Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 20

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 546.903 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #191
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İkinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Almanya'da bir kasabada Herzogenerauch'ta iki kardeş ayakkabı yapıp satmak üzere bir atelye açarlar; Adolph ve Rudolph Dassler.
Savaş sonrası Adolph, Rudolph'a artık birlikte çalışmak istemediğini, kendine ayrı imalathane açacağını söyler. Rudolph şaşkındır. Ufacık kasabada iki kardeş ayrı imalathanelerde rekabet edeceklerdir.
Sponsorlu Bağlantılar
Kardeşine bunun mantıklı olmayacağını, bu ufak kasabada zaten insanların sayılı ayakkabı satın aldıklarını, ikisinin birden iflas edeceğini söylesede Adolph bu uyarıyı dikkate almaz ve kendine yeni bir ayakkabı imalathanesi açar.
Gererçekten de aralarında kıyasıya bir rekabetbaşlar. Rekabetleri doğdukları kasaba sınırlarını dahi aşar. İki kardeş ayrıldıktan sonra birbirlerine küslerdir ve Adolph 1978 yılında öldüğünde tam 29 yıl dargınlardır.
Bugün iki firmanın genel merkezi de bu ufak kasaba Herzogenerauch'tadır.
Adolph Dassler ayakkabı şirketinin adı ADİDAS, Rudolph'un ki ise PUMA'dır.

Son düzenleyen Blue Blood; 18 Şubat 2007 20:09 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #192
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çırılçıplak Gel Gecelerime

Sponsorlu Bağlantılar

Aşina bir şiirim sana, kanayan yerlerimde sen varsın
Dilerim ki, gözlerin çiviliyken ruhuma, zaman aksın
Kaç bahar varsa ömrümde, sensiz olacaksa uğramasın
Çırılçıplak gel gecelerime, o an isterse, kıyamet kopsun

Sular çarpınca yüzüne göz kapaklarını aralarsın düşünüşlerin. Soruları raflara dizer, yüreğinin bağlarından koruk üzümler toplamaya çıkarsın. Her sabah taze umutların güneşiyle ışır yeryüzü, her gün devrilimiyle hüzün istila eder anlayacağın yüzü. Sevdanın ayrık otlarıyla yeşillenen bahçelerde mevsimlerin ruleti hep fesat yüreklerde estirir güzü.
Sen ruhumun çıplak yelesi, sen şansımın kupa valesi. Gözlerinin uzak ormanlarında aradıkça seni diner mi söyle, bu yüreğimin fırtınalı gecesi? Kanaması artınca yüreğin, yeniden büyümek için dudak arar, sevdanın korku filmlerine kapıldıkça. Öper öfkenin sağrısından kızılcık düşler tarlasında.
Doğrusunu yürekte beslediğimiz göz yanılgılarıyla mutluluk sularından çocukça geçeriz biz, ruhumuzun özlemleriyle. Gecikmiş trenleri beklerken yaşam istasyonlarında avuçlarımızdaki umut biletlerine gözyaşlarımızı düşürürüz. Oysa, kementler sıkarken bedenimizi, biz yine de şarkılar söylemekten vaz geçmeyiz, hayata dair şiirlerle tamlanarak.
Biliriz ki, bizler çiçek tozlarına sevdalı yaşarız dört mevsimi. Sisli alnımızın eteklerinde lacivert bir gök düşleriz. Gönül çuvalımızda çıplak düşler taşırken, rüyalarımızda cennet lokmaları yutarız. Islak düşler tarlasıdır oysa bu gök kubbe, her hayalde üşür, her gerçekte ağlamaları bölüşürüz. Cebimizdeki renkli taşlarla en çok çocukluğumuzu özler, çürük elma bahçelerinde gazel ısınmalarıyla gülüşürüz.
Delip çıkınca kayalarımdan bahar çiçeklerim, sözümü sakınmam, önce gökyüzünü anlatırım. Takındığım kendi sessizliğimdir aslında, küçücük bir su akıntısının başında mutlu ıslık olurum. Sıyrılırım o an yalnızlığımdan, köprüler geçerim, hazanlar karışır sürgünlere ve en güzel gülleri senin için derlerim.
Alışkanlığının sürgün denizlerinde mavi heveslerimsin sen. Kirpiğinin evrenlerinden ırmaklara dökülerek seni buldum ben. Alnıma dayanan namlular biriktikçe yüreğimin kanayan yerlerinde seni sarıyorum. Kirli gecelerin tuzaklarında kanıyorum, lime lime ödeyip diyetini dudağında öpüş oluyorum. Gün içiyorum dallardan, mevsimlerin eteklerine tutunarak seni arıyorum.
Gözümün fendini diktim geceye fer oldu ruhumun korneası. Sesini ve kahkahanı ararken ben, boş gözlerle sendeledim, yorgunluğumu dizlerine serdim. Göz göz oldum dudaklarında hasretimi emzirdin. Susuyordu gece inadına, suskunluğun şiirlerini yalnız sana besteledim. Işıkları topladım sonra kocamış şehirden, seven yüreğinin saraylarına en güzel gülleri dikerek senin için ölümsüz bir sultanlık yarattım.
Saatlerin sevgi turuyla bu gece ruhunun en güzel giysilerini geçirerek üzerine, iki sevgili, iki yürekçe palmiyelerden örtündüğün bir şalla ormanlardan geçip aşkın ülkelerine yürüyeceğiz korkusuz. Bu gece bileceğiz ki, hiç bitmeyecek gül yüreklim gün ışısa da. Mavi denizlere varana dek sevişecek, yeşil yüreğinin dalgalarıyla okyanuslar aşacağız ikimiz. Ellerin ellerimde olacak ve bu günün anısını asla terk etmeyeceğiz.
Alevinle çöz düğmelerimi. Aynalar tutayım çırılçıplak güzelliğine gülüm. Hazan çekilsin düşlerimden, iniltili coşkularında nefesin olayım. Afrodit güzelliğinin tüm dolgun surlarını avuçlayayım. Silip süpürelim zamanın en suskun dürtülerini, üzerinde yaşlanayım, kaşık kaşık sularla ölümsüzlüğün iksirlerini yutayım.
Seni düşürdüğüm şiirlerinin fışkın dallarına bahar çiçekleri astım, aşkı yaşa diye. En gizli yerimin örsünde kalbimi ezdim, yüce sevgimi sez diye. Gözyaşlarının zemherilerini dolaştım yar, sevgimin saraylarını gez diye. Sultanlar verdim emrine ben, tanrıça güzelliğinle sazıma söz ol diye. Gönlümü yatırdım ruhuna, gecelerime çırılçıplak, ama utançsız gel diye.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #193
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DÜŞ DERDİM DÜŞLER DERDİM

Durun!.. Kulaklarım işitmez oldu sesten. Susun!.. Burgaç gibi içine çekiyor sözcükler… Gerçek nerde? Sözcüklerde mi? Aradığım “gerçek”ti benim, elimde fener. Kâh içime çevirdim, kâh dışıma ışığı… Unuttum her ne gördüysem , hep yeniden başladım arayışıma. Ah, belleğin gizli bahçeleri!.. Kuytu köşeler… Loş çardaklar ki hanımeli ve aşk kokar ayışığı altında. Üstü gelişigüzel örtülmüş tuzak çukurlar… Karanlık ağızları mağaraların. Bellek!.. Düşlerde yırtılır saten örtüsü gizli bahçelerin. Kimi kez ejderha ağzı gibi yutar alır içine, kimi kez tülden kanatlarla bulutlara çıkarır…

Yeryüzüne çevirdim bakışlarımı. Ne varsa içimde menşei dünya değil miydi? Daha… daha… daha… Biz mi burgacıyız dünyanın, yoksa dünya mı bizim burgacımız? Dizlerim kanıyor düşüp kalkmaktan. Uçurum kıyılarından geçiyorum başım dönerek. Uğultular geliyor zifirî ormanlardan. Ufku tarıyor gözlerim kadırgasının burnundaki korsan gibi. Katıyorum başka gözleri de gözlerime, katıyorum başka kulakları kulaklarıma, başka elleri ellerime… Daha, daha, daha… Makinelerin uğultusu, madenî pırıltılar, kalabalıklar, kehkeşanlar… Yoksa hep aynı çekirdeğin etrafında mı dönüp durduk? Yoksa bir arpa boyu muydu çağlar boyu gittiğimizi sandığımız yol?

Anne, o masalı anlat yine bana…

**************************************

Neydi aşk? Anımsıyor musunuz? Sözlüklere bakmayın! Ne zamandı, geçmişti yeğni adımlarla kapımızın önünden… Ne zamandı, bir yaz yağmuru gibi boşanıvermişti en çıtkırıldım hallerimizin, en ütülü giysilerimizin üzerine?

Bir tekmeyle, sımsıkı kapadığımız kapıyı sonuna kadar açan o değil miydi? O değil miydi altın varaklara kalem gibi parmaklarıyla simden harfler düşüren hattat! Gözlerinde ateşten oklar, bir acıması yok harami miydi yoksa?

Neydi aşk? Esaretimiz mi, cesaretimiz mi? Kendimize ettiğimiz zulüm mü, yoksa has bahçelerden derdiğimiz gülümüz mü?


*****************************************


Bisutun dağları külünk sesleriyle sarsılmıştı bir vakit! Aslı saçlarından tutuşup yanarken nakkaşın resmettiği nakışta değil miydi aşk?

Nakışlardaki al lâlelerin, siyâh zülüflerin kıvrımlarından duyulan içli “âh” seslerinde değil miydi? Şirin kendini yardan aşağı bıraktığında hançeresinden çıkan “âh”ta değil miydi?

Kıyamındayım ibadetimin sana!.. İşte bak, tirşe’m, divit’im, geldim huzuruna. Yıkadım, pakladım yüreğimin tüm kıvrımlarını. Aşk, sana geldim!..

Döküyorum eteğimdeki taşları. İşte yakama yapışan asalak zaaflarım, işte alev dilli ejderhalara kafa tutan gücüm!.. Yaktım küllerimi, kapındayım… Aç vuslatın şarabını.

*********************************

Ormanlar yakıyoruz… Anızlar, çayırlar, ahşap konaklar… Ayın ağılı tutuşmuş, eyvah, yüzüme vuruyor yalımı, sıçramış da son yaktığımız konağın alevden çivisi. Mavi ışıklarının gizini devâsa gözlem araçlarıyla çözdüğümüz yıldızlar tutuşmuş. Nereden çıktı bu kara delikler?

Öldürüyoruz yıldızları, güneşi saçlarından tutup çekiştiriyoruz boyuna. Artık ayışığının altında neon lambaları yanıyor, projektörler gündüz gibi aydınlatıyor geceyi!.. Keçi ayaklı bir dejenere Pan elektronik müzik eşliğinde çılgınca dansediyor, yüzsüz, yaşsız ve bedensiz çirkin ruhlar ortasında. Nereye gizleyeceğiz şimdi düşlerimizi? Nerede soluklanacağız? Kaldı mı dünyanın derisinin altında bilinmedik bir son dehliz, ışıklı odalara çıkan?

Bir kalem daha kırıyorum. Âsamı alıyorum elime, giyiyorum çarıklarımı. Unutulmuş, bir yerlerde el değmeden kalmış bir yıldız olmalı!.. Tırnaklarını yiyen bir kız çocuğuna cebimdeki son karamela şekerini verip düşüyorum yola.


***************************************


Bir adagio ağırlığında ilerliyordu zaman…

Ben adagio severim müzikte, adagio ağırlığında yaşanan aşkları ve altın rengini. Ben yüreğiyle konuşanı, ben güvercin başlarının ve göğüslerinin yuvarlaklığındaki yumuşak kabullenişi, ben şahinin bakışlarındaki yırtıcılığı. Ah bir senfonidir yaşam. Yaşamın med-cezirleridir yükselişler ve alçalışlar. Allegro çıkışlar, lav selleri gibi boşalışlar… sonra bir çavlandan düşüp usul usul akmalar… Bir kumsalın kış yalnızlığı; bir dağ başının çınlayan, ormanın uğuldayan sessizliği. Neşeli altın pırıltıları, tambur ve tef. Yaşam bir yükselip bir alçalan bir senfonidir. Her mevsiminde ayrı çiçekler açar, kokuları durmaksızın değişen.

Acı… Âh acı!.. Ne zamandır âşinayız, ne zamandır kanıma karışıp damarlarımın içinde dolaşır durursun? Oyuncak bebeğimin kolu koptuğunda ve takamadığımda mı? Anı defterlerindeki ilk aşk şiirleriyle birlikte mi? Sonu hüzünle biten ilk öykülerle mi?

İşte ağlıyorum, Nemeçek öldü!..

Gül bahçesinde Hayyam gül yapraklarına divit kalemle rubailer yazıyor. Bir kemanın yayından süzülüp acı zambak kokusuyla havaya karışan bir adagio yükseliyor ömrün hasat mevsiminde…


--------------------------------------------------------------------------------


Sümbülî bir sabahtı, bir yürüyüşe çıktım. Sinsi planının ayırdındaydım zamanın ama bir güzel burdum kulağını ve koydum cebime; ürü be dedim, ürü; ben yürüyeceğim! Bir gün bir aptallar ülkesinin öyküsünü yazacağım, zamana tutsak; söz verip kendime, yürüdüm. Göz kırptım Edgar Allan Poe’ya, “Çan Kulesi’ndeki Şeytan” öyküsünü anımsayıp; Tanpınar’a bir selam çakmayı da ihmal etmeden. Dedim ya, sümbülî bir sabahtı! Sümbülî’den daha güzel hangi sözcük anlatabilir bu sabahı, gökyüzünün şu rengini? Esirgeyen, serinliği ılık, üşütmeyen; sümbül rengi bir çadır bezi gibi başımızın üzerini kuşatan şu rengi. Kulaklığımda “Sonsuz Aşk” diyordu kadife sesli bir kadın, yumuşacık bir çığlık gibi. Ben yürüyordum; hem içimde, hem dışımda.

Yeni bitmiş, yeni yerleşilmiş, kendinden hoşnut binaların önünden geçtim. Yepyeni perdeleri, parlak gözler gibi pencereleri, geniş balkonlarında çiçekleri ile yaldızlı bir gösteriş içindeydiler. Kapı önlerinde, geniş bahçelerde, otoparklarda; metalik, opak, büyük, küçük, ucuz, pahalı onlarca araba; sabah mahmurluğu içinde uyukluyordu. Hizmete âmâdeydiler, köpekler gibi… Birazdan sahipleri uyanacak, kapılarını açacak, kontak anahtarlarını çevirecekti.Onlar da silkinip canlanacaklardı.

ekru duvar boyası
yaldızlı çerçeveler
neye yarar
neye yarar bir batık denizde
amforalar

-Gözüm acıyor, çiğ ışıklardan! Medet! Medet ey, içimdeki hiç susmayan arıkuşu. Medet, içimde çırpınan,çeperlerimi, sütrelerimi acıtan kırlangıç!..-

Ayaklarımın altında gıcır gıcır sesler çıkarıyordu asfalt. Görkemli konaklar yapılıyordu yol kenarlarında, ciğerini söker gibi toprağın, temeller açılıyordu. Bahçelerden, kazılan, yeni ekilen tarlalardan geçtim. Ayvalar çiçek açmıştı, gördüm. Ayva ağacı telaşsız, ferah bir rahatlık içinde, kadife kurdeleler gibi iri beyaz çiçeklerle, kadife tüylü meyvalarının muştularıyla donanmıştı.

Sümbülî bir sabahtı. Hem içimde, hem dışımda bir yolculuğa çıktım. Yürüdüm, ayaklarım acıyana, bacaklarım kamaşana değin. Ilık bir denizde kulaç atar gibi, yürüdüm. Gidebildiğim kadar gittim, patikalara çıktı yolum, baldıranlara, ebegümeçlerine, peygamber çiçeklerine. Sarı bir çiçek kopardım eğilip yerden, sordum, “Annen baban var mıdır?”

Yeşil bir tütsü gibi tütüyordu kır. Çektim içime doyasıya. Henüz vakit varken.

*****************************************

Sustum ve dinledim. Evrene bin parçaya bölünüp dağılmış cevherdim, parçalarımı çağırıyordum demir mıknatıs gibi. Beduhsuz bir zarftım, korktum varamamaktan adresime. Bir harami bekler dağ geçidinde, yüreği kuş yüreği, gözleri fal taşı bir garip yolcuydum; ay çıtırtısından işkillenen! Ufka sevdalı bir ak tüylü martıydım, çayır gülüne vurgun mavi ispinoz kuşu. Halep yollarında Kerem’dim, Kalypso’nun adasında tutuklu Odysseus!.. Korkuyordum varamamaktan adresime ve göğüs kafesimde binlerce gül patlayıp dağılıyordu kan revan.

İnsicâm taşıyordu bulutlar, oysa sözüm vardı gökkuşağına.

Sustum ve dinledim… Mezopotamya’yı dinledim; Babil’i, sonra Bağdat’ı… Değildi asma bahçelerde gül ve bülbül, değildi Harun Reşid’in sarayında tef ve cümbüş; el yazmaları, külliyeler, rubailer değildi.

Meczup oluban aradım: Kül kesmiş ırmak kıyılarını, yanıp kavrulmuş bağları, bahçeleri; bir vakit atlas ve ipek hışırtılı, şimdi hayaletlerin dişleriyle güldüğü odaları, metrukhâneleri, aşhaneleri, kâşaneleri… Bir korunmasız yamaçta, aşk vurulmuş alnından yatıyordu boylu boyunca, sinekler konup kalkıyordu gül açmış alnında ve gördüm, bekleşirdi leş kargaları…

Sustum ve dinledim… Susumda patlarken sessiz çığlıklar…

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #194
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SEVDİĞİM
Bazen insanlar düşünürler. Hayatın anlamı ne diye. Bunu zaman zaman ben de düşünüyorum. Hayatın anlamı nedir diye?… En azından seni tanıyıncaya kadar düşünüyordum.

Gerçeklerin acı olduğunu ve bu yüzden biberin gerçek olduğunu anlatan bir espriyi anımsadım. Halbuki biliyor musun, bütün biberler tatlıdır. Zira, hayat sanıldığı kadar acımasız ve acı değil, sadece hayattaki tadı alabilmeli, kendi istediğin gibi yaşayamadıkların ile beraber ölüp gittiğinde çevrenin sana bir yardımı olmayacak.

Kendini özgür bırak, ne hissediyorsan onu yap. Çoğu insan gibi mesela benim gibi, ne yapman gerekiyorsa onu yapma, bırak duygularını perdelemeyi, bırak ırmaklar gibi coşsun. Bir sevdiğinin elini tutarken yaşadıklarının yanlış olduğunu düşünüp hayıflanma. Bırak o sevgi senin tüm benliğini sarsın. Eğer onun gerçekten aradığın olduğuna inanıyorsan, ona sımsıkı sarıl, onu yaşa, onu bırakma…

Günün birinde belki anlarsın ne kadar sevdiğini, ne kadar sevebileceğini, ne kadar sevildiğini, ne kadar sevilebileceğini… Ama iş işten geçmiş, sevgilin, seni seven gitmiş, yitmiş olabilir. İşte o zaman üzülme vaktidir. Yerli yersiz ağlama vaktidir. İşte o zaman çevrene dönüp, şimdi ne yapacağım diye sorma vaktidir. Alacağın cevabı sana söyleyeyim güzelim; BİLMİYORUM diyecekler, senin dediğin gibi…

Ben biliyorum oysa, oysa sende biliyordun. Hep bildin zaten. Ama öyle olmadın. Ama artık sen de biliyorsun, biliyorsun ki, en azından bir kez gerçekten sevildin ve yine biliyorsun ki, bu sevgi bitmeyecek. En azından ben bitene kadar.

Yaşa.. Doğru bildiğin insanı bul ve onunla yaşa, ama bu dostunu sakın unutma. Bil ki unutulmayı hiç sevmem.

Ve bil ki kurallarım vardır, herkes buna uymak zorundadır.
- Dostlarım benden önce ölemezler,
- Dostlarım benden çok üzülemezler,
- Dostlarım benden çok sevemezler,
- Ve dostlarımı kimse benden çok sevemez.

Artık Ben'im dost'umsun.

Yaşa Bu hayatı sevdiğim, limon gibi sömürerek, tüm eksiliğine rağmen tadını alarak yaşa.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #195
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SEVGILI

Sevgili’ye...

Sizi tanımıyorum, siz de beni, ama biliyorum beni sevdiğinizi. Ben de seviyorum sizi ve tabi ki biliyorum sizi sevdiğimi bildiğinizi. Ben her akşamüstü limana bakan o banktayım sizin de bildiğiniz gibi. Biliyorum sizin de her akşamüstü limanın kayalıklarına oturmaya geldiğinizi. Çok düşünceli görünüyorsunuz uzaktan, hakikaten öyle mi? Birgün kalkıp gelsem yanınıza sizi rahatsiz eder mi; ya da siz gelseniz otursanız yanıma sizin için çok fark eder mi? Aslında anlıyorum sizi, kimseye açmak istemiyorsunuz içinizi tıpkı benim gibi. Söz veriyorum sormayacağım derdinizi, gelin yanıma oturun yalnız, benim için bu yeterli. Birgün yanıma gelirseniz eğer sakın söylemeyin duymak istemiyorum beni sevdiğinizi, ben de söylemeyeceğim sizi sevdiğimi. Adınızı da söylemeyin bana ve sormayın sakın bana benimkini, ikimizin adı da Sevgili işte, isimlerin en güzeli. Ve istemiyorum bana sevgilim demenizi, biliyorum çünkü beni sahiplenişinizin aslinda beni kaybedişinizi simgelediğini. Bu akşam yanıma gelmeye pek niyetiniz yok gibi, siz bilirsiniz yarın da burada bekleyeceğim gelişinizi ve yanıma oturmayı seçtiğiniz gün görebileceğim gözlerinizi. Söz veriyorum size kaçırmayacağım gözlerinizden gözlerimi; hem niye kaçırayım ki, zaten ilk gözlerim sevdi sizi ve sabırsızlanıyor gözlerim görmek için sevdiğinin gözlerini. Saklamak istiyorsunuz biliyorum, ama saklayamıyorsunuz ellerinizin heyecandan titrediğini, bir bilseniz neler vermezdim tutmak için şuan telaşlı ellerinizi. Ne olur bağışlayın aceleciliğimi, ama çok yordu sizi uzaktan sevmek beni. İçimde bir korku var biliyor musunuz Sevgili, beni yakıp kavuruyor hiç yanıma gelmeyeceğiniz ihtimali, kahrolurum eğer birkez olsun göremezsem gözlerinizi. Bu mutluluğu bana çok görmeyeceksiniz değil mi, hem daha ne kadar kaçırabilirsiniz ki benden telaştan titreyen ellerinizi? Size birşey söyleyeceğim Sevgili, ben en az sizin kadar seviyorum sizin hayalinizi. Akşamın karanlığı benden alsa da sizi, hayaliniz hiç yalnız bırakmıyor beni; ama ne olursunuz Sevgili, bir ömür boyu hayalinizle yaşamak zorunda bırakmayın beni...

Sevgili’yle...

Yine bir akşamüstü genç kız geldi oturdu her zaman oturduğu banka ve beklemeye başladı Sevgili’yi. Aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi ki genç adam göründü ve limandaki kayalıklara doğru yöneldi her zaman olduğu gibi. Sahi kaç zamandır bu böyle sürüp gitmekteydi? Genç kız düşündü hatırlayamadı. Acaba genç adam hatırlıyor muydu? Hatırlasın veya hatırlamasın ne önemi vardı, ne değişecekti ki? Genç kız tam da ne değişecekti ki diye geçirirken aklından birşeylerin değiştiğini farketti, genç adam ona doğru gelmekteydi. Genç adam oturdu genç kızın yanına, genç kız kendisine bakan gözlerine baktı genç adamın ve söz verdiği gibi kaçırmadı gözlerini Sevgili’nin gözlerinden, gözleri o kadar gözlerindeydi ki Sevgili’nin, genç adamın ellerindeki telaşı görmedi ya da görmemezlikten geldi. Genç adamın gözleri maviydi, deniz mavisiydi hatta denizin mavisinden bile güzeldi, genç kız o güne kadar denizin mavisinden daha güzel bir mavi olabileceğini hiç düşünmemişti. Genç kızın gözleri kahverengiydi, toprağın rengiydi, Sevgili’nin gözlerinin maviliğinde kana kana serinletti genç kız toprak gözlerini. Genç kızın toprak gözlerine bakmanın heyecanı daha da titretti genç adamın ellerini ve tuttu genç adam telaşlı elleriyle genç kızın ellerini. Genç kızın o ana kadar sakin kalan elleri titredi Sevgili’nin ellerini ellerinde hissedince ve tüm bedeni eşlik etti genç kızın ellerindeki titremeye.

Sevgili’ye...

Yine gelecek misiniz Sevgili, beni bırakıp gitmeyeceksiniz değil mi? Nasıl yaşarım ben artık görmeden deniz mavisi gözlerinizi. Yarın yine bekleyeceğim gelişinizi, siz bilirsiniz eğer istemezseniz yanıma gelmeyi, razıyım ben uzaktan da olsa görebilmeye sizi; uzaktan göremesem de bana hayat veren gözlerinizi, en azından görebilirim titreyen telaşlı ellerinizi. Eğer birgün gelmeyecek olursanız Sevgili, gözleriniz kadar güzel olmasa da denizin mavisi, gözleriniz diye seyredeceğim denizi ve teninizin kokusu diye denizin kokusuyla dolduracağım içimi.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #196
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Şu insanoğlu başımdan gitse de biraz soluk alsam. Sabah erkenden geldi, bir türlü gitmek bilmedi. Ne anlar bilmem ki, öyle dikkatli dikkatli yüzüme bakmaktan? Sert baktım olmadı, yumuşak baktım olmadı. Kafamı çevirdim öte yana o da geçiyor o yana yine göz göze geliyoruz. Bugün bir şey de yemedi, tabi ki ben de açım. Yemek aklına gelse de bana da yiyecek bir şeyler verse. Aç yılanı uyku tutmaz, iyisi mi uyuyamıyorum işte. Ah, ne günlerdi o günler! Ormanda sabahın ilk saatlerinde ya da günün son saatlerinde avlanır, güneş çıkınca gizlendiğim yere dönerdim. Bol av vardı ormanda. Gel de o günleri arama şimdi. Benim gibi hareketli bir yılan tıkılıp kalsın bu cam fanus içinde. Olacak şey değil ama oldu işte. Birkaç insanoğlu yakaladı beni getirip buraya kapadılar. Gözlerime baygınken mercek gibi bir şey takmışlar, gözbebeklerim yuvarlak gözüküyor. Aslında ben bir engerek yılanıyım ve zehirli bir yılanım. Zehirli yılanların gözbebekleri düşeydir. Durumu bilmeyenler beni zehirsiz yılan sanacak. Ormanda olsaydı bu durum bana büyük avantaj sağlardı ama burada hiç faydası yok. Aynayı eline aldı insanoğlu yine yüzüme tutacak. Bu bir bilim adamı olmalı ve herhalde benim üzerimde bir tür deney gerçekleştiriyor.

Gece yarısı oldu. İnsanoğlu yarım saat kadar aynayı yüzüme tuttuktan sonra yedi köfteleri yattı, uyudu. Bir köfte de bana verir mi diye boşuna bekledim. Belki yarın da aç kalırım, belki öbür gün de. Belki de, bu yılan acaba kaç gün açlığa dayanır diye bekleyecekler. İyisi mi ben bir an önce canımı dışarı atmanın yoluna bakayım. Yoksa burası bana mezar olacak.

Yorulmadım desem yalan olur. Bir saattir bilmem kaç defa dikilip kafamla tos vuruyorum, cam fanusun üstündeki kapak kısmına. Cam kırılmaz cinsten bunu biliyorum da kapak dört köşesinden menteşeli. İşte benim amacım, bu menteşelerden hiç olmazsa ikisini söküp dışarı çıkmak. Birini söktüm ama hiç kuvvet kalmadı. Biraz dinlenip kuvvetimi topladıktan sonra diğer köşedeki menteşenin altına tos vurmaya başlayacağım. Başaracağım, buradan kaçıp kurtulmayı başaracağım.

Neyseki sonunda bu menteşe de söküldü. Aralanan kapağın altından rahatça geçebilirim. İşte cam fanustan çıktım. Bir insan için burası karanlık ama ben gündüzmüş gibi rahatça görüyorum. Fanustan çıkınca yönümü şaşırdım. Şu üç kapının hangisi koridora açılan kapıydı acaba? Aman sende deneme-yanılma metoduyla ne büyük sorunlar çözülmüş. Dene-yanıl bu suretle deneyene o yanılmalar bile çok şey öğretir. Eğer denemezsem üç kapıdan hiçbirini açmamam gerekir, o zamanda bu salonda kalırım. Şu kapıyı açalım bakalım. Ohoo, bilim adamının odasıymış burası, yatağında uyuyor. Gidip ısırsam mı şunun ayağını acaba? Isırırım ısırmasına kolay da bir de ölür-mölür sonra bütün Afrika peşime düşer. Şimdi kapıyı sessizce kapatayım ve ikinci kapıyı açayım. Tamam, koridora açılan kapı buymuş. Çık koridora, kapıyı kapa, yürü dış kapıya. Dış kapıyı aç, etrafına bakın, kimse yoksa süzül dışarı, kapa dış kapıyı, işte orman şurası. Onlar beni çok ararlar içerde. Savulun, engerek yılan geliyor. Boyu 1.5 metre, gövdesinin genişliği 25 cm. olan bu Gabon engereğinin insan aklının sınırlarını zorlayan, akıllara durgunluk veren macerasını okumaya devam ediniz.

YazanMsn Confusederdar Yıldırım
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #197
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ODA SEVİYORMUŞ
Burnu bir karış havada, gözü yükseklerdeydi ben onu sevdiğimde. Hele hele benim aşkımı yerden yere vurup, nasıl kırmıştı kalbimi zalim. Dudaklarından dökülen acı sözleri; öyle ki, bugün bile unutamadım. Ne tebessümdü o , zehirden beter. Her olayda içim paramparça, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı olurdu. Yorgun düşerdim onsuz geçen, onunla dolu, koyu siyah gecelerden. Pişmanlıktan kendime lanetler eder, sevgimi söylediğim günü düşündükçe, kaleme sarılıp yazardım ona nefretin aşkla kucaklaştığı o uzun mısralarımı. Derdim ki; alın yazımdı, on beşimin çocuksu aşkıydı. Nasıl da gülerdi canı istedi mi... En anlamlı bakışlarıyla önce ümitlendirir, ardından bir uçurumun kenarına yapayalnız bırakır giderdi. Ben çaresiz, ben yorgun, ben bıkkın bu sevdadan. Ah bilirdi o insafsız, diri diri yanardım o böyle yaptıkça... Şubatın buz gibi kasvetli soğuğunda; onda ne bulduğumu bugün bile bilemem. Ama o günlerde hayatımın amacı, varolma gibi gelirdi bana. Çocukluk mu, yoksa gençliğimin safça tutkusu muydu bu ölesiye bağlanış, içten içe kopan fırtınalar, bu delice yakarış? Kim bilir, belki de sevilmeye muhtaç bir kalbin bitmek bilmeyen kaprisi... Ondan hiçbir şey istememiştim. Sadece sevgi... Evet, şimdi yıllar sonra ben, onu düşünüyorum ilk defa kucağımda resimler, hatıralarla. Hava yine soğuk, yine kasvetli gözleri gözlerimde yine sevgi, derin yüreğimde. Unuttum sanırdım, meğer aldanmışım, ağladım saatlerce. Bu onun "ölüm yıldönümü"dür. 17'sinde toprakla kucaklaşan, o zalimin hikayesidir anlatılan. Bir melodidir kırık, umutsuz... Doldururken sensizlik o an odayı gönlüm hala boş, kafam yine dumanlı. Bir feryat yankılanmıştı acı dolu tam 15 yıl önce bugün bomboş kırlarda. Deli gibi koştum sınıfa, sırası boştu. Benim kadar çaresizdi her köşe. Kendi kendime konuşarak yaklaştım sırasına; "Sen ölemezsin; canımsın, sevgimsin, emelimsin Dileğince nefret et, alay et duygularımla Kızmam sana Ama ne olur bir yalan olsun, acı bir şaka. Evet, evet beni üzmek için yapıyorsun. Her şeyini özledim... Allah'ım son defa göreyim yeter bana" Bu sensiz yakarış defalarca sürmüştü ta ki, ölümün o sinsi kokusunu içimde duyana kadar. Hıçkıra hıçkıra ağladım, sıraya kazıdığın ismini öptüm. Sonra, ona ait bir şeyler bulmak için aradım her köşeyi... Yalnızca buruşturulmuş bir sayfa, rengi solmuş. Yazı, onun yazısı. Bir mektuptu, özenilerek yazılmış, belki de çok emek verilmiş her satırına... Çok şaşırdım, mektup bana hitabendi. Korkakça, kaybolmasından korkarak, acıyla okudum her cümleyi kalbimde büyüyen bir özlemle... Hele hele o ilk satırı... Öyle ki, bugün bile unutamam, okudukça ağlarım. "İnsan sevdiğini yerden yere vururmuş bir tanem, AFFET BENİ!!!...”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #198
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Günlerdir hiçbir şey yemeyen Gabon haliyle çok acıkmıştı. Dışarı çıkar çıkmaz çatallı dilini dışarı çıkardı, yani koku alma organını. Bu organ, en küçük ısı kaynaklarını bile algılayabilir ve yerini belirleyebilirdi. Bu nedenle bütün sıcakkanlı hayvanların gizlendikleri yerleri bulabilir ve onları avlayabilirdi. Bu altıncı duyu özellikle gece avlanmaları sırasında çok yararlı oluyordu. İşte şimdi geceydi ve Gabon’un çatallı dili dışarıdaydı. Ormanda zik zaklar çizerek hırsla ilerleyen Gabon bir ısı kaynağı fark etmekte gecikmedi. Çalılar arasında, toprağın altında, girişi taşlarla ustaca kapatılmış fare yuvasına dalan Gabon korkudan taş kesilmiş büyüklü-küçüklü beş fareyi birkaç dakikada midesine indirdi. Baklavaları yutmuştu ama tam doymamıştı. Daha sonra birkaç kertenkele ve bir köstebek avlayan Gabon yediklerini sindirmek için kayalıklar arasında uygun bir yer bulup dinlenmeye çekildi.

Aradan on beş gün geçti. Gabon yediklerini sindirmişti. Kayalıklar arasından çıkıp yeniden etkinlik göstermeye başladı. Gabon aniden kan kokusu algıladı. Kafasını kaldırdı, ileriye baktı. Bir sincabı düşe- kalka giderken gördü. Sincabın sırtındaki iki küçük delikten kan sızıyordu. Gabon onun zehirli bir yılan tarafından ısırıldığını anladı, ama hangi yılan? Gabon biraz sonra bir şişen engereği sincabın izini sürerken gördü. Bu şişen engerekler avını sokup birkaç dakika bekledikten sonra avın bıraktığı izi sürmeye başlardı. İz sürmeyi çatallı diliyle gerçekleştiriyordu. Kafasını şişirmesinden dolayı ona şişen engerek deniyordu. Şişen engerek daha sonra sincabı yakalayıp yutacaktı. Orman zifiri karanlıktı ama Gabon her şeyi net olarak görüyordu. Bütün hayvanlar karanlıkta çok iyi görürlerdi. İnsanlar ise, bu yetenekten yoksundular ve bundan dolayı hayvanlar geceleri avlanmak için yuvalarından çıkardı, çünkü geceleri insanlar uyurdu.

Bir kum boa yılanıyla karşılaşınca aniden durdu, Gabon. Saldırgan olmayan, aksine çok korkak olan bu yılan bakalım ne yapacaktı? Kum boa yılanı beklendiği gibi hızla geri dönüp az ilerdeki bir çukurdan toprağın altına girdi ve gözden kayboldu. Kum boa yılanları hep kumların ya da toprağın altında yaşar, yalnızca geceleri dışarı çıkardı. Daha çok kertenkelelerle beslenirdi. Boyları ender olarak 1 metreyi aşardı. Gabon daha sonra bulunduğu tepenin ağaçlı yamaçlarında şimşek gibi akan Coluber cinsi bir yılan gördü. En hızlı yılan türü olan ince, uzun kuyruklu, iri gözlü bu yılanın oraya buraya çarpmasına karşın, nasıl olup da parçalanmadığına bir kez daha şaşırdı. Giderken bazen takla atıyor, bazen de uçuyor gibi oluyordu bu yılan ve onun bu gidişini bir gören bir daha unutamazdı
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #199
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Keloğlan kasabaya tavuk satmaya gitmiş. Pazara gelince elindeki iki tavuğa müşteri aramaya başlamış. Adamın biri tavuklara bir altın vermiş. Keloğlan bunu kabul etmemiş. İlle de iki tavuğa iki altın isterim demiş. Keloğlan’ın tavukları bir altına vermediğini gören adam:
“ Bak Keloğlan, bende bir define haritası var. Yalnızım, yaşlandım artık. Bu sebepten defineyi aramaya çıkamadım. Eskiden Zenginoğlu’ nun konağında çalışırdım. Bu haritayı bana Zenginoğlu vermişti. İki tavuk benim olsun, harita senin olsun, defineyi ara bul, ömrünce mutlu ol ” demiş. Keloğlan adama inanmış, değiş tokuş yapılmış. Keloğlan akşamüstü yorgun argın köyüne dönmüş. Anası:

“ A benim kel oğlum, kabak oğlum. Hiç bu kağıt parçasına iki tavuk verilir mi? Sen tavukları satıp gaz, tuz alacaktın. Kandırmışlar seni. Şimdi karanlıkta otur, yemekleri tuzsuz ye de aklın başına gelsin ” diyerek bağırıp çağırmış. Keloğlan oralı olmamış, aklı fikri definedeymiş. Sabahı zor etmiş, erkenden kalkmış. Anasına:

“ Ana ben defineyi aramaya gidiyorum. Kışlık yiyecek hazırlamıştım. Varsın gaz olmasın, akşamları erken yatarsın. Varsın tuz olmasın, komşudan istersin. Defineyi bulursam, seni sultanlar gibi yaşatacağım ”demiş. Anasının elini öpmüş. Keloğlan’ ın kararlı olduğunu gören anası çaresiz fikir değiştirmiş. “ Güle güle git, Keloğlan. İnşallah defineyi bulursun “ diyerek Keloğlan’ ı uğurlamış.

Yazan: Serdar Yıldırım
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #200
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ELVEDA BİRTANEM

Sabah uyandığında midesinde bir yanma hissetti yanmanın nedeni akşam yedikleri değil uyanır uyanmaz bugün yapacaklarının aklına gelmesiydi. Bugün 2 yıldır götürmeye çalıştığı bir birlikteliği bitirecekti aslında bunda geç bile kalmıştı. Bitmeli dedi içinden her gün; bu tatsız uyanış bitmeli... İçinde bir muhakeme başlamıştı, kendi kendine söyleniyordu: “Ona da haksızlık etmek istemiyorum belki hatalı olan benim.... Bulunmaz Hint kumaşı değilim ya, görünüş olarak hımmm yakışıklı çocuk denilecek biri hiç değilim.... Ama yaptım çok çalıştım bitmesin diye kendimle mantığımla çok kavga ettim olmadı....” Genç adam bunları düşünürken suratı şekilden şekile giriyordu. Süratle giyinerek dışarı çıktı, bugüne kadar hiç bekletmemişti onu şimdide bekletmemeliydi. İstanbul soğuk ve yağmurlu bir Nisan ayı yaşıyordu. Genç adam gökyüzüne bakarak iç geçirdi bulutlar bizim yasayacaklarimizi biliyor onlar bile agliyor halimize. Birkaç saatlik yolculuktan sonra Kadıköy iskelesine geldi her zamanki gibi yine ilk kendisi gelmişti buluşma yerine. Birkaç dakikalık beklemeden sonra karşıdan kız arkadaşının geldiğini gördü, şimdi midesindeki ağrı daha da artmıştı. Karsılama faslından sonra Beşiktaş'a gitme kararı aldılar, yolculuk sırasında hiç konuşmadılar; genç adam güneşin yokluğunda grileşen denize bakıyordu. Genç kız arkadaşının bu durgunluğuna anlam verememişti, öyle ya nereden bilecekti bu gün ayrılık çanlarını çaldığını.
“Üşüdüm” dedi genç kız, bu yolculuk boyunca edilen tek laftı. Beşiktaş'a geldiklerinde bir cafede oturdular, genç kız anlamıştı kendisine bir şey söylenmek istendiğinin... “Bana bir şey mi söylemek istiyorsun” dedi, genç adamın gözlerine bakarak. Genç adam gözlerini kaçırarak “evet” şeklinde başını salladı. Genç kız daha da heyecanlanmıştı. Biraz da sinirlenerek “söyle öyleyse ne diye bekliyorsun.” Genç adam içini çektikten sonra “sence biz nereye kadar gidecegiz, daha doğrusu biz iyi bir ikiliyiz” “Bunları sorma gereğini neden duydun.” dedi genç kız. Genç adam söze başladı: “bak canım bundan birkaç ay önce akşam saat 11:00 civarıydı sanırım, hatırladın mı? Genç kız “evet hatırladım” dedi, ama genç adam genç kızın sözünü bitirmesini beklemeden “o akşam seni düsünüyordum diğer akşamlarda olduğu gibi senin için bir şiir yazmıştım onu o an sana okumak istemiştim, sana telefon açtığımda şiirimi bile dinlemeden şimdi sırası mı canım ya senin de işin gücün yok mu demiştin bana. Biliyor musun o an bir kaç yumruk yedikten sonra kroki durumuna düşen bir boksör gibi olmuştum sessiz kalıp özür dileyerek telefonu kapatmıştım. Daha sonra bu şiiri benden hiç istememiştin. Ve bunun gibi bir çok defa tartışmamız oldu. Geçenlerde hasta olup yataklara düştüğümde arkadaşlarımla birlikte sen de gelmiş, Meral'in bana sen sanşlısın Nalan sana bakar sözüne karşılık sinirli bir edayla “aaaa banane işim yok da sana bakacağım, annen baksın demiştin bunu da hatırladın mı?” Genç kız tekrar “evet” dedikten sonra şaşkın şaşkın “evet ama bunları neden hatırlatıyorsun bilmiyorum. Biliyorsun benim kişiliğim böyle, duygusallığı sevmiyorum. Ve hasta bakıcı gibi göründüğümü de kimse söyleyemez.” Genç adam güldü “Evet canım bak burda haklısın, sen zaten olmak istesen bile bu kalbi taşıdığın müddetçe hasta bakıcı hemşire falan olamazsın.” Genç adam devam etti “bana şimdiye kadar kaç kere sabahın erken saatlerınde güzel sözcüklerden oluşan bir mesaj çektin, hiç hatta günün hiçbir saatinde çekmedin. Duygusallığı sevmeyebilirsin ama sen seni seven insanları mutlu etmeyi de sevmiyorsun, halbuki ben senin tam tersine kendimden çok insanları mutlu etmeyi seviyorum. Seni tanıdığımdan beri her sabah akşam, gece yani seni andığım her saat tatlı sözcük mesajım vardı senin için biliyor musun? seninle ben ak ile kara gibiyiz” Genç kız anlamıştı, “yani ne istiyorsun benden şair olmamı mı?” Genç adam tekrar gülümsedi içinden dün gece verdiğin ayrılık kararının ne kadar doğru olduğunu düşünüyordu. “Hayır dedi şair olmanı istemiyorum zaten olamazsın da; yalnız biz ayrılmalıyız, ayrılırsak ikimiz içinde en hayırlısı bu olacak.” Genç kız şaşırmıştı, “Neden ama ben seni seviyorum, senin de beni sevdiğini sanıyordum.” Genç adam iç çekerek “hayır canım sen esas beni sevdiğini sanıyorsun, eğer beni sevseydin şimdi burda başka şeyler konuşuyor olurduk.” Genç kızın gözlerı yaşarmıştı, Genç adam cebinden çıkardığı mendili uzattı, genç kız göz yaşlarını silerek kesik bir sesle “Sen bilirsin, umarım beni başka biri için bırakmıyorsundur.” Genç adam “Nasıl böyle bir şeyi düşünürsün, senden başka olmadı ve uzun sürede olacağını sanmıyorum.” Genç adam ve genç kız iki sevgili olarak oturdukları masada artık iki yabancı gibi duruyorlardı. İstanbul yağmurlarla yıkanırken yağmura iki sevgilinin umutları da karışıyordu. Birkaç dakika sessiz oturduktan sonra genç kız “kalkalım istersen” dedi. Genç adam ben biraz daha burda kalmak istiyorum, istersen sen kalkabilirsin. Genç kız “tamam o zaman sana mutluluklar dilerim” diyerek elini uzattı. Genç kızın sesi ve eli titriyordu genç adam “arkadaş olarak beraberiz ama sen istersen tabi” dedi. Genç kız “evet” anlamında başını salladı ayrılırken son kez sarıldılar birbirlerine. Genç kız uzaklaşırken genç adam masada dondu kaldı vakit öğleni bulurken yağan yağmur yerini güneşe bırakmıştı, ama genç adam titriyordu onu titreten açan güneşe rağmen esen rüzgar mıydı, yoksa kalbindeki ayrılık acısı mıydı. Saatlerce dolaştı devamlı kendini sorguluyordu hatayı baştan yaptım diyordu, ama yaşadığı güzel günlerde olmuştu.”allahım” dedi “allahım güç ver bana”. Dostlarını düşündü onların dediklerini düşündü. Arkadaşları sizler birbirine zıt insanlarsınız yol yakınken dönün bu yoldan dememiş miydiler. Tabi ya doğru olanı yapmıştı. Saatler geçtiğinde artık güneş yerini yıldızlara bırakmıştı, eve döndüğünde yürümekten bitap duruma düşmüştü. Kendisini karşılayan annesine hiçbir şey söylemeden kendi odasına gitti. Gece bir türlü bitmek bilmiyordu anıların ağırlığı altında eziliyordu genç adam, ama sabah erken kalkıp ajansa gidecekti, bunun için uyuması gerekiyordu. Birkaç saat sonra genç adam uykuya dalmayı başarmıştı ve sabah 7'de saatın zırlamasıyla uyandı genç adam. Evden çıkacağı zaman cep telefonuna baktı, mesaj ve 10 tane cevapsız arama vardı. Genç adam yorgun olduğu için duymamıştı telefonunun sesini. Cevapsız arama ve mesaj canımcım'dan gelmişti canımcım onun Nalana taktığı isimdi, heyacanla mesajı açtı mesajda şunlar yazıyordu....... “Sadece onları sevmeyi sevdim Hepsini onlarsız yaşadım da Bir seni sensiz yaşayamıyorum Bu aşkı tek kalpte taşıyamıyorum Sana yemin güzel gözlüm bir tek seni sevdim Ve seni severek öleceğim, ELVEDA BİRTANEM.......” evet, genç adam şaşırmıştı, mesajın geliş saatine baktı sabahın beşini gösteriyordu güldü kahkahalar atarak güldü onu tanıdığı ve arkadaş olduğu günden beri ilk defa bir şiir alıyordu ve ilk defa bu saatte aranıyordu.... Heyecanla hızlı arama yaptı, çalan telefonu yabancı bir ses açtı. Genç adam “Nalan ile görüşebilirmiyim” dedi. Fakat karşıdaki ağlıyordu, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu; “Ben onun annesiyim yavrum, canım kızım bu sabah intihar etti. Gece odasında birilerini arayıp durdu, sabah odasının ışığını sönmemiş görünce merak ederek odasına girdim, ama yavrum kendini asmıştı.” Genç adam beyninden vurulmuşa döndü. Bir gün önceki mide ağrısının iki katını çekiyordu şimdi. Olduğu yere yığılıp kaldı............. Birkaç ay sonra... İki doktor konuşur. Doktorlardan biri diğerine karşıdaki hastanın durumunu soruyor .... - haaa o mu, üç ay önce getirdiler elindeki cep telefonunu hiç bırakmıyor, kendisi yüzünden bir genç kız intihar etmiş, o günden sonra o cep telefonu her zaman elinde devamlı bir şeyler yazıp birine yolluyor. Geçenlerde merak ettim o uyurken gönderdiği numarayı aradım hayret ki numara 3 ay önce iptal edilmiş, ve gelen mesajlarda bir şiir: “Sadece onları sevmeyi sevdim Hepsini onlarsız yaşadım da Bir seni sensiz yaşayamıyorum Bu aşkı tek kalpte taşıyamıyorum Sana yemin güzel gözlüm Sana yemin güzel gözlüm bir tek seni sevdim Ve seni severek öleceğim, ELVEDA BİRTANEM... ... ..”

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat