Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 127

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 496.066 Cevap: 1.997
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
2 Ağustos 2006       Mesaj #1261
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Islak Bakışlı Aşk

Sponsorlu Bağlantılar
Bulmak içimdeki dokunulmuşluğu oysa yokluklara doluyum,yalnızlıklarıma sitem edercesine.
Sana yakın sessizlikle duran hayallerime kızıp düşünüyorum seni.
Yalnız bıraktığım aşkımı senden,oysa kendimden sakladığım doludizgin hayallerimi yutup şarkılarla ağlıyorum kendime!
Akşamlar tanımakla bırakıp sen benimsin demek istediğim saniyeleri öldürmekle asıp bırakıyorum dilimi anlamaksızın ağlayışlarımı.
Dinle ve özle seni bensiz seven dünyayı. Günahlarımı asıp yargıladığım rüzgarlar Allah'a inanan yüreğimi sanada inanmakla yalnızlıklara bırakıyorum yüreğimi tutan güzelliklerde gizlenen sensizlikler yalnızlıklar kırıp bırakıp terkedip bana kalıyor özlüyorum seni tanımak istercesine.
Çabalar sarfetmek tanımakla geçer oysa ne çok tanıyorum kendimde seni,güneşe bıraktığım ıslak bakışlarımı sende bekliyorum inleyen çaresiz sevgiyi yücelten okşatan sevgilerde bekler romanım acılar arttıkça özlenen çiçekler kokar güzelliklere der yüreğim sen olduğun sevgilerde nerde gizlisin ben nerde.?

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Ağustos 2006       Mesaj #1262
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sevginin Gül Rengi

Sponsorlu Bağlantılar


Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi
Bir yerde sevgiler ağlar benimle

Küçücük bir çocuktum o zamanlar. Yedi veya sekiz yaşlarında. Kokusuna doyamadığım, sıcaklığını doyasıya içime sindiremediğim annemi kaybetmiştim. Saçımı okşayacak bir anam yoktu artık. Ne de sırtımı örtecek şefkatli bir el. Amansız bir hastalık dediler adına, çocuk aklım ermedi. Çocuk aklım ermedi anayı yavrusundan ayıran, eti tırnağından söken, sevgileri linç eden, adına “ölüm” denen bu “göç” ü. Geceler benimle ağladı sessiz sessiz... Günler benimle... Sabahlar benimle...
Bulutlarda yüzü şekilleniyordu sanki anamın gökyüzünde, her özlediğimde baktığım. Yağmur yağmur iniyordu elleri yüzümü okşarcasına. Yağmurun elleri anam kadar sıcaktı... Bir okadar soğuktum ben, bir okadar ürkek, bir okadar masum ve korunmaya muhtaç. Hani yaprağı titrer ya bir çiçeğin; Bilmez niye... Titrer ya içi bir çocuğun, hüzün iner gözlerine ... Üzülür, üşür ve koynuna sokar ellerini ısınmak için. Bir avuç bulamadığından kendine...

Bulutlar ve ben hep aynı yerdeyiz hala. Özlemlerin vuslatında. Kimsesizliğin ayazında...
Bulutlarda bir resim.
Elimden tutuşunu hatırlıyorum bir gün babamın,”Hadi gel” deyişini.”Köye gidiyoruz, ninenler bizi bekliyor, seni oraya bırakacağım” Küçücük yüreğimden taşan acılarımla son bir kez daha bakıp odama selamlıyorum bulutları.
Yeşilin her tonu, göz alabildiğince, sözleşmişçesine, burada toplanmıştı sanki. Adını bilmediğim dünya kadar böcek ve kuş. Gökkuşaği bir halı gibi serilmişti çiçek çiçek... Toprağın sesi yükseliyordu çıplak ayaklarımın altında. Mutluydum...

Bulutlar ve ben hep aynı yerdeyiz hala...
Yaşamımı renklendiren analı kuzuyu orda tanıdım işte, adını Berfin koyduğum. Küçücüktü. Simsiyah gözleri, ağzı ve kulaklarıyla bir sevgi yumağıydı sanki. İçimdeki boşluğu dolduruvermişti bir anda. Hissetmiş miydi ne öksüzlüğümü? Ne zaman dalıp gitsem dünlere, bitiveriyordu yanı başımda türlü türlü oyunlarla. “Al bu kuzu senin olsun, istediğin gibi bak ona” dediler. Dünyalar benim olmuştu sanki. Bir kuzum vardı artık. Yalnız değildim. Ben, kuzum ve de anası...
Sonradan Serfin’ de katıldı aramıza. Serfin: evimizin haşarı bir o kadar da sevimli köpeği.
Artık, Serfin ve Berfin’in bakımları bana aitti. Bu sorumluluk altında her sabah erkenden kalkıyor ellerimle onları doyuruyordum. Ne güzeldi Berfin’in annesinin peşinden koşması! Annesiyle oyunlar oynaması ne güzeldi! Ama, ne yazık ki uzun sürmedi bu “analı kuzu” mutluluğu. Bir eve bir öksüz yetmezmiş gibi acı bir haber dağlayıverdi yeni baştan çocuk yüreğimi. Kuzucuğumun anası yediği bir ottan zehirlenerek ölmüştü.

Ölüm bir kez daha çöreklenmişti kapımıza.
Kuzucuğum öksüz kalmıştı. Daha bir sıkı sarıldım sanki bu olaydan sonra Berfin’e. Ona yalnızlığını unutturmam lazımdı. Öksüzlüğünü... Serfin olayların farkında gibiydi. Ya da bana öyle geliyordu. Ne zaman melemeye başlasa Berfin, hemen onun yanıbaşında bitiverip, bir şeyler yaparak onu neşelendiriyordu.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Biz üçümüz üç dost, üç kardeş, üç sırdaş gibiydik. Biraz geç uyansam ikisi birden kapımda bitiveriyordu.

Yemyeşil kırlar bizimdi uçsuz bucaksız.
Bir de bulutlar vardı
Mavi bulutlar
Beyaz bulutlar
Bulutlarda şekiller vardı
Bulutlarda iki resim
Yağmur daha çok yağıyordu sanki
Bulutlar ve ben aynı yerdeyiz hala
Bulutlar kuzum köpeğim ve ben

Bir tatlı koşuşturmaca başladı günlerden bir gün evin içinde. Bir telaş. Çarşı pazar alışverişleri. “Hadi sana bayramlık alalım” dedi ninem. Hep beraber şehire gidip bir şeyler aldık. Çizgili beyaz gömleğim, mavi pantolonum ve yeni Trabzon derbey lastiklerim çok güzeldi. Gül rengi kırmızı kravat ve kurdele de isterim diye tutturdum. Berfin’e, Serfin’e ve bana. Kırmadılar. Aldılar. “Birazda kına alalım” dedi ninem. “Ellerimize yakarız. Berfin’i de kınalarız” Sevindim.
hayvan pazarı dedikleri yer çok kalabalıktı. Hiç bu kadar insanı bir arada görmemiştim. Meydanlar koyun, kuzu ve danalarla doluydu. Kınalanmıştı kimisi, kimisi renk renk boyanmıştı. Bir anlam veremedim. Çocuk yüreğimin coşkusuyla yarının heyecanı sarıvermişti içimi. Yarın bayramdı... Kurban bayramı...

Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi.
Bir yumruk tıkanır genzime, kelimeler titrer
Titrer yüreğim
Bir yerde sevgiler ağlar benimle.
Bulutlar ağlar

Kınalar yakıldı ellerime. Berfin’in başına kınalar yakıldı o gece. Anlayamadığım bir fısıltı vardı evin içinde. Sanki duymamı istemiyorlarmış gibi gizli gizli konuşmalar. Berfin ve Serfin çoktan uyumuştu. Ben de uyumalıyım. Yarının heyecanı daha şimdiden sarmıştı içimi. Ayakkabılarımı sildim, ninemin kınalı ellerimi bağladığı bezlerle, parlattım. Bir daha sildim. Şimdi daha parlak olmuştu. Elbisemi kapının arkasına astım. Gözümün önünde dursun diye. Uyandıkça bakarım. Kırmızı kravatım, iki tane de kırmızı kurdele duruyordu başucumda. Biri benim için, biri kuzucuğum, diğerini de köpeğimin boynuna bağlayacağım.

Kınalı ellerimin kokusu karıştı bahar kokulu odama. Gece bir başka güzeldi sanki. Perdemi araladım, bulutlar yıldızlara bırakmıştı gökyüzünü. Göz kırptı biri, diğeri yer değiştirdi... Kaydı gitti... Tutamadım..

Boğuk bir ulumayla uyandım. Köpeğim, kapımın önünde havlıyordu. Önce ellerimin bağını çözdüm kurumuş kınaları topladım. Kapıyı açar açmaz yatağıma atladı Serfin. Paçamı tutup bir yerlere götürmek istercesine gözlerimin içine baktı. Acı çektiği her halinden belliydi. Daha yataktan kalkmamıştım ki kuzucuğumun acı meleyişini duydum. Birden bahçeye attım kendimi. Kınalı kuzumun gözleri bağlıydı ve sürüklenircesine bir ağacın altına yatırılıyordu. Kocaman bir çukur açılmıştı yanı başında.
Hani titrer içi bir çocuğun, korkar, üşür, üzülür, ağlar ve koynuna sokar ya ellerini, tutacak el, sığınacak kucak bulamadığından kendine... Oradayım işte!

Ninemin sesi duyuldu. “Berfin’i kurban ediyoruz. Sana başka bir kuzu daha alırız sonra. Bugün kurban bayramı”
Toprak kaydı ayaklarımın altından
Bulutlar kaydı ayaklarımın altına
Sesler çığlıklara karıştı
Kızıla döndü yeşil
Ellerimdeki kına sızladı
Kapının arkasındaki gül rengi kravatım
Çaresizliğim büyüdü kocaman çocuk gözlerimde
Hiç bir şey yapamamanın acizliğiyle yandım
Gök yere indi gürültüsüyle
Şimşek şimşek
Yanağımdaki damla utandı
ışıldadı ıslak gözlerim, ve...

Başımı sokup yorganın altına
Yitip giden sevgilere ağladım...

Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi.
Bir yerde sevgiler ağlar benimle.
Bulutlar ağlar

Bulutlar ve ben hep ayni yerdeyiz hala
Bulutlarda üç resim
Haykırabilseydim nefreti
Haykırabilseydim sevgiyi
Anlatabilseydim dostluğu
Yapamadım.

Kara bir bulut gibi çöreklendi o bayram sabahı küçücük yüreğime.
Kimse anlamadı.
Kimseye anlatamadım .
Bayramları neden sevmediğimi...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
3 Ağustos 2006       Mesaj #1263
arwen - avatarı
Ziyaretçi
İçimdeki Çocuk



Acılara dair son şiir yazışım sayfalar tükendi artık kelimeler yetmez kelime dağarcığım ilgilenmez oldu.dinleyen insanlar bıktı artık neşelenme zamanları geldi artık iki ay önce yaşamanın anlamı yok artık ne okuyacak bir okul ne çalışıp ev geçindirebileceğim işim nede özlem duyup ta sıkıca sarabileceğim sevgilim vardı şiirler dostumdu bide bakkal amca acıktığım zaman sepete ekmek koyar para bile istemezdi yarısını ben yerdim yarısını bana eşlik eden serçeler sende o çıtı pıtı görünümünle serçe gibiydin bunaldığım her an balkonda oturdum parasızlıktan sinemaya gidemedim ama filmin hayaliyle yaşadım hep geceleri dua ederdim lunaparka gideyim diye atlı karınca hayali saçlarım rüzgardan önümü kapatır korkudan düzeltemezdim bile derin soluk aldığımda taze havayla dolardı içim...bu özlemlerle geçti çocukluğum anılarda yaşadım ben varolan dünyayı tanımadım bile ağladığım zamanlar varolan dünyadaydım onun dışında hayallerde güldüm etrafım sevimli palyaçolarla doluydu uçan inekler kurbağacık Sami ve küfede yaşayan kırpık gerçek oyuncağım olmadı yerde gezen bebeklerle yada yarı saçı dökülmüş oynanmaktan sıkılmış sokağa atılan bebeklerle oynadım ayakkabım eskimesin diye top oynamaz sadece hakemlik yapardım kaybeden takımdan soğuk kola içmek gibisi yok ne zaman oraya gitsem içimdeki çocuk canlanır hemen o günleri yaşarım sesiz karanlıklarda bunu engelleyemez hiçbir kuvvet şimdi ise yıllar sonra ne istediğimi alacak kadar param var hayallerim vardı gerçekleşmeye başladı hayat felsefem hep aynıydı kaybetmeyi bileceksin ki kazanmayı bilesin bu inançla yaptım tüm her şeyi acılarım dindi artık sevgiliye şiirler bile yazdım duvarları süsleyen kadınlarla gezdim aşk denilen o güzel şeyi tattım insan sevince başka güzelmiş anladım her yeni sabaha sevgilimin elinden kalktım yelkenimle günbatımına demir aldım uçağımla bulutlara değdim güzel yurdumu baştan sona dolaştım ama o içimdeki çocuk kadar mutlu olamadım nedenini ise hala anlayamadım..<A href="http://www.siirkolik.com/hikaye/yazarlar.asp?id=122">
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
3 Ağustos 2006       Mesaj #1264
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
ACI KAHVE

Kıza bir partide rastlamıştı.. Harika birşeydi. O gün peşinde o kadar
delikanlı vardı ki... Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti.
Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı ama tam bir
kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular.
Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu.
Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı...

“Ben artık gideyim” demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı.

“Bana biraz tuz getirir misiniz” dedi. “Kahveme koymak için.”

Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı. Kahveye tuz! Delikanlı
kıpkırmızı oldu utançtan ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı.

Kız, merakla “Garip bir ağız tadınız var.” dedi.. Delikanlı anlattı: “Çocukken
deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım.
Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.
Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı
dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu
ailemi hatırlıyorum... Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar.
Onları ve evimi öyle özlüyorum ki...”

Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının... Kız dinlediklerinden
çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar
özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini
arayan, evini sakınan biri... Ev duyusu olan biri... Kız da konuşmaya
başladı. Onun da evi uzaklardaydı. Çocukluğu gibi...

O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu... Tatlı ve sıcak.
Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii...
Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses,
prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses
ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu...
Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü...

40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. “Ölümümden sonra aç” diye
bir mektup bırakmıştı sevgili karısına. Şöyle diyordu, satırlarında: “Sevgilim,
bir tanem. Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum
için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.

İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun? Öyle heyecanlı ve gergindim ki,
şeker diyecekken ‘Tuz’ çıktı ağzımdan. Sen ve herkes bana bakarken,
değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim
ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı
defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim.
Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok...

İşte gerçek: Ben tuzlu kahve sevmem! O garip ve rezil bir tat.
Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim.
Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın
en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum.
Dünyaya bir daha gelsem, herşeyi yeniden yaşamak, seni yeniden
tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim,
ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da...”

Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında
birgün biri, kadına “Tuzlu kahve nasıl bir şey?” diye soracak oldu..

Gözleri nemlendi kadının...
Çok tatlı!.. dedi...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
3 Ağustos 2006       Mesaj #1265
arwen - avatarı
Ziyaretçi
İçimdeki Korku



Oysa benim de ağıtlarım var geçmiş uzaklara... Bu şehrin elini açmış dilenci zavallılığında, sönmüş ateşleri, kurutulmuş suları, bitmiş havaları, kaybolmuş toprakları ile
kaynatılmış bir gençliği eleyerek, duvarına mutlu gün fotoğrafları asmış biri olmak korkusu ile yazıyorum...
Biliyorum kim ne derse desin konuşmayı öğrenmiştik biz, usul usul, sakin sakin konuşmayı... Kiminle, nasıl ve nerede sorusu dışında oldukça makul bir sayıda da küçük ayrıcalıklar olmasını istemiştik bir çok kere... Yeni çağlara uyarlanmış Cyrano de Bergerac masalları uydurmadık mı hiç? Şu gün oturduğum rüzgarlı kayanın üzerinde havaya
şiirler saçan bir esrik olduğum geliyor aklıma... Ama düşün lütfen, sen olsaydın Marsyas’ın yerinde, almaz mıydın o kavalı yolda gördüğünde... Ben aldım... Hem de bile bile derimin yüzüleceğini... Biliyordum çünkü anlatmışlardı, biliyordum çünkü görmüştüm. Yalnızca
bir hoşçakal demek gelmişti içimden, yeni bir merhabaya açmak istiyordum bedenimi.
Rüzgar değişimin ilk habercisi... Umutların gökkuşağı... Serin bir banyo... Köpüksüz, sabunsuz, kurulanmasız. Kayalarla doldurulmuş denizlerin üstünde yürümenin tek ayrıcalığı var. Yalnızca denizde esen bir rüzgarı koklamak. Arınmak onunla eski günahlardan, sonra da savurmak dip balıklarının midelerine... Kimse yemeye yeltenmiyor bu balıkları... Kimse adlarını bile bilmiyor bu balıkların. Ben de bilmiyorum. Hadi kalk, ılık bir rüzgar al önce, sonra da koyu bir ateş... Değişimini giy üstüne, kayana çık ve kal orada. Yeni bir kaval aramadayım ben, yüzdürmem gerek eski derimi. Seni bırakıyorum ve bu sefer biliyorum ne gidişi bu... Kandırmaya çalışmayacağını biliyorum. Sonsuz bir özgürlüğe uçmak isteği ile
yarışmayacağını biliyor gibisin.
Kim böyle yaptı seni, ne içirdiler ruhunu satman için? Kim ne biçim bir haberci gönderdi sana? Hangi uğursuz kabus galip geldi düşlerine? Koşmayı hangi kötürüm kaza yasakladı ki, bir yatakta ölümü bekliyorsun? Söylemeyi istemiyorum sana bunları ama söyle bana, ne biçim bir kefen dokudular üstüne?
Evet gidiyorum... Sana onları da anlatmak istiyorum geleceklere ve eski günlerimi tavaf eden büyümüşlere...
Hadi uyan lütfen, gitmemi istemediğini söyle... Yeni sevmeye ayrılırken yollar, yeni dünyalara gir. Unut eskini, benliğini uyut. Senliğimi geri ver bana. Çokluk kendimi anlattım sana ya, beni olabildiğinden daha fazla tanıdığını düşünebilirsin. Oysa benim de
ağıtlarım var geçmiş uzaklara... En çok da yalnız gecelere... Biliyor musun, yeni çağlara uyarlı sevmelerde yaşıyoruz artık ne yazık ki... Düşlerle boyalı duvarların arasında yaşıyorduk eskiden. Ve kimilerimiz hiç sıyrılmadı düş boyalı küplerin büyüsünden...
Bir sabah uyandılar sonra. Sokaklara çıkılmaması gereker düdük sesleri dolaşıyordu. Çıkmadılar onlar da. Yeni düşler yoktu artık. Peşlerinde eski pişmanlıklarını ve yeni düşlerini sürüklüyorlardı. Kırılmış orduların neferlerine yakışırcasına başları önde omuzları
düşmüş birer birer girdiler yeniden biçilecekleri hızarlara... Onlardan biri olmak istemeyenlerse... Onlar zaten kendilerini kaybetmemek için bulabildikleri en kalın zincirleri bellerine bağlamışlardı çoktan.
Soylu asil hayallerime ihtiyacım var yeniden. Reklamların hangi kuşağına sıkıştım ki ben?.. Ara sıra korkuyorum kendimden. Belki de gidişlerimin tekmesi bunlar. Kendimden korkmam bu yüzden. Yeni hayatlar bulmaya gidiyorum. Her neyse sen bilmiyorsun bunları. Bunlar da benimle gidecek. Ve gelmek istersen de bilmeyeceksin. Benim
düşlerime yetişmene imkan yok ki...
Evet gidiyorum, terk ediyorum beni... Bu sefer biliyorum ne gidişi bu, söylemiştim söylüyorum...
Saat henüz çok erken, sense gizlerinin farkında değilmiş gibi
uyumadasın şehrin bir yerlerinde. Yeni dertler aramak gerek diyerek,
son çekilişinden beri köşene sana ne de başkasına yakınamadım
kendimi...
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
4 Ağustos 2006       Mesaj #1266
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi
Yil, 1915.
Çanakkalede kan gövdeyi götürüyor.
"Geçerim" diye saldiran emperyalistlerin insan kaybi, 200 bini asmis...
"Geç de görelim" diyen dedelerimizin kaybi ise, 250 binin üstünde...
Mermiler havada çarpisiyor.
Cesetler toplanamayacak kadar çok...
Bu inanilmaz kiyima ragmen, Ingiliz Hükümeti durumdan memnun.
Çünkü gerçegi bilmiyor.
Çanakkaledeki Ingiliz cephe komutani, "Vaziyet gayet iyi... Bugün yarin
geçeriz" raporlari gönderiyor devamli...
O sirada genç bir gazeteci var orada.
Avustralyali.
Melbourne Age Gazetesinin muhabiri.
Görüyor ki, durum kel...
Hadise, hiç de Ingiliz komutanin anlattigi gibi degil.
Türkler kafaya koymus...
Kuru ekmek yiyor, bulursa üzüm hosafi içiyor, sakir sakir ölüyor... Ama
geçirmiyor.
Avustralyali oldugu için özellikle dikkatini çeken bir konu daha var.
Ingiliz komutanlar, karargâhta klasik müzik esliginde viski yudumlarken,
Anzaklar patir patir gidiyor. En son iki tabur Anzak gönderiyorlar bir
bölgeye... Türklerin, iki taburu yok etmesi iki saat bile sürmüyor.
Üstelik, müthis bir sansür var.
Yazdigi haberler, Ingiliz yetkililer tarafindan engelleniyor.
Bakiyor ki, olacak gibi degil...
Sariliyor kaleme, tüm gerçekleri tek tek anlattigi, 8 bin kelimeden
olusan,


Gelibolu Mektubu"nu yaziyor.
Özeti su:
"Çanakkale geçilemez... Hemen çekilin."
Ve bu mektubu, sansürden kurtulmak için Avustralya Basbakanina "elden"
ulastiriyor.
Avustralya Basbakani mektubu okuyor, gözlerine inanamiyor ve acilen, yine
"elden", Ingiltere Basbakanina ulastiriyor.
Ingiltere Basbakani mektubu okuyor, Savas Kabinesini topluyor, orada bir
daha yüksek sesle okuyor...
Gizlice arastiriliyor.
Mektup dogru.
Hatta az bile yazilmis.
Cephedeki Ingiliz komutanin, kendi poposunu kurtarmak için palavra attigi
anlasiliyor.
Ve karar veriliyor.
Komutan görevden aliniyor.
Emperyalistler, Çanakkaleden çekiliyor.
Yazdigi mektupla savasin sona ermesini saglayan genç gazeteci,
Avustralyada"kahraman" gibi karsilaniyor.
"Sir" ünvani veriliyor.
E tabii kapilar açiliyor...
Savasa "muhabir" olarak giden gazeteci, savastan sonra "gazete sahibi"
oluyor.

Yil, 1952.
Çanakkalede savasin kaderini degistiren "sir gazeteci" vefat ediyor.
Bir tane oglu var...
O zamanlar, 21 yasinda.
Babasinin gazetesinin basina geçiyor.
Çalisiyor, çalisiyor, çalisiyor.
Avustralyaya sigmiyor...
ABDye, Avrupaya el atiyor.
Bugün, 75 yasinda.
Dünya medya imparatoru.
75 televizyon kanali...
175 gazetesi var.
TV kanallariyla 600 milyon izleyiciye, gazeteleriyle 11 milyon okuyucuya
hitap ediyor.




Yil, 2006...
Çanakkalenin "dövüserek" geçilemeyecegini ilk anlayan "sir gazeteci" nin
oglu, Çanakkalenin nasil geçilecegini gösterdi...
EFTyle.
Basti parayi, TGRTyi aldi.
Ismi, Rupert Murdoch.

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
4 Ağustos 2006       Mesaj #1267
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Aşklar da ayakkabılar gibidir...
Bazıları çamur yağmur, toz toprak kar buz gibi her türlü "kötü hava" koşullarına dayanıklıdır.
Bazıları ise ummadığınız kadar kısa zamanda çabucak "yamulur" ilk yağmurlu
havada "altı açılır" veya güzel havalarda bile "iki günde bozulup" gider.
Aşkları da ayakkabılar kadar "itinayla" seçmezseniz, tıpkı ayağınızda olduğu gibi yüreğinizde NASIR oluşabilir.
Dar gelen bir ayakkabıyı sadece tarzını beğendiğiniz için "zamanla açılır"
diyen satıcıya inanarak alırsanız, zaman içinde ayak kemiklerinizde "deformasyon" başlar.
Ruhunuzu daraltan bir aşk içinde yalnızca fiziksel beğeniye kapılıp "zamanla
düzelir" diyenlere kanarsanız, yine zamanla içinizdeki olumlu duyguların "çarpıldığını" görebilirsiniz.
Aşık olabileceğiniz insan türü, tıpkı ayakkabılar kadar değişik stillerde, farklı kalitelerde ve sayısız "renktedir"....
Aşkı bir çeşit serüven olarak "spor" gibi yaşayanlar, aynen "spor ayakkabı" gibi dikkat çekici ve rahat kişileri bulurlar.
Tersine aşkta tutucu ve istikrarlı olmayı benimseyenler "klasik ayakkabı" gibi muhafazakar çizgiler taşıyanlara tutulurlar.
Dekolte ayakkabılar gibi sadece cinsellik ve eğlence zevkleriyle ateşlenen aşklar vardır.
"Bez" ayakkabılar gibi kısa ömürlü "tatil aşkları" ise hemen herkesin kişisel tarihinde mevcuttur.
"Marka" ayakkabı alır gibi, sevgilinin kariyerine ve maddi durumuna "tutulan" aşıklar görürsünüz.
Katı plastikten "yağmur çizmesi" edinir gibi mantık süzgecinden geçirip "işe
yarar" biçimde yaşamak isteyenleri de bilirsiniz.
Ayrıca ne tuhaf ki, psikolojik testlerde "zaafı"olup evine sayısız çeşitte ayakkabılar yığan
insanların aynı zamanda "değişik" türde aşklara da zaafı olduğu söylenir.
Evet aşk "ayakkabıdır".
Aynen ayakkabınıza bakım yapmayıp "hor" kullandığnız zaman kolayca eskittiğiniz gibi,
aşkınıza da dikkatli davranmayıp özen göstermediğiniz zaman kısa sürede "eskitirsiniz".
Ve nasıl ki "delik" bir ayakkabıyı tamir ettirdiğinizde yalnızca "bir miktar" ömrünü uzatmış olursanız;
"delik" bir aşkı onarmaya kalkıştığınızda da "asla eskisi gibi olmayacaktır"!
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
4 Ağustos 2006       Mesaj #1268
arwen - avatarı
Ziyaretçi
İçimdeki Sen


Anlatılacak şeyler olur bazen ama ne mümkün sıraya koyamazsın. Bazen isyan etmeye doğru giderken, bakarsın mutluluk karşında... Ve bir an çok mutlu olduğunda bir korku kaplar içini ya bozulursa dersin, o anı yaşayamazsın. Hayat bu işte bir varoluşun içinde kaybolmak(!) korkmak keşke bir fareden, bir yılandan korkmak olsa ama değil işte!!! En yakın bulduğun şeylerin seni ansızın terketmesi, canım dediğin her şeyden önce gördüğünün yılan oluşu vardır bide.. Yani yılanın kuyruğuna basmamış olsan da o seni sokmaya hazırdır. İşin kötü tarafı sen onu yılan yerine bile koymazsın. Evet yılan yerine koysaydın zehirleyeceğini bilir ve şuan olduğu gibi hemen ölmezdin...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
4 Ağustos 2006       Mesaj #1269
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken,denize telaşla birşeyler atan birine rastlar.Biraz daha yaklaşınca,bu kişinin sahile vurmuş denizyıldızlarını denize attığını farkeder.Ve''niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsunuz''diye sorar.Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden kişi,''yaşamaları için''yanıtını verince,adam şaşkınlıkla''iyi ama,burada binlerce denizyıldızı var.Hepsini atmanıza imkan yok.Sizin bunları denize atmanız neyi değiştirecek ki?''der.Yerden bir denizyıldızı alıp denizer atan kişi,''bak onun için çok şey değişti''karşılığını verir...
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
4 Ağustos 2006       Mesaj #1270
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Senin Kadar
Özel Bir Kişi...
Öğrencileri tarafından olduğu denli, öğretmen arkadaşları tarafından da sevilen genç bir öğretmen, birgün derste öğrencilerine, hiç de beklemedikleri bir haber verdi:
"Bugün sınav yapacağım" dedi. "Lütfen kağıt ve kalemlerinizi hazırlayınız."
Öğrenciler, bir sınav beklemiyorlardı; o nedenle hazırlıklı değillerdi. Öğretmenin sınav sorusunu bildirmesini beklerken, hoşnutsuzlukları yüzlerindeki asık ifadelerinden anlaşılıyordu.
Öğretmen, sorusunu açıkladı:
"Herkes kağıdına, sınıftaki tüm arkadaşlarının isim- lerini yazsın."
Bir süre bekledikten sonra da, sınavın ikinci "soru"sunu bildirdi:
"Şimdi herkes, listede yer alan arkadaşlarının adının altına, o arkadaşları hakkındaki görüşlerini, düşüncelerini ve duygularını yazsın."
Ders sonunda öğretmen sınav kağıtlarını topladı ve evine gitti. Evde, her öğrencisinin adını ayrı bir kağıda yazdı ve altına da, tüm arkadaşlarının o öğrenci hakkında yazdıklarını sıraladı.
Öğretmen, Pazartesi günü derse girdiğinde, öğrencilerinin sabırsızlıkla onun dağıtacağı sınav kağıtlarını beklediklerini gördü ve gülümsedi. Sonra da, her bir öğrencisine, kendisi için özel olarak hazırladığı kağıtları dağıttı.
Kağıdına bakan her öğrenci birden hareketleniyor, yüzü aydınlanıyor, hemen yanındaki arkadaşıyla fısıltıyla konuşmaya başlıyordu. Arkalarda oturan sessiz bir öğrenci, "Aman Tanrım! Arkadaşlarımın, benim varlığımın ayırdında bile olmadıklarını sanıyordum" diye haykırdı. "Oysa beni ne kadar da seviyorlarmış."
Sınıf içinde bir daha bu sınavdan hiç söz edilmedi. Öğretmen, öğrencilerin ailelerine bu sınavdan söz edip etmediklerini hiçbir zaman öğrenemedi. Ama önemli olan "bu sınavın başarıyla sonuçlanması ve amacına ulaşmış olmasıydı."
Öğrenciler, birbirleri hakkındaki düşüncelerini öğrenmiş olmaktan memnundular ve bu etkinlikle ilgili hiçbir olumsuz eleştiride bulunmamışlardı.
Aradan yıllar geçti, öğrencilerin herbiri mezun olduktan sonra farklı meslekler edindiler ve yaşamlarını farklı görevlerde sürdürmeye başladılar. Ama öğrencilik yıllarını ve arkadaşlarını asla unutmadılar.
Öğretmen, öğrencilerinden uzun yıllar haber alamadı. Birgün, bir kız öğrencisinden, çok sevdikleri arkadaşları Mark’ın Vietnam’da öldüğünü ve öğretmenlerinin, sınıf arkadaşlarının cenazesine katılmasını istediklerini bildiren bir mektup aldı. Cenaze töreni, iki gün sonra kasabanın merkezindeki kilisede yapılacaktı.
Ö
ğretmen, öğrencisinin cenazesine gittiğinde, yoğun bir kalabalıkla karşılaştı. İlk kez böyle bir askeri cenaze törenine katılıyordu. Şaşkınlığını gizleyemeden çevreyi seyretmeye başladı. Bu genç yaşında yaşama veda eden öğrencisi Mark, biraz ileride, bayrağa sarılı tabutun içinde yatıyordu. Mark’ın ailesi ve arkadaşları birer birer tabutun başına gidiyorlar ve onun için son kez dua ediyorlardı.
Askerlerden biri öğretmenin yüzüne dikkatlice baktı ve yanına yaklaştı:
"Affedersiniz" dedi. "Siz Mark’ın matematik öğretmeni değil miydiniz?"
Öğretmen, hayret ifadesi dolu gözleriyle askere baktı ve yavaş bir sesle "Evet" dedi.
Asker, "Tahmin etmiştim" dedi ve söylemek istediğini bir çırpıda söyledi:
"Mark sizden o kadar çok söz etti ki!" dedi.
Daha sonra Mark’ın anne ve babası geldi öğretmenin yanına ve oğullarının cenazesine katıldığı için kendisine teşekkür ettiler. Sonra da onu, Mark’ın arkadaşlarıyla birlikte yemeğe davet ettiler.
Yemekte Mark’ın babası, "Size bir şey göstermek istiyoruz" dedi ve titreyen parmaklarıyla cebinden çıkardığı bir keseyi öğretmene uzattı:
"Bunu, vurulduktan sonra Mark’ın üzerinde bulmuşlar" dedi. "İçindeki kağıdın size hiç de yabancı gelmeyeceğini düşündük."
Öğretmen, keseden çıkan bir hayli yıpranmış kağıdı alır almaz, içinde yazılanları hemen hatırladı. "O günler" gözlerinin önünde canlanmıştı. Katlanmış sayfaları titrek elleriyle açmaya çalışırken, yanaklarından birkaç damla yaş süzüldü. Evet! "O günler"deki sınıf arkadaşlarının, Mark hakkındaki düşüncelerini ve duygularını yazdıkları kağıttı bu.
"Size ne kadar teşekkür etsek azdır" dedi Mark’ın annesi. "Gördüğünüz gibi onun hakkında yazılanlar Mark’ın, ömür boyu üzerinde taşıdığı değerli bir hazinesiydi."
Mark’ın arkadaşları birer birer öğretmenlerinin çevresini sardılar.
Charlie başladı söze.
"Ben de listemi hala saklıyorum" dedi. "Evdeki çalışma masamın en üst çekmecesinde saklıyorum onu."
Chuck’ın eşi aldı sözü. Heyecanlı heyecanlı konuşuyordu:
"Chuck da o listeyi düğün albümümüze yerleştirmemi istedi" dedi. "Hala orada duruyor onun listesi."
Marilyn karıştı söze:
"Evet benimki de iki kalın kapak arasında duruyor ama" dedi. "Günlüğümün arasında saklıyorum benim listemi..."
Öğretmenin bir başka öğrencisi Vickie ise, elini çantasına götürdü ve cüzdanını çıkarıp, içinden, büyük bölümü sararmış sayfaları çıkardı:
"Benimki de hep çantamdadır; her zaman yanımda taşırım" dedi. "Sanırım o günkü sınavımızın kağıtlarını hepimiz saklamaktayız."
Vickie son tümcesini söylediğinde, öğretmen artık gözlerinden taşmakta olan yaşları tutamıyordu. Mark ve onu bir daha asla göremeyecek arkadaşları için ağlıyordu.
***
H
emen hemen tümümüz, sonsuza dek yaşayacağımızı sanıyoruz. Aslında yaşam öylesine kısa ki. Göz açıp kapayıncaya dek tükenip, gidiveriyor. Hiçbirimiz ne zaman veda edeceğimizi bilmiyoruz yaşama. Çevrenizde, sevdiğiniz, değerinin ayırdında olduğunuz her kişiye, onu ne denli çok sevdiğinizi, sizin için onun ne denli çok anlam taşıdığını, hadi hemen şimdi söyleyin. Bunu şimdi ertelerseniz, korkarız ileride bir gün söylemek için geç kalmış olabilirsiniz. Deneyin, göreceksiniz, hiç de zor değildir "Seni seviyorum" diyebilmek...
Karşınızdaki kişinin gözlerinin mutlulukla parladığını, sevilmenin heyecanıyla onun, yaşama ne denli bir coşkuyla dört elle sarıldığını göreceksiniz.
Yaşam dediğimiz de zaten, bu insansal lezzetin tadına varabilmek mutluluğu değil midir?•
alıntı

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar