Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 138

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.070 Cevap: 1.997
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Ağustos 2006       Mesaj #1371
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kanlı Dudaklar

Sponsorlu Bağlantılar


Feryadım dağları deliyor sanki. Yüreğim kaldırmıyor artık olanları. Tamam ben kazandım dediğim bir anda bir de bakıyorum ki aslında ben herşeyimi kaybetmişim...

Umutlarım hayallerim hepsi avuçlarımın arasında sımsıkı duracak sanmıştım. Oysa şimdi hepsi parmaklarımın arasında birbir kayıp gidiyorlar. Yetişemiyorum, duyuramıyorum sesimi kimseye. Yardım istemeye gururum elvermiyor... Haykırıyorum git demek istiyorum sana sadece git beni bana bırak ve git. Beni kanlı kaderime bırak ve git...

Bir an maziye dalıyorum birbirmize kavuşmak için yaptıklarımızı hatırlıyorum da keşke hiçbirini yapmasaydım, yapmasaydık... Bir mutluluk oyununun içinde bulduk kendimizi. Ta ki bir zamanlar dudaklarına değerken yüreğimin atışlarıyla birlikte titreyen dudaklarım, öksürüklerimle beraber kanlanana kadar...

Artık anlıyordum gitmek gerekiyordu... Sessizce girdiğim hayatından yine sessizce çıkmak gerekiyordu. Çünkü bu kanlı dudakları öpemez senin dudakların... Veremli bir kızın dudaklarındaki pis kanla kirletme dudaklarını GİT... Beni kanlı kaderimle bırak ve git. Ama sana neden git dediğimi asla bilme. Çünkü seni de ortak edemem bu kanlı kadere.... GİT SADECE GİT..

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
20 Ağustos 2006       Mesaj #1372
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Onu çılgınca sevmiştim! İnsan neden sever? Dünyada sadece bir varlıktan başkasını görmemek, kafasında sadece bir düşünce olmak, yüreğinde sadece bir arzuyu hissetmek ya da dudaklarında sadece bir adın tekrarlanması tuhaf mı acaba? Bir pınarın sularının yeryüzüne çıkmasına benzer şekilde ruhun derinliklerinden dudaklara kadar yükselen, hep söylenen, tekrar söylenen, bir dua gibi her yerde hep fısıldanan bir ad.

Sponsorlu Bağlantılar
Hikâyemizi anlatmayacağım. Aşkın sadece bir hikâyesi vardır ve o zaten hep aynıdır. Tanışmış ve birbirimizi sevmiştik. İşte hepsi bu. Bir yıl boyunca, onun kollarında, onun şefkatiyle, sevgisiyle, giysilerinde, sözlerinde, bakışlarında, ondan gelen her şeye tutkun, ona bağlanmış ve hapsolmuş şekilde yaşamıştım. Her şey o kadar eşsizdi ki, gece miydi gündüz müydü, ölü müydüm, diri miydim, neredeydim, farkında değildim.

Ve işte öldü. Nasıl? Bilmiyorum, hiç bilmiyorum.
Yağmurlu bir gecede eve sırılsıklam döndü. Ertesi gün öksürüyordu. Yaklaşık bir hafta boyunca öksürdü ve yatağa düştü.
Ne olmuştu? Hiç bilmiyorum.

Doktorlar geliyor, yazıp çiziyor ve gidiyordu. İlaç getiriyorlar, hastabakıcı bir kadın da ilaçları ona içiriyordu. Elleri sıcaktı, alnı nemli ve yanıyordu, bakışları parlak ama hüzün doluydu. Onunla konuşuyordum, o da bana cevap veriyordu. Birbirimize neler anlatmıştık? Bilmiyorum. Her şeyi, evet her şeyi, her şeyi unuttum. Ölüp gitti; o son, o zayıf iç çekmesini çok iyi hatırlıyorum.

“Ah!” dedi hastabakıcı kadın. O an anladım! Artık hiçbir şey bilmiyordum. Hiçbir şey... “Metresiniz” diye konuşan bir papazı gördüm. Ona hakaret ediyor gibi geldi bana. Mademki ölmüştü o, artık bunu kimsenin söyleme hakkı yoktu. Papazı kovdum. Bir başka papaz geldi; iyi ve hoştu. Bana ondan söz edince ağladım.

Toprağa verme konusunda bir sürü soru sordular bana. Hiç hatırlamıyorum.

Bununla birlikte, tabutunu, onu içine koyup tabutun çivileri çakılırken duyulan çekiç darbelerinin sesini çok iyi hatırlıyorum. Ah Tanrım!

Gömüldü. Artık bu çukurun içindeydi! Birkaç kişi, birkaç arkadaş gelmişti mezarlığa. Kaçtım oradan, koştum.

Sokaklarda uzun süre yürüdüm. Sonra eve döndüm. Ertesi gün seyahate çıktım.

Dün Paris’e döndüm.

Odamı, odamızı, yatağımızı, eşyalarımızı, ölümünden sonra ondan geriye kalan her şeyin bulunduğu bu evi yeniden görünce, içimi öyle büyük bir üzüntü kapladı ki, az daha pencereyi açıp kendimi sokağa atacaktım. Ondan kalan her şeyi sarıp sarmalayan, onun bedeninden, soluğundan kalan her şeyi, binlerce zerreyi barındıran bu eşyalar, duvarlar arasında kalamazdım. Dışarı çıkmak için şapkamı aldım. Kapıyı varmadan önce, onun hole koydurduğu büyük aynanın önünden geçtim. Dışarı çıkmadan önce bu aynada tepeden tırnağa kendisine bakar, giysilerinin kendisine yakışıp yakışmadığını, giydiklerinin, saçlarının güzel olup olmadığını incelerdi.

Sık sık onun görüntüsünü yansıtan bu aynanın karşısında kalakaldım. Ayna onu o kadar sık yansıtmıştı ki, onun görüntüsünü de muhafaza ediyor olmalıydı.

Orada, gözlerimi cama dikmiş, düz, derin, boş aynanın önünde titreyerek duruyordum. Benim bakışlarım kadar sevdalı, benim kadar ona vurgun olan o ayna yine de tümüyle onu içinde saklıyor olmalıydı. O aynayı sevdiğimi anladım. Ona dokundum; soğuktu! Oh! Anılar, anılar! Bütün acıları çektiren o korkunç, o yaşayan, o ölü, o acı veren, yakan ayna! Bir aynada yansımaların kayması ve yok olması gibi sakladığı, gördüğü, önünden geçen her şeyi, sevgisine ve aşkına sığındığı her şeyi unutan yüreğe sahip insanlara ne mutlu! Ne çok acı çekiyorum. Sokağa çıktım, farkında olmadan, istemeye istemeye mezarlığa gittim.

Mezarını buldum. Üzerinde birkaç kelimenin yazılı olduğu ve mermerden bir haçın bulunduğu basit bir mezar. Üzerinde şöyle yazılıydı: “Sevdi, sevildi ve öldü”.

Oradaydı, o çukurun içinde çürümüştü! Bu ne korku! Alnım toprağın üzerinde, hıçkırıklara boğuluyordum.

Orada epey kaldım. Sonra akşam olduğunu farkettim. O anda, acayip ve delice bir arzu, umutsuz bir sevgilinin arzusu kapladı içimi. Geceyi, mezarında ağlayarak onun yanında geçirmek istiyordum. Ama beni görürlerse, mezarlıktan dışarı çıkarırlardı. Nasıl yapmalı?

Doğruldum ve bu ölüler diyarında başıboş dolaşmaya koyuldum. Yürüdüm, yürüdüm. Burası, yaşayanların diyarının yanında ne kadar da küçüktü! Bununla birlikte, ölülerin sayısı yaşayanlarınkine göre ne de çoktu. Bağların şarabını, pınarların suyunu içen, ovaların ekmeğini yiyen bize daha büyük binalar, sokaklar, daha çok yer gerekiyor.

Oysa bütün ölüler için, bize kadar ulaşan bütün ölüler için küçük bir toprak parçasından başka hemen hemen hiçbir şey gerekmiyor. Toprak onları alıyor, unutulmuşluk onları siliyor ve elveda!...

İçinde dolaştığım mezarlığın sonunda terkedilmişlerin, yani çok önceden ölenlerin, toprağa karışmayı tamamlamış, artık haçları bile çürümüş olanların mezarlarına, yarın yeni ölenlerin gömüleceği mezarların bulunduğu bölüme geldiğimi farkettim. Burası, güllerle, uzun ve kara servi ağaçlarıyla dolu, kederli ve insan etiyle beslenen büyük bir bahçeydi.

Yalnız, yapayalnızdım. Bir ağaçta büzülüp kaldım. Karanlık ve kalın yapraklı dallar arasında tamamen gizlendim.

Ve alabora olmuş bir geminin enkazına tutunan bir kazazede gibi ağacın gövdesine sarılarak bekledim.

Gece iyice çöküp ortalık zifiri karanlık olunca, gizlendiğim yerden ayrıldım ve ölülerle dolu toprağın üzerinde yavaş ve sessiz adımlarla yürümeye koyuldum.

Uzun zaman aylak aylak dolaştım. Onun mezarını bulamıyordum. Kollarımı öne uzatmış, gözlerim iyice açık, ellerimi, ayaklarımı, dizlerimi, göğsümü hattâ başımı mezarlara çarpa çarpa yürüyor ama onu bulamıyordum. Dokunuyor, yolunu arayan bir kör gibi taşları, haçları, demir parmaklıları, solgun çiçeklerin bulunduğu çelenkleri ellerimle yokluyordum. Parmaklarımı harfler üzerinde gezdirerek isimleri okuyordum. Ne geceydi, ne geceydi o! Mezarı bulamıyordum!

Ay ışığı yoktu. Her yer karanlıktı. Korkuyordum; iki mezar dizisi arasında bulunan küçük yollarda içime berbat bir korku yayılıyordu. Mezarlar, mezarlar, mezarlar. Her yer mezarlarla doluydu. Sağda, solda, önümde, arkamda her yerde mezarlar vardı. Dizlerim tutmuyor, artık yürüyemiyordum. Mezarlardan birinin üzerine oturdum.

Kalbimin çarpıntısını işitiyordum! Başka şeyler de duyuyordum. Neydi bu? Adı koyulamayan karmakarışık bir gürültü! Nereden geliyordu? Sersem sepet olmuş kafamdan mı, karanlık geceden mi yoksa gizemli, insan cesetleriyle dolu toprağın altından mı? Çevreme bakıyordum!

Orada ne kadar kaldım, bilmiyorum. Korkudan kıpırdayamaz hale gelmiş, kendimden geçmiştim; bağırıp çağırmaya ve ölmeye hazırdım.

Birden, üzerinde oturduğum mermerden kapak taşı hareket ediyormuş gibi geldi bana. Evet, sanki biri onu kaldırıyormuş gibi kapak taşı yerinden oynuyordu. Bir sıçrayışta yandaki mezarın üzerine attım kendimi. Az önce üzerinde oturduğum taşın doğrulduğunu gördüm. Birdenbire ölü göründü, çıplak bir iskelet, kamburlaşmış sırtıyla kapak taşını atıverdi. Görüyordum, gece ne denli karanlık olursa olsun, onu çok iyi görüyordum. Haçın üzerinde şöyle yazıyordu: “51 yaşında ölen Jacques Olivant burada yatıyor. Ailesini, arkadaşlarını çok severdi, dürüst ve namusluydu, Hakkın rahmetine kavuştu”.

Ölü de, mezar taşının üzerindeki yazıları okuyordu. Sonra yoldaki bir taşı, keskin küçük bir taşı aldı ve yazıları özenle kazımaya koyuldu. Yazılanları yavaş yavaş tümüyle sildi, az önce kazıdığı yere boş gözlerle baktı ve bir zamanlar işaret parmağı olan kemiğin ucuyla parlak harflerle yazdı:

“51 yaşında ölen Jacques Olivant burada yatıyor. Acı sözleriyle, mirasına konmak istediği babasının ölümünü çabuklaştırdı, karısına işkence yaptı, çoluk çocuğuna eziyet etti, komşularını aldattı, fırsat buldukça çalmaktan geri kalmadı ve sefilce öldü”.

Ölü, yazmayı bitirince, hiç kıpırdamadan eserini hayranlıkla seyretti. Geriye dönüp bakınca, bütün mezarların açılmış olduğunu, bütün cesetlerin mezarlarından çıktığını, hepsinin, gerçeği kazımak için, aileleri tarafından mezar taşlarına yazılan yalanları sildiğini gördüm.

Ve hepsinin, bu iyi babaların, bu sadık kadınların, fedakâr oğulların, tertemiz lekesiz genç kızların, bu dürüst tüccarların, bu kusursuz olduğu söylenen erkeklerin ve kadınların aslında kendi yakınlarına işkence ettiklerini, kinci, namussuz, iki yüzlü, yalancı, dalavereci, iftiracı ve kıskanç olduklarını, çalıp çırptıklarını, aldattıklarını, utanç verici ve iğrenç her türlü işe karıştıklarını görüyordum.

Hepsi, sonsuz barınaklarının girişine, hayattayken hiç kimsenin bilmediği ya da bilmez göründüğü korkunç, zalim ve kutsal gerçeği aynı anda yazıyordu.

Sevgilimin de, kendi mezar taşına yazmış olduğunu düşündüm.

Artık korkmadan, yarı açık tabutların, cesetlerin ve iskeletlerin arasından onun mezarına koşmaya başladım; onu hemen bulacağımdan emindim.

Kefene sarılı yüzünü görmesem de, uzaktan tanıdım onu.

Biraz önce mermerden haçın üzerinde, “Sevdi, sevildi ve öldü” yazıyordu.

Şimdi okunanlar ise şöyleydi: “Bir gün, sevgilisini aldatmak için dışarı çıktı, yağmura yakalandı, soğuk aldı ve öldü”.

....................................................Gün doğarken beni bir mezarın yanından yarı cansız kaldırmışlar.

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Ağustos 2006       Mesaj #1373
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kantin Yolu




- Oğlum kalk işe geç kalacaksın.

Serkan annesinin bu sözleri ile uyandı. Saat sabahın altısı idi. Bu saatte kalkmak ona kış günü buz gibi soğuk suyla yıkanmak kadar zor geliyordu. Zaten izlediği filmden dolayı gece ikide yatmıştı. 4 saatlik uyku harbi zulümdü onun için. 10 dakikaya ancak kendine gelebildi , sanki sarhoştu da yeni ayılıyor gibiydi. Kendine geldiğinde yataktan yavaşcça kalktı , elleriyle yorgun uykulu gözlerini ovdu. Öyle bir ovuşu vardı ki gören gözlerini çıkartıyor sanırdı. Zaten bir gün amcasının 4 yaşında küçümen kızı onu o halde görünce “Serkan abi ne yapıyorsun gözünü çıkartıyorsun” diye avaz avaz bağırmıştı. Serkan’da gülümsemişti gülememişti kızın şok haline. Aklına bunlar geldiğinde gülümsedi olanlara. Belki amcası bugün getirirdi minik Bahanur’u. Oyun oynardı onunla belki saklambaç falan. Bu düşünce ile gideceği aklına gelmişti hareketlendi hemen. Hazırlanmaya başladı. Peki neydi işi , Serkan hazırlanırken ben de size kısaca anlatayım.

Serkan bir ilköğretim okulunda kantinci idi. Üniversiteyi bitirmesine rağmen bir kantinci idi. Bazen bunu düşününce oldukça üzülürdü. 18 sene okumasına rağmen ancak kantinci olabilmişti. Peki nasıl olmuştu bu. Üniversiteyi bitirdikten sonra birkaç işe girmişti. Evet gerçekten de birkaç işe girmişti. İlkinden yediği patron kazığından sonra başka işlere girişmişti. İki işe birden başlamıştı birisi bir müzik şirketinin arşiv kayıtlarının internet databaselerini oluşturmaktı yani fazla uzun süreli bir iş değildi. Diğer işi de yarı günlük bir gece işiydi. Mal sayımı yapıyordu. İki işte hoşuna gidiyordu garip olmalarına rağmen. Özellikle bulduğu ilk iş olan dersane öğretmenliğinde bir hafta içinde öğretmenlik niyetine yaptığı broşür dağıtımından sonra (ki bu yüzden işten toplu halde çıkmışlardı ) bu işler çok güzel geliyordu. Sonuçta işleri kendisi bulmuştu ve işlerden birisi gezmelik bir işti diğeri de sevdiği ortam olan Kadıköyde idi. Hayatından memnundu ta ki babası bir okul ! kantini alana kadar. Babası bu okul kantinini sen işleteceksin diyince babasına olan saygısından ses çıkartamadı ve kabul etti. Girdiği işlerden çıktı istemeden çıkmıştı ama çıkmıştı. Bir ayda başlayacağı dördüncü iş olacaktı bu ; 4. garip iş. İşe başladığında sevmediği bir ortama girdiğinden dolayı somurtkandı. Zaten çocukları da sevmezdi. Özellikle ilkokul çocuklarını. Kendisine göre şımarıktı onlar hiçbir özellikleri yoktu. Sadece oyun oynarlar derslere girerler sahte sevgiler gösterirlerdi. O yüzden ilk günlerde yüzü pek gülmedi. Patates kokusunun da üstüne işlemesi( Kantinde patates yapmanın sorunuydu bu patates kokusunun insan üstüne nefsetmesi) iyice sinirli hale sokmuştu. Teneffüslerde bu sinirle öğrencilere bağırır hale gelmişti. Günler geçtikçe sinirleri azalmaya ortama biraz da olsa alışmaya başladı. Öğrencilere daha da yumuşak davranıyordu. Onun için inanılmaz bir şey oldu öğrenciler onu sevmeye başlamıştı. Bu onun için oldukça hoş bir şeydi. Sevilmek , biri tara! fından sevilmek , birileri tarafından sevilmek. Ne hoş bir şeydi bu. Herkes “Serkan abi bir tost” , “Serkan abi bir patates” , “ Serkan abi nasılsın” dedikçe öğrencilere karşı bir garip olmuştu. Çünkü diğer elemanların adını bile bilmiyordu öğrenciler sadece ona adı ile hitap ediyorlardı. Bu da ne kadar sevildiğinin göstergesi idi.Sevmediği kişiler tarafından seviliyordu. Zamanla o da onları sevmeye başladı. Çocukları sevmeyen Serkan artık yolda şirin bir çocuk görse sevesi geliyor bazılarını da başlıyordu sevmeye. Sevmediği bir işten böyle güzel şeyler öğrenebilmek Serkan için belki de hayatın anlamıydı. Artık kantini seviyordu , çocukları seviyordu. Bugün de kantine gidecekti. O gün de güzel olacaktı , bunu hissedebiliyordu. Güzel olmasa da umurunda değildi aslında varsın kötü olsundu. Belki anlatacak bişeyler çıkartabilirdi.Biraz uzun sürdü ama işi böyleydi Serkan’ın.

Serkan hazırlanmıştı , son rütüşları da yapıyordu. Saçına jöleyi sürmekle meşguldü. Hafif uzundu saçları. Uzatmaya karar vermişti , değişikliğin kendisi için iyi olacağını düşünmüştü. Babası:

-Serkan hazırmısın çabuk ol geç kalacaksın işe.
-Geldim baba.

İşe annesi ile babası bırakıyorlardı. Onlar da başka bir kantine gidiyorlardı. Gitmişken de Serkan’ı bırakıyorlardı. Kendi işleri erken başladığından Serkan her zaman işe erken gitmek zorunda kalıyordu. 1,5 aydır gidiyordu işe ama minibüs ya da otobüsle işe nasıl gidileceğini hala öğrenememişti. Lazım olmazdı herhalde ama öğrenmesi gerekliydi belki bir gün ihtiyacı olabilirdi. En iyisi bu gün işten bir süreliğine ayrılıp yolu öğrenmeliydi. Merdivenden inerken bu hesapları yapıyordu. Arabalarını bıraktıkları otoparkın arka kapısından girdiler. Arabalarına doğru giderken ilginç bir şey gördüler otoparkın ön kapısı bir minibüs tarafından kapanmıştı. Arka kapısı ancak yayaların girebileceği kadar dar olan otoparktan araba ile çıkmanın tek yolu olan ön kapı artık kapalıydı. Otopark bekçisi ile yaptıkları konuşmada park halindeki minibüsün fren sisteminin bozulmasından dolayı hafif yokuş olan otoparkta kayması ve tam yokuş olan çıkış kapısına doğru düşerek orayı çarprazlamasına ka! patması idi. Apartmanlar arası yapılmış olan bu otoparkın girişi de doğal olarak dardı bu yüzden bir minibüsün çarprazlama olarak bu girişi tıkaması girişin açılmasını oldukça geciktirecekti. Yokuş aşağı çarprazlama kaymış olan minibüsü otopark görevlileri çıkartmaya çalışıyorlardı. O sırada Serkan’da arabalarında bir umutla minibüsün yoldan çıkmasını bekliyordu. Babası da adamların yanındaydı. Görevliler arabayı çalıştırmışlar geri geri çıkmaya çalışıyorlar tekerleri devamlı sağa sola döndürüyorlardı. Bu sayede minibüs oturduğu yuvadan kurtulabilirdi ama minibüs geri gidemiyordu devamlı patinaj yapıyordu. Bunun nedeninin ön tarafın fazla ağır olduğuna kanaat getiren görevliler minibüsün arka tarafına Serkan ile babasını oturttular ve bir iki deneme daha yaptılar ama sonuç gene başarısızdı. Serkan işe geç kalacaktı bu gidişle. Babasına işe minibüsle gitmesi gerektiğini söyledi. Babası da tek çare minibüs olacağından kabul etti.Bu konuşmadan kısa bir süre sonra babası bir ark! adaşı ile bir telefon görüşmesi yaparak onun arabasını o günlük ödünç aldı. Arkadaşının işyeri yakındı oraya giderek arabayı alacaktı. Hep beraber yola koyuldular. Beş dakika kadar yürüdüler iş yerine geldiklerinde Serkan onlara hayırlı yolculuklar diyerek gitti. Şimdi hangi minibüse gitmesine karar vermeliydi. Gideceği yer Yenibosnaydı oturduğu yer de Şirinevlerdi. İki minibüs vardı oraya giden acaba hangisi geçerdi. Minibüs durağına geldiğinde ilk Yenibosna arabasına atladı.

-Merhaba Sultan Abdül okulundan geçer mi?
-Hangi okul?
-Sultan Abdül okulu.
-Valla bilmiyorum. Bir okulun önünden geçiyoruz ama onun da adını bilmiyorum.
- Siz şimdi E-5 ten Yenibosnaya girdikten sonra cami yolundan geçmiyor musunuz? -Evet? -Tamam o zaman o okuldan da geçersiniz o zaman. Borcum ne kadar dı? -750,000 -Buyrun.

Ne adamlar var diye düşündü Serkan.Geçtikleri yolu tanımayan minibüs şoförleri ha ilginç. Tebessümlüydü bu olay üzerine. Bari yanlış minibüse binmiş olmasındı. Minibüs hareket etti tamda tahmin ettiği gibi E-5 ten cami yoluna girdi ama hesaba katmadığı bir şey oldu minibüs cami yolu + dereyolu yapmıştı. İşte bu olmamalıydı. Hemen orada inmesi gerekti ama inmedi belki ileride tekrar cami rotasına döner diye düşündü ama her düşünülen şeyin olmadığı gibi bu da olmadı. Minibüs gittikçe gitti ta bilmediği yerlere geldi. Daha sonra bir sol yaparak gitmek istediği rotaya paralel hale geldi. Neyse dedi belki ileride bir yerde bildiğim bir yer vardır diye düşündü beklemede kaldı. Araç gidiyordu ama gittiği yerleri hiç çıkartamıyordu. Tam telaş olmuştu. Kesin kaybetmişti yolu ama tam o sırada tanıdık bir dükkan gördü. Akşam iş dönüşü eve gelirken fark ettiği bir dükkandı. İşyeri fazla uzak olamazdı oraya. Minibüs bir süre daha gittiğinde bir okul gördü kendi okulu değildi ama inmesi g! erekti. Zaten kaybolmuştu artık yolu bulabilmesi tüm ipuçlarını birleştirebilmesi gerekti. Birincisi tanıdık gelen dükkandan fazla uzaklaşmamışı bu da okula fazla uzak olmadığı anlamına geliyordu. İkincisi de bir okulun önünde inmişti minibüsten. Bunu bilerek yapmıştı nedeni de basitti. Emekli öğretmen babasından öğrendiği bişey vardı “Okulun olduğu yerde başka okullar da vardır” . O yüzden burada inmişti okul buralarda bir yerde olmalıydı ama nerede. Caddeden karşıya geçti ve ilk sokaklardan birisine daldı. Kendi okulunun olduğunu tahmin ettiği yere doğru yürümeye başladı. İlk gördüğü kişiye Sultan Abdül okulunun nerede olduğunu soracaktı. Bir bayan gördü ileride;

-Afedersiniz Sultan Abdül ilköğretim okulu nerede biliyor musunuz acaba? -Neresi? -Sultan Abdül? -Hayır bildiğim kadarı ile buralarda öyle bir okul yok. -Hmm. Teşekkür ederim yinede sağolun.

Strese girmişti şimdi okula da geç kalmıştı artı kaybolmuştu ve cep telefonunun şarjı da bitmişti. Herkes merak edecekti onu. Kantinin anahtarı da sadece kendisinde idi. Bu düşünce iyice gerginleştirmişti onu.Ayrıca kadının okulu tanımaması da cabası idi nasıl bilmezdi okulu? Acaba yanlış bir semte mi gelmişti? Bilemiyordu. Bir kişiye daha soracaktı biraz daha yürüdü. Bu arada bir okulun yanından daha geçti. Babasının okul yanında okul tezi doğru gibiydi. O okulu da geçtikten sonra bir kişi daha gördü.

-Merhaba Sultan Abdül ilköğretim okulu ne tarafta acaba biliyor musunuz?
-Sultan Abdul mü?
-Evet.
-Bildiğim kadarı ile buralarda öyle bir okul yok
-Allah Allah olması lazım ama.
-Belki olabilir ama ben bilmiyorum da duymadım da öyle bir okul.
-Neyse gene de sağolun.

Durum ilginçleşiyordu. Neden kimse bilmiyordu okulun adını Yenibosna değil miydi burası nereye gelmişti? Bir terslik vardı ama neydi. Biraz daha yürüdükten sonra bir kişi daha gördü adama sanki son umuduymuş gibi baktı ve gene o okulu sordu.

-Sultan Abdul mü?
Gene aynı cevabı almıştı.
-Bildiğim kadarıyla Yenibosna da böyle bir okul yok.
Şaşırmıştı iyice kendisini resmen farklı bir yerde zannederken doğru yere gelmiş olduğunu fark etti. Kayıp değildi aslında onu anlamıştı. Sadece kaybolduğunu farzediyordu ama neredeydi bu lanet okul neden kimse adını bilmiyordu sanki bir kabusta gibiydi birisi onu cimdiklemeliydi. Acaba adama onu cimdiklemesini söylese adam yanlış anlar mıydı. Attı hemen bu düşünceyi kafasından kesin uyanık olduğuna karar vermişti nedenini bilmese de.
-Olması lazım ama. Ben orada çalışıyorumda yanlış minibüse binmişim yanlış yerde indim ve işe geç kaldım oraya ulaşmam lazım. -Ne yalan söyleyeyim bu çevrede hiç böyle bir okul yok. Yalnız bir okul var iki isimli Muratpaşa diye. Diğer ismini bilmiyorum belki o okul olabilir aradığın okul.
-Belki olabilir. Ne tarafta bu okul? Adam tarif etti Serkan da teşekkür ederek oradan uzaklaştı. Kendi okulunun iki ismi var mıydı bilmiyordu hiç dikkat etmemişti. O okul olmasını umuyordu sadece. Adamın tarif ettiği yolu izlerken buraları daha önce gördüğü hissine kapıldı garipti bu his. Daha sonra bu hissin gerçek oluğuna kanaat getirdi burası okulunun çevresi idi. En sonunda bulmuştu okulu acele etmeye başladı. Okula yeterince geç kalmıştı zaten. Okul yokuşunu çıkarken babası ile işte beraber çalıştığı amcasını gördü. Onu aradıkları belliydi.

-Oğlum nerelerdeydin?
Sinirliydi.
-Sadece kayboldum.
-Bir ara baktım arkama yoktun ne zaman gittin. Niye gittin. Amcası da merakla olayları izliyordu o da telaş olmuştu.
-Sen demedin mi minibüsle git diye baba.
-Tamam dedim de arkadaşımın arabasını ödünç aldım aklına gelmedi mi araba varsa minibüse ne gerek var diye.
-Peki ne zaman gittin?
-Siz arabayı almaya dönünce hayırlı yolculuklar dedim ve gittim.
-Dedin mi?
-Evet duymadınız mı?
-Hayır duymadık. İşler çığırından çıkıyordu acayip şeyler olmaktaydı oldukça ilginç bir güne başlamıştı ve devam ediyordu. -Tam arabaya binecektik ki sen yoktun.Bu arada telefonun niye kapalı idi?
-Şarjım bitmişti. Babası da pes etmişti artık. Hep beraber kantini açmaya gittiler. Elemanlar bile merak etmişlerdi. Hepsi dışarıda onu bekliyorlardı. Elemanlarla neredeyse yaşıt olduğundan patron işçi ilişkisi yoktu genelde arkadaşlık varı o yüzden rahat konuşuyorlardı.

-Serkan nerelerdin?
-Sormayın kayboldum.

Derken gülmeye başladı haline bunun üzerine elemanlarda gülmeye başladılar.babası amcası falan dışarıda olduğundan elemanlara kısaca her şeyi alattı. Kimsenin okulun adını bilememesini okulu resmen tesadüfler sonucu bulmasını falan anlattı. Bu arada amcasının kızı Bahanur’u gördü.

-Merhaba Seekan abi.
R leri söyleyemiyordu küçük Bahanur. Bu da onu daha bir şeker yapıyordu. İlgilendi biraz çocukla. Babasının gitmesini bekledi biraz da azar işitti beklerken. Hem kaybolmuş hem de azar işitmişti. Babası gittikten sonra okulun bahçesinde biraz oturmaya karar verdi. Otururken okulun adamın dediği gibi iki adı var mı diye kontrol edeyim dedi. Züğürt Paşa yazıyordu sadece. Evet Züğürt Paşa yazıyordu. İnanılmaz ama gerçekti herkese annesi ile babasının çalıştığı okulun adını vermişti. Bir değil iki değil herkese.

Şok geçirmekteydi. Kaybolmasının tek nedenini bulmuştu.kendi kendisine sordu.
-Peki ben neden herkese Sultan Abdülü sordum?
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
20 Ağustos 2006       Mesaj #1374
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bebek
Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri, kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar gördüğü en canayakın kız çocuğuydu. Onun ipek yanaklarını daya doya öpmek ve Cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde:

- 'Dokunma bana...' diye bir ses duydu. 'Beni okşamaya hakkın yok senin.'

Kadın korkuyla irkilip etrafına bakındı. Bebekle kendisinden başka içerde kimse yoktu. Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü. Aman Allahım!.. Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen konuşan oydu.

- 'Bana yaklaşmanı istemiyorum' diye devam etti. 'Hemen uzaklaş benden.' Kadın, biraz olsun kendini toplayarak:

- 'Çocuklarımız hep erkek oluyor' dedi. 'Onlar da güzel ama kız çocukları başka. Bu yüzden seni öpmek istedim.'
- 'Beni öpemezsin' diye ağlamaya başladı bebek. 'Benim de seni öpemeyeceğim gibi.'
- 'Neden?' diye sordu kadın. 'Neden öpemezsin ki?' Bebek, hıçkırıklara boğulurken:
- 'Bunun sebebini bilmen gerekir' dedi. 'Düşünürsen mutlaka bulacaksın.'

Kadın, neler olup bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi. Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu. Aile dostları olan tanınmış doktor, odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini vazodan çıkartıp kadına uzatırken:

- 'Geçmiş olsun hanımefendi' dedi. 'Başarılı bir kürtajdı doğrusu. Ha..! Sahî, 'kız'mış aldırdığınız.
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
20 Ağustos 2006       Mesaj #1375
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi

.: ÖLÜMSÜZ AŞK :.

love

heart2

icon03

bara2


Genç kız yine acılar içinde odasında yatıyordu. Henuz hayatının baharında ölümle yüz yüzeydi. Babası onu kurtarmak için gazetelere ilan vermiş, para teklif etmişti. Ama onun kalbinin teklemesi değil, kalbinin içindeki sızı ilgilendiriyordu. Sevdiği aklına geldi bir damla yaş daha döküldü gözlerinden. Ayrıldıklarından beri tam beş çile dolu yıl geçmişti. Aslında sevgilerinin arasına o kahrolası para girmişti. Hatırlıyorduda sevdiği ona birkeresinde:
- Ben zengin değilim belki ama seni seven bir kalbim var. Sana sadece onu verebilirim, demişti.

Zaten sevgiye muhtaç birisi başka ne isteyebilirdiki. Kendisini sevmesi yeterdi.O en çok Saçlarının dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdiği öpmüş koklamıştı saçlarını. Her dökülen saç yüreğine bir hançer olup saplanıyordu. Şimdi tek isteği sevdiğinin son anlarında yanında olmasıydı. Ne olurdu onu birkez daha görebilse, onu birkez daha koklayabilse.Bu düşünceler arasında uykuya daldı.

Babası heyecanlı bir şekilde kızının odasına girdi. " Müjde kızım,kalp bulundu " dediğinde kızının bir peri güzellliğinde, sevdiğinin özleminden ıslanmış yüzüne baktı ve çıktı odadan...

Genç kız, bir hafta sonra kendine geldiğinde sanki başka bir dünyadaydı. İçinde acaip bir his vardı. Sanki bu dünya ona çok farklı gelmişti. Aklına yine sevdiği geldi. Kalbi eskisinden daha hızlı atmaya başladı. Kalbi değişmişti ama sevdiğini eskisinden daha çok sever olmuştu.

Bir gece ansızın uyandı uykusundan kalbi çok hızlı atıyordu. Bu durum sürekli böyle devam etti.Doktora gitti, durumunu anlattı. doktor:
- Bir aya kalmaz geçer, demişti.
Ama aradan aylar geçmesine rağmen durum aynıydı.

Birgün bahçeye çıktı Çiçekleri seviyordu. Kırmızı güllerin yanına gitti. Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. En çok kırmızı gülleri severdi. Çünkü sevdiği ona benzediğini söylerdi hep. Birden kapı çaldı. Kapıyı açtı kimse yoktu. Yere baktı bir mektup vardı ve onaydı. Mektubu açtı ve kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Bu onun kokusuydu. Koltuğuna zarzor oturabildi. Zarfın içinden mektubu titreyen ellerle çıkardı ve okumaya başladı :
" Sevdiğim, bugün sevdamızın altıncı yılı. Seni hep sevdim. Seninle ayrılmak zorunda kaldığımızdan beri, bir kalbe iki sevginin sığmayacağını bildiğimden ne birini sevdim ne de evlendim. Her günüm çile ve azapla geçti. Hergün sana şiirler yazdım, hergün şiirlerimi okudum ve hergün ağladım. Tam beş yıl boyunca hergün yazdım, okudum, ağladım. Birgün önüme bir fırsat çıktı. Bu fırsatı reddedip kendime daha fazla haksızlık edemezdim. Belki seni unuturum diye senden çok uzaklara gittim. Ama şimdi seni daha çok özlüyorum. Her gece yanına geliyorum o masum yüzünü okşuyor yanaklarına öpücükler konduruyorum, sen uyanıyorsun benim geldiğimi anladığını sanıyorum ama sen o tatlı uykuna geri dönüyorsun. Sevdiğim hep ben geldim senin yanına artık sen gel olurmu. Kırmızı güllerimize iyi bak. Ve artık unutma içinde seni senden daha çok seven bir kalbin var artık. Ona iyi bak olurmu. Kırmızı güllere ve kalbimize iyi bak. Seni yanıma gelene kadar bekleyeceğim sevdiğim Hoşçakal..."
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
20 Ağustos 2006       Mesaj #1376
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
YAŞAMAK, SEVMEK ve ÖĞRENMEK
Öğretmenin adı bayan Thompson'du ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Bu mümkün değildi, çünkü orada en önde,
sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı.
Adı Teddy Stoddard. Bir önceki yıl, bayan Thompson, Teddy'i gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü ve Teddy mutsuz da olabilirdi.
Çalıştığı okulda bayan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti ve Teddy'nin bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı. Çünkü; birinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu... Ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.

İkinci sınıf öğretmeni:
"Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu.

Üçüncü sınıf öğretmeni:
"Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek.“ diye yazmıştı.

Dördüncü sınıf öğretmenine gelince:
"Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti. Şimdi bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş yeni yıl hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı
kaba kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı. Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi.
Bazıları, paketten çıkan sahte taşlardan yapılmış, birkaç taşı düşmüş bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.
O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek; "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.
Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vaz geçerek onları eğitmeye başladı. Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu.
Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy, onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti. Notunda liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve bayan Thompson'un halâ hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu. Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarfetmesi gerektiğini yazıyordu. Ve bayan Thompson halâ onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi. Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve halâ bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi.
Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu.
Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.

İlkbaharda bir mektup daha aldı bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Babasının birkaç yıl önce öldüğünü, bayan Thompson'un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi.
Bayan Thompson törene giderken özenle sakladığı birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı, Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi.
Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy, onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler bayan Thompson, kendimi önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için de..." diye fısıldadı.
Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Yanılıyorsun Teddy... Ben değil, sen bana öğrettin.
Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum..!!
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
21 Ağustos 2006       Mesaj #1377
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kar Ve Gönlüm

Kar kaplarken yeryüzünü, yeryüzü benzer, gelinlik giymiş bir kadına,
kimileride benzetip’de kefen giydirilmişe ve varırmış ölümün tadına.
Yaşamda bundan ibaret değil mi zaten var oluş ve yok oluşun kavramları.
Kar taneleri düşerken boş kafalara ağır ağır yükleyende vardır anlamları.

Kaçınız anlamları yüklenipte rotanızı seçerek ilerlediniz hedefinize doğru.
Kaçınız da sudan ibaret olduğunuzun farkına varıpta ilerlediniz evinize doğru.
Eviniz, ne kafalardır ne taşlar, nede sabırla düştüğünüz herhangi bir yerden ibaret.
Ey gönül,sende kar tanesi gibi değil misin,yolun ve ömrün belli, yolculuğa sabret

hep döngüden ibaret değimlidir, kar tanelerinin hayat hikayesi, evi barkı olmayan.
Döngü gerçekleştikçe, yoklukta var oluş,varlıkta yok oluş, ama hiçbir zaman solmayan.
Ey gönlüm sen evet sende kar tanesi gibisin bir var olup bir yok olan hedefini arayan.
Bulunca var olan, kaybedince yok olan, lakin hiçbir zaman, vazgeçmeyip döngüyü tarayan
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
21 Ağustos 2006       Mesaj #1378
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi


Tam tamına 17,5 yaşındaydım o gün. Bütün eğitim hayatımı adadığım ve sonunda başardığım üniversitemin bahçesinde onunla konuşup bir ilişkinin temellerini atmak üzereyken küçük bir çocuktum. Günü birlik ilişkilerde, geçici flörtlerden hoşlanmadığımı belirtecek kadarda büyük. Üniversite hayatinin başlangıcı bu muhteşem birlikteliğinde başlangıcı oldu. Günler büyük bir hızla geçiyor ve her gecen gün aşkımızda ayni hızla büyüyordu.

Önce toplumdan, sonra da okulumuzdan soyutladık kendimizi. Her anımızı baş başa geçirmekten, İstanbulun keşfedilmemiş yerlerin gezmekten büyük keyif alıyorduk. Onun dinine çok bağlı olması, benim bugüne kadar bilmediğim görmediğim şeyleri yapıyor olması hoşuma gidiyor, ben de her gün yeni şeyler öğreniyordum.


Bu aşk romanlarından fırlamış mutlu günler daha doğrusu seneler 4 yıl sürdü. Kesintisiz 4 yıl. Bu arada o benim aileme, bende onun ailesine girmiştik. Evleneceğimiz günler sayiliydi.

5. yılımıza girdiğimiz ilk günlerinde her şey alt üst oldu hayatımda. Senelerdir görmediğim bir arkadaşımı ziyarete gittim ve aşık oldum. Hayatımızda başka insanlar olmasına rağmen bu garip duygusal çekim bizi yakaladı, ama hemen kendimizi toparlayarak uzaklaştık. İşte yine ben eski bendim. Her şeyi çözmüş ilişkime sağlam bir şekilde dönmüştüm .- Döneme mimiydim yoksa Bir kaç ay sonra İnternet ve chat ortamını keşfettim. Seneler sonra ilk kez farklı erkeklerle konuşmak gerçekten ilginçti gelmişti. İleri gidip teflonlaşmaya ve hatta bir kaç kez görüşmeye bile vardırmıştım işi. Ama hep kendimi haklı çıkaracak sebepler aradım. Kötü bir şey yapıyordum, onu anlatmıyordum. Yada bana öyle geliyordu.

Başka bir adama aşık olmamla başlayan kavgaların, tartışmaların yerini şimdi chat kavgaları almaya başlamıştı. Bu seferde netten yüzünü bile görmediğim bir adama aşık olmam, olayın patlama noktası oldu. Çünkü artık sözlerin yerini tokatlar almıştı. Çıktığım tatiller, görüşmeme kararları, ilişkiyi kurtarma çabaları hiçbir işe yaramıyordu. Elimizde hiçbir şey kalma misti artık. Bizi bir arada tutan o güçlü bağ,aşk,sevgi,saygı,hoşgörü. Hepsi uçup gitmişti.şaşkındım. nasıl bu hala gelebilmişti her şey. Bitmeliydi. Bitecekti. Ve bitti. 5. yıldönümümüze 1 ay kala bitti büyük aşk masalı.
Biliyorum. Ben suçlu görünüyorum. Ama hala kendimi haklı çıkarmak için çok fazla sebep bulamıyorum. Pişman mıyım. Hayır. 23 yaşındayım artık ve elimde kalan hala bitmemiş bir okul. İlişkim bitti ama okul hala duruyor. Aşk mı bir daha asla...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
22 Ağustos 2006       Mesaj #1379
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kara Kurbağa ve Mavi Gözlü Çocuk




Karakurbağa yirmi yedi ocak gecesi şehrin kuzey yakasındaki evini terkedip gitti. O gece şehirdekiler, karakurbağanın neden vıraklamadığını düşünüyorlardı. Şehre doğru vıraklayan kurbağa göçmeye karar verdiği gün susmak zorunda kalmıştı. Yosun yatağını, ıvır zıvır eşyaları toparlayarak nehir kıyısına yüzdü. Büyükçe bir nilüfer yaprağına veda mektubunu yazdı.
Yirmi sekiz ocak sabahı, meraklı birkaç adam kurbağayı aramak için yola koyuldular. Adamlardan biri su ürünleri uzmanıydı. Diğeri tankerlerle evlere su taşıyan bir firmanın sahibi. Bir diğeri de çevreyi koruma derneği kurucu üyesi.
Karakurbağanın veda mektubu şehrin büyük meydanında halka karşı okundu. Herkes gözyaşları içinde çılgınca alkış tuttu. Müzeler genel müdürü bu kıymetli bir vesikadır diyerek mektuba el koydu. Onu büyük bir cam fanus içinde turistlere göstermek istiyordu.
Hiç kimse ama hiç kimse kurbağanın nereye gittiğini merak etmemişti. Çirkin, zavallı ve kaygan karakurbağa kimin umurundaydı.
Yıllar sonra mavi gözlü bir çocuk, müzeyi gezerken veda mektubunu gördü. Babasına nilüfer yaprağının niçin müzeye konulduğunu sordu.
Baba, o bir mektuptur dedi. Karakurbağanın göçünü anlatıyor. Okursan daha iyi anlarsın. Mavi gözlü çocuk mektuba eğildi ve okumaya başladı ; ‘’Bana şehre doğru vıraklayan kurbağa adını siz verdiniz. Yıllar var ki nehrimi kirletmemeniz için haykırıyorum. Artık evimi terketmek zorundayım. Size yalnızlığı, kirletilmiş güzellikleri ve sunî alışkanlıklarınızı bırakıyorum. İçimde saklı kalan binlerce satır var.
Vıraklamak nedir bilemezsiniz. Bizim de gönlümüzce ağlamaya, anlamaya, yaşamaya hakkımız var. Bunu bilemezsiniz. Ben sizin halinize ağlamıyorum. Evimi terkedeceğim, onun için üzülüyorum.
Bu nehrin anlamı, yosun bağlamış kurbağa yuvalarında saklıdır.Sizin gözleriniz mavi. Ama benim nehrim kahverengiye çalıyor. İçinizde bir kurbağa barındıramayacak kadar küçüldünüz.. Nehir akıp giden bir yoldur. Asırlardır bu yolu izliyor atalarımız. Yosun bahçelerinde büyüyor çocuklarımız. Kirli nehir, solmuş beyaz bir gül gibi dağılır gider. Siz hiç güneşin misafir olmadığı karanlık bir yuvada yaşamak ister misiniz ? Ben istemem Yine de ağlamayacağım. İçinizdeki nehirleri soldurmuşsunuz, benim nehrim solmuş ne çıkar.
Mavi gözlü çocuğun içi burkulmuş, gözleri dolu dolu olmuştu. Babasına döndü sorular sormaya başladı ; İçimizdeki nehrin anlamını öğrenmek istiyordu.
Bütün ısrarlarına rağmen baba, soruları cevapsız bıraktı. Doğrusu ne diyeceğini bilememişti.
Mavi gözlü çocuk karakurbağanın neden göçtüğünü anlamak istiyordu. Söylemek istediği önemli düşünceleri vardı. Son bir kez daha babasına döndü ve ‘’içimdeki nehrin kurumasını istemiyorum’’ dedi. Hem hiç bir kurbağa nehrini terketmesin. Ya da benim gözlerim mavi olmasın.
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
22 Ağustos 2006       Mesaj #1380
kambis - avatarı
Ziyaretçi
kaplumbağa Msn Happy))

Hikaye bu ya, bir zaman gelmiş ve kaplumbağalar ülkesinde su tükenmiş. napıcaz ne edicez diye düşünmeye başlamışlar. aralarından en yaşlı ve bilge olanı "şu dağı görüyor musunuz?? onun arka tarafında büyük bir göl var. "demiş. ee koca dağı hepsi birden aşamazlar..arada yaşlı olanlar var. bunun üzerine oraya gidip su getirmeleri için en genç 2 kaplumbağa seçilmiş. genç kaplumbağalar 25 yıl sora göle ulaşmışlar. (ohaa demeyin..ancak çıkmışlar dağı. hem nasıl olsa uzun yıllar yaşıyorlar.) ve o anda farketmişler. suyu alıp götürmek için yanlarına kap almayı unutmuşlar. kaplumbağalardan biri;

-ee napıcaz şimdii?? birimizin gidip kap alması lazım. diğerimizde burda bekleyelim ki kimse gelip içmesin sudan!! en iyisi sen git!

-olmazzz... ben gidicem sen ya suyu içersen. o zaman köy susuz kalır ve hepimiz ölürüz susuzluktan!

-yok valla bak yemin ederim ağzımı sürmiycem. sen git al gel kabı bekliycem. söz veriyorum!

bunun üzerine diğer kaplumbağa yola çıkmış. orda kalanda beklemeye başlamış. aradan 30 yıl geçmiş. 50 yıl. 60 yıl... sonunda bekleyen kaplumbağa bu böyle olmıycak demiş... galiba gelmiycek bu. köydekiler de öldü heralde susuzluktan... en iyisi ben biraz su içeyim de bari ben hayatta kalayım... kaplumbağaların soyu devam etsin. tam eğmiş kafasını göle doğru bir yudum alacakken çalıların arkasından bir ses duyulmuş...

-bak böyle yaparsan gitmem amaaa!!!!!!!!!! Msn Happy)))))))))))))))))))))))

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar