Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 117

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 591.772 Cevap: 1.812
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
11 Ağustos 2007       Mesaj #1161
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
"Eski zamanlarin birinde bir adam hayatin anlaminin ne olduguna takmis kafayi..
Buldugu hiçbir cevap ona yeterli gelmemis ve baskalarina sormaya karar vermis..
Sponsorlu Bağlantılar
Ama aldigi cevaplarda ona yetmemis.Fakat mutlaka bir cevabi olmali diyormus..
Ve dolasip herkese bunu sormaya karar vermis.. Köy,kasaba,ülke dolasmis bu arada zamanda durmuyor tabiki ...
Tam umudunu yitirmisken bir köyde konustugu insanlar ona

-Su karsi ki daglari görüyormusun,orada yasli bir bilge yasar! istersen ona git belki o sana aradigin cevabi verebilir. " demisler.
Çok zorlu bir yolculuk sonunda Bilgenin yasadigi eve ulasmis adam. Kapidan içeri girmis ve bilgeye Hayatin anlaminin ne oldugunu somus..
Bilge sana bunun cevabini söylerim ama önce bir sinavdan geçmen gerekiyor demis ...
Adam kabul etmis..

Bilge bir çay kasigi vermis adamin eline ve içinede silme bir sekilde zeytinyag doldurmus. Simdi çik ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel ... Yalniz dikkat et ka***taki zeytinyag eksilmesin eger bir damla eksilirse kaybedersin..
Adam gözü çay kasiginda bahçeyi turlayip gelmis.Bilge bakmis evet demis ka***ta yag eksilmemis,peki bahçe nasildi? Adam saskin..
Ama demis ben ka***tan baska bir yere bakmadim ki...
Simdi tekrar bahçeyi dolasiyorsun ka*** yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demis Bilge...

Adam tekrar bahçeye çikmis gördügü güzellikler büyülemis muhtesem bir bahçedeymis çünkü ...
Geri geldiginde bilge, adama bahçe nasildi diye sormus ...
Adam gördügü güzellikler karsisinda büyülendigini anlatmis..

Bilge gülümsemis ,ama ka***ta hiç yag kalmamis demis ve eklemis :
"Hayat senin bakisinla anlam kazanir ya sadece bir noktayi görürsün hayatin akip gider sen farkina varmazsin..
Yada görebilecegin tüm güzelliklerin tam ortasinda hayati yasarsin akip giden zamanin anlam kazanir ... "

"Hayatinin anlami senin bakislarinda gizlidir GİZEM DEMİR

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ağustos 2007       Mesaj #1162
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşkın HikayesiBir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.
Sponsorlu Bağlantılar

Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.
Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.
Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde, geçmekteymiş.
Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş.
Zenginlik, "Hayır, alamam.Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.
Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et!",
Kibir "Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş.
Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim."
Üzüntü "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var."
Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki Aşk'ın çağrısını duymamış.
Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."
Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.
Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk'a yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi'ye sormuş:
"Bana yardım eden kimdi?" Bilgi "O, Zaman'dı" diye cevap vermiş.
"Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:

"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir

isimsiz kral
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Ağustos 2007       Mesaj #1163
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ağladığımda Mendilim OlDün yine gökyüzünün masmavi görkemi ve hayalini çizdiğim bembeyaz bulutlarının altında seni bekledim. Uzaklarda gülümseyen gökkuşağının renkleri içinde aradım seni, yoktun. Yokluğun, bir canavarın dişlerinde yüreğimi kemirip duruyor. Yokluğun cehennemim, yokluğun zifiri karanlığım, zindanım oldu. Belki, bir köşeden çıkıp gelirsin diye bütün gün seni düşleyip, gözlerim ufukta, kucağım dolu sevgi, yüreğimde binbir umut yeşertip ve ölesiye bir özlemle bekledim seni, gelmedin... Seni ne kadar özlediğimi bilmiyorsun. Bir bilsen seni ne kadar çok özlediğimi; dağları, tepeleri aşar, denizleri, ovaları devirip gelirdin bana...

İçim özleminle nasıl dolup taşıyor, özleminle nasıl tutuşuyor bir bilsen. Yüreğimin bütün bentleri paramparça sensiz. Şimdi yüreğimin her kıyısından özlem sızıyor. Yüreğime de söz geçiremiyorum artık. Biz bu dünyada seninle çıkarsız, yalansız, hilesiz hesapsız sevdik birbirimizi.. Yüreğimizin bembeyaz tuvaline maviyi fonlayarak ve aşkın da kıpkızıl resmini de çizerek; insanları, kuşları, dağları, çiçekleri, suları da öyle hilesiz sevmiştik.

Biz seninle bütün engellere rağmen, bitmez tükenmez bir azimle sevginin doruğuna erişmek için tırmandık hayat yokuşunu. Ve bitip tükenmeyen bir aşkla sevdik birbirimizi. Biz seninle uzak dağ başlarına yazdık umutlarımızı. Denizlere, dalgalara, fırtınalara, acılara, korkulara, uçurumlara yazdık sevdamızı. Biz seninle kanatları sevdalı iki güvercindik mavi göklerde. Kanat çırptıkça yükseldik sevdalara, yükseldikçe sevdalara avcılar düştü peşimize.

Zamanın acımazsızlığına, aramızdaki mesafelere, etrafımızdaki çirkinliklere, günübirlik aşklara, saldırılara, satılık sevgilere rağmen, biz yine de yüreğimizde hiç sönmeyen bir yangınla özledik birbirimizi, en kutsal aşkla sevdik, kirletmeden umutlarımızı bekledik...

Senden ayrılalı günlerin, ayların, yılların nasıl geçtiğini bilemez, hesabını tutamaz oldum. Her seher uyanınca dağların esen rüzgarlarına açıyorum penceremi, o ölümüne özlediğim kokunu getirir diye. Bir nebze de olsa dindirir yada söndürür diye yüreğimdeki özlemin ateşini...

Her gece menekşe rengi gözlerini demledim hayalimde. İpek saçlarını, sevdalı gülüşlerini, inci dişlerini demledim. Ne çok severdin yayla yollarında türküler söylemeyi, ellerimi avucunun içine alıp, başını göğsüme dayamayı. Şimdi her gece, insana hayat veren ve yüreğime nakış nakış işleyen sevda sözlerin dolaşıyor kulaklarımda , paylaştığımız ümit dolu tatlı hayalleímiz.

Yılmak yoktu bizim için bu yolda. Ağlamak, sızlanmak yoktu, geriye dönmek hiç yoktu. Zordu, çetindi bizim sevdamız ama her şeye ve çekilen tüm acılara değerdi. Sabır diyordun. Sabrı, ümit etmeyi, sevmeyi, zorluklara karşı direnmeyi de senden öğrenmiştim. Konuşurken insanın yüzüne dosdoğru bakmayı, dürüst ve namuslu bakmayı, merhameti, acımayı, insan gibi düşünmeyi senden öğrenmiştim. Senden öğrenmiştim sevdalara türkü yakmayı...

Şimdi Ren nehrinin kıyısında dalgın bakışlarla dalıp dalıp gidiyorum uzaklara. Gökyüzü masmavi ve saatler yorgun bir su gibi akıp gidiyor gözlerimde.. Ufka, gökmavisinin kızılla birleştiği o ince sıcak ve yumuşak çizgiye bakıyorum. Bir kuş gelip konuyor saçlarıma, yüreğimi ipekten kanatlarına sarıp sana gönderiyorum...

Seni düşünüyorum. Seni düşünmek gökyüzü olmak gibi bir şey bazen, ya da rotası belli olmayan bir gemiye binip, yeni iklimlere yelken açmak gibi. İnsan olmayan bir adada inip, Robinson gibi insansız bir yaşam kurmak istiyorum. Ve o adada bir ömür yalnız seni beklemek istiyorum...

Saatler su gibi akıp gidiyor. Bir gemi yanaşıyor kıyıya, inen yolcuları izliyorum, sen yoksun. “ Kahretsin !”. diyorum.” Ne olur çıkıp gelse, sarılsa boynuma.” Bir gemi uzaklaşıyor limandan. Suların devinimleri akıyor gözlerimde, karışıp gidiyor uzaklara... Seninle suyu pırıl pırıl bir pınarın başında buluşmak, ellerini tutmak, yüreğinin sımsıcak yerinden, menekşe gözlerinden, narçiçeği dudaklarından öpmek, serin nefesini doyasıya içmek ve doyasıya içime çekmek geçiyor içimden... Sonra sarılıp, sımsıkı kucaklamak ve sevinçten havalara uçmak geçiyor ...

Ağladığımda mendil, güldüğümde kahkaha, susadığımda su olmanı, uyuduğumda rüyalarıma girmeni, her sabah alnımdan öperek uyandırmanı istiyorum...

Her gece kuş olup sana doğru uçmak, ardında serin rüzgarlar bırakarak, dağlar, denizler, ormanlar aşıp, bir pınarın başında menekşe gözlerine konmak geçiyor içimden. Dalgın bakışlarından, sevdalı yüreğinden öpmek geçiyor. O an bütün ağaçlar diz çökmeli diyorum, özleminle kanayan yüreğime. Bütün yıldızlar göz kırpmalı mutluluklara. “Allahım bu kadar mutluluk çok.” deyip, ellerimi gökyüzüne kaldırıp ağlamalıyım. Gökler de ağlamalı benimle, bulutlar, ırmaklar, yıldızlar da ağlamalı...

Şunu bilmelisin ki, nerede olursam olayım, hangi iklimde kalırsam kalayım, vakti geldiğinde bir gün mutlaka, yüreğim alıp beni sana getirecektir. Ben buna bütün kalbimle inanıyorum, sen de bütün kalbinle inan. Hiç bir yol bilmesem de, gelmeye kalmasa da mecalim geleceğim inan... Bekle...

Sevgiler büyüttüm
kır çiçeklerinden, güneşin kanını emen
umutlar yeşerttim bahar renginde al yeşil
dağlarda kar erirken ceylanlar emzirdim
melekler uyandırdım her tan ağardığında
toplamak için bütün düş kırıklarını aynalardan
yıldızlarla selam yolladım sana
ve her gece mavi bir kuş tutup avuçlarıma
dudaklara gül ve rüzgar iliştirdim dağların doruklarına
gelmedin.

upuzun köprüler kurdum içimdeki yolculuklara sana kavuşmak için
beyaz günlere uzandım beyaz atlarla, sana getirsinler diye umutlarımı
seninle öpüşürken
beyaz beyaz güvercinler kanat çırpıyordu mavi göklerin burçlarında
bütün ayrılıkların, savaşların, ihanetlerin üzerine bir çizgi çekiyordum
en güzel barış çiçeklerini versin diye dünya

ak alınlı taylar koşarken alnımın çayırlarında
al türkülerle inledim lekesiz sabahlara her bahar
özlemler kanatıp gecelerin sayfalarında
mavi rüzgarların terkisinde sevgiler yolladım sana
çoğaldıkça çoğaldı çılgınlığım
kanımda milyonlarca yıldız tutuştu
alevler içinde parlayan nehirler aktı yüreğime her defasında
her suyun sesine bir damla gözyaşı bıraktım senin için
gül desenli yaylalara bilmedin

bilki sensiz uzak bir dağbaşı ıssızlığıyım
yoksan ürpertilerde tiril tirildir yapraklarım
seni özlemenin korkunç girdabında
göğünü ve yönünü yitirmiş göçmen bir bulut olup
her gece uçurumlara ağlarım

hasret ateşine bürünürken geceler
uzun ayrılıkların dağladığı sevdalarda
korkunç alevler içirdim seni seven yanıma
iç çekmeyi öğrendi bir yanım, acı çekmeyi bir yanım
ve ardından oturup ağladım küskün ırmaklar gibi
karışıp gitti gözyaşlarım çağlayanlara
silmedin

ey kırçıl saçlarımda yıldız tutuşturan
alıp savuran yangınlara yalnızlıklara
hazan bahçelerinde yaralı bir güldür kalbim şimdi
dört mevsim aşkı kanayan
sen ki, yüreğimde demlenen aysın her gece
gözlerimde çiçeklenen aşk
uzun saçlı hasretimsin
geçen bütün mevsimlerde seni bekledim
gelmedin

özlemlerle yaralı bir yağmur bulutuyum şimdi
firari bir hüznün girdabında yitirdim güldesenli sevinçlerimi
bil ki, çağlayan bütün nehirler benim gözlerimdir
benim yüreğimdir ağlayan bütün denizler
su içtiğim bütün pınarlarda seni susarım
seni sorarım geçtiğim bütün yollarda
düştüğüm her uçuruma bir tutam çiçek bırakır gibi
bir tutam kor ve bir demet gözyaşı bıraktım senin için
gelmedin bilmedin silmedin...

Bir gün gökyüzü gülünce ve geçince üşümesi kalbimin
bütün hasretleri yükleyip rüzgarın kanatlarına
yüreğimde taşıdığım sevda aleviyle
upuzun yollardan çıkıp geleceğim sana... Bekle...
Nuri Can
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
13 Ağustos 2007       Mesaj #1164
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
İçim bir tuhaf. Kimseyle konuşmak istemiyorum. Kaçmak geliyor içimden kaçmak.. İnsanlardan ve kendimden. Ama heyhât; misafirim. Bu ev caddenin içinde. Kalabalıklardan uzaklaşabilmem için bir saat zaman lâzım. Buna katlanamam. Bu kadarına tahammülüm yok. Takatsizim. Bir saat kalabalık, insan, makina, bina görmek ve gürültülerle boğuşabilme gücünü bulamıyorum kendimde göze alamıyorum dışarı çıkmayı. İçim ıslak, üstüm başım nemli gibi, hangi elemden acaba? Büzülmek istiyorum, büzülüyorum, istemesem de. Orada kendimle başbaşa kalsam. Düşünsem... düşünsem... Gündüzleyin geceyi arasam.. Kapatsam perdeleri, ışıkları görmesem... Yahut benliğimin loşluğuna eş bir loşluk bulsam ve yorganı ışık sızmayacak şekilde başıma çeksem.. Ne mümkün? Hangi odayı açtıysam birkaç kişiyle karşılaştım. Az veya çok; günâhla kirlenmiş çehrelere bakmak istemiyorum. Sanki kendi çehrem çok temizmiş gibi.. Yüzlerin, gözlerin derinliklerine bakışlarım nüfuz etmesin. Başım eğik kalsın. Yüzümdeki muzdarip çizgilere bakmayın. Konuşmayın benimle. Hasta mısın? Hayır. Sizin derman olmak istemeniz bana zarar. Bu dert, bu tasa bana lâzım. Yalnız kalmak, benliğimi mıncıklamak, tefekkürle yoğurmak, şekillendirmek için, bu inziva düşüncesi. Anlıyorsunuz değil mi? Ah. siz ne kadar anlayışlısınız. Beni kendi hâlime bırakıyorsunuz, şuurumun durulup berraklaşmasına imkân verip fırsat tanıyorsunuz. Ne yazık ki, boş bir oda yok. Ev sahipleri, siz de bundan sıkılıyorsunuz. Ben de mahşerimi, bir yere gelişigüzel uzanıp seyre dalıyorum. Dış dünya ile alâkam, ara sıra sorulanlara kesik kesik cevap vermekten öteye geçmiyor. Hem şuurum buna izin vermiyor, hem ruhî durumum.

Sonra fırtınalarımı takip ediyorum. Hem ortasındayım bu fırtınaların, hem de dışında.. Öyle bir hâl. Boğuşuyor, mukavamet ediyorum. Fırtınayı, onunla güreşen, dövüşen ona karşı koyan adamı gözlüyorum. Kasırgalar daha bir amansız. Gökyüzü kararıyor, gün kararıyor, ortalık birbirine karışırken, hızla bir kesit yağmur yağıyor. Kararmış bulut hırsını dokuyor. Deniz kabarıyor. Dalgalar yükseliyor ve bir kırbaç huşunetiyle benliğimin sahil kayalıklarını dövüyor. Ben de seyrediyorum. İstinadım var. Tınmıyorum. İzin verildiği kadar yapabilir. Dalgaymış, kasırga, fırtına, tufanmış... Ne yazar? O var ve ben de O'nun irâdesiyle varım ya; ne gam? Halbuki gam katmer katmer katmerleşip duruyor ya, yine de ne gam. Mâdem O var, yeter.

Loş, kuytu, uzlet ve inziva sesleri beni çekiyor. İşgal ediyor. Başka birşeyle meşgul olmak istemiyorum. Bir deniz kenarında olsam ve bana tebessüm eden, gülücükler gönderen, sevinç çığlıkları atan mâvi, aydınlık denizle konuşsam. Benim ona, onun bana ihtiyacı var. Deniz bir ceylan gibi ince.. Yaratılmış olmak ona yetiyor. Sevincinden yerinde duramıyor ve hop hop oynuyor. Gel gör ki, ben denize yakınım, deniz benden uzakta. Denize uzanamıyorum, içime dışıma yağmur yağmış gibi nemliyim. Kabuğuma çekilmeyi arzu ediyorum. Ruhumun kapılarını âfâka kapatıp enfüse açmalı, derinliklerime kaçmalıyım. Nedir hep satıh?

Yağmur yağmıyor. Yine de içim ıslak. Nedendir bilemiyorum. Uzandığım yerde zamanı geçiriyorum. Hayır, herşeye rağmen zaman beni geçiyor. Bazen kurtuluyorum. Uyumuyorum; fakat uyanık da değilim. Dış dünyânın farkındayım. Olup bitenleri biliyorum. Şuurum uyanık. Diri. Ama, sadece dışa karşı ayakta değil, içi de kontrol ediyor. İki şeritli yol gibi. İki hattını da trafiğe açmış. Yalnız bir hattan işlemiyor. Bu halde iken dinlenmiş olarak kalkıyorum. Ne kadar rahat? Hep böyle olsam. Uyusam da uyumasam da. Hayır yatsam da şuurum uyanık olsa da.. Böyleyken uyku ihtiyacımı gidermiş olsam. Tebelleş olan fikirleri savuşturmuş olarak başımı kaldırsam.. Çok nadir oluyor bu. Zinde dinamik, çevik ve hafif hissediyorum kendimi aşamayacağım engel yok gibi.

Bazen de daha bir yorgun uyanırım. Dinlenmek için başımı bir masa kenarına bir yastığın ucuna dayarım. Yahut yatağıma uzanırım. Kendimi uyuyor, dinleniyor bilirim. Aldanış. En ufak bir hareket, tıkırtıyı duyunca anlarım ki, onca zaman kendimi uyuyor sanmışım: Yorgun yatar yorgun kalkarım.

Baktım zaman geçiyor. Ona ulaşmak için gayret etmezsem beni perişan edip çok gerilerde bırakacak. Derin bir pişmanlık duyacağım. Dağılmışım ama toplanamıyacağım. Kendimi toparlamaya çalışarak silkindim. Bu misafir olduğum, madde dünyasına kapalı, âhirete açık, sonra dünyaya da açılan ev...

Ev.. bu şehirdeki evlerden bir ev. Şehirdeki kaynaşmaya karşılık bu evdeki berraklık, sükûnet. Mahşer içinde huzur. Bambaşka bir dünya. Başkalığına rağmen iç içe nice dünyalar barındıran ev. O da evin kendi çeşnisi. Ev birkaç odalı. Şimdi diğer odalardan bana ne? Ben bu odadayım ki; dikdörtgen şeklinde, halıfleks denilen sun'i halıyla döşeli, çelik aksamlı, formika kaplı bir masa ile birkaç çelik dolap. Kitaplık ve kitaplarla iki sehpa ve bir sandalye ile sair küçük ayrıntılı dekor teşkil eden eşyalarla kurulu bir oda. Balkonumsu bir yere açılan iki kanatlı, her kapı hem pencere gibi durum, camlardan giren zayıflamaya yüz tutmuş ışıklardan ürktüm. Benliğimin ayakta duran unsuru ile, öteki duygularımı der-dest edip toparlanmaya çalışarak kalkıp Yaratana yöneldim.

Evvelâ yundum yıkandım ve iç dünyamda duruldum, teneffüs ettim, açıldım, inşirâh buldum, hassasiyetimi kazandım. Dirildim. Artık içimde bir acele vardı. Yerinde duramayan bir at gibi. Koşuya hazır, "startı" beklemek istemiyen bir acele. Çabukluk duygu, acıkmanın getirdiği sükûnetsizlik.. Koşmak, zamanla yarışmak için sabırsızlanan süvari. Ruhumun kapıları açık, nefsim mutmain olmaya razı ve müştak. Şimşek gibi, hayâl ve ruh sür'atinde, ancak gerilimi görülen, seyrini takibe mecal olmıyan bir ok gibi hedefe yönelmiştim...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Ağustos 2007       Mesaj #1165
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk ÇiçeğiBir gün tutar bir caneriği çiçeğini sunar bahara. Bür tutam serinlik, bir yürekte buğulanan sıcaklık . Ve konar gözlere bir öpücük gibi kuşların bahar sevinci. Okşar bir annenin parmakları gibi usulca saçlarımızı seher yeli. Bir tutam gün ışığı dolar içimize, bir tutam sevinç çığlığı.

Ne zaman bahar gelse sevinci yaşar kırlar, dağlar, ovalar, denizler, dağlı çocuklar umudu kucaklar bir yanımızda; bir yanımız da kuşlar, ağaçlar, çiçekler, kelebekler, cerenler sevinci yaşar. Aydınlık gelir dört bir tarafa, gürül gürül akar dereler. Bir dağ pınarı gibi hayat kaynar kanımızda, yüreğimizde tomurcuk tomurcuk aşk fışkırır. Alıp götürür duygularımızı dağların ötesine serin serin esen rüzgarlar...

Bu dağların sevda türküsüsün sen, denizlerin mavisi, bulutların beyazı. Ne zaman bahar gelse, yağmur yağmur çiçek açar sesin gökyüzünde. Ben sonbaharın yorgun, yanık türküsüyüm oysa, sarıya çalar rengim, rüzgarlar estikçe savurur yapraklarımı uzak diyarlara. Sen gülüşünde baharın ilk sevincini, gözlerinde göğün uçuk mavisini taşıyorsun. Yaşamak bir su gibi berrak yüzünün aydınlığında, bir köy türküsü gibi hilesiz ve içli.

Ben seni ozanca sevdim türkübakışlım, sular gibi temiz, bir rüzgar gülü gibi hilesiz. Mehtabın güzelliği, yıldızların ışıltısısın sen karlı dağlarda, rüzğarların soluğu, güneşin dostluğusun. Umut, aşk ve alın terisin akalınlarda. Toprağa ekilen tohum, bahara söylenen türküdür dilin. Ceylan gözlerin sevinci, dudakların ıslığısın türkülü ırmaklarda.

Acılar içinde de olsa yaşamı çılgınca sevdim. Çılgınca sevdim dağları, denizleri, kuşları, ormanları, umudu, sevinci, güneşi, çocukları. En çok da seni sevdim aşkçiçeğim.

Kar türküleri kederlidir gülüm, kar türküleri acılı. Gidersen kar yağar istasyonlara Bir gülü büyütmek kadar zor ve güzel, seni düşlemek dağların ötesinde. Seni dağlı bir çiçek gibi göğsümüm üstünde, namusumun akında taşıdım hep.
Bu sevdayı alıp gitme benden, alıp gitme buralardan, gözleri türkülü kuşum . İçimdeki baharı öldürüp gitme. Kimsiz, kimsesiz kalır yüreğim. Körpe bir dal gibi koparma sevinçlerimi yüreğimden.
Gitme
figan düşer denizlere sular çekilir
yağmur yağmaz vahalardan kirpiklerime
bir rüzgar hıçkırır tenhada, bir dal kırılır
boynunu büker sabah kervanları kelebekler ölür

gitme
bir yıldız küser göğüne, içini çeker bir çocuk
şaşırır yönünü rüzgarlar
bütün pınarların suyu çekilir
solar nazlı çiçekleri kalbimin, üzülürüm

gitme
öksüz kalır içimdeki imge dağları
saçlarını öpen seher yeli, çoban yıldızı
bir daha turnalar geçmez, bülbüller ötmez
çiçekler açmaz bahçemde ah be gülüm

gitme
içimdeki bütün vagonlar devrilir
bir kar yağar istasyonlara, üşürüm

gitme
bütün ormanlar ateşe verilir
kuşlarda gider bu kent de, ölürüm

gitme kal
menevşeler açsın dağlarda
sevince dönüşsün gökyüzü
iki çığlık arasında bırakma beni ah gülüm
yokluğuna alışamam yokluğun ölüm <A href="http://www.siirkolik.com/hikaye/yazarlar.asp?id=54">
Nuri Can
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
13 Ağustos 2007       Mesaj #1166
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim, yeni yaptırdığı bir
bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. İslerin bir an önce bitmesini
sağlamak için de kölelerini hiç dinlenmeden çalıştırıyormuş. O
zavallı kölelerden biri, bir gün pek bitkin düştüğü için
dayanamaz ve zalim krala:

- Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın
üzümlerinden yapılacak şarabi hiç bir zaman içemeyeceksiniz ki!
Deyivermiş.

Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış. Nihayet gün gelip üzümler
yetiştikten sonra, kral köleler de dahil herkesin hemen toplanmasını
emretmiş. Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden yapılmış şaraptan
bir bardak getirilmesini emretmiş. Daha önce kehanet gösterisinde
bulunan köleyi de huzuruna çağırtmış.

Şarap bardağını eline alarak:

- Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiç bir zaman
içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin? diye sormuş. Köle söyle
cevap vermiş:

- Belli olmaz efendim. İçebileceğinizi söyleyemem. Çünkü
dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada başınıza neler
gelebileceğini de bilemem! Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeri
kralın adamlarından biri girmiş. Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini
ve asmaları kırıp döktüğünü söylemiş.

Kral elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden hemen dışarı fırlamış.
Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş.Kral ve domuz arasında
öldüresiye bir mücadele başlamış. Sonunda yaban domuzu mızrak gibi
azı dişleriyle, Sisam kralının karnını yarıp ölümüne sebep olmuş.
Kral bostanda, bardak masada kalmış..

Su söz bu olayı güzel bir şekilde ifade ediyor:
"Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den, Nasip değil ise ne gelir elden?"
Sevgiyle kalın...

Kalbinize yakın bulduklarınızı çantada keklik sanmayın.
Sıkıca asılın onlara, tıpkı hayata asıldığınız gibi... Çünkü
onlarsız hayat da anlamsızdır.Hayatınızı asla aşka kapatmayın.
Aşkı bulmanın en kısa yolu, "aşık olmaktır", korunmanın en iyi yolu ise
aşka kanat takmak... Hayatı çok hızlı koşmayın, nereden geldiğinizi
ve nereye gittiğinizi unutmayın.

Hayatın bir yarış değil, her saniyesinin tadı çıkarılması gereken
güzel bir yolculuk olduğunu aklınızdan çıkarmayın.
Dün tarih oldu... Yarın bir sır... Bugünün kıymetini bilin.

Can DÜNDAR
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Ağustos 2007       Mesaj #1167
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Amerikalıların Kafatasının İçinde Ne VarEn son başıma gelen hadiseden başlayayım. Dün (2 Ekim Cumartesi) sabah 9`da, AT&T adlı dünyaca meşhur telefon firmasından aradılar. "Bize üye olmak ister misiniz?" dediler. (Burada telefon şirketini kendin belirliyorsun, Türkiye`deki gibi tek şirketin yani Türk Telekom`un tekeli yok) Ben, "Türkiye`yi aramanın dakikası kaça?" dedim, telefondaki "45 cent" dedi. "Ben, 10 dakikalık görüşmeyi 2$`a yapıyorum" dedim. "İyi ya, bizimkisi 2$ değil 45 cent" dedi. "Bak kardeşim, ben 2$`a 10 dakikalık görüşme yapıyorum, anlatamadım mı" dedim. Bana "O zaman dakikasına kaç para veriyorsunuz?" demez mi? Kendi kendime "Al işte, sabah sabah bir gerizakalı Amerikalı daha" dedim. Kendisine kibarca izah ettim: "10 dakika 2$`sa dakikası 20 cent yapar" dedim. Telefondaki beyinsiz "Mümkün değil bu kadar ucuza olamaz, siz işlem hatası yapmışsınızdır" dedi. Kendi kendime "Sen beni Amerikalı mı zannettin ki, 2$`i 10`a bölerken işlem hatası yapayım" dedim ve sabah sabah günaha girmemek için "Kardeşim, !
sağol , ben sizin şirkete üye olmayacağım" dedim ve kapattım.

Geçenlerde Mc Donalds`da 3.01$ tutan borcumu ödemek için 5$ verdim, 1 cent daha verdim. Herif, önce 5$`dan ne kadar para üstü vermesi gerektiğini hesap makinesi ile hesapladı, önce hesap makinesinin gösterdiği 1.99$`i bana bir sürü bozukluk olarak geri verdi, sonra 1 cent daha verdi. Ben "Niye bu kadar bozukluk veriyorsun, direk 2$ kağıt para versene" dedim. Kuş beyinli, bu sefer 5.01`den 3.01`i çıkardı ve hesap makinesinde 2 rakamını görünce bendeki parayı alıp, 2$ verdi. Şimdiye kadar hiçbir mağazada, kasiyerlerin bozuk para ödemek zorunda kaldıklarında bir miktar daha isteyip, bütün para geri çevirebildiklerini görmedim. Mesela hesap 15.25$ tutsa ve siz 20 $ verseniz, size 4 tane 1`lik, 3 tane 25 centlik verirler. Hiçbirisi 1 tane 25 cent alıp, tek bir 5 dolarlık geri çevirmeyi düşünemez / hesap edemez.

Büyük bir mağazanın girişine ve raflarına şu uyarıyı asmışlardı:
"Mağazamızda gizli kamera sistemi vardır." Daha sonra şunu eklemeyi ihmal etmemişler, malum bu yazıyı okuyan Amerikalılar "Bana ne, ben zaten buraya gizli kamera sistemi almaya gelmedim" diyebilir diye. "Gizli kamera sistemi sayesinde, yapılan hırsızlıkları tespit edebiliyor ve mahkeme önünde delil olarak gösterebiliyoruz."

Bir bankanın ATM kartı müracaat formunda şu paragrafın altını imzalamanızı istiyorlar :
"5 haneli banka şifremi sayılardan ve harflerden oluşturacağıma, şifrenin tamamında aynı rakamı veya harfi kullanmayacağıma, Q ile 0`ı, 2 ile Z`yi birbirine karıştirmayacağıma..... söz veririm"
Anlaşılan bankaya gelen birçok şifre probleminde bunları birbiri yerine kullanıp da unutan o kadar çok insan vardı ki bu paragrafı eklemeye lüzum görmüşler.

Şu olayı da bir arkadaştan duydum, gerçek olduğunu söyledi :
Kadının, biri evine yeni bir mikrodalga fırın almış. Kadının, bir de çok sevdiği bir kedisi varmış. Birgün kadının, kediyi yıkaması gerekmiş. Tabi kediyi yıkadıktan sonra bir de kurutmak lazım. Aklına bu işi çabucak halledebileceği parlak(!) bir fikir gelmiş. Islak kediyi alıp, mikrodalganın içine koymuş. Tabi zavallı kedi, mikrodalganın kapağı tekrar açıldığında ölü bir şekilde fırının içinde boyluca yatıyormuş. Bu durum karşısında kadın, sevgili kedisini kaybetmenin intikamını almak için mikrodalga üreticisi firmanın aleyhinde yüklü bir tazminat davası açmış. Mahkemenin kararı ise şu:
Üretici firma, fırının kullanma kılavuzunda "içinde kedinizi kurutmayınız" yazmadığı için suçludur ve istenen tazminatı ödemekle yükümlüdür.

Şu hadiseleri hepiniz duymuşsunuzdur :
CD sürücüler Japonya`da üretilip Amerikan piyasasına ilk girdiğinde Amerikalılar`in "Şu Japonlar ne pratik insanlar, kolaylık olsun diye bilgisayarlara 'mug holder' (seramikten yapılan büyük bardaklar ki Amerikalılar kahve ve çorba içmek için çok kullanırlar) ilave etmişler" diyerek bir çok CD sürücünün 'tray' (CD sürücünün CD-ROM koymak için dışarıya çıkan kısmı, CD tepsisi) kısmını içi dolu ağır bardakları koymak suretiyle kırdıklarını; bilgisayarda "Press any key to continue" yazısı çıkınca fellik fellik klavyede 'any' yazılı tuşu aradıklarını duymayan yoktur.
İşin tuhafı, galiba Amerikalılar`da salak olduklarının farkında. Birgün Elektromanyetik dersinde çocuklara soru çözerken "Biz, bu dersi 2. sınıfta alıyoruz" dedim (burada son sınıfta okutuluyor). Çocuğun biri daha evvel Türklerle kalmış, onları o kadar zeki bulmuş ki, bana "Ortaokul iki de mi, lise iki de mi?" diye sordu. Ben de "İlkokul ikide" diyecektim de çocukların geri zekalılığını yüzlerine vurmak gibi olmasın diye "Üniversite iki" dedim.

Hepinize sevgilerimle... <A href="http://www.siirkolik.com/hikaye/yazarlar.asp?id=45">
Kimliksiz Yazar
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
13 Ağustos 2007       Mesaj #1168
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Zamanın birinde bir kasabada yaşayan dünyalar güzeli bir kız varmış.. Bu kız öyle güzelmiş ki çok uzak şehirlerden ve ülkelerden çok zengin, çok yakışıklı, asil pek çok delikanlı onu görmeye gelirmiş.. Kendisiyle evlenmek isteyen nice prensi nice şovalyeyi reddeden güzel kız kimseleri beğenmezmiş...

Bu arada aynı kasabada yaşayan ve bu kıza aşık olan genç bir delikanlı da bu kızı istemiş... Ama kız onu da reddetmiş...

Aradan uzun yıllar geçmiş.. Bizim delikanlı kasabadan ayrılmış...Kendine başka bir hayat kurmuş ve evlenmiş, çoluk cocuğa karışmış... Birgün yolu bir zamanlar yaşadığı güzel, küçük kasabaya düşmüş..

Orada tanıdık birine rastladığında aklına bir zamanlar orada yaşayan dünyalar güzeli kız gelmiş ve ona ne olduğunu sormuş... Yaşlı adam önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş.. Bizimki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın kocasını pek merak etmiş...

Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş... Kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış... Üstelik zengin bile değilmiş.. Çok merak eden adam kocası gittikten sonra evin kapısını çalmış.. Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş.. Kız da ona arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü koparıp getirirse cevabı vereceğini bu arada tek şartının bahçede ilerlerken geriye dönmemesi olduğunu söylemiş...

Adam da bunun üzerine yüzlerce güzel gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış... Birden çok güzel sarı bir gül görmüş.. Tam ona doğru eğilirken biraz ilerde kocaman pempe bir gül gözüne çarpmış... Tam ona uzanırken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası görmüş...

Derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki bir gülü koparıp kıza götürmüş... Bahçenin en güzel gülünü getirmesini beklerken kız bir de ne görsün yaprakları solmuş cılız bir gül..

Bunun üzerine adama dönen kız şöyle demiş : "Bak gördün mü? Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve sen en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın.. Bu yüzden gençlik elden gitmeden elindekiyle yetinebilmeyi öğrenmek gerekir.."

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Ağustos 2007       Mesaj #1169
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Annesiz Bir Güne Uyanmak
Gece çökünce, uzun beyaz florasanlar ile aydınlatılan koridorlarda, üzerlerine ilaç kokuları sinmiş hasta yakınları, korku, umut ve endişeyle beraber, geceyi sırtlayıp sabaha taşırlardı.

Hastanenin ikinci katında bulunan yoğun-bakım odasındaki sessizlik, karanlığı bile kıskandırmaya yeterdi. Azrail`in sık sık uğradığı bu yerde, umut zincirlerine sarılmış yaşamlar; insanca bir çaba ile sürdürülürdü. Belki anneme bir faydası olur düşüncesiyle, görevlilerin izin verdiği kadar bu odanın önünde beklerdim. Beni terk etmesine izin vermediğim umudumla...

Salı gününü çarşamba gününe bağlayan gece de, yoğun-bakım odasındaki hareketlilik gözüme çarptı. Ses avına çıkmış kulaklarımla, tüm olup biteni anlayabilmek için yaklaştığımda, görevlilerin her zaman yaptıkları gibi yaşam savaşını kaybeden birini, sarıp sarmalayıp, zemin katta bulunan morg odasına götürmek üzere çabaladıklarını gördüm. Ölen kişinin annem olabileceği korkusu, yüreğime oturdu. Üzerine bastığım mermer zemin sanki ayaklarımın altından çekildi, dengem bozuldu ve vücudumun her yeri titremeye başladı. Kendimi biraz olsun toparladıktan sonra görevlilere ; ''bu kez kim?'' diye soracakken, birgün önce hastanenin kantininde çay içip, sohbet ettiğimiz hemşirenin dost elini sırtımda hissettim. —Yaşlı amca!'' dedi. —Bir haftalık yaşam mücadelesi sona erdi. Dayanılmaz acılar çekiyordu. Ölüm belki de kurtuluşu oldu.''

Hemşirenin söyledikleri beni rahatlatmıştı ama her gün birilerinin ölmesi, sıranın anneme de gelebileceği korkusunu üzerimden atmama yetmemişti. Yine de tüm olumsuz düşünceleri beynimin duvarlarından kazımak üzere, hemşireye teşekkür edip yanından ayrıldım.

Hastanenin karşısında bulunan cami minaresinden yükselen ezan sesi; insanları sabah namazına davet ederken, İstanbul sisli bir sonbahar sabahına uyanıyordu.

Sigara içmek için kantine geldiğimde, kardeşlerimin ve babamın ayrı ayrı masalarda oturduklarını, sildikçe yenileri gelen gözyaşlarını, nafile çabalarla birbirlerinden sakladıklarını gördüm. Beni fark ettiklerinde, sorgulayan gözleri suratımdaydı.

İnandırıcılıktan uzak sözcükleri bile bulmamın günbegün zorlaştığı, kimin, kimi kandırdığının bilinmediği, insanca oynanan bir oyunun kim bilir kaçıncı sahnesindeydim. Benimle beraber umut biriktiren bu insanların, morallerini yüksek tutma zorundalığım, beni yalan üreten bir makineye çevirmişti.

Daha fazla beklemeden aklıma gelen yalanları sıralamaya başladım. ''Yoğun bakım odasında bulunan yaşlı amcayı hatırladınız mı? Hani annemin solunda bulunan. İşte o amca iyileşmiş. Ölüm riskini atlatmış olacak ki, yukarı katta bir odaya aldılar. İnşallah annem de iyileşecek! Hep beraber evimize gideceğiz!''

Söylediklerimi onaylarcasına başlarını sallayıp, hep bir ağızdan ''inşallah!'' dediler. Beraber, yoğun-bakım odasının sorumlu doktorunun, hasta yakınlarını bilgilendirmek amacıyla, saat 10.30`da yapacağı görüşmeyi beklemeye koyulduk.

Saati görebileceğim bir masa bulup oturdum. Ismarladığım demli çayımı içerken, bir de sigara yaktım. Zaman genişliyordu, genişledikçe yüreğimden gelen kabul edilmez öfke ve direniş giderek artıyordu. Henüz hayatının baharında olan annem, lanet olası bir odada ölüm-kalım savaşı veriyordu. Şuurunu kaybetmiş, kalbi de bir cihaz yardımıyla çalışıyordu. Sığındığım Allah`a dua etmekten başka elimden hiçbir şey gelmiyordu. ''Ya annem ölürse'' düşüncesi, beynimi kemiren kocaman bir kurt oluyor ve her geçen dakika daha fazla kemirgenleşiyordu. Gözlerimde tıkalı olan yaşlar, bir yol bulup akmaya başladı. Ağladım çokça...

Saatler 10.30`u gösterdiğinde, yoğun-bakım odasının sorumlu doktoru, bir sonraki günün getireceklerine kendimizi hazırlamamız gerektiğini söylüyordu. Annemin beyninde oluşan ödem, yaşama şansını neredeyse sıfıra indirmişti.

Günlerdir hastanede uykusuz, sağa-sola koşturan bedenim, doktorun söyledikleri karşısında direncini iyice yitirdi. Göz kapaklarım kendiliğinden kapandı. Eve kiminle geldiğimi, üzerimdekileri çıkartıp, yatağa nasıl uzandığımı hatırlamıyorum. Derin bir uykudan sıçrayarak uyandığımda, kardeşimin -''Hastaneye gitmemiz gerek!'' feryadının yankısı, hastaneye gitmek üzere bindiğimiz taksinin içerisinde bile sürüyordu.

Hastaneye geldiğimde, annemin parmak uçlarından kayan yaşam yıldızı, veda için bekliyordu. Henüz ısısını kaybetmemiş yanağına bir öpücük kondurduktan sonra, hıçkıra hıçkıra ağlayarak, morg odasından dışarıya çıktım. Adımlarım beni, günlerdir annemi bize bağışlaması için dua ettiğim caminin avlusuna götürdü. Kulağıma fısıldanan, nereden ve kimden geldiğini bilmediğim ''Takdir İlahi'' sözcüğü, beni ne kadar teselli edebilirdi ki?

Aynı gün, ikindi namazına müteakip kılınan cenaze namazından sonra, annemi son yolculuğuna uğurladım.

Ertesi günü, İstanbul yine bir sonbahar sabahına uyanırken, annesiz geçireceğim ilk gün başlıyordu. Canımın yarısının olmadığı...



<A href="http://www.siirkolik.com/hikaye/yazarlar.asp?id=235">
Atilla Dursun
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
13 Ağustos 2007       Mesaj #1170
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Hic hayellerinizden sifir aldiniz mi ?

Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak
atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin
genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle
çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.
Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak
istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası..
Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine
sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir
kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı.
Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi.
Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000
metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.
Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev,
tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı.
Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir
"0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.
"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..
"Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal"
dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun.
Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir.
Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da
alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:
"Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden
yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."
Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı.
"Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin.
Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!."
Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir
değişiklik yapmadan geri gotürdü hocasına..
"Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi..
"Ben de hayallerimi..".....



O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki
1000 metrekarelik evinde oturuyor.
Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde
çerçevelenmiş olarak asılı.
Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen,
geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi.
Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi,
"Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken,
hayal hırsızıydım. O yıllarda
öğrencilerimden pek çok hayal çaldım.
Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat