odasının kenarları oymalı koltuklarına yayılmış oturuyorduk. Evin, merdivenlerden birinin çıkmasıyla ya da kapının önünden geçene her faytonla sallanmasına o kadar alışmıştık ki sehpaların oldukları yerde hoplamaya başlamasını ilk anda hiç ciddiye almadık. Ama dipten gelen sarsıntı şarap mahmuru kafalarımızda bile tanıdık ziller çaldıracak kadar güçlüydü. Zaten kafamızda çalan zillere bir de aşağıdan gelen bir şangırtı eşlik etmişti. İlk sarsıntının geçmesiyle birlikte yerlerimizden fırlayıp, merdivenlerde küçük bir deprem de biz yaratarak hızla aşağı koştuk, dışarı fırladık. Kuşların, köpeklerin, kedilerin, atların bir ağızdan kopardıkları yaygarayı dinleyerek bir süre bekledik. Ama arkası gelmedi. İstanbul?un alışıldık minik silkelenişlerinden biriydi yalnızca anlaşılan. Böyle zamanların gereği olarak herkesin sağa sola telefonlar etmesi bittiğinde bir kez daha yukarı çıkmak yerine aşağıda masanın başına oturup hep yapıldığı üzere eski depremlerden konuşmaya giriştik. Ne de olsa yeni dostlarımız buralı olmadıklarından aynı şeyleri binlerce kez konuşup dinlemiş insanlar değillerdi. Sarsıntı, şarabın yanaklarına verdiği kırmızılığı uçurmuş, bir anda bembeyaz olmuşlardı ama bizim karşımızda korkmuş gibi görünmek istemedikleri de belliydi. Bu yüzden onlara dehşet öyküleri anlatmak yerine böyle küçük sarsıntılarla ilgili gülünç anılardan söz etmenin daha iyi olacağına karar verdik.
Biraz kendini toplayan ev sahibimiz kahve koymak için mutfağa giderken kapının yanındaki büfenin önünde durakladı. Biliyordum, o vazoyla oynamamam gerekirdi. Demin duyduğumuz şangırtı ondan gelmişti. Sanırım yerine koymaya çalışırken aceleyle biraz öne bırakmış olmalıyım ki küçük sarsıntı sırasında düşüp paramparça olmuştu. Bunun suçlusu olduğumu bilmenin utancıyla hemen yerimden kalktım. Vazo irili ufaklı parçalara ayrılmıştı, ayrıca da içi boş değildi. İçinden kum gibi bir şey dökülmüştü yere. Bizim kedinin kumlarına benziyordu vazodan dökülenler. Ev sahibimiz mutfaktan aldığı küçük bir faraş ve fırçayla vazonun parçalarını ve kumları toparlayıp bir torbaya doldurdu. Vazonun boş olmaması onu da şaşırtmıştı biraz. Yerdeki kum parçacıklarından birazını avcuna alıp inceledi. Bu sırada hepimiz başına toplanmıştık. Vazonun kurtarılma şansı var mı diye düşünüyordum ben. Belki parçalar bir araya getirilip yapıştırılabilirdi. Ama bu sırada tertipli ev sahibimiz bütün parçaları ve kumları mavi bir çöp torbasına doldurmuş, torbanın ağzını bağlamıştı bile. İçinden dökülen kumun ne olabileceği konusunda tahminler yürütülüyordu şimdi. Eski bir ev demek gizem demekti ne de olsa. Kimbilir belki de bu vazo aslında bir vazo değildi. Şu ölüleri yakıp küllerinin doldurulduğu türden bir kaptı. Filmlerde hep böyle şeyler olmaz mıydı? Hiç birimiz ölü külünün neye benzediğini bilmiyorduk. Ama büfesinin orta yerine yerleştirdiği bir vazonun içine insan başka ne doldururdu ki? Filmlerden edinme, engin mi engin, bir o kadar da sığ bilgilerimizle hepimiz bir şeyler uydurmaya giriştik. Yakılıp külleri aile yadigarı olarak saklanan insanlardan ne zaman kızılderililere geçtik hatırlamıyorum. Eski kültürlerde ölüleri yüksek bir yerde yakıp ruhlarını göğe gönderme geleneği üzerine de bir süre kafa yorduktan sonra konu dağılmış, saat de epey geç olmuştu.
Eve dönmek için dışarı çıktığımızda bizi inanılmaz güzellikte bir gece bekliyordu. Gökyüzü bir yıldız uzmanını çileden çıkaracak kadar çok yıldızla doluydu. Yıldızlar karşıda yanıp sönen İstanbul kıyılarına nispet edercesine parlaktı. Tam kendi sokağımıza döneceğimiz sırada ufukta dev bir yıldız geniş bir yay çizerek kaydı, arkasında siyah bir boşluk ve bir sessizlik bırakıp bir anda yokoldu. Şimdiye kadar gördüğümüz en büyük yıldız kayması olduğuna emindim bunun. Eve girip ışıkları yakana kadar gözümün önünden gitmedi. Yemekten sonra içtiğimiz kahve, gecenin tatlı serinliği şarabın etkisini silip süpürmüştü. Uyumadan önce karanlık balkonda epey bir zaman oturduk. Sanırım yeni bir yıldızın kaymasını umuyorduk gizliden. Sonunda oturduğum yerde uyuklamaya başlamıştım, gözlerimin önünde kendi yarattığım yıldızlar uçuşuyordu. Yatağa girdiğimde daha başımı yastığa koyar koymaz uykuya dalmış olmalıyım. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum ama uyuyanın yalnızca ben olduğum kesindi. Omzumun hafifçe sarsılmasıyla gözlerimi açtığımda soluk soluğaydım. Yatak tam bir savaş meydanına dönmüştü. Uyurken duvara attığım yumruklardan parmaklarımın sızladığını hissediyordum. 'Yeter artık, tamam, bitti, rüyaydı,' diye beni yatıştırmaya çalışan sesi algılayabilmek için epey kendimi zorlamam gerekti. Ama rüyanın etkisinden sıyrılır sıyrılmaz, sanki biraz önce tepinip duran ben değilmişim gibi, beni saran kolların arasında bir kedi gibi mırıldanarak uykuya daldım yeniden. Pencereden giren günün ilk ışıklarıyla gözlerimi açtığımda sabaha kadar da öylece, hiç kımıldamadan uyumuş olduğumuzu gördüm.
Sonra birden gece gördüğüm kabusun ne olduğunu hatırladım. Genç bir kız görmüştüm rüyamda. Uzun, çok uzun saçlı bir genç kız. Mavi, çok bol bir pelerin vardı üzerinde. Kız soluk alamıyordu bir türlü. Pelerinin etekleri uçuşuyordu rüzgarda. Kız rüzgarı yakalamak ister gibi ağzını açıp kapatıyordu ama pelerinin boğazı sımsıkı düğümlenmişti. Kız çırpınıyor, kaçmak istiyordu. Pelerinin içine dolan rüzgar kızı uçurmaya başlamıştı, ama boğazındaki düğüm yüzünden kız soluk alamıyordu. Kızın boğazındaki düğümü açmak istiyordum, rüzgarla uçup gitsin istiyordum ama kızla aramızda camlı bir kapı vardı. Camı kırabilsem kızı kurtaracaktım. Çok bunaltıcı bir rüya görmüştüm gerçekten. Ama her nedense kendimi o kadar da kötü hissetmiyordum. Yalnız o upuzun saçlı, mavi pelerinli kız gözümün önünden gitmiyordu bir türlü. Kızın soluk alamaması benim de içimi sıkıştırıyordu sanki. Yataktan kalkıp kendime güzel bir kahve hazırladım. Oturup düşünmeye başladım. Rüyalar hakkında bildiklerimi bir araya getirince kabusumun açıklaması ortadaydı elbette. Sabah amcanın astımlı soluklarıyla içimin daraldığını hissettiğim sırada bana anlatılan sırma saçlı kızın rüyama girmesinden daha doğal bir şey olamazdı. İyi de şu mavi pelerin neyin nesiydi? Boğazı düğümlü, parlak, açık mavi bir pelerin. Açık mavi, gök mavisi değil, daha yapay bir mavi, çöp torbası mavisi. Kızı çöp torbasına mı koymuştum rüyamda? At gitsin, çöp oldu artık. Kim çöp oldu. Kırılan vazo çöp oldu. Vazodan dökülen kum çöp oldu. O kum değildi ki. Birinin külleriydi. Kızın öldüğünü söylüyordu amca. Demek ki küller o kızın külleriydi. Neden olmasın? İnsanın gündüzden kafasına takılan soruların yanıtlarını rüyasında çözmesi olmayacak bir şey değil ki. En azından benim başıma sık sık gelir bu. Düşüncelere dalmışken nasıl içtiğimi bile fark etmeden bitirdiğim kahvenin yerine yenisini doldurup her şeyi yeniden gözden geçirmek için balkona çıktım. Bir sigara yaktım. Düşündükçe hepsi gözüme daha inandırıcı geliyordu. Ayrıca içimde bir de görev duygusu uyanmaya başlamıştı. Kızın küllerini o çöp torbasından kurtarmam gerekiyordu. Madem içinde mutlu mutlu uyuduğu vazonun kırılmasına neden olmuştum, şimdi onu mutlu etme görevi bana düşüyordu. Tıpkı filmlerdeki gibi havaya savurmalıydım külleri.
Bu düşünce beni çok heyecanlandırmıştı. Hemen paylaşmam gerekiyordu. Telaşla yatak odasına koştuğumda geceki taşkınlıklarımdan bitkin düşmüş can yoldaşımın derin derin uyuduğunu gördüm. Kocaman, siyah kedimiz de biraz önce benim yattığım yere yerleşmiş, tıpkı biraz önce benim uyuduğum gibi mutlu bir uykuya dalmıştı. İçimde uyanan hafif bir kıskançlık dalgasıyla kediye uzandım. Yerinden kımıldamaya hiç niyeti olmadığını anlatmak ister gibi miyavladı. Sahibinin onu sıkıca kucaklayan kollarının arasına iyice yerleşti ve 'Sıkıysa al bakalım,' der gibi bana baktı. 'Seni ben sanıyor da onun için öyle sarılıyor,' diye mırıldanıp ikisini de kendi hallerine bıraktım. Zaten şimdi oturup uzun uzun açıklamalar yapmaya girişmek birden gözüme çok yorucu görünmeye başlamıştı. Kararımı kendim uygulayacaktım. Hiç kimseye bir şey söylememe gerek yoktu ki. Mavi torbayı ele geçirmem yeterli olacaktı. Alacağım şey yalnızca bir çöp torbasıydı, hırsızlık sayılmazdı herhalde. Yalnız acele etmem gerekiyordu. Yoksa zavallı kız akşam olmadan homurtulu çöp kamyonunun dibini boylayacaktı.
Zaten kimsenin uyanmaya niyeti olmamasına karşın yine de sessizce üstümü değiştirdim. Kapıyı arkamdan yavaşça çekip dışarı çıktım. Ancak dışarı çıktıktan sonra yaptığım şeyin saçmalığının farkına vardım. Sabahın köründe gidip dostumuzun kapısını çalmak çok tuhaf olacaktı. Ne diyecektim kapıyı açtığında. 'Şey, günaydın. Gece iyi uyudun mu diye merak ettim de,' desem herhalde bütün gece onu düşündüğümü falan sanırdı. Aslında pek de yanlış olmazdı böyle düşünmesi. Ne de olsa şu anda ona ait olan bir şeyin rüyalarını görmüştüm gece. Evet, sonuçta genç kız, yani daha doğrusu genç kızın külleri henüz onun mülkiyetindeydi. Böyle ileri geri düşünürken adımlarım beni üç katlı tahta evin önüne getirmişti bile. Evin ve içindekilerin henüz uyanmadığı belliydi. Sokağa bakan pencerenin kırık pancurlarından içeri baktığımda tek bir hareket görmedim. Mavi torba dün akşam bırakıldığı köşede duruyordu. En azından bu da bir şeydi, demek kızcağız henüz çöpü boylamamıştı. Bir süre daha içeriyi seyrettikten sonra arkamdan geçen paytoncuların beni garip garip süzdüklerini fark edince utanarak geri çekildim.
Çarşıya doğru yürümeye başladığım sırada fırından gelen taze ekmek kokusu aklıma yeni bir çözüm getirmişti. Tamam, belki çok parlak bir çözüm sayılmazdı ama yine de işe yarayabilirdi. Sabah bu saatte mis gibi kokan, fırından yeni çıkmış poğaçalardan bir iki tane alsam, sonra da iyi kalpli komşu kılığında gidip kapılarını çalsam ve 'Size poğaça getirdim,' desem ne olurdu sanki. 'Bizde adettir, akşam misafirliğe gittiğin eve sabah poğaça götürürsün,' diye de bir yalan atabilirdim pekala. Doğrusunu nereden bileceklerdi. Hem belki gerçekten öyle bir adet de vardır bir yerlerde. Zaten canım da poğaça istiyordu, bir tanesini de kendim yerdim üstelik. Biraz sonra bir kesekağıdı dolusu poğaçayla, bir tanesini de büyük bir zevkle kemirerek yeniden tahta eve doğru yürürken kendimi tam bir Mata Hari gibi hissettiğim kesindi. Kapıya doğru yaklaşırken kafamdan söyleyeceklerimi geçiriyordum. Bir şekilde içeri davet ettirmem gerekiyordu kendimi. Cep telefonumu orada unuttuğumu düşünüyor olabilirdim mesela. Ya da defterimi, kurşun kalemimi?
Ama evin önüne geldiğimde şans yüzüme gülmeye başlamıştı. En azından kapıyı çalmam gereksizdi, çünkü dostumuz kapının önüne çıkmış, yan taraftaki kaldırımı inceliyordu. Yanına gidip ?Günaydın,? dediğimde beni gördüğüne gerçekten de çok sevinmiş gibi kafasını kaldırdı. Bir yandan da tavşan gibi burnunu oynatıyordu. Sanırım havayı kokluyor olmalıydı. Niye yaptığını anlamasam da ben de onun yaptığını yapıp serin ve hoş kokulu sabah havasını içime doldurdum. Ama sabah havası nedense o kadar hoş kokulu gelmedi bana. O zaman anladım derdinin havadaki kurumuş sonbahar yaprakları kokusu olmadığını. Evin önündeki doğalgaz vanasından çevreye hafif bir koku yayılıyordu. Ahşap bir evin önünde doğalgaz kaçağı! Bir an için güzelim tahta evin çıra gibi tutuştuğunu görür gibi oldum. ?Hemen telefon edip haber vermek gerek,? dedim. O da öyle düşünüyordu zaten. Birlikte içeri girdik. Telefonun yanında, acil numaraları yazdığı küçük bir kağıt parçasından bulduğu numarayı tuşladı. Epey bir süre sessizce bekledi. Telefondan gelen çıngırtılı bekleme müziği sesini durduğum yerden ben bile duyabiliyordum. Onunla birlikte beklerken köşede mahzun mahzun duran mavi torbaya bakmamak için gözlerimi yüzünden ayırmamaya çalışıyordum. Sonunda karşıdan yanıt geldi. Ama bizimkinden ses çıkmıyordu. Söylenenlerden hiçbir şey anlamamış gibiydi. Bir süre kem küm ettikten sonra telefonu bana uzattı. Bir şey anlamamasına şaşırmamıştım, çünkü bırakın Türkçeyi yeni öğrenmiş bir kuzeyliyi, telefondaki adamın garip aksanı beni bile zorluyordu. Yine de sonunda bir şekilde anlaşmayı başarabilmiştik. Adresi verdim, birazdan birilerinin gelip bakacağını söyledi. Telefon konuşmasını aktardıktan sonra artık gitme zamanım gelmişti. İçeri girmeyi bile başarmama karşın torbaya ulaşamamış olmanın verdiği hayal kırıklığıyla kapıya doğru yürüyordum ki aklıma poğaçalarım geldi. Mis gibi kokuyorlardı. Güzel koku bütün evi kaplamıştı sanki. Şu anda bir tane ikram etmemek gerçekten ayıp olurdu. Kesekağıdını uzattım, ?Alsana bir tane, şimdi aldım bunları fırından,? dedim. Hiçbir iyilik karşılıksız kalmaz, diyen her kimse yanılmıyordu. Bu teklifimi duyar duymaz mutfağa koşup poğaçaların yanında içmek için kahve yapmaya girişti. İçeride yalnızdım şimdi. Yavaşça köşeye gidip mavi torbayı aldım, kapıyı ses çıkarmadan açıp torbayı kapının yan tarafına, duvarın dibine bıraktım. Yeniden içeri girdiğimde henüz mutfaktaki işi bitmemişti. Ben onu beklerken torbayı birisi alacak diye ödüm kopuyordu. Birkaç dakika daha bekledikten sonra daha fazla dayanamadım. 'Aslında şimdi kahve içmesem daha iyi olacak, sabahtan beri bir yığın içtim zaten,' diye seslendim mutfağa doğru. Mutfaktan 'Şimdi geliyorum,' diye seslenen sese kulak asmadan kesekağıdını masanın üzerine bıraktım, 'Hoşçakal,' diye seslenip dışarı çıktım. Neyse ki hiç kimse torbaya dokunmamıştı. Değerli hazinemi kaptığım gibi ara sokaklardan birine daldım.
Nedense koşarak tırmanmaya başladığım yokuşun yarısına geldiğimde, hem elimde gitgide ağırlaşan torba yüzünden, hem heyecanımdan soluk alamaz hale gelmiştim. Biraz dinlenmek için durdum. Aşağılarda güneşin altında gümüş gibi parlayan denizi, karşıda İstanbul?un beton grisi sahillerini seyrederek külleri ne yapacağımı düşünmeye başladım. Yüksek bir yerlerden rüzgara bırakmak en iyisiydi. Ama pek rüzgar esmiyordu. Torbanın ağzını açtım, kuma benzeyen tozdan elime bir avuç aldım, havaya savurdum. Kumlar yağmur sesi gibi bir tıpırtıyla kaldırıma düştüler doğal olarak. Sonuçta yer çekimine tabiydi onlar da. Tamam, bu da bir şeydi ama sırma saçlarını savurarak rüzgara kendini bırakan güzel bir genç kız hayalimle pek bağdaşmıyordu kaldırıma saçılmış kumlar. Belki tepedeki ağaçların yanı daha rüzgarlıdır, diye düşünüp yeniden yürümeye başladım. Rüzgar olmasa bile en azından torbayı kaldırıma değil de ağaçlık bir yere boşaltabilirdim. Yokuşun sonuna vardığımda ağaçların arasına doğru uzanan iki toprak yol çıktı karşıma. Sağdakine girdim, buradan tepeye kadar çıkabileceğimi biliyordum. Ama kenardaki küçük, beyaz evin kapalı bahçe kapısının önünde oturan ırkı belirsiz iri köpek benim gibi düşünmüyordu. Oturduğu yerden kalkıp yolun ortasına doğru yürüdü, yüzünü bana çevirip kalın sesiyle bir şeyler söyledi. Aslında pek tehdit eder gibi bir hali yoktu ama yine de yoluma devam etmesem daha iyi olacağını söylüyordu içimden bir ses. Hem zaten ben de ağaçlık bir yer bulmayı düşünmüyor muydum. Köpeği hiç önemsemiyormuş gibi davranarak yoldan çıktım, ağaçların arasına daldım. Çalılık bir yerdi burası. Elimdeki torbayı düşürmemeye çalışarak çalılara tutuna tutuna yukarı tırmanıyordum. Epey bir süre tırmandıktan sonra kendimi tam istediğim gibi bir açıklıkta bulduğumda kan ter içinde kalmıştım.
Yumuşak çimenlerin üzerine sırt üstü uzandım, arkamdaki ağacın dallarının arasından sızıp gözlerimi kamaştıran güneşin terimi kurutmasını bekleyerek bir süre dinlendim. Neredeyse orada uykuya dalmak üzereydim ki çok yakınımda tanıdık bir havlama duydum. Doğrulduğumda biraz önce yolumu kesen iri kıyım, siyah köpeğin burnumun dibine kadar sokulmuş bana baktığını gördüm. Demek buraya kadar peşimden gelmişti. Ama kötü bir niyeti olmadığı belliydi. Yalnızca bana arkadaşlık etmek ister gibiydi. Ben yerimden kalkıp yürümeye başladığım zaman aramızdaki mesafeyi koruyarak peşimden geldi. Çimenliğin sonunda dimdik bir yamaç dosdoğru denize iniyordu. Yamacın çok aşağılarında denizin içinden sivri kafalarını çıkarmış kayalar vardı. Hafiften esmeye başlayan rüzgar gökyüzüyle aynı renkteki ışıklı denizde koyu renk yollar oluşturuyordu. Ufuk çizgisinin hemen dibinde bir geminin karanlık silueti ağır ağır ilerliyordu. Güzel bir genç kızın sırma saçlarını rüzgara vererek uçup gitmesi için bundan daha güzel bir yer düşünülebilir miydi? Sanırım yol arkadaşım da benimle aynı fikirde olmalıydı ki yere uzanmış, kocaman çenesini güçlü, kara patilerinin üzerine dayamış, cin gibi gözleriyle bana bakıyordu. Torbayı alıp yamacın kıyısına yaklaştım iyice. İçindekileri olduğu gibi boşaltmaktı niyetim aslında. Ama yaprak hışırtılarından başka tek bir sesin duyulmadığı bu tepede kayaların üzerine düşecek vazo parçaları çöp kamyonundan beter bir gürültü çıkaracaktı eminim. Belki de öyle bir şey olmayacaktı aslında ama yine de kızın uçarken yanında seramik bir vazonun parçalarını taşımasına gerek yoktu. Torbadaki iri parçaları elimden geldiğince ayıklayıp yere bıraktım. Şimdi yeni dostum da yanıma gelmişti. Torbayı açıp içindekileri elimden geldiğince ileri savurdum. Yamaçtan aşağı doğru yağmur gibi dökülen küllerin peşinden baktık birlikte.
Görevimi yerine getirmenin mutluluğuyla çimenlerin üzerine oturdum yeniden. Dört ayaklı dostum sanırım yanımdaki torbada yemek olmadığını anlamanın verdiği hayal kırıklığıyla beni terk etmeye karar vermişti. Kocaman gövdesini sallaya sallaya uzaklaşırken dönüp arkasına bakmadı bile. Ben de yerdeki vazo parçalarını yeniden torbaya doldurmaya giriştim. Bunları çöpe atabilirdim, daha doğrusu atmam da gerekirdi, orada bırakamazdım. Parçaları birer birer toplarken daha iri olanların üzerlerindeki süslere bakıyordum bir yandan. İçlerinden bir tanesinin üzerindekiler dikkatimi çekti. Bunlar süslemeden çok bir yazıyı andırıyordu. Kıvrım kıvrım, yuvarlak harfler. Tıpkı geçenlerde gördüğüm bir Ermeni gazetesindeki harfler gibi. Sonuçta o evin eski sahibi de bir Ermeni değil miydi? Birden dedektifliğim tutmuştu. Ne yazdığını merak ediyordum vazonun üzerinde. Büyük olasılıkla kızın adı yazıyor olmalıydı. Kimbilir ne hoş, ne müzikli bir adı vardı kızın. Aslında eminim Fatma teyzeye sorsam bilirdi ama belki başka şeyler de yazıyordu. Pantolonumun cebinden hiç eksik etmediğim kurşun kalemimi ve küçük defterimi çıkarıp vazo parçasının üzerindekileri elimden geldiğince deftere geçirdim. Neyin yazı neyin süsleme olduğunu tam olarak ayırmak kolay olmadığından ne var ne yok hepsini çizdim defterime. Bir bilenini bulup soracaktım aşağı iner inmez.
Yok hayır, aşağı iner inmez değil. Çünkü aşağı iner inmez önce eve gitmem gerekiyordu. Hiçbir şey söylemeden sabah erkenden dışarı çıkmıştım. Şimdiyse güneşe bakılırsa öğlen yaklaşıyor olmalıydı. Benimkiler artık uyanmış, hatta belki yataktan kalkmış bile olabilirlerdi. Yokuş aşağı son hızla koşarken epey telaşlıydım. Yine de yolda gördüğüm ilk çöp bidonuna artık içi yalnızca kırık vazo parçalarıyla dolu mavi torbayı atmayı unutmamıştım. Ne de olsa suç delili sayılabilirdi, bir an önce kurtulmakta yarar vardı. Suç delilinden kurtulmuştum ama görgü tanığından değil. Tepede bana eşlik eden dört ayaklı dostum, iri gövdesinden beklenmeyecek bir çeviklikle bayır aşağı yanımda koşuyordu çünkü. Sanırım bana bir şey anlatmaya çalışıyordu. Söylemek istediği şeyi çok iyi anlıyordum aslında. İşlediğim suçu görmüştü. Ama beni ele vermeyebilirdi. Yalnızca karşılığında onun da bu işten bir yarar görmesi gerekiyordu. Onu doyurup besleyecek bir sahibe hiç de itirazı olmazdı. Aslında benim de pek fazla itirazım yoktu böyle bir şeye. Ama yanımda köpekten çok ayıyı andıran kara bir tüy yığınıyla geri döndüğüm taktirde evde beni bekleyenlerden hangisi önce bağırmaya başlayacaktı onu bilmiyordum. Kedilerin köpekler konusundaki görüşlerini şimdiye kadar birden çok kez son derece açıkça dile getirmiş olan kedimiz, kendisinin de en az yeni dostum kadar ayıyı andıran, yalnızca daha küçük boyutlarda kara bir tüy yığını olmasını hiç mi hiç umursamadan savaş çığlıkları atmaya başlayacaktı kesinlikle. İnsanların köpekler konusundaki düşüncelerini olmasa da bu pis, tüylü yaratık konusunda kendi düşüncelerini anlatma konusunda koynunda uyuduğu sahibinin de ondan eksik kalmayacağını da açıkça hissediyordum. Tabi ayrıca bir de Fatma teyze konusu vardı. 'Uyy, nereden çıktı bu pis hayvan. Merdivenleri yeni silmiştim daha,'yla başlayan uzun tiradını duyar gibi oluyordum. Bütün bunlara karşın böyle durumlarda hiç yapılmaması gereken şeyi yaptım yine de. Bizim sokağın köşesini döndüğümüz sırada sabah yarısını kemirip pantolonumun dipsiz ceplerinden birine tıkıştırdığım poğaçayı çıkarıp yeni dostuma attım. Böylece ona benim peşimden gelmekte, ya da beni sahibi seçmekte ne kadar haklı olduğunu da göstermiş oluyordum. Ama ancak böyle yaparak evin kapısına kadar peşimden gelmesini engelleyebilirdim.
İçeri girdiğimde beni uykulu bir sessizlik karşıladı. Anlaşılan telaşım boşuna olmuştu. Yatak odasında ikisi de koyun koyuna uyumayı sürdürüyorlardı. Öğlenin yaklaştığından haberleri bile yoktu. Her şeye rağmen bu iyi bir haber sayılabilirdi. Çabucak mutfağa koştum. Çaydanlığa su doldurup ocağa yerleştirdim. Radar gibi kulaklarıyla evin içindeki her hareketi izleyen kedimiz mutfaktan gelen sesleri duyunca uyku rolü yapmayı bırakıp yanıma koştu, onu beslemeyi bu kadar ihmal etmiş olmama karşın yine de beni sevdiğini, ama artık elimi çabuk tutup tabağını bir an önce doldurmam gerektiğini ya da buna benzer bir şeyler söyledi. Neyse ki tabağını doldurmak yeterliydi bütün bu gevezeliklere son vermesi için. Bu arada kaynayan suyla hazırladığım kahvenin kokusu ya da mutfakta yaptığımız gürültüler içerideki öteki uykucuyu da uyandırmıştı sonunda. Kahvesinin ilk yudumları ve sigarasının ilk nefesiyle kendine gelir gibi olduktan sonra da gece neler yaptığımı anlatmaya girişti bana. Bunu yapması doğaldı, sonuçta niye bu saate kadar uyuduğunu kendine, bana ya da dünyaya açıklamak istiyordu. Ben onu çok iyi anlıyordum aslında ama sesimi çıkarmadım. Sabahki maceralarımı kendime saklamaya karar vermiştim. Kendimi suçlu hissettiğim söylenemezdi ama yine de biraz saçmalamış olabileceğimi hissediyordum hafiften. Sabah sabah daha yeni tanıdığımız birinin evinden bir çöp torbası çalmış, sonra tepeye kadar çıkıp torbadaki kumları denize dökmüştüm. Yeni uyanmış birine anlatılabilecek türden şeyler değildi bunlar. Zaten çok fazla konuşmaya da zaman bulamadık. Evde ekmek yoktu, yani aslında olabilirdi ama benim ekmek almaktan daha önemli işlerim olduğu için unutmuştum. İkimizin de karnı çok acıktığından kahvaltıyı dışarıda etmeye karar verdik. Biraz sonra yepyeni bir güne birlikte başlamak üzere kapıdan dışarı çıktığımızda ben de sabahki maceramı neredeyse unutmak üzereydim.
Yani unutabilirdim de, şayet o ayıdan bozma köpek izin verseydi. Sokağın köşesinde pusuya yatmış beni bekliyor olmalıydı. Dışarı adımımı atar atmaz büyük bir sevinçle yanıma koştu. Onu hayatımda ilk kez görüyormuş gibi yapmam da bir işe yaramadı. İki adım gerimizden bizi çarşıya kadar izledi. Poğaça almak için fırına girdiğimizde yoluna devam etmesi beni biraz umutlandırmıştı. Sanırım çarşının gediklilerinden biri olmalıydı ki ciğercinin önünde duran birkaç köpek onu görünce hiç seslerini çıkarmamışlardı. Belki de bana yalnızca buraya kadar eşlik etmekle yetinecekti. Niyeti her neydiyse en azından biz elimizde poğaçalarımızla kahveye giderken peşimizden gelmemişti.
Güzel havalarda hep olduğu gibi kahvenin deniz kıyısındaki masalarının çoğu doluydu. O tatlı sonbahar güneşinin tadını çıkarmak isteyen herkes buradaydı neredeyse. Zaman içerisinde giderek sayıları artan tanıdıklarımızla selamlaşa selamlaşa ilerleyip ortalarda bir masaya oturduk. Karnımızı doyurup çaylarımızı yeni bitirmiştik ki arkadan neşeli bir sesin 'Selam gençler, ne haber?' diye bağırdığını duyduk. Bu sesi tanımayan yoktu buralarda. Sesin sahibi güler yüzlü, yüzünün ve vücudunun çizgileri yılların rakıları, biralarıyla yuvarlaklaşmaya başlamış ama gözlerindeki zeka pırıltıları hiç eksilmemiş bir adamdı. Seslendiği 'gençler' aslında yaş ortalamaları yaklaşık 60 olan dört kişiydi. Ama neşeli dostumuz için böyle ufak ayrıntıların önemi yoktu. Politika, balıkçılık, alım satım ve daha başka binlerce şeyle doldurduğu yaşamında karşılaştığı sayısız insanın hepsiyle dost olabilmesinin bir nedeni de belki buydu. Onların arasında hiç fark görmemesi, hepsinde aynı insanı görmesi yani. Herkese söylenecek bir iki sözü vardı, herkesin bir iki sırrını bilir, gereğinde kullanmak üzere bir kenarda saklardı ama şimdiye kadar bunları kullanma gereğini de hiç duymamıştı. Bunu bize kendisi söylemişti. Nedense bizi pek bir severdi. Yani bize öyle söylüyordu demek istiyorum. Ne zaman görse yanımıza gelirdi, her zaman anlatacağı ilginç bir şeyler olurdu. Konuşmaya başlaması için herhangi bir konuda tek bir soru sormamız yeterliydi genellikle. Kaya balığı çorbası tarifinden politik dünyanın en son entrikalarından hayvanlar dünyasından haberlere, oradan daha yerel dedikodulara geçer, yoruluncaya kadar anlatır dururdu. O anlatmaktan yorulur, biz dinlemekten yorulmazdık. Yani sözün kısası tatlı dilli bir adamdı. Ve ben bugün onun yanımıza gelmesini özellikle istiyordum, soracak bir iki sorum vardı çünkü.
Arka taraftan gelen kahkahalardan dostumuzun yerini tahmin etmek kolaydı. Dönüp baktığımda yanılmadığımı anladım. Neyse ki ayakta duruyordu. Demek ki o masaya takılmayacaktı. Benden yana bakınca elimi salladım. 'Nasıl gidiyor?' diye seslendi. Neyin nasıl gittiğini soruyordu acaba? Neyse ki yanıt beklediği yoktu. Yanımıza geliyordu şimdi. 'Nerelerdesin, görünmüyorsun bu günlerde?' diye bir soru attık ortaya. Yan masadan bir sandalye çekti kendine. Kollarını masaya dayayıp öne eğildi. 'Bakın, size ne söyleyeceğim. Bugünlerde bir ev satın almanın tam sırası,' dedi önemli bir sır verir gibi. İkimiz de gülmeye başlamıştık. Hafiften kızar gibi bir sesle, 'Gülmeyin, ben ciddi söylüyorum. Siz hele birazını koyun, ben size çok iyi bir yer bulurum. Sonra bana teşekkür edeceksiniz, görürsünüz,' dedi. Bu aramızda çok eski bir muhabbetti. Para durumumuzun nasıl olduğunu çok iyi biliyordu ama yine de bu konuyu açmadan duramazdı. Ama bugün aslında açtığı çok iyi olmuştu benim için. Buralardaki eski ve güzel evlerden söz edip konuyu üç katlı tahta eve getirdim. Onun eski sahibini de tanıdığına emindim. Yanılmamıştım. Bize Ermeni kadının bütün hayat hikayesini bir solukta anlatıverdi.
Kadının kocası çok gençken ölmüş. Aslında çok varlıklı bir aileymiş ama malum işte. Kız kardeşi de ölünce kadın iyice yalnız kalmış. ?İyi bir kadındı, hayvanları da pek severdi,? diyordu dostumuz. Kadının bir de kızı varmış aslında. Çok güzel bir kızmış Allah için. Birazcık da hafif meşrep bir kızmış. Buralarda kıza aşık olmayan delikanlı kalmamış o sıralar. Hatta onun için kavga bile ettikleri olurmuş delikanlıların zaman zaman. Şimdi anlattığı bölümde kendisinin de baş rollerden birini oynadığı sesinden ve yüzünden okunuyordu. Özellikle kızın güzelliğini tarif ederken gözlerinde hayalci ışıklar yanıp sönüyordu. Ama buraya kadarını ben zaten biliyordum. Sonrasını merak ediyordum asıl. Kızın niye öldüğünü anlatsın diye bekliyordum. Yine de keyfini bozmamak için sesimi çıkarmıyordum. Kızın gönül maceralarının sayısı oldukça fazla olmalıydı anlaşılan. Şimdiye kadar muhtarın oğlu, eczacı Ali bey (tabi o zamanlar daha eczacı değilmiş), aşağıdaki köşkün sahibinin yeğeni ve bir iki kişi daha saymıştı. Bunca delikanlı arasında kendisinin de bir iki şey yaşadığını, kızla epey yakın bir ilişkisi olduğunu ima eden sözler sıkıştırıyordu aralara. Sonra anlattıkları hiç beklemediğim bir yerde bitti. Söylediklerine bakılırsa buraya gelen zengin bir Arap turistle evlenip Mısır?a gitmiş kız. Annesi bunca damat adayı arasından kızının kalkıp da böyle birini seçmesini hiç mi hiç beğenmemiş. Ana kızın arasında çok kötü bir kavga olmuş. O gün bu gündür de kızı bir daha ne aramış ne sormuş. Kız paraya para demiyormuş, İstanbul?da görenler olmuş bir iki kere. Galiba sonradan kocasıyla birlikte Amerika'ya yerleşmiş, orada yaşıyormuş. Ama Allah için güzel kız olduğunu yineleyerek sözlerini bitirdiğinde bir süre sessizce oturdu. Kimbilir hangi anılarına dalıp gitmişti, arada sırada yüzünde çapkın bir gülümseme beliriyordu.
Oysa ben ağlamak üzere olduğumu hissediyordum. Nereye gitmişti benim küllerini havaya savurduğum sırma saçlı kız? Bir dakika, peki o savurduklarım kızın külleri değilse kimindi? Yüzümün renkten renge, şekilden şekile girmesi elbette fark edilmeyecek bir şey değildi. Zaten kafam o kadar karışmıştı ki artık sır saklamak falan istemiyordum. Masada iki kişi kalmamızı bekledikten sonra sabah yaptıklarımı bir bir anlattım. Mümkün olduğunca kısa kesmeye çalışıyordum anlatırken. İnsanın, karşısında kahkahalarını güçlükle bastırmaya çalışarak onu dinleyen biri otururken uzun ve dokunaklı bir hikaye anlatması kolay değildi ne de olsa. Hayal kırıklığım yerini yavaş yavaş meraka bırakıyordu. Peki ama kızın külleri değilse kimin onlar? diye düşünüyordum durmadan. ?Kül olduklarını nereden çıkarıyorsun peki?? diye bir soru geldi hiç beklemediğim bir anda. Haklıydı elbette. Pekala başka bir şey olabilirdi. Mesela, ne bileyim, belki de kedi kumuydu. Tamam, kedi kumunu büfede bir vazoya doldurmuş olmaları biraz saçmaydı ama ağırlık yapsın diye herhangi bir şey doldurmuş olabilirlerdi vazonun içine.
Aslında belki de vazonun üzerinde yazan yazılardan bir şeyler çıkarabilirdik. Cebimden defterimi çıkarıp vazonun üzerindeki işaretleri, harfleri ya da her neyse onları gösterdim. İkimiz de bunun Ermeni alfabesini andırdığında anlaşıyorduk. Geriye yalnızca bu yazıyı okuyacak birini bulmak kalıyordu. Kulak kesilip yan masalardaki konuşmaları dinlemeye başladık.
Bu kahveyi Babil kulesine benzetirdik kimi zamanlar. Her masada başka bir dil konuşulurdu, özellikle tatil günlerinde. Başka dil derken yalnızca şu yaygın Avrupa dillerini kastetmiyorum. Belki de artık burada oturanlardan başka hiç kimsenin konuşmaz olduğu diller çalınırdı zaman zaman kulağımıza. Yavaş yavaş bunları birbirlerinden ayırdeder olmuştuk. Örneğin Yahudilerin konuştuğu dil İspanyolcayı andırıyordu, eskiler öyle ilginç bir Rumca konuşuyordu ki geçenlerde karşılaştığımız Yunanlı bir turist onları anlamakta zorluk çektiğini söylemişti. Zaten konuşulan hangi dil olursa olsun sözcüklerin yaklaşık dörtte biri bizim kolayca anlayabildiğimiz sözcükler oluyordu. Kimi zamanlar konuşmalar iyice içinden çıkılmaz oluyor, bir masada oturan üç kişi üç farklı dilden konuşarak derin sohbetlere dalabiliyordu. Özellikle yaşlılar bunu son derece doğal karşılıyorlardı. Şimdi de hemen yanıbaşımızdaki masada bu türden bir konuşma geçiyordu. Defterimi alıp yerimden kalktım. Yan masaya yaklaştığımda masada oturanlar konuşmalarını kesip gülümseyerek bana baktılar. Bir an için ne diyeceğimi şaşırmıştım. Ama kendimi toparlayıp defterdeki yazıyı gösterdim. Ne yazdığını merak ettiğimizi söyledim. Masadakilerin dördü birden eğilip sayfayı incelemeye giriştiler. Anlaşılan biraz karışık işaretlerdi bunlar. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Masadaki iki kadından yaşlıca olanı romatizmadan boğum boğum olmuş, kırmızı ojeli parmağını sayfanın ortasındaki şekillerin üzerinde gezdirerek 'Bu A,' dedi. Gösterdiği harfe baktım, pek bir şey çıkaramamıştım. Kafamı salladım. Ötekiler de kadını onayladılar. O harf kesinlikle A olmalıydı. Ama ne yazık ki A harfinden öteye gidemiyorduk. Bir süre daha kafa yordular, sonra bana bunu nereden bulduğumu sordular. Bu soruyu bekliyordum zaten. Dürüstçe yanıtladım. Yani elimden geldiğince dürüstçe. Kapaklı ve kulplu bir vazonun üzerinde yazdığını söyledim. Daha fazla ayrıntıya girmedim. Vazonun ne vazosu olduğunu sormanın bir yararı olacağını sanmıyordum. Yazının bir vazonun üzerinde yazması da pek işe yaramamıştı anlaşılan. Ya ben çok yanlış çizgiler çizmiştim ya da yazı sandığım şey yazı değildi.
İki kişilik bir ekip çalışması yapıyorduk anlaşılan. Ben yan masaya gittiğim sırada o da kahvenin arka tarafına gitmişti. Şimdi orada bir masada oturan, 97 yaşında olduğu söylenen ihtiyarın yanında durmuş beni çağırıyordu. Bu ihtiyarın yaşı dışında hiçbir şeyini bilmiyordum. Yalnızca her gün elinde bir tomar gazeteyle geldiğini, herkesi selamlayıp sonra arka taraftaki masalardan birine çekildiğini görürdük. Geçenlerde küçük bir kaza geçirmiş olmalı ki başında bir sargı vardı. Ama ne günlük alışkanlıklarında, ne dimdik yürüyüşünde bir değişiklik olmuştu. Şimdi de yine her zamanki masasında, yüzünde sakin bir gülümsemeyle oturuyor, bana bakıyordu. Elimde defterimle yanına giderken nedense pek bir heyecanlanmıştım. Vazonun üzerinde bir şey yazıyorsa onun okuyabileceğine emindim. Yanılmamıştım da. Benim karalamalarıma bir süre dikkatle baktıktan sonra anlayışlı bir sesle 'Onlar bunu okuyamazlar,' dedi. 'Usta yazısı bu.' İkimiz aynı anda sorduk. 'Peki ne yazıyor?' Titrek parmağını yuvarlak şekillerin üzerinde gezdirerek 'Bakın şurada karam yazıyor, şunlar da uçları kopuk sayılara benziyor ama...' Ben hemen atılıp 'Kırık bir vazo parçasıydı, yazı eksik olabilir,' dedim. 'Öyle olmalı,' deyip sustu. Demek 'karam' yazıyordu. Acaba ne demekti bu? Ne yazık ki bu sorumuza verecek bir yanıtı yoktu. Kendi deyişiyle Ermenicesi o kadar iyi değilmiş, bilmediği bir sözcük olabilirmiş. Gençliğinde Ermeni arkadaşlarından öğrendiği kadarıyla birazcık konuşabiliyormuş yalnızca. 'Rumca olsa bilirdim kesin,' diyordu.
Yazıyı okutmuştuk ama bir işe yaramamıştı. 'Karam' yarım kalmış bir sözcüğe benziyordu. Aslında hoş, müzikli bir sözcüktü gerçekten ama hepsi bu kadar değildi herhalde. Önünde, arkasında bir şeyler daha vardı mutlaka. Vazonun içinde ne olduğunu öğrenemeyecektik anlaşılan. Sırma saçlı bir genç kızın külleri olmadığından başka bir şey bilmiyorduk ve daha ileri gidebilecek gibi görünmüyorduk.
Kahveden ayrılıp eve dönerken vazo da içindeki küller ya da kumlar da aklımızdan çıkıp gitmişti. Balıkçıların önünde dizilmiş kedi ve martı kalabalığının arasından geçip ciğerciye yaklaşırken yeni bir sorunla uğraşıyorduk. Benim onun sahibi olduğuma karar veren o dört ayaklı tüy yığınını nasıl atlatacaktık. Ama boşuna kafa yoruyorduk. Atlatamayacaktık elbette. O bizi daha köşeyi döner dönmez görmüştü, yalnızca yaklaşmamızı bekliyordu. Yanından geçerken hiç yüzüne bakmamamıza rağmen büyük bir sadakatle peşimizden gelmeye başlamıştı bile. Tam bir adım gerimizden geliyordu. Sanırım bu da onun tekniğiydi. Sonuçta bir adım gerinden gelen bir köpeği kovmak için geçerli bir nedenin olamaz. Yalnızca sokakta yürüyor diye bir insana kızıp kovalamaya benzer bu. Ayrıca niye gelmesin ki? Her ne kadar felaket pis bir yaratık olsa da çok sevimli bir yüzü vardı. Arada sırada çaktırmadan dönüp baktığımızda yüzünde neredeyse gülümser gibi bir ifade beliriyordu. İkimizin de gönlünü çalmaya başladığını hissediyordum. Yavaştan benimsiyorduk bu dört ayaklı pire torbasını. Tek sorun evdeki kara hayduta bu durumu anlatmaktı. Ama sonuçta yukarı çıkarmadan sokakta da besleyebilirdik, o zaman kedimizin de duruma bir itirazı olamazdı. Sokağın da hükümdarı değildi ya. Elbette bizim de bir köpek sahibi olmaya hakkımız olabilirdi. Yani niye olmasın?
Birbirimize cesaret vermeye çalışarak eve doğru yürürken tahta evin önüne kadar gelmiştik. Kapı yine açık duruyordu. Ben suçluluk duygusuyla mümkün olduğunca açıktan geçmeye çalışıyordum ama yakalandım. Sanırım pencereden görmüştü bizi. Gülümseyerek kapının önüne çıktı, bizi içeri çağırdı. Bir şey sormak istiyormuş. İçeri girer girmez de sordu zaten. 'Siz buralarda hiç hırsızlık olduğunu duydunuz mu?' Nasıl nasıl? Nereden çıkmıştı şimdi bu? Yüzümün pancar gibi kızardığına emindim. Kafamı eğip 'Yok, pek hırsızlık olmuyordur sanırım,' diye mırıldandım. Ne dediğimi anlamamıştı. Eğilip yüzüme bakmaya çalıştı. Kuzeylilerin hep insanın dosdoğru gözünün içine bakma huylarını aslında pek severdim ama tam o anda en son yapabileceğim şey bu bakışlara karşılık vermekti. Gömleğimin düğmelerini büyük bir dikkatle inceleyerek söylediklerimi yinelerken kendi sesim kulağıma yabancı geliyordu. Yine de bütün gücümü toplayıp 'Yoksa bir şeyin mi çalındı?' diye sordum.
Bir yandan da benimkine için için kızmaya başlamıştım. Niye bütün konuşmayı benim yapmam gerektiğini anlamıyordum. Sonuçta iki kişiydik, pekala bana biraz yardımcı olmayı deneyebilirdi, ona anlatmıştım, ne durumda olduğumu çok iyi biliyordu, ama hiç sesi çıkmıyordu. Yan gözle baktığımda onun da yüzünün kızarmış olduğunu gördüm. Kendini benim suç ortağım gibi hissediyor olmalıydı. 'Hayır, hiçbir şeyim çalınmadı,' sözlerini duyduğumuzda ikimiz de bir anda hafiflemiştik. İyi de öyleyse niye soruyordu? Arka kapının kilidi yokmuş. Evin tesisatını onaran tamirci arka kapıya da bir kilit taktırmasını söylemiş ona. Kendisi uyduruk bir kilit yapmış ama yine de pek içine sinmemiş anlaşılan. ?Siz arka bahçeyi görmediniz. Çok geniş, geceleri çok karanlık oluyor. Gelin göstereyim,? dedi.
Mutfaktan geçip her yanını yaban otları, çalılar sarmış olmasına karşın yine de göz okşayıcı güzellikte, meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçeye çıktık. Bahçenin tam ortasından geçen minik bir patikanın sonunda neredeyse tahta evin bir minyatürünü andıran epey büyük bir köpek kulübesi duruyordu. Köpek kulübesi ikimizin de aklına aynı şeyi getirmişti sanırım. Bir ağızdan sorduk 'Niye kendine bir köpek almıyorsun peki' Hem bahçeyi hem evi korur.? Bu dediğimizi o da düşünmüştü ama her zaman evde olmuyordu, o zamanlar köpeğin aç kalmasını istemezdi. 'Ne olacak, biz bakarız ona, nasıl olsa genelde hep evde oluyoruz,' dedik.
İnsanın yanındakiyle aynı şeyleri düşündüğünü bilmesi işleri ne kadar da kolaylaştırıyor. Şimdi sözü birbirimizin ağzından alarak ona nasıl bir köpek alması gerektiğini tarif etmeye girişmiştik. Her şeyden önce iri yarı bir köpek olması gerekiyordu elbette. Sonra iyi huylu olması da önemliydi tabi. Buraları bilen, tanıyan bir köpek bulmak gerekiyordu. Belki çok bakımlı olmayabilirdi ama sokaktan bir köpek almak cins bir köpek almaktan daha akıllıcaydı. Cins köpeklere bakmak zordu, hem belki bakarsın birisi tutup köpeği çalmaya kalkardı. Sokak köpekleri çok da akıllı olurlardı üstelik, ayrıca? Biz böyle büyük bir coşkuyla sokak köpeklerinin erdemlerini sıralarken dostumuz da bir şeyler anlamış gibi bize bakıyordu. Sonunda sözlerimizi kesip sordu 'Peki, sizin önereceğiniz bir köpek var galiba.' Vardı ya, olmaz olur mu. Üstelik de hemen oracıkta, kapının önünde oturmuş sabırla bizi bekliyordu. Daha ben kapıda görünür görünmez yerinden doğruldu, gülümseyen yüzüyle bana bakarak beklemeye başladı. Sonunda o çok beklediği emir çıktı dudaklarımın arasından. 'Gel buraya,' dememle kulakları, kuyruğu ve bilumum tüyleri uçarak yanıma koştu. Evin içinden arka bahçeye geçirdik. Mutfakta dün akşamki yemekten kalan ekmeklerle yemekleri eski bir tasın içine doldurup götürdük köpek kulübesinin önüne koyduk. Bizimki tasın içindekileri silip süpürdükten sonra sanki bütün ömrü orada geçmiş gibi keyifle kulübeye girdi. Kafasını kapıdan dışarı uzattı, çenesini patilerinin üzerine dayayıp dost gözlerle bizi izlemeye başladı. Ne kadar da yakışmıştı o küçük kulübeye. Eminim biraz yıkanıp temizlenince pek güzel bir hayvan olacaktı.
Bahçeden geçip mutfağa geri dönerken son bir kez dört ayaklı dostumuza bakmak için arkamı döndüğümde köpek kulübesinin üzerinde kararmış, küçük bir levha olduğunu fark ettim. Yakından bakmak için geri döndüğümde ötekiler de peşimden geldiler. Levhanın üzerinde bir şeyler yazıyordu. Yazıda çok tanıdık bir yan varmış gibiydi. Gördüklerime inanmak istemiyordum. Kuzeyli komşumuz da eğilmiş yazıyı inceliyordu. 'Ermenice olmalı, bir ara bir bilene okuturum ne yazdığını' dedi, yeniden arkasını dönüp eve doğru yürümeye başladı. Ev sahibine göstermemeye çalışarak cebimden defterimi çıkardım ama aslında buna pek gerek yoktu. İkimiz de yazıyı okutmaya çalışırken yeterince görmüştük zaten. Birbirimize bakarken gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Komşumuz mutfağa girerken 'Şimdi ona bir de ad takmalı,' dedi. Daha sözlerini bitirmesine fırsat vermeden 'Onun kendi adı var zaten,' diye bir ağızdan neredeyse bağırdık. Dönüp biraz şaşkın bir yüzle bize baktı. 'Onun adı Karam,' dedik. Kendi kendine bir iki kere 'Karam' diye yineledi, bu adı beğenmişti anlaşılan.
Yeniden içeri girdiğimizde mutfağın yanındaki büfenin önünden geçerken camlı bölmede duran heykelciklerin arasında inanılmaz zariflikte bir Afgan tazısı heykeli gözüme çarptı. Sırma saçlı bir kız kadar güzel ve zarif bir Afgan tazısı. Mutfak penceresinden bahçedeki köpek kulübesinin kapısından dışarı uzanan bol tüylü, darmadağın, kocaman kafaya baktım. Boncuk gözler pencerede beni fark etmişlerdi hemen. Bizim Karam'ın zerafetle uzaktan yakından ilgisi yoktu belki ama sanki gerçekten de gülümsüyormuş gibi bakıyordu.

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
27 Temmuz 2007       Mesaj #1103
arwen - avatarı
Ziyaretçi
GÜNEŞ, SEN VE BEN...AY VE BEN...

Sevdim...
Hesapsızca, hiç bir beklenti olmadan.
Yüreğimi ortaya koydum.
Korkusuzca...


Güneş, sen ve ben...Birbirimizi ne çok tamamlardık değil mi?
Kış günlerin de güneş olmasa da sen ve ben yeterdik etrafa gülüşlerimizle ve birbirimize bakışlarımızla...
Sen bana bakardın etraf aydınlanırdı adeta, bense sana güldüğüm de tatlı sıcak esintiler gezinirdi etrafta...
Yaz günlerin de hasret de çeksek güneş yeterdi seni bana, beni de sana hatırlatmaya...

Beni bir sen anlıyorsun sandım, sen de en anlamayanlar arasına katıldın.
Söylesene yâr ben bu ayrılığı hak edecek sana ne yaptım.


'Dingil ol' dedin,
oldum.
'Çılgın ol' dedin,
oldum.
'Çocuk ol' dedin,
oldum.
'Olgun ol' dedin,
oldum.
Ya ben sana
resmen köle oldum.
Ama yine de yaranamadım.

4zxdxldnq8


Yaranmak için ne yapmalıydım söylesene yâr, ne yapmalıydım...
Küfür mü etmeliydim yoksa hakaret mi? Senle dalga mı geçmeliydim yoksa aldatmalı mıydım?
Seni harcamalı mıydım yoksa kullanmalı mıydım? Yok, yok sen buna da razı olmazdın.
Ben ne yaparsam yapim sana, sonuçlarım hep çıkmaza çıkar.Hep de böyle olmadı mı zaten...
Biliyorum tek hatam kendimden fazla değer vermem oldu sana...
Havalandın inkar etme sakın, tepeden bakmaya başladın bana değerli sandın kendini...
Hatta hint kumaşıyla kıyaslayıp kendini, değer biçtin bu aşka...
Şartlar koydun yürütmek adına, iyi de sevgilim şart olmalı mıydı bu aşkta...
Aşk, şartları sevmezdi ki... Şart olan yer de bir dakika olsun durmazdı ki...
Sen en büyük yanlışı şartlarınla koydun, ben ise seni kaybetmemek için şartlarını uygulamakla...
Dedim ya sen hep kendini değerli gördün ama bilemedin hiç, gözümde değerin olduğu sürece değerli olduğunu...
Gittin, elbette birgün gidecektin fakat bu denli erken değil...Hem de yaşanacak çok şeyi yarı da bırakarak gittin.
Anlamadığım ne biliyor musun sevgili; giden, gidiyorsa ve kafasına koymuşsa neden geriye dönüp bakar
ağlamaklı yada geçen zamandan sonra neden dönmek ister sevdiğine geri...
Bakacaktı madem arkasına giderken öyle matemli ve dönecekti sevdiğine geri neden gider ki ey sevgili...
Gidip de hem karşsındakini hem de kendini bu denli neden üzer ki...
Sen de o gidenlerdensin belli ki, baksana arkana bakıp bakıp gidip, sonra da dönmek istediğine göre...
Ama yo sevgili, ben kabul edenlerden olmayacağım...
Kabul edip de beni tekrar üzmene müsade etmeyeceğim,
çünkü sen beynine yerleştireceksin her ne kadar inkar etsen de benim her halükârda kabullendiğimi...
Bu yüzden bu gidişin arkası kesilmeyecek biliyorum.
O yüzdendir ki; ne sen söylemiş ol bu geri dön çağrısını, ne de ben duymuş olayım dönmke istediğini.
At artık içinden beni, bak bana ben attım bile seni...
Hem de yosunlaşan sevdamı taşa bağlayıp attım denizin en derinliklerine kimseler bulamasın diye, ben bile sevgili...

Şimdiler de ise artık ay ve ben... Artık sen hiç yoksun, ay çoktan yerini aldı bile...
Güneş gibi de değil, her gece yanımda yokluğunu aratmıyor kış gecelerinde güneşin arattığı gibi...
Bırakmıyor hiç beni, hatırlatmıyor hiç bir gece seni...



ELveda SevgiLim, Unut Artik ßeni...
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
27 Temmuz 2007       Mesaj #1104
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için
hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm..
Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye
acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri
yıpranmış eski bir zarftan başka birşey yoktu...

Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresi
yerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucu
bulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek için
zarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım.
Mektup, sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda,
özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve "Sevgili Michael"
diye başlıyordu.. Ve "Annesi yasakladığı için
onu bir daha göremeyeceğini" anlatarak
devam ediyor.. "Ama sakın unutma, seni daima
seveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..

Elimde yalnızca, mektubu yazan kişiyle, mektubun
yazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmez
hemen telefon idaresini aradım.Görevli kisi, kendisine
bildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasını
vermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakat
ısrarım karşısında: "Belki, size yardımcı olabilirim" dedi.
"Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar
Kabul ederlerse, sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin.."
dedi. İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi..
"Bağlıyorum efendim." Telefonda, karşıdaki hanıma
"Hannah diye birini tanıyıp, tanımadığını" sordum.

"Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden
aldık" dedi. "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?.."
"Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takip
ederseniz, belki adres bulursunuz.." deyip bana huzurevinin
adını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş..
Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki ordan
bilirlermiş.. "Bunların hepsi aptalca aslında" dedim
kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce
yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak
için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..

Bir kadın "Şimdi Hannah'nın kendisi bir huzurevinde"
dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses;
"Evet, Hannah burda yaşıyor" dedi.. Saat ona geliyordu
ama hemen yola çıktım, Hannah'yı görmek için..
Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş
saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl
ışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip..
Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve "Genç adam" dedi,
"Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle
seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu
meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm
diye annem kesinlikle izin vermedi.." Derin bir nefes daha..
"Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirseniz
ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.." Bir ufak
sessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.."
İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden..
"Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki.."
Hannah'ya teşekkür edip odadan çıktım.

Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız
"Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size" dedi.." Hiç
değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim..
Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duran
hademe bağırdı.. "Hey baksana.. Bu Bay Michael'ın
cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde
görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten..
Üç kere ben buldum, koridorlarda..

"Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım
tekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasında
kitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi.
Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle "Evet
bu benim cüzdanım" dedi. "Öğleden sonraki yürüyüş
sırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum."
"Hiçbirşey borçlu değilsiniz" dedim. "Ama özür dilerim.
İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum."
"Mektubu mu okudun?" "Sadece okumakla kalmadım.
Hannah'yı da buldum.." "Buldun mu? Nerde? İyi mi?
Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle.."
"Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavaşça.. "Bana onun
telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım."
Elime sımsıkı sarıldı.. "O benim tek aşkımdı.. Onu
öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup
geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti."
"Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.."

Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı.
Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu..
Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu.. "Hannah"
dedi.. "Bu bay'ı tanıyor musun?" Gözlüklerini
ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden..
"Michael" dedi, Michael, kapıda, kısık sesle..
"Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?.."
"Michael" diye yutkundu Hannah. "İnanmıyorum..
Bu sensin. Benim Michael'ım." Michael
Hannah'ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar.
Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı..
"Gördün mü, bak?" dedim "Yaşamda, yaşanması
gereken herşey, er ya da geç, birgün kesinlikle yaşanacaktır."

***

Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar.
Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim?

Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael
beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık
bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de
lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı..
Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi…

Aşklarını onsekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan
76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahında
keşke siz de bulunsaydınız… Altmış yıl önce bittiği
sanılan bir aşk öyküsünün, altmış yıl sonra, kaldığı
yerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız


__________________
Bazen isyan edesim geliyor hayatıma, dilimi ısırıyorum susuyorum her zamanki gibi...
Ve bazen en derin endişelerimden güneş doğuveriyor aniden... yine de misafir gibi, ışıltısı kaçak...
Ne çok sevdalar geçmiş üzerimden, koskoca yirmibir sene; toplayıp kendimden çıkarıyorum hepsini, elde sadece yine ben...
Yine ben, aynı adam aynaya bakan, değişen yıllar, değişen herşey birtek gözlerim değil... baktığı şeyler bile başka başka...
Ya yüreğim, sen sus yine ses çıkarma, yıllar aksın yine üzerimden bildikleri gibi, benim sınırlarımdan içeri kimse giremez müsade etmezsem ben... boşver
Ve bu ıssız saatte loş odamda yanlızlığıma ortak olan tek şey oldu yine sigaram, yine de çakmağı çakarken bu şehrin yanmasından korkuyorum utanmadan...
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
27 Temmuz 2007       Mesaj #1105
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
8 Kasım-1918 İstanbul/Kadıköy

Açık kalmış perdelerden yüzüne vuran güneşle uyandığında saat 9.30’u gösteriyordu.Odasını havalandırmak için balkon kapısını açtığında deniz kokularıyla karışık taze ekmek kokusunu duyumsayıp gülümsedi. Hayat her zaman olduğu gibi devam ediyordu fırıncılar ilk ekmeklerini çıkarmış, sokağın köşesini mesken tutan yaşlı dilenci ilk sadakasını almıştı. Yeni başlayan günün bütün rutinliğine rağmen onun daha mutlu hissetmesini sağlayan bir şey vardı: Üç kasım günü aldığı mektupta nişanlınsın, sekiz kasım günü saat 11.15’te Haydarpaşada olacağı yazılıydı ve o gün artık gelmişti. Savaşın sürdüğü dört yıl boyunca sadece nişanlısı Fikret’e kavuşmanın hayaliyle yaşamıştı Âftâb. On sekiz yaşında güzel mi güzel bir kızcağızdı. Büyüdükçe artan sarışınlığı yüzünden : Babası ona koyduğu Hatice ismini sonradan Farsçada Güneş anlamına gelen “Âftâb” olarak değiştirmişti.
Balkon penceresinin kenarındaki çiçekleri suladıktan sonra Fikret’in ona hediye ettiği siyah elbiseyi giydi. Yine siyah tülden dantelli eldivenleri ve önü tül dökümlü bir de şapkası vardı bu takımın. Zaman zaman kendisini bu elbisenin içinde, hayli zengin insanların müdavimi oldukları bir mekanda düşlerdi. Bakır çalığı rujunun bulaştığı kristal ağızlığının ucunda o sosyetik hanımlara özgü ince sigaralardan tüterdi mutlaka. Karşısındaki masadaysa Fikret otururdu hep. Geriye taranmış briyantinli saçları, kolalı gömleği, jilet gibi ütülü pantolonu ve gümüş işlemeli kol düğmeleriyle tam bir İstanbul beyefendisi olarak şekillenirdi her defasında. Âftâb’ın göz kaçırıp gülümsemesine, dudaklarını bükerek hayli manalı dumanlar üflemesine rağmen mahçup ve açılmaya tereddütlüydü. Üstelik diğer masalardaki bekarlarda aynı tereddütü tıpkı Fikret gibi umutsuzca yaşarlardı hep. Böylece bu hayalin içinde çok sevilen ve asla ulaşılamayan o efsane kadınlardan biri olmanın büyüsüne kapılırdı genç kız. En büyük korkusu sevdiğinin kendisine hiç ulaşamaması olsa da……
Tüm bunları düşlerken dalıp gittiği aynadaki diğer Âftâbla göz göze gelip kaşlarını çattı bir an. Saçları dağınık, kirpikleri rimelsiz, dudakları çatlaktı ve bu haliyle hayalindeki kadından çok uzak olduğunu fark etmesi rahatsız olmasına yetmişti. Ablasının hediye ettiği sedef kakmalı makyaj kutusunu çekmeceden alıp makyajını tamamladı. Artık o mektepli genç kız olmaktan çıkmış, aynanın içinden diğer Âftâb’a küstah küstah gülümseyen, olgun Âftâb Hanıma dönüşüvermişti. Aynı çekmecede, Fikret’e hediye etmek için sakladığı cep saatini de çantasına koyup son bir kez daha baktı kendisine, vakit gelmişti……….

Bölüm-2-Hiç Kavuşulamayan Kavuşma

Gara geldiğinde 11.15 treni henüz gelmişti. O günlerde İstanbul’a gelen trenler biten savaşın farklı cephelerinden dönen askerlerle doluydu. Sevinç gözyaşları içinde beylerine sarılan hanımlar, üç buçuk-dört yaşlarına gelmiş olmalarına rağmen savaş yüzünden babalarını ilk kez görecek çocuklar, evlatlarını bulamadıkları için ağlayan yaşlı analar… Herkeste bir telaş vardı herkes birilerini arıyordu. Sevinç ve hüzünden harmanlanmış ağır bir havaydı Âftâb Hanımın soluduğu. Kavuşamamak endişesi içinde vagon önlerinde kümelenen küçük kalabalıklarda Fikret’i arıyordu. Ölmüş olamazdı, mektubu gelmişti ya! Nasıl ölmüş olabilirdi? Sağ salim çıkıp gelmeliydi. Diğerleri gibi kavuşmalıydı onlar da……İçindeki endişe yüzüne yansımaya başlamıştı ki onu gördü. Üçüncü mevki bir vagondan iniyordu, omuzları çökmüş, göz altları şişmiş, oldukça da zayıflamıştı. Birkaç adım geriye çekilip Fikret’in, vagon önünde biriken kalabalıktan sıyrılmasını bekledi.
Çok geçmeden karşısındaydı genç adam. Konuşamayacak kadar heyecanlanmıştı Âftâb Hanım, dudakları titriyordu. Mutluydu, gülümseyerek Fikret’in gözlerinin içine bakarken tuhaf bir şey olmuş, genç adam başını çevirip yürümeye devam etmişti. Hızlı adımlarla ona yetişip tekrar önüne çıkan bu kadını tanımadığından emindi, dayanamayıp sordu:
- Hanım teyze siz kimsiniz, beni birine mi benzettiniz?
- Ne hanım teyzesi Fikret? Benim işte, Âftâb, tanımadın mı?
- Benim adım Fikret değil Ercan, beni torununuza benzettiniz sanırım.
- Torunuma mı? Fikret canım sen iyi misin? Ne yaptılar sana?

Diyerek sağ elini genç adamın yüzüne uzattı Âftâb hanım. Fikret’in yüzünü okşamak isterken kendi cildinin bir anda yaşlı bir kadının cildi gibi kırış kırış, çirkin bir hal aldığını fark edip korkuyla irkildi. Hep çantasında taşıdığı kapaklı küçük aynayı çıkarıp yüzüne baktı. Sanki bir anda yetmiş yıl yaşlanmış, seksen sekiz yaşında bir ihtiyara dönüşüvermişti. Gördüklerine inanamasa bile genç adamın söyledikleri anlamını bulmuştu artık. Sene 1918 değil 1988’di, 1918’in 8 Kasım günü yaşadığı travmanın etkisinden kurtulamamış, hasta bir kadındı Âftâb Hanım. Her sene aynı tarihlerde genç kızlığındaki gibi giyinir ve savaştan hiç dönmeyen nişanlısını karşılamak üzere Haydarpaşa Garına giderdi. Çünkü ona göre çektiği acıyı en iyi, buğusuna “Fikret” yazdığı vagon camları bilirdi…………
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
27 Temmuz 2007       Mesaj #1106
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
GÖKKUŞAĞI
Dünyanın bütün renkleri bir gün bir araya toplanmışlar ve hangi rengin en önemli en özel olduğunu tartışmaya başlamışlar:

YESIL demiş ki: "Elbette en önemli renk benim..ben hayatin ve umudun rengiyim.. çimenler, ağaçlar, yapraklar için seçilmişim.. şöyle bir yeryüzüne bakin, her taraf benim rengimle kaplı..."

MAVI hemen atılmış: "Sen sadece yeryüzünün rengisin..ya ben? Ben hem gökyüzünün hem denizin rengiyim. Gökyüzünün mavisi insanlara huzur verir, ve huzur olmadan siz hiçbir ise yaramazsınız"

SARI söz almış: "Siz dalga mi geçiyorsunuz ?Ben bu dünyaya sıcaklık veren rengim..güneşin rengiyim.. ben olmazsam soğuktan donarsınız hepiniz"

TURUNCU onun sözünü kesmiş: "Ya ben?? Ben sağlık ve direncin rengiyim.. insan yaşamı için gerekli vitaminler hep benim rengimde
bulunur.. portakalı,havucu düşünün.. ben pek ortalarda görünen bir renk olmayabilirim ama güneş doğarken ve batarken gökyüzüne o güzel rengi veren de benim unutmayın"

KIRMIZI daha fazla dayanamamış: " Ben hepinizden üstünüm!!! Ben kan rengiyim!! Kan olmadan hayat olur mu!! Ben tehlike ve cesaretin rengiyim!!! Savaşın ve ateşin rengiyim!! Aşkın ve tutkunun rengiyim!!!Bensiz bu dünya bomboş olurdu!!!"

MOR ayağa kalkmış: "Hepinizden ustun benim.. ben asalet ve gücün rengiyim. Bütün krallar,liderler beni seçmişlerdir..ben otorite ve bilgeliğin rengiyim, insanlar beni sorgulamaz..dinler ve itaat ederler"


ve bütün renkler hep bir ağızdan kavgaya tutuşmuşlar...her biri diğerini itip kakıyor "en büyük benim" diyormuş... derken.. bir anda şimşekler çakmış,ve yağmur damlacıkları gökten düşmeye başlamış... bütün renkler neye uğradıklarını şaşırmış, korkuyla birbirlerine sarılmışlar.. ve YAĞMUR’UN sesi duyulmuş... "Sizi aptal renkler..bu kavganızın anlamı ne, bu üstünlük çabanız neden? Siz bilmiyor musunuz ki her biriniz farkli bir görev için yaratıldınız, birbirinizden farklısınız ve her biriniz kendinize özelsiniz... simdi el ele tutusun ve bana gelin" Renkler bunun üzerine kendilerinden çok utanmışlar.. el ele tutuşup birlikte gökyüzüne havalanmışlar ve bir yay seklini almışlar.. Yağmur onlara "bundan böyle demiş.." her yağmur yağdığında siz birleşip bir renk cümbüşü halinde gökyüzünden yeryüzüne uzanacaksınız, ve insanlar sizi gördükçe huzur duyacaklar, güç bulacaklar..insanlara yarınlar için umut olacaksınız..... gökyüzünü bir kuşak gibi saracaksınız ve size GOKKUSAGI diyecekler.. anlaştık mı?"

Bu yüzden ne zaman dünyamız yağm***a yıkansa,ardından gökyüzünde
GÖKKUSAGI belirir...

user offline
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
28 Temmuz 2007       Mesaj #1107
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
RUHLAR LABİRENTİNDE SAKLAMBAÇ

Geliyor. Herkesin dilinde. Kendi gelmeden şöhreti geldi. Sürgün geliyor. Nişanlısı kendini asmış diyorlar. Buralarda adet böyledir. Bir şeylerin söylentisi geldi mi ardından da paldır küldür gerçeği gelir. Ateş olamayan yerden duman çıkmaz, konuşulan, söylenen bir şeyler varsa aslı ya da olması yakındır. Osman pehlivan köpürdü bu işe. Herkese kafa tutuyor:
- Bilip bilmeden konuşmayın, kimsenin günahını almayın. Siz ne biçim müslümansınız be? Hay sizin muhabbetinize.
- Kızma be Osman pehlivan, biz duyduğumuzu söylüyoruz. Yazısı gelmiş ilçeye, oradan duyduk biz de. Bilirsin ya, Haydar’ın kaynı kâtiptir orada, O duymuş, biz de öyle duyduk.
- Yahu, inanmayın her söylenene. Ne yazacaklar tayin pusulasına? Nişanlısını intihar ettirdi, sahip çıkın, kızlarınıza musallat olmasın mı demişler? Ne yazmışlar evrakta?Yahu resmi evraka böyle lüzumlu lüzumsuz yazı yazılır mı? Hiç mi muhtarlığa gitmezsin, hiç mi ihtiyarlar meclisinde yazı okumadın? İnsafınız kurusun, yazıklar olsun. Daha gelmeden adamı katil yaptınız, asıl siz adamı katil edersiniz, insafınız kurusun. Kızdırdılar Osman pehlivanı. Tütün tabakasını cebine koyuyor, bozuk paraları masaya savuruyor, gidiyor. Biraz daha dursa, çıngar çıkacak. Kıracak bir ikisinin bir tarafını, onu istiyorlar. Osman pehlivan bu. Kocadı kocamasına ama köpeklerin maskarası olmaya hiç niyeti yok. Bunları bir cebinden çıkarır ötekine koyar, yılların Osman pehlivanı bu, kolay mı? Osman pehlivan sağlık ocağında görevli. İşe girerken bir şeyler dediler ama şimdi hatırlamıyor. Ocaktaki her işi yapıyor, odun da kırıyor, bulaşık da yıkıyor.
Acele etmek gerek. Tren istasyonundan doktoru almalı, ayıp olur daha ilk günden bekletmek. Bu dedikodulardan oldum olası hoşlanmaz. Nereden buluyorlar, nereden uyduruyorlar bir türlü aklı ermez.
İstasyon yolunda söğütler var. Belli ki su akıyor yol boyunca. Söğüt gölgeleri yüzünde oynaşıyor. Bir güneş, bir gölge. Osman pehlivan nehrin öbür yanında bir çiftlikte iş bulmuş eskiden. Söğüt gölgeli koca bir köşk. Kahya tembih etmiş, demiş ki “Bak pehlivan, senin gibi güçlü kuvvetli adama bizde iş çok. Yalnız bu bıyıkları keseceksin. Bizim ağa sevmez böyle pala bıyıkları. Bizim burada ondan uzun bıyıklı olursan vay haline, git kendine başka yerde iş ara.” Kabul ediyor Osman pehlivan, ama akşam olunca kıyamıyor, eli makasa, usturaya gitmiyor. Bu bıyıklar onun süsü, ziynet eşyası, parçası. Kendi kendine karar veriyor. Ağa görmezse nereden bilecek bıyıklarını, ruhu duymaz. Ertesi gün kahyaya danışıyor, “Ağa geldiğinde ben ormana giderim, sorarsa ağaç kesiyor dersin. Beni görmez, görmezse nereden bilecek bıyıklarımı. Kıyma bana, neyim var ki şu koca dünyada. Bir babalık yap, benden güçlüsünü, kuvvetlisini mi bulacaksın? Bir babalık yap.”
Kahya düşünüyor, hem olabilir hem olamaz. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. Böyle kuvvetli, çalışkan adam bulmak zor. Ağaya sorarsan adamın durumu belli. Deneyecek, denemekten zarar gelmez. Yürürse bu iş ne alâ.
Önceleri plan işe yarıyor ama bir gün Osman pehlivanı ağa yakalıyor. Pala gibi bıyıklarıyla babayiğit Osman’ı görünce, hasat vakti güreşlere yeni pehlivan geldi sanıyor. Yer gösteriyor, misafirine hürmet ediyor, ikramda bulunuyor. Osman pehlivan da ayrılana kadar açık vermiyor, oyunu bozmuyor. Kahya desen hiç görünmüyor. Ya gerçekten ortada yok ya da ağadan korkusuna saklanıyor.
Bir gün ağa, Osman pehlivanla yeniden karşılaşıyor, bu defa yanında kahya da var. Biraz sohbet edince kahya her şeyi yumurtluyor. Bu adam hasat güreşlerine gelen davetli pehlivan değil. Bu adam var ya bu adam,senin kendi adamın, kapının hizmetlisi.
Ağanın yüzü şekilden şekle giriyor. Osman pehlivanın bıyıklarını çekiştiriyor, bir yandan da feryat ediyor: “Nereden uzattın bu bıyıkları? Benim adamım nasıl olur da bu terbiyesizliği yapar.” Ağa, pehlivanın bıyıklarını çektikçe çekiyor, bir yandan da feryat ediyor. “Nerede uzattın bu bıyıkları, badem yağıyla mı yıkadın?” Osman pehlivan dayanamıyor, ağayı tuttuğu gibi çiftliğin önündeki havuza atıyor. Kahya nereden bulmuş, nereden almış, elindeki çifte ile havaya bir fişek sıkıyor, Osman pehlivanın çiftlikte işi yok artık. Sonraları gizli gizli kahyanın yanına gidiyor, üç beş gün birikmiş yevmiyesini istiyor, bütün bu yaptıklarından sonra kahyanın para vermeye niyeti yok. Kızıyor;
- Canını kurtardığına dua et. Dua et ki ağa arkandan adamlarını salmadı.
- Kahya, gözüm kahya. Ben ona ne yaptım. Ben ona iyilik yaptım. Adam sıcaktan bunalmış, ne yaptığını bilmiyor, attım buz gibi havuza. Ben ona iyilik yaptım.
- Git Osman pehlivan beni güldürme, canını kurtardığına dua et. Ağam sen gidince kızdı bana, niye vurmadın ayıyı dedi.
- Kahya, gözüm kahya. Bak o da beni havuza atsaydı, hiç şikayet etmezdim. Hatta o atmasın, atla desin bırakayım kendimi. Yapma kahya ben ona kötülük yapmadım, ver şu birikmiş üç beş günlük yevmiyemi gideyim.
- Anla artık Osman efendi. Yevmiye falan yok, yediğine içtiğine say, uğurlar olsun.
Şeytan diyor ki tut şu kahyayı da, at çiftliğin önündeki havuza, sen sağ ben selamet. Zor tutuyor kendini, kendi kendine dualar edip duruyor, hem gidiyor hem dua ediyor, sabır duası.
Tren geldiğinde içinden inenlere bakıyor. Bu olsa gerek yeni doktor. Bu yeni doktorsa çekeceği var ahalinin. Adam adam değil, erkek güzeli. Bu adam kim bilir hangi kızların canını yakacak. Söylentiler geliyor aklına, doğru galiba. Bu adam için az bile söylemişler, çok canlar yanacak, biraz huyuna gidip kandırsa, fazla kalmadan başka bir yere tayinini çıkarsa. Buralar karışmasın, bir de buralarda olay çıkmasın.
Karşılıyor, eşyalarını alıyor. Yol boyunca gözü doktorda. Adamın suçu yok, şu hale bak. Duyan çıkmış yollara, duyan pencereye çıkmış, duyan balkona çıkmış. Pasaklı Neriman’ın kızı bile balkonda çamaşır asıyor. Dünyanın sonu geldi. Be kızım, anan yalvardı durdu yıllardır, eteğini bile yıkamadın, kadıncağız yıkadı her şeyini! Şimdi kalkmış, tam tekmil çamaşır asıyorsun. Adam ne yapsın, herkes ağzına düşecek. Sonra gelirler şikayete, yok şöyle çapkınmış yok böyle. Adam ne yapsın, üstüne üstüne gelin, onun elleri armut toplamıyor ya. Onun da nefsi var, o da insan. Ortalık karışmadan daha fazla, usul usul işlemeli, bir an önce tayinini istesin, kalmasın buralarda.
Nereye gidersen git. Hangi mekana dalarsan dal. Sıyrılmak kolay değil. İnsan kendinden kaçamaz. Nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın kendisini bulur, dönüp dolaşıp kendisini bulur. Zaman her şeyin ilacı derler ya inanma, bazı yaralara bırak yılları yüzyıllar bas ilaç niyetine, fayda etmez. İnsanoğlu gariptir bazen iyileşmek istemez. Derdine sahip çıkar, yarasına sahip çıkar. Derdi, yarası onun bonservisi, nişanı, kimliği olur çıkar. Yüreğinin ortasında, aklının ortasında koca bir yara. Eğer bu yara kapanırsa, eğer geriye hiçbir şey kalmazsa kimse anlamaz ki neler çektiğini, neler atlattığını. Diğerlerinden hiçbir farkın kalmaz. İnsanoğlu gariptir hem iyileşmeye çalışır hem yarasına sahip çıkar.
Niye içtiğini o da bilmiyor, doktor ağzında sigara yatağına uzanıyor. Sigarayı rastlantıyla dudaklarının arasına gelip takılmış yanıp duran saman çöpü gibi içiyor. Emin olduğu tek şey bunu istediği zaman bırakabileceği, bir de su. Su içmenin toksinin atılmasını kolaylaştıracağını biliyor. Sigaraya başlayınca tabir yerindeyse suya da başladı. Eskisinden çok su içiyor. Bazen sigara niyetine su içtiği bile oluyor.
Geçmişinle saklambaç oynamak kolay değil. Taşınmanın belki faydası var ama her şeyi halletmiyor. Bu iş biraz unutmak için içmeye benziyor. Neyi unutacağını bildiğin sürece o şeyi unutman mümkün mü?
Labirentin koridorlarında neyle karşılaşmak istemediğini düşünerek saklambaç oynuyorsun. Unutmak mümkün değil. O kızı unutmak mümkün değil. Islak elbiseleri vücuduna yapışmış, sabah çiği gibi kızı unutmak imkansız. Engel olmasalardı cansız vücuduna rağmen onu azarlayacaktı. İçinden onu tokatlamak azarlamak geldi, ölmemiş gibi laf söylese dinleyecek, uslanacakmış gibi. Her şeyin bilincindesin ama cansız bedeni yanı başında, sana ölmemiş gibi geliyor.
Osman pehlivan tren istasyonundaki kadar sokulmuyor, bir şeyler etkilemiş gibi. Sanki uzun zamandır beklediği bir şey, umduğu gibi çıkmadığı için hayal kırıklığına uğramış.
- Osman efendi. Ne oldu böyle? Neyimi gördün? Nedir bu soğukluk, istasyonda böyle mi karşıladın sen beni?
- Yok, beyim yok bir şey, sana öyle gelmiş. Bir yaramazlık yok.
- Hadi hadi. Bak ben doktorum. Sesinden soluğundan adamın içini dinlerim. Söyle bakalım nedir derdin?
- Yok dedim ya bir şey, zorla husumet sokma.
- Söyle pehlivan, söyle de rahatla.
- Darılma gücenme yok ama.
- Amma yaptın, çocuk muyuz biz. Söyle, hem bak söylemezsen, içine atarsan asabi olursun, sağlığın bozulur, söyle de rahatla.
- Korktum be doktorum. İnan korktum. Sabah kahvede senin hakkında ileri geri konuştular. Nişanlın kendini asmış. Seninle buraya gelirken bir baktım herkes senin derdine düşmüş. Görür görmez hepsinin dibi düştü. Ne bileyim başka kızların da başına bir şey gelmesini istemem. Hep gözlerime nişanlın geldi rahmetli. Başkalarına da olmasın öyle , istersen, ne bileyim yol yakınken, tayin işte buralardan git.
- Osman pehlivan seni anlıyorum. Durum senin kafanda kurduğun gibi değil. Nişanlım kendini falan asmadı. Gölde boğuldu, o bir kazaydı. En önemlisi belki de ölene kadar onun hatırasını yaşatacağım, onun yerini alacak kimse olacağını sanmıyorum.
- Esas mı diyorsun doktor? Buranın kızlarına bir zarar gelmeyecek mi? Nişanlın sahiden gölde mi boğuldu?
- Aynen öyle, Osman efendi. Yüreğini ferah tut, rahatla. Gördün mü gevezeleri sabah sabah uydum onlara, boş yere sıkmışım canımı.
Osman efendi rahatlamıştı. Kimseye bir zarar gelmeyecek ya önemli olan o. Herkesin evladı kendine göre kınalı kuzu. Günah değil mi insan evladına? Ne zorluklarla büyüyor, cahillik yaparsa biri, lüzumsuz yere canına kıyarsa, bu acıya katlanmak zor olur. Doktorun günahını almışlar, kendi de inandı onlara. Boyunları devrilsin nasıl da kandırdılar, boyunları devrilsin.
Pehlivan gidince yalnız kalıyor. Yalnız kalmaktan korkar. Bu korku çocukluğuna kadar uzanıyor. O günleri hatırlıyor. Mübadele yılları. Herkes yurduna, köklerine dönecek. Yollarda insanlar, gemiler, at arabaları, kağnılar, yollar insan dolu. Kolay değil, ancak alabildiğin kadar, ancak taşıyabildiğin kadar eşyanı, malını yüklediğin gibi yollara düşeceksin. Zor ama toprak hasreti bu, ata hasreti, soy hasreti. Kanına girdi mi duramazsın artık rahat haram olur. Uyku haram olur.
Uzun yolculuktan sonra bir eve yerleştiler. Burada da kendileri gibi bir aile oturmuş, onlarda oradan göçmüş. Boş kalan eve yerleştiler. Ahaliyle tanıştıkça durumları düzeldi, erkekler tarlada tapanda. Annesi, ninesiyle evde. Yemek yaparlar, bazen pirinç ayıklarlar, çocuklar merak edip aklı sıra yardım ederler, onlar da pirinç ayıklar.
Çocuklar yaramazlık yaparsa büyükler korkutuyor. Evin eski sahipleri. Onları kızdırırsın, yaramazlık yapma. Duyarlarsa gelirler, o zaman gününü görürsün. Çocuklar çok korkuyor ama bir türlü anlam veremiyorlar. Bu eve büyükler geldi, çocuklar da onların yanında. Bu eve gelmeyi çocuklar seçmedi ki bütün suç büyüklerin. Bir sorun varsa onlarla konuşsunlar, onlara söylesinler. Belki de gidenlerin gücü ancak çocuklara yetiyor, büyükler olmadığı zaman gelip çocukları dövecekler, belki de dedesinin yaptığı tahta kılıcı çalarlar. Onu almasalar bari şurada eski bir bebek var. Kardeşi ne zamandır oynamıyor, onu alıp gitsinler.
Annesi kızıp duruyor. Geceleri yatağını ıslattığı için kızıyor. O geceleri yatağını ıslatmıyor, gece uyanıyor ama helaya gidemiyor, evin içi öyle karanlık ki. Evin eski sahipleri bu karanlıktan istifade odalarda, koridorlarda dolaşırsa, ya helaya gitmişlerse. Yatağından kalkamıyor, gözleri karanlığa baka baka karanlığa alışıyor. Evin içinde kimse yok. Bu odada yok, holde de yok mu, helada yok mu? Yatağından kalkamıyor. Tutmaya çalışıyor, çatlayacak neredeyse.
Annesi hep kızıyor, yatağını ıslattığı için kızıyor. Sabahları çarşafları yorganları güneşe çıkarıyor, kurutuyor. Anlatmak çok zor. Erkek adam söyler mi? “Ben helaya gitmeye korkuyorum, evin eski sahiplerinden korkuyorum” der mi? Günler geçip, yatak ıslatmalar devam edince, annesinin sabrı taşıyor:
- Nedir bu senden çektiğimiz? Koca çocuk oldun, nereden çıktı bu çiş işi?
- ...
- Cevap ver oğlum, sen eskiden böyle değildin. Üzüldü dedik; çocuktur, arkadaşlarından ayrıldı etkilendi dedik, bak kaç gün oldu? Artık şu işten vazgeç, geceleri kalk, helaya git.
- Ben geceleri kalkıyorum.
- İyi ya oğlum, madem geceleri kalkıyorsun, git yap çişini. Temizle temizle, yoruldum, bittim.
- Ben helaya gidemiyorum, gece kalkıyorum ama gidemiyorum.
- Bak hele, vay başımıza gelenler. Niye gidemiyorsun helaya? Korkuyor musun gece karanlığında?
- Yok , olmaz, korkmam ben. Ben helaya gidemiyorum çünkü ...
- Çünkü ne, söyle oğlum, çatlatma adamı.
- Çünkü geceleri karanlık oluyor, yolumu bulamıyorum, eşyalara, duvarlara çarpıyorum.
- Eh be yavrum, bu mu derdin? Söylesene kaç gündür. İhtiyacın olduğunda sen beni kaldır, ben seni götürürüm. Su istersen su getiririm. Hay koca sıpa. İhtiyacın olduğunda beni uyandır, ben kalkarım.
İnsanın aklına korku düştü mü kolay çıkmaz. Zamanla şekli şemali görüntüsü değişse, bile özü aynı kalır. Yetişkin olduğu zaman yatılı okulda okuduğu yıllarda o eski korkular peşini bırakmıyor. Bütün okulu aynı hikaye sardı, geceleri kimse yalnız dolaşmak istemiyor. Nöbetçi öğrenciler bile ışığın altından fazla ayrılmamaya özen gösteriyorlar. Gündüz yapabildiğini yap, yakalanmazsan ne ala. Ama gece ne yapacaksın? Hangi deliğe saklanacaksın. O geldiğinde ne yapacaksın? Kaçacak yerin yok.
Bazı öğrenci velileri müdüriyete kaygılarını anlatmışlar. Böyle bir şey olup olmadığını sormuşlar. Aslı astarı var mı? Yönetim şaşkınlık içinde olanlara inanamıyor. Bu çocuklar kendi anlattıklarına inanabilir ama koca koca veliler bu işe nasıl inanıyor, akıl sır erdiremiyor müdüriyet.
-Muavin bey, bir bey gelmiş kapıya ben görüştüm.
-Nedir efendim, niçin gelmişler?
-Efendim şu mevzu çocukların anlattığı hadise. Beyefendi “Okul yapılırken burada yatır var mıydı?” Diye sordu. Ben de olmadığını söyledim.
-Nedir efendim bu çocukların hikayelerinden çektiğimiz. Çocuklar bile büyüklerinden daha akıllı, bu konuyu müdür beyle görüşelim, bütün öğrencileri büyük avluda toplatalım. Artık bu hikaye ile ilgili bir tek söz eden olursa, atalım gitsin. Gitsin istediği yerde okusun, ilim yapsın.
O günden sonra tek tük konuşuluyor olayla ilgili olarak. Kesik başlı müdür hikayesi yavaş yavaş etkisini kaybediyor. Olay ilk defa nöbetçi öğrencilerden birinin ağzından çıktı.
-Gece nöbetimde, masanın başında bir yandan kitabımı okuyor, çalışıyor bir yandan da koğuşları gözlüyordum. Bir ara kendimden geçtim. Bilirsiniz işte akşam yemekte yoğurt vardı, biraz fazla kaçırınca insanın uykusu gelir, tutamaz kendini, yayılıp uyuya kalır. Birisi beni usul usul dürtüyor, önce rüya sandım ama baktım gerçekten beni dürtüyorlar. Kafamı kaldırdığımda ne göreyim kafası koltuğumun altında kesik başlı bir adam. Neredeyse ölecektim korkudan, şimdi anlatırken bile tüylerim kalkıyor. Adam konuşuyor ama ses koltuğunun altındaki baştan geliyor. “Bak yavrum, ben eskiden burada müdürlük yaptım. Ara sıra buralara gelir, sizi kontrol ederim. Gördüm ki nöbetçi olduğun halde masada uyuyorsun, bu çok yanlış bir davranış. Şimdi uyur gezer bir arkadaşın kalkıp gitse, sen onu göremezsin. Düşün ki helaya kalkan bir arkadaşın geri gelmedi, belki de düştü bayıldı. Birisi gelip dolapları karıştırsa, buradaki her şey sana emanet. Bu defalık seni ikaz ediyorum, bir daha böyle bir şey olursa karışmam. Hemen yüzünü yıka kendine gel dedi”. Yüzümü yıkadım, baktım, adam yok olmuş.
O günden sonra kesik başlı müdür hikayesi aldı yürüdü. Müdür bey büyük avluda bütün öğrencileri toplayıp konuşana kadar devam etti. Müdür beyin tavrı kesindi “Bir daha bu hadise karşıma gelirse, gözünüzün yaşına bakmam atarım sizi son defa ikaz ediyorum, işte o kadar.”
Yıllar geçiyor geçmesine de korkular özde aynı kalıyor, şekli değişiyor, görüntüsü değişiyor. Yalnız kalmak istemiyor doktor. Yalnız kalmak hesaplaşmak demek, yalnız kalmak ruhların insafına kalmak, ilahi adalet için mahkeme edilmek demek. Gözünün önüne nişanlısı geliyor, cansız hala güzel. Islak saçları, elleri sanki biraz önce banyodan çıkmış gibi. Çok olmamış hemen bulmuşlar kızı. Gözümün önünden gitmiyor. Ruhların insafına kalmış. Gerçekten suçlu o ise, gerçekten sorumlu o ise; ruh, doktorun yalnız kalmasını bekleyecek, ondan bir açıklama belki de yalvarma bekleyecek. Bugüne kadar doktor ruh görmedi, ruh görünecek ise bu işin biran önce olmasını istiyor, kendisinin suçsuz olduğuna inanıyor. Ona gelene kadar ne suçlular var. İstemek ile hazır olmak aynı şey değil. Ne kadar istese de, “ne olacaksa biran önce olsun” dese de hazır hissetmiyor kendini. Düşündüğü zaman bile ürperiyor, serin bir rüzgar vücudunda dolanıyor.
Her şeyi kendisinin uydurduğunun farkında. Bu farkındalık, her şeyin uydurma olması, bütün bunlardan korkmasını, etkilenmesini engelleyemiyor. İnsan vicdanındaki yükleri, safraları bir an önce atmak istiyor. Sorularla tereddütlerle dolu vicdanı taşımak zor. Yöntem ne kadar uydurma da olsa, saçma da olsa insan bir an önce vicdanındaki yüklerden, safralardan kurtulmak istiyor.
Yalnız kalmaya fırsatı olmuyor. Okulun öğretmeni geldi. Levent öğretmen, ilkokulda görevli, okulda iki öğretmen ver. Diğeri evli, çilesiyle lojmanda kalıyor. Levent, doktoru uzun zaman beklemiş. Anlatacak çok şeyi olan, anlatacak kimsesi olmayan biri Levent. Doktorun geldiğini duyunca, okuldan sonra koşarak sağlık ocağının lojmanına geldi. Durmadan konuşuyor, anlatıyor, anlatıyor. Doktor dinledikçe, anlattıklarını anlattıkça seviniyor. Dilinden anlayan birisini bulmak gibisi var mı? Gömü bulmuş gibi olur insan, anlata anlata, dinleye dinleye bitiremez. Gece ilerleyince uykuları geliyor, ayrılıyorlar, yarın görüşecekler, Levent “mutlaka geleceğim” diyor.
Ocakta günler birbirine benziyor, gündüz muayene, akşamları Levent sohbetleri. Ara sıra Osman pehlivanı konuşturuyorlar, maceralarını anlatıyor. Anlattıkları inanılacak gibi değil. Başka biri anlatsa uyduruyor da anlatıyor dersin. Ama bu Osman pehlivan, yalanı dolanı sevmez. Kimseden çekinmez, dosdoğru bildiğini söyler. Gençliğinde Kırkpınar güreşlerine gitmiş. Yurdun dört bir yanından kendine, gücüne, bileğine güvenen yiğitler gelmiş. Gavurlar da var, güreşlerin filmini çekecekler. Türkleri minder de yenemeyince buraya gelmişler, güreşlerin filmini çekecekler herkes öyle diyor. Güreşlerin filmini çekip, yeni yeni oyunlar bulacaklar, kendi güreşçilerine öğretecekler. Kimse umursamıyor bile, bu iş öyle filmle, artistle falan olmaz. Giyersin kıspetini, çıkarsın meydana. El ense,kurt kapanı. Burası er meydanı, buradan nice yiğitler geçti, bu iş öyle filmle, artistle olmaz.
Güreşeceksen, kıspetin olacak, kıspetin yoksa güreşemezsin. Kıspet alacak paran yoksa kiralık kıspet var. Yalnız kaparo koyacaksın. Kıspeti getirince kaporanı alırsın. Para zor yetiyor ucu ucuna.
Güreşlere daha üç gün var, biraz dolanıp bakmak lazım kim var kim yok. Tanıdık birileri olur, yabancı olanları seyretmek görmek lazım. Her şeye hazırlıklı olmak lazım.
Luna park kurulmuş dere boyunca. Salıncaklar, uçan kayıklar, büyükler için de eğlence var. İnsan böyle yerlerde dikkatli olmalı. Bir adamın başına bir sürü adam üşüşmüş. Sen kazandın, ben kaybettim. Bul karoyu al parayı. Adamın biri üç kağıt açıyor. Açıyor, açıyor olmasına ama yüzünden belli acemi bu işlerde. Terleyip duruyor. Boyuna para kaptırıyor. Ava giderken avlanmış enayi. Gidecek gibi oluyor etrafındakiler tutuyor, bırakmıyor. Salmıyorlar adamı. Adam kaybettikçe kaybediyor. Üç kağıtçı da olsa, Osman pehlivan zorda kalana yardım eder. Bu defa duraksıyor. Bu üçkağıtçı kim bilir kimlerin yuvasını yıktı, sermayesini, elindekini avucundakini aldı. Şimdi çetin cevizlere çattıysa, bu onun sorunu. O kadar adamın canını yakmış şimdide onun canı yansın. Vazgeçiyor Osman pehlivan. Karışıyor kuru kalabalığa, adamlar yer açıyor. Biri kulağına fısıldıyor “Yakaladık foyasını, elindeki parayı alıyoruz. Zamanında çok adamın canını yaktı bu hergele.” Başını sallıyor. Osman pehlivan, demek ki tahmini doğru.
Cebinde fazla parası yok iki üç günlük yevmiye güreşlere kadar. Bir de kıspet. Kıspet deyip geçme, kısmet olmazsa kaporayı da alamazsın. Osman pehlivan kıspeti vermez.
Osman pehlivan hangi karta para koysa, o kart kazanıyor. Üç kağıtçıda boncuk boncuk terler birikiyor, şakaklarından akıyor tel tel. Osman pehlivan kazandıkça adam terliyor, adam terledikçe pehlivan kazanıyor. Bu iş iyi iş, bu işte para var. Birkaç el sonra biraz değişiyor. Bir pehlivan kazanıyor bir adam. Derken hergele üç günlük yevmiyesinde alıyor. Pehlivanı bir telaş alıyor, ya aç aç, güreşlere kadar bekleyecek yada bu işten vazgeçecek. Kıspetini yarın verecek, kaporasını alacak memlekete dönecek. Kolay değil. Üç gün aç aç bekle dur sonra güreşlere katıl. Çayırda damın leşini çıkarırlar, pestil gibi yere çalarlar. Üç kağıtçı çelimsiz, kara kuru. Pehlivan, adamın boğazına yapışıyor, parasını almak zorunda. Etrafındakiler araya giriyor, hepsi birlik oluyor, adamı koruyorlar, “kazanırken iyiydi, kaybedince kötü mü oldu, ayıp oluyor koca oğlan, sana yakışmaz.” Nereden bulduklarını anlamıyor, ellerinde sopalar, bıçaklar; kalabalık tümden üçkağıtçıyı koruyor. Pehlivan uzatmıyor, adamı bırakıyor. Kalabalık aynı kuru gürültüye devam ediyor, pehlivan yokmuş gibi oyuna devam ediyorlar.
Osman pehlivanı bir düşünce alıyor. Bu parayı almak gerek. Kıspet! Kıspeti koysa ortaya. Kaporalı dese, oyuna girse. Belki yevmiyeyi kurtarır, üç gün güreşlere kadar boş dolaşmaz. Kaybederse ne olacak? Kaporası yanar, kaparo yanarsa geri nasıl dönecek, onca yol hiç kolay olmaz. Eziyet olur, acı olur, çıban yarası gibi acı olur. Pehlivan ömür adam anlatmaya başladı mı, çok hikayesi var, kitap gibi. Bütün heybetine rağmen alçak gönüllü. Yüreğin de, bileğin de kimde olduğunu bir bakışta anlar, yanılmaz. Kumarı hiç sevmiyor. Eski olaydan olacak kumar dendi mi kızıyor, kumar oynayanı da sevmiyor.
Burası Levent’ in görev yaptığı ikinci yer. Daha önce çalıştığı yer ile ilgili konuşmak istemiyor. Anlaşılan onunda kimseye göstermek istemediği karanlık bir yüzü var. Erkekler, kadınlara benzemez. Kadınlar her şeyi paylaşmayı bilirler. Konuştukça açılırlar. Konuşulacak şeyleri konuşurlar, bakarsın konuşulmayacak şeyleri de konuşurlar.
Sevinçlerini, dertlerini, acılarını muhabbetle katık yaparlar, anlattıkça yüreklerinin tozu alınır. Sıkıntıdan kurtuldukça gönülleri parlar.
Dertlerini meze yaparlar, çay arası kurabiye, çörek yaparlar. Böylesi daha iyi. El alem başkasından duyacağına, kendileri anlatır her şeyi. Öyle olunca kimse bire bin katamaz, hem de konu kendiliğinden kapanır. Sen paylaşmazsın acılarını, kayıplarını, yenilgilerini. Güneş geçmez hücrelere basarsın onları, sonra aklının derinliklerine gönderirsin, karanlık ufuksuz derinliklere.
Sıkıysa anlat. Anlat yenilgilerini, kayıplarını. Adamı tefe koyarlar, maskara olursun. Hele sarhoşken ağzından kaçırırsan, günlerce yaptığın hata için kıvranırsın.
Akşam sohbetleri. Önceleri konuşmalar tek tük, sohbetler sayılı. Nerelisin, nerede okudun, nerede çalıştın?buradan sonra çareyi düşünüyorum? Yuvarlak havadan sudan sohbetler. Zaman geçtikçe, tanıştıkça ,ondan başka bir alternatif olmadığını anlayınca, konuşacak konu bulamayınca sohbetlerin şekli rengi değişiyor. Sırlar, hatıralar, özenle saklanan, yanlış bilinen dünyalar ortaya seriliyor. Herkesten bir şey öğreniyor insan. Dayısı “ ölene kadar öğreneceğiz oğlum, ölene kadar” demişti. Beraber yaşanan her an, her saniye insana bir şeyler öğretiyor. İnsanlardan uzak durmamalı, insanlara sokulmalı. Anlatmazsan, bilmiyor derdini başkaları, çare olamıyor. İnsanoğlu gariptir. önündeki dosdoğru gerçekleri görmez, inanmaz. Olmasını istediğine inanır, olmasını istediğini gerçek bilir.
Küçük yerlerde akşamın yalnızlığı çabuk iner. Konu ne olursa olsun, insan konuşacak birilerini arar. Konuşacak birini bulunca bütün konuşmamanın acısı ondan çıkarılır. Dinlese de dinlemese de her şeyi anlatırsın. Karşındakinin de şansı yok, senin de. O konuştukça sen dinlersin sen konuştukça o dinler. Torba boşalınca, konuşacak şeyler azaldıkça dert etme. İnsan konuşacak bir şeyler uyduruverir. Konuşmazsan çatlarsın zaten. Enerjini, yükünü atamazsın. Fazla yük devrelerine, sinir sistemine zarar verir. Bedeni topraklamak, kötü enerjiyi atmak toprağa vermek lazım. Anlattıkça konuştukça, yapmış kadar,yaşamış kadar rahatlarsın.
Derdini anlatmadıkça, torbanı boşaltmadıkça içindeki gerilimi beslersin, ciddiye alırsın. Dinleyecek birine anlatırsan, içindekini kurcalamaz büyütemezsin. İçindeki sohbet konusu, akşam gevezeliği, önemsiz, lüzumsuz bir şey oluverir, enerjisini tüketir. Kaygılarımızın, kuruntularımızın bizi esir almaya ne hakkı var?
Konuştukça, anlattıkça, torba boşaldıkça, konu bitmez. Çevresine yönelir insan. Günlük yaşantımızda, her gün karşılaştığımız şeyler konu olur. Konu olmakla kalsa iyi. Anlatıla anlatıla bitirilmez. Dönüp dolaşıp aynı şey anlatılır.
Osman pehlivanın katkıları ile sohbetler renkleniyor. Güreşler anlatılıyor. Anlattıkça kendisi de eğleniyor. Pehlivan bu. Bütün derdi güreşler. Zamanı yaklaştıkça kalbi başka türlü atarmış. Rüyalarında, işinde, aşında güreşten başka bir şey görmez olurmuş.
Adaklar adar, dua edermiş. Geçmiş zaman. Yine güreş mevsimi yaklaşıyor, Osman pehlivanı bir heyecan almış. Bu defa hazırlıklı. İnsan hazırlandıkça, iddialandıkça daha heyecanlı oluyor. Heyecan bastıkça basıyor. Osman pehlivan çaresiz. Hanımı durumunu fark etmiş. “Bu böyle gitmez, buna bir çare lazım.” Okudular üflediler. Pehlivanın inancı var, ciddiye alıyor. Ninesi bir muska yazmış, yanından ayırmıyor. Durumu düzeldi ama ya güreşlerde olursa, ya güreşlerde heyecanlanırsa,bütün çalışmalar bütün hazırlıklar boşa gider. Düşünsene günlerdir hanımının yanaşmamış, gücünü, kuvvetini harcamak istememiş.
Ninesi akıl verdi. Orman köylerinde bir adam var. Garip bir adam. Derdine çare bulamayan ona gider, çare dilenir. Çocuğu olmayan, parası, malı çalınan kapısını aşındırır. O adama giderse garip adama belki bir çare bulur. Soruyor soruşturuyor böyle bir adam var ama o köyden değilmiş. Başka yerden gelmiş, değişik bir adam. Kınalı kuzusu bir de kimseye göstermediği bir sandığı varmış, garip değişik bir adam. Bazı insanların derdine çare bulmuş ama adam deli, kimine de faydası olmamış.
Dert bu, adamın aklına düşünce, çare neredeyse oraya gidersin, yarar mı yaramaz mı kimseye sormazsın. İşe yarayacağına, iyi geleceğine inanırsın, inanmak istersin. Düşüyor yola, orman köylerinde adamı buluyor. Anlatıyor derdini. Adam çıkarıp bir parça veriyor. Pehlivan bakıyor, eviriyor, çeviriyor bir şeye benzetemiyor. Adam sıkı sıkı tembih ediyor. “ Bunu yutacaksın. Amma her güreşe çıkarken yutmayacaksın. En önemli güreşin hangisiyse ona çıkarken yutacaksın. Bunu yuttuktan sonra bir akşam geçince bunun etkisi geçer, bedenin aklın alt üst olur, kendine gelemezsin. Unutma en önemli, en son güreşlerden önce yutacaksın.”
Pehlivan ufak parçayı alıyor. Bu parça gibi değil de ilaç gibi bir şey herhalde, şifalı bir şey. Elinde tuttuğu zaman bile güven veriyor pehlivana.
Güreşler başlıyor başlamasına ama Osman pehlivanın daha ilk günden heyecanı başına vuruyor. Osman pehlivan o kadar iddialı, o kadar iddialı ki zaferin heyecanı şimdiden basıyor. Cebine gidiyor eli. Yutacak. Aklına adamın dedikleri geliyor. En son, en önemli güreşlerde yutmalı. Dayanamıyor ki heyecana, yutsa bir türlü yutmasa bir türlü. Dayanamıyor. Atıyor parçayı ağzına. Biraz sonra garip bir şey oluyor, kendine güveni geliyor,tuttuğunu deviriyor, bulduğunu yeniyor, deviriyor. Rakip dayanmıyor, ilk günden diğer güreşçiler onu belliyor, kimse yarın onunla karşılaşmak, güreşmek istemiyor.
Gece olunca Osman pehlivanı bir telaş alıyor. Bugün işler yolunda gitti. Gitti gitmesine de yarın ne olacak? Ne demişti adam? Bir gece geçirince etki geçecek; aklı, bedeni allak bullak olacak. Bu nasıl olacak bilmiyor, yoksa yedikleri mi dokunacak, bu parça midesini mi bozacak?
Osman pehlivan sabah uyandığında yorgun uykusuz. Bütün gece ertesi günü düşünmüş, o garip adamı düşünmüş. Kispetini giyiyor, yağlanıyor derken kendini kötü hissediyor,karnında bir ağrı bir ağrı sorma gitsin. Öyle bozmuş ki bağırsakları heladan çıkamıyor. Atlattım, güreşe çıkacağım derken yeniden helaya koşuyor. Kimsenin gözüne gözükmüyor yoksa rezil olacak. Bir helaya koşuyor bir meydana. Vazgeçiyor, en iyisi kimseye görünmemek. Güreşlere katılmayınca, kaybediyor hakkını,kimselere görünmeden köyde alıyor soluğu.
Gidiyor. O garip adamı buluyor. Adamın gırtlağına yapışıyor, öldürecek.
- Namussuz herif,rezil ettin beni,yazık ettin emeklerime.
- Dur pehlivan, ben ne yapmışım sana, ne zararım olmuş?
- Daha ne yapacaksın, rezil ettin beni, güreşlere gittim, helaya kapandım kaldım.
- Dinledin mi öğütlerimi, yuttun mu verdiğim şeyi?
- Ondan oldu ya her şey, ne geldiyse o verdiğin şey dokundu bana.
- Pehlivan ben sana bir şey vermedim ki. Ben sana bir şey yapmadım ki. Ne yaptıysan sen kendine yaptın.
- Nasıl olur, yalancı herif? Verdiğin şey dokundu bana.
- Sana hiç bir şey dokunmadı. Sen kendine dokundun. Senin heyecanın kimde olsa çatlar, ölmeye yatardı. Sen iyi dayandın gene aklını kaçırmadın, saçların bembeyaz kesilmedi. Ben seni görür görmez anladım derdini. Derdinin çaresiz olduğunu anladım. Ne yaparsam yapayım seni sakinleştiremeyeceğimi anladım.
- Yani verdiğin ilaç dokunmadı mı?
- Sana ben ilaç vermedim. Bahçede bulduğum ufak bir inciri bölerek tuzladım. Sana tuzlanmış incir meyvesi verdim. Ben sana ilaç vermedim. Sen bunu ilaç belledin. İşe yaramasını o kadar çok istiyordun ki tuzlu incir meyvesi sana yaradı.
Yalnız heyecan seni öyle bir hırpaladı, öyle bir salladı ki etkisi ancak bir gün sürdü. Kör kuruntusu,şerri incirin tesirini sildi süpürdü. Kolay mı gecenin şerrine karşı durmak? Ne zaman yediysen inciri ancak o gün faydası olmuştur sana ancak o gün. Söyle bakalım ne gün yedin inciri?
Doğru söylüyordu garip adam, kınalı kuzulu, kilitli sandıklı adam. Galibiyetin heyecanı, bütün bedenini aklını, esir almıştı. Çocukluğunda da olurdu böyle heyecanları. Sünnet olmasına yakın gene böyle olmuştu. Heyecan cayır cayır yakmıştı bedenini, üç gün heladan çıkamadı. Heyecan bağırsaklarına vuruyordu, zayıf yeriydi karnı.
Osman pehlivan da hikaye bitmez. Her güreş,her güreş mevsimi bir anı, bir olay. Levent ile doktor konuşacak bir şeyler bulamayınca,boşalınca torba pehlivanı çağırıyorlar “Eee pehlivan şu güreşlerden bize bir şeyler anlatırsın artık. Çayını da demledik bizi kırma”.
Levent doktora benziyor ama bu defa kurban kendisi. Aşık olmuş. Çok sevmiş. Ne yaptıysa kız bir eksik bulmuş, beğenmemiş. Levent’i bir kobay gibi deneyip durmuş. Zavallı Levent, yılanın büyülediği şaşkın bir çöl faresi gibi teslim etmiş kendisini.
Levent’i dinlerken hikayelerinin ne kadar farklı olduğu fark ediliyor. Doktorun işi biraz daha karışık. Levent’in hikayesi, lise aşkı gibi bir şey, masumca. Doktor düşündükçe o günlere dönüyor, o günlerin sıcaklığı kafasında ısınıyor, ter basıyor.
Meşaleler geceyi aleve boğdu, atlar zorlanmış, homurdanıp, kişneyip duruyorlar. Durdukları yerde dolanıyor, başlarını, kuyruklarını sallıyor. Anlaşılan terli vücutlarına sinekler yapışıyor. Aynur kapıyı açmaya cesaret edemedi. Titrek bir sesle gelenleri soruyor. Doktorun odası binanın diğer tarafında. Kapı aralığından doktoru görünce rahatlıyor. Doktor temkinli. Buraları geceleri ıssız olur. Kimin yaralanacağı, kimin düşeceği, kimin vurulacağı belli olmaz gece vakti, belki de bir çatışmada bir haydut yaralanmıştır, kim bilir.
Gelenler konaktan. Konakta kötü bir şey olmuş, gençler yaralanmış, acil doktor gerek. Doktor çantasını, kulaklığını, birkaç eşyasını alıp gelenlere katılıyor, gecenin koyusunda meşalelerle uzaklaşıp gidiyor. Aynur arkalarından bakmaya doyamıyor, yeni nişanlandılar, evlenecekler.
Konakta hava ağır sanki birazdan cenaze çıktı yada çıkacak. Koşarak çıkıyor herkes merdivenlerden, süslü birkaç kadın ağlayıp duruyor. Hepsinden güzel ağlıyorlar, insanın seyredesi geliyor.
İki kişi var yataklarda. Konağın sahibi aceleyle doktorun elini sıkıyor, tanışma işi sonraya kalacak. İkisi de genç, ikisi de narin iki kız. Birinin güzelliği loş salonu ayna gibi aydınlatıyor.
Ormanda gezmeye çıkmışlar. Kızlar evden uzaklaştıklarını fark edememiş. Dağlardan inen yabani hayvanlar genellikle ormana kadar gelir. Avcılar ağaçların arasına tuzak kurar, insanlara zarar vermelerini önlemeye çalışır. Ne olduysa, o arada oluyor, kızların ikisi de ayı kapanına kapılıyor. Kara demir, paslı demir. Koca koca çivileriyle kızların ayaklarını kapıyor, acımasız ağzında sıkıyor adeta ısırıyor.
Yaraların durumu berbat, yalnız kemiklerde sorun yok, adaleler dağılmamış. Doktor yaraları temizledikten sonra durumu daha rahat inceleyebiliyor.
Tedavi birkaç gün daha devam etti. Doktor her gün konağa taşınıp durdu. Kızlardan biri konak sahibi Ayhan beyin kızı, diğeri evde kızlara arkadaşlık eden bir hizmetli. Günler geçince hizmetli kızın ayağı, vücudu şişiyor, mikrop bedeni tahrip etmiş. Hizmetli kız daha fazla yaşamadı. Ayhan bey şaşkındı. Kızının doktorun yardımıyla kurtulduğuna inanıyor. Borcunu nasıl ödeyeceğini bilemiyor.
Tedavi devam ettiği sürece doktor konağı sık sık ziyaret etti. Aynur kızıyor ilerliyor. Her zaman hassas bir kızdı Aynur. Gizli gizli ağlıyor, doktorun konağa gitmesine mani oluyor ama doktor sadece gülüyor “hadi oradan yaramaz çocuk” diyor, alay ediyor. Doktor Ayhan beyin kızının güzelliğine hayran oldu ama Aynur başka anlamlar taşıyor. Verilmiş sözleri, nişanları var. Kadınlar. Kıskanmak alışkanlık onlar için. Doktor, Aynur’un davranışına gülüp geçiyor. Gülüp geçiyor o güne kadar. Deli kız dikkat çekmek için kendini göle atıyor, bağırıp çağıracak, doktorun aklını başına getirecek.
Aynur kendini göle atınca bağıramıyor, ayaklarına sazlar dolaşıyor, çamur dibe çekiyor, can havli ile birkaç çığlık atıyor. Gelenler, yetişenler, yetişene kadar kızcağız ruhunu teslim ediyor.
Doktor olayı konaktan geldiğinde öğrendi. Şok geçiriyor, inanamıyor. Böyle bir delilik yaptığı için Aynur’u tokatlamak, azarlamak geliyor içimden. Biraz önce konuştuğu suratını asan, çocuk gülüşlü Aynur yok artık. Burada ama burada değil. Doktor inanamıyor.
Herkesin hikayesi birbirine benziyor ama apayrı. Dinlemeden, öğrenmeden insanları yargılamamalı. Gördün mü gevezeleri. Pehlivanı bile kızdırdılar. Neler dediler doktor için böyle pırlanta gibi adamı karalayıverdiler bir kalemde. Pehlivan bile gitmesini istedi, tayinini istedi. Konuşmamalı, anlatmamalı insan bilmediği şeylerle ilgili. Hay dilinizi eşek arısı soksun.

RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
28 Temmuz 2007       Mesaj #1108
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Bir zamanlar çok mutsuz bir adam varmış Dünyadaki bütün güzellikleri tatmış ama bir türlü mutlu olamamış Bir zaman sonra hayat onun için iyice çekilmez hale gelmiş Her şeyi kendine dert eder yalan gülücükler atarmış etrafına Yine mutsuz olduğu bir gün Bir peri kızı belirmiş karşısında Mutsuz adam peri kızının yanında hep mutluymuş artık Dertlerini sevinçlerini onunla paylaşıyor mutluluğuna mutluluk katıyormuş Mutsuz adam artık çok mutlu olduğu için hayata bakış açısı değişmiş Bir gün işten eve gelirken yolda çok güzel bir kızla tanışmış ona aşık olmuş Artık bütün zamanını onunla geçiriyormuş Peri kızını da odasındaki dolaba kilitlemiş Mutsuz olduğu zamanlarda peri kızını çıkartır onunla konuşur ve mutlu olurmuş Günler günleri haftalar haftaları kovalamış artık aşık olduğu için peri kızını iyice unutmuş mutsuz adam Aşk onun gözlerini kamaştırmış hiçbir şeyi görmez olmuş Sevdiği kızla hiçbir şey paylaşmadıkları halde onu görmek için çileler çekiyormuş En sonunda aşık olduğu kızdan ayrılmış yine mutsuz günlerine dönmüş Hemen aklına peri kızı gelmiş ve yine onun yanına gitmek için evinin yolunu tutmuş Eve ulaştığında dolabın kapısını açmış ama peri kızının ölüsüyle karşılaşmış Peri kızı ölmeden önce ona son bir not yazmış Seninle ilk karşılaştığımız günü hatırlıyor musun çok mutsuzdun Başımı omzuna koyar seni dinlerdim sabahlara kadar mutlu olman için her şeyi yapardım Sevinçlerin benim sevinçlerim mutsuzlukların ise benim mutsuzluklarım olurdu Seninle konuştukça senin yanında oldukça bende mutluydum Bu mutluluğumuz günler geçtikçe azaldı sen artık bana ihtiyaç duyduğunda yanıma geliyor Ben ise her zaman seni bekliyordum Artık gelişlerin azalmış benim mutlulukla beslenen ruhum yavaşça acı çekmeye başlamıştı Ama bunu sana hiç yansıtmadım Artık o karanlık dolap benim dünyam olmuştu sen yanımda olunca aydınlanıyor sen gidince yine karanlığa bürünüyordu Artık mutsuzluğa dayanacak gücüm kalmadı son demlerimi yaşıyorum bunları yazarken belki yazım bitmeden sen gelir ve beni yeniden yaşama bağlarsın ve ben yine seni mutlu ederim... Unutma seni mutlu edenler sen mutlu olduğun müddetçe yaşarlar...
DrAm3vLH - avatarı
DrAm3vLH
Ziyaretçi
28 Temmuz 2007       Mesaj #1109
DrAm3vLH - avatarı
Ziyaretçi
ÇARŞAMBA İSLAM CUMHURİYETİ'NDE BEKAR OLMAK ÇARŞAMBA İSLAM CUMHURİYETİ’NDE BEKÂR OLMAK

Yazan:Yusuf Solmaz


Tayinim, Çarşamba’ya çıkınca bir an durakladım. Bu semtin adını daha önceden biliyordum. Çarşamba İslam Cumhuriyeti olarak, yalnız İstanbul’da değil, tüm Türkiye’de nam salmıştı.
Memleketin her yerinden göç alan koca bir gettoydu burası. Özellikle Doğu ve Güneydoğu illerinden göç alıyordu. Başka illerden, genellikle durumu iyi olanlar aileler bu semte göçüyor. Ticareti siyasete alet ederek zengin olmuş bir takım adamlar, İsmail Ağa Cemaati’ne katılarak hem maddi hem de siyasi anlamda biraz daha büyüyorlardı.
Benim gibi birinin böyle bir semtte ne işi var diyeceksiniz. Dedim ya tayinim çıktı, daha doğrusu çıkartıldı. On yıldır öğretmenlik yapıyorum. Sınıf öğretmeniyim. Buraya gelmeden önce Bayrampaşa’da küçük bir ilköğretim okulunda görev yapıyordum.
Neden tayinin çıkarıldı diye soracaksınız. Anlatayım. Önceki okulumun müdürü gidince yerine Allahın belası bir müdür geldi.
—Vay sen solculuk yapıyorsun, öğretmenleri sendikalı sendikasız diye ayırıyorsun.
—Ne solculuğu kardeşim, diyorum. Ben ekmeğimin derdindeyim. İnsanca yaşayacak bir ücret istiyorum. Grev hakkımız. Gerekirse iş de bırakırız. Yeter ki sendikamız karar alsın. Bu hükümet bizi açlığa mahkûm etti. Benim çocuklarım Amerika’da okumuyor. Ben Tayip Erdoğan değilim. Ben evli bile değilim. 35 yaşındayım. Öğretmene kız vermiyorlar. Gerçekten durum bu. Yakışıklı değilim, zengin değilim, serseri değilim, işinde gücünde basit bir öğretmenim. Ve aldığım maaşla tek başıma geçinemiyorum. Gerçekten geçinemiyorum. Evli olanlar, çoluk çocuk sahibi olanlar nasıl geçiniyor bilmiyorum. Okuldan çıkınca genelevin önünde ucuz saat satıyorum. O da olmasa okula gitmeye yol parası bulamayacağım.
Neyse… Yeni gelen müdür, ne yapıp edip beni okuldan uzaklaştırdı. İt iti ısırmaz derler ya, aynen öyle. Kaç kez soruşturma geçirdim, ilçe milli eğitim müdürüne gidip yalvardım. Ben bölücü değilim, vatan haini değilim. Sendikalı olmak suç mu? Demokratik yollarla hakkımı arıyorum. Yok diyor ilçe milli eğitim müdürü. Sorun bu değilmiş. Asıl sorun amire karşı gelmek, öğretmenleri okul müdürüne karşı kışkırtmak… Yalan tabii.
Anlayacağınız gücüm yetmedi. Yeni görev yerin Çarşamba diyorlar başka bir şey demiyorlar. Ne yapacağım ben Çarşamba’da. Dinsizin hakkından imansız gelir diye, özellikle yaptılar bunu.
—Sen hele Çarşamba İslam Cumhuriyeti’ne git, aynayı Konya’yı iyice öğren. Seni ancak İsmail Ağa Cemaati paklar.
Bırakayım, Allah kahretsin bu öğretmenliği diyorum, yapamıyorum. Memleket işsiz kaynıyor. Birçok üniversite mezunu için öğretmenlik bulunmaz nimet. Maaşı düşük de olsa öğretmen olmayı bekleyen binlerce insan sırada bekliyor. Hiçbir yere kaçamam. Sürünmeye, hakaret görmeye, haksızlık yaşamaya mecburum.
Yeniden içinde bulunduğum durumu düşünmeye başlıyorum. Evet, yapacak bir şey yok. Kalkıp Çarşamba’ya doğru yola koyuluyorum. Bir saat kadar sonra Çarşamba’dayım.
Aman Allah’ım… Bir yanlışlık var bu işte. İstanbul’da bir semte değil de, sanki İran’a geldim. Kum kenti’nde ya da Afganistan’da hiç tanımadığım bir şehirdeyim. Her taraf cübbeli adamlarla, türbanlı, kara çarşaflı kadınlarla dolu. Yalnız yetişkinler değil, çocuklar da öyle. Küçücük kız çocuklarına peçe takmışlar, kara çarşaf giydirmişler. Oğlan çocukları babaları gibi dedeleri gibi cübbeyle dolaşıyor.
Dükkânların ismi de garip: Hicret Market, Bereket Kuru Yemiş, Şükür Kıraathanesi, Buhara Pastanesi, Taşkent Terzisi… Böyle böyle isimler işte.
Yabancı olduğum her halimden belli. Aydan gelmişim gibi ağzım açık etrafa bakıyorum. Ben etrafı süzerken etraftakiler de beni süzüyor. Onlar gibi giyinmeyen bir adam, bu Müslüman mahallesinde ne arıyor?
Etraftaki kitapçı dükkânları dikkatimi çekiyor. Maşallah diyorum, bu insanlar bizler gibi değil bayağı kitap okuyorlar. Ama nasıl kitaplar: Tefsir kitapları, kadınlara öğütler içeren dini yayınlar. Birçoğu özenle basılmış. Vitrininde: “Tesettürlü Bayan Aranıyor” yazan bir kitapçı dükkânının önündeyim. İçeri girsem mi acaba?
Sanki anlamını çözemediğim bir düş görüyorum. Ya da bir zaman tüneline bindirilip çok uzaklara gönderildim. Burası Türkiye ama zaman şimdiki zaman değil. Bir an kendimi her şeyden soyutlanmış hissediyorum. Ben buralı değilim. Uzaydan geldim. Turistim. Bu yüzden de gördüğüm her şeyi merak ediyorum. Tesettür giysileri satılan dükkânları, misvak çeşitleri satılan baharatçıları, teşbihçileri, takke, tespih satıcılarını her şeyi merak ediyorum. Bu duyguyla kitapçı dükkânından içeri giriyorum. Vay be diyorum içimden raftaki kitapları görünce… Beyoğlu’nda bile bu kadar kitap satılmıyordur. Dükkân kaynıyor. Raflar, yerden tavana katar kitapla dolu. Ama ne kitaplar… Şeriat insandan ne istiyor? Yatak odanızda bile nasıl davranacağınızı anlatan kitaplar var. Bana göre çoğu beş para etmez ama bu beş para etmez kitaplar, İstanbul’un orta yerinde bağımsız bir İslam devletinin oluşmasına aracılık etmiş.
Etrafı dolaşmaya zaman da yok aslında. Biran önce bir ev bulmalıyım. Artık ben de Çarşambalı sayılırım. Bayrampaşa’da oturmaya devam edemem. Maaşım yol parasına yetmez. Ayrıca ulaşım sorunu var. Derse yetişmek için sabahın köründe yola çıkmam gerekir.
Önce ara sokakları dolaşıyorum doğal olarak. Cadde üzerindeki evler pahalı. Üzerinde “kiralık” yazan birkaç ev bulunca seviniyorum. Ev sahipleri, takkeli, cüppeli adamlar. Bekârım deyince kimse yüzüme bakmıyor.
—Size göre ev bulunmaz burada, diyorlar.
Ne demek bana göre ev bulunmaz? Bekâr olmak suç mu? Ayrıca evlenmeyi hiç mi istemedim sanıyorsunuz? Gerçekten zor durumdayım. Bekâr olmam bir tarafa, sözü edilen kirayı bile karşılayacak gücüm yok. En ucuz ev 500 YTL.
Dolaşmaktan ayaklarıma kara sular iniyor. Cadde üzerinde bir emlakçi çıkıyor karşıma. Medine Emlak. Hemen hemen bütün işyeri sahipleri gibi bu emlakçi da takkeli ve cübbeli bir adam.
Cübbe burada sembol olarak kullanılıyor. Bunu biliyorum artık. İsmail Ağa Cemaati’nden olan herkes aralarında anlaşmışlar. Başka insanlardan ayırt edilmek için hepimiz aynı giysiler içinde olmalıyız demişler. Görür görmez hemen tanıyorsunuz cemaat üyelerini.
Giderek ev bulma umudumu yitirmeye başlıyorum. Yok. Böyle bir semte yerleşmemim imkânı yok. Bu durumu kime nasıl anlatacağım? Milli eğitim müdürüne gidip bir kez daha yalvarsam.
—Ne olur Çarşamba’ya göndermekten vazgeçin beni. Ekmeğimden olacağı, mesleği bırakmak zorunda kalacağım. Allahınızı seviyorsanız yapmayın bu kötülüğü bana.
Ne desem boş! Kimse halimden anlamayacak biliyorum. Adımı bölücüye çıkardılar. Devletin camisinde örgütlenen tarikat üyeleri bölücü değil. Bölücü benim gibi bir öğretmen. Vurun bölücüye! Bölücülere ölüm! Bölücü bir öğretmen işinden olunmuş kimin umurunda. Ellerine kına yakarlar. Bize karşı gelmek ne demekmiş gördün gününü derler.
Düşünüyorum: Burası Müslüman Mahallesi. Burada iyi insanlar olur. Bu iyi insanlar halden anlar. Hele de bir öğretmenin halinden. Hani nerede o iyi insanlar? Saatlerdir dolanıyorum, öğretmenim diyorum, ev arıyorum. Kimse yüzüme bakmıyor. Hatta gözlerinde açıkça şunu okuyorum:
—Biz öğretmenleri sevmeyiz. Hele de senin gibi olanları.
Ne var halimde?
Hani cübben, hani takken? Bir din adamının ya da siyaset adamının selamıyla İsmail Ağa Cemaati’ne başvurmadım.
Bir yetkili, Cemaatin ileri gelenlerinden birini arayıp şöyle deseydi:
—Size işimize yaracak Müslüman bir öğretmen gönderiyoruz. Eve ihtiyacı var. Öğretmene sahip olun!
Sonucun ne olacağını tahmin edebiliyorum. Cemaatin ileri gelenleri hemen beni bir eve yerleştirirlerdi. Kira bile ödemezdim o zaman.
Kafa yok ki bende. Bunca yıl, güç ve para getirmeyen ne iş varsa bulaştım. Yıllarca solculuk yaptım. Edebiyatla uğraştım. Şiirler yazdım. Hiçbir yayınevinin yüzüne bakmadığı şiirler. Bu ülkede rahat etmek istiyorsan dinci olacaksın. Ticaretle uğraşacaksın. Yapmadım.
Neyse… Ev bulmak ne mümkün. Cadde üzerindeki evlerin kirası 1000’le 1500 YTL arasında değişiyor. Burada oturanlar maaşımdan daha fazla parayı kira olarak verebiliyorlar. Belli ki cemaat üyeleri iyi para kazanıyor. Ve aralarında benim gibi bir öğretmene kesinlikle yer yok.
Bir sabah gidip durumu ilçe milli eğitim müdürlüğüne anlatmak istiyorum. Müdür adımı duyar duymaz dışarı fırlıyor:
—Ne istiyorsun kardeşim! diyor.
—Ne isteyeceğim müdür bey,” diyorum. Ev bulamıyorum, lütfen bu kötülüğü yapmayın bana.
—Biz kimseye kötülük yapmayız! Burası kötülük yapma yeri değil. Ne yapıyorsak görevimiz çerçevesinde yapıyoruz.
Böyle görev olmaz olsun. Adamlar her şeyin kılıfını buluyor. Şimdi de norm kadro çıkardılar.
—Bulunduğunuz okulda norm fazlası görünüyorsunuz! Yasa gereği başka okula gitmeniz şart!
İyi! Ama nasıl gideceğim? Önce siyasi suçluydum, şimdi norm fazlası oldum.
—Orası bizi ilgilendirmez. Öğretmene ev bulmak benim görevim değil!
Önümde iki seçenek var: Ya öğretmenliği bırakacağım ya da Bayrampaşa’dan, Çarşamba’ya gidip gelmeyi göze alacağım. İki ucu boklu değnek yani.
Bir süre bu şekilde dayanmaya çalışıyorum.
Okul takkeli erkek öğrencilerle dolu. Okuldan çıkar çıkmaz babaları gibi cübbe giyiyorlar. Sınıfta takke takan öğrencileri uyarıyorum.
Bazı öğretmenler:
—Burası Çarşamba hocam, diyorlar. Kendine dikkat et!
—Etmezsem ne olacak? Ayrıca ne demek Çarşamba? Burası Türkiye arkadaş! Atatürk Cumhuriyeti.
—Sen öyle san!
Neyse işte… Gel zaman git zaman benim ev sorunu öğrencilerin de kulağına gidiyor. Bir gün bir kız öğrenci yanıma gelerek:
—Bizim kiralık evimiz var öğretmenim! diyor.
Kızın adı Meryem. Gerçek adının Maria olduğunu daha sonra öğreniyorum. Meryem babaannesiyle yaşıyor. Annesi ölmüş. Babası Amerika’da. Arada sırada kızını görmeye Türkiye’ye geliyor. Yahudi olan aile uzun zamandır Türkiye’de yaşıyor. Çarşamba’ya 70’li yollarda gelmişler.
Babaanne:
—O yıllarda buralar böyle değildi yavrum, diyor. İsmail Ağa Cemaati denen bu Cemaat sonradan türedi.
Babaannenin adı, Rukiye. Rukiye adında bir Yahudi olacağını hiç düşünmemiştim. Türkiye’de her şey mümkün.
O günden sonra Rukiye teyzenin kiracısı oluyorum. Bir apartmanın en alt katında, iki göz bir dairesi varmış. Bakımsız bir daire. Boya badana yaptım, tertemiz oldu. Kirası 300 YTL. Buna da şükür. Zamandan kazandım, yol parasından tasarruf ettim. Her gece Allah senden razı olsun Rukiye teyze diyorum. Evlerimiz yakın olduğu için arada sırada pişirdiği yemeklerden de gönderiyor Rukiye teyze bana.
İşin kötü tarafı şu: Oturduğum bina baştan sona cemaat üyeleriyle dolu. Kadınlar hamam böceği gibi kara çarşaflı. Beni görünce öcü görmüş gibi davranıyorlar. Cübbeli adamlar yüzüme bakmıyor.
Etrafta içki içilen, içki satılan bir tane iş yeri yok. Aybaşından aybaşına bir şişe rakı alıyorum. Tabii başka bir semtten. O kadar yobazın arasından, zulada bir şişe rakıyla geçmek garip bir heyecan veriyor. Bir gün biri kapımı çalar da:
—Bu evde içki mi içiliyor? diye sorarsa ne yapacağım bilmiyorum.
Hafta sonları, yine saat satmak için genelevin yolunu tutuyorum. Şuana kadar en iyi satış yapabildiğim yer burası.
Bir akşam eve dönerken İsmail Ağa Camisi’nin önünde büyük bir kalabalık gördüm. Ne kadar cübbeli adam varsa caminin önünde toplanmıştı. Ne olduğunu anlamadım. Etraf polis kaynıyor. Medya haber kovalıyor.
Otobüsten iner inmez yoldan geçen birine sordum:
—Ne oldu?
—Ne olacak Ali Hoca’yı öldürdüler.
Ali Hoca da kim diye soramadım tabii. Belli ki herkes tanıyor Ali Hoca’yı.
Kendi ülkemde yabancı gibiyim. Gerçekten Çarşamba’nın yabancısıyım. Etrafta tuhaf şeyler oluyor. Sanki ayrı dili konuşuyoruz bu insanlarla. Ben Atatürkçüyüm. Onlar Atatürk Cumhuriyeti’ni şeriat düzenine çevirmek isteyenler.
Eve gelir gelmez televizyonu açıyorum. Neler olmuş neler. İsmail Ağa Camii’nde cinayet işlenmiş. Cemaat üyesi bir genç, Ali Hoca olarak tanınan, cemaatin önde gelen imamlarından birini öldürmüş.
Katilin nasıl öldüğü meçhul. Kimine göre başını mihraba vurarak intihar etmiş. Bu güne kadar hiç böyle bir intihar türü duymadım. Kadının biri kafasını mutfak tezgâhına vurarak ölmeye çalışıyor mesela. Burası Türkiye, her şey olur. Ama diğer iddia bence daha mantıklı. Bu iddiaya göre, cemaat üyeleri katili linç ederek öldürmüşler.
Akşam yatarken camide olanları zihnimde canlandırmaya çalışıyorum:
Onlarca, belki yüzlerce insan var camide. Ali Hoca bıçaklanarak öldürülünce ortalık birbirine giriyor. Ve o büyük kalabalık… Takkeli, cübbeli, sakallı adamlar kalabalığı… Hocayı öldüren genci, kıskıvrak yakalıyorlar. Aralarına alıp linç ediyorlar. Allah Allah mı diyorlar o sırada? Ya Allah ya Muhammet mi diyorlar? Ne diyorlar? Madımak Oteli’ni yakan yobazlar geliyor aklıma.
Manzara gözümün önünden gitmiyor. Yolda gördüğüm sakallı adamların yüzü büyüdükçe büyüyor. Çarpık çurpuk yüzler üzerime üzerime geliyor. Deli göz bebekleri… Onlarca, yüzlerce deli göz bebeği üzerime üzerime geliyor.
—Rakı kokuyor bu kâfirin ağzı!
—Gel lan buraya kâfir oğlu kâfir!
—Asalım bunu, keselim bunu!
—Allah belamı versin bir daha içmeyeceğim, ne olur asmayın beni!
Korkuyorum. Gerçekten korkuyorum.
Bu semtte nasıl yaşayacağım bilmiyorum. Alışayım diyorum olmuyor. Bu insanları tanımıyorum. Kim bunlar? Kötü bir rüyada gibiyim. Rüyamda, kendilerini iyi insanlar olarak tanıtan şeytanlar dolaşıyor.
—Kimsiniz siz? diye soruyorum.
—Bizler Müslüman’ız bire kâfir diyorlar!
Namaz kılan, oruç tutan annem geliyor, babam geliyor aklıma. Doğup büyüdüğüm kasabanın Müslüman halkı. Tanıdığım hiçbir Müslüman bunlara benzemiyor. Bunlar başka bir şey. Kesinlikle Müslüman değil bunlar.
Başımı yorganın altına gömüp uyumaya çalışıyorum. Dışardan sesler geliyor. İlahi sesleri. Üst kata oturan aile bütün gün ilahi dinliyor. Sesleri CD’den gelen bir takım adamlar garip sesler çıkararak bağırıyorlar.
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
28 Temmuz 2007       Mesaj #1110
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Bugün sakin ve güzel bir gündü. Görünüşte diğer günlerden farkı olmayan bir gün; ancak, hiç de göründüğü gibi bir gün değildi. Bakmasını bilen için hiçbir zaman günler birbirinin aynısı değildir. Çevreye kapalı gözle bakanlar olan bitenden habersiz yaşadıkları için çevrelerinden hiçbir şeyin değişmediğini söylerler. Aradan yıllar geçmesine rağmen görüştüğünüz birine: “Ben oradan ayrıldıktan sonra neler oldu, ne değişti?” diye sorduğunuz zaman genellikle: “Her şey bıraktığın gibi” cevabını alırsınız. Bu sözün iki anlamı var: “birincisi, sana anlatmak istemiyorum, ikincisi ise ben kör yaşıyorum....” Ne yazık ki bu gizli cevaplardan çoğu zaman ikincisi doğru oluyor. Bundan şunu anlıyoruz ki biz bir sürü körle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bu insanların dünyayı anlamaları ve ona karşı da tavır almaları da çok farklı oluyor. Onlar dünyayı körlerin fili tarif etmesi gibi parça parça anlıyorlar, bu yüzden de mutlu olmaları mümkün olmuyor. O bunları düşünürken karşı balkondan bir müzik sesi geldi. Sonra etrafındaki çiçeklerin kokusunu hissetti. Bir rüzgar esti, onun serinliği bütün vücudunu sardı. Balkona baktı, çok güzel sarışın bir kız balkon demirlerine dayanmış gökyüzüne bakıp müziğin ritmine uyarak başını sallıyor ve ara sıra ağzındaki sakızı şişirip şişirip patlatıyordu. Önce kıza baktı. Sonra müziğe kulak verdi. Çok yanık bir türküydü bu. Sonu hüsranla biten, acı bir aşk hikayesinin türküsü.. Türküleri ve bunların hayatla olan sıkı bağlarını düşündü. Hiçbir edebi tür Türküler kadar hayatı derinden kavramıyordu. Yine hiçbir edebi tür Türküler kadar yaşanmamıştır. İşin garibi, Türküler hep yanık, hep acıklıydı. Hemen hepsinin temelinde gönül kanatan bir hikaye vardı. Bu yüzden de Türkülerimiz hep gözü yaşlıdır. Onları dinleyenlerin de gönülleri kanar ve gözleri yaşarır. Anadolu’da görev yaparken küçük bir kız çocuktan bir türkü dinlemişti. Nişanlanan genç başlık parası biriktirmek için gurbete çıkar. Aradan yıllar geçer. Başlık parasını biriktiren genç adam evine varır. İçeriye girer onu kimse karşılamaz. Ev boştur ve terk edilmiş bir hali vardır. Bir müddet sonra komşular onun etrafını alırlar. Genç adam onlara ana babasını sorar. Ona iki mezar gösterirler: “Aha anay babay burda” derler. Genç sarsılır, gözleri dalar, bir müddet geçer; bu sefer de: “Ya nişanlım Fato nerde” der. Komşular birbirinin yüzüne bakarlar ve: “O çoktan evlendi” diye cevap verirler. Gurbetten dönen bu insan kendi köyünde gurbeti bulur. Ana babası ölmüş, sevdiği Fato’su başkasının olmuştur. Artık o orada duramayacak ve çekip gidecektir. Çünkü başka çaresi kalmamıştır.
Balkondan gelen sesteki Türkü de bundan farksızdı. O anda bunun gibi binlerce, hatta yüz binlerce anlatılmamış sevda masalını düşündü. Bunlar bilinen hikayelerdi, ya bilinmeyenler. Çevresindeki insanları düşündü. Yanından gelip geçen bu insan selinde kim bilir ne acı fakat anlatılmamış sevda hikayeleri vardı. Sonra kendini düşündü. Onu hala yakan ve bir türlü peşini bırakmayan bir hikayesi yok muydu? Elbette vardı; ama ne yazık ki bu hikayenin bir Türküsü bile yoktu.
Gözlerini uzaklara, çok uzaklara dikti. Önündeki beton blokları delen bakışları çok uzak yıllara uzandı. İçinde çok ince bir sızı başladı. Bu sızı yavaş yavaş bütün uzviyetini sardı. Öyle ki bir müddet sonra baştan ayağa acı içinde kaldı. Bunca yıldan sonra hala aynı duyguları duyuyor olmasına şaştı. Kalbi çarpıyor, sanki yeniden o güzel günlere geri dönmüş gibi yüzü kıpkırmızı kesiliyor, dili tutuluyor, içi daralıyordu. Yaşı altmışı geçiyordu. Aradan yirmi yıl geçmişti. O hala yüreğini yakan bu aşkı içinden söküp atamamış, ondan kaçamamıştı. Sevdiği kadını nerede ve nasıl tanıdığını hiç düşünmedi. Onu görmeden sevmiş, ona deliler gibi bağlanmıştı. Aylarca konuşmuşlar, telefonlaşmışlardı. Onu çok sevmişti, fakat, sevdiği kadın evliydi. O da evliydi. Buna rağmen onu çok sevmişti. Kadın da bu duygulara kayıtsız kalmamış o da onu tertemiz duygularla sevmiş, ona bağlanmıştı. Bu çaresiz bir aşktı. Kavuşmaları, aynı çatı altına gelmeleri, birlikte bir yuva kurmaları imkansızdı. İkisi de bunu biliyordu, bu çaresizliği yenmeye güçleri yoktu. Kader onları koparılması imkansız bağlarla ayrılığa bağlamıştı. Bu bağları koparmaya çalışmadılar. Biliyorlardı ki bu bağları koparmaya çalıştıkça çaresizliklerini daha derinden anlayacaklar ve daha çok acı çekeceklerdi. İlk buluşmalarını düşündü. İstanbul’da buluşmuşlardı. İkisi de on sekizlik aşıklar gibi heyecanlıydı.. Yanlarında daha üç kadın vardı. Bir müddet birlikte konuştular, sonra kadınlar kalkıp onları baş başa bıraktılar... Adamını dili tutulmuştu, hasretlisi yanındaydı. Ona istese dokunabilirdi; ama, buna bir türlü cesaret edemiyordu... Dokunsa sanki elinden uçup gidecekmiş gibi bir hisse kapılıyordu... Ona, canım, sevgilim sen benim bir tanemsin, sen benim ömrümün anlamısın, sen benim ruhumsun, sen.. sen... ve daha bunun gibi dünyada ne kadar güzel şey varsa söylemek istiyordu... Fakat boğazına bir şey düğümlendi... Bütün bu düşündükleri orada takılı kaldı, bir türlü dudaklarından dökülüp o sevgili yare ulaşamadı...

Kadın onunla pek göz göze gelmek istemiyordu... Nedendir bilinmez ama, adam, her şeyin bittiğini düşünüyordu... Daha önceki konuşmaların sıcaklığını bir türlü bulamıyordu... Ancak onu çok daha derinden sevdiğini hissediyordu. Yüreğini büyük bir acı sardı. Gözleri doldu... Ağlamamak için kendini güç tuttu... Kadın konuşmasını bekledi ve dayanamadı: “Söyle” dedi. Adam önüne baktı. Konuşmaya gücü yoktu. Konuşsa sesi ağlamaklı çıkacak ve kendini tutamayıp ağlayacak, etraftakilere rezil olacaktı... Kadına: “gözlerime bakmıyor musun, anlamıyor musun?” diyebildi... Kadın: “Elbette bakıyorum ve anlıyorum, o kadar aptal değilim” dedi. Adam: “Bana doğru söyle, beni seviyor musun?” diye sordu. Kadın: “evet” dedi... Çok mutlu olmuştu... Ama içindeki azabı bu söz de dindiremedi... Biliyordu, bu ilk ve son buluşmaydı... Kadın aynı şeyi düşünüyormuydu bilmiyordu... Belki onu kırmamak için: “Gün doğmadan neler
doğar, bakarsın ilerde yine buluşuruz, yine görüşürüz” dedi... Bu pek inand! ırıcı gelmedi adama...

Ayrılma zamanı gelmişti. Kalktılar... Yürüdüler ve yemek yiyen diğer üç kadının yanına gittiler. Adam: “Ben gidiyorum, siz yemek yiyorsunuz, sofrada elinizi sıkmayım, tanıştığıma memnun oldum” dedi ve hemen yanında ayakta duran sarışın kadının elini tuttu. Ona ne dediğini bilmiyordu... Ayrıldılar... Adam giderken defalarca geriye dönüp o güzel sevgilisine içi kan ağlayarak baktı... Ne yazık ki onun sırtı ona dönüktü, yüzünü çok istediği halde göremedi...

Bu onların son görüşmesi olmuştu......
Saatlerce oturduğu yerden biraz zorlukla da olsa doğruldu. Evin önündeki çiçeklere doğru yürüdü. Hepsine teker teker baktı ve hepsini okşayıp sevdi. En sonunda bir sarı gülün önünde durdu. Onu eline aldı. Eğildi ve derin derin içine çekerek kokladı. Yapraklarını tek tek okşadı, sevdi. Yoldan geçenler bu yaşlı adamın çiçekleri ne kadar sevdiğini düşündüler. Ona hayretle baktılar, gıpta ettiler. Ne yazık ki hiç biri onun o sarı gülü neden bu kadar sevdiğini ve onu okşarken içinde bir ateşin yandığını bilmiyordu. Gülün üzerine düşen iki damla gözyaşını ise yaşlı adamın kendisinden başka hiç kimse görmedi.

CEMİL CENNET

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat