Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 126

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 590.718 Cevap: 1.812
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
15 Eylül 2007       Mesaj #1251
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Üvey Sevgili

Sponsorlu Bağlantılar
O’nu tanımadan çok önce kendime kabul ettirmeye çabaladığım tek şey, yalnızca olasılığıydı ve ‘neden olmasın’ konu başlıklı umuttu çabama tek tesellim. Adı neydi, neye benziyordu, ne zaman ve nasıl belirecekti yüreğimin ufkunda; en ufak bir fikrim yoktu ama eninde sonunda bir gün aynı anda aynı yerde olacağımızı ve ‘bir elmanın iki yarısı masalı’ gereğince, hiçbir zorlama olmaksızın, doğal bir çekimle, birbirimizi birbirimizle tamamlayacağımızı biliyordum. Aramıyordum, pencerelerin önünde beklemiyordum ama hazırdım çoktan kapı daha çalınmadan açmaya... Hazırdım O’na...

Sonra... Uyumaya çalışırken, bir masal olup giriverdi uykularıma... Uyadığımda başucumdu benim...

“Gözleri okyanus bakan, çok eski bir adam tanıdım. Ceplerinde taşıyordu beş yaş düşlerimi. Yüzü güneşli bir ilkyazdı, elleri yıldızlı bir Olympos gecesi... Nefesim gibi kokuyordu nefesi ve aynı yerden kanıyorduk yara aldığımızda... Yüreği endemik bir kır menekşesi, hercâi.. varlığı epidemik bir yaz nezlesi...” diye başladı masal...

O masal hiç bitmedi!

II
Sol göğsümdeki ben gibi taşırken varlığını yüreğimde... yaptığı kardan adamı buzdolabında saklamak isteyen küçük bir kızın çocuksu inancı, inadı ve saflığıyla... her okuduğumda bir kez daha kendimle tanıştığım şiirleri, kırmızı kokulu dağ çileklerini, çizgili pijamaları ve hazan Bodrum’unda güneşli deniz kenarlarını sever gibi... gerçek, içten, sebepsiz... sorsalar:Yorumsuz! Seviyorum seni....
Kardan adamın dostluğu güneş çıkana, güneşin dostluğuysa hava kararana kadardı. Büyümek, öğretmişti çocuksu denklemlerin gerçek hayatta geçerli olmayacağını. Bir yenisi, gidenin yerini doldurabiliyordu, kabullenmiştim zor da olsa... Ama sen benim beni terk etmeyen en dostum, yerini başka hiçbir varlığın dolduramadığı tek yalnızlığımsın!
İşte bu yüzden hiçbir sıfat tamlamaya, tanımlamaya yetmedi, yetmiyor seni!

III

Bandırasız bir gemideyim, o gemiyim belki.... Açık denizlerdeyim tayfasız, filikasız.. Serdümeni işten attım, motorları kapattım; saatte 4 knot hızla.. yelkenler fora! Anılar takılmış uskura, can çekişiyorlar ıpıslak bir acıyla. Yarınlar güneşleniyor güvertede, yeislerim-korkularım sintinede pusuda... Umut kuşu bir martı tünemiş kasaraya. Geçmiş lumbozlardan bakıyor, düşlerim asılıyor civadrada.

Tramola atmaktan vazgeçtim nicedir, tornistan etmek de yok artık bir daha. Apazlama seyirdeyim, rüzgâr frişka. Barkaroller var dilimde yakamozların yazdığı sözlerini ay ışığının aydınlattığı, meltemlerin suflesi kulaklarımda...

Pruvada bekliyorum, `sınır-ı zaman`sız.. yalansız.. gözlerim alargada....

IV

“Ellerimde bir göztasi, gözlerim boş gidiyordum
Ne bileyim, bir damlanın böyle deniz olduğunu...”

En sevdiğin Can Baba şiirlerinden birinin ilk iki mısrasıydı seni balık, beni okyanus yapan! Sonra kendi şiirini yazdın sen:
“Sadece okyanusun farkında olan balıklar beceremez ağlamayı ve sadece derin okyanuslar ısıtır varlığıyla, ağlayamayan balıkları...”

Ve bir anda okyanus oldun sen, ben oldun; fırtına gecelerinde karaya vuran dalgaların yeni bir şiir daha ekledi yüreğimin sahiline: “Okyanus kurudu ve bir birikinti kaldı sadece. Az daha o da gidiyordu! Sonra merak etti okyanus: Acaba tamamen kuruyunca ne olurdu? Ve o korku, yağmurları yağdırdı... Şimdi tekrar yine okyanus olma yolunda deniz ve en büyük damlaları hep sen.... seni seviyorum.... ”

Tüm bunları okuduktan sonra ben de bir şiir yazdım. O şiirin adı ‘UMUT’tu... Okunmaya okunmaya silindi söz dizimleri, geriye bir tek başlığı kaldı!

V
Sonrasızlığa öncelik tanıyan eksik bir teşebbüs aşkımız.. Bir köprünün iki ayağı gibiyiz; bir araya gelsek, yıkım olur!
Ve sen... Hem yarsın, hem ser... ikinizden de vazgeçemiyorum. Deveye hendek atlatsam, köprüde iki keçi; keçileri barıştırsam, Ice köpek kovalar isimsiz kedilerimi... Sende bir kış ayısı miskinliği, bende katır inadı... aslında biz neyiz biliyor musun: Aşk Çölü’nde bahtsız iki bedevî! Kutup ayısını görmemek için gözlerimizi yumuyoruz acıya, yaralarımız kanamaz sanıyoruz; yaraları öpülünce can acılarının azalacağına inanan beş yaş afacanları gibi....
Maalesef ya da yaşasın; istemeden bir oyunun tam ortasındayız. Oyunun adı: Çölde saklambaç! Ama korkudan öyle bir saklandık ki, korkarım, bulunduğumuz yerden yaşlanmadan, ya da kutup ayısı Hakk’ın rahmetine kavuşmadan çıkamayacağız! Biz hayat saklambacında birbirinin yerini bilerek birbirinden, hem de ebeden saklanan iki saf çocuk.. ayrı kuytularda ama beraber yaşlanacak, beraber aşklanacağız!

VI
Ben senin... hiçbir zaman alamayacağın Çubuk Şarabı’n, Samsun tadındım; ‘ölürüm sana’n, sosyal danışmanın, sonsuza dek umudundum.
İnanıyordum sana, tüm söylediklerine ve hiç yapmadıklarına. Öyle ki, yenileceğimi bilerek, ama duygularım uğruna savaşmadan vazgeçilecek kadar basit olmadığından, yeldeğirmenleriyle savaşan o şövalye gibi savaştım aramızdaki imkânsızlıkla. Ama iki kişinin olduğu bir sandalda tek başıma kürek çekerken, git gide gücümü ve inancımı yitirerek yorgun düştüm ben de sonunda.
Ama haklıydın!
Sen.. ne aradığını bilmeyen bir balıkçıydın; hangi denizde ne tutulur, hangi balık çıkar, hatta sen tutmak için yeterli misin?, bilmiyordun. Olması gerekenler ve olmaması gerekenler; hangisi ve ne zaman? diye bocalamanın dışında hiçbir şey yapmıyordun. Evet, belki de beni sevemeyecek kadar yufka yürekliydin ve “Her şeyi, herkesi bir anda silip yanına gelebilsem”, derken bile o filmdeki sen kadar kendine güvenemedin, o adam kadar cesur olamadın!
Zamanlarca, öyle hiçbir şey yapmadan, ancak üstüne düşecek bir göktaşının sana yardım edebileceğine inanıp durdun. Yalnızca... olduğum için Allah’a, olduğumu öğrendiğin için kaderine, beni tanıdığın için şansına ve seni sevdiğim için bana aşık olmak yeter sandın.
Yetmedi balığım... Sen içindeki Hemingway’i her şartta koruyabildiğine inansan da ve uzun yolculukları göze alabildiğini düşünsen de... söylesene, aslında hangi düşünü gerçekten yaşamak istedin ve yaşatmak için çabaladın ki sen!

İşte bu yüzden...
‘ilk görüşte aşk’tın,
daha ilk celsesinde
imkânsızlığa dönüşen!

Özge Can

HayLaZ61 - avatarı
HayLaZ61
VIP BuGS_BuNNY
15 Eylül 2007       Mesaj #1252
HayLaZ61 - avatarı
VIP BuGS_BuNNY
BİR ÖYKÜ
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip
Sponsorlu Bağlantılar
utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından
fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların
Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..
Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu..
Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı...
Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan
masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter,
dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa
gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..

Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini
bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi.
Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?
Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce
bir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun
anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam"
dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için
bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a
bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar
fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu
biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan
fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan
kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite
inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin
kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"

Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı.
Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya,
Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için
onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.

Pirana Kovalayan Çılgın Hamsi...
duygu41 - avatarı
duygu41
Ziyaretçi
16 Eylül 2007       Mesaj #1253
duygu41 - avatarı
Ziyaretçi
KİM FAKİR ?


Günlerden bir gün zengin bir baba ailesini özellikle de oğlunu köye götürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek idi.

Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir kaç gün geçirdiler. Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu: insanların ne kadar fakir olabileceklerini, ne sıkıntılı bir hayatlarının olduğunu gördün mü? Evet!. Ne öğrendin peki?

Oğlu cevap verdi :
Şunu gördüm. Bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört.
Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri.
Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa hayallere daldıran yıldızları.
Bizim bahçemizde görüş alınımız on avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar.

Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı. Oğlu ekledi.
Sağol baba.... ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
17 Eylül 2007       Mesaj #1254
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Sevgi öylesine yücedir ki...çözüldükçe bağlanır, bağlandıkça çözülürsünüz enginliğinde.

Sevmeyi bilip, sevilmenin büyüsünde kaybolmak. Engin maviliklerde yepyeni sevgiler keşfetmek. Pembe bulutlardan maviliklere atlarken kenetlenmek sımsıkı yürekten yüreğe… Birbirine hem çok yakın hem de kilometrelerce uzak olduğunu düşündüğüm iki sıcacık kardeş duygudur sevmek ve sevilmek.

Alabildiğine derin, alabildiğine hassas bazen kırılgan, bazen çelik kadar sert ve dayanıklı, paylaşıldıkça kabına sığmakta zorlanan, hissedilmesi kadar hissettirmesi de insanlarda derin izler bırakan; aradaki upuzun mesafelere rağmen kalpten kalbe değebilen, rengarenk duygu yumaklarıdır. Çözüldükçe bağlanır, bağlandıkça çözülürsünüz enginliğinde.

Sevmek olağanüstü bir duygudur. Sevmek, hayatın şifresini çözen bir anahtar, yaşantınızı anlamlı hale getiren bir tılsım gibidir. Çünkü sevmekle içinize ve ruhunuza pozitif bir enerjinin dolmasını sağlarsınız. Bu sayede ufkunuz öylesine genişler ki, bu güzellik sizden etrafınıza bir güneş misali yayılır ve vardığı noktalarda bulduğu yürekleri sıcacık yapar.

İnsanın yüreğini tüm sevgilere açması ve etrafındaki her şeyi alabildiğince sevmesi kadar güzel bir şey düşünülebilir mi hayatta? Sevgi sizin kalbinizden sonsuz bir pınar misali coşup çevrenizdeki insanlara, dostlarınıza çağlar ve ardından paylaşımın en güzel yansıması olarak size gerisin geri döner. Bu geri dönüşler ise sizi daha çok sevmeye zorlar adeta. O nedenle değimlidir ki sevgiler paylaşıldıkça artar. Sevilmeyi tatmak için önce sevmeyi bilmek gerekir karşılıksız, hesapsız, masum ve en içten hislerle. Çünkü gerçekten sevmeyi bilemeyen ve gönül kapısını sevginin güzelliklerine açmayan bir insan asla sevilmenin değerini anlayamaz. Aslında sevmek tüm duyguların anasıdır. Sevgi yüreğinizi zenginleştiren yegane araçtır. Diğer duyguları besler, özellikle negatif duygulardaki aşırılığı frenler, insana yapıcılık kazandırır. Nefreti, kıskançlığı, çekememezliği silip götürür.

Sevilmenin tadı ve ayrıcalığı ise o kadar farklı bir güzelliktedir ki, insanların hayatı olumlu yönleriyle algılamalarında pozitif ve yapıcı roller oynar. Sevilen, sevildiğini bilen insanlar buna hiç doyamazlar, yüreklerinde duydukları sevgi ve sevilmenin hazzı onları her daim istekli, canlı ve ışıl ışıl yapar. Sevgiyi hücrelerinde öyle güzel hissederler ki, bunu yaşamlarının her anında bir ayna misali etraflarına yansıtırlar.

Yakınlarınız, arkadaşlarınız, dostlarınız, eşiniz, sevgiliniz, çocuklarınız ve çevreniz tarafından sevilmenin tadı hem çok güzel, hem de doyumsuzdur.

Sevilmek insana topluluk içinde özel olduğunu, değer verildiğini hissettiren son derece zarif bir duygudur. Çocuklar bu özel duygu ile büyür, kişilik kazanır. Tıpkı bedenimizin besinlere ihtiyaç duyduğu gibi, ruhumuzun da sevilmeye ihtiyacı vardır. İnsan ruhu sevgiyle beslenir. Sevgisiz kalan insanların ruhları aynen aç kalan insanların bedenlerine, susuz kalmış çorak topraklara benzer.

Sevmek, sevilmek bu iki güzel duyguyu alabildiğine yaşamak. Sevmenin güzelliğini, sevilmenin hücrelerimizde çiçek açtıran doyumsuzluğu ile birleştirin korkusuzca. Sevin alabildiğince çekinmeden “acaba beni sever mi ?” diye beklemeden; ilk veren , ilk el uzatan siz olun her daim. Kırın insanlar arasındaki o buz gibi saydam ve soğuk duvarları. Yılmadan, cesaretinizi asla kaybetmeksizin. Bir gün göreceksiniz ki, uzattığınız eller havada boş kalmayacak. Sıcacık ellerle buluşacak, gönüller sevginin güzelliği ile yoğrulacak.

Asla korkmayın ve sevin. Çünkü sevgi öyle güzel yayılır ve hak ettiği yeri öyle güzel bulur ki. O nedenle sevmekten çekinmeye, insanlara sevginizi göstermekten kaçınmaya hiç gerek yoktur.

Sevgide karşılık beklenmez, zaten karşılık beklenirse adı sevgi olmaz. İşte o nedenle çıkarsız, amaçsız, sadece sevmek gerekir yalın ve duru, çıkarsız ve karşılıksız. Her şeye, tüm olumsuzluklara rağmen sevmek,sevmeyi becerebilmek. O sonsuz muhabbeti paylaşabilmek gönülden, içten gelen hislerle.

Sevmenin yaşı, zamanı, mevsimi yoktur. Kendiyle barışık olan ve öncelikle kendini seven insanların öyle güzel kalpleri vardır ki, sevgiyi var etmeleri ve çevrelerine sunuşları son derece zariftir. Siz fark etmeden bir anda sevgileri ile sizi sıcacık sarıverirler. Gönlünüzü, içinizi ısıtır ve bir süre sonraki alışkanlıkları ile vazgeçilmez olurlar.Sevgi gönlünüzdeki en güzel güneştir. Bırakın ışınları etrafa yayılsın. Sizinle beraber çevrenizdekilerin de içini ısıtsın.

Paylaşılan en güzel ve en özel sevgilerde bir gün, bir yerlerde buluşmak, limitsiz sevmek ve her daim sevilmek dileği ile…
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Eylül 2007       Mesaj #1255
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Anneciğim Beni Sever misin?Anne bağırır :
“Çabuk ol servisi kaçıracaksın!”
Baba kükrer :
“Ne yatmasını biliyorsun, ne kalkmasını!”
Sabahları güneşin doğuşunu bilmez çocuk. Hic aydınlanmadan kalkar içi. Taze bir sabah, bayat bir günün devamıdır çok zaman.
Her sabah adına yuva denen, adına kreş denen o yere bırakılır. Başkalarının annesinde, kendi annesinin hasretini çeker günboyu. Sabahın köründe “benim annem ne zaman gelecek” diye gözyaşları çeker solgun yüzüne dizi dizi.
Akşam ne uzundur. Yuva nice gürültülü. Sevgilerini konuşurlar efkarlı saatlerde.
“Benim babam beni çok seviyor.”
“Hayır, benim babam beni daha çok seviyor.”
“Hadi ordan, beni hem babam hem annem daha çok seviyor.”
Başkalarının babası kendi çocuklarını çok severse, sanki kendi babalarının sevgisi azalacakmış gibi kavga ederler. En çok sevilen olmaktır tutkuları.
Her pazartesi ne kadar sevildiklerinin ispatını yapmaya koyulurlar.

“Benim babam beni hamburger yemeye götürdü.”
“Biz hem hamburger yemeye gittik, hem de luna parka gittik.”
“N’apalım. Benim annem beni sinemaya götürdü. Arslan Kral filminde ağladık annemle birlikte.”
“Kızlar ağlar zaten. Ağlamanın neresi eğlenceli?”
“Biz babamla maç ettiğimiz zaman çok eğleniyoruz.”
“Benim babam benimle değil, arkadaşlarıyla maç etmeye gidiyor.”
“Bak demek ki benim babam beni daha çok seviyor. Bi kere biz ikimiz, yani babamla ben, maç ediyoruz.”

Pazartesileri hep böyle geçer.
Herkes kendi babasının en sevgili baba olduğunu kanıtlamaya çalışır. Öteki çocuklar yeni sevgi kanıtlarını ortaya koydukça içini bir ürperti kaplar.
Başkalarının babası çocuklarını daha çok mu seviyordur acaba? O Reklam gelir aklına. Kahrolası reklam. “Evinizi seviyorsunuz, arabanızı seviyorsunuz... Beni sevmiyor musunuz?”
İnanmak üzeredir onu sevmediklerine. Arka koltuğa gazoz döktü diye ne çok bağırmıştı babası. Ama olsun, arkadaşlarına bunu anlatmazsa eğer, babasının arabasını kendisinden çok sevdiğini nereden bilecekler.
Keşke her Pazartesi en sevilen evlat oyununu oynamak zorunda kalmasaydı. Bunun için Pazartesileri hep hasta numarası yapması. Uyanamaması. En sevilen çocuk olmak yarışması, bilseniz ne kadar zor diyebilse bir gün, her şey ne kadar kolay olacak. Oyunu değiştirebilirdi. Bu oyunun mağlubu olduğunu arkadaşları öğrenecek diye her Pazartesi Karanlık bir kuyu olmazdı o zaman. Herkesin annesinin ve babasının ne kadar iyi Anne baba olduğu, çünkü onlara ne çok pahalı oyuncak aldıklarının konuşuldukları bir sıra,
“Beni anneannem çok sever” diye bağırıverdi.
Sustu arkadaşları.
Söyleyebilecek bir şey bulamadılar bir an.
Akın boynunu büküp “benim anneannem yok” dedi.
Üzüldü o zaman. Ama geri dönemezdi. “benim anneannem beni cok sever. Masal anlatır bana. Yaramazlık yapınca “dayın da böyleydi” der gülerek.”
Arkadaşları ne kadar dinliyor diye sustu birden. Kendisine doğru yönelmiş meraklı bakışları keyifle izledi. Ağızları açık “Ee sonra?” diyorlardı.
“Sever beni. Masal anlatır. Hiç susturmaz beni. Ben konuştukça güler. ‘Hay çocuk’ der. ‘Sen beni güldürdün. Allah da seni güldürsün’, der.”
Herkes bir masal büyüsü ile dinlerken onu, anneannesini öteki çocuklarla paylaştığını düşünüp susuverdi.
Üsteledi arkadaşları. “Hadi anlatsana!” dediler.
Top havuzuna doğru koşup “Herkesin anneannesi kendine” diye bağırdı.
Akın itiraz etti. Hiç olmazsa arkadaşının anneannesinde tatmadığı bir duyguyu tadacağını düşünürken ne diye oyunbozanlık yapıyordu. Kızdı. “Herkesin babası kendisine” demiyordun ama!”
Duymazlığa geldi. Anneannesini hiç kimselerle yarıştırmak istemiyordu, işte o kadar. Akşam çabuk oldu. Bu oyunu kazanmıştı. Muzaffer bir komutan edasında dolaştı bütün gün. Artık annesine neden pazartesileri yuvaya gitmek istemediğini anlatabilirdi. Yorganın altına saklanmazdı bundan böyle. Her Pazartesi anneannesinden bir demet yapıp götürürdü.
Kapıdan içeri girer girmez neşeyle bağırdı : “Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?”
“Görmüyor musun? Telefonla konuşuyorum.”
Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu. Herşey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda. Bir de eve misafir gelecek oldumu kendisine hiç yer kalmıyordu. Nerelere gitsindi?
Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere kaşık sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti. “Sana yardım edeyim mi?” dedi en sevimli halini takınarak.
Annesi manalı manalı baktı.
“Hayırdır. Bir yaramazlık filan. Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten.”
Yorgunluk nasıl bir şeydi? Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşca elinden alır “Nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni” diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi.
Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.
“Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor.”
“Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan ölüyorum.”

Bu kelimeden nefret ediyordu. Yorgunum. Yorgun olduğumdan. Böyle Yorgun yorgunken...
“Anneciğim sen yorulma diye...”
“Yemekte konuşuruz çocuğum. Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz.”
“Hani siz yoruluyorsunuz ya...”
“Eeee....”
“Ben de oynamaktan yoruluyorum.”
“Ne yapayım?”
“Bilmem...”
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı.
Işıklar söndü birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.
“Mum da yok” diye diye karıştırdı dolapları el yordamı.
Çocuk sirtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı. “bak deli tavşan” diyerek parmaklarını oynattı. Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda. Otlarla, kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı.

Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğun hiç konuşmadığını fark etti birden. Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı. Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu.
Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına,

“İşin bitince beni sever misin anne?” dedi.

Anonim
bartu_aykut - avatarı
bartu_aykut
Ziyaretçi
17 Eylül 2007       Mesaj #1256
bartu_aykut - avatarı
Ziyaretçi
Kendine iyi bak” bir veda degil elveda cümlesidir çogu zaman. O üç kelimeden çok daha fazlasını gizler içinde...

"Kendine iyi bak." Çünkü bundan sonra ben yanında olmayacagım. Olamayacagım. Istesem de istemesem de. Sevdim bir zamanlar seni, hala seviyorum ve benden sonra da mutlu olmanı istiyorum. Olur da bir gün dönersem seni iyi bulmak istiyorum.“

“Kendine iyi bak. Çünkü bundan sonra kendinden baskası olmayacak yanında sana bakacak. Ben olmayacagım. Kendine iyi bak ve beni düsünme. Çünkü ben de seni düsünmeyecegim artık. Arama sakın beni, yazma, çünkü ben yazmayacagım. Sil beni yüreginden, çünkü ben silecegim. Fakat, yasanılan, paylasılan güzel seyler hatırına sana yürekten mutluluklar diliyorum. Ve ben bir daha dönmemek üzere gidiyorum.”

"Kendine iyi bak. Aramızda geçen herseye ragmen benden sonra iyi oldugunu bilmeyi tercih ederim. Aslında bilmem çok önemli degil, iyi oldugunu varsayacagım ben. Seni bir daha asla görmemek üzere gidiyorum ben, seni kendinle basbasa, yapayalnız birakiyorum ben. Biliyorum kendini bırakacaksin benden sonra, o yüzden iyi bak diyorum. Aslına bakarsan, çok da fazla umursamıyorum."

"Kendine iyi bak derler ve giderler. Tutkuyla sevenler, bazen birden fazla söylerler bunu. Çünkü onları ayırmak, eti tırnaktan ayırmak gibidir. Kolay kolay kopamaz onlar, süreç çok acı vericidir, yürek parçalıyıcıdir. Her seferinde azalan umutlarla geri döner ve yine “Kendine Iyi Bak” gözleriyle ayrılırlar. Ta ki umut da, sevgi de tükeninceye kadar…Ta ki son elveda mezar sessizligine bürününceye kadar…"

Tutkunun ötesinde sevenler, bir kez “Kendine Iyi Bak “ derler ve giderler. Onlar eti tırnaktan ayırmak yerine ölümü yeglerler. Onlar bu acıyı bir kezden fazla kaldıramayacaklarını bilirler.

"Kendine iyi bak" derler ve giderler. Bu sözlerin içinde ihanet yok, hiç bir zaman olamaz derler ve giderler. En büyük ihanet degil midir aslında seni seveni, ihtiyaci olani yüzüstü bırakıp gitmek. "Kendine iyi bak" derler ve giderler. Seni suskunluga mahkum edip giderler. Seni parçalara ayırıp, en büyük parçayı yanlarina alıp giderler. Seni senden alıp giderler.

Daha kötüsü suçlayamazsin onları tüm bunlar için. Kendine iyi bak deyip gidenin geçerli bir nedeni vardır elbet. Suçlatmaz kendini. Savasmadıkları için kızarsın ama suçlayamazsın. Savasmıslarsa, yenildikleri için kızarsın ama suçlayamazsın. Yenildigin için kızarsın ama suçlayamazsin… Ayrılıgın kaçınılmazlıgına inandırır seni, kendine iyi bak derler ve giderler. Elinden umutlarını, düslerini, sevgilerini alıp giderler. Bir tek anıları bırakırlar geride, bir de hatırladıkça gözyaslarına bogulasın diye unutulmayan nagmeler.

Arkalarına bakmadan çekip giderler eger yalnız kalmıssan, çünkü insafsızlıklarını görmek istemezler. Hersey o saniye orada bitsin, kapansın bu sayfa isterler. Bitti diyemedikleri için, kendine iyi bak derler. Kırıldım ve affedemiyorum; diyemedikleri için kendine iyi bak; derler. Seni istemiyorum artık, hayatımdan çıkaracagım ama bil ki hiç unutmayacagım; diyemedikleri için kendine iyi bak derler. Biliyorum çok kanayacaksın ama daha iyisini yapamıyorum; diyemedikleri için kendine iyi bak derler. Vicdanlarını rahatlatmak için kendine iyi bak derler, çünkü o kan uzun süre akacaktir ve o yara asla kapanmayacaktır, bilirler.

"Kendine iyi bak" bir noktadır çogu zaman. Kendine iyi bak deme bana, sadece kötülükler noktalansın isterim ben. Oysa sen iyisin… Sen gözümdeki ısık, dudagımdaki tebessüm, sen içimdeki sevinçssin. Sen hayatima renk katan, sen yüregimdeki çarpinti, sen hayatımdaki nesesin. Sen yolumu aydınlatan, sen dert ortagım, sen gönül yoldasım, sen bir tanesin. Kendine iyi bak deme bana. Nokta koyma.

Keske böyle yasanmasaydi bazı seyler, keske affedebilsen beni, keske ben de affedebilsem… Keske döndürebilsek zamanı geriye. Keske bugünkü aklımızla yasasak herseyi bastan. Nafile... Ama yine de, gitmesen olmaz mı ? Bitmesek olmaz mı ? Sen eksikken, ben nasıl tam olurum? Senden kalan boslugu kimlerle doldururum? Savassak, aramıza giren seytanla olmaz mı ? Hani büyük asklar her türlü engeli asardı, hani gerçek dostluklar her sınavı geçerdi, hani sevgi eninde sonunda kazanırdı? Hani hayatta hiç kirlenmeyecek degerler vardı? Hani en büyük zaferler, en kanli savasların ardından kazanılırdı? Bunlarin hepsi yalan mı? Sahiden..., gitmesen olmaz mı ? Bitmesek olmaz mı?……….

Peki o zaman... Senin istedigin gibi olsun... Öyleyse...Sen de Kendine Iyi Bak.
[/I][/B]
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Eylül 2007       Mesaj #1257
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ay Çiçeği


Bir zamanlar küçük bir papatya varmış. Kocaman bir kayanın siperciğinde yaşarmış. Çevresinde ballıbabalar, katırtırnakları, utangaç mavi mine çiçekleri açarmış. Her sabah, gün doğumunda bütün çiçekler uyanırmış. Sabah aydınlığıyla genişleyen gökyüzünü izlerler, mutluluk türkülerini bir ağızdan söylerlermiş. Hepsi birbiriyle dost, hepsi arkadaşmış. Aradan uzun bir zaman geçmiş. Günlerden bir gün, bizim küçük papatya her zamanki gibi tan atımında uyanmış. Uyanmış uyanmasına ama eskisi gibi keyfi yerinde değilmiş. İncecik gövdesi kırılıp dökülüyormuş. " Herhalde akşam yağan yağmur yüzünden hastalandım" diye düşünmüş. O sırada gözü yakın arkadaşı ballıbaya ilişmiş. Zavallı ballıbaba, ıslak toprağa serilmiş, yatmıyor mu?.. "Ne oldu sana kardeşim" diye seslenmiş ballıbabaya.. Ballıbaba başını güçlükle papatyaya çevirmiş, gözlerinden ip gibi yaş akıyormuş. " Bu soruyu yalnız bana sorma papatyacık. Hepimiz perişan durumdayız. Öteki arkadaşlar da benim durumumda. Akşam durmadan yağan yağmur toprağı alıp götürdü, çiçeklerin kökleri dışarda kaldı. Hepimiz yavaş yavaş ölüyoruz" Papatya duyduklarına inanamamış, çevresine bakınmış, bir düşte karabasan gördüğünü sanmış. " Peki, demiş. Ben neden hala ayaktayım? Neden benim köklerim sapasağlam toprakta?" Öteden mavi mine sızlanmış. " Çünkü seni koruyan bir kaya var. Onun siperinde yaşıyorsun. Sonbahar yağmurları başladı. Bizler yağmur selinden kendimizi koruyamayız. Bundan kaçış yok. Elveda güzel yüzlü papatya" demiş. Papatya dostlarının birer birer yağmur sularıyla gidişini izlemeye dayanamazmış. " Hayır, diye isyan etmiş. Tükenişinize dayanamam. Ben gelecek yıl da burada olacaksam sizler de benimle kalmalısınız." "Nasıl olacak bu. Olanaksız" diye ağlıyormuş küçük çan çiçeği. Papatya kolay kolay vazgeçmezmiş ama. Dirençliymiş, kararlıymış. " Sizleri bırakamam demiş, hepiniz tohumlarınızı bana verin. Onları gelecek yıla kadar kendiminkilerle birlikte saklayacağım.Ya birlikte tükeniriz, ya birlikte yaşarız" Sonunda arkadaşlarını ikna etmiş. Hepsinin tohumlarını bir bir toplamış.Eh.. böyle bir dayanışmaya, böyle güçlü dostluğa kolay kolay rastlanmaz..Yeter ki kendi küçük de olsa, kocaman yüreğiyle bir papatyanın sevgisini taşıyabilelim. Ondan sonraki zamanını harıl harıl çalışmakla geçirmiş papatyacık. Kökleriyle sımsıkı toprağa sarılmış.Gövdesini genişletmiş. Giden arkadaşlarının tohumlarını göğsüne yapıştırmış. Kış gelmiş. Kötü rüzgarlar önüne gelen ne varsa almış götürmüş, papatya kayanın kuytusuna saklanmış. Rüzgara, yağmura, kara karşı direnmiş, dayanmış. Soğuk, zehir gibi havada tohumlar donmasın diye onlara daha bir sıkı sarılmış. Gözleriyle durmadan güneşi aramış. Bir parça gün ışığı görse yüzünü, gövdesini güneşten yana çevirirmiş.Ama o zorlu kışı geçirmek kolay değil. Toprağa öyle tutunmuş ki kökleri kalınlaşmış, soğuktan tohumları korumak için Sonra yaprakları uzamış, güneş izleyen yüzü büyümüş büyümüş.. Sıcak yüzlü ilkbahar geldiğinde dimdik ayakta bulmuş bizim güneş yüzlü çiçeği. Ama artık o bir Ayçiçeğiymiş.Hiç bir tohum zedelenmeden onunla yaşıyormuş. Dostluğun ölümsüz öyküsüdür Ayçiçeği, o gün bugündür güneşi izler dururmuş.Söylentiye göre dünyayı ve yürekleri aydınlatan güneş sevginin ta kendisiymiş.

jöly - avatarı
jöly
Ziyaretçi
18 Eylül 2007       Mesaj #1258
jöly - avatarı
Ziyaretçi
Yüreğimde Saklasam
Sıcağımsın… Bitmezim, solmazımsın.. Sevgiye seninle başladık.. Bir koşudu benim için, sevgiyi tanıma koşusu.. Seninle çıktık bu koşuya, seninle tamamlamak isterim..

Sıcaklık deyince sen gelirsin yüreğime.. Sen gelirsin gecelerin arasından, soğukların arasından, yüreğim sıcacık olur.. Sen beni ısıtanımsın, yüreğimi sıpsıcacık eden..

Ellerimin arayıp da bulduğu bırakmak istemediğisin… Bedenimin yarısı, kolumun öteki kolusun.. Beni saran seven, sevgiyi öğretensin..

Sen olunca varsın karlar yağsın sokaklara her yan buz tutsun.. Sen olunca, uzaklar uzak olsun sen yakınsın ya… Zorluklar hep beni bulsun. Sen kolayımsın..

Sen gözüm kulağım aklım yüreğimsin… Tıp tıp eden kalbim.. Kalbimi her gün gençleştiren kanımsın.. Sen benim ilk ve tek sevdiğimsin..

Beni sevginle zenginleştiren, gözlerinle mutlu edensin..
Gözlerinde hüzün görsem hüzünlenirim, sözlerinde acı duysam kırılır, unufak olurum.. Yapışmaz yüreğimin parçaları kırılır da kırılır.. Kötü eser bir sonbahar yeli, yüreğimi üşütür..
Uzanan sıcacık elin beni umutlara götürür. Kırılan her bir parça yenilenir, kıranlar unutulur. Yeniden bir yolculuğa çıkılır senin her bir sözünle …

Bilmem sana “Umut” desem, “Can” desem, “Canım” desem, “Sevgi” desem, “Sevgilim” desem.. Ne desem az sana… Senin sevgine.. “Sıcağımsın” desem.. Isıt beni hep sevginle.
Yanımda ol… Koru kolla beni.. Sar beni tüm üzüntülere destek ol…
Yanı başımda ol… Her zamanki gibi sen ol..
Sevgim açık kollarım gibi… Seni bekliyor.. En güzel sözcükleri söylesem… “Gülücük” desem, “Güven” desem, “Huzur” desem “Güzellik” desem..Daha ne diyeyim Bi tanem “EŞİM” desem…

Hepsini desem seni tanımlasam.. Yüreğime katsam…… SAKLASAM…

Yazarı : perinur olgun
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
18 Eylül 2007       Mesaj #1259
arwen - avatarı
Ziyaretçi
SAAT GECENİN 0.3'Ü İSTANBULUN O ISSIZ SOKAKLARINDA SENİ DÜŞÜNÜYORUM NEREDESİN DİYE HEP SENİ SORUYORUM BOMBOŞ SOKAKLARA .BİR TARAFTAN BEYOĞLUNA YAĞMUR YAĞARKEN BİR TARAFTANDA KADIKÖY E KAR YAĞIYORDU.GÖZLERİM YAŞLARLA DOLDUMU BEYOĞLU NUN ÇIĞLIKLARINI, YÜREĞİME ATEŞİN DÜŞTÜĞÜNDE İSE KADIKÖY ÜN HAYKIRIŞLARINI DUYUYORDUM.BİRDEN KENDİMİ BEYOĞLUNUN ARKA SOKAKLARINDA BİR SABAHÇI KAHVESİNDE BULDUM.AĞIRDAN BİR SES GELİYORDU KULAKLARIMA "SEN RÜYALAR ALEMİNDE YENİ AŞKLAR HEVESİNDE BENSE YİNE UYKUSUZUM BİR SABAHÇI KAHVESİNDE"EVET...EVET FERDİ TAYFUR'DU BU ÇALAN.DERKEN SIZIP KALMIŞIM GÖZLERİMİ AÇTIĞIMDA KÜÇÜK BİR DELİKTEN İÇERİYE GİREN IŞIK GÖZLERİMİ KAMAŞTIRMIŞTI SONRA BİR KAPI SESİ GELDİ.GARSON İÇERİ GİRMİŞTİ ELİNDE BİR KAĞIT VARDI.KAĞIDI AÇIP OKUDUĞUMDA ŞU SÖZLER GEÇİYORDU."AŞK ACI ŞARAPTIR KADEHİ DUDAKTIR İÇERSEN ISTIRAPTIR GÖZYAŞIN SİLİNMEZ KIYMETİN BİLİNMEZ SONUN BİR AYRILIKTIR" BU SÖZLER TANIDIK GELMİŞTİ BANA SONRA HAKLISIN BE FERDİ BABA DİYE HAYKIRMAK İSTEDİM.DIŞARI ÇIKTIM GİTMEDEN SON BİR KEZ DAHA BAKTIM SABAHÇI KAHVESİ'NE.BELKİ BİR DAHA DÖNMEM DİYE.GÖZLERİM DOLMUŞTU.GARSON GİTME DER GİBİ GÖZLERİMİN İÇİNE BAKIYORDU.ARTIK ÇOK GEÇ KALMIŞTIM GİTMEM LAZIMDI.ÇÜNKÜ"ÖLÜM BİR SOLUK BİR NEFES KADAR YAKI8N OLMUŞTU ENSEMDE" SABAHÇI KAHVESİNDEN BAYAĞI UZAKLAŞMIŞTIM VE BİRDEN YIKILIP KALMIŞTIM OLDUĞUM YERE ELİMDE BİR KAĞIT PARÇASI VARDI ÜZERİNDE "MEZARCI DAYI...BANA ÖYLE BİR MEZAR YAP Kİ KARA TOPRAĞA DERT OLSUN...ÜSTÜNE ÖYLE DERTLİ YAZ Kİ SEVDİĞİM ÜZÜNTÜDEN KAHROLSUN" YAZIYORDU. SEVGİLERİMLE....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #1260
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
AşkBiliyor musun benden bir şeyleri anlatmamı istediler ve ben de seni anlatmaya karar verdim. Bakalım beğenecek misin. Ne olur bana kızsan bile çıkıp gitme hayatımdan. Biliyorsun beni, sensiz olmuyor. Şimdi ise sadece dinle...
Herkes bu güne kadar onu anlatmaya çalıştı ama nedense kelimeleri yarı yolda kaza yaptı. Çünkü hep yolun yanlı tarafından başladılar yolculuğa bu düşsel dünyada.
Aslında ben de nerden başlayacağımı bilemiyorum ama sanırım en doğrusu şu kelimelerle olur...
O hiç beklenmedik bir anda çıkar karşınıza. O kadar ani yakalar ki sizi neye uğradığınızı şaşırısınız. Ne kadar kaçsanız da o sizi kovalar durur. Sonbaharda dökülen bir yaprağın parça parça olmasıdır bazen, elinizden sadece ağlamak gelir onun rüzgarda sürüklenişini izlerken.
Bir mucizenin başlangıcı oluverir. Damarlarınızda dolaşan kan gibi hayat verir size en umutsuz anınızda ama belki de sonradan, verdiği canı fazlası ile alır gider uzaklara, karışır karanlığa, bul bulablirsen...
Ama hayatınıza girdi mi bir kere, onsuz olmaz bir daha. Ne kadar acıtsa da batmamaya başlar bir süre sonra. Alışırsınız varlığına,kopamazsınız. Bir bakmışsınız vazgeçilmeziniz olmuş...
Ve yanlızlığın ta kendisidir o aynı zamanda da yanlızlığınızı paylaşandır. Nedense onun adı aşktır...
Duygu Tuncel

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat