Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 31

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 548.271 Cevap: 1.812
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
2 Mart 2007       Mesaj #301
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
SENİNLE BÜTÜN HAYATINI ALDATAN HAYALET


Sponsorlu Bağlantılar
Bir tek seni sevdiğim doğruydu... Ve bu doğru yüzünden hayatım yalana battı... Sen beni dışladığından beri beni sevenlere bir hayalet hediye ettin... Tepeden tırnağa aşka tepeden tırnağa özleme batmış bir hayalet...Bu hayaletin içinde beni değil seni gördüler hep. Çoğu bu hayalete dayanamayıp çekip gitti... Kimisi senin beni beklettiğin kapıda beni bekledi. Seni beklemekten yorulur, onunla birlikte çekip giderim diye buralardan...Ve ben en çok onların sevgisine inandım. En çok onlara derinden üzüldüm. Ve hep merak ettim, karşılıksız ve onca yıl bir hayaleti nasıl böylesine sevebildiler diye... Dünyanın iyi bir yer olduğuna ve yaşamak için çok sebep bulunduğuna bu insanların bir hayalete duydukları o akıl almaz, o sonsuz sevgileri yüzünden bir kez daha inandım... Seni unutmak için başladığı her aşkı yine seninle aldatan bir hayalete...Seninle kendini, bütün hayatını, düşlerini, çocuklarını, yaşadığı bütün acıları aldatan bir hayalete...
Bir tek sana duyduğu sevgisi doğru olan, bu yüzden bütün hayatı büyük bir yalan olan hayalete...



CEZMİ ERSÖZ

Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
3 Mart 2007       Mesaj #302
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Sevgi,hayat ve her şeydi…artık hiçbir şey.

Sponsorlu Bağlantılar
akşam olmuştu;
hiçbir şey
farklı değildi
ne hava
ne su
ne toprak….
alışıldık ve döngüsel olan sonlanmıştı……..
ya da
yeni başlıyordu.

Arabasına bindi;
Kaçıncı kez geçtiğini bilmediği ve hiç de düşünmediği, aynı yollardan, aynı binalardan, aynı yüzlerden geçip; binlerce aynı düşün içinde savrulup, nasıl ve ne zaman olduğunu bilmeden, artık hiçbir şeyin eskiden olduğu gibi var olmadığı evine geldi…
Sessizdi ev..
Çok sessiz…
Aylardan hazirandı ve havalar oldukça geç kararıyordu…
Evin ağır sessizliğinden sıyrılıp, bahçeye yöneldi. Plastik masa sandalyenin kötü ve soğuk görüntüsüne rağmen oturdu…hayatının en büyük coşkularını yaşadığı alandı orası. En çok ateş dikenlerinin ürettiği küçük kan damlacıkları hisettirirdi var olduğunu ve yaşadığı şeyi çok sevdiğini…
Bahçenin hemen önündeki yoldan ara sıra geçen arabalar sessizliği bozuyor ancak hepsi yeni model olduğundan çok da rahatsız etmiyorlardı. ılık sessiz bir rüzgar esiyor, rüzgarın esintisiyle dans eden hanım elleri düşsel kokularını yayıyordu çevreye. O kokuyu çok nadiren duyardı, yıllardır eksik etmediği ve hiç sınır koymadığı içki ve sigara, koku ve tat alma duyusunu iyice köreltmişti. Şimdi de öyle zamanlardan biriydi, kokusunu alıyordu hanım ellerinin; tümünü içine çekti…
Gün ışığı çekilmeye başlamış ve rüzgar hızını artırmıştı. Ağaçlardan, küçük gelişememiş ve güneşe uzak yapraklar düşmeye başlamıştı.. rüzgarın önünden. İçerilerinden gelen bir ürpertiyle titremeye başladı..üşüdüğünü ve hatta donduğunu hissediyor, dişleri birbirlerine vuruyor ancak yerinden kıpırdayamıyordu. Bunu bir kez daha yaşamıştı, bunu aslında o kadar çok yaşamıştı ki..gözleri doldu…içi doldu; bir kez daha denedi ama olmuyordu hiç enerji yoktu bedeninde, bedeni sessizdi ve yanıt vermiyordu ona.
Ne kadar sürdü bilmiyordu, sessizliği önce bir şimşek ve hemen ardından gelen bir gök gürültüsü bozdu..yağmur atıştırmaya başlamıştı…
Bir kez daha denedi… sendeleyerek ayağa kalktı ve kapının pervazına tutunarak kendini içeri attı.hemen kilitledi kapıyı……..
Henüz toparlayamamıştı ve şimdide evin ağır havası tüm sessiz karanlığını yanına alıp üzerine çökmüştü..tamamı, siyaha yakın bir griye dönmüş eşyalardan, hiç biri seçilmiyordu….
Lambaları yakmak için el yordamıyla anahtarı bulduğunda, elektriklerin kesik olduğunu anladı. merdivenlere yönelip zar zor yukarı çıktı ve o kocaman kalın mumlardan birini yakmak için çakmağını aradı bir süre…çakmağı dışarıda unutmuştu.. şimdi zamanı beş dakika kadar geri alma zamanıydı; denedi…olmadı. Tekrar denedi, yine olmadı. bunu çocukluğundan beri yapardı ve hiç becerememişti ama inatla ne zaman gereksinim duysa, hala denemeye devam ediyordu…bundan çok farklı bir keyif alıyordu; tıpkı sabahlara kadar ufoları beklediği gibi.
Yemek masasının ve müzik setinin yanından geçip merdivenlere ulaştı aşağı inip kapıyı güçlükle açıp, çakmağı masadan aldı ve kapıyı kilitleyip, yeniden yukarı çıktı. Gözleri karanlığa alışmaya başlamıştı, mumu eline alıp yaktı, evi yavaş yavaş buğulu bir aydınlık sarmaya başladı…eşyalar sanki sisler arasındaymış gibi kısa bir sürede ama sırayla belirmeye başladı;
Az önce aşağı inerken, yemek masasının ne kadar uzun süredir açılmadığını ve müzik setinin sessizliğinin ne kadardır sürdüğünü, düşündüğünü anımsadı ve inanamadı; bunu sonradan anımsadığına…
Parkeler, uzun süredir hiçbir bakım yapılmadığından gıcırdamaya başlamıştı…alarm görevi üstlenmişcesine ses çıkartıyorlardı..salondaki koltuğa ilişti, televizyonu açıp sessizliği bozmak istiyordu, kumandayı ararken…. elektrikleri anımsadı, kesikti ve aslında bundan, televizyondan ne kadar nefret ettiğini de düşünerek vazgeçti….
Karanlık yırtılmıştı belki ama sessizlik sürüyordu, ara ara bir yerlerden giren rüzgarla mum alevi dalgalanıyor ve bu odanın da dalgalanmasına neden oluyordu….
Rüzgar sessizliğini bozmuştu…
Şimşekler ve gök gürültüsü aralıksız sürüyordu…..
Oturduğu yerden kalkıp pencereye yöneldi, perdeyi hafifçe araladı, yağmur sağanağa dönmüştü…
Perdeyi aralık bırakıp aynı koltuğa döndü ve ayaklarını sehpaya uzatıp…derince içini çekti..
Tam dalıyordu ki, çok şiddetli bir şimşek önce perdenin sonra gözlerinin aralığından içeri girdi..şimşeğin anlık aydınlatmasında gözü duvardaki tabloya ilişti…ve onun yapıldığı güne gitti;
O ilkbahardan başlayarak bahçedeki güller özenle toplanıp kurutulup, yaprakları tabaklara konmuştu ve o kadar çok gül tabağı oluşmuştu ki evde…
Yoğun coşkulu bir günde, aklına bir şey geldi, hemen duvardaki animasyon tablolardan birini indirdi ve içini boşalttı..gül tabaklarını birer birer, ters çevirdiği çerçevenin içine boşalttı..çok kırılgan olduklarından onları dikkatlice tüm cam yüzeye dağıttı, her renk gülün kurumuşu vardı ve sonbahardı hemen bahçeye çıktı yeşil yaprakların kurumuşlarından topladı biraz; onları da aralara dikkatlice yerleştirdi…özenle arkasını kapatıp sıkıştırdı…ters çevirip baktığında ortaya muhteşem bir tablo çıkmıştı….muhteşem ve karmaşık….her yaprağın her gülün yeri rastlansaldı ve rastlansal olanın en güzel olduğunu tanımlıyordu her noktası…
Çok sonraları öğrendi; güllerden biri yabancı bir bahçedenmiş…………………
Yüzünde karmakarışık bir tebessüm belirdi…çizgilerin arasından yer açarak….

Bağırsaklarında bir sıkıntıyla irkildi….
Aceleyle yukarıya çıkmaya başladı, beyninin bir bölümü hala evde, evdeki çizgilerdeydi;
Deniz kabukları tabağını sarstı önce,neredeyse dökülüyordu her birinin ayrı bir öyküsü olan kabuklar ve yengeç ayakları…neyse ki saçılmadı öyküler….içinden çıkmazdı yoksa bir bir toplarken onları…ütü odasında çamaşırlar birikmişti, posterler tozlanmıştı kızının odasında ve darmadağındı yatak odası….
O küçük basamakta hep takılırdı bu kez karanlığa rağmen takılmadı…
Zor attı kendini klozete; oturduğunda hayat ve her şey bu dedi kendi kendine….
Rüzgarın sesi banyoda çok daha fazla duyuluyordu…ve çok ürkütücüydü..çarpan kapılar pencereler yoktu ama, rüzgar o korku filmlerinin, o alışıldık öfkeli sesleri ile aynıydı…
Sıyrılmak istiyordu tüm düşüncelerden; banyodayken okuduğu kitaba uzandı…lavabonun hemen yanında; etejerin, havlu dolabıyla birleştiği yerde diş fırça ve macunlarıyla birlikte dururdu..bitiremediği kitaplarda biriydi irvin yalom’un “her gün biraz daha yakın”ı….
Ayracın bulunduğu yerden açtı kitabı, okumaya başladı…bir gök gürültüsüyle irkildiğinde sayfalarca ilerlemişti ama hiçbir şey anımsamıyordu kitaptan, hiçbir iz kalmamıştı ve yine tamamen kopmuştu kitaptan Ayracı başladığı yere koydu yeniden…
Kitabı kapattı
Ve
Aldığı yere koydu…..
Bunu sevmiyordu, hem de hiç…böyle durumlarda hemen, kitap okuyorum sandığı anlardaki gidişleri kaplıyordu tüm beynini, hepsi bir anda aktif oluyor ve onu dağıtıyordu…
Sıraya geçiyordu yenilgiler acımaksızın…
Gene öyle olmuştu…….
Çok yakın ve çok sıcak olanın , aslında ne kadar uzak ve soğuk olduğunu öğrendiğinde, yine bir hazirandı..ve mavi ışık yansıdığında yüzünde; öleceğini sanmıştı..titreme ve ürperti nöbetlerinden birine girmiş ve bunu durduramıyordu.. şimdi gene aynı anı, aynı yoğunlukta yaşamaya başlamıştı….ilerleyen zamanlarda, keşke o anda, orada ölseydim diye düşündü…
Ve
her yenilgi diğerini tetikleyerek, sonsuz uçurumun düşüşü başlıyordu..durmaksızın bir düşüş…işte yine başı dönmeye midesi bulanmaya başlamıştı…
O gün hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığını anlamıştı…el kol hareketleriyle
dağıtmaya çalıştı düşünleri, dişlerini sıktı,etejerden güç alıp kalkmaya çalıştı….düşünmek istemiyordu….
Ayağa kalmayı başardığında yağmur sağanağa dönmüş, gök gürültüleri ve şimşeklerin anlık aydınlatmaları yoktu artık…pencere aralığından esen rüzgar ve inatla dağılmayan düşünle birleşip tüylerini diken diken etmişti….
Dönüp klozete baktı,temizlik gerektiren bir durum yoktu..sifonu çekmeyi de…
Banyonun penceresini kapatırken, aynada yansısını gördü ve çıplak olduğunu fark etti, ne kadar çok kilo almıştı…
Birden irkildi; çıplaksa klozetten kalkarken yukarı çektiği neydi…kafası karıştı…yani daha da karıştı…tekrar aynaya baktı çıplaktı…
Sevgi, hayat ve her şeydi….
Artık hiçbir şey…
Bip sesini duyduğunda, kafasını kaldırdı çalışma masasından, kendisini inanılmaz yorgun hissediyordu… elektrik gelmiş ortalık aydınlanmıştı…gözleri yanıyordu ve muhtemelen kan çanağıydı.. ekran da aydınlanmıştı;

“bir adet okunmamış
mesajınız var!….. “
gülümsüyordu….

Kapı çaldı…………

14/05/2005 ege altun
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Mart 2007       Mesaj #303
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ömrün Son Nefesi


Bir gün tamamen susacak bu dil,belki yetecek belki de yetersiz kalacak son bir cümle söyleyebilmek için.

En yalansız,en temiz,en korkulu ve en önemli o son cümleler.
O zaman görecek beden asıl yalnızlığın başlangıcını,o zaman yaşayacak.
Ne bir yardım bulabilecek ne de bir şifa.
Hissedecek o garip soğukluğu bütün benliğiyle.
Hiç yaşamadığı bir anı yaşayacak belki de
İlk ve son olananı.
Konuşmak bile zor gelecek.
Oysa o kadar çok şey vardır ki söylenmek istenen veda ederken hayata ve insanlara.
Bir özür,bir helâllik ya da bir sevgi sözcüğü.
Yani söylemeye geç kaldıkları,erteledikleri.
Onları söyleyebilse gönlü huzurlu gidicek artık.
Söylemediğinde ise bir garip hüzün olacak yüzünde.
Zaman ne kadar da az, hayat ne kadar da kısaymış.
Bir ömre sığmayanlar nasıl olacak da bir saate ya da bir dakikaya sığacaklar?
Ama çare yok artık,kaçış yok ve geri dönüş de o çok istenilen.
Ölümün soğuk yüzü belirince,birçok şey için geç kalınmış olacak.
Pişmanlıklar rahat bırakmayacak.
Ölmek ne kadar da zor olacak affını alamadan o çok kırdığın insandan.
Ve o son cümle ki ne kadar önemli ebediyet için,gönülden söylenecek o mübarek sözler.
Ve sonrası...
Ya sonsuz bir huzur ya da bitmez bir acı.
Bilinmez ki ne olacağı.
İşte insan o zaman görecek asıl yalnızlığı.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Mart 2007       Mesaj #304
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DOLUNAY
Çoook çok eskiden, yeşil bir vadinin içinde
bir Irmak kıyısında kurulu bir köy varmış,
taa dünyanın öbür ucunda.
Çok eski dedik ya,
o zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermiş,
yağmur yağmadıkça;
geceleri hep yıldızlı olurmuş, bulutlar olmadıkça.
Köy sakinleri tarımla uğraşırlarmış,
hayvanlar avlarlarmış, uçsuz, bucaksız arazilerinden,
sularını, kaynağı çok uzakta olan köylerinin içinden geçen,
ırmaktan alırlarmış.
Köyde herkes birbirini sever,sayarmış.
Köyde bir tek kişinin kalbinde, öyle büyük bir sevgi
varmış ki, bütün köyünküne bedelmiş;
Dolun'un İntera'ya olan aşkıymış bu.
Kız, Dolun'u bilirmiş de tanımazmış yakından.
Dolun dayanamamış; bir gün gitmiş kızın yanına,
sormuş İntera'ya onunla evlenip evlenmeyeceğini.
İntera demiş ki, Dolun'a: "Evlenirim evlenmeye ama
benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden
aynı şeyi ister benim babam. Ancak babamın
bu isteğini yerine getiren benimle evlenir.
"Dolun şaşırmış. "Sensin benim kalbimin sahibi"
diyerek başlamış sözüne "Senin dileğin benim için bir
emirdir, söyle isteğini hemen yapayım" demiş aşkına.
İntera demiş ki; "Bir çiçek vardır;
yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan,
onu ister babam, benle evlenmek isteyenden".
Dolun, "Bekle beni" demiş İntera'ya,"hemen
gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri?
"İntera parmağıyla göstermiş akan ırmağı;
"işte bu ırmağın kaynağındadır der babam,
kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için
ama bir giden bir daha gelmedi şimdiye dek çünkü
oralar büyülüymüş derler, giden geri gelmezmiş
çünkü, buralardan çok daha güzelmiş oralar.
Dolun; "Senden daha güzel ne olabilir ki,
bu dünyada" demiş İntera'ya "Döneceğim, o çiçekle,
döneceğim çünkü seviyorum seni, çünkü sensiz
anlamı olmaz benim için o güzelliğin".
Dolun çıkmış yola sonra.
Kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep
ne kadar sevdiğini düşünmüş İntera'yı yol boyunca.
Aklındaki İntera'ymış, tek amacı ise; o çiçek.
Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden,
yüzünü yıkamış ırmaktan,
anlamış çok yaklaştığını kaynağına
ırmağın suyunun serinliğinden.
Devam etmiş yoluna sonra. Biraz sonra varmış
kaynağa, bütün yeşilliklerle çevrili bir göl varmış
kaynakta, gölün ortasında bir adacık,
adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş.
Anlamış İntera'nın anlattığı çiçek olduğunu, güzelliğinden.
Yüzmeye başlamış adaya doğru hemen.
Adaya çıkınca karşısında bir adam belirmiş Dolun'un.
Adam Dolun'a; "Her gülün bir dikeni, koruyucusu
olduğu gibi, bende bu çiçeğin koruyucusuyum, eğer
almaya geldiysen; ben Salut, izin vermem buna" demiş.
Dolun şaşkın ve de kararlı bir tonla
"Ben o çiçeği alacağım sonra aşkıma kavuşacağım"
demiş. "Hiç bir şey beni kararımdan çeviremez".
"O zaman beni biraz dinleyeceksin" demiş Salut...
"Sana neden koparmaman gerektiğini anlatacağım,
eğer halâ ikna olmazsan o zaman izin veririm
almana". Dolun ikna olmuş ve çökmüş
yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye...
"Eğer bir şeyi çok fazla istersen
ve engelin yoksa önünde; onu alırsın.
Hayat da böyledir, insan engelleri aşarsa
yaşamına devam edebilir. Bu çiçek de
sadece yaşam için bir şeyler yapacaksan
engelleri kaldırır önünden çünkü, onun da bir görevi
var. Bu çiçek, sadece 28 gecede bir açar
yapraklarını ve döker parlayan tohumlarını göle,
bu sayede buradaki sular yükselir ve
ırmaktan taşar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde
yaşar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar."
demiş Salut. Dolun başlamış düşünmeye,
eğer çiçeği koparırsa kavuşacaktır sevdiğine
ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında.
Sonunda çiçeğin başına çöker kalır Dolun.
Gümüş yapraklarında kendini görür Dolun, çiçeğin.
Yanında İntera vardır ama niye mutsuzdur ikiside.
Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun.
Zaman geçtikçe Dolun'un düşünceleri
yoğunlaşır kafasında.
Mutsuzluğunu düşünür,
çiçeksiz, İntera'sız bir yaşam düşünür.
Koparamaz çiçeği günlerce Dolun,
artık yaşamaktan zevk almaz şekilde sadece
aşkını düşünerek beklemeye başlar olacakları.
Bir gece çiçek tohumlarını bırakırken göle
bir tomurcuk da Dolun'un
sertleşmiş kalbinin üstüne düşmüş,
aniden Dolun kalbindeki aşkının
büyüklüğü kadar kocaman bir taşa dönmüş,
taş o kadar büyükmüş ki, dünyaya sığmamış,
gökyüzüne yükselmiş ve Dünya ile dönmeye başlamış.
Böylece Ay olmuş Dolun'un kalbi Dünya'ya.
O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermiş
Dolun kalbinin tüm yüzünü,
aşkının bütün parıltısını diğerlerine;
sadece o gecelerde aydınlatmış Dünya'yı
aynı çiçek gibi...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
4 Mart 2007       Mesaj #305
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Hep ertelenen bir an, hiç yaşanmamaya mahkumdur. Düşlerin bekleyişini yalnızca bir hüsran karşılayacaktır. Mevsimleri sayarsak, ömür baharsız tükenir gider. Sevdiğinizi bulmak ya da bulduğumuzu sevmek tercihi en zor olan iki seçenektir bu sınavda... Boşuna akan ırmaklar mı var yüreğimizde, sebepsiz mi coşkun bir denizde maviye hasretliğimiz? Ufukta görünen o ki, mutluluk tek kişiliktir aslında. Karşımızdakinin çabasına ihtiyacı yoktur mutluluğun. Aşkın da sevdiğin kadar büyüktür. Sevdiğin sürece
meydan okur dünyaya. Hasretle beklenen gelmez hiçbir zaman, o hasreti yalnız tüketirsin. Karşılık bulmuyorsa sevda, umut değil, kendini hükümdar sanan köleler üretir, dönemezsin. Ama boşa geçmemiştir dolan vakit. Heba olan şiirlerin de değildir. Türkülerin diliyle yas tuttuğun geceler, sırdaşlığını hiç terk etmez. Kıymetini bilmediğin kır çiçekleri yeniden açar, o gül solarken. Ayrılanlar yıllar geçse de üstünden, hep aynı acıyı çeker. Ama yollar hiç bitmez. Sonuna geldiğin, zannettiğin yerler birer duraktır aslında. Ve sen yolculuğunu gönüllü olarak bitirmişsindir o durakta. Güneş hep geç kalırmış gibi gelir, sen bir havada mevsimlecaktır belki. Hep bir umutla beklenirken sevda habercisi, yüreğini teselli etmek de sana düşer. Her şeye rağmen ürkütmesin seni bu sevdanın ateşi. Her yangın önce başladığı yeri yakar. Sana küçük kendime büyük gelen yüreğimde, yıllar geçse de senin adın yazar. Ve bil ki sevdiğim, uslanmaz ruhum yaşadıkça seni sever, seni sevdikçe yaşar...

deli şair
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Mart 2007       Mesaj #306
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
gitme zamanı


bütün sözcüklerin tükenip ,ellerimle yaptıklarımın bana geri dönmesini beklediğim çıkmaz sokaklarda ,korkuyla ...dağlar serildi önüme...

nice ferhad bilirim yürekleri dağlardan büyük,sözleri hiç...

kırıldım...parçalandı aklımın bir köşesi ,faylara ayrıldı yüreğim katman katman...

yoktun...yokluğuna bahane çoktun...

...kırıldım...çünkü sen varlığımdaki yokluktun.

şimdi git...


ne kadar yarım kalacaksam gittiğinde bir o kadar da kendimi tamamlamak için uğraştığım zamanları çıkaracağım ...geriye yokluk mu kalacak sen gidince...

tamam sen git..


varmış gibi yaptığım bir kuraldı bu yada oynamak zorunda olduğum bir oyun.

ama bana bu kuralların canımı acıtacağını söylemediler,gördüğüm palyaçoların aslında birer hüzün tablosu olduğunu resmetmediler...

anlıyorum gitmelisin...ama ya anlayamadıklarım...
...........

ya da yaralanmaları ben istemiştim .bıçak darbeleri belki kanıtı olacaktı bendeki kanamana.kanımda aktığına...

ya da ruhumdaki çözülmelere karşı siper almamayı ben istemiştim...ne kadar çok çözülürsem o kadar çok sevebileceğime inanıyordum belki..

belki sana değil ama ben sende ki bana hayrandım.yüzümü görüyordum ne kadar çok verebildiğimi aşka ...ama hep sen sanarak...baktım ki sen sandığım yokluktu aslında....

acımtırak bir tad kalıyor geride bana...

-sen şimdi git-


......................


gitmek istediğini söylemiştin elbet.ama ben her bahar açan çiçekler gibi,yeşeren ağaçlar gibi sandım.sen ne çiçek ne ağaçtın biliyorum ama ben limon çiçeği kokunu sevmiştim.
gideceğini aylardır hatta yüzyıldır biliyordum.seni ilk gördüğümden beri biliyordum.gitmeliydin bunu da biliyorum.
kendilerine kalan anıların güzel oluşundan belki insanlar hep anıların unutulmamasını ister,kendisinin de unutulmamasını.ama en çok azap veren bu anılar değil midir.
tüm ayrıntılarıyla silinmesini istiyorum en ince noktasına kadar senli geçen dakikaların ve hiç yaşamamış olmayı istiyorum...acım hafifleyecek gibi geliyor ..ve beni unut istiyorum .evet artık öyle istiyorum.


....


anılardan çıkarılmış bir hayatı tuttum elimde...anlamsızdı.seni hayatımın anlamı olarak yerleştirmişti kader.anıların tozu kalıyor ellerimde nefesimde hayalin...varsın seninle acısın yüreğim,sensizliğin anlamsızlığına dayanmak daha zor.

şimdi git...



............



öyle çok yamaladım ki kalbimi sevdalara...
acıyı öyle çok duyumsadım ki...




yüreğimdeki dikişleri aldırdım

sen artık git...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Mart 2007       Mesaj #307
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Güneş battiktan sonra büyücü, kentin dişinda dolaşmaya cikmiş, issiz yollarda dolaşirken bir aglama sesi duymuş. Cevresine bakinmiş ama kimseyi görememiş. Aglama sesi biraz daha yükselince, "Kim var orada?!" diye bagirmiş. Sesin sahilden geldigini anlayinca deniz kiyisina inmiş, orada yildizlarin solgun işigi altinda yatan olaganüstü güzellikte denizkizi bulmus. Denizkizi, ‚Sen o sari sokakta oturan büyücü degilmisin?!’ deyince, „Evet, o benim” demiş, “Birşey mi istiyorsun?!”. Bunun üzerine denizkizi, sevdigi gence kavusabilmesi icin bir ‘aşk iksiri’ hazirlasin diye yalvarmiş büyücüye. ‘Sana bir inci kolye veririm eger bu iksiri hazirlarsan’ demiş, ‘O kadar uzun kolye olur ki, sekiz defa boynuna dolayabilirsin’. Büyücü teklifi kabul etmiş. Koşarak evine gitmiş, hemen iksiri hazirlamiş, onu kücük şişeye koymuş. Gece yarisi sahile dönüp orada kendisini bekleyen denizkizina iksiri vermiş. Denizkizi ‘Yarin gece buraya gel ödülünü almaya’ demiş. Ertesi gece ayni yere gitmiş büyücü. Oturup beklemeye baslamiş. Biraz sonra denizkizi gülerek gelmiş, agir bir inci kolyeyi büyücünün önüne birakmiş. Denizkizinin kollarinda, saclari dalgalarin etkisiyle suda yüzen cok yakişikli bir ölü denizci varmiş, denizkizi denizcinin cesedini gögsüne bastirip bir cocuk gibi salliyormuş. Büyücü kendini lanetleyerek aglarken denizkizi, sevdigi denizciyle birlikte dalgalarin arasinda kaybolmuş.

Bu ünlü alman yazari Hermann Hesse’nin cok bilinen ‘Cüce’ (Der Zwerg) HiKaYe’sinde anlatilan masallardan biri. Beni HiKaYe’nin kendisinden daha cok etkileyen bir masal. Neden bircok edebiyat parcasinda aşk gibi neredeyse sihirli bir anlam kazanmis bir duygu anlatirlirken, o duygunun cekiciligine ilk bakişta hic de uygun düsmeyen böyle şaşirtici davranişlardan söz edilir?! Niye Oskar Wilde, ‘Insan sevdigini öldürür’ der?! . .. Iki ünlü yazarin ‘aşk’la baslayan anlatimi da bir yokoluşla tamamlanniyor. Ama insan her zaman sevdigini yok etmiyor, bazen de sevdigi icin kendini yok ediyor. Bunu anlatan HiKaYe’ler de var.

.. Aşk, icinde Zümrüdüanka kuşlarinin, tuba agaclarinin, define adalarinin, bildiran zehirlerinin, baharat gemilerinin, parlak renkli mücverlerin, sarhoş edici meyvelerin, öfkeli volkanlarin, altin renkli köpüklerinde tanrilarin yikandigi denizlerin bulundugu esrarli, bilinmezliklerde dolu, cekici ve ürkütücü bir alem. Orada oldugunu biliyoruz ama ne oldugunu bilmiyoruz. Istedigimiz ve istemedigimiz hersey var orada. .
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Mart 2007       Mesaj #308
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk sanayii


Aşk diye tanımlanan cemre insanın yüreğine düşmeye görsün bir kere. Hemen
her gün içinden biraz daha çıkılmaz hale gelen hayat karmaşasının
merkezinden soyutlayıverir düşüncelerimizi. Heyecan ile yare doğru savrulup
giden düşüncelerimiz her bünyenin kuvvetine göre etkisi değişen efsunlarla
peşinde emellerimizide sürükleyip gider. Zaten aşk haddi zatında düşünceleri
ve istekleri şekillendiren bir şeydir. Böyle olmayan şeylere aşk yaftasını
vurmak hatasını yapanların çektiği acı ne beter bir acıdır. Bir bataklık
gibi içine çekip durur insanı, ne kadar çok çırpınırsa o kadar çok batırır.
Bu gün itibariyle dünya coğrafyasında bulunan devletlerin varlığının
garantisi nasıl ordularıysa insanların varlığının garantisi ise aşktır. Bir
devlet düşünün ki kıtalar arası balistik füzelerinin ucuna bağlı düştüğü
yeri tar-u mar edecek güçte atom bombalarına sahip. Varlığını tehdit eden
bir kuvvetin yer yüzünde hışmından saklanabileceği bir mevki-i yok. Bu
devlete saldırmaya kafa tutmaya kimin kuvveti yetebilir? Aynı silahlara
sahip olan ve bu silahlardan korunma mekanizması bulunan bir gücün elbette.
Bu boyuttan bakınca saklanamaz bir gerçek sergilenir önümüzde. İster inanın
ister inanmayın aşk insanların silahıdır. Varlığının devamını sürdürmek
isteyen her insan aşk ile silahlanır. Bireylerin aşk için bütçelerinden
çıkardıkları ödenek nisbetinde devamlarının garantisi kuvvetlenir. Aşka en
büyük yatırımı yapan insanlar en güçlü insanlardır. Nasıl elden düşme eski
silahlar ile vatanı müdafa yada vatanı inşa etmek zor ise aşkı müdafa veya
inşa etmekte böyledir. Başkalarının şiirlerinin vecizelerinin barutu
cephaneliği boş olanlar için sadece bir atımlıktır. Yan sanayinin yaptığı
taklit malların aslının kalitesini tutmadığını hepimiz biliriz. Bunun
içindir ki varlığının aşktan geldiğini devamının da aşktan geçtiğini
kavrayan kişiler üretim sektörüne atılırlar.
Bu zatların her birinin gönül coğrafyasında üretim işiyle meşgul
organize sanayi bölgesi bulunur. Organize sanayilerinin her yerine
serpiştirilmiş şantiyelerinde en özgün ve en kaliteli mamülleri üretirler.
Bu mamülleri gerektiği yerde gerektiği kadar kullanırlar. Sevgiliye ihraç
edilmiş hiç bir mamül iade olunmaz zira bunların hepsi aslına uygun olarak
bünyeye göre özel dizayn edilmiş ve kaliteli malzemenin kaliteli işçilikle
işlenmesiyle üretilmiş ürünlerdir. Bu organize sanayilerin üretim
faaliyetlerinde bulunan şantiyelerinin içinde en büyüğü sevgi şantiyesidir.
Burada ahenk ile yürütülen yirmi dört saat kesintisiz bir çalışma vardır.
Şantiyenin tüm giderleri başkanlık tarafından karşılanır. Üretilen mamüller
her türlü vergiden muaf olduğu gibi giriş çıkışlarda gümrüklenmezler.
Şantiyenin ihtiyacı olan su ve enerji hiç kesilmez bedelsizce verilir.
Ürettikleri taze ve kaliteli sevgi ile aşklarını en sağlam zemine oturtur bu
akıllı insanlar. Aşklara kesintisiz sevgi takviyesi yapmak hasta olmadan
evvel aşı olmaya benzer. Hasta olduktan sonra aşı olmak neye fayda eder?
Saygı şantiyesi bu organize sanayilerin ikinci büyük temel taşıdır.
Burada da sevgilinin şartlarına özel olarak bir çok değişik kalemde saygı
üretilir. Üretilen saygının hammaddesi bizzat hoşgörü ve saygının
kendisidir. Hammadde olarak kendisine verilen hoşgörü ve saygıyı şartlara
uygun olarak işleyip sevgiliye özel hale getirir ve ulaştırırlar. En iyi
şartlarda üretilmiş aygıyla aşklarını besleyip her zaman canlı tutar bu zeki
insanlar. Şantiyenin üretimi o denli yoğundur ki imalat fazlası ürünleri
sırasıyla anna, baba, kardeş, akraba ve çevrelerindeki insanlar ile
paylaşırlar. Aynen sevgi gibi saygıda paylaşıldıkça azalacağına çoğalır.
Aşkı beslemek için durmaksızın çalışan bu organize sanayinin diğer
önemli şantiyesi ise sadakat şantiyesidir. Aşkı bir binaya benzetecek
olursak o binanın temeli sevgi binayı ayakta tutan kolon ve sütunları
saygıysa temeli ve sütunları sarıp kapatarak içeriyi her türlü yıpratıcı dış
etkenden koruyan duvarları sadakattir. Buna çarpıcı düzinelerce misal
verebilirim. Mesela aşkın kendisini hissettirdiği yeri beynimiz sevgiyi
algıladığı yeri gözlerimiz saygıyı yakaladığı yeri bakışlarımız olarak
düşünürsek sadakatin olduğu yer olsa olsa göz kapaklarımızdır. Aşkı
çevreleyen ve koruyan sadakati üretmek için sistemli bir devamlılıkla
çalıştırırlar şantiyelerini bu mantıklı insanlar.
Bilinçli insanların gönül coğrafyasındaki bu organize sanayilerin üç
ana işletmesi olan sevgi, saygı ve sadakat şantiyelerine her türlü ikmal ve
yedek parça üretiminde bulunan küçük çapta bağımsız atölyelerde bulunur. Bu
atölyelerin tezgahlarında mahir ustalar tarafından titizlikle samimiyet,
güven, dürüstlük ve fedakarlık üretilir. Ürünlerinden hangi şantiye ne kadar
sipariş verirse o kadar imal edip hemen sevkeder bu atölyeler. Tüm şantiye
ve onların ihtiyaçlarını gideren atölyeleriyle nizami çalışan bu organize
sanayilerin sahipleri ürtettikleri mamülleriyle aşklarına sahip olur, mamur
eder, geliştirir ve güzelleştiriler. Bu şekilde varlıklarını teminat altına
alıp sağlamlaştırırlar.
Madalyonun diğer yüzünde ise varlığının aşktan geldiğini ve devamının
yine aşktan geçtiğini kavrayamamış bedbaht zatlar vardır. Bu zatlar
zamanında aşka sahip olsalar bile kaybetmiştir tıpkı tarih sahnesinde
binlerce yıldan beri kurulupta yokolmuş imparatorluklar ve devletler gibi.
Çünkü onların gönül coğrafyalarında teşkil ettikleri sanayi organize
değildir. Buradaki şantiyelerin hiçbirine teşvik vermemişlerdir. Bunun
sonucunda aşk yerine yegane kazanımları yalnızlık olur. Onalrın şantiye ve
atölyeleri yalnızlıklarına hizmet ederler. Hiç durtmadan dert, gam, keder,
tasa, üzüntü ve acı üreterek yalnızlığı beslerler. Onlar aşk silahıyla
silahlanmayıp her türlü saldırıya karşı savunmasız kalmışlardır. Vadeleri
dolupta ecelleriyle ölseler bile kıymet ifade edecek bir şeyleri hiç olmaz.
Çoğu zaten çok uzun süre ayakta kalamaz. Maneviyatı çökmüş, ekonomisi
bitmiş, ordusu zayıf devletler gibi sonları pisi pisine bir ölüm olur.
Yapayalnız tarihin sahnesinden silinir giderler.
Hepimizin bildiği gibi hiçbir olgunlaşmış meyve insanın ağzına düşmez.
Eğer meyve yemek istiyorsak biraz dahi olsa zahmet edip çaba göstererek
uzanmalı ve dalından koparmalıyız. Dünyada imkansız olan şey emek vermeden
sahip olmaktır. Hiç bir saadet emek vermeden bulunmaz. Fedakarlık yapmadıkça
aşık olmuş olunmaz. Hepinize tüm samimiyet ve ciddiyetimle aşık olmayı ve
aşka sahip çıkmayı öneriyorum. Çünkü gerçek manada aşık olmak geçmişine ve
geleceğine sahip çıkmaktır.
HayLaZ61 - avatarı
HayLaZ61
VIP BuGS_BuNNY
5 Mart 2007       Mesaj #309
HayLaZ61 - avatarı
VIP BuGS_BuNNY
HİKAYE / ÖYKÜ DETAY SAYFASI bana koşan ben


Bana Koşan Ben…….

Tanrı tanımazda binilen her tren yalnızlığa götürür, düşleri bozuk avuntuları. Makinistin solgun bakışlarını görüyorum, sonrasına kendisi bile aldırmıyor; Bir peron birde basamakları kırık merdiven arkasında kalıyor tren denilen hüzünlü yalnızlığın. Parmakları arasında saatlerce hiç durmadan sallanan sarı kehribar tespihin miskin sahibi… Makinist.

Nereye gideceğini bilmeden, öğrenme belasına baktığı demir rayların kıvrımı. Makinistin kavgalı olduğu banliyö treninin
numarasını hiç öğrenemediğim koltuğuna oturdum. Karşımda bir zamanlar otogarda gördüğüm iki genç sevgili, şimdi ise evli. Adam delice bakıyordu genç kızın yoğun sisli gözlerine, artık sevişme meşru bir eylemdi onlara ve bir kapalı alana yetişebilme telaşında değildiler. Eczanenin önündeki sabırsızlık ve tedirginlik dolu bakışlar yoktu merasimlerinde. Bir hesaplaşmaya tahrik edilmiş bakışlara hapis olmuştu genç adam. Hüznün kurumuş sedalı bahçelerine dalmıştı kadın. Kondüktörün sesi, tek başına
olduğu adanın sıcak melteminden alıp, banliyö trenine getirmişti. Sessizliğimde onlara yönelen seslerin irkintisiyle beliriyordum.

Gözlerim iki koltuk sonraki çocuklara takıldı. Anımsıyor, bir yerlerden tanıyordum. Birbirleriyle sıcak şakalarla
sürdürüyorlardı gizemlerini… Ha evet tanıdım. Gözleri maviye çalan çocuk bunalımın arifesinde intihar eden arkadaşıma benziyor. Duygularım cadı kazanında kaynayan iksirdi. Çocuk bana bakıyordu. Göz gözeydik. Konuşmuyorduk. Gözlerimiz bizi bir panayıra götürmüştü. Mutluydu çocuk Gözleriyle sol tarafında duran sarı saçlı çocuğu gösterdi… Bir an yüreğimin
atışı durdu. İnanamıyordum. Gözlerim yüreğim olmuştu. Yüreğimin atışı çocuğu görmemi engelliyor. Paranoyanın eşiğimdeydim.Kurtulmanın başa bela arzusu sarmıştı bedenimi..Gözleri maviye çalan çocuk intihar eden arkadaşımdı.Sarı
saçlı, sıtma nöbetindeki bir hastayı andıran çocuk ise bendim.On yıl önceki halimdi.Gözlerim maddecilikten uzaklaşıyordu. Kanım çekiliyor, rahatça nefes alamıyordum. Sağ omzumda kocaman, kıllı bir el. Elin sahibi Nazif abi. Neydi olanlar çıldıracak gibiydim. O tatlı tebessümüyle merhaba diyor. Duyumsamaktan başka her şey yapıyordum… Yatıştırıyor beni. Sinirlerim
iyice bozulmuş, hıçkırıklara boğuluyorum.’’ Ağabey, Nazif ağabey, ne oldu bana, ne oldu size’’ Puslu bir sessizlik içerisinde gözleriyle anlatmaya çalışıyor bir şeyleri. Anlamıyorum. Şaşkınlığımı tanır gibi bir hali var. Tanıklığına perde çekiyor. Duyumsamıyor beni… Çocuklar aklıma geliyor arkamı dönüyorum yoklar. Gitmişler. Meraktanlanıyor ve korku sarıyor her yerimi.

Kendimi toparlamaya çalışırken, birden trenin hızlandığını fark ettim. Miskin makinist.Kendini kaybetmişti.Hayallerine
ulaşabilmekti hedefi.Tren rüzgarı parçalıyor, rüzgarlar anlaşmışçasına gözleri *** çanağına dönmüş yer yuvarlağından kaçışıyorlardı.Tren bilinmeze ulaşmak üzereydi.Korkularım ve merakım kendini hayatın gizli öznelerine bırakmıştı.Artık her şeye hazırdım.Tren bahçeleri, göl kıyılarını terk etmişti.Ucu gözükmeyen bir tünele girdi.Tünel simsiyahtı.İs kokuyordu..Vagon
kapısından içeriye yaşlı bir adam girdi.İlkin tanıyamadım.Sonra ise deliye dönmemek için kendimi zor tuttum.Haziranın kinci-dinci sıcaklığında ölüm haberini almıştım yaşam nedenimin.Dedemin. Mavi gözlü adam sıcaklarla sözleşmiş beni terk etmişti. Bir an dalgınlıktan kurtulup yanına gitmek istedim. Bu sefer o yoktu. Bekleyemezdim. Sabrın bana yaptığı ihaneti
kaldıramazdım.

Yerimden kalkıp koşar adımlarla bir vagondan diğer vagona geçtim. Öbürüne, sonrakine ama o yoktu, ama onlar yoktu. Tren tünelden çıktı. Makinist ani kararla treni durdurma gereksinimi duydu. Tren durdu. Kafamı kapı girişine çarptım. Kanadı, acı hissetmedim. Kan sıcaktı, ben soğuk. Bir tren garına gelmiştik. İsmi yazmıyordu. Birileri iniyor bende
seyrediyordum... Bahar kendini kötü havaya bırakmıştı. Trende kimse kalmadı. Evli çift, makinist, Nazif abi, dedem, intihar eden arkadaşım ve ben. Hepsi gar kapısında toplanmış bana bakıyorlardı. Trendeki benim de inmesi gerekiyordu. Bulanık yeşil gözlerim korkuyordu. Benden… Benden. Bir kaç korkulu adım attım. Aşağıdaki ben, kendini bırakıp bana doğru gelmeye
başladı. Ben çok yakın uzaklıktaydım. Tren hareket etti. Makinist aşağıdaydı. Ben trende. İnmeye çalıştım, başaramadım. Ben bana doğru koşuyordu.’’ Gelme ‘’ diyordu. Ben gitmek istiyordum. Gelme diyordu. Dayanamıyordum. Ben bana kızıyordu. Ben bana ne diyeceğimi bilmiyordum. Küçücük haliyle bağırdı bana ‘’ Söz başladı; her şey bitti: Söz benimle birlikteydi:Artık değil:’’ Anlayamadım:Üşümeye başladım birden:İrkildim:Fırladım hasta yatağımdan bozuk düşleri olmayan hayata
doğru...
HİKAYE / ÖYKÜ DETAY SAYFASI bana koşan ben


Bana Koşan Ben…….

Tanrı tanımazda binilen her tren yalnızlığa götürür, düşleri bozuk avuntuları. Makinistin solgun bakışlarını görüyorum, sonrasına kendisi bile aldırmıyor; Bir peron birde basamakları kırık merdiven arkasında kalıyor tren denilen hüzünlü yalnızlığın. Parmakları arasında saatlerce hiç durmadan sallanan sarı kehribar tespihin miskin sahibi… Makinist.

Nereye gideceğini bilmeden, öğrenme belasına baktığı demir rayların kıvrımı. Makinistin kavgalı olduğu banliyö treninin
numarasını hiç öğrenemediğim koltuğuna oturdum. Karşımda bir zamanlar otogarda gördüğüm iki genç sevgili, şimdi ise evli. Adam delice bakıyordu genç kızın yoğun sisli gözlerine, artık sevişme meşru bir eylemdi onlara ve bir kapalı alana yetişebilme telaşında değildiler. Eczanenin önündeki sabırsızlık ve tedirginlik dolu bakışlar yoktu merasimlerinde. Bir hesaplaşmaya tahrik edilmiş bakışlara hapis olmuştu genç adam. Hüznün kurumuş sedalı bahçelerine dalmıştı kadın. Kondüktörün sesi, tek başına
olduğu adanın sıcak melteminden alıp, banliyö trenine getirmişti. Sessizliğimde onlara yönelen seslerin irkintisiyle beliriyordum.

Gözlerim iki koltuk sonraki çocuklara takıldı. Anımsıyor, bir yerlerden tanıyordum. Birbirleriyle sıcak şakalarla
sürdürüyorlardı gizemlerini… Ha evet tanıdım. Gözleri maviye çalan çocuk bunalımın arifesinde intihar eden arkadaşıma benziyor. Duygularım cadı kazanında kaynayan iksirdi. Çocuk bana bakıyordu. Göz gözeydik. Konuşmuyorduk. Gözlerimiz bizi bir panayıra götürmüştü. Mutluydu çocuk Gözleriyle sol tarafında duran sarı saçlı çocuğu gösterdi… Bir an yüreğimin
atışı durdu. İnanamıyordum. Gözlerim yüreğim olmuştu. Yüreğimin atışı çocuğu görmemi engelliyor. Paranoyanın eşiğimdeydim.Kurtulmanın başa bela arzusu sarmıştı bedenimi..Gözleri maviye çalan çocuk intihar eden arkadaşımdı.Sarı
saçlı, sıtma nöbetindeki bir hastayı andıran çocuk ise bendim.On yıl önceki halimdi.Gözlerim maddecilikten uzaklaşıyordu. Kanım çekiliyor, rahatça nefes alamıyordum. Sağ omzumda kocaman, kıllı bir el. Elin sahibi Nazif abi. Neydi olanlar çıldıracak gibiydim. O tatlı tebessümüyle merhaba diyor. Duyumsamaktan başka her şey yapıyordum… Yatıştırıyor beni. Sinirlerim
iyice bozulmuş, hıçkırıklara boğuluyorum.’’ Ağabey, Nazif ağabey, ne oldu bana, ne oldu size’’ Puslu bir sessizlik içerisinde gözleriyle anlatmaya çalışıyor bir şeyleri. Anlamıyorum. Şaşkınlığımı tanır gibi bir hali var. Tanıklığına perde çekiyor. Duyumsamıyor beni… Çocuklar aklıma geliyor arkamı dönüyorum yoklar. Gitmişler. Meraktanlanıyor ve korku sarıyor her yerimi.

Kendimi toparlamaya çalışırken, birden trenin hızlandığını fark ettim. Miskin makinist.Kendini kaybetmişti.Hayallerine
ulaşabilmekti hedefi.Tren rüzgarı parçalıyor, rüzgarlar anlaşmışçasına gözleri *** çanağına dönmüş yer yuvarlağından kaçışıyorlardı.Tren bilinmeze ulaşmak üzereydi.Korkularım ve merakım kendini hayatın gizli öznelerine bırakmıştı.Artık her şeye hazırdım.Tren bahçeleri, göl kıyılarını terk etmişti.Ucu gözükmeyen bir tünele girdi.Tünel simsiyahtı.İs kokuyordu..Vagon
kapısından içeriye yaşlı bir adam girdi.İlkin tanıyamadım.Sonra ise deliye dönmemek için kendimi zor tuttum.Haziranın kinci-dinci sıcaklığında ölüm haberini almıştım yaşam nedenimin.Dedemin. Mavi gözlü adam sıcaklarla sözleşmiş beni terk etmişti. Bir an dalgınlıktan kurtulup yanına gitmek istedim. Bu sefer o yoktu. Bekleyemezdim. Sabrın bana yaptığı ihaneti
kaldıramazdım.

Yerimden kalkıp koşar adımlarla bir vagondan diğer vagona geçtim. Öbürüne, sonrakine ama o yoktu, ama onlar yoktu. Tren tünelden çıktı. Makinist ani kararla treni durdurma gereksinimi duydu. Tren durdu. Kafamı kapı girişine çarptım. Kanadı, acı hissetmedim. Kan sıcaktı, ben soğuk. Bir tren garına gelmiştik. İsmi yazmıyordu. Birileri iniyor bende
seyrediyordum... Bahar kendini kötü havaya bırakmıştı. Trende kimse kalmadı. Evli çift, makinist, Nazif abi, dedem, intihar eden arkadaşım ve ben. Hepsi gar kapısında toplanmış bana bakıyorlardı. Trendeki benim de inmesi gerekiyordu. Bulanık yeşil gözlerim korkuyordu. Benden… Benden. Bir kaç korkulu adım attım. Aşağıdaki ben, kendini bırakıp bana doğru gelmeye
başladı. Ben çok yakın uzaklıktaydım. Tren hareket etti. Makinist aşağıdaydı. Ben trende. İnmeye çalıştım, başaramadım. Ben bana doğru koşuyordu.’’ Gelme ‘’ diyordu. Ben gitmek istiyordum. Gelme diyordu. Dayanamıyordum. Ben bana kızıyordu. Ben bana ne diyeceğimi bilmiyordum. Küçücük haliyle bağırdı bana ‘’ Söz başladı; her şey bitti: Söz benimle birlikteydi:Artık değil:’’ Anlayamadım:Üşümeye başladım birden:İrkildim:Fırladım hasta yatağımdan bozuk düşleri olmayan hayata
doğru...
Pirana Kovalayan Çılgın Hamsi...
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
5 Mart 2007       Mesaj #310
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
SEVDİĞİM İLK ADAM..BABAMMsn Happy)



Buralar soğuk,buralar serseri, buralar başıboş ve çirkin..
Kaybetmiş,yıkılmış,muhtaç insanlarla dolu her köşe başı. Baktığım her yüzde hüzün, her gülüş sahte, öylesine….
Minicik çocukların çıplak ayakları, akmaya hazır gözyaşları..titrek elleri..ve kirli yüzleri..
Canım acıyor baba…) Senin üstüme titreyişlerin geliyor aklıma..Vefan geliyor baba..)
Sıcacık sevgin…emeğin..o hiç bitmeyen emeğin…Bazen uzun uzun o çocukları düşünürüm baba. Onların ailelerini, yalnızlıklarını ve kimsesizliklerini..Onları o çocuk yüreğiyle, keskin gecelerin tehlikeli sokaklarına bırakan babaları.. o babaların yüreksizliğini, vicdansızlığını, zavallılığını düşünürüm..Düşündükçe içinden çıkamam, içim acır baba…)
Bakarken onlara buğulanır gözlerim. Buğulu gözlerimden tanırlar beni..onlara bakışlarımdan..Ve hiçbir şey söylemeden uzatırlar mendillerini, bir mendil alırım titrek ellerinden..gözlerim dolar tozlu saçlarını okşarken..yavaş yavaş yürürüm sonra, kendi bedenime ağırlaşırım, o masum yüzlere ağlarım baba..O mendille silerim gözyaşlarımı..Gökyüzüne kaldırıp başımı,binlerce kez şükrederim Allah’a, ve bir değil bin melek dilerim Allah’tan onlara..)
Bu şehir beni yaralıyor baba..bu şehir acıtıyor içimi..
Nasıl büyüttün beni..? Hasta olduğum zamanlarda ne çok korktu o yüreğin kimbilir…Nasıl canın acıdı her gözyaşımda…!! Ah! Baba…Bir özlem ki en derinden üşütüyor beni..Ne zormuş evimden,takıp kanatlarımı uçarken geride bıraktıklarımı özlemek..Ne zormuş, baba evine çok uzaklardan hasretle bakmak..
Şimdi sana bir kez daha teşekkür ederim sevgili babam..
Bana hayatı anlatıp, zamanı geldiğinde kanatlarımı takarken yardımcı olduğun için,
Bana her daim güvenip,cesaretle büyüttüğün için,
Hayatımdaki seçimlerimi tek başıma yapmama izin verdiğin için,
Her zaman arkamda,sırtımı yasladığım güçlü bir çınar olduğun için,
Her kötü anımda omzumda elini hissettiğim için,
Her çöküşümde dizlerimin üstüne,sevgiyle elimden tutup kaldırdığın için,
Bana sağlam bir kişilik kazandırdığın için, HERŞEY İÇİN…
En önemlisi,
Beni sokaklarda büyütecek kadar vicdansız olmadığın için,
TEŞEKKÜR EDERİM BABAM…
SEN Kİ; HAYATIMDA İLK TANIDIĞIM VE EN DERİN SEVGİYLE BAĞLANDIĞIM ADAM…
BABAM…İYİ Kİ VARSIN…VARLIĞIN DAİM OLSUN…
Sevgilerimle..
KÜÇÜĞÜN…

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat