Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 124

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 591.689 Cevap: 1.812
H€L€N - avatarı
H€L€N
Ziyaretçi
6 Eylül 2007       Mesaj #1231
H€L€N - avatarı
Ziyaretçi
Bir Arkadaslık Hikayesi

Sponsorlu Bağlantılar
bir hastane odası iki yatak ve hayatla olum arasındakı çizgide yaşamdan yana kalmaya çalışan iki kalp hastası.Yataklardan biri pencere önünde diğeri duvar dibinde.Pencere önündeki sabahtan akşama kadar pencereden dışarı bakıp seyrettiklerini duvar dibinde birşey görmeden ,aynı kaderi paylaşan birşey görmeyen hasta arkadaşına anlatıyor!
-Bugün deniz dünden daha durgun.Rüzgar hafif esiyor olmalı.Beyaz yelkenliler denizde belli belirsiz ilerliyorlar kuğu gibi süzülüyorlar.
-Park mı?Ha,park henüz tenha.Salıncakların ikisi dolu ikisi boş.Geçen haftaki sevgililer yine geldiler.Elleri birlerinden hiç ayrılmıyor.Şimdi erkek kızın saçlarını okşuyor,ne kadar birbirlerine yakışıyorlar.
-Erguvanlar bugün çıldırmış öyle bir çiçek açmışlar ki etraf mora boyanmış.Erikler desen keza,tepeden tırnağa beyazlar giyinmiş.İşte parkın neşesi çocuklar geldi.Ellerinde rengarenk balonlar var ah kardeşim görmelisin.
Bu böyle sürüp giderken her gördüğünü anlatıp dururken ansızın bir kalp krizi geçirir pencere kenarındaki.Duvar dibinde düğmeya bassa doktoru çağırabilir ve belkide arkadaşı kurtulabilir.Ama ama yapıyor işte şeytan karışıyor işine.Arkadaşı ölürse pencere kenarı boşalacak ve kendisi oraya geçecek.Bugüne dek kulaklarıyla duyduğunu gözleriyle görecek ve duvar dibindeki düğmeye basmaz ve arkadaşı ölür.Ertesi gün duvar dibinde olan yatağını pencere kenarına taşırlar.Bekledği an gelmiştir artık yattığı yerden pencereden dışarı bakar.
Dışarıda kapkara bir duvar işte hepsi bu kadar.

H€L€N - avatarı
H€L€N
Ziyaretçi
6 Eylül 2007       Mesaj #1232
H€L€N - avatarı
Ziyaretçi
Bir Kedi ve Bir Çiçek...

Sponsorlu Bağlantılar
Sabah kalktım. Onu gördüğümde ilk işim mutfağa gidip ona su vermek oldu. Hafiften kanatları solmuştu. Boynunu mahcupça eğmişti anlayacağınız. Sanki ölümü bekler gibiydi. O da biliyordu beni yaşatanlardan birinin de o olduğunu. Diğeri de bir kediydi zaten. Bu iki şeydi beni yaşatan. Evimde bu iki canlı vardı, sadece bunlar nefes alıyordu, bir de ben işte. Kısa bir aradan sonra kendine gelmişti yalı çiçeğim. Ama fazla ömrünün kalmadığını o da biliyordu. Kedim ise çoktan uyanmış ve benim kediyle ilgilenişimi izliyordu. Belki aramızda en sağlamı oydu. Yazdığım bütün kadınları onlarla paylaştım. Üzüntülerimi, sevinçlerimi, kavgalarımı, her şeyimi onlara anlattım. İkisi de beni dinledi. Onları kaybedersem, biliyorum kendimi de kaybedeceğim. Kediyi de doyurdum. Sıra bana gelmişti. İki günlük ekmek ve zeytindi benim kahvaltım. Bu hiç değişmedi son zamanlar. Yine kalemimi ve kâğıdımı aldım elime ve başladım yazmaya. Ne gelirse aklıma yazdım. Geçmişe dair ne varsa yazdım. Ve onlar da beni dinledi. Hiç sıkılmadan dinlediler. Akşam olmuştu ve yine karnımıza bir sancı girmişti. Gidip bir ekmek aldım. Param bu kadarına yetti. Onu da kediyle paylaştım. Tabi çiçeğe de suyunu verdim. Ben yazmaya devam ettim. Onlar uykuya çoktan daldı ve ben de onları bir süre izledim. O kadar masum uyuyorlardı ki, dokunmaya bile kıyamadım. Ama dayanamayıp kedimi okşayıverdim. İçimde bilemediğim çok kötü bir his vardı. Sanki bu uyku onların son uykusu olacaktı. Sabah kalktığımda ikisine kaybedecektim sanki. İçimdeki bu kötü hissi def edemedim. Onun için bu gece uyumamaya karar verdim. Uyumayacaktım. Sabah kalktıklarınların da onlara günaydın demeyi istiyordum. Gece ilerliyordu. Benimde gözlerimin geceyle olan savaşı devam ediyordu. Sanırım ben galip geliyordum. Sabah beşlere yaklaşıyordu zaman. Havada aydınlanmaya başlamıştı. Gözüm hep onlardaydı. Çiçek gayet normal görünüyordu. İçimden derin bir oh çektim. Boşuna sıkılmışım. Çiçeğim solmamıştı. Kedim ise hala uyuyordu. Bir yandan da kedinin nefes alışını seyrediyorum. Ne yapıyım onları çok seviyorum ve onları kaybetmekten çok korkuyorum. İçime gerçekten kötü bir sardı bir anda, saat altı olmuştu kedi kala uyanmamıştı. O güneşin ilk ışıklarıyla beraber uyanıyordu her zaman. Biraz daha bekledim ama hiç sessi çıkmıyordu ve bir anda nefes almadığını fark ettim. Hemen şöyle bir sarstım onu, ama çoktan ölmüş gibiydi. Kucağıma aldım ve belki uyanır ve o güzel mır mır sesini bir daha duyurur diye bekledim biraz. Ama boşuna bekliyordum sanki. Bize çoktan veda etmişti. Tutamadı kendimi. Ağladım. Çok ağladım. Hıçkırıklarımı duyarda belki geri döner diye. Ama dönmedi. Gözyaşlarım tüylerini ıslatmıştı. Silmeye çalıştım. Ağlamaktan yorulmuştum. Ayakta duramıyordum. Ama buna rağmen gittim mezarlığın en güzel yerine gömdüm. Biraz daha ağladım. Artık yalnız kalmıştık çiçek ile. Bir o ve bir ben vardım. Eve gittim ve onu gördüm. Keşke… Keşke… Görmeseydim. Keşke eve gitmeseydim de onun yaşadığını hep bilseydim. Ölmüştü… Boynunu bükmüştü. Kedinin gidişine dayanamamıştı sanki. Yalnız bırakamamıştı sanki onu. Peki, ben bırakabilecek miydim onları. Hiç sanmıyorum. Bende onlarla beraber gidecektim. Öylede oldu. Elime boynu bükük çiçeğimi aldım ve kedimizin yanına gittim. Hazırdım… O san uykuya dalmaya hazırdım ve uyudum…
Ben, bir kedi ve bir çiçek…

H€L€N - avatarı
H€L€N
Ziyaretçi
6 Eylül 2007       Mesaj #1233
H€L€N - avatarı
Ziyaretçi
SON YAPRAK

Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse
tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur
bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı.
Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu.

Günlerden bir gün kız arkadaşlardan biri zatürree hastalığına yakalandı.
Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken
o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu...

Geriye doğru sayıyordu; "Oniki" dedi, biraz sonra da "onbir"; arkasindan
"on", sonra "dokuz"; daha sonra, hemen birbiri ardina "sekiz" ve "yedi".
Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba?
Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki
tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş,
yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.

Dönüp arkadaışna "Neyin var?" diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde" altı" dedi.
"Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı.
Saymaktan başıma ağrı giriyordu. Ama şimdi kolaylaştı.
İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi."
"Beş tane ne?" diye sordu arkadaşı. "Yapraklar, asmanın yaprakları.
Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu."

Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü.
Fakat o: "İşte bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum.
Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü
görmek istiyorum.. Ondan sonra ben de gidecegim." diyerek cevap verdi.

Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı ressama
ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı adama.
Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen
arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş
gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle esen
rüzgârdan sonra, bir asma yaprağı hâlâ yerinde duruyordu.

Sapına yakın tarafları hâlâ koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi
tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak,
yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu.

"Bu sonuncusu" dedi hasta kız."Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm.
Rüzgârı duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim."
Ağır ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma
yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyorlardı.

Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır
aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı
hâlâ yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra
arkadaşına seslendi. "Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan
olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu.

Ölümü istemek günahtır. Şimdi biraz bana çorba verebilirsin." dedi.
Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; şimdi alt kattaki bir hastaya
bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree.
Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama
daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor dedi.

Ertesi gün doktor : "Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız." dedi.
O gün öğleden sonra arkadaşı artık iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki
yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş.

Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken
bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir
haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti
kimse. Sonra, hâlâ yanık duran bir gemici feneri, yerinden sürüklene
sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine
karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça
bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgâr estiği zaman
bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı adam,
son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı.



O.Henry
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
6 Eylül 2007       Mesaj #1234
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Zamanların birinde, parlak tüyleri, rengarenk kanatları olan bir kuş varmış. Bakanları büyüleyen, yaşam sevinci veren göklerde özgürce uçmak için yaratılmış bir hayvanmış. Günün birinde kadının biri bu kuşu görüp ona aşık olmuş, Kalbi yerinden fırlarcasına, gözleri heyecandan parlayarak kuşun uçuşunu seyretmiş.

Kuş onu yanına çağırmış ve ikisi birlikte, anlatılamaz bir uyumla uçmuşlar. Kadın kuşa tapıyor, onu kutsal sayıyor, yüceltiyormuş.

Ama günün birinde düşünmüş kadın: -Belki de uzak dağları keşfetmek ister" diye korkuya kapılmış. Aynı duyguyu başka bir kuşla yaşamayacağından korkmuş. Ve kıskanmış -kuşun uçabilme yeteneğini kıskanmış. Kendini yalnız hissetmiş. "Ona bir tuzak kurayım", diye geçirmiş içinden. "Bir dahaki sefer, kuş tekrar gelirse, artık gidemesin" demiş.

Kadın kadar aşık olan kuş, ertesi gün tekrar sevgilisini görmeye gelmiş. Ne var ki, tuzağa düşmüş ve bir kafese hapsedilmiş. Kadın her gün gelip, kuşu seyrediyormuş. Vurgunmuş ona ve onu gösterdiği arkadaşları, "Ne şanslı bir insansın!" diye haykırıyorlarmış. Ne var ki, duygularında alışılmadık bir değişim baş göstermiş. Artık sahibi olduğundan, kalbini çalmasına ihtiyaç kalmadığından, kadının kuşa olan ilgisi azaldıkça azalmış. Uçamayan, hayatının anlamını dile getiremeyen hayvancık da sararıp soluyor, parlaklığını yitiriyor, çirkinleşiyormuş. Kadın da artık karnını doyurup kafesini temizlemekle yetiniyormuş.

Günlerden bir gün kuş ölmüş. Kadın son derece üzülmüş. O andan itibaren sevgili kuşunu bir an bile aklından çıkaramamış. Ama kafesi hatırlamıyormuş bile. Aklında hep onu ilk kez, mutluluk içinde bulutlarla yarışırken gördüğü an varmış sadece.

Kendinle başbaşa kaldığı yalnızlıkları artmış. Kuşun onu dış görünüşü ile değil, özgürlüğü, enerjisi ve sürükleyici tavrı olduğunu fark edermiş. Sevgilisinin yokluğunda kadının yaşamı da anlamını yitirdikçe, yitirmiş ve sonunda ecel gelmiş kapıyı çalmış.

"Niye geldin?" diye sormuş kadın, ölüme. "Tekrar onunla birlikte göklere uçabilesin diye", yanıtlamış ölüm. "Neden ama ölüm?" diyebilmiş kadın.

"Yaşamı özgür bırakabilseydin eğer, ona olan sevgin, bağlılığın ve hayranlığın artardı; ona kavuşabilmek onunla yeniden uçabilmek için artık bana muhtaçsın".

Paulo Coelho
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Eylül 2007       Mesaj #1235
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
AklımdasınBaşımdan geçen ilginç bir aşk öyküsünü anlatmak istiyorum.
Üniversite 2.sınıfa gidiyordum. Gençlik bu ya, başımda kavak yelleri esiyor.
Zaman ise benim geleceğin en büyük gazetecilerinden biri olmam için geçiyor gibime geliyordu. Geliyordu ama ben derslerden çok, arkadaşlarla üniversite binamızın içerisindeki sahalarda ve ağaçların arasında top oynamayı, gezmeyi ve arkadaşlarla sohbet etmeyi tercih ediyordum.
Ama itiraf edeyim, özellikle bahar aylarında etraftaki değişimleri, yeşillikleri geleceğin büyük gazetecisi gözüyle de izliyordum. Eh, gözleme yeteneğin olacak ve tabiattaki güzellikleri –bayanları- göreceksin de şairlik taslamayacaksın, aşık olmayacaksın olur mu?
“Öğrenci dediğin fotokopisinden belli olur”, “Fotokopisiz öğrenci meyvasız ağaca benzer” öğrenci atasözleri uyarınca vize dönemlerinden bir ay önce gördüğümüz derslerin notlarının fotokopilerini bulup almak için Azim Fotokopi’ye gittim. Azim Fotokopi hemen hemen bizde ki bütün derslerin dönem içindeki notlarının fotokopilerini çoğaltır ve satardı. Orada fotokopileri alırken yanımda bizim birinci sınıfta gördüğümüz bir dersin fotokopisinin olup olmadığını soran bir kız vardı. Fotokopiciden o dersin notlarının olmadığını öğrenince oldukça üzüldüğünü gördüm. İçimdeki yardımseverlik duyguları kabardı. Belirtmeliyim ki genellikle güzel bayanlara karşı her zaman yardımseverimdir. Kıza dönerek:
- “Her halde İletişim Fakültesinde okuyorsunuz” dedim.
- “Evet” dedi.
- “Bizim geçen yıl gördüğümüz Gazete Yazı Türleri dersinin fotokopileri bende hala duruyor. İsterseniz onları size ben temin ederim”dedim.
- “Ah, size zahmet olmasın?” dedi.
- “Yok canım ne zahmeti” dedim.
Sonra oradan beraberce konuşarak çıktık. Yolda adını söyledi: Figen’miş. Neyse biz böylece tanışmış olduk.
Ertesi gün ders notlarını ona verdim. Kız beni çok etkilemişti. Bir içim su derler ya öyleydi. Tabii, beni çok etkilediği içinde bana öyle gelmiş olabilir. Neyse... Bu yardım severliğimin karşılığında kız beni ne zaman görse hemen yanıma gelmeye başladı. Diğer arkadaşlarımla da tanıştırdım onu. Artık çok samimi olmuştuk. Olmuştuk olmasına ama kıza da tutulmuştum.
Ne yapmalıydım... Düşünüyordum ama bir türlü de karar veremiyordum. Şimdi kıza arkadaşlık teklif etsem, yardım etmemin karşılığında ondan faydalanmak istediğimi düşünebilirdi. Ayrıca arkadaşlık teklif etmemin diğer arkadaşlarımın hele hele Osman’ın kulağına gitmesi... Aman aman ölsem daha iyi. Çünkü bizim arkadaş gurubumuzun arasında şöyle bir beddua vardı: “Allah seni Osman’ın medyatik diline düşürsün de, manşetlerden inme emi !”
Çok düşündüm bir karar veremedim. En sonunda ona aşkımı mektupla ilan etmeye karar verdim. Bu amaçla oturdum ve usturuplu bir aşk mektubu yazdım.

“Bu mektubu kaldığım yerin soğuk duvarlarını ısıtmaya çalışan yüreğimin her atışında ismini hatırlatan sıcaklığında yazıyorum. Bir melankoni içerisinde yazmaya çalıştığım bu satırlar daha çok seven yüreğimin sevilme mutluluğunu yakalaması için çabalaması ve belki de karşılıksız bir sevda bataklığına nasıl gömüldüğünün ifadesi.
Acaba Figen; senin o melekler kadar güzel olarak tasavvur ettiğim hayalini gönlümden silip atsam mı diyorum. Yazık olmaz mı sorusu aklıma geliyor. Yazık olmaz mı aşkıma? Acaba unutsam sana karşı hissettiklerimi, hiçbir şey yaşanmamış gibi acaba bir anda geçen onca zamanın ötesine gidebilir miyim?
Yakalanan bir kuşun esaretten kurtulmak için çırpınması gibi seni görünce çırpınan kalbimin atışlarını, yüzümün her kızarışını, benim sana olan tutkumu tavır ve yüz ifademden, heyecanımdan, titrememden anlamandan duyduğum korkuları... unutsam mı?
Böyle bir şey mümkün olsa bile herhalde yaşadığım onca duyguyu bir anda jiletle kazıyıp, söker gibi atamam, atmam.
Çevremde çok pişkin, yüzsüz, her şeyi çok rahat ifade edebilen biri olarak görülmeme rağmen aslında sevdiğine karşı aşkını ve duygularını ifadeden bile çekinen utangaç yapıda biri olarak sevgimi yazı ile belirtme ihtiyacı duydum. Sana olan sevgimi hoş karşılaman dileğiyle...”
“Yakın çevrenden biri”

Mektubu daktilo ile yazdıktan sonra bir zarfa yerleştirdim. Figen’in de aralarında bulunduğu arkadaşlarla okulun önünde sohbet ederken lavaboya gitme bahanesiyle gidip sınıfta Figen’in ders notlarını tuttuğu ajandanın içine koydum ve sonucu beklemeye başladım.
Ertesi gün üniversitenin ana binasında bulunan yemekhaneye giderken Figen bir ara yanıma yaklaştı ve:
- “Yükselciğim san bir şey söyleyeceğim ama aramızda kalsın. Aramızdaki samimiyetten bir tek sana söylüyorum” dedi ve devam etti “Yahu dangalağın bir bana bir mektup göndermiş” dedi.
- “Şaka mı yapmış mektupta?” diye sordum.
- “Şaka mı bilmiyorum ama mektupta bana tutulduğunu, aşık olduğunu... falan filan yazmış işte. Yani oldukça duygulu bir dille bana ilan-ı aşk ediyor herif” dedi. Ben de:
- “Peki kim bu herif”dedim.
- “Ne bileyim, ismini yazmamış ki! Ama yazdıklarından bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum. Bir iki tahminim de var” deyince heyecanlanarak;
- “Peki kim olabilir” diye sordum.
- “Tahminime göre bizim gruptakilerden biri ve... Neyse ismini de sonra öğrenirsin Yüksel” dediği sırada diğer arkadaşların da yanımıza gelmesiyle sözünü keserek onlarla konuşmaya başladı.
Beni bir merak sarmaya başlamıştı. Acaba tahmini ben miydim de tavırlarımdan öğrenmek için konuyu bana açmıştı. Anlamış mıydı acaba...
İçim içimi kemiriyordu; mektup yazmasa mıydım. Eğer gerçekten benim yazdığımı anlamışsa ve benimle bir daha konuşmazsa ne yapardım. Belki hem bir arkadaşı yitirecektim, hem de sevdiğim kızı.
Bu arada şeytan da dürtüyordu beni bir mektup daha yaz diye. Bu sefer duygularımı daha açık belirtecektim. Bu düşüncelerle tekrar daktilonun başına geçerek yazmaya başladım:

“Figen; şu an sana söylemek istediğim ama söyleyemediğim duygular var ya, o duyguları sana bir sahilde hafif bir yağmur çisiltisi altında ıslanırken ve deniz dalgalarının, martı sesleriyle birleşerek oluşturduğu o nefis fon müziği eşliğinde dans ederken söylemek isterdim.
Bilmem sen hiç birşeyi, pek çok şeyi kaybetme pahasına daha doğrusu yüreğin pahasına satın almak ister misin? Bil ki ben yüreğimi sana, senin için satmaya hazırım.
Keşke sana olan aşkımı, seni görünce hissettiğim duyguları gözlerinin derinliklerinde köşe kapmaca oynarken anlatsaydım. Acaba anlatabilir miydim?
İnsanlar madde ve mana arasında, denizde salınan tekneler misali gelip giderken; ben kendimi sevdama kucak açmış, senin gönül limanında demirlemiş olarak bulmak isterdim. Sana bağlanmak sarılmak ve ...
Hayali bile yaşadığım hayatın sahte yaşantısından daha gerçek ve daha güzel.
Mektubuma çok sevdiğim, güzel bir söz ile son vermek istiyorum: “Sevsen, sevilsen ve sevilebilir olsan”
Beni sevilebilir biri olarak görmen dileğimle...
“Yakın Çevrenden Biri”
Mektubuma ek olarak da “Figen’e” diye ithaf ederek yazdığım:

AKLIMDASIN

Papatya açmış kırlardan
Peygamber çiçeklerinin sarısından
Kekik otlarının kokusundan
Doyasıya içime çektiğim sen!

Belki değilsin, belki farkındasın
Sen benim hep aklımdasın

Turnalarla gönderdim sana
Gönlümde yetiştirdiğim gülleri
Yalancı gönüllerde
Karanlık tünellerde
Aşkı aramaya çalışırken sen
Senin aşkını hayat gibi yaşardım ben

Belki aşkıma uzaksın, belki yakındasın
Sen bilmesende hep benim aklımdasın !

Şiirimi de zarfa koyarak bu sefer postaladım.
Ertesi günde dedemin vefat ettiği haberi geldi. Alel acele Gümüşhane’ye gitmek zorunda kaldım. Bir hafta sonra döndüm ve okula gittim. Figen beni görünce hemen gülerek yanıma geldi ve:
- “Yüksel hani bana biri aşk mektubu yazıyor demiştim ya işte ondan ikinci bir mektup daha geldi. Bir de bana ithaf ederek yazdığı şiirini koymuş. Çok etkilendim.”
- “Peki kim olduğunu bulabildin mi?” diye sordum. O da:
- “Sana bir iki tahminim var diyordum ya... Artık emin oldum.”
- “Emin mi oldun, peki kim?” diye heyecanla sordum
- “Hiç tahmin edemezsin... Osman!” dedi.
- “Osman mı?” dedim şaşırarak
- “Tabii... Yakın çevremden biri, çok pişkin, yüzsüz, her şeyi çok rahat ifade edebilen biri olarak görünen başka kim olabilir?” deyince şaşkın, yıkılmış bir ifade ile:
- “Çok şaşırdım” dedim.
- “Şaşır, şaşır ... Dahası var. Emin olunca ben gittim ona ondan
hoşlandığımı belirttim. Yazdıkları beni çok etkilemişti. Ayrıca çok utangaç, ona kalırsa bana hiç açılamayacak ve beni sevdiğini söyleyemeyecek... Bu sebeple ona ben açıldım. O da benden hoşlandığını fakat benim seninle olan diyalogumuzdan ve samimiyetimizden dolayı ikimizin arasında bir şey olduğunu sandığından bana açılamadığını söyledi. Düşünebiliyor musun ayrıca ikimizin arasında bir şey var sanıyormuş” dedi.
Çok şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Sonunda;
- “Senin adına sevindim. Nihayetinde sana mektupları yazanı da bulmuş oldun böylece” dedim ve yanından ayrıldım.
Bir yanda sevdiğim kız Figen diğer yanda en yakın arkadaşlarımdan Osman vardı. Ve ikisi de benim aşk mektuplarım sonucu... Tam bir çöküntü içerisindeydim, ne yapacağımı bilemiyordum. Bu hal içinde iki hafta okula gitmedim, hatta gidemedim.
İki hafta kadar sonra okula gidince bu sefer Figen ve Osman bir ara yanıma geldiler. Osman bana:
- “Yüksel seni yemeğe götürüyoruz. Orada sana bir de süprizimiz var” dedi. Ben de:
- “Osmancığım bugün olmasa” deyince, Figen:
- “İtiraz etme hakkın yok. Çünkü seni son zamanlarda hiç göremiyoruz. Okula uğramıyorsun bile” dedi ve kolumdan çekerek dışarı doğru sürükledi.
Benim isteğim üzerine Karadeniz Pidecisine gittik. Yemek siparişini verdik. Bu arada ben sohbet esnasında elimden geldiğince espiri yapmaya, güleç olmaya çalışıyordum.
Konuşma esnasında Figen bir ara bana dönerek:
- “Sana bir süprizimiz var demişti ya Osman; şimdi onu söyleyeceğim sana. Biz Osman’la nişanlandık. Osman’ın romantik, duygusal mektuplarına dayanamadım. Ben de ona duygusal olarak karşılık verdim ve...” derken Osman söze girerek:
- “Ne saçmalıyorsun, ne romantik, duygusal mektupları...” diye Figen’in sözünü kesince ben de Osman’ın sözünün devamını getirmesine fırsat vermeden hemen sözünü kesmek ihtiyacını hissettim:
- “Demek ki Figen sendeki romantik, duygusal yönleri keşfetmiş ve sana tutulmuş. Çok şanslısın Osman; Figen’in kıymetini bil” dedim.
Yemekten sonra Osman’ın ellerini yıkamak için lavaboya gittiği sırada masadaki peçeteyi aldım ve Figen’e dönerek sessizce:
- “Bu günün anısına bu peçeteye duygularımı yazıyorum. Çıktıktan sonra yazdıklarımı oku ve sonra da yırt tamam mı?” dedim. Figen meraklı bakışlarla başını evet manasına salladı.
Bende peçeteye O’na ithaf ederek yazdığım şiirin nakarat bölümü olan:

Belki aşkıma uzaksın, belki yakındasın
Bilmesen de, sen benim hep aklımdasın

Ve altına da: “Allah’tan Osman’a ve sana mutlu bir yuva ve mutlu yarınlar diliyorum.”
“Yakın Çevrenden”
“Yüksel”
notunu yazdım. Notu yazdığım peçeteyi katlayarak Figen’in eline tutuşturdum.
Osman da yanımıza gelince;
- “Sizin bu mutlu haberinize çok sevindim İnşallah Allah tamamına erdirir” dedim ve devamla “Bu gün de aslında çok işim vardı. Sizinle buraya gelince unuttum hepsini. Şimdi gitmem lazım; anlayışla karşılayacağınızı umuyorum” dedim.
Birlikte dışarı çıktık ve tokalaşarak yanlarından ayrıldım. Bir süre sonra dönerek arkama baktım Figen peçeteyi yırtıyordu ve gözleri yaş doluydu. Benim onlara baktığımı görünce gözlerini silerek bana el sallamaya başladı.
Bir daha arkama bakmaya cesaret edemeden gözlerimde beliren yaşlarla oradan uzaklaştım.

Yüksel ŞAHİN
H€L€N - avatarı
H€L€N
Ziyaretçi
7 Eylül 2007       Mesaj #1236
H€L€N - avatarı
Ziyaretçi
Aşk ve Ölüm

Sene 1990…Murat ile duru birbirlerini sevmiş iki gencin hikayesi.Aslında bu aşk hikayesi çocukluktan başlıyor.Murat’ın babası Kazım Bey, bir doktordu ve Konya’nın Selçuklu ilçesine tahini çıkmıştı.Derken sonrasında Konya’ya yerleştiler.Murat’ı oradaki bir ilköğretim okuluna yazdırdılar.Fakat Murat eski arkadaşlarını unutamıyordu.Zor da olsa oraya alışmaya çalıştılar.Murat sakin bir çocuktu ama sınıftaki çocuklar rahat durmayıp her şeyi Murat’ın üstüne atıyorlardı.Bunun üzerine öğretmeni onu Duru adlı çok güzel bir kızın yanına oturttu.Zamanla çok iyi arkadaş oldular,hatta artık arkadaştan da öteydiler.Birbirini seven iki aşıklardı artık.İkisi de birbirinin gözlerinin içine öyle güzel bakıyorlardı ki ,sanki akarsular duracak gibi olurdu.
Öğretmen bir veli toplantısı düzenledi.İşin ilginç yanı burada başlıyor.Murat’ın annesi,Duru’nun ise babası ölmüştü.Murat’ın babası Kazım Bey ve Duru’nun annesi Makbule Hanım karşılaşmışlardı.Ama bu karşılaşma normal bir karşılaşma değildi.Çünkü onlar yıllar önce aynı Murat ve duru gibi birbirlerini sevmiştiler.Birbirlerini görünce şoke oldular.Ve ikisi de çocuklarını alıp gittiler.
Sene 2005…Aradan 15 yıl geçti.Ve bu 15 yıl içinde iki aşık içinde çok engeller oldu ama yılmadılar.Murat ile duru artık evlenme çağına geldiler.Evlenmek istiyorlardı ama arada bir engel vardı;iki ailede bu evlilik işine karşıydılar.Peki neden istemiyorlardı bu ilişkiyi,dertleri ne idi? Genç iken Kazım Bey ve Makbule Hanım birbirlerini sevmelerine rağmen,Kazım Bey’in maddi durumundan dolayı kavuşamamışlar ve araları o günden beri hep limoni olmuş.Ama bu dargınlığın,bu nefretin nedeni maddi durum olamazdı başka bir nedeni olmalıydı.Fakat bunu kimse çözememiş.İşte bu yüzden iki gencin birbirleriyle evlenmelerini istemiyorlar.
Derken Murat’ın askerlik çağı geldi ve Duru’ya şu sözleri söyledi:
___”Durum,canımın içi;benim vatani görevimi yapma vaktim geldi.Biliyorum ailelerimiz izin vermeyecek ama belki askerden geldikten sonra yumuşarlar.Beni bekleyecek misin?” dedi.Duru ise:
___”Tabi ki bekleyeceğim aşkım ölene kadar bekleyeceğim seni.Ama askere gitmeden önce gizliden evlensek mi? Yoksa bizimkiler evlenmemize izin vermeyecekler”.dedi.Bunun üzerine Murat:
___”Gülüm seninle şimdi evlenirsek, peki ben askerde şehit olursam ne olacak sonumuz,Sen daha kötü olmayacak mısın?” dedi.
Duru Murat’a hak verdi ve Murat vatani görevini yapmak için Hakkari-Yüksekova’ya gitti.O yıllarda terör almış başını gidiyordu.Ve bu iki genç aşık sürekli mektuplaşıyordular.Derken Duru’dan artık mektup gelmiyordu.Murat iyice şüphelenmeye başladı.Duru’dan artık hiç haber alamıyordu.Artık Murat’ın umutları tükenmişti.Çünkü artık Duru’nun onu sevmediğini sanıyordu.Ve kafasında bu düşüncelerle askerliğini bitirmeye çalışıyordu.Öbür yandan Duru,mahalleden tanıştığı bir gençle evlendi.Ama isteyerek değil Murat’a inat evlendi.Ve Murat Güneydoğu’da teröristlerle girdiği çatışmada şehit düştü.Bu olayı duyan Duru hiç unutamadığı aşkının cenazesinde kahrolmuştu adeta.İki aile de çok üzgündü,ama bu üzülme Murat’ı geri getirmeyecekti. Cenazeden sonra gerçekler ortaya çıktı.Meğer Murat’ın babası Kazım Bey,Murat’ın komutanının yanına gidip “Murat’ın mektuplarını yollamayın” diyerek komutanla anlaşmış.Duru’nun annesi Makbule Hanım ise gelen bütün mektupları Duru görmeden yakmış.Bunu duyan Duru ise “nasıl böyle bir şey yaptım,nasıl inanmadım Murat’a” diyerek yıllarca kendini paraladı.İki aile de çok pişmandı,”keşke evlenmelerine izin verseydik” diye kendilerine hep bu sözü söylediler.
“BÖYLE HİKAYELER BÜYÜKLERE DERS OLSUN DİYE YAZILIR AMA, BÜYÜKLERİN BİR BİLDİĞİ VARDIR DİYEREK İŞİN İÇİNDEN ÇIKMAYA ÇALIŞIRLAR”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Eylül 2007       Mesaj #1237
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ağladığımda Mendilim OlDün yine gökyüzünün masmavi görkemi ve hayalini çizdiğim bembeyaz bulutlarının altında seni bekledim. Uzaklarda gülümseyen gökkuşağının renkleri içinde aradım seni, yoktun. Yokluğun, bir canavarın dişlerinde yüreğimi kemirip duruyor. Yokluğun cehennemim, yokluğun zifiri karanlığım, zindanım oldu. Belki, bir köşeden çıkıp gelirsin diye bütün gün seni düşleyip, gözlerim ufukta, kucağım dolu sevgi, yüreğimde binbir umut yeşertip ve ölesiye bir özlemle bekledim seni, gelmedin... Seni ne kadar özlediğimi bilmiyorsun. Bir bilsen seni ne kadar çok özlediğimi; dağları, tepeleri aşar, denizleri, ovaları devirip gelirdin bana...

İçim özleminle nasıl dolup taşıyor, özleminle nasıl tutuşuyor bir bilsen. Yüreğimin bütün bentleri paramparça sensiz. Şimdi yüreğimin her kıyısından özlem sızıyor. Yüreğime de söz geçiremiyorum artık. Biz bu dünyada seninle çıkarsız, yalansız, hilesiz hesapsız sevdik birbirimizi.. Yüreğimizin bembeyaz tuvaline maviyi fonlayarak ve aşkın da kıpkızıl resmini de çizerek; insanları, kuşları, dağları, çiçekleri, suları da öyle hilesiz sevmiştik.

Biz seninle bütün engellere rağmen, bitmez tükenmez bir azimle sevginin doruğuna erişmek için tırmandık hayat yokuşunu. Ve bitip tükenmeyen bir aşkla sevdik birbirimizi. Biz seninle uzak dağ başlarına yazdık umutlarımızı. Denizlere, dalgalara, fırtınalara, acılara, korkulara, uçurumlara yazdık sevdamızı. Biz seninle kanatları sevdalı iki güvercindik mavi göklerde. Kanat çırptıkça yükseldik sevdalara, yükseldikçe sevdalara avcılar düştü peşimize.

Zamanın acımazsızlığına, aramızdaki mesafelere, etrafımızdaki çirkinliklere, günübirlik aşklara, saldırılara, satılık sevgilere rağmen, biz yine de yüreğimizde hiç sönmeyen bir yangınla özledik birbirimizi, en kutsal aşkla sevdik, kirletmeden umutlarımızı bekledik...

Senden ayrılalı günlerin, ayların, yılların nasıl geçtiğini bilemez, hesabını tutamaz oldum. Her seher uyanınca dağların esen rüzgarlarına açıyorum penceremi, o ölümüne özlediğim kokunu getirir diye. Bir nebze de olsa dindirir yada söndürür diye yüreğimdeki özlemin ateşini...

Her gece menekşe rengi gözlerini demledim hayalimde. İpek saçlarını, sevdalı gülüşlerini, inci dişlerini demledim. Ne çok severdin yayla yollarında türküler söylemeyi, ellerimi avucunun içine alıp, başını göğsüme dayamayı. Şimdi her gece, insana hayat veren ve yüreğime nakış nakış işleyen sevda sözlerin dolaşıyor kulaklarımda , paylaştığımız ümit dolu tatlı hayalleímiz.

Yılmak yoktu bizim için bu yolda. Ağlamak, sızlanmak yoktu, geriye dönmek hiç yoktu. Zordu, çetindi bizim sevdamız ama her şeye ve çekilen tüm acılara değerdi. Sabır diyordun. Sabrı, ümit etmeyi, sevmeyi, zorluklara karşı direnmeyi de senden öğrenmiştim. Konuşurken insanın yüzüne dosdoğru bakmayı, dürüst ve namuslu bakmayı, merhameti, acımayı, insan gibi düşünmeyi senden öğrenmiştim. Senden öğrenmiştim sevdalara türkü yakmayı...

Şimdi Ren nehrinin kıyısında dalgın bakışlarla dalıp dalıp gidiyorum uzaklara. Gökyüzü masmavi ve saatler yorgun bir su gibi akıp gidiyor gözlerimde.. Ufka, gökmavisinin kızılla birleştiği o ince sıcak ve yumuşak çizgiye bakıyorum. Bir kuş gelip konuyor saçlarıma, yüreğimi ipekten kanatlarına sarıp sana gönderiyorum...

Seni düşünüyorum. Seni düşünmek gökyüzü olmak gibi bir şey bazen, ya da rotası belli olmayan bir gemiye binip, yeni iklimlere yelken açmak gibi. İnsan olmayan bir adada inip, Robinson gibi insansız bir yaşam kurmak istiyorum. Ve o adada bir ömür yalnız seni beklemek istiyorum...

Saatler su gibi akıp gidiyor. Bir gemi yanaşıyor kıyıya, inen yolcuları izliyorum, sen yoksun. “ Kahretsin !”. diyorum.” Ne olur çıkıp gelse, sarılsa boynuma.” Bir gemi uzaklaşıyor limandan. Suların devinimleri akıyor gözlerimde, karışıp gidiyor uzaklara... Seninle suyu pırıl pırıl bir pınarın başında buluşmak, ellerini tutmak, yüreğinin sımsıcak yerinden, menekşe gözlerinden, narçiçeği dudaklarından öpmek, serin nefesini doyasıya içmek ve doyasıya içime çekmek geçiyor içimden... Sonra sarılıp, sımsıkı kucaklamak ve sevinçten havalara uçmak geçiyor ...

Ağladığımda mendil, güldüğümde kahkaha, susadığımda su olmanı, uyuduğumda rüyalarıma girmeni, her sabah alnımdan öperek uyandırmanı istiyorum...

Her gece kuş olup sana doğru uçmak, ardında serin rüzgarlar bırakarak, dağlar, denizler, ormanlar aşıp, bir pınarın başında menekşe gözlerine konmak geçiyor içimden. Dalgın bakışlarından, sevdalı yüreğinden öpmek geçiyor. O an bütün ağaçlar diz çökmeli diyorum, özleminle kanayan yüreğime. Bütün yıldızlar göz kırpmalı mutluluklara. “Allahım bu kadar mutluluk çok.” deyip, ellerimi gökyüzüne kaldırıp ağlamalıyım. Gökler de ağlamalı benimle, bulutlar, ırmaklar, yıldızlar da ağlamalı...

Şunu bilmelisin ki, nerede olursam olayım, hangi iklimde kalırsam kalayım, vakti geldiğinde bir gün mutlaka, yüreğim alıp beni sana getirecektir. Ben buna bütün kalbimle inanıyorum, sen de bütün kalbinle inan. Hiç bir yol bilmesem de, gelmeye kalmasa da mecalim geleceğim inan... Bekle...

Sevgiler büyüttüm
kır çiçeklerinden, güneşin kanını emen
umutlar yeşerttim bahar renginde al yeşil
dağlarda kar erirken ceylanlar emzirdim
melekler uyandırdım her tan ağardığında
toplamak için bütün düş kırıklarını aynalardan
yıldızlarla selam yolladım sana
ve her gece mavi bir kuş tutup avuçlarıma
dudaklara gül ve rüzgar iliştirdim dağların doruklarına
gelmedin.

upuzun köprüler kurdum içimdeki yolculuklara sana kavuşmak için
beyaz günlere uzandım beyaz atlarla, sana getirsinler diye umutlarımı
seninle öpüşürken
beyaz beyaz güvercinler kanat çırpıyordu mavi göklerin burçlarında
bütün ayrılıkların, savaşların, ihanetlerin üzerine bir çizgi çekiyordum
en güzel barış çiçeklerini versin diye dünya

ak alınlı taylar koşarken alnımın çayırlarında
al türkülerle inledim lekesiz sabahlara her bahar
özlemler kanatıp gecelerin sayfalarında
mavi rüzgarların terkisinde sevgiler yolladım sana
çoğaldıkça çoğaldı çılgınlığım
kanımda milyonlarca yıldız tutuştu
alevler içinde parlayan nehirler aktı yüreğime her defasında
her suyun sesine bir damla gözyaşı bıraktım senin için
gül desenli yaylalara bilmedin

bilki sensiz uzak bir dağbaşı ıssızlığıyım
yoksan ürpertilerde tiril tirildir yapraklarım
seni özlemenin korkunç girdabında
göğünü ve yönünü yitirmiş göçmen bir bulut olup
her gece uçurumlara ağlarım

hasret ateşine bürünürken geceler
uzun ayrılıkların dağladığı sevdalarda
korkunç alevler içirdim seni seven yanıma
iç çekmeyi öğrendi bir yanım, acı çekmeyi bir yanım
ve ardından oturup ağladım küskün ırmaklar gibi
karışıp gitti gözyaşlarım çağlayanlara
silmedin

ey kırçıl saçlarımda yıldız tutuşturan
alıp savuran yangınlara yalnızlıklara
hazan bahçelerinde yaralı bir güldür kalbim şimdi
dört mevsim aşkı kanayan
sen ki, yüreğimde demlenen aysın her gece
gözlerimde çiçeklenen aşk
uzun saçlı hasretimsin
geçen bütün mevsimlerde seni bekledim
gelmedin

özlemlerle yaralı bir yağmur bulutuyum şimdi
firari bir hüznün girdabında yitirdim güldesenli sevinçlerimi
bil ki, çağlayan bütün nehirler benim gözlerimdir
benim yüreğimdir ağlayan bütün denizler
su içtiğim bütün pınarlarda seni susarım
seni sorarım geçtiğim bütün yollarda
düştüğüm her uçuruma bir tutam çiçek bırakır gibi
bir tutam kor ve bir demet gözyaşı bıraktım senin için
gelmedin bilmedin silmedin...

Bir gün gökyüzü gülünce ve geçince üşümesi kalbimin
bütün hasretleri yükleyip rüzgarın kanatlarına
yüreğimde taşıdığım sevda aleviyle
upuzun yollardan çıkıp geleceğim sana... Bekle..
Nuri Can
H€L€N - avatarı
H€L€N
Ziyaretçi
7 Eylül 2007       Mesaj #1238
H€L€N - avatarı
Ziyaretçi
İsyan

Sevil, benim dertli dostum. Hayatta onu en çok üzen hep ailesiydi. Hep onlar için ağlarken gördüm onu. Ne karşılıksız sevdasına ağladı ne de yitip giden sevgiliye.
Sevil'in üç kardeşi vardı. İlk göz ağrısıydı ailesinin. En ağır yükleri de üstlenendi. Hem kardeşlerinden sorumluydu hem de, anne ve babası çalışan olduğu için, evden sorumluydu. Sitem ediyordu hayatına. "Neden" diye sorguluyordu. Fakat cevabı yoktu.
Maddi durumu yüzünden daha 11 yaşında iş hayatı ile tanıştı. Hem okuyordu hem de çalışıyordu. Çocukluğu yasak ettiler ona. Daha 10 yaşında genç kızlığı bindirdiler omzuna. Oyun oynarken sokakta akranları, hüzünlü gözleri ile ağlardı. Sevil bir gün arkadaşları ile oynarken babaannesi ayıpladı onu.
Sadece ailesi değil ona yakın görünene arkadaşları da az çektirmediler. Sevil bazen okulun istediği kitapları alamazdı. Evine yakın olan arkadaşından isterdi kitabı. Arkadaşı şart koşardı kitabı vermek için:"Benim ödevlerimi de yap o zaman."
İsyanı vardı Tanrıya. Ama nafile çekerdi işte. Hele kardeşlerine tapardı Sevil. Onlar da sevil'i en çok incitenlerdi. Onlara kırılsa daha çok canının yandığını anlatırdı.
Kendinin yaşadığını onlar yaşaması diye çok çalıştı Sevil. Babası ile çatıştı. Kendi çalıştı onları çalıştırmadı. Oyun oynayamadı sokakta arkadaşlarıyla, Ama kardeşlerine oynattırdı.
Ve yıllar geçiyordu.Sevil Okulda da ezilmişliğin acısını birinci gelerek çıkarıyordu.Kardeşlerinin de okumasını istiyordu. Onlarında başarılı olamsını görmek istiyordu.
Kardeşleri onun için herşeyi idi. Ama kardeşleri onu anlamıyordu. Bu yüzden Sevil'i suçlu buluyorlardı. Sevi'in iki yaş küçüğü ablasını yanında istemiyordu. Ablası birşey istediği zaman itiraz edip yapmazken arkadaşı için her türlü fedakarlığı yapıyordu.
İsyan ediyor du yine sevil. Hatasını soruyordu. Bu dudrumlar devam ettikçe her gün üzüldükçe, gitmek istiyordu buralardan. Yalnız kalmak istiyordu.
Ve gitti Sevil.Temelli gitti.Bir daha da dönmeyecek.
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
7 Eylül 2007       Mesaj #1239
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Pencere

Akşamları kederlenip için için yanıyordum.

Sana kimse bakmıyordu, unutulmuş gibiydin. Kalın bir duvar doğuyordu içeriyle aranda. Her pencere duvara konan tuğlalara gösterilen özenle yerleştiriliyordu. Bir ben kaldım. Koyacak yer bulamadılar.

Doğrusu ben de sana bakmayan, seni görmeyen bir yerde olmak istemedim. Ve sonra, karanlığın kalbini deler gibi duvarın yıktırılan yerinden sana doğru gülümsedim. Artık her daim seni görecek, sana görülecek ve seni gösterecek bir pencere olmuştum.



Sabahları ışığını süzerek alıyordum. Arada bir açılıp kokunu çağırıyordum. Sen yeşerdiğinde gülüyordum. Sen sarardığında ya da yapraklarını dökerek ağladığında bir hüzün çöküyordu içime. Kayıtlarım olmasa camım düşecek oluyordu göz yaşların üstüne.

Her geçen gün aramızda sembollerden örülü bir dil oluşuyordu. başkaların fazla bir şey anlamadığı ve fakat, bizim için çok derin anlamlar içeren bir işaret dili. Anlaşıldıkça simgeleşen, simgeleştikçe anlaşılan bir dil. Sürekli anlamları değişen kaybolan içi boşaltılan kelimelerden örülü bir dil yerine zaman ve mekanda kaybolmayan bir dil. Sonsuzdan gelip sonsuza giden bir dil. Sezgilerimizin somutlaştığı gölge oyunları gibi bir dil.

Biz hiç birbirimize doğrudan doğruya bir şey söylemiyorduk. Bulmaca tadında telmih ve remizler dururken basitliğin patikasında yürümek, sığlığında yüzmek bize göre değildi.

İçeridekiler senin dışarıda olduğunu biliyorlardı ve her birinin senin hakkında farklı farklı düşünceleri ve bilgileri vardı. Bir gün dallarının altında gölgeleneceklerini yapraklarının rüzgarda hışırtısı ile vereceğin huzurun varlığını her biri biliyor ya da seziyordu. Ama gel gör ki dünya esaretinde ölümün ötesini göremeyenler gibiydiler. Ta ki ben onlara dünyadan öteyi haber verenler gibi sana açılan ve seni tanıtan bir pencere olana değin.

Kim seni hangi niyetle görmek isterse camlarımdan süzülen bakışlarla onu görebiliyordu. Görmek istemeyenlere buzlu cam oluyordum. Yazları içeri aldığım güneş ışınlarıyla bazılarına yanmak neymiş onu anlatıyordum. Bunalmak, çaresiz kalmak ne demek ise onu…

Eski kavimlerden birinde dostlar birbirinden ayrılınca bir şeyi ikiye böler birer parça alır öyle ayrılırlar. Yıllar sonra karşılaştıklarında o parçaları karşılaştırarak birbirlerini tanır ve yokluklarında o parça ile diğerini yanında hissederlermiş. Sana hasretim belki biraz bu yüzden.

Biliyorum ki bu kayıtlarım senin dallarından yapıldı. Bütün sensin parça ben.

Senden bir parça olduğum için ben sana açıldım. Yönüm sana döndü.

Bir ömür sana yönelişin, “e” halinde kalmanın onur ve heyecanı bir yanda, “de” haline geçemediğim varışı olmayan bu halin öldürücü susuzluğu ve hüznü diğer yanda.

Ben öyle bir köprü oldum ki hem kendimi sana bağlayan hem başkalarını sana ulaştıran bir köprü. Rüzgarda dalların bana değdikçe sanki bir şefkatin bir merhametin tarifsiz dokunuşu oluyordu. İlkbaharda bir uyanışı, içinde yaşayarak görüyordun.

Her insanın kendi dünyasını elleriyle, teriyle, emeğiyle kurması ve ötekilerden bunu korumaya çalışmasının gayreti tarifsiz ve en hüzünlü bir bakıştan en şen kahkaha içeren sevinçlere kadar birçok duyguların gezindiği gemilerin denizi oluyordu gözlerin.

Kavurucu sıcaklar bir senin kanatların altında çekilebilir oluyordu. Dışarıdaki sıcağa çare sen oluyordun. İçimdeki sıcaklığı, içimdeki harareti senin karşında senin huzurunda olmak söndürüyordu.

Sonra bir bitişin başlangıcı oluyordu sonbahar. Yaprakların birer birer vedalaşarak benimle yere, düşüyor ve toprağa karışıp bir gün senin dallarının en ucuna ulaşan filizler olacak şekilde ayakların olan köklerine kapanıyorlardı.

Baharda kuşlardan aldığın cıvıltıları bu aylarda sıcak bir yuvaya dönüştürüp geri verişinde ne kadar güzeldi. Börtü böcek bile senin gövdende hayat buluyordu. Kapın kimseye kapalı değildi. Kim gelirse sende yer bulabiliyordu. Yeter ki sende yer arasın.

Hep bir hüznün mevsiminde ilk yağmurlar dokunurken camlarıma senin yaprakların gözyaşın olurdu. Ve bir gün bir sabah dimdik ayakta bembeyaz kefenlik giymiş doğanın sanki ölüm törenini yöneten oluyordun. Ve bir bitişin sonunu söylüyordun.

Telvin diye tabir edilen renkten renge, halden hale giriyordun. Bir daldan bir dala konan serçeler gibi değişiyor ve beni değiştiriyordun. Kendim değiştikçe seni başka başka görüyordum.

An oldu bülbül gibi şakıdım günler boyu. Gün oldu kanadı kırık kuş gibi dillerim lal oldu.

Kendimden bakarak görüyor ve kendimden seyrediyordum seni. Hep senden bir kopuşun içimde oluşturduğu boşluğun acısıyla yanıyordu yüreğim. Senden koptuğum için yeşeremiyordum. Senden koptuğum için sararamıyor, uzayamıyor ve olmam gerekene ne kadar yakında olsam, olmam gereken olamıyordum.

Ne ben, ne benden sana bakan biri, rüzgarla gönderdiğin sözleri rüzgar kadar iyi anlayamıyoruz.

Yıldızımı kaybettiğim zamanlar oldu karanlıkta seni göremeden belki varlığının bilincinden sıyrıldığım sancılarla dolu karanlıklar bir hançer gibi, zehirli bir ok gibi kımıldadıkça yaralarımı azdırdı.

Oysa ben senden kopan bir dal değil senden kopan bir yaprak olup dibinde yeşeren asmanın damarlarında yol alıp sana sımsıkı sarılmak ve öylece her sonbahar kuruyup her bahar seninle yeşermek senin adını söyleyenlerle olmak isterdim.

Aramızda oluşan o özel dilin anlattıklarını her pencerenin anlamasını isterdim.

Heyhat!! Seni şimdi görmeyen ve asla görmeyecek nice pencereler var.

Akşamları ben ona yanıyorum.

25/05/2006

Kenan Yaşar
H€L€N - avatarı
H€L€N
Ziyaretçi
7 Eylül 2007       Mesaj #1240
H€L€N - avatarı
Ziyaretçi
Dostumadostum Sandığıma

Bu kadar zaman sonra bile onu düşünmek içimi acıtsada inadına yeminliyim gözlerimi onun adıyla kapamaya..
Artık o benim dostum olmasada artık gittiği yollar ona varamayacağım kadar uzak olsada bilinsin ki o her daim nefesim..
...
Çok uzun bir zaman olmadı onu kaybedeli henüz bir sene..ama onsuz geçen o her günü dakikalara,saniyelere bölüp acıma bile bile tuz bastım.O ki ben her ağladığımda gözyaşımı elleriyle silerdi ağlama dediğinde içimi mutluluk kaplar hiç gitmez sanırdım.Sıcacık bir gülüşü vardı sanki kimse onun gibi gülemezdi.Oysa yalancı bir gülüşe taptığımı çok sonra anladım.Gitmesini kabullenemedim aylarca hayattan koptum soran herkese siz ne anlarsınız dedim.Yaram o kadar büyüktüki yazdığım her şiirin başlığı her cümlenin öznesi oldu.Nokta koyamadığım tek sevdiğim oldu.Tanıştığımız o yaz günlerini her andığımda binlerce hançeri sapladım içime kimse duymasın diye sessiz çığlıklar attım binlerce gece.İçtiğimiz sıcak bir çayın tadı,söylediğimiz o son şarkının nakaratı sevdiğimiz adamların adı hala aklımda..Birgün geldiğinde tam anlamıyla hatırlamak için yüzündeki her çizgiyi odamın duvarlarına çizdim o çok özlediğim çehreyi.Hüzünlerimi bozdum bazen umutlarım oldu geri gelicek sandım.. aylar oldu sene oldu yelkovan akrebi kovalamaktan yoruldu giden o dostum geri gelmedi..Oysa hayaller vardı çoçuk yüreğimizde oynadığımız her oyunda mutluluk vardı sırf o ebe diye saklanmazdım..yakalanmam bundandı..Bende bilirdim oyunları ama kimseyi ağlatmadı oyunlarım.Kimseyi bukadar derinden vurmadı vedalarım..
Şimdi saatlleri gelmene kurdum bekliyorum..Kulağımda çınlıyor sesin,sen ki ellerimden el çektin..Sanma ardında kalan yaşar,sanma ardında kalan bıraktığın yerden kalkar..
Sana söyleyemediğim çok şey var aslında..bizi ayıran o iftiralardan sonra susup yüz kapadım tüm yaşanmışlığa..Ama bilki; ilk kez bu kadar yerle birim ve ancak seninle ayağa kalkabilirim!!!

HERKES BİR ŞANSI HAKEDERDİ BANA BU ŞANSI VERMEYEN DOSTUMA...(HALA DOSTUMA!)

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat