Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 7

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 548.729 Cevap: 1.812
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
1 Ocak 2007       Mesaj #61
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
Ateşi Geçen Koyun

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, iki komşu arkadaş varmış. Bunlar birbirini çok sever, birisinin sıkıntısı olsa diğeri yardım eli olurmuş. Ancak bunlardan birisi, çok gösteriş meraklısıymış. Küçük bir iyilik yapsa bile, bunun reklamını yapar, onunla gurur duyarmış. İşte yine bir kurban bayramı günü, iki arkadaş pazara gitmiş. Allah adına sunacakları kurbanlık hayvan aramışlar. Büyük bir koyun seçmiş, gösterişe önem vereni. Sonra da arkadaşına dönerek, “Benim koçu gördün mü aslan gibi, sırat köprüsünü hızla geçer. Beni de sırtında taşır,” demiş. Diğeri ise bütçesine göre uygun bir koyun bulmuş. “Allah’ım, Sen daha güzellerine, hem de en güzeline layıksın. Bunu benden kabul buyur,” diye içinden yaratana dua etmiş . Sonra da iki arkadaş sevinçle, ibadeti yerine getirme arzusuyla eve doğu yola çıkmışlar.
Sponsorlu Bağlantılar
Gökyüzünden beyaz kuşlar, usulca dünyaya süzülüyormuş. Her taraf bembeyaz olmuş.
Yeryüzü kirlerden arınmış. O sırada iki arkadaş, kurbanlıklarıyla beraber yavaş yavaş yürüyorlarmış. Bahçeleri göründüğü zaman, bir kızla erkek sevinçle “Babacığım babacığım” diye koşmuşlar. Koyunu alanın boynuna sarılmışlar. Diğeri ise koçunu alarak, saray yavrusu evine gitmiş. Karda oynamak için Fatma’yla Enes annelerinden izin istemişler. Güler yüzlü gül anneleri, eldivenlerini, şapkalarını vererek, “Hadi bakalım çocuklar koşun, karlarda oynayıp eğlenin. Birbirinize zarar vermeyin,” diyerek iki kardeşe İzin vermiş.
Enes dışarıya çıktıklarında, “Ablacığım” demiş sevinçle “Kardan koyun yapalım mı?”
Bu düşünce çok hoşuna gitmiş. Fatma’nın gözleri ışıldamış. Hemen karları toplamaya başlamışlar. İlk önce kocaman ayakları yapmışlar. Gövdesini getirip koymuşlar. Sıra başını yapmaya gelmiş. Anneleri görünce kardan koyunu, dayanamamış o da evden çıkıp, çocuklarının yanına koşmuş.. Bir kar topu yaparak fırlatmış, Fatma’nın sırtına vurmuş. Annelerini görünce çocuklar, onlarda başlamışlar kar topu atmaya. Bir müddet mutluluk rüzgarında ailece doyasıya oynamışlar. Sonra da el birlik ederek, kardan koyunu bitirmişler.
Bu sırada gösterişçi arkadaş, aldığı koçla bahçede geziyormuş. “Benim kurbanlığım en güzeli” diye sağa sola hava atıyormuş. Nihayet bayram sabahı gelmiş. Enes’le babası abdest almışlar. Sonra da bayram namazı için, camiye doğru yürümüşler. İmam efendi namazı kıldırmış. Hutbede kardeşliği, barışı anlatmış. Müslümanlar birbiriyle bayramlaşmış. Kurban için evlerine dönmüşler.
Enes ile babası, güler yüzle kapıyı açan anneye selam vermişler. Fatma koyunu boncuklarla süslemiş. Kardan koyunun yanına götürmüş. Onun kesileceğini öğrenince üzülmüş. Ama babası anlatınca kurbanı, her şeyin bir gayesi olduğunu, kurbanlık olmanın ise bir koyun için, en büyük mutluluk olduğunu, sırat köprüsündeki bineğin, kutlu yolculuğu olduğunu, gözyaşlarını silmiş boynuna sarılmış.
Baba Allah’u Ekber diyerek, cennet bineğini yolcu edince, Fatma’da yaratana dua etmiş. “Allah’ım bizi bununla geçir e mi? Sırat köprüsünü kolayca,”
Kurbanın etleri mahalledeki ihtiyaç sahiplerine dağıtılmış. Paylaşmak en büyük mutlulukmuş. Bunu masum gözlerden anlamış. O gün büyüklerin elleri öpülmüş, akrabalar ziyaret edilmiş.
Gösterişçi adamın evinden, bir tabak bile çıkmamış. Dolaplar tıka basa doldurulmuş. Koçu küçülmüş, küçülmüş, küçülmüş sadece kendi gözüne girmiş. Sırat köprüsünü geçmeye hiçbir takati ve gücü kalmamış. Çünkü bir kurbanlık gücünü, dağıtılan evlerdeki dualardan alırmış.
İşte o akşam ay dede, etrafındaki yıldız dostlarıyla gülümseyerek, Eneslerin evine göz kırpmış. Fatma iyi geceler diyerek, uykuya daldığı zaman, kendisini koyunun sırtında görmüş. Sırat köprüsü kurulmuş. Cehennem alev alev yanıyormuş. İlk önce çok ürkmüş. Komşunun koçu çökünce, tam ateşlerin orta yerinde. Ama kardan koyunun serinliği, yüzünde esince dualarla Ya Allah Bismillah diyerek, şimşek gibi geçivermiş ateşi. Sevinçle cennete girmiş. Kendisine kucak açan peygamberimizin şefkat dolu kollarına atılmış. O’nun gül kokusunda cenneti yaşamış. O sırada kardan koyunda, ona cennette süs olmuş. Gökten üç elma düşmüş, birisi Allah’a kurban olanlara, diğeri kurbanı paylaşanlara, üçüncüsü de bu masalı okuyanlara.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Ocak 2007       Mesaj #62
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
dokundum...taştı...

Sponsorlu Bağlantılar

Dokunduğum kalemde bıraktığım hüzün

beni yaz diyor..

Dilimde acı tütün tadı/

Koynumda sür-git bir ihtilal

Taşralı bir çocuk gülümseyişi yüzümde asılı

düştü düşecek

çocukluğum;yonca yaprakları arasından gözlerimi kamaştıran o ışık..

ikindi vakitlerine ayarlı;o kırılgan duruşlar..

dokunsan ağlardım ya..

binlerce çocuk-gözyaşlarıyla..

birikmezdi bunca hüzün ağlama kanallarımda..

İnsan çocukluktan artakalan hüznü yaşar

hayatının geri kalanında

ömrün patikasında büyür..

çamurlanır paçaları..

ama o hüzün hep çocuktur..

annesini çağırır ağrısına

artık altmışında baston-lu bir ihtiyar bile olsa..

ilk annesini..

hep şefkate muhtaç o aciz savunmasız çocuk..

Dokunduğum yerde bir hüzün beni yaz diyor..

kırılgan bir kalp-tim ben..

kanadına dokunsan,ansızın düşüp ölecek bir kelebek..

bahçemde armut,bahçemde kiraz

gider adımı yazardım yadigar bir çakıyla..

gövdesine karnına bir ağacın..

hüznü yazardım..hüzün yazardım..

Atiden yarım bir tebessüm..ama dokunan içe..--------

sızar bir hüzün kenarından ipince.

adım bir ağaç gövdesinde büyür müydü ben büyüdüğümde de..



yıllar birer yaprak gibi döküldü sonra dallarımdan..

Zaman kamçılamış atlarını..

geçmişim,geçilecek köprülerden..

Sur kapılarından,pamuk ovalarından,kıyısında ölümün saklandığı geçitlerden..

zaman ağlamış beni..

Zaman susmuş beni..

emzirmiş beni zaman,anne gibi..aşk gibi .sıcak bir yuva gibi :

sarmış beni..

geçmişim..

köprüden taşlar düşmüş..

sular akmış diplerden..kudurmuş coşkudan kimileyin,

çatlamış sabrın taşları,yontula yontula unufak..

sarı bir toprak,humus..

kimileyin sönmüş bu volkan sanmışım..

yanılmışım..

küçük kanlı bir kıvılcımda harlanmışım..

Köprü altında çocuk oyunları,

sevinç içinde koştuğum kırlar..

köprü altında kanayan zaman..

Esrar ve bilmece...

Söyleyin kim böler uykularımı..

kimindir bu omzumdaki el..

düşümdeki perde..kim..

uyan der bu bir masal der..bitmeli..

masalmış...

bilmiyordum sanki masal olduğunu..

gerçek hangisidir,hayal ne yandadır..

bilmiyor muydum,

ağlamaları kesik,

gülüşleri yarım

bu uyduruk senaryoda kendime bir yer bulmayı..

bilmiyor muydum sanki..

Yanıldınız hiç uyanmadım..

Hiç bir el alıkoymadı beni bu masaldan..

Seviyorum ben bu masalı..

Biliyorum gidip dokunsam şu çınara

ağla! diyecek

içimdeki hüznü yaz diyecek..

susmuş bir çığlığım ben..

Kerbela da Hüseyin im..

beni yaz diyecek..

Ki unutmasın seleflerim

İhanetin çemberinde kalbime saplanmış bu hançeri..

unutmasınlar..

unutmasınlar belanın göğsümde açtığı oyuklara baktığımda

Yaram!

kanıyorsun

derinsin..ama benimsin..

Yeryüzünde insan bedeninde açılmış en kutlu kanlı çukursun...

seni nasıl sevmem ki..

haydi ak şimdi

ak akabildiğince...

canımdan..

kanımla ak beni..

Ki bilsin çağımın ardında duran o soylu neslin çocukları..

Adalet!Adalet!

bir bayrak gibi dalgalanacak hep çağın burçlarında..



öyleyse ey bela

gel nereden gelirsen..

dalgalan sende ey kanlı sancak ne yandan dalgalanırsan..

şimdi anladın mı

ey suskunluğumun dalgın voltaları..

bastıramadığım isyan..

kıpırdayan siyah perde..

nehrin içinde yüzen herhangi bir balıkken

ya da gökte uçan herhangi bir kuşken

bela mermisinin neden hep yüreğime saplandığını

Köprü-altından geçip gitti kanlı nehirler..

kana bulanmış oyuncaklar..

içi sırla dolu; ağzı mühürlü küpler...

geçip gitti..

Gidip çocukluğuma sığındım..

uzak bir coğrafyada kalmış

sessiz ve lirik bir kasaba..

sokakları taştı...

duvarlarla örülmüştü evler..

ve tahtadan kapılar..

numara 14 tü..

çaldım kapıyı..

belki annem çıkardı ya...

ellerim küçük,pabuçlarım eski,yüzüm çocuk olsaydı ya..

Açlıdı kapı...

yüzü, yüzün olsaydı annem!

orta-yaşlı yabancı bir kadın...

duraksadım..

ben ben ben...

bu çocukluğumun evidir..

girebilir miyim..

Dolaşmama izniniz var mı bahçede..

---Tabii ki elbette

Kurumuş nar,kurumuş kiraz.

elma hastaydı buraları terkettiğimde

Dokundum gövdesine.

yarıklar..

Uzak-gurbetlerde geçirdiğim upuzun yıllar..

baktım bir yarık,beş harf o yadigar çakımla kazdığım...

Bin çocuk yılı evvel..

Dokundum..

zaman...

dokundum....

hüzün...

dokundum..

çarmıh...

çıldırdım.

Taştı hüznüm,gözlerimden;

ırmak olup..

Beni yaz dedi..

Ben de yazdım..

KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
3 Ocak 2007       Mesaj #63
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
Atatürk'ün Çocukluğu - 4



Bazı günler Mustafa Makbule’yi bakla tarlasında yalnız bırakıp çevrede gezmeye çıkıyordu. Bir gün Mustafa gezerken bir kaval sesi duydu. Bu kavalı kimin çaldığını merak edip kaval sesinin geldiği tarafa doğru yürüdü. Biraz gidince baktı ilerdeki bir ağacın altında on yaşlarında bir çoban kaval çalıyor, etrafında da koyunlar otluyordu. Mustafa bu çocuğun kavalıyla yarattığı sihirli dünyasını bozmak istemedi. “ Varsın çalsın garip “ diye düşündü. “ Ben de o kaval çalmayı bırakıncaya kadar burada oturur, beklerim. “ Aradan yarım saat geçti. Çocuk, türküler, oyun havaları çaldıktan sonra kavalını ağaca yasladı ve azık torbasını açıp yanında getirdiği yiyecekleri yemeye başladı. Mustafa oturduğu yerden kalktı, çocuğun yanına doğru yürümeye başladı. Karşıdan birisinin gelmekte olduğunu otların hışırtısından duyan çocuk başını kaldırdı. Geleni tanımıyordu. “ Acaba kim ki? “ diye düşündü. Mustafa çocuğun yanına gelince gülümseyerek:

“ Merhaba arkadaş, afiyet olsun “ dedi. “ Benim adım Mustafa. İzin verirsen yanına oturmak istiyorum. “

Çoban çocuk:

“ Tabii gel gel, buyur şöyle “ dedi. “ Hem bak acıktıysan hiç çekinme ye bir şeyler karnını doyur. Yemezsen, darılırım. “

Mustafa çocuğun yanına oturdu. Sessizce ikisi birlikte yemeklerini yediler. Daha sonra Mustafa: “ Arkadaş, çok güzel kaval çalıyorsun. Kendi kendine mi öğrendin yoksa bir öğreten mi oldu? “ diye sordu.

Çoban çocuk:

“ Köylük yerde böyle eften püften işleri öğreten olmaz “ dedi. “ Benim dedem de çoban, babam da çoban, eh, ben de çoban. Beş yaşına bastığımda babam, haydi bakalım Ali, al güt şu koyunları, deyip on tane koyun verdi bana. O günden bu yana çoban olup çıktık işte. Dedemi, babamı kaval çalarken dinledimdi. Bir gün canım sıkıldı, bu kavalı yaptım. Öyle böyle derken öğrendim çalmasını. Güzel çaldığımı az önce sen dediydin. Sağ olasın. “

“ Peki, arkadaş, çoban olarak yaşamını sürdüreceğini söylüyorsun. Tabiatla iç içesin, koyunlarını güdüyorsun, dilediğince kavalını çalıyorsun. İşine pek karışan olmaz. Özgürsün, belki mutlusun da. Fakat senden öncekilerden gördüğün, onların yaşadığı yaşam tarzının dışına çıkarak, dışarıya taşarak, daha aktif bir hayat yaşamayı arzulamaz mısın? Kendine bir hedef seçersin ve hedefine varmak için yeterli bilgiyi öğrenmeye okula gidersin. Bu ön bilgiyi öğrendikçe, öğrendiklerinin ışığında fikirlerini geliştirirsin. Eğer isterse kişi vatanına, milletine faydalı olabilecek pek çok iş başarır. “

“ Ne yalan söyleyeyim, söylediklerinin bazı yerlerini tam olarak anlayamadıysam da çoğunu anladım. İyi güzel diyorsun da bizim köyde okul yok ki. Şehirdeki okula gitmeye kalksam, hiç tanıdığımız yok orada, kalacak yerim yok Zaten babamlar bırakmazlar gideyim. Belki onlar da isterler Ali amir-memur olsun ama şu gördüğün koyunların başına bir çoban lazım. Zaten herkes amir-memur olsa, çobanlığı kim yapacak? Boş ver beni be, düşünme beni be, bırak ben çoban kalayım. Sen asıl kendinden haber ver, buralarda kimlere misafir geldin ki? Hem senin geldiğin şehir büyük mü? Sizin okulda çok çocuk var mı okula giden? “

“ Bak arkadaş, hayatta insanın eline birtakım fırsatlar geçer. Önemli olan ele geçen bu fırsatları en iyi şekilde değerlendirebilmektir. Bunun için de gayret gereklidir. Eğer biz seçtiğimiz hedefe ulaşmak için yeterli gayreti göstermezsek, zaman içinde, hedefimize gittikçe yaklaştığımızı değil, bilakis hedefimizden giderek uzaklaştığımızı fark ederiz. Kimsenin kimseye zorla meslek seçtirmesine taraftar değilim. Severek yapılmayan bir iş, bir uğraş, kişiye hayatı anlamsız kılar. Böyle biri de, eğer çıkış yolu bulamazsa yani hayatını anlamsızlıktan kurtaramazsa vatanına, milletine gerektiği şekilde faydalı olamaz. Şimdi arkadaş, sen şehirdeki okula gitmeye kalksan orada yatılı bir okula girerdin ve kalacak yer diye bir sorunun olmazdı. Az önceki sözlerinden bunun için birtakım engeller çıkabileceğinden çekindiğini anladım. Ayrıca da, senin buradaki yaşantından pek şikayetçi olmadığını fark ettim. Fakat okuma-yazma isteği ile yanıp tutuştuğun belli. Benim okuduğum okulda okuyan çocukları merak etmen bunu gösteriyor. Ben, annem ve kız kardeşimle birlikte Selanik’ten dayım Hüseyin Ağa’nın yanına geldik. Kız kardeşimle birlikte dayımın bakla tarlasında bekçilik yapıyoruz. Fırsat buldukça çevrede gezintiye çıkıyorum. İşte böyle bir gezinti anında seni gördüm, yanına geldim, oturduk, konuşuyoruz. İki ay kadar dayımın çiftliğinde kalacağız. Yani iki ay seninle bir arada olabiliriz demek istiyorum. Arkadaş, eğer istersen sana okuma-yazma öğretmek istiyorum. Biz buradan giderken sen okuma-yazma öğrenmiş olursun ve sana bırakacağım ders kitaplarını okuyup iyice öğrenirsin. Bu arada boş durmayıp arkadaşlarına da okuma-yazma öğretmek için çaba sarf edersin. Yakın bir gelecekte sizin köyün öğretmeni olursun. Ne dersin arkadaş, ister misin okuma-yazma öğrenmek? “

“ Tabii ki, isterim istemesine de, becerebilir miyim dersin okuma-yazma öğrenmeyi? “

“ Becerirsin, becerirsin. Sen istedikten, biraz da gayret gösterdikten sonra başarılı olmaman için hiçbir neden göremiyorum. “

Mustafa daha sonra konuşmasının bir bölümünde Selanik’te Şemsi Efendi’nin İlkokulunda okuduğunu fakat babası Ali Rıza Efendi’nin ölümü üzerine, annesi ve kız kardeşiyle dayısının yanına geldiklerini anlattı. İlkokulu bitirdikten sonraki amacının Askeri Rüşdiye’nin imtihanlarını kazanarak oraya girmek, Rüşdiye’yi bitirdikten sonra yüksek öğrenimine devam ederek sonunda subay olmak olduğunu belirtti. Mustafa ile Ali bir süre daha konuşmalarına devam ettiler ve yarın aynı yerde buluşmak üzere birbirlerinden ayrıldılar. Mustafa fırsat buldukça Çoban Ali ile bir araya geldi; ona okuma-yazma öğretebilmek için çırpınıp durdu. Mustafa’nın bu iyi niyetli çabaları boşa gitmedi. Bir süre sonra Ali, okuma-yazma öğrenmeye muvaffak oldu. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra Mustafa:

“ Arkadaş, annem beni Selanik’e teyzemin yanına gönderiyor. Yarın gidiyorum. Selanik’te okumaya devam edeceğim. İşte ders kitaplarımı getirdim. İlk tanıştığımız günkü konuştuklarımızı unutmadın sanırım. Bu kitapları iyice oku, öğren. Fakat öğrendiklerin sende kalmasın. Öğrendiklerini arkadaşlarına da öğret, onlara da okuma-yazma öğret. Bir ülkede cahiller ne kadar çoksa, o ülke, o kadar geri kalmış demektir. Ülkemizin medeni milletler seviyesine erişebilmesi, her ferdin, üzerine düşen görevi yapmasıyla gerçekleşir. Sadece ben okuma-yazma biliyorum, ben bilgiliyim demekle olmaz. Başkalarına da okuma-yazma öğretmedikçe, eğitmedikçe, bilgilendirmedikçe görevin tamamlanmış sayılmaz, yarım kalır. Bunu sakın aklından çıkarma. En güzel günler senin olsun arkadaş, hoşça kal…” dedi ve elini uzattı. Çoban Ali, kendisine uzatılan dost eli sevgiyle sıktıktan sonra:

“ Seni subay olmuş yürürken görür gibi oluyorum, Mustafa. İnşallah vatana, millete yararlı olursun. Mustafa adını hiç unutmayacağım, sen de, Çoban Ali adını unutma. Subay olunca fırsat bulursan gel gör beni, ben hep buralardayım, olur mu Mustafa? “ derken, göz pınarlarından akan yaşları silmek gereğini duymuyordu.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Ocak 2007       Mesaj #64
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BÖCEK


İki kardeştik. Pencereleri, iki köprü arasından boğazdan geçen martılara açılan; beyaz ve oldukça geniş bir yalıda zengin ama bir o kadar sade bir hayat sürüyorduk. En büyük tutkumuz, odun kokusuyla evi dolduran şöminemizin başından, ellerimizde şarap kadehleriyle ilmek ilmek yağan karı seyrederken, ülkenin bitmeyen sorunlarından, ekonomisinden, siyasetinden ve en önemlisi sanatından bahsetmekti.

Bu bahisleri yaparken hiç kavga etmezdik. Aslında hemen her konuda zıt fikirlere sahiptik. Örneğin O, şömine başında kadehlerce buz gibi Chardonnay’i iki saat içinde vücudundan içeri akıtırken; ben yarım kadeh Cabernet Sauvignon’un yarısına bile gelmemiş olurdum. Oysa ikimiz de içkiyi çok severdik. İçmenin yaratıcılığımızı geliştirdiğine ve sohbetlerimizi derinleştirdiğine inanırdık. Sohbetimizin konusuna göre içtiğimiz içkiler de değişirdi. Örneğin şarabı sadece sanatsal sohbetlerde adeta bir meze edasıyla tüketirdik. Eğer konumuz ülke siyaseti ya da ekonomisiyse, emektarımız Hatice Ana’nın buruşmuş elleriyle yaptığı taze haydarinin yanında aslan sütlerimizi devirirdik. Kardeşim sütünü sek içtiğinden, ben bol buzlu sütümün henüz ikinci kadehindeyken O her zamanki gibi benden önce davranarak beşinci kadehini doldurmaya girişirdi. O kadar hızlı içmesine karşın bir kere bile sarhoş olduğunu görmediğimi üzülerek söylüyorum çünkü her seferinde belki sarhoş olur da kabul eder diye ortaya attığım tezlerimi bir bir çürütmesine sinir oluyordum.

Düşüncelerimizdeki farklılıklar, içme stillerimizle sınırlı değildi elbette. Dediğim gibi hemen her konuda zıt fikirlere sahiptik. Belki de biz öyle olduğumuzu sanıyorduk. Çünkü ne söylersek söyleyelim, ne yaratırsak yaratalım, bugün geriye dönüp baktığımda birbirimizi tamamladığımızı görüyorum. Sanırım bir elmanın iki yarısı gibiymişiz, fark edememişiz.

Çok büyük bir ressamdı. En büyük özelliği, rüyalarını tuvaline yansıtmasıydı. Doğayla pek işi olmazdı. Olanı olduğu gibi resmetmek, çok sığ bir iş gibi gelirdi O’na. Aslında bir bakıma haklıydı. Her gün gerçeğini gördüğü Kız Kulesi’ni hangi insan bir de yağlı boyaların ardından görmek isterdi ki?

İnsan hayatı griden ibarettir derdi. Bir avuç siyah, bir avuç beyazla büyük bir fırça darbesi eşliğinde birleşince ortaya çıkan renksiz rüyaların, insanın özünü anlattığını düşünürdü. Öz dediğinin, yaşamla ölüm arasındaki incecik bir çizgi olduğunu da sık sık yinelerdi.

Resim yapmak, O’nun için adeta nefes almak kadar gerekli bir şeydi. Yok yok! Nefes almaktan daha gerekliydi. Bir günün neredeyse on beş saatini atölyesinde geçiren kardeşim bu on beş saatin yaklaşık beş saatini de beş duyusunun tümünü kullanarak boyalarını tanımaya ayırırdı. Çünkü O’nun için, her boya tek kullanımlıktı, tıpkı her resmin tek yapımlık olması gibi. Bir resmi bitirdiğinde, o resim için kullandığı boyalarının tümünü –bitsin veya bitmesin- atölyesinden anında uzaklaştırırdı. Bunu neden yaptığını sorduğumdaysa, “Bir resim ancak bir kere yapılır çünkü hiçbir duygu birbirinin aynı değildir. Bir kâbus için kullandığım kırmızı ile tatlı bir rüyayı anlatırken kullandığım kırmızı asla aynı görevi görmez. Biri korkuyu, vahşeti ve umutsuzluğu betimlerken; diğeri sevgiyi, aşkı ve cazibeyi betimler” derdi.

Ben ise, duygu ve düşüncelerimi kardeşim gibi resmetmek yerine kelimelere dökmeyi tercih etmiştim. Bunun sebebi, kardeşimin ressam olan babamın atölyesinden çıkmaması; benimse yazar olan annemin taslaklarını düzene koymak için sürekli yazmasını beklememdir.

Yazmak, her ne kadar benim için nefes almak gibi gerekli bir şey olmasa da; yaşam felsefemdi diyebilirim. Yazacağım konu hakkında düşünmek, konunun bilmediğim yönlerini araştırmak, sigara paketine yazdığım küçük notları kaybettikten sonra kendime kızmak, hatırlamaya çalışmak, aklıma gelen en ufak bir düşünce dolayısıyla uykumun en tatlı yerinde uyanmak zorunda kalmak, teknolojiyi benimseyemediğimden ötürü annemden yadigâr daktilomun başına geçerek kelimelerin büyüsüne kapılmak, onlarla oynamak, karmaşık cümleler kurmak, kurulan cümlelerin anlamlarında boğulmak ve çözememek yazdıklarımı… Bu eylemlerin her biri benim için eşit derecede önemliydi ve muhakkak sırasıyla yapılmalıydı. Çünkü sıra şaşarsa, oluşan kompozisyonun sakatlığı kendini hemen belli ediyordu. Ben de bu durumu hazmedemediğim için, yazılanların hepsini yırtıp atıyordum. Tıpkı beş yıl boyunca dur durak bilmeden tamamladığım “Yalnızlığım ve Ölüm” adlı romanımı, sırf sigara paketlerine yazdığım notları kaybetmediğim için beğenmemem dolayısıyla bir çırpıda yok etmem gibi. Çünkü aynen kardeşimin resim konusunda söylediği gibi; yazı da ancak bir kere yazılmalıydı, çünkü bir düşünce bir insanı ancak bir defa etkiler ve tetiklerdi yazması için. Romanın sonuna gelindiğinde unutulan bir eylemin romanı yok etmesi de sonradan baştaki tümcelerin düzeltilmesinin olanaksızlığından kaynaklanmaktadır. Çünkü üç yıl önce bana o tümceleri kurduran düşünceler, bir daha bana asla uğramayacaktır.

Picasso’dan nefret ederdi. Geometrik şekillerin üzerine çizilen kaş gözlerin, ilkokulda bize okumayı öğreten çöp adam Cin Ali’den bile daha amaçsız olduğunu yineler dururdu. Hele ki, resminin orijinalliğini koruması için, resmini asıl yapmak istediği konudan önce tuvale başka figürler çizmesini, sonra onu koyu siyaha ya da herhangi başka bir renge boyayarak ana temaya geçmesini yadırgamakla kalmaz, kendine güvensizliğinin bir simgesi olarak görürdü. Çünkü bir resmi ancak iki el yapabilirdi ve görmeyi bilen gözler resmin orijinal olup olmadığını belleğinden hissederlerdi. Atölyesinde kronometresi yardımıyla dakika tutarak alelacele yaptığı çizimleri ise (burada özellikle çizim sözcüğünü kullanırdı çünkü sadece yapılması istenen resmin konusunu düşünmenin haftalarca sürmesi gerektiğine inanırdı) şaklabanlığın en büyük örneği olarak gösterirdi.

O’na göre, dünyaya gelmiş en büyük ressam –babamdan sonra- Salvador Dali’ydi. O’nun kullandığı her fırça darbesinde farklı bir soyutluğun ve bu soyutluğun beraberinde getirdiği çok boyutlu anlamların olduğuna inanıyordu. Tıpkı kendisinin yaptığı resimlerdeki anlamsal boyutların gören gözlere hitap etmesi gibi…

Aklıma gelen her konuda yazabilmekle beraber, hiçbir zaman aklıma gelen her konuda okuyamadım. Aşk romanlarının kapaklarını bile görmek midemi bulandırırdı örneğin. Aşk gibi vazgeçilemez bir tutkunun, ancak şiirlerin konusu olabileceğini savunurdum. Romanlar aşkı anlatmak için çok kısa kalırdı ve şiirler de zaten –üslup gereği- romanlar kadar uzun yazılamazdı. Her ne kadar, tek kelimeyle bile çok şeyin ifade edilebileceğine inansam da, belki de aşkı yaşamayı sevmediğim için, beş yüz sayfalık kalın ciltli kitapların “seni seviyorum” tümceleriyle doldurulmasını aklım almazdı. Almadığı için de hiçbir romanımda aşktan söz etmedim.

Okumaktan tiksindiğim bir diğer roman türü de korku romanlarıydı. Özellikle Stephen King’in sadist olduğunu düşünürdüm. Sanat adı altında kaybedilen zamanın, yine sanat olarak önümüze gelmesi ve işin kötü yanı bundan milyonlarca dolar kazanılması beni korkutuyordu. Belki de Stephen King’den daha zengindim ama hiçbir zaman insanların kâbuslarını oluşturma zahmetine girmedim. Her ne kadar kendisiyle şahsen tanışmamış da olsam, bana verdiği en büyük zarar mesleki kimliklerimizin aynı olmasıydı. İkimiz de yazardık ama ben sanat için yazarken, O sanatı kullanmak için yazıyordu. Kısacası benim kurduğum sanatı, O tek kelimeyle yıkıyordu.

Tıpkı kardeşimin resim için düşündükleri gibi, ben de olanı anlatmayı hiçbir zaman sevemedim. Olan zaten ortadaydı, bunu bir daha bir daha insanların gözüne sokmak siyaset yazarlarının işiydi. Benim amacım olmayanı ya da olsa bile görülmeyeni soyut bir dille duyguları kullanarak yazmaktı. Salt duyguları kelimelere döktüğüm zamanlar da olmuyor değildi. Romanlarımın, denemelerimin, öykülerimin ana temasını oluşturan birkaç öğe vardı ve bunlar suyu oluşturan hidrojen ve oksijen gibi birbirleriyle iç içe geçmişlerdi. Ölüm, tanrı, seks, var olmanın acizliği ve bu kadar karamsarlığın yanında bir tutam da sevgi… Günlük yaşamımda optimist bir kişiliğe sahip olmama karşın, yazarken tam anlamıyla pesimist bir düşünür oluyordum. Çünkü pozitifliğin zaten normal bir karakteristik olduğunu düşünüyordum ve ben yazarken asla normal olmayı istemiyordum.

Aynı evde oturmamıza karşın sadece akşam yemeklerinde görüşürdük. O gün boyu atölyesine kapanıp resim yapardı, bense odamın balkonunda daktilomla yazı yazmanın keyfini çıkarırdım. İşimiz ne kadar yoğun ve vazgeçilmez olursa olsun, her akşam saat tam sekizde, en güzel kıyafetlerimizle salona iner, sofraya oturur, emektarımız Hatice Ana’nın tadına doyulmaz yemeklerini büyük bir iştahla yedikten sonra şöminenin başına geçer, içkilerimizi yudumlarken günün konusunu tartışır ve kahvelerimizle birlikte yarım bıraktığımız işimize devam etmek için odalarımıza çekilirdik. Tıpkı annem ve babamın yıllar boyunca sıkılmadan yaptıkları gibi...

O akşam her zamanki gibi saat tam sekizde yemek için salonda buluşmuştuk. Yüzü biraz solgun gibiydi. Sebebini sorduğumda, günlerdir uyuyamadığını ve uyumamakla beraber tuvaline bir fırça darbesi bile vuramadığını söyledi. Bu çok ilginç bir durumdu. Gördüğü ya da kendisine anlatılan rüya ve kâbusları resmetmeye alışık olan kardeşim, düşünme sürecini bitirdikten sonra resmi yapmaya başladığı andan itibaren hiç durmazdı. Kaç saat resim yapacağını planlar, boyaları, fırçaları hiç duraksamadan ve belki de düşünmeden kullanırdı. Resim kaç günde, haftada, ayda, yılda biterse bitsin, her gün muhakkak belirlediği saat kadar o resim üzerine yoğunlaşırdı ve o atölyeden hiçbir zaman boş bir iş çıkmazdı.

Biraz dinlenmesi gerektiğini söyledim. Belki de yaratım sürecinde kendisinin fark edemediği önemli bir noktayı es geçmişti ve tıkandığı nokta da tam olarak burasıydı.

Düşüncelerimin üzerinde durmadı. Büyük bir iştahsızlıkla, sırf Hatice Ana’ya ayıp olmasın diye yemeğini bitirdi ve bu gecelik sohbeti kendi atölyesinde yapıp yapamayacağımızı sordu. Şaşırmıştım. Bu evde sanata soyunduğumuzdan beri birbirimizin sanat alanlarına hiç girmemiştik. Bu bizim aramızda küçük bir sözdü. Amacımız birbirimizin yaratım sürecini etkilememekti. Etkileneceksek, sadece yaptığımız sohbetler esnasında etkilenmeliydik. Mahrem bölgelerimizin sınırları keskin hatlarla belirlenmişti ve ben şu an o sınırı delmek üzereydim.

Bu isteğinden emin olup olmadığını sordum. Çünkü bugüne kadar ben O’nun eserlerini sadece açtığı sergilerde görmüştüm; O da benim romanlarımı, öykülerimi ve denemelerimi gazetelerde ya da kitaplarımda okumuştu. Sonuçta, eğer şu an o atölyeye girersem, ilk defa henüz bitirmediği bir eserini görecektim ve belki de yorumlayacaktım. Açıkçası bu beni fazlasıyla heyecanlandırıyordu ve içimden teklifini geri çevirmemesi için yalvarıyordum.

Teklifini yineledi ve kesinlikle emin olduğunu söyledi. Kabul ettim. Hatice Ana’nın getirdiği şaraplarımızı büyük bir arzuyla yudumlayarak yukarıya, kardeşimin atölyesine yöneldik. Merdivenleri adeta koşar adım çıkmak hatta uçarak aşmak istiyordum ama yapamadım. Bu sabırsızlığımı yanlış anlamasından korktum. Şu an acizdi ve benden yardım istiyordu. Sadece O’nun atölyesini görmeyi arzuladığımı düşünmesini istemiyordum.

Kapısının kilidini yavaşça çevirdikten sonra yüzyıllık antik kapıyı gıcırdata gıcırdata açtı. Kapının yanına geçerek “önden buyur” dedi. Hiçbir zaman saygıda ve nezakette kusur etmediğini bildiğimden bu cümlesini yadırgamadım ve geciktirmeden içeri girdim. Atölyede, beyaz örtüyle örtülmüş tuvaline yansıyan orijinal antik bir lamba dışında hiç ışık yoktu. Bu sebeple atölyeyi ayrıntılarıyla göremedim. Penceresi kapalıydı. İçtiği sigaraların dumanları atölyesini kahvehaneye çevirmişti. Her yer isti ve nikotin soluyorduk.

Burası eskiden babamın resim atölyesiydi. O zamanlarda da buraya çok sık uğramazdım işin doğrusu. Geçmişten bu yana hatırladığım, babamın atölyesinin gündüzleri cıvıl cıvıl, akşamları da ışıl ışıl oluşuydu. Bu atölyeyi hiçbir zaman bu geceki kadar karanlık görmemiştim. Sanırım kardeşim, bir kâbusun resmini yapıyordu.

Tuvale yaklaştıkça yansıyan ışık yardımıyla çift kişilik bir kanepeye oturdum. İçeri girdiğimizden beri tek kelime etmemiştik. Ben şaşkınlığım ve heyecanım dolayısıyla şarabımı hızlı hızlı yudumlarken, kardeşim de tuvalinin başına geçmiş, üzerindeki örtüye bakıyordu. Daha doğrusu O, örtünün ardını örtüyü kaldırmadan görebiliyordu da bunu ben fark edemiyordum.

Tuvalin üzerindeki antik lambanın ışığını biraz daha yükseltince, etrafı daha rahat görmeye başladım. Çok büyük bir atölyeydi ancak içinde üzerinde oturduğum kanepe, resim malzemelerinin bulunduğu bir masa, tuval, lamba ve içleri dolmasına rağmen boşaltılmamış beş adet küllükten başka hiçbir şey yoktu. Bu manzara karşısında şaşkınlığım büsbütün artmıştı. Neyi aradığını iyice merak etmiştim. Boşluğa düşmesinin sebebi karanlık mıydı yoksa var olan bir boşluk mu O’nu karanlığın resmini yapmaya itmişti? Atölyesini sadece bu resmi yapabilmek için mi boşaltmıştı yoksa zaten her zaman bu şekilde mi çalışıyordu?

Ben kafamı bu sorularla meşgul ederken, tek bir hamleyle tuvalin örtüsünü çekti, güzelce katladı ve resim malzemelerinin bulunduğu masanın üzerine özenle koydu. Başka hiçbir hareket yapmadan gözlerimin içine baktı. Yaklaşık iki dakika boyunca hiç kıpırdamadan bu şekilde kaldık. Şarabından bir yudum içtikten sonra: “yaklaş” dedi. “yaklaş ve ne yapabileceğimi söyle. Boğuluyorum.”

İrkilmiştim. Dünyanın sayılı ressamlarından biri olan kardeşim, henüz dünyanın bir kısmına açılabilmiş bir yazar olan ve bugüne dek cetvelle bile düz çizgi çekemediği için resim konusunda sadece normal bir sanatsever konumundaki benden yardım istiyordu. Açıkçası tuvalde bulunan “şeyin” ne olduğunu merak etmekle beraber, onu görmekten de korkuyordum.

Kadehimdeki son yudumumu da içtikten sonra ayağa kalktım. Ağır adımlarla tuvale doğru yaklaştım. Kardeşim ben yaklaştıkça geriye doğru çekiliyordu. Tuvalin önüne geldiğimde O, pencereyi açıp derin bir nefes aldıktan sonra büyük bir gürültüyle tekrar kapattı. Henüz tuvale bakmamıştım ancak ne söyleyeceğimi sabırsızlıkla beklediğini biliyordum.

Tam ışığın ayarını biraz daha yükselterek resmi netleştirmek isterken pencerenin kenarından: “nasılsa öyle kalsın. Tıkandığım noktayı ancak bu şekilde bulabiliriz” dedi. Ben de ışıkla oynamaktan vazgeçerek, gözlerimi tuvale diktim. İlk bakışta pek bir şey anlayamamıştım. Ancak bu, kardeşimin en bilindik özelliğiydi. İlk bakışta görülen bir resmin resim değil, ancak fotoğraf olabileceğini söylerdi. Bu yüzden biraz daha sabrettim. Beynimi ve kalbimi tamamıyla bu işe odaklamaya çalışarak düşündüm. Düşündükçe içimin sıkıldığını, boncuk boncuk terlediğimi, gözlerimin yuvalarından çıkacak şekilde büyüdüğünü ve boğazımın kuruduğunu hissettim. Gördüklerimi kardeşim yapmış olamazdı. Her ne kadar kâbus ve rüyaları resmetmeyi kendine tema edinmiş olsa da, bu kadar ileri gideceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Bugüne kadar yaptığı en değişik ve en korkunç bunun yanında en çarpıcı ve en acımasız kâbus resmi buydu sanırım. Resmi yaparken, neresinde tıkandığını aramaktan çok, anlatmak istediğini neden resmettiğini kavramaya çalışıyordum. Çünkü bu bir, evet bu bir, intiharın resmiydi.

Kendimi bir anda toparladım. Neden bu kadar gerildiğimi anlayamıyordum. İntihar benim de ana temalarımdan biriydi ve bu yüzden de sürekli genel kanıya göre var olan tanrıyla kavga ediyordum yazılarımda. Ancak kardeşim, bugüne kadar ölümcül bir kâbusun resmini yapmamıştı. En azından hiçbir sergisinde böyle bir resmiyle karşılaşmamıştım. Korktum. Arkama baktığımda O’nu pencereden dışarı bakarken gördüm. Pencereyi kapattığı andan beri oradan kımıldamamıştı ve sanırım resimle işim bittikten sonra yapacağım yorumu bekliyordu. O’nu daha fazla bekletmemek için, resmin temasından sıyrılıp geneline tekrar göz atmak istedim. Şimdi gördüklerim beni daha da şaşkına çevirmişti. Ben bu güne kadar intiharın bu denli güzel anlatıldığı bir yapıt görmemiştim. Sanatın hiçbir dalında intihar bu geceki kadar güzel anlatılamazdı.

Resimde henüz intihar tam olarak gerçekleşmiş değildi. Zaten ortada somut bir şey de yoktu ancak intiharın resmi olduğu –belki de ben öyle düşünmek istediğim için- açıkça belli oluyordu.

Resmi tararken kardeşimin takıldığı noktayı bulmaya çalışıyordum. Bunu yaparken bir yandan da yazı ve romanlarımda intiharı nasıl tanımladığımı düşünüyordum. Belki bir yararı olabilirdi. O an aklıma, “Böcek” adlı romanımdaki karakterlerden biri olan Susan’ın, babasının ölümü sonrasında yaşadığı bunalım dolayısıyla intihara kalkıştığı bölümü geldi.

Roman, Susan’ın psikolojik sorunları üzerine kuruludur. Annesinin kendisini doğururken ölmesi dolayısıyla ömrü boyunca kendisini suçlayan Susan, bu pişmanlığını yok etmek için hayatını babasına adar ve babası gibi ünlü bir böcekbilimci olmaya karar verir. Üniversitenin zooloji bölümünü üstün başarı belgesi ile bitiren Susan, Amerika’nın en büyük zooloji merkezinde çalışmaya başlar.

Hırslı tutumunu hiçbir zaman dizginleyemeyen Susan, mesleğinde giderek başarılı olmasına karşın; en çok önem verdiği böcek zehirlerinin deşifre edilerek hastalıklara çözüm üretebileceğine dair tezine bir türlü destek bulamaz. Hayatında en çok güvendiği insan olan babası da açıkçası bu fikri pek benimseyemediği için Susan’a maddi ya da manevi bir destekte bulunmaz. Bunun üzerine Susan, gönüllü bir kanser hastasını kliniğe yatırdıktan sonra Ekvator’un en zehirli böceklerinden biriyle tedavi etmeye başlar. Hastası günden güne iyileşmektedir.

Hastasının tedavi sürecini tamamladığında, eskisinden daha sağlıklı olduğunu fark eden Susan, o günlerde babasının da tıpkı hastası gibi kanser olduğunu öğrenir. Hem babasına kendini kanıtlamak, hem de O’nu bu illetten kurtarmak amacıyla klinikte yaptığı gizli çalışmalardan babasına bahseder ve kendisini tedavi etmek istediğini söyler. Babasının bu fikre hiç sıcak bakmaması üzerine bir gece babasının içkisine ilaç katarak babasını uyutan Susan tedaviye başlar. Ancak babasının bu işte rızası olmadığı için suçluluk duymakla beraber, işin sonucunu düşündükçe keyiflenmekte ve her gün tedavi sürecinin aksamaması için babasına dozu artırılmış uyku tozları vermektedir. Tedaviye başladığının üçüncü günü, Susan’ın babası uyku tozları ve böcek zehrinin kanda birleşmesi sonucu beyin kanaması geçirerek ölür.

Bu andan itibaren hayat, Susan için adeta bir kâbusa dönüşür. Her ne kadar kendisi bunu kabul etmese de ortada bir cinayet vardır ve basın tarafından mutlaka açığa çıkarılacaktır. Bu sebeple babasının ölü bedenini, klinikte parçalara ayırarak yakar ve küllerini denize atar. Aradan iki hafta geçince de babasının kaybolduğuna dair bir ilan verir, arama çalışmaları sonuçsuz kalınca öldüğüne dair inanç artar ve kendisi de üzüntüsünü sık sık belli ederek adaletle olan sorununu çözer.

Olayların ardından Susan her gün kendisini daha suçlu hissetmeye başlar. Geceleri sürekli babası ve böceklerle ilgili kâbuslar görür. Gelecek, O’na uykusuz geceleri de hediye edecektir. Tüm bunların yanında, kendisi fark etmese de günlük yaşantısına damgasını vuran halüsinasyonlar görmeye ve ileriki zamanlarda da bunların gerçek olduğunu iddia etmeye başlar.

İntihar etmesine sebep olan kâbus, O’nu yatağından adeta zıplatır. Koşarak mutfağa giden Susan eline bir bıçak alır ve göğsünü bir kadavra misali nazikçe kesmeye başlar. Kendisini yatağından kaldıran bu kâbus, giderek sanrıya akabinde de önüne geçilemez bir saplantıya dönüşür ve kalbinin içerisinde çok büyük, zehirli bir Ekvator böceği olduğu düşüncesine inanır. Bu böcek, babasını iyileştirmek için zehrini kullandığı böcektir. Göğüs derisini neredeyse tamamen söktüğünde vücudundaki kanın hemen hemen yarısı akıp gitmiştir ancak Susan’da en ufak bir halsizlik belirtisi bile yoktur. Kendi kendisini ameliyat edemeyeceğini bunu yapana kadar öleceğini anlayan Susan bıçağı kalbine saplayarak böceği öldürmek ister ve tek bir hamle sonunda büyük bir acıyla kıvranarak, can çekişerek ölür.

Polis, kafatası ve kalbi, kırmızı büyük böcekler tarafından yenmiş buz gibi bir cesetle karşılaşır. Yapılan otopsi sonucu Susan’ın böcek zehirlenmesinden dolayı halüsinasyon gördüğü ve bu sebeple intihar ettiği anlaşılır. Çünkü büyük ve zehirli Ekvator böceklerinin ortak özelliği, ısırdıkları kişiye sanrılar göstererek zehrin daha çabuk yayılmasını sağlamalarıdır. Susan’ın gömüldüğü gün yanı başında bir başka cenaze töreni daha vardır. Çünkü Susan, tedavi ettiğini zannettiği kişiyi aslında için için zehirlemiş fakat bu arada kendisi de zehirlendiği için kişiyi tamamen iyileştirdiğini zannetmiştir. Zehir vücutta hızlı yayılmasına rağmen geç etki verdiğinden de ne hasta ne de Susan gerçeğin farkına varabilmiştir.

Resmin bütünü, siyahın çeşitli tonlarından oluşmaktaydı. Bu tonlara yer yer lacivert ve koyu kahve de eklenerek karamsar bir kompozisyon oluşturulmaya çalışılmıştı. Resmin ortasında, kalın beyaz hatlarla belirlenmiş, tuvalin yaklaşık üçte biri büyüklüğünde bir çerçeve mevcuttu. Çerçevenin içine sarının tonları işlenerek ayrı bir fon yaratılmak istenmişti sanırım. Bu sarı fonun üzerine, normal boyutundan biraz daha büyük olmak üzere, açık kırmızı bir kalp yerleştirilmişti. Etrafına kendisinden biraz daha koyu bir kırmızı ile gölgeler verilerek attığı eylemi gösterilmişti. Ancak bu atış kalbin alt tarafında daha belirginken, üstüne çıkıldıkça silikleşiyordu. Kalbin her iki kenarına, mor renkte kanatlar takılmıştı. Kanatlar da aynı teknikle gölgelendirilerek kalbin uçuşunu temsil etmesi sağlanmıştı. Kalbin tam ortasına, gümüş rengi süslemelerle bezenmiş ucu kıvrık bir hançer yerleştirilmişti. Ve hançerin kıvrık ucu, kalbin arkasından net bir şekilde görülebiliyordu. Sarı fondan yer yer dışarı taşan ve o güne dek görmediğim kadar koyu bir kırmızı renk ile de, ortaya çıkan kanlar resmedilmişti.

Aklımın bir köşesinden geçirdiğim Susan’ın intiharını kardeşimin resmiyle birleştirince, tıkanıklık noktasını bulduğumu fark ettim. Susan, kendi iradesiyle intihar etmemişti. O’nu tetikleyen, zehirlenmesi dolayısıyla gördüğü sanrılardı. O halde, kardeşimin resminde de bir etki-tepki mekanizması göze çarpmalıydı. Oysa gördüğüm kadarıyla resmin şu anki halinde yalnızca çok güzel işlenmiş bir tepki mevcuttu.

“Buldum!” dedim. Hemen yanıma koştu. Heyecanlanan kalbinin neredeyse vücudundan fırlamak üzere olduğunu hissedebiliyordum. “Bulacağından emindim. Peki, nedir bu tıkanıklığın sebebi, haydi söyle, söyle de bir an önce şu resmi bitireyim” dedi.

Aslında tıkandığı noktayı kendisinin keşfetmesi gerekiyordu. Ben sadece O’na yol göstermeliydim. Aksi takdirde, resmin altına ikimizin de imzasının atılması gündeme gelebilir diye endişeleniyordum doğrusu. Çünkü eğer tıkandığı noktayı olduğu gibi açıklayarak resmi tamamlamasını sağlarsam, bu resmi hiçbir zaman kendisinin bir eseriymiş gibi görmeyecekti ve ilk defa bir resim için sarf ettiği çaba dolayısıyla yorgun düşecekti.

Tuvalden ağır adımlarla uzaklaşarak kapıya doğru yöneldim. Gözleriyle beni takip ettiğini hissedebiliyordum. Büyük bir sabırsızlıkla benden bir yanıt bekliyordu. Elimi kapının tokmağına uzattım, kapıyı hafifçe aralayarak: “Böcek” dedim. Atölyeden hızla uzaklaştım.

Odama döndüğümde, atölyede fark edemediğim bazı sorular kafamı kurcalamaya başlamıştı. Örneğin, kardeşimin intihar tablosu ile “Böcek” adlı romanımın bu kadar benzeşmesi bana çok garip geliyordu. Bir an için, bu tablonun bir intihar kâbusuna ait olmasından çok, Susan’ı anlattığını düşünmeye başlamıştım. Kardeşimin, romandan etkilenerek böyle bir tablo oluşturmuş olabileceği düşüncesi beni mutlu ediyordu ancak eğer durum bu şekilde gerçekleşmişse, herhangi bir tıkanıklık sorununun yaşanmaması gerekiyordu. Aksi takdirde, romanda bir boşluk olduğu gerçeğini kabullenmek zorundaydım. Fakat bu tablonun Susan ile bir bağlantısı yoksa o zaman da kardeşimin bu denli çarpıcı ve ürkütücü bir resmi niçin yaptığını merak etmeliydim çünkü eğer bu kendisinin gördüğü bir kâbusun resmi ise, psikolojisine büyük bir zarar verebilirdi. Son zamanlardaki ruh halini de göz önüne alınca yakınlardaki bunalımın kokusunu duyabiliyordum.

O geceden tam bir hafta sonra kardeşimle olan ilişkimizde bir kopukluk olduğunu sezinlemeye başladım. Akşam yemeklerinde neredeyse hiç konuşmuyordu. Yemek sonrası sohbetlerimizi ise, ya rahatsız olduğu gerekçesiyle erteliyor ya da gelecek ay İstanbul Modern’de açacağı sergi için yetiştirmesi gereken resimler olduğu bahanesiyle kısa kesiyordu. O, atölyesine çıktıktan sonra ben de odama çekilerek, yeni kitabım üzerinde çalışmak yerine hem bu tutumunun sebebini düşünüyor hem de intihar tablosunun akıbetini merak ediyordum.

Sergi yaklaştıkça, akşam yemeklerinde de görüşemez olduk. Bütün zamanını atölyesinde geçiriyordu. Atölyesi, O’nun için sadece sanat yapılacak bir mekân olduğundan orada yemek yemeyi reddediyor, bazı akşamlar sırf bu yüzden kendini aç bırakıyordu. Bu duruma çok üzülen emektarımız Hatice Ana birçok akşam kapısına tepsiyle en sevdiği yemekleri koymasına karşın, her seferinde tepsiyi hiç dokunulmamış olarak mutfağa geri götürüyordu.

Açıkçası yemek yememesi benim umrumda bile değildi. Sonuçta yetişkin bir insandı ve kendi sağlığını ne kadar düşünmesi gerektiğini ne ben ne de Hatice Ana O’na öğretebilirdik. Benim aklımı kurcalayan, bana karşı takındığı tavırdı. Sanırım o gece, yanlış bir şey yapmıştım. Neye alındığını bir türlü anlayamıyordum ve anlayamamak bir yana sırf bu konuyu düşünmem dolayısıyla üretkenliğimi kaybediyordum. O geceden bu yana yeni romanımda herhangi bir ilerleme kaydedememiştim ve bu sebepten ötürü kendime mi yoksa kardeşime mi kızmam gerektiğini bilmiyordum.

O gün, İstanbul Modern belki de tarihinin en kalabalık gününü yaşıyordu. Kardeşim, son iki yılda yaptığı bütün resimlerini sanat hayatının yirmi beşinci yılı kapsamında bu büyük sanat kompleksinde sergileyecekti. Bu sergi, bugüne kadar açtıklarının en ilginciydi çünkü ilk defa sergiye gelen konukların hiçbiri –ben dâhil- serginin temasını bilmiyordu. Kardeşim, temayı açılış kokteylinde açıklamaya karar vermişti.

En az beş kilo verdiğini anlamak için doktor olmaya gerek yoktu. Gözlerinin altı çökmüştü. Yorgun bedeninin en ufak bir darbede yere serilmesi oldukça güçlü bir olasılıktı. Zaten kokteyl öncesi kulislerde de buna benzer konuşmalara kulak kabartmıştım. Hatta kardeşimin resimlerinden çok sağlığındaki kötü izlenimi haber yapmak isteyen bazı densiz gazetecilerin “acaba madde bağımlısı mı?” tarzındaki sorularına hiç istemeden de olsa gülerek ve kibarca yanıt vermek durumunda kalmıştım.

Büyük an gelmişti ve kardeşim açılış konuşmasını yapmak üzere kürsüye çıktı. Bu O’nun on ikinci sergisiydi yani yaklaşık iki yılda bir sergi açıyordu ve bu geleneğini yine bozmamıştı. Sergilerinin temasında değişmeyen tek şey ana başlık olarak “rüya” ya da “kâbus” kavramlarını seçmesiydi. Ancak kullandığı yan başlıklar, serginin karakteristiğine tam olarak uyuyordu. Açıkçası resimlerden çok bu sefer kullanacağı yan başlığı merak eder olmuştum çünkü sadece bu şekilde temayı açıklamayı niçin son dakikaya bıraktığını kavrayabilirdim.

Çok uzun olmayan ve her açılışta olduğu gibi genel temennilerden oluşan bir teşekkür konuşması yaptıktan sonra: “sizlere, sergimin temasını belirtmeyi niçin son dakikaya bıraktığımı açıklamak gibi bir niyetim yok aslında. Çünkü inanıyorum ki, siz sevgili sanatsever dostlarım, eserlerimin tümüne vakıf olduktan sonra bunun sebebini çok iyi kavrayacaksınız. Umarım, benim büyük emeklerle hayat verdiğim bu resimleri siz de ilgi ve beğeni ile karşılarsınız. Sanat hayatımın yirmi beşinci yılında açtığım bu on ikinci sergime yani Kâbus: Ölümü Düşünmek ve İntiharın Yeni Yüzü’ne hoş geldiniz!”


Serginin temasını duyduğum an sinirlerim boşaldı. Kimseye belli etmeden, usulca bir sandalyeye oturdum ve öylece kalakaldım. Misafirler ve basın mensupları, kardeşimin öncülüğünde resimleri teker teker incelemeye koyuldular. Bense hala niçin sergiye bu temayı verdiğini ve niçin açıklamak için bu kadar beklediğini düşünmekle meşguldüm.

Görevlilerin birinden bir bardak su istedim. O sırada yanıma çok sevdiğim heykeltıraş bir arkadaşım geldi, iyi olup olmadığımı sordu. Ben de evden kahvaltı etmeden çıktığımı, bu yüzden tansiyonumun düşmüş olabileceğini söyledim. Görevlinin getirdiği suyu bir dikişte içtikten sonra da, “devam edin lütfen, size yetişirim” diyerek kendisine yol verdim.

Kardeşimin, intihar kâbusuyla ilgili üzerine çalıştığı resmi atölyede gördüğümde çok şaşırmıştım. Ancak, açılış konuşmasından sonra bu konu hakkındaki şaşkınlığım büsbütün arttı. Çünkü ben kardeşimin sadece o resimde intiharı konu edindiğini düşünmüştüm. Oysa O, iki yıldır sadece intihar konusu üzerinde yoğunlaşarak resim yapıyordu. O an, sergi temasını açıklamayı neden son dakikaya bıraktığını anlamıştım. Yirmi beşinci yıl, sanat hayatının gümüş yılı demekti ve kardeşim tıpkı benim gibi, herkesin ağzını hayretle açtığı şu bir dakikalık sahneyi görebilmek arzusuyla böyle bir fiilde bulunmuştu. O halde geriye üzerinde düşünmem gereken tek bir soru kalıyordu. Kardeşim intihar konusunu neden seçmişti?

Yerimden yavaşça doğruldum ve grubun epeyce yol aldığını görünce, resimleri yalnız başıma incelemeye karar verdim. Sergide tam elli adet tablo vardı ve hemen hepsinin ortak özelliği, tıpkı atölyesinde bana göstermiş olduğu resimde olduğu gibi kalın beyaz çerçevelere sahip olmalarıydı.

İçeriğinde kan olmayan bir tek intihar tablosu vardı. Adı “ilaç sanayi” konulmuştu. Ortak özellik olan kalın beyaz çerçevenin içerisine yerleştirilmiş sarımtırak, boş bir ilaç şişesi; kocaman avuçlarda adeta hızla sömürülmüşçesine bekliyordu. Diğer resimlere hâkim olan kan kırmızısı, bu resimde hiç kullanılmamıştı. Sanırım intiharın yeni yüzünden kasıt bu değildi, çünkü ilaç içerek intihar etmek son derece rutin bir uygulamaydı ve bence bu sergideki tek cazibesi başka örneğinin olmamasıydı.

Resimleri ilgiyle inceleyen grup yavaş yavaş dağılırken, ben de turumu tamamlamak üzereydim. Son resmi de tam anlamıyla inceledikten sonra bir noktayı gözden kaçırdığımı fark ettim ve hızla geriye dönerek elli tablonun üzerinden tekrar geçtim. Yoktu! Atölyede ısrarla bana gösterdiği ve bence bütün bu tabloların yanında büyük bir şaheser olarak göze çarpacak olan o intihar tablosu, sergide yer almıyordu. Yıkılmıştım. O geceki düşüncelerim ve kardeşimin sonraki günlerde bana takındığı tavrın sonucu, o mükemmel resmin sergiye layık görülmemesiydi. Çünkü kardeşim, o resmi kendi yaratımı olarak görmemişti. Ama ben kardeşime yardım etmemiştim ki? Sadece “Böcek” demiştim ve atölyeden ayrılmıştım. O halde sorun neredeydi? Muhtemelen, resmi istediği gibi sonlandıramamıştı. Belki de tıkanıklık noktası olan o “etkiyi” resmin bütününe aktaramamıştı. Beynim patlamak üzereydi, bu soruların bir an önce cevaplanması gerekiyordu, yoksa gelecek serginin konusu tam anlamıyla benim intiharım olacaktı.

Kardeşim, son misafiri de İstanbul Modern’in kapısından uğurladıktan sonra bana döndü ve “nasıl buldun?” diye sordu. Öylece kalakaldım. Uzun zamandan beri benimle günlük konularda bile tek kelime konuşmayan kardeşim, hayatının en önemli gününün mimarı olan resimleri hakkında bana soru soruyordu ve fikrimi öğrenmek istiyordu. Yaklaşık iki dakika boyunca tek kelime etmeden sadece gözlerinin içine baktıktan sonra “bugüne kadarki sergilerinden çok farklı bir tema seçmişsin. Öncelikle tebrik ederim. Resimlerin gerçekten vermek istediğin duyguyu çok iyi yansıtıyor ve intiharın yeni yüzünü keşfetmemizi sağlıyor. Ancak benim asıl merak ettiğim…” lafımı tamamlamama fırsat vermeden eliyle susmamı işaret etti. “gel benimle” dedi. “Sana kimsenin görmediği fakat sergi içerisinde mevcut olan elli birinci resmimi göstereceğim.”

Heyecandan zangır zangır titriyordum. Sesindeki sıcaklığı bütünüyle yüreğimde hissetmiştim. Sanırım aramız bu vesileyle düzelmiş olacaktı. Hatta bana, kimseye göstermediği bir resmi gösterecek olması bile, aramızdaki tüm buzların eridiğini açıklamaya yetiyordu.

Hızlı adımlarla İstanbul Modern’in alt katına yöneldik. Alt kattaki salonlar ufak odalarda bulunan perdeler vasıtasıyla birbirinden ayrılıyordu. Bu perdelerden, en kuytu köşede yer alanından içeriye süzüldük.

Resmin bu kadar kuytu bir köşede saklanıyor olmasına anlam veremiyordum. Sonuçta sergi kapsamına alınmış bir eserin, sergi salonunda, diğer eserlerin yanında yer alması gerekiyordu. Bu anormal tutum dolayısıyla içim içime sığmıyor, büyük bir sabırsızlıkla bana tabloyu göstereceği anı bekliyordum.

Perdenin ardı kapkaranlıktı. Bu yüzden birbirimizi görmüyorduk. Ancak duvardaki bir şeyi kurcalamakta olduğunu sezinlemiştim. Bir “tık” sesi duyduktan sonra, ayaklarıma sapsarı bir ışık vurdu. Böylece duvarda kurcaladığı şeyin, sigorta olduğunu anladım. Bütün sigortaları teker teker açıyordu. Ayağıma vuran sarı ışıktan sonra, vücudumu önce açık kırmızı, sonra da açık mavi renkler aydınlatmıştı. Aynı anda yukarı kaldırdığını zannettiğim iki düğmenin yarattığı ışıklar da, arkamdaki duvarı ortaklaşa aydınlatmaya başlamışlardı. Ancak hala tam olarak önümü göremiyordum ve muhtemelen tablo da göremediğim bu kısımda bulunuyordu.

“Hazır mısın?” dedi. “Hem de hiç olmadığım kadar” diye yanıtladım. Bir anda, çeşitli renklerin karışımından ortaya çıkarılmış karamsar bir renk gözümün önündeki tabloyu aydınlattı. Yaklaşık beş dakikadır genel olarak karanlıkta kalmış olmamdan dolayı, otuz saniye kadar gözlerimi kırpıştırmak zorunda kaldım ve tablonun neye benzediğini kestiremedim. Ancak otuz saniye sonra gözlerimi tam anlamıyla tabloya odaklamamla beraber karşılaştığım manzara beni beynimden vurulmuşa çevirdi. Atölyesinde bana gösterdiği ve tamamlamak için benden yardım istediği o muhteşem tablo, bütün karamsarlığı ve üzerinde tüten ölüm kokusuyla belleğimi kendine hapsetti ve hiçbir şey düşünmeden zamanını hatırlayamadığım kadar uzun bir süre, beni sadece kendisine bakmaya zorladı. Kilitlenmiştim, çözülemiyordum.

Uzaktan bakıldığında, şu anki tablonun atölyedeki tamamlanmamış halinden pek de bir farkı yoktu. Bu yüzden baştaki şaşkınlığımın ve büyülenmemin sebebi, etkinin yaratılmış olmasından değil, yine o muhteşem intiharla karşı karşıya gelmiş olmamdı. Ancak tabloya doğru attığım her adım, biraz daha intihar kokuyordu ve etkinin gücü tepki vermeme engel oluyordu.

Kardeşim, resmin tamamlanmamış halinde de mevcut olan kalbin içerisindeki hançerin sağ alt köşesine, mosmor bir Ekvator böceği yerleştirmişti. Böylece, tepki doğuran etki tüm gücüyle kendini gösteriyor ve resim tamamlanmış oluyordu. Düşünce de, çizim de, tablonun bütünü de harikuladeydi. Kardeşime, ufak bir ipucu vererek bu tamamlanışa katkıda bulunmuş olmam da beni çok mutlu etmişti.

Bulunduğumuz oda aniden aydınlandı. Kardeşim, odanın diğer ucundan, resmine duyduğum hayranlığı, hayranlıkla seyrediyordu. Yanına yaklaştım. Elimle sırtını sıvazlayarak: “İşte şimdi, dünyanın en büyük ressamı oldun. Çünkü hiçbir ressam, intiharı senin gibi gerçekçi anlatmamıştır” dedim. Gülümseyerek: “O halde sen de dünyanın en büyük yazarı oldun. Çünkü hiçbir yazar, Susan’ın kalbine bu kadar uygun kelimeleri bir arada kullanmamıştır” dedi. “ Böyle muhteşem bir tabloyu, üstelik bana göre serginin temasına adını veren bir tabloyu, niçin yukarda sergilemediğini anlamıyorum” diye sordum. Gözleri gülüyordu. Yaklaşık bir aydır O’nu ilk defa bu kadar mutlu görmüştüm. Resmi göstererek: “Git ve bir daha bak!” dedi. Ne söylemek istediğini anlamadan resme yöneldim. Tabloya tekrar baktığımda gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi oldu:” Ama, ama böcek yok” dedim. Üç dakika önce görselliğinin doruğunda bir etki yaratan ve bana intiharı bütün gerçekliğiyle anlatan o mosmor böcek, tabloda yoktu. Şuh bir kahkaha atarak: “ Sen hiç aydınlıkta intihar edildiğini gördün mü?” dedi. Işıkları bir kez daha ilk haline yani karamsarlık konumuna getirdi. Tabloya bütün dikkatimle tekrar baktım. Mosmor Ekvator böceği, yerli yerinde duruyordu ve ışıklar yanınca tekrar gözden kayboldu. “Susan, kâbuslarını gece görmüyor muydu?” dedi ve perdeyi açarak üst kata yöneldi. Ben de resme bir kez daha baktıktan sonra, kendisini takip ederek yukarı çıktım.

Yukarda bulunan elli tabloyu bir kez de kardeşimle beraber inceledik. Hiçbiri hakkında en ufak bir açıklama yapmadı. Çünkü O, tıpkı iyi bir şair gibi, insanların resimlerinden kendi düşüncelerini çıkarmalarını istiyordu. En büyük hobilerinden biri, kendisini tanımayan ama sergilerine gelen sanatseverler, tabloları hakkında yorum yaparken, yani her “burada ressam bunu anlatmak istemiş sanırım” cümlesi sarf edilirken, yandaki tabloyu inceliyormuş gibi yaparak konuşulanları dinlemekti. Bu yorumlardan etkilenmiyordu, bazıları ise kendi düşünceleriyle hiç uyuşmuyordu ancak insanların eserleri hakkında kafa yormaları çok hoşuna gidiyordu. Sanırım bu tavır hemen her sanatçının ortak tavrıydı.

Ellinci ve son resmi de inceledikten sonra: “Aslında özel bir sebebi yok. İstanbul Modern’in bu katı çok aydınlık ve sırf aşağıda bulunan tabloyu göstermek için de tüm ışıkları loşlaştırmam mantıksız olurdu” dedi ve ekledi:” O tabloyu, kapanış konuşmasına saklıyorum.”

Eve döndüğümüzde, akşam olmuştu. Hatice Ana yemekleri hazırlamış ve sofrayı adeta donatmıştı. Çünkü kardeşim ne zaman yeni bir sergi açsa, ya da ben ne zaman yeni bir kitap çıkartsam, küçük bir kutlama yapardık. Aslında o akşam, ben iki şeyi birden kutluyordum. Hem kardeşimin yeni sergisinin açılışını, hem de yaklaşık bir aydır süren kuruntularımın bir anda yok olması dolayısıyla tekrar yazma sürecine girebilecek olmamı. Ancak hala ortada boyutunu kestiremediğim bir sorun vardı: Kardeşim neden intihar temasını seçmişti? Belki de bu sorunu kafamda ben büyütüyordum. Sonuçta ben de hemen her kitabımda ölüm ve intihara vurgu yapıyordum ki pesimist sanat takınanların çoğu bu konuları işliyorlardı, o halde kardeşimin de -ilk defa da olsa- böyle bir konu işlemesinde bir sakınca yoktu. Üstelik her ne kadar kendi gördüğü kâbusların resmini yapmış olsa da, kapanış konuşması yaparken sergileyeceği tablosunun tamamlanmasında, “Böcek” adlı romanımdan esinlenmişti ve sonuçta o roman da bir intihar romanıydı. Kafamdan bu saçma sorunu atmaya çalışarak sofraya oturdum ve kadeh kaldırdım: “Daha nice rüyalara ve kâbuslara…”.

II

Mavi tiz…
Kırmızı maviden tiz…
Buz tutmuş
Yanıp sönen kıvılcımlar…
Erken inmiyor sabah,
Gece bitmiyor ki…

İnadına gökte dolunay
İnadına beyaz
İnadına inat
Verme beyazını
Kır mavinin üstüne
Beyazın aydınlık değil
Kâbus rüya üstüne
Kâbus ölüm üstüne…

Eldivenler
Maskeler
Pensler
Ölüm ötüyor makineler
Yine tiz
Geride bırakmış
Kırmızılar maviyi
Ak önlüklere bulanmış
Her yer ak
Her yer al
Her yer buram buram
Ölümüne intihar.

III

Bir insanı ne kadar iyi tanıdığımızı söylersek söyleyelim, bu kişi kardeşimiz bile olsa, bir gün onunla ilgili bilmediğimiz ayrıntılar ortaya çıkıyor öyle değil mi? Mesela ben… Kardeşimin şiir yazdığını bırakın bilmeyi, tahmin bile edemezdim. Her ne kadar çok boyutlu bir sanatçı olsa da, duygu ve düşüncelerini sadece resimle ifade ediyormuş gibi gelirdi bana. Renkler, gölgeler, soyutlamalar ve bunları bir araya getiren o eşsiz fırça darbeleri… Benim kelimelerime sahip çıkıp dizeler dizeceğini ve bir gün o dizilere kendini dizeceğini nasıl tahmin edebilirdim ki?

Gerçekten de şiirinde anlattığı gibi oldu her şey. Karanlık duvarlara kır mavi ışıklar vurdu önce. Ardından tiz bir ses yükseldi kulakları çınlatırcasına. “Uyan!” Diyordu. “Uyan ve aş karanlıkları. Yanımda istiyorum seni, belki de son defa, tokuştururuz kadehleri.” Uyandığımdaysa, artık çok geçti.

Ambulansın içinde bir yandan kardeşimin elini tutarken, bir yandan da hemşireden olayın aslını öğrenmeye çalışıyordum. Eğer bu bir intihar teşebbüsüyse, bu kadar kanlı intihar tabloları çizen bir ressamın atölyesinde bir damla kanın bulunmaması çok şaşırtıcı olurdu. Yok, eğer aniden vuku bulan bir hastalıksa, o zaman da sebebini öğrenmek gerekecekti. Ağzından neredeyse cımbızla laf alacağım hemşire, sonunda gerçeği yavaşça fısıldadı: “Kardeşiniz, aşırı dozda uyku ilacı alarak intihara teşebbüs etmiş. Şu an hala hayati tehlikesi var fakat hastaneye zamanında yetiştirebilirsek, kurtulma şansı yükselebilir”.

O an aklıma, sergideki “ilaç sanayi” adlı tablo gelmişti. Sergideki en bayağı eser olarak yorumlamıştım onu. Hem çok rutin bir uygulamaydı hem de diğer resimlerdeki kanlı vahşetin aksine, kansız bir yok oluşu anlatıyordu. Kafam allak bullak olmuştu şimdi. Bir yanda bu resim, bir yanda ölmeden önce yazdığı gerçek bir şiir… Bu ikisi arasında mantıksal bir bağ kurmaya çalışıyordum fakat üzülerek fark ediyordum ki, böyle bir durumda duygularım mantığıma engel oluyordu.

O gece kardeşimi hastaneye yetiştiremedik. Sonradan öğrendim ki, zaten yetişse bile kurtulma ihtimali yokmuş. Hatice Ana, atölyenin kapısını açık görüp şüphelenerek içeri girdiğinde, kardeşim zaten ölmek üzereymiş. Belki de hapları yuttuğundan o ana kadar geçen süre altı saat kadarmış. Yani gerçekten de geç kalmışız, çok geç!

Düşünüyorum da, kardeşim bana o kadar çok ipucu bırakmış ki ölmeden önce. Konusu intihar olan elli tabloluk bir sergi, insanlara gösterilmek istenmeyen, sona saklanan vahşet dolu bir resim, diğerlerinin yanında pek sönük kaldığı için çok da umursanmayan bir başka intihar tablosu, beden halsizlikleri ve gözaltı çöküşleri… Bunların hepsi, aslında “ben intihar ediyorum bakalım kim fark edecek” oyununun bir parçasıydı. Kısacası ben en başından geç kalmıştım kardeşimi kurtarmak için. O gece her şey çoktan sona ermişti.

IV

“Öyle bir yalnızlık düşünün ki, aktörleri kalabalığı oynuyormuş. Öyle bir yaşam düşünün ki, koyu siyah ölüm tüten bacalara hapsolmuş ve öyle bir ölüm düşünün ki öleni öldürmüyormuş.”

Bu cümleleri, kardeşim öldüğü gece bana bıraktığı şiirin arkasına karalamış. Altına da, ”sana ithaf edilmiştir” diye bir not düşmüş. O akşam, ne resimlerin, ne şiirin ne de bu cümlelerin bağlantısını kurabilmiştim.

Fakat bugün, yani aradan geçen yirmi beş yılın ardından ellerimde kardeşimden kalan bu anılarla geriye dönüp baktığımda her şeyi çok daha net görüyorum. Dediği gibi, biz kardeşimle kalabalık bir yalnızlık yaşıyorduk. O, son iki senesini ölümü düşünerek geçirmişti, sonunda bedenen O öldü, ruhen ise ben. Ne de güzel toparlamıştı cümleleri son yolculuğuna çıkarken.

Yirmi beşinci yıl sergisinin kapanışında kardeşimin, “Böcek” adlı tablosunu kimseye göstermeden kendime sakladım. Diğer resimleri de Mehmetçik vakfı yararına açık arttırmayla sattım. “ilaç sanayi” tablosunu da ben satın aldım. Böylece bir dönemin resim devi, sergisiyle beraber madden yok olup gitti. Maneviyatı ise Dünya Resim Sanatı’na altın harflerle kazındı.

Ve ben, yıllarımızı beraber geçirdiğimiz bu görkemli yalıda karşımda kardeşimin ölümünün kanıtı iki resim, sol elimde şiiri ve son sözleri, sağ elimde ise onunla ilk kez resim yapmamıza vesile olan böcek adlı romanımla yalnız başıma yaşamaya alıştım. Malumunuz, Hatice Ana da, yaşlılık dolayısıyla geçen sene vefat etti. Koca yalı tamamen bana kaldı anlayacağınız. Ben de ne yapayım? Her akşam masaya bir kadeh fazladan koyuyorum ve kardeşimin yerine de büyük saygı ve sevgilerimle ŞEREFE…
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
4 Ocak 2007       Mesaj #65
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
Sevgiliye 2


Umursamaz tavırlarındır beni böyle üzen
Uyutmayan geceleri
Aklımı aldığından beridir bu halim
Sevme istersen
Dönüp de güzel yüzünü
Bir gül yeter

Bir baksan yüzüme
Ömrüme ömür eklenir
Korkarım kaçırırım gözlerimi ama
Bir bak yeter

Cevval bir duygu şaha kalkar içimde
Sesini duyduğum her an
Kıskanır bülbüller belki ama
Hal hatırım
Bir sor yeter

Titrer elim kolum sesim
Yaklaşsan yanıma
Buğulanır gözlerim kızarır yüzüm
Bilmem sever misin bir gün
Şu meclup gönlümü
Bir anla yeter

Yalazında hala sevdanın bu gönül
Ne kadar unuttum desem de yalan
Üzmesin seni yakmasın alevi yüreğimin
Giderim buralardan
Giderim giderim ama
Bir kal de yeter
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Ocak 2007       Mesaj #66
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DOKTOR VE HASTASI

Kanser hastanesinde bashekimken Serap adinda genc bir hanim hastam vardi.
Bu hastam gögüs kanserine yakalanmis ve tedavi icin yurt disina gitmek
istemesine ragmen, bazi formaliteler sebebiyle o imkani bulamamisti. Serap'i
özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altina aldim. Ve kisa bir süre sonra da
Allah'in izniyle iyilestigini gördüm. Ancak Serap'in da bütün diger kanserliler
gibi ilk 5 yillik süreyi cok dikkatli gecirmesi gerekiyordu.
Bir is kadini olan Serap, 4 yil kadar sonra 1 ihale icin izmir'e gitmek
istedi. Kis aylarinda oldugumuz icin uçakla gitmesi sartiya kabul ettim.
Maalesef bilet bulamamis ve benden habersiz bindigi otobüsun kaza gecirmesi
üzerine 6 saat kadar mahsur kalmis. Dönüsünden kisa bir süre sonra kanser,
kemik ve akcigerine yayildi. Serap bacak kemiklerindeki metasaz nedeniyle
yürüyemez hale gelirken, hastaligin akcigerdeki tezahuru sebebiyle de devamli
olarak oksijen cihazi kullaniyor ve söyledigi her kelimeden sonra
agzini o cihaza yapistirarak nefes almak zorunda kaliyordu. Evine gittigim
gün, yine güclükle konusarak:
- Doktor bey, dedi. Ben size...darginim.
- "Niçin?"diye sordum.
- "Siz...dindar...bir...insanmissiniz...nicin...bana...da,
Allah'i...ölümü... ahireti... anlatmiyorsunuz?"
Dini inançlarinin çok zayif oldugunu bildigim için bu teklifi karsisinda
oldukça sasirdim. O'nu üzmemeye çalisarak:
- "Doktora ulasmak kolaydir dedim. Parayi bastirdin mi istedigine
tedavi olursun. Ancak iman tedavisi icin gönülden istek duymalisin..."
Konusmaya mecali olmadigindan "ben o istegi duyuyorum" manasinda basini
salladi. Artik ümitsiz bir tibbi tedavinin yanisira, ebedi hayatin ve
saadetin reçetesi olan iman derslerimiz baslamis ve son günlerini yasayan
Serap icin bu dersler "hizlandirilmali ögretime" dönmüstü. Anlattigim iman
hakikatlarini bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.
Vefatina bir hafta kala:
- "Doktor bey, dedi. Ben...ölürken...ne...söyleme-liyim?"
- "Senin durumun cok özel" dedim. Kelime-i Sehadet sana uzun gelir.
O ani farkedince Muhammed (s.a.v) sana yeter."
O, haliyle tebessüm ederek yine basini salladi. Cok istirabi oldugu için
Serap'a sürekli morfin yapiyor ve O'nu uyutmaya calisiyorduk. Ben,
bir is seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüsümde annesi
telefon ederek:
- "Serap, bir haftadir morfin yaptirmiyor." Dedi."Sabahlara kadar
inliyor ve cok istirap çekiyor."
Hemen eve gittim ve igne yaptirmamasinin sebebini sordum. Aldigim cevabi
hala unutamiyor ve hatirladikça ürperiyorum.-"Ya morfinin tesiriyle ölüme
uykuda yakalanir ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?. Iste Serap, böyle
bir hanimdi. Bu arada benden istihareye yatmami ve eger bir kaç gün daha
ömrü varsa , son günü uyanik kalacak sekilde morfin yaptirilmasini rica
etti. Ben hiç adetim olmadigi halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye
yattim ve Serap'in acizligi hürmetine olacak ki Sali gününe kadar yasiyacagina
dair isaret sezdim.
Ertesi gun O'na:
- "Hiç korkma!" dedim. "Igneyi vurdurabilirsin."Ve Serap bir veda niteligi tasiyan
bu görüsmemizde son sorusunu da sordu:
- "Doktor bey...Azrail...bana...nasil...görü...ne-cek?"
- "Kizim," dedim. "O bir melek degil mi? Hic merak etme, sana yakisikli
bir prens gibi gelecektir."Sali günü Serap'in agirlastigi haberini alinca
hemen eve gittim. Ancak vefatina yetisememistim. Ailesi tam manasiyla
perisandi. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanim akrabasi
ayaktaydi ve beni görünce yanima gelerek:
- "Doktor bey, biliyor musunuz , bu evde biraz önce bir mucize yasandi!" dedi ve
devam etti:
- Serap, bir saat kadar once oksijen cihazini atti ve "yataktan kalkmasi imkansiz"
denmesine ragmen kalkarak abdest aldi, iki rekat namaz kildi. Bütün ev halki hayretten
donup kaldik. Ve kelime-i Sehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:
- "Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediginden de güzelmis!!!"
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
4 Ocak 2007       Mesaj #67
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
Yeni Yıla Girmek Kimsesiz

Her yerde yeniyıl süsleri ve herkeste yeni bir yılı karşılama telaşı vardı.Üşüyen elleriyle insanların tıka basa doluştugu bir yerin önüne yaklaştı.Büyük ve ışıltılı yazılarla yazılanı okumak istedi ama okuma yazması yoktu ,okula gitmeyi ne kadar istemişti halbuki.Ve kafenin hemen önüne iliştirdi üşümüş bedenini.
Yanından onu fark etmeden geçen kendi yaşında iki kız çocugunun konuşmasına kulak misafiri oldu birden.
"Ne yapıyorsun yılbaşında?"
"Bizimkilerle eglenmeye gideceğiz sanırım, tabi babamın bana alacagı yeniyıl hediyesini de merak ediyorum.."
.....
Konuşmalarını sürdürerek onun sadece kapısına sıgınabildiği kafeye daldılar hızla.

"Yeniyıl "dedi kendi kendine…Bu sene 9 yaşına girecekti.Ne yeni bir yaşa basmak ne de yeni bir yıla girmek birşey ifade ediyordu yüreğinde.Öyle silik bir anlamdı ki bunlar hatta anlamsızlıktı belki de."İyi de yılbaşında neden eglenilirdi ki "ve "ne yapardı diğerleri "diye geçirdi içinden.

Sokaklarda itilip kakılan çocuklugunun üşüyen ellerini ısıttı nefesiyle.Babasının hediye alacagını sölemişti o kız."Kendi ne isterdi?" diye geçirdi, vücuduna dagılan sogugun daldırdığı ,yüreği kadar küçük düşünde."Babam olsaydı "dedi "sadece babam olsaydı"...Düşünde küçük bir teneke sobada babasına sarılıp ısınırken hayal etti kendini.4-5 yaşlarını anımsadı sırf ısınmak için yaklaştıgı teneke sobada yaktıgı elinin yara izi acıdı,babasının yüzü geldi bir an gözünün önüne.Babasının hayalinde bir kaç dakika geçirebilmişti henüz.

"Hadi kalk buradan !"dedi sonra biri.Gözlerini araladı babasının hayalinde.Kendinden büyük bir bedenin itip kakmasıyla sarsıldı vücudu.Anlamıştı burada oturmasına bile izin yoktu.Kalkıp arkasından bagıran adamın sözlerinden kaçar gibi kalabalıga karıştı.

Yeni bir yer bulup sıgındı tekrar bir köşeye.İçi burulmuştu.
”Ben" dedi."Ben cennete gitmek istiyorum. Orada kuşlar, kelebekler, güzel renkli çiçekler mis gibi kokuyor. Orada elma, portakal, muz, kivi, her türlü meyve yemek istiyorum."Babası hep öyle anlatırdı cenneti çok harika biryer olmadıydı ki bırakıp onları cennete gitmişti."Benim bisikletim olmasını istiyorum. Güzel masallar okumak isterim. Oturup dinlenmek istiyorum. Orada güzelcene yatıp uyumak istiyorum. Kitaplar okumak istiyorum. Okulumu bitirirsem doktor olmak istiyorum. Hastaları iyi yapmak istiyorum"diye geçirdi ardından.Oysa kar yağmaya başlamıştı ve buz tutmuş elleri ve incinmiş ruhu üşüyordu.Kalabalıgın içinde yalnız bir beden olmaktı belki böylesi üşüme nedeni.

Tekrar yarasını öptü babasının anısını öper gibi..

Sonra ablasının satması için eline sıkıştırdıgı kekleri toparladı ve ayaga kalktı."Kek,taze kek?" sesi bile titriyordu artık.Yaşıtı çocukların yaklaştıgını fark etti,başını önüne egdi.Defalarca yaşadıgı utanma duygusu bir kez daha saplanmıştı yüreğine.Bir damla yaş akacak oldu gözlerinden.Sogugun etkisiyle akamadı ,dondu yüreğinin bir yerinde.Tekrar bagırmak istedi ,elindeki kekleri satmadan dönmemek umuduyla; sesi derine kaçtı, sesi sustu bir an.


Bir elindeki keklerine baktı bir kalabalıga.Düşleri kazındı keklerine.Gözleri bugulu, kalabalıgın yeni yıla girme telaşına karıştı ardından.Yeni bir yılın anlamını bilmeden,bilemeden..


kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
6 Ocak 2007       Mesaj #68
kambis - avatarı
Ziyaretçi

MAVİ ÇANTA

Yine çok ağır geçeceğe benzerdi kış. Bembeyaz bir örtü kaplamıştı fındık bahçelerini..

Çocuklar, dondurucu soğuğa aldırmadan şen kahkahalarla karlara bata çıka üç kilometre aşağıdaki köyde bulunan, medeniyet yuvalarına ulaşmaya çalışıyorlardı. Yolun en sevdikleri kısmı 'dik bayır' denilen, değil yürümek, ayakta durmanın bile mümkün olmadığı bölümüydü.. Buraya geldiklerinde başlarına kardan korunmak için, pardösü niyetiyle geçirilen boş gübre çuvallarını bir hamlede altlarına alır, kızak gibi dik bayırın dibine kadar yıldırım hızıyla kayarlardı. Bayırın dibinde de ya birbirlerine çarparak, ya da ormanın bitimindeki duvara toslayarak durabilirlerdi..

O gün yeni bir kız çocuğu katılmıştı aralarına. Yaşı ve cüssesi arkadaşlarından çok geride olan bu cılız kız, dönemin ortasında, babasının önerisi ve öğretmenin özel bir sınavıyla başlatılmıştı okula.. Altı yaşına henüz girmişti oysa.. Annesi uzunca bir süre ağlamış ve 'onca yolu nasıl tepecek buncacık boyuyla' diye sızlanmıştı..

Aceleyle okul kıyafetleri hazırlandı. Ablasının küçük gelen eski önlüğü giydirildi Gizeme. Annesinin diktiği bez okul çantası. (Hep siyah olurdu rengi, kire gelsin diye.) Abisinden kalem, ablasından defter..

Bir hafta gidip gelmişti okula öbür çocuklarla birlikte.. Yolda yorulduğu için, çantasını büyük ablaları, abileri taşırdı genelde ve akşam eve vardığında yorgunluktan, akşam yemeğini bile yiyemeden uyuyakalırdı bir köşede..

Yine böyle bir akşam uyumak üzereyken, çarşıdan gelen babası ona meşin bir çanta almıştı. Maviydi rengi. Yeni defterler, kalemler... Hepsini akşamdan çantasına doldurmuş ve başucuna koyarak uyumaya çalışmıştı o gece. Ama geç saatlere kadar uyku girmemişti gözlerine.. Yorgunluktan bitap düştüğünde kabuslarla dalmıştı gecenin karanlığına. Çantasını kaybetmişti. Sabaha kadar onu bulmaya çalışmış ve sonunda kan ter içinde uyanmıştı uykusundan..

Saatler geçmek bilmiyordu sanki. Biran önce okula gitmek istiyordu o gün.. Bütün arkadaşlarının çantasını görmesini istiyordu.. Ablaları geldiğinde başı dik, koyuldu yine karlı yollara ama çantasını kimseye taşıtmak istemiyordu, kimsenin çantasına dokunmasını istemiyordu.. Öylesine ayrıcalıklı hissediyordu ki kendini. İlk kez yeni bir şeyi oluyordu hayatında. İlk kez onun kullanacağı, başkasının eskisi, uymayanı, küçüleni olmayan..


Bütün çocuklar gıptayla bakmıştı çantasına ve içindekilere.. Dünyanın en mutlu çocuğuydu sanki.. Kollarını daha bir açmış, başını daha bir dikleştirmişti ki; çıt diye bir ses geldi kulaklarına. Havadaki eline baktı bir an ve elinden kopup giden çantaya. Öylesine hızlı uçmuştu ki çanta, gözleriyle uzun bir süre takip etmişti onu, fındık tarlalarının arasında karlara gömülene kadar. Ne olduğunu anlamamıştı önce. Donup kalmıştı çantanın düştüğü yerde sanki. Zaman sonra gözleri ellerine kaydı. Çantanın sapı duruyordu parmaklarının arasında ve öylesine sıkmıştı ki bembeyazdı eklem yerleri..

Yanaklarından aşağıya iki damla yaş süzülmüştü Gizemin. Sonra bütün çocuklar aramaya koyuldular çantayı ama tipi şeklinde yağan kar, çok çabuk kapatmıştı çantanın düştüğü yerdeki izi.

Gitmedi o gün okula Gizem. Gidemedi. Geri eve döndü. Hiçbir şey söylemedi annesine. Sadece, çantasının sapını yastığının altına koydu, saatlerce ağladı ve uykuya daldı. O günden sonra kimse okula gönderemedi Gizem'i.

Aylarca sabırla beklemişti.. Karların erimesini. Baharın gelmesini..
Bir sabah erkenden kalkıp çantasını kaybettiği fındık tarlasına koştu. Bir saatlik bir aramadan sonra bulabilmişti onu. Heyecanla eline aldı, açmaya kalktı kapağını, koptu dikişlerinden bir bir ve yerlere saçılan şişmiş defter yaprakları, çürümüş kalemler..

Öylece bıraktı orada onu. Eve döndü. Ayakları ıslanmış, omuzları çökmüştü.. Gözlerindeki ışığın yerinde yılgınlığın, hayal kırıklığının izleri..

O günden sonra.. Hep korktu sevinmekten ve sevmekten Gizem.. Sevindiğinde gelecek hayal kırıklığı beklentisiyle, sevdiğini kaybetme korkusuyla hep nefret etti maviden.

Umudun rengiydi mavi..



Alıntı
ReberamiN - avatarı
ReberamiN
Ziyaretçi
6 Ocak 2007       Mesaj #69
ReberamiN - avatarı
Ziyaretçi
."Mevlana ve bir öğrencisi, dostluğun ve arkadaşlığın konu edildiği bir söyleşiden çıkmışlar, yolda birlikte yürüyorlardı. Biraz ileride yolun
kenarında, iki köpeğin koyun koyuna sokulmuşlar, birlikte uyumakta olduklarını gördüler. Öğrencisi, biraz önceki söyleşinin de etkisi altında
kalarak, bu görüntü karşısında çok duygulandı ve bu duygusunu Mevlana ile paylaşmak istedi:

"Efendim şu manzaraya bakın" dedi. "Ne denli yüce bir ders alınacak dostluk örneği, değil mi?"

Mevlana, öğrencisinin bu heyecanı karşısında hafifçe gülümsedi ve kişisel çıkarların nice dostlukları yakıp kül ettiğini anımsattıktan sonra ona, unutamayacağı bir ders verdi:

"Evlat, sen onların arasına bir kemik atıver de, bak o zaman gör dostluklarını" dedi.

"Bir dostluk, kişisel çıkar karşısında unutulmayacak denli sağlamsa, ancak o
durumda bir değer ifade eder ve ancak o zaman onun adına 'gerçek dostluk' denilir

Bir gün gözlerimi açtığımda sen yoktun. Uyku sersemi olmalıyım ki; döneceğini düşündüm o an. Sonra aklıma geldi beni 24 saat önce terkedişin... Her şeyin bir sebebi vardı da bu ayrılığın bir sebebi yoktu. Sonra evi toplamaya başladım, yani umursamadım gidişini... Senin için kendimi feda etmemi dahi unutmuştum. Vicdanım rahattı, ne dua ediyordum, ne beddua... Yani bunun bir oyun olduğunu düşünerek sıranın sende olduğunu ve dönüşünü bekliyordum. Sıra sendeydi, benim suçum yoktu ve sevgilim sen gelmedin. Sıranı mı unuttun?

İçimden bir şey kopmuştu sen giderken(!)
Ama öyle bir acı vardı ki; o hep benimle... Artık aynaya da bakmıyorum, türkü de dinlemiyorum, alışık değilim bir başıma hüzünlenmeye, ağlamaya bile! Gökyüzünde güneş var bugün, fakat bir benim üstümde kara bulutlar, ağlıyorlar... hep korkmuşumdur ihtiras sahibi olmaktan olandan da yazık sen de çıktın onlardan... Bazen hayata direniyorum. Mesela o gün güneş bir başka doğuyor. Gözlerim ağlamıyor, saçlarımı topluyorum ve gözlerim bir başka gülüyor. Fakat her zaman değil(!) Sonra duyduğum bir türkü yüreğimi ağlatıyor gözlerimi ağlatmasa da...
Ah sevgili!
Gözlerim yorgun, içim ezik...
Her kafadan bir ses çıkıyor. Akşama şunu yapalım, hafta sonu şuraya gidelim. Eskiden bunlar benim her şeyimdi... Oysa şimdi(!) düşünsene bunları bile almışsın elimden

modify inline
Son düzenleyen ReberamiN; 6 Ocak 2007 21:19 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
KaRaYeL61 - avatarı
KaRaYeL61
Ziyaretçi
8 Ocak 2007       Mesaj #70
KaRaYeL61 - avatarı
Ziyaretçi
Aşk Bitmektir

İlkbaharın mutluluk, neşe ve heyecan dolu rüzgârları ile savrulan bir diken vardı ormanın derinliklerinde ki düzlükte. Daha birkaç gün önce hayata merhaba demişti. Ormanın o vahşi duyularına karşı bir tomurcuk, bir tohum ile karşı koymaya gelmişti… Sevilmediğini, sevilemediğini de hissediyordu. Kötüydü sanki. Suç işlemişçesine soğutuluyordu hayattan. Belki de, işlememiş olduğu bir suçun cezasını çekiyordu. Tek suçu diken olmaktı. Ama yine de savaşına yılmadan devam edecek… Büyümeyi… Büyümeyi… Hep büyümeyi arzulayacak… Büyüyecekti…

Sıradan ama güçlü bir sonbahar rüzgârı esiyordu. Bu bahar rüzgârıyla beraber uzak diyarlardan gelen bir tomurcuk düştü dikenin yanına… Diken bunun farkında değil di ama… Ertesi gün yeni bir güne merhaba diyen diken artık yalnız değildi… O tomurcuk filizlenmiş ve dikene yeni bir arkadaş olmuştu… Aynı boya gelmiştiler iki hafta sonra… Belki de o tomurcuğu büyüten dikendi… Belki de sevgiydi, sevilmekti… Dikenin farkında olmadan verdiği aşktı onu büyüten. O da âşıktı zaten. Daha ilk günden beri o küçük filize âşıktı… En şiddetli yağmurlarda onu bir şemsiye gibi korumuş. Güçlü bahar rüzgârlarını engellemişti. Onu yaşatmak için, ormanın vahşiliğinden korumak için her şeyi yapmıştı… Aslında kendisi için yapıyordu… Yine yalnız kalmamak için yapıyordu farkında olmadan… Onu hayata bağlamak için elinden geleni yapıyordu yani… Daha adını bile bilmiyordu oysa… Diken gibi kendisini korumak için dikenleri vardı… Diken olabilir miydi? Neden olmasın ki… Dikenin tüm duaları bunu istiyordu zaten…

Mutluydular, âşıktılar birbirlerine… Hem de sırılsıklam… Umut yaratıyorlardı birbirlerine. Bu kocaman dünyaya küçük de olsa umut bağlıyorlardı… Hayaller kuruyorlardı geleceğe dair… Birbirlerine olan sevgilerini bütün dünyaya bildiriyorlardı… Aşkları dillere destan olmuştu… Tüm orman bu aşkı konuşuyorlardı… Büyümüş… Büyümüş… Büyümüştü… Artık kocaman bir aşk olmuştu…

Her sabah gibi yine sabahı umutla kucaklayan diken şaşkındı… Sevdiğinin bir gül olduğunu anladı… Goncası olmuştu. Gülmüş meğerse… Tüm hayalleri de bir sabah da yıkılıverdi… Tüm sevgisine, tüm aşkına, umutlarına, hayallerine kilit vurdu o sabah… Her şey oraya kadarmış… Gül ve diken… Olmazdı… Onu sevmeye hakkı da yoktu zaten… Güle layık değildi…

Gül olduğunu anlayan sevgili hala mutluydu… Gül olmasının nelere yol açacağının farkında değildi henüz… Seviyordu… Mutluydu… Âşıktı… Onun için daha ötesi yoktu…

Her sabah olduğu gibi yine neşeli bir sohbet başladı aralarında…
--- Günaydın aşkım… Ne güzel bir gün değil mi... bak bir de çiçek açıyorum… Ne güzel dimi…
--- Evet, çok güzelsin… Hatta çok ötesi… Yarın daha da büyük bir çiçek olacaksın… Bir gül açacaksın…
--- Gül mü?
--- Evet gül… Sen bir gülmüşsün meğersem…
--- EE… Ne olmuş?
--- Ben ise bir diken… Artık beni sevmezsin… Sevmede… Sana layık değilim çünkü…
--- Olsun ben yine seni seviyorum… Sana aşığım… Sensin ne yaparım ben…
--- Sen bir gül ben diken… Korkma seni seven çok olur… Benim ise olmaz… İleride bir insan gelecek. Seni görecek. Alıp götürecek… Bense senden önceki gibi yalnız kalacağım…
--- Gitmem… Seni bırakmam… Sensiz yapamam… Bırakamam seni…
--- Neyse boş ver… Zaten artık seni sevmiyorum… Ben gülleri sevmem…
--- Peki, şu ana kadar beni sevmemiştin mi? Şu açtığım gonca mı seni bu hale getirdi?
--- …
Susuyordu diken… Kalbine taş basıp susuyordu… Artık bakmıyordu âşık olduğu güle… Gülse bir an bakması için hep onu izliyor, onun için gözyaşı döküyordu… Oysa diken mutlu görünmek için her şeyi yapıyordu… Geceleri gül gibi sessizce ağlıyordu… Belki de kaderin yaptığına ağlıyordu…

Günler geçti aradan… Diken yine susuyor… Gülse hep ağlıyordu… Sevgili artık kocaman olmuştu, beyaz yapraklarıyla etrafına güzellik saçıyordu… Her büyüyüşü de dikenin acısını büyütüyordu… Peki diken bu acıya asıl katlanacaktı… Bu ikiyüzlülüğünü nasıl affedecekti… Gündüz gülüp, gece ağlamak neyin nesiydi…

Bir gün bir aile pikniğe gelir ormanın içindeki o düzlüğe… ve suskun olan diken konuşmaya karar vermişti…
--- aşkım… Camım… Seni çok seviyorum… Beni affet…
--- !!!
--- bakma öyle işte… İnsanlar geldi… Birazdan alıp götürecekler seni… ama bilmeni istiyorum ki; sana hep aşıktım, seni hep sevmiştim ve hep aşık olacağım, hep seveceğim… Sonsuza dek…
--- ben sensiz yaşayamam ki…
--- yaşaman lazım… Bizim için, aşkımız için, umutlarımız ve en önemlisi benim için yaşaman lazım…

Gül ağlıyordu… Ayrılmanın hüznüyle dolmuştu ve ilk kez birbirlerine dokundular… Doya doya sarıldılar… Kokularını çektiler bedenlerine… Tek şey kalmıştı… Beklemek… Ayrılığı beklemek…
Küçük bir kız geldi yanlarına. Gülün ve dikenin birbirlerine sarılmış olduğunu fark etti. Gülü incitmeden alabilmek için dikeni hiç umursamadan koparttı ve gülü köküyle beraber aldı…
GÜL GİTMİŞTİ… DİKEN ÖLMÜŞTÜ… AŞK BİTMİŞTİ…

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat