Ziyaretçi
Pencere
Akşamları kederlenip için için yanıyordum.
Sana kimse bakmıyordu, unutulmuş gibiydin. Kalın bir duvar doğuyordu içeriyle aranda. Her pencere duvara konan tuğlalara gösterilen özenle yerleştiriliyordu. Bir ben kaldım. Koyacak yer bulamadılar.
Doğrusu ben de sana bakmayan, seni görmeyen bir yerde olmak istemedim. Ve sonra, karanlığın kalbini deler gibi duvarın yıktırılan yerinden sana doğru gülümsedim. Artık her daim seni görecek, sana görülecek ve seni gösterecek bir pencere olmuştum.
Sabahları ışığını süzerek alıyordum. Arada bir açılıp kokunu çağırıyordum. Sen yeşerdiğinde gülüyordum. Sen sarardığında ya da yapraklarını dökerek ağladığında bir hüzün çöküyordu içime. Kayıtlarım olmasa camım düşecek oluyordu göz yaşların üstüne.
Her geçen gün aramızda sembollerden örülü bir dil oluşuyordu. başkaların fazla bir şey anlamadığı ve fakat, bizim için çok derin anlamlar içeren bir işaret dili. Anlaşıldıkça simgeleşen, simgeleştikçe anlaşılan bir dil. Sürekli anlamları değişen kaybolan içi boşaltılan kelimelerden örülü bir dil yerine zaman ve mekanda kaybolmayan bir dil. Sonsuzdan gelip sonsuza giden bir dil. Sezgilerimizin somutlaştığı gölge oyunları gibi bir dil.
Biz hiç birbirimize doğrudan doğruya bir şey söylemiyorduk. Bulmaca tadında telmih ve remizler dururken basitliğin patikasında yürümek, sığlığında yüzmek bize göre değildi.
İçeridekiler senin dışarıda olduğunu biliyorlardı ve her birinin senin hakkında farklı farklı düşünceleri ve bilgileri vardı. Bir gün dallarının altında gölgeleneceklerini yapraklarının rüzgarda hışırtısı ile vereceğin huzurun varlığını her biri biliyor ya da seziyordu. Ama gel gör ki dünya esaretinde ölümün ötesini göremeyenler gibiydiler. Ta ki ben onlara dünyadan öteyi haber verenler gibi sana açılan ve seni tanıtan bir pencere olana değin.
Kim seni hangi niyetle görmek isterse camlarımdan süzülen bakışlarla onu görebiliyordu. Görmek istemeyenlere buzlu cam oluyordum. Yazları içeri aldığım güneş ışınlarıyla bazılarına yanmak neymiş onu anlatıyordum. Bunalmak, çaresiz kalmak ne demek ise onu…
Eski kavimlerden birinde dostlar birbirinden ayrılınca bir şeyi ikiye böler birer parça alır öyle ayrılırlar. Yıllar sonra karşılaştıklarında o parçaları karşılaştırarak birbirlerini tanır ve yokluklarında o parça ile diğerini yanında hissederlermiş. Sana hasretim belki biraz bu yüzden.
Biliyorum ki bu kayıtlarım senin dallarından yapıldı. Bütün sensin parça ben.
Senden bir parça olduğum için ben sana açıldım. Yönüm sana döndü.
Bir ömür sana yönelişin, “e” halinde kalmanın onur ve heyecanı bir yanda, “de” haline geçemediğim varışı olmayan bu halin öldürücü susuzluğu ve hüznü diğer yanda.
Ben öyle bir köprü oldum ki hem kendimi sana bağlayan hem başkalarını sana ulaştıran bir köprü. Rüzgarda dalların bana değdikçe sanki bir şefkatin bir merhametin tarifsiz dokunuşu oluyordu. İlkbaharda bir uyanışı, içinde yaşayarak görüyordun.
Her insanın kendi dünyasını elleriyle, teriyle, emeğiyle kurması ve ötekilerden bunu korumaya çalışmasının gayreti tarifsiz ve en hüzünlü bir bakıştan en şen kahkaha içeren sevinçlere kadar birçok duyguların gezindiği gemilerin denizi oluyordu gözlerin.
Kavurucu sıcaklar bir senin kanatların altında çekilebilir oluyordu. Dışarıdaki sıcağa çare sen oluyordun. İçimdeki sıcaklığı, içimdeki harareti senin karşında senin huzurunda olmak söndürüyordu.
Sonra bir bitişin başlangıcı oluyordu sonbahar. Yaprakların birer birer vedalaşarak benimle yere, düşüyor ve toprağa karışıp bir gün senin dallarının en ucuna ulaşan filizler olacak şekilde ayakların olan köklerine kapanıyorlardı.
Baharda kuşlardan aldığın cıvıltıları bu aylarda sıcak bir yuvaya dönüştürüp geri verişinde ne kadar güzeldi. Börtü böcek bile senin gövdende hayat buluyordu. Kapın kimseye kapalı değildi. Kim gelirse sende yer bulabiliyordu. Yeter ki sende yer arasın.
Hep bir hüznün mevsiminde ilk yağmurlar dokunurken camlarıma senin yaprakların gözyaşın olurdu. Ve bir gün bir sabah dimdik ayakta bembeyaz kefenlik giymiş doğanın sanki ölüm törenini yöneten oluyordun. Ve bir bitişin sonunu söylüyordun.
Telvin diye tabir edilen renkten renge, halden hale giriyordun. Bir daldan bir dala konan serçeler gibi değişiyor ve beni değiştiriyordun. Kendim değiştikçe seni başka başka görüyordum.
An oldu bülbül gibi şakıdım günler boyu. Gün oldu kanadı kırık kuş gibi dillerim lal oldu.
Kendimden bakarak görüyor ve kendimden seyrediyordum seni. Hep senden bir kopuşun içimde oluşturduğu boşluğun acısıyla yanıyordu yüreğim. Senden koptuğum için yeşeremiyordum. Senden koptuğum için sararamıyor, uzayamıyor ve olmam gerekene ne kadar yakında olsam, olmam gereken olamıyordum.
Ne ben, ne benden sana bakan biri, rüzgarla gönderdiğin sözleri rüzgar kadar iyi anlayamıyoruz.
Yıldızımı kaybettiğim zamanlar oldu karanlıkta seni göremeden belki varlığının bilincinden sıyrıldığım sancılarla dolu karanlıklar bir hançer gibi, zehirli bir ok gibi kımıldadıkça yaralarımı azdırdı.
Oysa ben senden kopan bir dal değil senden kopan bir yaprak olup dibinde yeşeren asmanın damarlarında yol alıp sana sımsıkı sarılmak ve öylece her sonbahar kuruyup her bahar seninle yeşermek senin adını söyleyenlerle olmak isterdim.
Aramızda oluşan o özel dilin anlattıklarını her pencerenin anlamasını isterdim.
Heyhat!! Seni şimdi görmeyen ve asla görmeyecek nice pencereler var.
Akşamları ben ona yanıyorum.
25/05/2006
Kenan Yaşar
Sponsorlu Bağlantılar
Sana kimse bakmıyordu, unutulmuş gibiydin. Kalın bir duvar doğuyordu içeriyle aranda. Her pencere duvara konan tuğlalara gösterilen özenle yerleştiriliyordu. Bir ben kaldım. Koyacak yer bulamadılar.
Doğrusu ben de sana bakmayan, seni görmeyen bir yerde olmak istemedim. Ve sonra, karanlığın kalbini deler gibi duvarın yıktırılan yerinden sana doğru gülümsedim. Artık her daim seni görecek, sana görülecek ve seni gösterecek bir pencere olmuştum.
Sabahları ışığını süzerek alıyordum. Arada bir açılıp kokunu çağırıyordum. Sen yeşerdiğinde gülüyordum. Sen sarardığında ya da yapraklarını dökerek ağladığında bir hüzün çöküyordu içime. Kayıtlarım olmasa camım düşecek oluyordu göz yaşların üstüne.
Her geçen gün aramızda sembollerden örülü bir dil oluşuyordu. başkaların fazla bir şey anlamadığı ve fakat, bizim için çok derin anlamlar içeren bir işaret dili. Anlaşıldıkça simgeleşen, simgeleştikçe anlaşılan bir dil. Sürekli anlamları değişen kaybolan içi boşaltılan kelimelerden örülü bir dil yerine zaman ve mekanda kaybolmayan bir dil. Sonsuzdan gelip sonsuza giden bir dil. Sezgilerimizin somutlaştığı gölge oyunları gibi bir dil.
Biz hiç birbirimize doğrudan doğruya bir şey söylemiyorduk. Bulmaca tadında telmih ve remizler dururken basitliğin patikasında yürümek, sığlığında yüzmek bize göre değildi.
İçeridekiler senin dışarıda olduğunu biliyorlardı ve her birinin senin hakkında farklı farklı düşünceleri ve bilgileri vardı. Bir gün dallarının altında gölgeleneceklerini yapraklarının rüzgarda hışırtısı ile vereceğin huzurun varlığını her biri biliyor ya da seziyordu. Ama gel gör ki dünya esaretinde ölümün ötesini göremeyenler gibiydiler. Ta ki ben onlara dünyadan öteyi haber verenler gibi sana açılan ve seni tanıtan bir pencere olana değin.
Kim seni hangi niyetle görmek isterse camlarımdan süzülen bakışlarla onu görebiliyordu. Görmek istemeyenlere buzlu cam oluyordum. Yazları içeri aldığım güneş ışınlarıyla bazılarına yanmak neymiş onu anlatıyordum. Bunalmak, çaresiz kalmak ne demek ise onu…
Eski kavimlerden birinde dostlar birbirinden ayrılınca bir şeyi ikiye böler birer parça alır öyle ayrılırlar. Yıllar sonra karşılaştıklarında o parçaları karşılaştırarak birbirlerini tanır ve yokluklarında o parça ile diğerini yanında hissederlermiş. Sana hasretim belki biraz bu yüzden.
Biliyorum ki bu kayıtlarım senin dallarından yapıldı. Bütün sensin parça ben.
Senden bir parça olduğum için ben sana açıldım. Yönüm sana döndü.
Bir ömür sana yönelişin, “e” halinde kalmanın onur ve heyecanı bir yanda, “de” haline geçemediğim varışı olmayan bu halin öldürücü susuzluğu ve hüznü diğer yanda.
Ben öyle bir köprü oldum ki hem kendimi sana bağlayan hem başkalarını sana ulaştıran bir köprü. Rüzgarda dalların bana değdikçe sanki bir şefkatin bir merhametin tarifsiz dokunuşu oluyordu. İlkbaharda bir uyanışı, içinde yaşayarak görüyordun.
Her insanın kendi dünyasını elleriyle, teriyle, emeğiyle kurması ve ötekilerden bunu korumaya çalışmasının gayreti tarifsiz ve en hüzünlü bir bakıştan en şen kahkaha içeren sevinçlere kadar birçok duyguların gezindiği gemilerin denizi oluyordu gözlerin.
Kavurucu sıcaklar bir senin kanatların altında çekilebilir oluyordu. Dışarıdaki sıcağa çare sen oluyordun. İçimdeki sıcaklığı, içimdeki harareti senin karşında senin huzurunda olmak söndürüyordu.
Sonra bir bitişin başlangıcı oluyordu sonbahar. Yaprakların birer birer vedalaşarak benimle yere, düşüyor ve toprağa karışıp bir gün senin dallarının en ucuna ulaşan filizler olacak şekilde ayakların olan köklerine kapanıyorlardı.
Baharda kuşlardan aldığın cıvıltıları bu aylarda sıcak bir yuvaya dönüştürüp geri verişinde ne kadar güzeldi. Börtü böcek bile senin gövdende hayat buluyordu. Kapın kimseye kapalı değildi. Kim gelirse sende yer bulabiliyordu. Yeter ki sende yer arasın.
Hep bir hüznün mevsiminde ilk yağmurlar dokunurken camlarıma senin yaprakların gözyaşın olurdu. Ve bir gün bir sabah dimdik ayakta bembeyaz kefenlik giymiş doğanın sanki ölüm törenini yöneten oluyordun. Ve bir bitişin sonunu söylüyordun.
Telvin diye tabir edilen renkten renge, halden hale giriyordun. Bir daldan bir dala konan serçeler gibi değişiyor ve beni değiştiriyordun. Kendim değiştikçe seni başka başka görüyordum.
An oldu bülbül gibi şakıdım günler boyu. Gün oldu kanadı kırık kuş gibi dillerim lal oldu.
Kendimden bakarak görüyor ve kendimden seyrediyordum seni. Hep senden bir kopuşun içimde oluşturduğu boşluğun acısıyla yanıyordu yüreğim. Senden koptuğum için yeşeremiyordum. Senden koptuğum için sararamıyor, uzayamıyor ve olmam gerekene ne kadar yakında olsam, olmam gereken olamıyordum.
Ne ben, ne benden sana bakan biri, rüzgarla gönderdiğin sözleri rüzgar kadar iyi anlayamıyoruz.
Yıldızımı kaybettiğim zamanlar oldu karanlıkta seni göremeden belki varlığının bilincinden sıyrıldığım sancılarla dolu karanlıklar bir hançer gibi, zehirli bir ok gibi kımıldadıkça yaralarımı azdırdı.
Oysa ben senden kopan bir dal değil senden kopan bir yaprak olup dibinde yeşeren asmanın damarlarında yol alıp sana sımsıkı sarılmak ve öylece her sonbahar kuruyup her bahar seninle yeşermek senin adını söyleyenlerle olmak isterdim.
Aramızda oluşan o özel dilin anlattıklarını her pencerenin anlamasını isterdim.
Heyhat!! Seni şimdi görmeyen ve asla görmeyecek nice pencereler var.
Akşamları ben ona yanıyorum.
25/05/2006
Kenan Yaşar

Hikayeler ve Öyküler -2-
