Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 30

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 546.916 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mart 2007       Mesaj #291
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BIRAKIP DA GİDENE...
Burnu bir karış havada, gözü
Sponsorlu Bağlantılar
yükseklerdeydi ben onu sevdiğimde.
Hele hele benim aşkımı
yerden yere vurup,
nasıl kırmıştı kalbimi zalim.
Dudaklarından dökülen acı sözleri;
öyle ki, bugün bile unutamadım.
Ne tebessümdü o , zehirden beter.
Her olayda içim paramparça,
gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı olurdu.
Yorgun düşerdim onsuz geçen,
onunla dolu, koyu siyah gecelerden.
Pişmanlıktan kendime lanetler eder,
sevgimi söylediğim günü düşündükçe,
kaleme sarılıp yazardım ona nefretin
aşkla kucaklaştığı o uzun mısralarımı.
Derdim ki; alın yazımdı,
onbeşimin çocuksu aşkıydı.
Nasıl da gülerdi canı istedi mi...
En anlamlı bakışlarıyla önce ümitlendirir,
ardından bir uçurumun kenarına
yapayalnız bırakır giderdi.
Ben çaresiz, ben yorgun,
ben bıkkın bu sevdadan.
Ah bilirdi o insafsız,
diri diri yanardım o böyle yaptıkça...
Şubatın buz gibi kasvetli soğuğunda;
onda ne bulduğumu bugün bile bilemem.
Ama o günlerde hayatımın amacı,
varolma gibi gelirdi bana.
Çocukluk mu, yoksa gençliğimin
safça tutkusu muydu bu
kölesiye bağlanış,
içten içe kopan fırtınalar,
bu delice yakarış?
Kimbilir, belki de
sevilmeye muhtaç bir kalbin
bitmek bilmeyen kaprisi...
Ondan hiçbir şey istememiştim.
Sadece sevgi...
Evet, şimdi yıllar sonra ben,
onu düşünüyorum ilk defa
kucağımda resimler, hatıralarla.
Hava yine soğuk, yine kasvetli
gözleri gözlerimde yine
sevgi, derin yüreğimde.
Unuttum sanırdım, meğer aldanmışım,
ağladım saatlerce.
Bu onun "ölüm yıldönümü"dür.
17'sinde toprakla kucaklaşan,
o zalimin hikayesidir anlatılan.
Bir melodidir kırık, umutsuz...
Doldururken sensizlik o an odayı
gönlüm hala boş, kafam yine dumanlı.
Bir feryat yankılanmıştı acı dolu
tam 15 yıl önce bugün bomboş kırlarda.
Deli gibi koştum sınıfa, sırası boştu.
Benim kadar çaresizdi her köşe.
Kendi kendime konuşarak
yaklaştım sırasına;
"Sen ölemezsin; canımsın, sevgimsin, emelimsin
Dileğince nefret et, alay et duygularımla Kızmam sana
Ama ne olur bir yalan olsun, acı bir şaka.
Evet, evet beni üzmek için yapıyorsun.
Herşeyini özledim...
Allahım son defa göreyim yeter bana"
Bu sensiz yakarış defalarca sürmüştü
ta ki, ölümün o sinsi kokusunu
içimde duyana kadar.
Hıçkıra hıçkıra ağladım,
sıraya kazıdığın ismini öptüm.
Sonra, ona ait birşeyler bulmak için
aradım her köşeyi...
Yalnızca buruşturulmuş bir sayfa,
rengi solmuş.
Yazı, onun yazısı.
Bir mektuptu, özenilerek yazılmış,
belki de çok emek verilmiş her satırına...
Çok şaşırdım, mektup bana hitabendi.
Korkakça, kaybolmasından korkarak,
acıyla okudum her cümleyi
kalbimde büyüyen bir özlemle...
Hele hele o ilk satırı...
Öyle ki, bugün bile unutamam,
okudukça ağlarım.
"İnsan sevdiğini yerden yere vururmuş
bir tanem, AFFET BENİ !!!..."

NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
1 Mart 2007       Mesaj #292
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Kalp kırmak
lise caglarinda bir delikanli varmis. sürekli arkadaslariyla kavga ypip onlarin kalbini kirarmis. babasi bu durumdan cok rahatsizdir. ogluna;
Sponsorlu Bağlantılar
- "bak oglum sen cok kavga yapiyosun. bu kapi senin arkadaslarinin kalbi ve sen hatani anlamak için her kavga yapisinda bu kapiya bir çivi cak. bunu bir ay sürdür bakalim ne kadar gecimsiz oldugunu anlayacaksin" der.
oglu biraz gönülsüz bir tavirla "tamam baba"Â der.
cocuk artik her kavga yapisinda, her kalp kirisinda o kapiya bir civi cakar. kapida artik bir sürü civi olur. cok gecmeden hatasinin farkina varir ve artik kavga yapmamaya, kalp kirmamaya karar verir. bu durumu babasina acar. babasi da ona söyle der;
- "aferin oglum. ama simdi de gecmis hatalarini telafi etme zamani. bu kalbini kirdigin arkadaslarinin hepsinin gönlünü alacaksin" der. ve ekler.
- ve seni affeden her arkadasin için de bu kapidan bir çivi sökeceksin.
cocuk kabul eder ve tek tek arkadaslarinin gönlünü almaya calisir.
zamanla arkadaslarinin hepsinden özür diler ve gönüllerini alir. her biri icin de kapidan bir çivi söker. artik kapida hiç çivi kalmamistir. babasina der ki;
- "bak babacim senin bana dedigini yaptim. her baristigim arkadasim icin de bir çivi söktüm"
babasi da bunun üzerine der ki;
- aferin oglum sen arkadaslarinin gönüllerini aldin. kapida hiç çivi kalmadi. ama kapida halen o çivilerin izi var. arkadaslarinin kalbi de suan sana karsi böyle biliyo musun...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mart 2007       Mesaj #293
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BİR NEFES
Muhteşem lakabıyla tanınan Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, Muhibbî imzasıyla şiirler yazan önemli bir şairdi aynı zamanda. Divan sahibi Kanunî’nin halk arasında adeta atasözüne dönüşmüş bir beyti var:
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
Osmanlı gibi bir devletin başında oylan bir padişaha bu beyti söyleten gerçekMsn Confusedağlık. her şeyin başı oylan sağlık.
Halkın devlete, makama,rütbeye verdiği değerin, sağlığın yanında nne derece önemsizleştiğini iki mısraya sığdırır şair padişah.
İnsanın hayatında önem verdiği pek çok değer var.Para, makam, mevki, konut, meslek…Para bu değerlerin çoklukla önünde gelir.Para isteği kimi insanlarda bir hırsa dönüşür. İnsanı yöneten bir efendi olur para.İnsansa bir köle.Bu durumda bütün insanî değerler anlamını yitirebilir. İnsan, bir makineye , bir canavara dönüşebilir. Para insanın yaşaması için gerekli bir araç olmaktan çıkar, eşrefi mahluk olan insanı bir eşya konumuna indirebilir.
Paranın bu saltanatı ne zamana kadar sürer?Para her şeyi , her işi halledebilir mi?Her kapıyı açabilir mi?
Sözün gelişi, bu sorular genellikle olumlu bir biçimde cevaplanır:Evet!
Ne zaman bir hastalık,bir ölüm kapımızı çalar, işte o zaman insan paranın ne olduğunu, ne ifade ettiğini, işlevini anlar. Artık paranın sağlık karşısında hiçbir değeri yoktur.
Sevgili Peygamberimiz bizlere ölümü sıkça anmamızı öğütler. Hasta ziyaretleri inancımız açısından önemli bir görevdir bizim için. Ziyaret etmek, hatır sormak, gönül almak tavsiye edilmiş bizlere.
Hasta ziyaretleri bizlere sağlığın nemini en çarpıcı bir biçimde yansıtır.Hasta yataklarında acılarıyla , sıkıntılarıyla dolu bir yığın insan. Bu insanların yakınları…Hastalıkların, acıların , sıkıntıların bitmesi için neler vermezler?
“Sağlığın değeri kaybedilince anlaşılır.”derler. Sağlığın kıymeti kaybedilmeden bilinmeli.Onu kaybettikten sonra bulmak ne kadar zor…
Sağlığın önemini kim inkâr edebilir? Herkes için ortak kanaat: Her şeyin başı sağlık.
Meselâ, bir kazada gözünü kaybeden bir hasta görebilmek için neler vermez?
Aklının hepsini değil küçük bir bölümünü, hafızasını kim ne kadar bir ücretle kiraya verir, satar?
Yaratıcımızın bize armağan olarak hiçbir ücret ödemememize rağmen sunduğu organlarımızın, nimetlerin bedelini kim ödeyebilir?Bu nimetleri bedeli ödense dahi onları para karşılığında almak mümkün mü?
Dünyada bir nefes sıhhat kadar değerli ne olabilir, diyor Kanunî.Devlet, makam, mal, mülk nedir ki…
Bir nefes alıp vermenin dahi ne derece hayatî olduğunu düşünelim. Nefes alabilmek ne büyük bir nimet! Hastanelerde nefes alamayan bu nedenle makineye bağlanan, oksijen tüpleriyle hayatını sürdürmeye çalışan insanlar “bir nefes sıhhat” karşılığında neler vermezler?
Yaratıcımız, yaşamamız için gerekli olan havayı armağan etmiş bizlere. Ya gerekli olan bu havayı almak için bir bedel ödemek zorunda olsaydık! En hayatî ihtiyacımız ücretsiz…
Nefes alıp vererek hayatımızı devam ettirebiliyoruz. Nefesi aldık, ya veremezsek! Almak kadar vermek de ne derece önemli değil mi?
Dünyalar dolusu malı, mülkü, parası olmasına rağmen hastalığı nedeniyle mutsuz nice insanlar var.Her şeyleri olmasına rağmen kaybettikleri sağlıklarını bulmak için “her şeyler”ini verebilecek insanlar…
Hastane köşelerinde tedavi için sıra bekleyenler, derman umanlar, Allah’tan şifa dileyenler. Ya Şâfî diyerek dua edenler. Bedenî ve ruhî hastalıklarına çare bulmaya, mutlu olmaya çalışan insanlar…
Bütün bunlar Yüce Allah’a binlerce teşekkür ekmemiz gereğini hatırlatıyor bizlere.
Sağlıklı mıyız?Binlerce şükür. Hasta mıyız? Dua ediyoruz Yaratıcıya. O, dualarımıza icabet edecek, inanıyoruz buna.
Hayat, sevinç ve mutlulukla, acı ve sıkıntılarla iç içe. Pek çok dert ve sıkıntımız olabilir. Maddî imkânsızlıklar, problemler…
Bunlardan hiç biri, sağlık kadar önem arz etmiyor.Bunu unutmayalım.
Bir nefes sıhhatin değerini bilelim.
Şükredenlerden olalım. Çünkü Allah, şükredenleri sever.
tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
2 Mart 2007       Mesaj #294
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
KELEBEĞİN HİKAYESİ

Bir gün,kırlarda gezintiye çıkan adam,kenara oturduğu otlardan birinin dalında,küçük bir kozanın varlığını fark etti.Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi.Adam bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu.Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez diye düşündü;ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi.
Dakikalar dakikaları kovaladı,saatler geçmeye başladı,ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı.Sanki kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü.Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da,artık yapabileceği bir şey kalmamış gibi geldi ona.Bu yüzden,kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi;cebindeki küçük çakıyı çokarıp kozadaki deliği bir cerrahi titizliğiyle büyütmeye başladı
Böylece,bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi.Fakat bedeni,kuru ve küçük kanatları buruş buruştu.Adam kelebeği izlemeye devam etti;çünki kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.
Ama bunlardan hiç biri olmadı.Kelebek hayatının geri kalanını,kurumuş bir beden ,buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi.Ne kadar denese de asla,uçamadı.Adamın bütün iyi niyetine ve yardım severliğine rağmen anlayamadığı şey,kozanın kısıtlayıcılığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için gereken çabanın Allah'ın kelebeğinde bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda onun uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olduğuydu.
Bu gerçeği öğrendiğinde,hayat boyu unutamayacağı bir şey de öğrenmişti:Bazen hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey,çabalardır.Eğer Allah,hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi,ozaman,bir anlamda sakat kalırdık.Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik o zaman.
Ve asla uçamazdık....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mart 2007       Mesaj #295
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÇİÇEKLE SUYUN HİKAYESİ
Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.
İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder
birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.
Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan
içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur.
İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar,
"Sırf senin hatırın için ey su" diye...
Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı
birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki,
çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.
Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba
"Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar.
Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek,
alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.
Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni
seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek
yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der.
Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler...
Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz
etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der.
Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der
ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek
artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler
çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine...
Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla
başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben,
gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum
karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır
nedir sorun diye...Doktor gelir ve muayene eder
çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu
ümitsiz artık elimizden birşey gelmez."
Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık
nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir
bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum...
Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.
Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
"Seni seviyorum" demek yetmemektedir...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mart 2007       Mesaj #296
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bugün ayriligin ilk günü
Bugün ayriligin ilk günü.Pek bir sey hissetmiyorum aslinda.Bildigim ve sakladigim hersey gözümün önünde,beynimin içinde beni hirpalayip duruyor.Dostlarim ariyor biliyorlar ki canim sikkin aglamkliyim üstelik bogazimda bir seyler dügüm dügüm konusup anlatamiyorum.Ayrildik diyemedim henüz kimselere.Onlarin hali benden de tuhaf olacak biliyorum.Acikli bir ifade olacak yüzlerinde,aglamakli bakacaklar bana benden de aglamakli,ve benim garibime gidecek bu halleri.Henüz canim çok acimiyor çünkü. Beni aldattigini ögrendigim gün yasadigim acidan büyügü olmaz ki zaten.Keske sadece çekip gitseydin.basin dik sadece sevmiyorum artik deyip çekip gitseydin.Bir baskasi olmadan kendini böyle ayaklar altina atip suçlu suçlu yüzüme bakmak zorunda kalmadan.Saçama sapan hatiralar birakabilseydin hiç olmazsa.Ve ben avuntularimla çürüseydim bu evde. Biliyorum canim yarin daha çok yanacak taze yaranin acisi hissedilmez de eskidikçe daha çok yakar.Ve kabuk baglar bir zaman sonra ben geriye dönüp baktigimda sadece puslu bir ayrilik aksami hatirlarim ve yillar sonra seni andikça yine böyle aglarim...
tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
2 Mart 2007       Mesaj #297
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
ADA

Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış:Mutluluk,Üzüntü,Bilgi ve tüm diğerleri,Aşk dahil.Bir gün adanın batmakta olduğu,duygulara haber verilmiş.Bunun üzerine hepsi,adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.Aşk adada kalan en son duygu olmuş.Çünki mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.Ada neredeyse battığı zaman,Aşk yardım istemeye karar vermiş.Zenginlik,çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş.
Aşk,"Zenginlik,beni de yanına alır mısın?"diye sormuş.
Zenginlik,"Hayır alamam.Teknemde çok fazla altın ve gümüş var,senin için yer yok"demiş
Aşk çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibirden yardım istemiş."Kibir,lütfen bana yardım et."Sana yardım edemem Aşk.Sırılsıklamsın ve yelkenimi mahvedersin"diye cevap vermiş Kibir.
Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş:"Üzüntü,seninle geleyim...."
"Offf,Aşk o kadar üzgünüm ki,yalnız kalmaya ihtiyacım var."
Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş ama o kadar mutluymuş ki,Aşk'ın çağrısını duymamış.Aşk,birden bir ses duymuş:
"Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."
Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş.Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki kendini onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.
Yeni bir kara parçasına vardıklarında,Aşk'a yardım eden,yoluna devam etmiş.Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk,Bilgi'ye sormuş
"Bana yardım eden kimdi?"
"O zaman'dı"diye cevap vermiş Bilgi."Zaman mı neden bana yardım etti ki?"
diye sormuş Aşk.
Bilgi,gülümsemiş:
"Çünki sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir..."

Ahmet Ünal Çam
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mart 2007       Mesaj #298
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çınar İle Pınar

Çınar ile Pınar

Bir efsanedir bizim oralarda, bu gün size anlatacağım hikâye. Masal niyetine anlatırlar babalar çocuklarına, onları sallayarak uyutmaya çalışırken. Ya da analar, yatak da yanına kıvrılıp ta uyutmaya çalıştıkları yavrularına. Olurda beğenirseniz, sizinde kıyıcığınız da yavrularınıza anlatabildiğiniz bir masalınız olsun. Şimdi çocuğu olmayanlar çocuğu olunca, çocukları büyümüş olanlarda inşallah torunları olunca sevgili torunlarına anlatırlar.
Bir varmış bir yokmuş diye girerler genelde masala. Bize babamız, babamıza da büyük babası anlatmış. Biraz uzun olduğundan çocukların masalın sonunu getirebildiği pek görülmemiş. Onun için de çocuk masalın sonunu merak ettiğinden, nazlanarak;
___ Baba dünkü masalı tekrar anlatabilir mi sin? Dediği çok olur.

Hikâyenin tarihini bazıları on beş asırlık dese de, biz insanlığın var oluşuyla alakalı olduğuna kanaat getirdik. Sizlerde merak ederseniz uyuya kalan çocuklar gibi yarı okuyup bırakmayın. Zorda olsa sonunu getirin deriz.
Öncelikle seçiminizi yapın. Yavrunuzu ister yatağında sarıp sarmalayın, isterseniz ayaklarınızda sallayınız. Gözlerinizi şefkat abidesi gibi onun gözlerine dikin. Saçlarının kokusunu ciğerlerinde hissetmek isteyenler bağırlarına bastırabilir, isteyenler de bacaklarını bacakları arasına kıstırabilirler. Bazılarımız da işim var, bir an önce uyusun diye, e e e ... diyerek masala girebilirler.
Efendim, bizim köyün ismi âşıklar köyüdür. Eskiden aşağı âşıklarla aynı köylerdi. Önceleri hane sayıları kırk ya da elli kadarmış. Sonraları bu sayı üç yüzlere yaklaşınca ikiye bölünüverdiler. Şimdilerde Âşıklar köyü yukarı âşıklar ve aşağı âşıklar diye bilinir. İşte size anlatacağım hikâye burada geçmektedir.

Bir zamanlar yani âşıklar köyü bölünmeden önce bu köyün girişinde tarihi yıllara dayanan bir “Pınar” ile, devamsı büyüklükte bir “Çınar” ağacı vardı. Şimdilerde kalıntıları halen durmakta ise de pınar ile Çınar’ın aşkları bizim oralarda destan olmuştur.. Adlarına şiirler, şarkılar yakılmış, tabi ki birçok da hikâyeler. Şimdilerde aynı nokta “kuru çeşme ya da kör çeşme” gibi lakaplarla anılmaktadır. Sanırım sizin oralarda da böylesi isimler mevcut dur.

İşte tam bu nokta da bundan yirmi yıl öncesine kadar, devamsı büyüklükteki çınar ağacı ile oraların hayat kaynağı olan pınar mevcudiyetlerini devam ettirmektedirler. Kimileri çınarı bin metre boyunda dese de, bazıları beş yüz kulaç dan aşağı olmadığını söylerler. Etrafının kalınlığını da beş kişi el ele verse kavuşamazlardı. Belki sizlere abartı gibi gelse de gidip görüldüğünde gerçektende söylenildiği kadar varmış dersiniz.
Ayrıca bu çınarın hemen kökleri arasında işte yukarıdaki kör ya da kuru çeşmeye adını veren pınar da tam buradadır. Yıllarca birbirlerine destek veren bir hayat sergilemişler pınar ile çınar. Hep sarmaş dolaş, hep iç içe. Yazları pınarın sesi azalsa onun yerine çınar ses çıkarır, kışları da yaprakları dökülen çınarın yerinede suyu bolaran pınar ses çıkarırdı. Onlar bunu hizmet bilip dallarına konan kuşları pınardan su içirmeye razı etmeye çalışırlar, kuşların biri gelir biri giderdi. Nerdeyse bütün köylü su ihtiyaçlarını da bu pınardan karşılarlar dı. Suyun sesi, yaprakların sesi derken kuşların sesi sizce de çok harika bir armoni oluşturmaz mı? İşte bu oluşan sesler diğer âşıkları da burada buluşmaya teşvik ederdi. Nerdeyse bütün gençler evlenecekleri kızları burada bulup evlenirlerdi. Genç kızlar süslenip püslenip su almak için pınarın yolunu tutarlar, onun içinde birbirlerinin yanlarından geçerlerken kimseye çaktırmadan“pınarın başına gel ki görem” türküleri mırıldanılırdı.
Bazı geceler köylüler yapılan toplantılarda pınar ile çınar arasındaki üstünlükleri tartışırlar, kimisi çınarı, kimi de pınarı üstün bulurlardı. Bu tartışmalar bazen kavgalara ve küsmelere kadar giderdi. İçlerinden biri var ki deli Rüstem diye tanınırdı. O ise ikisinin birbirleri için yaratıldığını söyler, onların ayrılmaz bir bütün olduğunu iddia ederdi. Her seferinde de onu hor görürler, söylediklerini de galaya almazlardı. Gün geldi köy ikiye bölündü. Pınar ile çınar yukarı âşıklar da kalıverdi.

Bir müddet sonra hortum çıktı, mertlikte bozuldu. Hortum diyorum sakın sanılmasın ki kasırga filan, bildiğimiz su borusu. Aşağı aşıklar köylüsü yıllarca su taşımaktan yorulmuşlardı. Su borusu o yıllarda bizim oralarda da fark edilince aşağı âşıklılar suda haklarının olduğunu söyledi. Uzun tartışmalardan sonra pınardan onlarda su aldılar. Bir müddet bu şekilde gidilse de daha sonraları aşağı aşıklılar çınarda da hakları olduğunu dile getirmeye başladılar. Gel zaman git zaman bu iddia köylüler arasın da nizaların çıkmasına neden oluverdi. Köyün ileri gelenleri aralarında toplanarak bir karar aldılar. Çınar kesilip köylüler arasında paylaşılacaktı. Nitekim çok geçmeden zavallı çınar katledilircesine boylu boyunca yere serilmişti. Yere çarpışı ve kollarının kanatlarının kırılışı ağır çekimler halinde halen gözlerim önünde bir enstantane olmaya devam etmektedir. Ben çocuk olmama rağmen çok üzülmüşken bazı köylülerin zafer kazanmışçasına naralar atması halen hafızamın bir köşesinde yer almaktadır. Biri daha vardır ki, o ise gerçekten ailesinden birini kaybetmişçesine ağlayıp ve debelenme gibi hareketler yapmaktaydı.
Bu kesim olayından sonra köylüler arasında ki ortam durulsa da, ne hikmetse o günden sonra huysuzluğu artan deli Rüstem köyde önüne geçilmez sertlikler göstermeye başlamıştı. Hatta çınar kesildikten sonra hep burada yatıp kalkmaya başlamış, kim oraya yaklaşsa ona tacizde bulunurdu. Artık kimseler oraya uğrayamaz olmuştu. Zaman geldi bir gün pınarında suyu kesiliverdi. Ne kadar uğraşsalar da bir türlü su sorununu çözemediler. Köylü susuz kalıp, perişanlıkta diz boyu olunca hem aşağı hem de yukarı aşıklar köylerini birer birer terk etmek zorun da kaldılar.
Artık ne çınar, ne pınar nede köylüler kalmıştır buralarda. Bizlerde her ne kadar oralarda oturmasak ta, özlem duyar ve senede bir iki defada olsa gider, anılarımızı tazeleriz bu güzelim baba ocağında. Her gidişimde deli Rüstem’e yiyecek olsun, giyecek olsun bir şeyler hazırlar giderim. Sanki bu adam oranın bekçisiymiş gibi sahiplenmiştir bizim oralara. Bütün köyün sahibi sanki o gibidir. Bütün bunları hak ediyor diye düşünüyorsunuz. Ya da vicdanınız sizi uyardığı için bu garibe boş gitmek istemiyorsunuz. Sevindiğini pek göstermese de bana başkalarına davrandığı gibi davranmıyor, pek konuşmasa da en azından başkalarına bağırıp çağırdığı gibi hakaretlerde bulunmuyordu. O bana alışmış bende ona alışmıştım. Bazen kızdığında, bağırır çağır ama ne dediği anlaşılmazdı. Ama tekrar tekrar bir şeyler söyler di.
___ Onlar gelecekler onlar gelecekler onlar gelecekler... deyip dururdu. Sanırdım ki şehirlere giden köylülerin geri döneceklerini söylediğini düşünürdüm. Sonraları buraya dahi yaklaştırmadığı köylüleri neden geri istesin ki diye bir soru hâsıl oldu kafamda. Meraklandım ve bir gidişim de bu soruyu ona sormaya karar verdim.
___ Rüstem dayı!.. dedim çekinerekten.

___ Söyle Seyyah. dedi kart ve gür sesiyle.

___ Dayı, sen bazen gelecekler ya da onlar gelecekler derken kimi kastediyorsun.

___ Pınar ile çınar dedi üzgün ve sakince.

Birden bire durgunlaştı Rüstem dayı. Bir iki kelime daha edecekti vazgeçti. Sanki söyleyecekleri boğazına düğümlenir gibi oldu. Aslında her zaman saldırgan değildir. Ne hikmetse köylü ne zaman yaklaşacak olsa kör çeşmeye işte ona o zaman bir şeyler olur. Yerinde durması imkânsızlaşır, delilenir. Sanırsınız ki yavrusunu koruyan bir atmaca, bir panter kesilir. Şimdi bir şey daha sorsam acaba yine delilenip bağırır çağırır mıy dı?
Bir defasın da yüzü güler gibi oldu. Fırsat bu fırsat deyip;
___ dayı ya sen bu köylüye neden bu kadar kızıyorsun? dedim.

___ Seyyahhh... diye, şöyle uzatarak bana baktı.

___ Buyur dayı dedim.

___ Bak oğul... diye konuşmaya başladı. Düşünceli ve üzgün bir edayla biraz bekledikten sonra tekrar konuşmaya başladı.
___ Bak ben buralara tam atmış yedi yılımı verdim. En az kırk senesi bu pınar ve çınarla geçti. Şimdi yirmi yıldır bekliyorum nerdeyse onların geri gelmesini. Sen olsaydın seni katledenlerin yanına tekrar gider mi sin. Köylüden kim gelse kovarım bilirsin. Ama gençlere bir şey demem, diyemem. Çünkü onlar masum.
Ama köylü cani, köylü zalim, köylü katil, dedi ve sustu.
Bir müddet öylece kaldı. Tekrar başını sallamaya başlayarak ve eliyle de
Pınar ve çınar’ı göstererek:
___ Onlar bu iki aşığı ayırdılar birbirinden. Zannettiler ki çınar gidince pınar kalır. O da (pınar) toprak altına vurdu kendini. Şimdi hangi okyanustadırlar kim bilir, dedi.

Ağlamaklı oldu gözleri. Bir şey daha dersem ağlar diye düşündüm. Sustum.

Bir müddet sonra oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. Tebessüm dolu yumuşak bakışlarla kolumdan tutarak, çınar kütüğünün üstüne yaptığı kulübesine götürdü beni. İçeri girdik birlikte. İçeride karton kolilerinden yapılmış bir yatma yeri, üzerinde de sanırım geceleri üstüne örttüğü eski bir pardösüye benzer kalın bir giysi vardı. Bir kaç kap kaçak ve birde etrafı çevrilmiş belki de bir metre boyunda bir çınar fidanı. Her şeyi işte o zaman anladım. Çünkü fidana yaklaşıp ta bana gösterirken, elini dahi dokunmaktan çekiniyordu. Sanırım bütün gelenleri onun düşmanı gibi görüyordu. Ona zarar vermelerinden korkuyordu. Fidanı zor ve büyük gayretlerle büyütmeye çalıştığı belli oluyordu.
Okşarcasına eliyle göstererek:
___ İşte bu dedi, bir gün burada büyürde boyu göğe ererse o zaman pınarda geri dönecektir. Kuşlarda, insanlar da geri gelip, doyasıya pınardan su içecektir dedi.

Kendi dünyasın da yaşayan ve bilinmeyenlerini bize açan deli Rüstem, bana o zaman inanılmaz dersler verdi. Bir ara o mu deli, yoksa bizler mi diye düşündüm içimden. Verdiği inanılmaz mücadele takdire şayandı. Ondan sonra elim hiç boş gitmedim yanına. Çok az şeyler yese de ona içten içe duyduğum saygı nedeniyle, israf olacağını da bilsem çok şeyler götürmeme engel olamıyordum. O artık benim gizli ailem olmuştu. Onun yanında kendimi daha rahat hissediyor, her tarafı is pas içindeki demliğinde yaptığı çayları bile büyük bir zevkle içiyordum. Hatta son ayrıldığım da sıkı sıkı kucaklaşmıştık deli Rüstem ile.

Aradan yaklaşık beş ay geçmişti son gidişimden bu yana. Âşıklar köyünün yolu kardan kapanmış, bizimde oraya gitmemiz bir hayli gecikmişti. Her aklıma gelişinde, içimden onun şimdi ne yaptığını düşünüyordum. Havalar çok soğuk gitmişti. Aç kalmış olabilir miydi? Ya da soğuktan veya hastalıktan rahatsız olmuş olabilir miydi? İlk işim oraya gitmek olacaktı ama yağan kar buna müsaade etmiyordu.
Nitekim kar durmuş, yollar da açılmıştı. Önceden hazırladığım paketimi de aldım koyuldum yola. Oraya vardığımda ilk dikkatimi çeken deli Rüstem’in etraflarda görünmeyişiydi. Hatta halen yerlerde yarım metreye yakın kar olmasından anlaşılıyordu ki kulübeye giren çıkan da olmamıştı. Sanırım bir şeyler ters gitmişti. Telaşla içeri girdiğim de, koca Rüstem çınarın etrafına kalp gibi kıvrılmışçasına öylece yatıyordu. Yaklaşıp dokunduğumda, sevgisiyle sarıldığı çınar fidancığının etrafında donarak öldüğünü anlamıştım. O gün o kadar ağlamıştım ki öleli ne kadar olduğunu bilmediğim bu adamla, bir gece daha burada kalıp yatmayı dahi aklımdan geçirdim. Ama Rüstem dayıyı toprak ile buluşturmam gerektiğine inandığım düşünce beni hemen köyün imamına yollanmama neden oldu. Oracıkta ona üç beş kişiyle bir mezar kazdık. Köyde zaten topu tüfeği on dört hane kalmıştı. Onlarda yaşlı insanlardan ibaretti. Sayısı onlar ile ifade edilen cemaat kalabalığı ile cenaze defin işlerini yerine getirip Rüstem dayıyı pınarların ulaştığı okyanuslara dualarla yolcu ettik.

Evet, aşkları dillere destan olan çınar ile pınar artık yoklardı. Hatta onların aşkı ile mecnun olan Rüstem dayıda artık rahmetli olmuştu. Ama Rüstem dayının canı pahasına büyüttüğü fidan orda büyümeye başlamıştı. Ve tüm insanlığa ibret yaşantısıyla örnek olan Rüstem dayının kabristanlığı da Fatiha okuyanlarla dolup taşıyordu. Herkes de bir ümit, gün olur pınar da geri döner inancındaydı.

Kabristanlığın kapısının hemen sağ tarafına şu notlar düşülmüştü;
“ Faniye dua eden faniler, ufak hesaplar yüzünden ÇINARLARINIZI KESİP, PINARLARINIZI KENDİNİZE KÜSTÜRTMEYİN.”
Belki farkın da olmasak ta her birimizin yaşamlarında Rüstem dayının ki gibi sarıldığımız, güç kuvvet aldığımız yada sırtımızı güvenle dayadığımız çınar yada pınarlarımız vardır. LÜTFEN hem pınarlarımıza hem de çınarlarımıza sahip çıkalım. Onları ufacık hesaplarımız yüzünden küstürmeyelim. Eziyetler vererek öldürmeye kalkmayalım. Unutmayalım ki onlar bizim hayat kaynaklarımızdan en kıymetli olanlardır.

Sevgi ve Saygılarımla...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mart 2007       Mesaj #299
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
COŞUNCA AKIP GİTMİŞİM


18.06.2000

Yıllar geçti gitti. Hızlı mı, yavaş mı pek bilemem ama, sanırım zaman hep aynı hızla ilerledi durdu da ben bazen onu dolu, dolu kullandım, bazen hiç önemsemedim akışını izledim... Kimi zaman elime geçen olanakları "Bu bir fırsattır" diyerek kullanmaya çalıştım, kimi zaman burnumu kıvırıp, kibirle yanından uzaklaştım. Kimi zaman "Yaşamasaydım" derken, kimi zaman Dünyalar benim oldu. Sevinç çığlıkları attım... Uzatmayalım, inişleriyle çıkışlarıyla sıradan bir yaşamdı geçen yıllar...

Birden ne oldu da bu öykü başladı. O sıradan yaşam, anlatıma konu olabilecek bir olaya dönüştü, tümüyle anımsamıyorum. Ama gönül bu, bazen tuğrayı gözünden vuruyor... Sizin sıradan dediğiniz yaşamınız, birden ömür denen merdivenin üst basamaklarına ulaşmadan kanatlanıp bulutlara erişiyor, sevinç ve mutluluk içinde uçuşuyorsunuz. Ben burada kuş gibi uçmaktan değil, kelebek gibi uçuşmaktan, bir oraya, bir buraya, bir şuraya kanat çırpmaktan söz ediyorum. Gönlüm işte böyle uçuşuyor... Kıpır, kıpır yerinde duramadan, durup dinlenmeden, bıkıp usanmadan uçuşup duruyor...

Eh kolay değil. Deli gönül coşunca bir kez, onu tutmak olanaksızmış. Alır başını gidermiş. Kah coşar çağlarmış, kah başını çarpa, çarpa dolanır yanarmış... Onu dizginlemek, ona "Dur hele" diyebilmek olmazmış. Coştu ya bir kez! Onu izlemekten başka bir seçeneğiniz kalmazmış... Kıyıya çekilip coşup çağlamasına, çarpa, çarpa köpük, köpük beyazlamasına bakılırmış... Deli gönül bu: Coşar da coşar işte... Fokurdayarak akan, köpüren sular gibi ıslık çalan yel gibi, şakırdayan yağmur gibi akar, akar, akarmış...

- Neden coştun birden? Ne oldu sana deli gönül?
- Sorma. Olan oldu işte. Yaşamadığım kadar güzel, yaşanmayacak kadar ulu bir an oldu... Çaldı gitti gönlümü... Bir şimşek, bir ışık: Çakınca kör oldum. Onu izler oldum...
- Deli gönül çarpa, çarpa, coşa köpüre, sevinçle nereye gider?
- Coştu deli gönül. Bırak hele ona karışma...
- İyi ya! Nerelere gidecek? Yıllar boyu sustu da şimdi nerelere gidecek?
- Sen kim olursun da karışırsın? Sen ne bilirsin de onunla uğraşırsın? Gönül bu: Susar, susar da coşar birden...
- Hem de ne coşma! Ne dağ kaldı. Ne de ova. Sildi süpürdü her yanı...
- Yeter be dostum! Yeter! Anladım coştu. Ama merak bendeki de. Sana ne ola?
- Ben uçtum bir kez. Bırak süzüleyim. Bırak uçmanın keyfini yaşayayım...
- Bırakayım seni de, meraklandım bir kez... Nedir seni bu hallere koyan?
- Unut onu sen! Kimselere diyemem. Ben yıllarca bekledim. Hep mutlu olmak istedim. Yakardım. Sızlandım. Geceleri aya, yıldızlara seslendim. Gönlüm için dilekte bulundum. Kurttan, kuzudan, uçan kuştan, sallanan yapraklardan, yağmurdan ve yelden destek bekledim. Sonunda mutluluğa eriştim. Şimdi mutluluğun gizemini söyler miyim?
- Bilemem senin durumunu... Gözlerin parlamıştı. Yüreğindeki kıpırtıyı, soluğundaki kesintiyi görünce ola ki bir sorunu vardır, bir otacı gerekir demiştim... Nereden bilirim "Sevda"dır seni coşturan, köpük, köpük akıtan...
- Olmadı işte. Sana sevdadan söz eden oldu mu? Sevgiyi de dilime dolamadım. Bu sözcükleri nereden çıkarttın?
- Hiç! Seni üzmek istemem. Sana durup dururken açıklama gereği duyacağın bir şeyler söylemiş olmak da istemem... Ben yalnızca...
- Nedir "Yalnız" olan? Bir coşkuya kucak açıp sevinçle desteklemek mi? Yoksa yaşamadığın için mutluluğu ve sevinci yaşamış olana engel olmak mı?
- Ben... Hiç böyle düşünmemiştim.
- Bence düşünmüştün. Ama ben hemen anladım. Bıraksaydım, umursamasaydım ne güzel deşerdin gönlümü... Ne güzel seçerdin düşüncelerimden işine gelenleri... Ben coştukça gürül, gürül, sen elindeki kovayı daldırıp çektikçe bulanık kumlu suyu, ne güzel çarpıtırdın yaşamı... O saf duyguları kendince yorumlayarak, o içten gelen sevinç ve mutluluğu yürekten yıkarak ne güzel yok ederdin...
- Öyle deme, üzülürüm.
- Üzülmemen bir yanılgı. Sen baştan beri üzülmesi gerekensin... Sen değil misin bana her koşulda engel çıkaran? Her zaman beni üzecek bir neden bulan?
- Yeter! Dayanamayacağım. Sustum işte.
- Niye susuyorsun? Bence susmamalısın. Eğer hak seninse susmadan konuşmalısın. Yok senin hakkın yoksa, bence başından beri yoktu, bunca yıl hakkın olmadan neden konuştun? Neden bunca yıl konuşarak, söylenerek bana engel oldun? Beni ne sandın? Yoksa senin çevrendekiler istediği için mi böyle davrandın? "Onu önemseme. Çok kolay kandırırsın" mı dediler? Bence sen asıl kanan kişi olmalısın... Asıl sen utanmalısın beni kandırmaya, karşına almaya kalktığın için...
- Hiç bu biçimde bakmamıştım.
- Bakamazdın. Hala baktığını da sanmıyorum. Sen esen yele göre yön değiştiren bir yelken gibisin. Onunla kabarıp gövde gösterirsin. Kendi başına soluk, durgun ve düşkünsün. Rüzgar olmasa beş para bile etmezsin... Beş para nedir bilir misin? Nereden bileceksin... Tarihteki en küçük para birimi olduğunu nereden bileceksin...
- Yapma. Aşağılama beni. Başkaları da mı böyle düşünüyor?
- Sanırım evet! Belki de çok daha kötüsünü... En acısını seçmiş olmalarının önemli bir nedeni olmalı.
- Önemli olan nedir ki?
- Paraya tapanlar için bile bir değer taşımıyorsun.
- Bu kadar kötü bir insan mıyım?
- İnsan olup olmadığını bilemem. İnsan olanın bir değeri olurdu. Ona saygıyla bakan birileri olurdu... Değil mi ki paraya tapanlar bile sana bakmaz, onların gözünde bile bir değerin yoktur, senin için değersizsin diyebilirim. Senin bu yaşamda insan olma olasılığın yoktur diyebilirim...
- Yeter artık. İyi ki sordum. Bitirdin beni. Ben ne yaptım sana?
- Bilmez misin ne yaptığını? Ben coşmuşken köpük, köpük, benden alıp kucaklasan, arkamdaki köpüklerin sönmesini beklesen, öfkemi dindirirdin... Benim gücümü karartacağına, benim uçuşumu körelteceğine, beni yüceltirdin... Şimdi yüce tepelere ulaşmışken, başım dumanlara girmişken senin yardımına gereksinimim yok. Senin zararın da bana değin ulaşmaz. Senin söylentilerin ancak suyun dibini bulandırır. O da kısa bir süre için. Yaşam da, su da berraktır. Mutluluk bu berraklığın içindedir...


Ne diyeceğini bilemedi. Geldiğinde yüzüne taktığı güleç maskeyi çıkartmıştı. Başını öne eğdi. Sonra ellerini göbeğinin altında birleştirip yavaş, yavaş oradan uzaklaştı... Başı da, gönlü de eğilmiş, eski hırçınlığı kalmamıştı...

- Yine yordu beni. Hep böyle yapıyor. Ne zaman kabaran bir coşkuyla dolup taşsam bana engel oluyordu. Bu kez ben kazandım. Onu kötü yakaladım. Aklıma geleni, düşündüklerini ya da düşünmediklerini bulup hepsini söyledim. Sonunda başardım. Susturdum onu... Bak bıraktı peşimi. Uzayıp gidiyor işte. En azından bugün artık beni rahatsız etmez. Ben de kollarımı açar, yüreğimdeki coşkuyu dilediğim gibi saçarım.

- Tüm sevincimi ve mutluluğumu toplayıp başımı göğe kaldırarak birikimlerimi aktarmalıyım.

dedikten sonra haykırarak dizeleri sıralamaya başladı:

Ben neyim ki benimle uğraşırsın.
Benim seninle bir derdim yok.
Benim derdim gönlümle...


Bir söz geçirsem ona:
İsterdim, suskun olmasını
İsterdim, boynu bükük sessizliğini
İsterdim, gözleri önünde,
Arada kısacık kaçamaklar,
Başkaca bir duygu olmasın...


Kim istemez ki:
O güzel gözleri,
Kocaman kara kirpikleri,
Soluyan burun delikleri,
Al, al olmuş yanakları
Titreyen dudakları...


Herkes ister.
Eğer kimsesizse,
Eğer ona bakan yoksa,
Eğer başı önüne eğikse...


Yok coşku doluysa biri,
Köpükleri kovalarken
İzlerken peşi sıra
Yüreği kıpırdarken
Çıkma karşısına:


Bakar gibi görünse de kadın
Bil ki başkadır çıkarı
Vardır nedeni severken adamın
Ona eziyet etmesinin.
Bil ki bunu kurmaktadır yıllardır
Yaşam zehir olsa da, olmasa da...


Hoplaya zıplaya kumsalda Güneşin battığı yöne doğru yürürken, çevredeki gölgelerin uzayıp uzaklaştığını, bir süre sonra yok olduklarını görüp sevinçle gülümsemeye başladı...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mart 2007       Mesaj #300
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşkın Rengi

Aşk var mıdır? Varsa, kaç çeşit aşk var hayatımızda? Aşk bir yanılsama mı? Yoksa doğa kanunu, aklının ilkbaharda polenlerle beraber uçup etrafa saçılması mı?

Şarabi mesela, tutkulu bir aşkın rengidir, bayrak kırmızısı hafif kalır. Arzulamaktır şarabi, asildir, kan rengidir, insanın damarlarından taşmak ister. Aşk filmlerinde beyaz şarabın içildiği bir aşk sahnesi gördünüz mü? Mum ışığı beyaz şarapta göstermez ama aşkın alevi kırmızı şarapta canlanır, kanı kaynatır...

Beyaz aşk gençlik aşkımızdır; saf, yasemin kokulu aşklardır. 20 yıl önce Emine teyzenin bahçesinde 25-30 tane gül çalmıştım. Yakalanmaktan korkmadan hem de. İnsanın gözü kararıyor zaten. Köy yerinde çiçekçi yok, gerçi çiçekçi olsa gül alacak para nerde! O yüzden tanrıya hesap verirken bahanem vardı. Ne kadar inanır bilemiyorum. Gülleri verdiğimde kızcağız bu güller yapışkanlı dedi. Ben de yok belki çiy yüzündendir dedim, gerçi benim ellerim de yapış yapıştı. Eve gidince fark ettim. Ellerim kan içindeydi. Ertesi gün kız bana telefonda güllerin pembe olduğunu ama alacalı bir kırmızı pembe ve beyaz olduğunu söyledi. Oysa sadece kırmızı ve beyaz güller toplamıştım. Ellerimin acısını hiç hissetmedim. Sanırım aşk bu: Beyin ile kalp arasındaki koordinasyonun sıfırlanması ve acı hissinin ortadan kalkması.

Pembe çocuklara olan sevgimizdir, onların yanaklarına kondurduğumuz öpücüklerden (çocukların pembe yanaklarından) bulaşan bir sevgidir. Masumiyettir pembe... içimdeki çocuğa yazmış olduğum şiirimin bazı dizeleri gibi:

... pembe yanaklarımda ezanlar okunuyor,
mahalle çeşmesinden hüzün akıyor
terliyken nihavent içiyorum...

Pembeleşir yanaklarımız utangaçlığımızda. Hepimizin ilkokulda pembe aşkları olmuştur, en platoniğinden. İlk aşkım ilkokul dörtte Sibel diye üçüncü sınıftan bir kızdı. Annesi bizim mahallede sevdiğim bir teyzeydi ve güzel börek yapıp biz oyun oynarken dağıtırdı. Sibel`in o zaman kocası olursam hep güzel börekler yiyeceğimi hayal ederdim. Öyle bir saflık ve pembeyle kaplıydı o günler.

Mavi imkansız aşkların sevgisidir. Hera - Leandros’un aşkı mesela, kız kulesi hikayesi ya da Afrodit’le Hermes’in aşkı. Bir gölde kavuşurlar Afrodit’le Hermes ama boğulurlar. Diğer hikayede ise Leandros her gece kız kulesine yüzer. Hera is meşale ile yol gösterir. O gece fırtınadan meşale söner ve Leandros yolunu kaybedip dalgalara yenik düşer. Balıkçılar bulur cesedini. Hera intihar eder üzüntüsünden. Zeus Hera’nın intiharına çok üzülür ve cesedinden bir kuşa can verir. Bu kuş ise martıdır. O yüzden kavuşamayan aşkların rengidir mavi.

Mesela "kara sevda" kurtulması imkansız olanıdır. Efsunludur, dramatik sondur, yada elini tuttuğunuzda bir histeri nöbeti geçirtir insana. Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Abelard ile Heloise, Romeo ve Juliet bunlara örnektir. Kavuşsalardı efsane olamazlardı.

Gri aşk hiç duyulmamıştır. Belirsizliktir. Kimse sevmez o belirsizlik çizgisinde yürümeyi. Ya siyah ya da beyazdır tercihi çoğu zaman insanların. Gri bazen sevimli isimlere bürünür: Kurşuni olur, kırçıl olur, boz olur hele hele sincabi, çok mu çok şirin gibi olsa da o da gridir.... Ve yine de soğuktur.

Aşk sıcaktır, sımsıcaktır. İçimizde kanımızı kaynama seviyesinin üzerine çıkaran, şah damarımızı zorlayan bir kırmızıdır. Avuç içlerimizin terlemesi, bazen iki lafı bir araya getirememektir. Kalp ile beyin arasındaki bağlantının koptuğu, artık kalbin beyni dinlemediği andır, Aşk kandır en koyusundan...

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat