Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 33

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 548.775 Cevap: 1.812
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
6 Mart 2007       Mesaj #321
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Aşk ve Arkadaşlık

Sponsorlu Bağlantılar



Aşk ve arkadaslik bir gün yolda Karsilasirlar,ask Kendinden emin birsekilde sorar;ben senden daha candan ve daha yakinim sen niye varsin ki bu dünyada?Arkadaslik cevap verir:"sen gittikten sonra Biraktigin gozyaslarini silmek için...."Bütün sevdiklerinize ithafen sunlari göz önünde bulundurun:Eger bu sabah hastalikli degil de saglikli uyanmis iseniz, bir haftasonrasini göremeyecekolan bir milyon insandan daha sanslisiniz.Bir harp tehlikesi ile, iskence görmek ihtimali ile sag kalma korkusu ilekarsi karsiya degilseniz, 500 milyon insandan daha iyisiniz.Buz dolabinizda yiyeceginiz, üzerinizde elbiseniz ve basinizi sokupuyuyabileceginiz Bir eviniz varsa, dunyadaki insanlarin cogundan daha zenginsiniz.Bankada ve cuzdaninizda para varsa, dünyanin en imtiyazli % 8'i arasindasiniz.Anneniz, babaniz sag ise ve bosanmamislarsa, siz bu dünyada nadir kisilerden birisiniz.Bu mesajiokuyabiliyorsanizbu demektir ki; Birisi sizi düsündü ve bunugönderdi, ve cünkü Okuma yazma bilmeyen 2 milyar kisiden biri degilsiniz.Paraya ihtiyacin yokmus gibi calis.Kimse seni üzmemis gibi sev.Kimse seni seyretmiyormus gibi danset.Kimse seni dinlemiyormus gibi sarki söyle.Cennet dünyada imis gibi yasa.

NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
6 Mart 2007       Mesaj #322
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Biliyorum Bu Yara Hiç Kapanmayacak

Sponsorlu Bağlantılar
Telefonlarıma cevap vermeyeceksin…Cevap versen bile, öyle yorgun öyle
isteksiz çıkacak ki sesin, bir küfür gibi…

Sevmeyeceksin beni…Biliyorum bu şehri bana dar edeceksin…
Çünkü anladın; sevgimden tanıdın beni.O yanık, o hasta bakışımdan…Uçuruma
atlar gibi sevdalanışımdan…
Sevmek deyince, hemen ardından, ölüm, dememden anladın…
Anladın ve kardeşini bir kabustan uyandırır gibi çırılçıplak gerçeğe
uyandırdın beni; uyandırdın ve kaçtın…
Çünkü sen de benim gibiydin; sen de benim gibi seni sevmeyeni sevdin hep.Sana
acı çektireni…Seni aramayanı, telefonlarına çıkmayanı, çıkınca seninle bir küfür
gibi konuşanı sevdin…Sen de benim gibi seni incitip üzeni sevdin hep.
Bakışından hissettim bunu, kokundan, dokunuşundan…
Beni sevmeyecektin biliyorum ama…Ama, öyle susamıştımki kendim gibi birini
sevmeye…Öylesine muhtaçtımki gercekten incitilmeye, gercekten acı
çekmeye, kendim gibi birini özlemeye öylesine muhtaçtım ki, seni tanır tanımaz
çözüldüm…
Sana da olmuştur…Öylesine susamışsındır ki sevilmeye, kendin gibi birini
bulunca tutamaz kendini, herşeyi, belkide söylenmiycek her şeyi o an, garip bir
telaşla söylersin…
Hatta söylerken anlarsın, söylememen gereken şeyleri söylediğini
hissedersin, battığını, giderek çıkmaza girdiğini…Ama yine de engelleyemezsin
kendini tutamazsın.
Aleyhinde olabilecek herşeyi söylersin…Üstelik bunu anladıkca daha da
batırmak istersin kendini…Biraz daha zor duruma düşürmek…
Daha da kaybetmek, daha da dibe batmak istersin…Sanki bile isteye kendi
mutlulugunu kendi elinle bozmak istersin…Kendinden gizli bir öç alır gibi.
Sanki hiç mutlu olmak istemiyormuş gibi…Sanki hiç sevilmek istemiyormuş
gibi…
Bir tür gurur muydu bu?
Birgün nasılsa ve hiç olmadık bir anda alınıp kopartılmadan, kendi
ellerimizle onu yok etmek, bizim gibilerin mutluluğuna tahammül edemeyen bu
hayatta, bu hayatın zorba kurallarına bir tür başkaldırmak mıydı?
Bir şizofren çocuk tanımıştım bir gün.Tam karşımda
oturuyordu.gencecik, yakışıklı bir çocuktu.Şizofren olduğunu
biliyordu.Biliyordu iyileşemiyeceğini…İki de bir, önce kolunu uzatıp, sonra
avucunu açıyor; Mutluluk avuçlarımdaydı, yakalamıştım ama kaçtı
diyor, kaçtı, derken avuçlarını boşluğa kapatıyordu…
Hiç unutmuyorum, bu hareketi defalarca yapmıştı…
Yine hiç unutmuyorum; burjuvalara özenen bir ailede büyüdüm ben.Görgü kitabı
masanın üstünde dururdu hep.
Annem o kitabı defalarca ezberletirdi bize.Yemeğe nasıl oturulacak..çorba
nasıl içilir? Kaşık nerede, çatal nerede durmalı…Balık nasıl yenir? Peçete nasıl
katlanır…Sinemada nasıl oturulur…
Ben de eskiden senin gibi saftım.İnanırdım bu dünyada bile şölenler
olacağına…Bu dünyada anne, baba, kardeşler, bir sofrada lekesiz bir mutluluk
yaşayabilirler diye inanırdım…O kasvetli görgü kuralları kitabına rağmen
inanırdım…
Önce dilediğim gibi başlardı herşey.Herkes bir arada, sonsuz mutlu gibi…Sonra
birden hiç beklenmedik bişey olur, biri ağlayarak odaya kaçardı…İçerden, arka
odadan, ağlamaklı, sonsuz küskün sesler gelirdi; bıktım artık, bıktım, usandım
hepinizden, gideceğim buralardan, yetti artık! …
Ben de senin gibi saftım o zamanlar…Gidilecek neresi var dı ki derdim…İşte
hep birlikteyiz…Alemi var mı bu mutluluğu bozmanın? …
Sonraları çok sonraları anladım.Meğer biz, bizim aile, herkes, tesadüfen bir
araya gelmişiz tesadüften de öte…Biz…bizim aile, herkes, aslında hiç
istemeden, nedeni bilinmeyen bir zorunluluk sonucu bir araya gelmişiz…
Aslında biz bir araya gelmemek için yaratılmışız.
Hayatın en büyük yanlışıymış bizim bir arada olmamız! …
Evet cok geç anladım…
Bıraktım lekesiz mutlulukları; ben kavgasız, üzüntüsüz bir pazar sofrası
özlerken, aslında herkes…annem, babam, kardeşim o evden uzaklara, hiç dönmemek
üzere çok uzaklara gitmek istiyormuş…
Dünyanın en mutsuz otogarı…Dünyanın en imkansız istasyonuydu bizim
evimiz…Yıllarca uzaklara, cok uzaklara gitmek isteyip, bir türlü gidemeyenlerin
sonsuz bekleme durağıydı bizim evimiz…
İşte bu yüzden sevmek benim için bir tutsaklıktı, tuzaktı böylesi sevip
bağlanmak.Uzaklara cok uzaklara gitmek isteyenleri engellemekti.
Sevgi yüzünden bizim ailedeki hiç kimse istediği yere
gidemiyordu…Birbirimize duyduğumuz sevgi, aynı zamanda bizi birbirimize düşman
ediyordu…
Hem biz, bizim aile…Güneşli bir günde ansızın başlayan sağanak yağmurlar
gibiydik…
Bu yüzden hep hırçın, hüzünlü, kırgındık…
Bu yüzdendi, her şeyi, çok iyi gidiyor sanırken, içimizde yükselmesine bir türlü
engel olamadığımız o felaket duygusu…
Anlamıştım senin ailen de böyleydi…
Üstelik öyle severlerdi ki sizi, birgün hiç olmadık bir anda, aslında
istenmeyen çocuklar olduğunuzu söylerlerdi size! …
Sana ya da kardeşine…Tesadüfen dünyaya geldiğinizi…Beklenmedik bir misafir
olduğunuzu! …Aksi gibi, istikbaliniz için hiçbir şeyi esirgemediklerini
söyledikten sonra söylerlerdi böyle sıradan şeyleri! …
Sizin için…Senin için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadıklarını söyledikten
sonra…
Senin de ailen benimki gibiydi…Güneşli bir günde ansızın başlayan sağanak
yağmurlar gibiydi…Bu yüzden sen de benim gibi böyle hırçın, hüzünlü, kırgınsın
her şeye…
Yıllar önce tanıdığım o şizofren çocuk gibi; tam mutluluğu yakalamışken
kaybetmiş gibisin hep…
Ben beni istediğim gibi sevmemiş olan annemin hayaletini arıyorum imkansız
kadınlarda…
Sen, seni istediğin gibi sevmemiş olan babanın hayaletini arıyorsun imkansız
erkeklerde…
Biliyorum ne ben o kadını bulacağım ne de sen o erkeği bulacaksın…
Ve ne acı ki, hep bizi sevmemiş olanları seveceğiz ikimizde…Ne acıki, hep bizi
incitip üzenlere bağlanacağız…Telefonlarımıza çıkmayanlara… Çıksa bile küfür
gibi konuşanlara sevdalanacağız…
Bizden bir çift güzel laf esirgeyenleri özleyecegiz…
Ölesiye, amansız seveceğiz onları…
Biliyorum, bu yüzden odan böyle…Güncelerin ortalık yerde…Kitapların
orada, burada…Anıların saçılmış ortalık yere…Her şeyin darmadağın…
Biliyorum bu yüzden düzenden, adı düzen olan her şeyden nefret ediyorsun…Sen
de benim gibi; toparlayıp da ne yapacağım, düzenli olunca ne olacak; sonunda bir
gün biri gelip her şeyi, biriktirdiğim, düzenlediğim, üzerine özenle titrediğim
her şeyi daha önce hep olduğu gibi hiç beklemediğim bir anda savurup, bozup
gitmeyecek mi, diye düşünüyorsun…
Biliyorum, sen benim için hiç bir zaman ulaşamayacağım annemin
hayaletisin…Ailemdeki insanlar gibisin çok duygusal çok güçlü, çok yaralı…
Onlar da senin gibi seninkiler gibiydi…Aklı başında, mazbut insan rolünü
oynamaktan ve ertelenmiş düşleri yüzünden yorgun düşmüş, yarı çılgınlardı…Hepsi
yanlış evde ve yanlış bir yerde yaşadıklarını söylerlerdi…Düşleri çok
garipti…En kısa yolculuk bile onları yorduğu halde; okyanusları aşmayı ve başka
kıtalara gitmeyi düşlerlerdi…
Yine aradım seni, yoksun…bulsam, benimle küfür gibi konuşacaksın…
Bir kere çözüldüm sana…Bir kere sana senin gibi olduğumu hissettirdim…
Oysa baştan beri biliyordum; sen.seni sevmeyenleri seversin.Tıpkı benim
gibi…
Ama öyle özledim ki benim gibi birini sevmeyi…Öyle özledimki kendim gibi
biri tarafından incitilmeyi, üzülmeyi…
Yine aradım seni yoksun…Beni de birileri arıyor…Beni de kendi gibi birini
sevmeyi özleyenler arıyor…Kendi gibi biri tarafından incitilmeyi, üzülmeyi
özleyen birileri arıyor.
Hiç cevap vermiyorum…BEN SENİ İSTİYORUM, SENİ ARIYORUM…
Kayıtsızlığınla beni yok ediyorsun, geride sen kalıyorsun.Ama seni de biri
yok ediyor…
Aslında bu oyunda herkes birbirini yok ediyor…
Ben birilerini, o birileri başkalarını.Sen beni…Seni bir başkası…
Hem çok iyi biliyorum; beni sevsen bile hiç kapanmayacak bu yaram…Seni biri
sevse de hiç kapanmayacak bu yaran…
Hiç kapanmayacak! …Avuçların hep boşluğa kapanacak.Tıpkı o şizofren genç
gibi…

CEZMİ ERSÖZ

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Mart 2007       Mesaj #323
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kahve Buğusu Gözler


Yaban Gülleri
.
Bezgin kaldırımlarda ilerliyor, bir sevda dervişi yavaş adımlarla.
Yakınından geçen, kimi düşük belli göbek firarda,
kimi yaka, bağır açık, göğsün yarısı ortada güzeller.
Ancak onun gözü sadece gözlerde.
Aradığı “kahve buğusu” gözler.
Birkaç kez yakalayınca, tekrar tekrar bakıyor eğilerek,
o mu, sevdiği mi umuduyla.
O da ne?
Hiç anlamadan araca kapalı,
küskün bir caddeye götürmüş kaldırımlar onu.
Genç kızların her biri, yine ayrı güzellikte.
Kiminin yanında bekçisi olgun hanımlar.
Sevda dervişi yalnız olgunlara bakıyor, o mu, sevdiği mi umuduyla.
.
Şimdiyse dolaşmakta derviş kör sokakları!
Kiminde gelinlik kızlar, kadınlar oturmuşlar kapı önlerinde,
nakışlar, danteller ellerinde. Çoğu dalmış mümkünsüz düşlere.
Dervişin gözü yine gözlerde. Dua eder var edene;
“kaldırsın biri başını, baksın yüzüme”
Yine umudu, bulmak kahve buğusunu.
.
Günyüzü küserken akşama hüzünler sarar yaralı yüreği.
Yolu bu kez bir parka düşmüştür anlamadan, bilmeden.
Güne “hoşça kal” diyen pembe akşam sefalarına benzetir kendini.
O da ne?
Az ötede kök kök yaban gülleri!
Şaşkınca yanaşır yanlarına.
Elleriyle okşar dallarını, yapraklarını,
içine çeker doymaya, doyamaya kokusunu.
Tıpkı “o” kokuyordur hepsi de.
O an Dudaklarından düşer bir sevda şarkısı
.
``Sen hep beni mazideki halimle tanırsın.
Hala bilirim aşk ile sever, kıskanırsın...``
.
Özlemi dağlarca çöker içine, kahve buğulu çingenenin.
Sevgisi yangına dönüşmüş, hayalleri takılı kalmıştır.
Hüzünleriyle içine atar,
aradığı kahve buğusu gözleri.
Sararır içinde saklı düşler.
Anlamıştır, kalan ömrü boyunca,
yaban güllerini sarıp, okşamaktan başka
yoktur çaresi.
Günlerce, yıllarca görmez, duymaz,
yanından geçen, kendisine acıyan bakışları.
Aldırmaz, yağmurun karları üşütmesini,
Güneş’in alayla maviye gülümsemesini.
.
“Kahve buğusu” gözler hayalinde,
yaban gülleri kokusu içinde,
kendi kurduğu aleminde
mutludur şimdi kendi, kendisiyle.
.
17.10.2006
******
Mecnun`la yarışan sevda dervişi
Kahve gözlüsünü bulmaktır işi
Dalsa da içine onlarca kişi
Yüreğini tarar yaban gülleri
.
Bakışı dağların üstünden aşar
Sessizlik sesinde geceyle coşar
Gerçeklerde yiter, düşlerde koşar
Gizemiyle sarar yaban gülleri
.
Sanki bir çingene özgürlük saçan
Kendi gökyüzünde sevgiyle açan
Güneşin göğsünde sarıya kaçan
Renklerini sorar yaban gülleri
.
'Hoşça kal' diyorken akşamsefası
Dervişe güç verir onun vefası
Özlemi büyütür bitmez cefası
Toprağını arar yaban gülleri
.
18 Ekim 2006
Nesrin Göçmen
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Mart 2007       Mesaj #324
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SEVEN ADAMLA PAPATYA
Sevgisiz insan, bir gün şans eseri bir çiçek
bahçesinde bulmuş kendini, bahçedeki
çiçekleri hiç düşünmeden ilerlemiş bir süre.
Bir düzlüğün ortasında mola vermiş bir ara.
Etrafına bakmış bir süre, hiç bir çiçek
bir şey ifade etmemiş ona. Sonradan yıkılan
bir ağaç görmüş ve onun yanında bir papatya.
Papatya kendinden emin, o köşede yıkılan
ağacın yanında çıkan rüzgara göğüs geriyormuş.
Papatya o kadar güzelmiş ki...Sevgisiz insan
sevgiyi tanımış. Buna şaşırmış. Alışamamış,
ne yapması gerektiğini bilememiş. Pek tabii
bildiğini sanmış... Papatyayı sevmiş, okşamış,
rüzgar ona zarar vermesin diye araya girmiş
oturmuş... Papatya bir süre tekrar dikleşmiş.
Papatyanın zarar görmesinden öylesine
korkuyormuş ki, böylesi bir güzelliğin sonsuza
dek sürmesini, o kadar çok istiyormuş ki...
Papatyanın, ellerine dokunduğu her an, onu
hissettiği her an kendini dünyanın en mutlu
insanı hissediyormuş... Sevgiyi öğrenen adam,
gerek papatyayı korumak için gerekse ona olan
doyumsuzluğundan dolayı papatyayı koparmayı
ve yanına almayı istemiş. Onu bu bahçeden
koparmak ona çok doğru gelmiş çünkü, onu
yanında hep koruyabilecek, sevebilecekmiş.
Papatyayı hiç düşünmeden çekmiş,
koparmaya çalışmış, papatya buna direnmiş,
direnmiş. Seven adam anlayamamış
bu direnci, daha da güçle yüklenmiş papatyaya.
Aklı o zaman neredeymiş, kim bilir...
Papatya gün geçtikçe solmuş, solmuş...
Adamın gölgesi onu öyle bir kapıyormuş ki,
soluk almasını engelliyormuş. İşin garibi
adam bunu görsede anlayamıyormuş,
papatya soldukça üzerine daha çok titriyor,
iyice kapıyormuş güneşini. Sevmeyi yanlış
öğrenen adam, en sonunda dayanamamış
ve papatyayı tüm gücüyle kendine çekmiş.
Tüm dünyaya ne mutlu.. Ve o salak adama
ne mutlu ki, papatya herşeye rağmen
direnebilmiş gücü kalmasa da. Ama bu
direniş o kadar büyük bir güç gerektirmiş ki,
o herşeyden çok sevdiği papatya boynu bükük
kalmış... Seven adam işte o noktada her şeyi
görmüş ve anlamış, yaptığının acısı ona
öyle bir koymuş ki, sendeleyip yere düşmüş.
Hayatında tanımadığı acıyı çekmiş adam.
Hayatta kendini ilk defa haksız, ilk defa
bencil, ilk defa küçük hissetmiş. Ağlamak
para etmezmiş, üzülmekte. Güneş de
hemen fayda etmezmiş papatyaya.
Sevmiş adam, bir çiçeğe nasıl davranması
gerektiğini görmüş gözündeki perdeler
kalkınca... Ağlayarak çiçeğin yanında durmuş,
rüzgara karşı kendini siper etmiş yine ama
çiçeği ne koparmaya çalışmış bir daha, ne de
üzerinde gölge etmeye... Papatya, tekrar mutlu
bir şekilde bütün asilliğiyle ve gücüyle dimdik
ayakta durana kadar bekleyecekmiş öylece,
yakınında olacakmış çünkü, çiçeğin ona ihtiyacı
olacağı bir zaman olursa o da o anda çiçeğinin,
papatyasının yanında olacakmış. Seven adam,
papatya onu bir daha hiç sevmese bile, onu
sonsuza dek sevecekmiş, çiçek isterse uzakta,
çiçek isterse yakında... Çünkü seven adam için
değerli olan tek şey varmış, o da çayırda
tek başına ayakta durmaya çalışan eşi benzeri

olmayan güzellikteki o tek papatya.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Mart 2007       Mesaj #325
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KISSA'DAN HİSSE
Sultan Murad Han o gün bir hoş"tur. Telaşeli görünür.
Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer.
Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
-- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
-- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
-- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki,
padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve
gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a
çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır.
Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir
dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan
bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
-- Kimdir bu?
Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler.
Ayyaşın meyhusun biri işte!..
-- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık
komşumuz... Bir başkası tafsilata girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır.
Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar...
Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem
şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli
kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
- isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir
cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını
gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
-- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem...
Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır.
Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
-- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması,
paklanması var. Tekfini, telkini...
-- Merak etme ben beceririm.
Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
-- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den,
en azından Fatih Camii'nden...
-- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur.
Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.
Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola
koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur
ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş;
ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında.
Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur
dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama,
vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar,
musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli
vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
-- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik
cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
-- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi
dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah
garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim
sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.
Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi
metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar...
Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki.
Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...
Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar
nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin;
elindekini avucundakini verir
satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
-- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
-- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi.
Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi.
Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben
menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal.
Hucceti islam okurdum...
-- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep
uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında
durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
-- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya...
Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle
böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek.
inan cenazen kalacak ortada...
-- Doğru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını
kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla
bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Mart 2007       Mesaj #326
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kaybetmeye Mahkum Biri



İçine çektiğim yerin

ulaşması zor

bir düş bahçesi olduğunu sanıyordun sen.

İnanılmazcaydı her şey ..

Bendeyse bir korku.

Her şey o kadar güzeldi ki,

bir aksilik olacak

ve büyü bozulacak korkusu...


"Korkma" derdin bana,

"sana asla zararım olmaz,

istemediğinde beni

sana ait ne varsa

yok ederim,

öncekiler gibi

sessizce yaşatırım

içimde seni" !!!!

.

Ne olursa olsun bitmeyecek,

ne dersem diyeyim yitmeyecek

bir sevdaya koştuğumu düşünürken;

bu sözlerinle tek başıma

nasıl korkulara

sürüklediğini bilmezdin sen..

Kabuslarımı nasıl körüklediğini bilmezdin.

Nasıl da mutluydun

bendeki güvenini arttıtmak için

o sözleri bana derken ..


Güveninle çok önceden

sardığını bilmezdin..

o korkular arada sende de

başını oynatmayı,

kıpırdamayı ihmal etmezdi...

O kadar iyi niyetliydin ki,

hiçbir şeyi,

hiç kimseyi incitmeyi bilmeyen sen

beni sakındığını,

kıskandığını

saklamaya çalışırdın.

İçimde izleri silinmeyen,

ara, ara hala kanayan yaralarım;

karşımda senli düş bahçemin kapısı,

çelişkilerle boğuşurdum.

Sense o güne dek yürüdüğün

yolları görürdün.

Zaman, zaman düştüğünü,

her seferinde kalktığını düşünürdün.

Her şeye rağmen güçlü,

herkese rağmen mutluydun.

Benden daha, daha zekiydin.

Benden daha fazla sevmiş,

daha fazla sevilmiştin.

Benden daha çok acı görmüştün,

Benden çok ağlamıştın

ama benden önce gülümseyebiliyordun..

Herkesle kolayca konuşabiliyırdun,

İletişim kurmak

zor değildi senin için.

Benden daha bilgiliydin.

Ben bir sorunla karşılaştığımda

kara, kara düşünürken,

sana göre yaşamımda

çözülmeyecek bir problem olmazdı,

anında bir çözüm üretirdin.

Bunu yaparken o kadar da doğaldın ki..

Hiçbir özelliğini

sendeki bir üstünlük haline getirmez,

böbürlenmez,

kırmamaya özen gösterirdin.

Her şeyinle benden çok,

çok daha iyiydin.

Geçmişte de sevgililerini

sahip olduğun birçok şeyden

vazgeçecek kadar çok sevmiştin...

.

Bana koşarak geldiğin o gün

karşında bir kapı,

arkasında ben vardım.

Israrına dayanamayıp

çekip alıverdim seni de

o düş bahçemin kapısından

içeri.

Girer girmez anlamıştın

nasıl bir karanlığa ********u seni.

Koca, koca çukurlar vardı o kapının ardında.

Seni de bu çukurlara itiyordum istemeden.

Düştüğünde bir çukura, tam çıktım derken ,

bir yılan gibi

yarım asrımın birikmiş zehirlerini

sana boşaltmaya çalışıyordum.

Hiç ummadığın,

beklemediğin

bir düş bahçesindeydin

şimdi benimle...

Bir korku tarlasıydı içinde boğuştuğun.

Benden daha iyi,

daha güçlü,

daha sıcak,

daha sevgili,

daha mutlu,

daha, daha, daha... daha....

olduğun her şey için

farkında olmadan

suçlarken ben seni,

benden nefret bile etmedin.

Hatta teşekkür ettin,

Hatta "bağışla beni" dedin

seni düş bahçeme sürüklediğim,

korku tarlamda kaprislerimle,

kıskançlıklarımla boğduğum için...

.

Sonra,

sonra biliyorsun olanları....

Benden önce çıktın,

gittin o tarladan.

Dimdik, ayaktaydın yine.

Her şeye rağmen...

Bana rağmen...

.

Ya ben??

Hala aynı yerde,

varsayımlarımla,

korkularımla

aynı kıskanç yüreğimle kıvranmakta,

zehrimi biriktirmeyim....

Ben akıl almaz bir deli,

yaşayan sevdaların kadını değil

kaybetmeye mahkum biriydim

gördüğün gibi....
.
Nesrin Göçmen
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Mart 2007       Mesaj #327
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YALNIZ ADAM ve KIRLANGIÇ
Karlı bir kış günüymüş...
Yağan kardan üşümüş küçük kırlangıç,
yalnız bir adamın penceresinin dışına gelip
gagasıyla camı tıkırdatmış, adeta adamın onun
içeri girmesine müsade etmesini istemiş.

Yalnız adam bu isteği görmüş, "olmaz alamam,
git başımdan" der gibi kuşu kovalamış, sonra da
kendi kendine söylenmiş;"Hıh, camı tıkırdatmakla
kendisini içeri alacağımı mı sanıyor acaba..?"
Gecenin ilerleyen saatlerinde canı sıkılmış,
rüzgar ve soğuk arttıkça yalnız adamı
daha başka düşünceler sarmış,
kırlangıcın arkadaşlığını
geri tepmekten biraz pişmanlık duymuş...

"Keşke kuşu içeri alsaydım.
Ona biraz yiyecek verirdim. Minik kuş
oradan oraya uçar, neşeli sesler çıkartır,
cıvıldar, yalnızlığımı paylaşırdı. " demiş.

Ertesi sabah ilk iş pencereyi açıp,
etrafına bakınmış adam, belki kırlangıç
oralarda bir yerlerde olabilir diye düşünmüş.
Ama görememiş zavallı kırlangıcı...
Uzun kış geçmiş, yine yaz gelmiş...
Etrafta kırlangıçlar, cıvıldıyarak uçmaya başlayınca;
yalnız adam, heyecanla camını sonuna kadar
açıp kuşu beklemiş... Ama hiç gelen olmamış.
Onun hevesle havada uçan kuşlara
baktığını gören komşusu hikayeyi öğrenince
hafif buruk bir sesle: "Sevgili komşum, anlaşılan
sen kırlangıçların sadece 6 aylık bir ömürleri oduğunu
bilmiyordun?" demiş. Bunu işiten yalnız adam çok üzülmüş
ama üzülmek için de artık geç kaldığını anlamış...
***
Dikkatli olun...
Farkında olun...
Kendinize bir sorun...
Acaba, siz kaç kırlangıç kovaladınız?
Hiç geri çevirmediniz mi bugüne kadar
size sunulan bir dostluğu?
Hayatta bazı fırsatlar vardır ki,
sadece birkez karşımıza çıkar,
değerini bilemezsek kaçıp giderler.
Ve asla geri gelmezler.... Msn Sad(
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Mart 2007       Mesaj #328
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çagdaş Bir Masal Hikayesi Ahmet adlı genç o gün diplomasını koltuğunun altına almış, fakülteden ayrılıyordu. Kendisini, özgürlüğe kavuşma özlemiyle izleyen onlarca bakışın tadını çıkararak, dışarıdaki dünyaya katılmak üzere yola koyuldu. Günlerce yol aldı. Sonunda büyük bir insan kalabalığına ulaştı. Kalabalık gerçekte, erkek ve kadınlardan oluşmuş, geniş ve uzun bir insan kuyruğuydu. Sıradakilerin yüzlerinde kaygılı bir bekleyiş vardı. Ahmet bu görüntüyü ağzı açık bir şekilde izlerken sıra uzamaya devam ediyordu. Sürekli bir karışıklık ve itişme-kakışma gözleniyordu. Ahmet de itişe kakışa sırada bir yer buldu. Bir süre bekledikten sonra çevresindekilerle bir konuşma başlatmayı denedi. Önündeki kadına 'Bu sıra nereye uzanıyor?' diye sordu. 'Şişşşt!' diye tersledi kadın. Ahmet'in safça bakan gözlerini görünce, 'Ben de bilmiyorum.' diye yumuşak bir sesle yanıtladı.

Kadının önünde yer tutmuş bir adam, 'Ben biliyorum' diye söze karıştı. 'Tepedeki büyük mailikhaneye uzanıyor. Bakın, bakın, ufukta görebilirsiniz. Orası ayrıcalıkların yeridir. Elbette içeri giriş sınırlandırılmıştır. Yoksa ayrıcalıkların evi olamazdı. Günün birinde ben de oraya ulaşacağım.'

Bu bilgiler Ahmet'i sevindirdi. Okulu terk eder etmez, kısa zamanda doğru sırayı bulmuştu. Beklemeye başladı. Ancak sıra bir türlü ilerlemiyordu. Ahmet önündeki adama: 'Sırada beklerken zamanı nasıl geçiriyorsunuz?' diye sordu. Adam: 'Kaygılanır dururuz' diye yanıtladı. 'Kalabalığa kimler girecek, elbiselerimizi nasıl ütülü tutacağız, görüntümüzü nasıl koruyacağız, her zaman nasıl hazır olacağız diye kaygılanır, dururuz.'

Ahmet bir an düşündü; kaşlarını çatarak, 'Ben bu duruma fazla dayanabileceğimi pek sanmıyorum!' dedi.

'Biraz daha bekle; alıştığını göreceksin' diye yanıtladı adam, 'Ayrıca birazdan yeni öyküyü de duyarız.'

'Yeni öykü mü?'

'Birisinin malikaneye girişine izin verildiğinde haber bize kadar ulaşır. Bak göreceksiniz; haber dalga dalga yayılır. Sonuçta bu haberler bizi oldukça yüreklendirir. Bu öyküler bizim için bir esin, bir duygu kaynağıdır. Çoğu kez göz yaşlarımızı tutamayız.'

Bu konuşma üzerine Ahmet beklemeyi sürdürdü. Ancak bir türlü yerinde duramıyor, ayak değiştiriyor, geriniyor ve sürekli olarak içinde bir tedirginlik duyuyordu. Cesareti kırılmaya başlamıştı. Ardında insanlar birikiyor, sıra ilerliyormuş gibi görünüyordu. Sıra gerçekten ilerliyor muydu? Bir türlü emin olamıyordu.

Sonunda bekleyemez oldu. Ayakları onu sıranın dışına doğru taşıdı. Sıradaki insanlar başlarını onaylamaz bir tavırla iki yana saladılar. Ona acıyanlar oldu. Hatta bazıları alay ettiler.

Ahmet sıra boyunca yürürken kimileri ona kötü kötü baktılar. Küfredenler oldu. Bir bölüm ise öğüt vermeyi yeğlediler. 'Pişman olmadan, çok geç kalmadan sıraya gir' dediler. Ahmet sıra boyunca yürümesini sürdürürken gittikçe insanların yaşlandığını görüyordu. Derken, saçı ağarmış insanların başlarının üzerinden, malikanenin paslı kapısı göründü... En önde olanlar arkalarındakilere yatıştırıcı öğütler veriyorlardı. Diğer gri saçlılar da söylenenleri başlarıyla onaylıyorlardı.

Ahmet, umut dolu yüreğine kötümserliğin yürüdüğünü hissetti. 'Ne uzun bir yolculuk' diye mırıldandı. 'Böyle her yıl bir giderek kentin bir sokağından diğerine ulaşmak bir ömür boyu sürebilir.'

Ahmet elden bir şey gelmeyeceği bilinci ve umutsuzluğu içinde bahçe çitinin kenarından yürümeye koyuldu. Bir süre sonra çitin kıvrıldığını ve malikanenin arka kapısında sona erdiğini gördü. Malikanenin arka kapısı açıktı, yüreğinin hızlanan sesini duyarak kapıdan içeri girdi.

Bir düzine insan hep bir ağızdan 'Hoşgeldin!' diye bağırdılar. 'Gel içeri buyur.' diyerek ona oturacak yer gösteriyor, içecek ikram ediyorlardı. Oturdu. Birisi elini sıkıp, 'Evine hoşgeldin!' dedi

'Yani burada kalabilir miyim?' diye sordu Ahmet.

'Elbette, Hedef'e ulaştın.'

'Peki sıradakiler ne olacak?'

'Onlar bekleyecekler...'
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mart 2007       Mesaj #329
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Karda üşüyen serçe soluklum


Ve sen gittin gözyaşlarımın arasından bir yıldızın gökyüzündeki yalnızlığı ile baş başa paylaştığı hüzünler gibi...Gittin..

Bir yaralı güvercinin boynu düşer ya hani işte öyle düştü boynum.Nefesim kaburgalarıma batıyor.Yangınlarda bu yürek artık sönmez bu attığın ateş kavurur beni...
Bak
Kurumuş ellerim üşüyor ,hadi ne olursun dön tut ellerimi Allahım Aşkına tut...
Üşümek istemiyorum artık bu şehrin karanlık ve rutubetli kuytularında,yalnızlığıma sarılmak acı veriyor bana ,anla ne olur ne olur anla .Gecenin çocuklarına bakıp bakıp ,seni düşünmek ve o gözyaşlarını dökmek ardından ateşlerdeki yüreğimi ilmik ilmik kıyıyor ,ruhuma vuruluyor ayrılığın prangaları daha bir üşüyor kurumuş ellerim.
Hani, gökyüzüne bak derdim sana ,acılarımızdan bak ne olur derdim.Yıldızlar yok derdim gecenin çocukları yok derdim.Bak şimdi yıldızlar var seni uğurluyorlar...
Ne zormuş Allahım ardından bakmak ,gözyaşlarımın arasından gidişini izlemek...

Dönemedim ardıma gözlerim düştü ve çığlığını düşürdü ,bir annenin düşürdüğü bebeğine attığı çığlık gibi düşürdü gözlerim.Şimdi o çığlıkların arasından, karda üşüyen serçelerin soluğu vuruyor yüzüme .Ve daha bir seni hatırlıyorum karda üşüyen serçe soluklum.Uçurmak istiyorum, unutulmuş zamana ait düşlerin peşinde olan bu şehrin tüm kuşlarını ,kanatlarında yaraları ile.Vurmasın solukları yüzüme.
Biliyorum birazdan düşürcek gece yaralı eylül yağmurlarını üzerime ,o yaralı eylül yağmurları değil mi gül üzerinde buza dönen,zemheride gülün tenini üşüten.
Varsın o yaralı eylül yağmurları ,zemheriye kadar beklesin üzerimde.Diner mi o ateş,....Söndürür mü o zemheride kalanyağmur damlaları yüreğimi...
Sen ki gül bahçelerinden gelen bir umuttun bana ,annemden sonra yaşarken acılarımı ,bakmak istemiyorum artık yaşanmamış bir baharın buğulu camlarından hayata...
İstemiyorum pencere arkasında yaşamları ,gözyaşlarımı yanaklarıma esir ederek.
İstemiyorum anlıyor musun.Ölü güvercinleri tekrar beslemeyi yüreğimde.
Hayat yine tutmasın yalana gebe aynaları yüzüme ,günün varlığı yarının yokluğu olmasın.
HADİ NE OLUR DÖN.
Bilirsin idamlık mahkumların sabahları ölümdür.idamlık mahkumların ,sabahları olmadan dön.Dar ağacında çiçekler açmadan dön.Üşüyen ellerim ellerini arıyor ne olursun.
Allah Aşkına dön.
Anlaşıldı dönmeyeceksin bir damla gözyaşı çöle ne bağışlar ki,hayat seni bana bağışlasın ya...
Artık bana ölüm erguvan ağacındaki bir kuşun şarkısı...
Ben seni ne çok sevdim be EYLÜL GÖZLÜM...Annemin şaçlarını ellerime sarıp unutulmuş harabelerde kokunu ararken.
Titreyen mum ışığı değil bedenim.
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
7 Mart 2007       Mesaj #330
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Elma Güzeli


“ Bu sefer tamam, ” diyordu.

Artık hayal ettiği her şeye sahip olabilecekti. Sınırsız hayaller kurabilecekti. Bu O’nun için bir dönüm noktasıydı. Kim bilir belki hayatta üç defa şans kapıyı çalar dedikleri bu idi. Bundan önce ikisini hoyratça kullanmış, başarılı olamamıştı.

” Elma yemeye geldik, ” diyerek final yaptığı hakim huzurundaki çaresizliğini ve basitleşen ifadesini hatırladı. Kahvede Fatih’e;

“ Elma güzeli, ” diyorlardı. Bilmeyenler şaşkınlıkla bakıyordu Fatih’e. Acaba Amasya elma festivaline katıldı da bu unvanı orada mı aldı? O kadar yakışıklı da değildi. Belki üreticidir. En iyi elma bahçesi olan çiftçi unvanı almıştır diye düşündüler ama bunun için çok gençti. İzmirli doktor lakaplı arkeologdan bozma Kemal, Fatih’e garanti vermiştir;

- “ Kayadaki oyma hac ve mezar taşı işaretinin aynısından karşısındaki tepede bulun kesin gömü orada. Ondan sonrası kolay, ben hemen gelirim. ”

Fatih karşı tepeyle kalmamış, muhtarı da, muhtar sayesinde karakolu da halletmişti. Gümüşhane merkeze yakın köye kazıya giderler. İşaretler tamamdır. Köyün muhtarı Sabahattin Efendi ve karakoldan yeni astsubay olmuş Halil’i de işe ortak eder. Halil komutanı, muhtar Sabahattin Efendi ayarlamıştır. Kendi hayallerine ortak ederek Halil Komutanında kanına girmiştir. Fatih, bir tarafında muhtar Sabahattin Efendi, bir tarafında Halil komutan kazı ile ilgili hiçbir problemi yoktur artık. İzmirli doktor Kemal bu habere sevinç çığlıklarıyla destek olunca Fatih artık para sayma makinesi için sipariş vermeye çalışıyordu. Arkeolog geçinen Doktor Kemal de gelince muhtara haber salıverildi;

- “ Hemen bu gece geliyoruz. ”

Kazı alanında tüm hayalperestler toplanmış, ilginç define hikayeleri anlatıp bir taraftan da sıra ile kazma kürek sallıyorlardı. Her şey kusursuz işliyordu. Fatih bu güne kadarki en mükemmel organizasyonunu yapmıştı. Hayallerinin gerçekleşmesine ramak kalmıştı. Kazma kürek sesleri onun için “ Mozart’ın ” senfonisinden daha dinlendirici, “ Çile Bülbülüm Çile’ den ” daha keyif vericiydi. Huşu ile kazı yapılıyordu.

- “ Teslim olun!!! ” sesiyle Fatih, elindeki küreği atıp teslim oluyor, muhtara hiçbir şey söylemeden bakıyordu.

- “ Hani karakolu bağlamıştın, ” der gibi. Muhtarın tek hesap etmediği, seçimlerdeki muhaliflerinin karakola ihbarı oldu. Adliye huzuruna çıktığında babasının şehrin saygın bir kurumunda müdür olduğunu bilen hakim;

- “ Anlat ” deyince . Fatih şaşkınlıktan;

- “ Efendim,ıhh… Hakim bey, ben o köye elma yemeye gittim, ” der.

Demesiyle salonda bir kahkaha kopar . Sükuneti sağlayan hakim güldüğünü belli etmemek için alnını kaşıyormuş gibi yapmaktadır.
Fatih’te cezayı baba torpilinden en alt sınırdan alır ve adı hakim tarafından tescilli “ ELMA GÜZELİ ” diye kalır.


Avucundaki toprağı sıktı. Kendini ve ailesini düşürdüğü komik durumdan kurtulacaktı. Onunla dalga gecen mahalle kahvesinin daimi üyeleri ile inceden hesaplaşacaktı. Bir küp dolusu gümüş sikke bulmuşlardı. Fiyat alabilmek için birkaç numune göndermişlerdi. Eli kulağında, bugün yarın iş bitecekti. Herkese vaatlerde bulunuyor ve kimseye kızmıyordu artık. Kendisine hep destek olanlara yapacağı yardımları düşünüyordu.

“ Şuna araba alırım, diğerine ev. Bir apartman inşa edip sevdiklerimle beraber yaşar, hafta sonları otobüsle mesire yerlerine gider ve hep beraber piknik yaparız ailelerimizle. ”

Kurdukça zenginleşen hayaller bitmek bilmiyordu. Kendi kafasından fiyatlar belirliyordu. Gazetelerde define çıkarıp yakalananlara ait haberleri okuyordu.

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat