Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 148

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 498.493 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1471
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YÜREĞİMİZ ALTIN KAFESLERDE

Sponsorlu Bağlantılar

Keşke hep yanımda kalsaydın. Kalemim hep seni anlatsaydı yine sana … Ben sensiz kalmanın kokusunu hiç bilmeseydim. Tadı damağımda kalmış olmasaydı bir sevdanın. Tam da en güzel yerindeyken masalın kötü büyücü çıkmasaydı karşıma … Yar deseydim yine sana … Yarim olsaydın da el olmasaydın … En taze çiçekleri beraber koklayabilseydik mesela … Bir şarkı tutup ikimizde, biz başlasaydık şarkının bittiği yerde … “Güzel değildi çünkü hiçbir yüz senin yüzünden …” Kışlıkları kalbimizden çıkarıp beraber katlasaydık … Eskiye dair ne varsa yırtıp atsaydık.Alabora etseydi sevdan, başımı döndürebilseydi yeniden … O halimle gözlerine bakıp, yeniden orada kaybolmayı dileseydim yine ben …
Şimdi bunları söylemem anlamsız biliyorum. Ucu yakılmış mektuplar anlatmadı aşkımızı. Ve inan ki bizimki hiç aşk olmadı … Beni göğe yükseltirken bir an olsun ayakların kesilmedi. Bulutlara tam da uzanacakken yere çakılmam da senin yüzünden …
Kahraman balıkçılar tutmak isteselerde beni, denizin en derin yerinde kaybolmayı yine ben istedim. Bakamazdım ki bir kez daha yüzüne. Güzelliğini görmek istemezdim ki … Tutamazdım ki bir daha ellerini …
Özlüyorum belki şimdiler de, sevdiğim adamı … Belki de canımı yakanlar ele ele dolaşanlar … Maksadımı aşıp seni dolaştığım bahçelere ekiyorum bende … Görmek istiyorum filizleneceğin günü … Benim bahçelerimde açsın çiçeklerin istiyorum … Örgütsel bir varlıkla emrime amade ol istiyorum.
Bir gün ellerim yaşlansa da gülen yüzüm, mahçup kalbim beni terk etse de , yorgun kalmış yüreğimle sana bir kez daha bakmak istiyorum. Gözlerine göm beni orada boğulmak istiyorum. Akan her damla ile yüreğine düşmek istiyorum … Bırak bi kere olsun yağmurlarım ıslatsın seni … Ecelin bıraktığı yerden sen devam et canımı almaya. Elini yine kana bula sen … Kaçak ol… Korkak ol sen yine … Sen sevdanın başladığı yerden yola koyul yine, ardına bakmadan … Bi kurşun sıkıp yüreğime, kaç yine … Her zaman ki gibi ol … “Sen” ol yine …
Şimdilerde hep bunu diyorum, “ben bir gün senin sesine muhtaç kalmasaydım… ” Gidiyorum öyleyse dertlerin beni bıraktığı yerde, can çekişen bedenimle kanamaya devam ediyorum … “Acına bulaşmasaydım senin olamazdım” bunu da biliyorum … O yüzden diyorum ki; her şey böyleyken güzel belki de …
Ya sizce? Aşk neydi? Neydi bizi aşkın önünde el-pençe divan eden …? Canını yakmadan, kanatmadan yüreğini, sevebiliyor muydu ki insan? Yüreğimiz altın kafesler de, ateşe bu kadar yakın düşmemeliydi belki de?
Gülay Sağlıcak
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1472
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Yürekteki Yanık

Sponsorlu Bağlantılar



Genç kız, el aynasında makyajını kontrol etti; “-Gayet iyi.” dedi. Güzelliğinden emindi.Çevresindeki erkeklerin pervane olmasından zaten biliyordu güzel olduğunu. Hayatın tadını çıkaran, rahat yaşayan biriydi.
Cep telefonu çaldığında , akşam arkadaşlarıyla hangi eğlence yerine gideceğine karar vermeye çalışıyordu. Telefondaki numaraya baktı, arayan annesiydi.
- Alo…kızım, nasılsın ?
- İyiyim anne. Ne oldu ?
- Sana bir surprizim var.
- Surpriz mi ?
- Evet.Çok eski bir arkadaşım, dostum şehrimize gelmiş….
- Eee kimmiş.
- Kim olduğu surpriz. Fakat, onu senin almanı istiyorum.
- Ben mi ?
- Evet, senin iş yerine yakın olan parkı biliyormuş. Parka gitmesini ve seninle buluşmasını söyledim. Senin de parka gidip onu almanı istiyorum.
- Anne, ben böyle şeyleri sevmem, kendin halletsen.
- Kızım 1-2 saatlik bir işim var. Ayrıca seni bebekliğinden tanıyan bir arkadaşım. Seni görünce mutlaka çok sevinecektir.
- Amaaan. Peki peki… Nasıl tanıyacağım.
-Evden çıkarken üzerine giydiklerini tarif ettim.O parkta bazı oturaklar piknik masası şeklinde. Parkın sinema tarafı girişindeki ilk piknik masasına otur. O gelince seni bulacak.
-Tamam anne ..tamam…
- Kızım senden her gün mü bir şey istiyorum.Üniversiteyi bitireli, hele de işe gireli bir fatura yatırmaya bile göndermedim.
- Hemen darılma, tamam dedim ya…
- O nasıl tamam demekse… neyse, hadi o zaman, izin al da çık, bekletme. Ben de işlerimi bitirip hemen geleceğim.
**** **** **** **** **** **** **** **** **** ****
Genç kız , izin alıp çıktı.Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardı. Bu parkta daha önce hiç oturmadığını farketti. Arkadaşlarıyla hep paralı,lüks eğlence yerlerine giderlerdi.
Annesinin tarif ettiği, girişteki ilk masayı buldu, boş olan kısmına oturdu. Masanın diğer tarafında bir köylü kadınla, küçük kız oturuyordu. Onlarla aynı yerde bulunmaktan utandığını hissetti. “-Annemin arkadaşı çabucak gelse de, şunlardan kurtulsam” diye düşündü.
Köylü kadın çekinerek seslendi;
- Afedersin kızım, bir şey sorabilir miyim ?
“Kızım” diye seslenmesi iyice sinirlerini bozdu.
- Ne var, adres mi soracan !..
Sert çıkış karşısında kadın sesini alçalttı;
- Hayır kızım, başka bir şey soracaktım.
- Sizin gibi cahiller ya adres sorar, ya para ister.
Köylü kadının kızaran yüzüne aldırmadı bile. O sırada şık ve lüks giyimli, orta yaşlı bir kadının uzaktan yaklaştığını gördü. “-Nihayet.” diye düşündü. Ayağa kalkıp kadını karşılamaya çalışırken, kadın yanlarından geçip gitti. Somurtarak geri oturdu.
Yanındaki küçük kıza daha sıkı sarılmış köylü kadının gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü gördü.Kadın gözyaşını saklamak için diğer tarafa dönünce bir yüzündeki büyük yanık izi göründü. Genç kız manalı manalı güldü;
- Bak kolayca gözyaşı dökebiliyorsun, yüzünde de çirkin bir yanık izi var. Burda ne bekliyorsun geç bir köşeye aç mendilini ağla… Fakat ağlamayla benden bir şey koparacağını sanma, tamam mı…
Kadın dayanamadı;
- Cahil deyip duruyorsun. Ne cahilliğimi gördün. Tanımadığım bir kadına, torununun yanında hakaret mi ettim !
- Oooo... laf yapmayı da biliyormuş
-Anlaşıldı kızım, sen üniversite bitirmiş, çok şey öğrenmiş olabilirsin ama insanlıktan sınıfta kalmışsın. Torunumu okutmak için uğraşacaktım. Fakat seni görünce vazgeçtim.
Yaşlı kadın, küçük kızı alıp masadan kalkarken, boşalan yere doğru şık giyimli bir kadın yaklaştı. Cevap vermek için hazırlanan genç kız zengin giyimli, şık kadını görünce uzaklaşan yaşlı kadına cevap vermekten vazgeçti. Yaşlı kadın geriye bakmaya çalışan küçük kızın başını eliyle engelledi.
**** **** **** **** **** **** **** **** **** ****
Bir süre sonra, genç kızın annesi parkta yanına geldi.
- Merhaba kızım, Zeynep teyzen nerde ?
- Kimse gelmedi anne. En son bir bayan geldi, yanıma oturdu. O da sadece dinlenmek için gelmiş biriymiş.
- Allah Allah !... giyindiklerini çok iyi tarif etmiştim, seni nasıl bulamadı anlamadım. Yanında küçük bir kız olacaktı.
Genç kız bir an durakladı.
-Küçük bir kız mı ?
- Evet
- Anne !. biz zengin, kültürlü insanlarız. Herhalde arkadaşın da zengin, kültürlü biridir, değil mi ?
- Kültürsüz değil ama zengin değil.
- Sakın bana köylü bir kadın olduğunu söyleme.
- Köyden gelen kadına ne denir ki !..
- Oh… iyi iyi, köylü kadınları karşılamaya beni gönderiyorsun.
- Kızım, o kadına bir borcumuz vardı. O zamanlarda borcumuzun karşılığı bir şey veremedik. " - Gün gelir, bir ihtiyacım olduğunda , ben kapınızı çalarım". Dedi ve işte bu gün kapımızı çaldı.
-Ne istiyormuş ?
- Torununu okutmamızı istiyor. Baban şimdi arabayla gelip hepimizi alacak, kayıt için okula götürecek.
- Anne , o köylü kadına ne borcun olabilir ki, anlayamadım ?
Annesi, kızının öfkeli ses tonuna dayanamadı;
- Kızım, sen bebekken biz köydeydik.
- Eee…
- Sana yıllar önce bahsetmiştim, köydeyken evimiz yandı, biz de inekleri,atları,tarlaları neyimiz varsa hepsini satıp köyden göçtük, demiştim.
-Evet, hatırladım.
- O yangınla ilgili bir ayrıntıyı, seni üzülebilir veya seni evde yalnız bıraktığımız için darılabilirsin korkusuyla anlatmamıştık.
- Herhalde şimdi anlatacaksın…
- Baban evde yoktu, ben de su doldurmaya köy pınarına gitmiştim. Lodos mu ne diyorsunuz, işte o rüzğar bazen ters esiyormuş, yukardan aşağı filan. Sen beşikte uyuyorken rüzğar bacadan içeri esince közler ocaklıktan tahtalara sıçramış, yangın başlamış. Pınar yerinden dumanları görüp koştuğumda alevler heryeri sarmıştı. Birazdan yıkılacak gibi görünen eve yine de girmek için atıldığım anda Zeynep teyzen kucağına seni almış olduğu halde dışarı fırladı. O sahneyi hiç unutamam; onun kucağından seni aldığımda o çığlıklar atıyordu…
- Niçin ?
- Seni kurtarırken, sağ tarafı yanmıştı. Gelince görürsün sağ yanağında ağır bir yanık izi var. Çok acı çekti çook. Dur ağlama, seni bu kadar üzeceğini bilmiyordum. Tamam kızım, bak makyajın akıyor, ağlama. Hah !.. baban da geldi. Fakat Zeynep teyzen hala bizi bulamadı…

Ahmet Ünal ÇAM

ozanyazar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1473
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ask11

Onunla olan aşkımızın ifadesi kokulu silgiyi birlikte koklamaktı. Bu ikimize özeldi. O benim için, ben onun için özeldim. Kokulu silgi de bu özel olanın leitmotivi idi. Ama "aşk" sözcüğünü kullandığımda artık ergenlik dönemi başlamıştı ve ayna karşısında sivilce sorununa nasıl çareler bulacağım kaygısı da. Annemden gizli hafif makyaj denemeleri ve dore renkli çanta hevesi de ardından geldi. Limonatalı mezuniyet çayında topu topu dans etmiş idik, öyle yakın duruş değil ve her ikimizde kötü dans ediyorduk, ama yaptığımız dansa öylesine bağlıydık, o an dünyanın en iyi dans eden çifti biz gibiydik. Üniversitede artık "kadın" olmadıysam bile "kadın" lafını kendime yakıştırmaya başlamıştım. Ama o da sınırlı okul çevremdeki grupta. Bu fanusun dışında söylemeye ise yürek isterdi. "Galiba ben aşığım" dediğimde okul bitmiş ve ilk işimin ilk maaşını almıştım. Hemen ona gidip bir kaşkol almıştım. Ama onunla evlenmedim. Çünkü gerçek aşk, şu yağmur altında oturduğum burnu kemerli beyfendiydi. İkinci çocuğumuz doğduğunda ben otuzunda o ise otuzikisindeydi. Ama aşık olduğumuzu çocuklar gibi söyleyemez bir utangaçlık üzerimize evlilikle peydah olmuştu. Sadece bize özel anlarda söyleyebiliyorduk. Ama hala aşıktık. Torun doğduğunda kızım sormuştu "anne aşık mısın hala" diye. Utangaçlık evliliğin vazgeçilmezidir. Utanıp "kızım bu yaşta benim aşkla ne işim olacak" demiştim. Ama dediğimden dolayı da öylesine bir suçluluk duygusu duymuştum ki. Hastanenin kafesinde sigara içen, artık saçları aklaşmış ve bir by-pass geçirmiş o kemer burunlu beyfendiye hala aşıktım. Bir bahane uydurup kızımın yanından ayrılıp aşağıya indim. Kafenin en dibindeki masada oturmuş, yakın gözlükleri ile gazete okuyordu. Gittim yanına oturdum. "Kız nasıl? Bir şey mi oldu?" diye kaygıyla sordu. "Hayır" dedim tebessüm ederek. "Bana da bir kahve ısmarlarsın diye geldim." Sonra her zamanki gibi omuzlarına düşen bir kaç ak saçı alarak ceketini düzelttim. Ama atamadım saç tellerini yere. Aldım ve avucuma sakladım.




ask10

Onların aşkı ne "Devlerin Aşkı" idi ne de "Yüzyıllın Aşkları"ndandı. Birbirlerinin ilk kadını ve ilk erkeğiydiler. Kadın bir yaşında babasını, erkek ise bir yaşında annesini kaybetmişti. Kadın bir baba arıyordu, erkek ise bir anne. Küçük bir kasaba düğünüyle evlendiler ve birlikte bir başka küçük kasabaya gittiler. Erkek memurdu. İki tencere, dört tabaktan oluşan mutfaklarında o tahta masaya ne oturup ne konuşmuşlardı. Onları ne kadar o halleri ile hayal etsem de başaramıyorum. Fotoğraf çektirmek önemli bir işti o zamanlar. Onlar da çektirmişti. Ama her fotoğrafta görürdünüz, özel hazırlandıklarını ve aslında bayramlıklarını giyerek fotoğrafçıya gittiklerini. Mürekkeple yazılmış notlar vardı her fotoğrafın arkasında. Bu önemli anlarının unutulmamasına adanmıştı yazılar ve üçüncü okuyucuya hitap ediyordu cümleler, ölçülü ve olanı daha iyi gösteren. Sonra bizler geldik. Aile fotoğraflarında boy göstermeye başladık. Altı bez bağlı orlondan zıbınlarımız içinde, Cumhuriyet Bayramı'nda, bingo oynarken, bir aile yemeğinde... Bizsiz fotoğrafları o kadar azalmıştı ki. Her yerden çıkmıştık. Hafif hafif kilo almaya başlamışlardı. Erkeğin alnı açılmış, kadının saçları artık belinde değildi. Hepimiz evden ayrılana dek, ikisinin başbaşa kalacaklarını ve kardan ulaşamadığımız o günde telefonla onlarla konuşurken onları terk edip gitmenin garip bir sızısını içimizde hissedeceğimizi bilemezdik. Onlar bizim annemiz ve babamızdı. "Biz aşığız" dememişlerdi hiç bir zaman, belki de utangaçlıklarından belki de aşık olmadıklarından. Ama çocuklar anne ve babalarının aşık olduklarına inanmak ister. Aşk, anne ve babaya en yakışan duygudur. Onların aşkı ne "Devlerin Aşkı" idi ne de "Yüzyıllın Aşkı", ama benim şu ana kadar gördüğüm en güzel aşktı.
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1474
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
.: Dost Biriktirmek :.

Dostluk nedir?

Herhalde bir gösteriş, birine, aynı cinse, kadınsan erkeğe, erkeksen kadına karşı kendini beğendirme çabası, bir moda, bir gelgeç ruh hali değil... Sempati.. İlgi.. Bağlılık.. Yüceltme.. Taçlandırma... Sorumluluk duyma.. Yürekten algılama. Bakışlarla anlaşma. Ses tonuyla destek verme. Kesintisiz ilişki..

Kayıp olmaz, yitmez. Yoktan var olmaz bir duygu. Bunların hepsi biraraya gelip, zaman içinde gıdım gıdım birikerek dostluğun çimentosunu oluşturuyor. Gazetelerde okuyoruz. TV'lerde seyrediyoruz. Sağda, solda konuşmalarda adı geçiyor: Güzel yemek yeme dostu.. Edebiyat dostu. Türk Sanat Müziği dostu. Çocukların dostu.. Halkın dostu.. Dostluklar nasıl oluşuyor Unuttuk.. Bu hızlı kent hayatı dostluk duygusunu, aklımızdan aldı.. Yüreğimizden çaldı.

Nasrettin Hoca bir Cuma günü camide cemaate namaz kıldırmak üzere ezan okunsun diye bekliyormuş. Bir adam gelmiş. "Hocam" demiş! "Eşeğimi yitirdim..." Hoca da adama; "Şu namazı kıldıralım, senin eşeğin çaresine bakarız" demiş. Hoca namazı kıldırmış, vaazını vermiş ve cemaate dönmüş: "İçinizde hiçbir dostuyla bir bardak çay içip saatlerce konuşmamış, dostuyla sekiz saatlik yürüyüşe çıkıp hiç konuşmadığı halde sıkılmadan yürüyüşünü tamamlamamış ve komşunun kızına kem gözle baktı diye dost bildiği arkadaşını arkadaşlıktan silmiş biri var mı?" diye sormuş. Arka sıralarda saf tutmus, sümsük tipli biri parmağını kaldırıp,"Ben varım Hocam." demiş. Hoca eşeğini yitiren adama dönmüş, "Al bu adamı git, bundan büyük eşek olur mu? Yitirdiğin eşeğin yerine kullanırsın" demiş.

Dostun yoksa... Eşekten farkın ne? Olumsuz düşünür Sokrates'e öğrencileri sormuş: Dostluk nedir? Sokrates de onlara şu yanıtı vermiş; "Çocukluğumdan beri arzuladığım bir şey vardır. Kimi insan atları olsun ister... Kimi insan köpekleri. Kimisi altını, kimisi de şanı, şerefi; bense bir dostum olsun isterim..."

İnsan biriktiren yaratık... Şan, şöhret biriktiriyor... Süper zenginse boğazda villa biriktiriyor. Tablo biriktiriyor. Repoda para kasalarda naftalin kokulu döviz, antika biriktiriyor. Gençse plak, kaset, cd biriktiriyor. Yorgun bir ihtiyarsa namaz niyaz biriktiriyor. Bazıları da Kuledibi'nde Çukurcuma'ya, Üsküdar'da Eskiciler Çarşısı'na, Unkapanı'nda Horhor'a gidip; antika lambalar, cam şişeler, eski koltuklar, tesbihler, tombaklar biriktiriyor. Alimse kitap biriktiriyor. Cahilse kin biriktiriyor. Dost biriktirmeyi içimizde kaç kişi deniyor? Evet, kabul ediyorum , insan birçok kişiyle beraber mükemmel dost olamaz, tıpkı aynı zamanda birçok kişiye aşık olamayacağı gibi... Fakat cinnete düştük. Dost biriktirmeyi unuttuk. İyi halt ettik.


SEVGİLİ DOSTLARIM:

NAZİK OLMAK İÇİN, BİR GÜLÜMSEME BEKLEMEYİN.

SEVMEK İÇİN SEVİLMEYİ BEKLEMEYİN.

BİR ARKADAŞIN DEĞERİNİ ANLAMAK İÇİN,
YALNIZ KALMAYI BEKLEMEYİN.

ÇALIŞMAYA BAŞLAMAK İÇİN,
EN İYİ İŞİ BEKLEMEYİN.

ÖĞÜTLERİ HATIRLAMAK İÇİN,
DÜŞMEYİ BEKLEMEYİN.

DUA'YA İNANMAK İÇİN,
ACILARI BEKLEMEYİN.

YARDIM EDEBİLMEK İÇİN,
ZAMANINIZ OLMASINI BEKLEMEYİN.

ÖZÜR DİLEMEK İÇİN,
DİĞERİNİN ACI ÇEKMESİNİ BEKLEMEYİN.

NE DE BARIŞMAK İÇİN, AYRILIĞI BEKLEMEYİN,

ÇÜNKÜ NE KADAR ZAMANINIZ VAR BİLMİYORSUNUZ...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1475
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Küçüğüm




Şimdi geleceğe bak!
Geçmişi sil, satırlarını teker teker sildiğin defter niyetine... Şimdi içindeki yolculuğa doğru git, kendini kaybedersen, en büyük sermayeni yok edersin..
Başını yukarı kaldır, aldırma olanlara, korkma! Ne kadar bozuk bir düzen değilmiş şaşırdın aslında. Köşe başlarında hayatı bilmeyen küçücük yürekler, bir tarafta yoksullukla boğuşanlar, bir tarafta parayı hırs yapanlar, öbür tarafta sevgi fakirliği içinde olanlar... Bilinmezlik içinde daha nice insanlar. Ah küçüğüm şimdiden gör bunları ki; ilerde kafanı kaldırdığında şaşırma...
Küçüğüm!
Gurur, namus, dostluk arama çünkü son kullanma tarihleri geçti, kaldırdılar rafa, dostlukları bıraktılar.. Gökyüzündeki güneşe bak, şanslı hisset kendini ama aldanma asla, sanma akiam bırakmaz kendini karanlığa. Gözlerinin gördüğü yeri sev, sevmeyeni hak edeni sev ama sevmeyenin üzerine varma, çünkü senin yolculuğun gene sana... Denizin dalgayı sevdiği gibi sev hayatı, olmazsa masal oku çocuk ol, ayrılık dolu romanlar, ayrılık dolu romanları kaldıramazsın ya; ama asla ağlama.. Biten aşklara ağlama, gülerler hani aşk kalmamış ya; kıskanırlar aslında.. Yeni dünya bulamazsın. Dünyanı sen yarat. Bu yolculukta giderken yanına sadece dürüstlüğünü al, o yeter sana. Yosun tutmuş aşklar, geride kalış tutkulu aşklar, her taraf ***** dolu! Araya karışmış yürekli sevdalar, sevdası için ağlayanlar... Sana da bu arayışta iyi yolculuklar!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1476
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Affetmenin Hafifliği Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: "Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin" Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarını üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun." Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: "Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar." Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: "Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor." "Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık." "Hem sıkıldık, hem yorulduk?" Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1477
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Hikaye'nin Adı
:
Dostluğun Böylesi



Bu anlatacağım olay yakın zamanda yaşanmış gerçek bir olaydır. Mehmet ile Süleyman'ın 10 yıldır çok sıkı bir dostlukları vardı. Mehmet çok büyük sıkıntılarla bir evlilik yapmış, evliliğinin ilk iki yılını maddi imkansızlıklardan dolayı kendi ailesinin yanında geçirip daha sonra kendisine uygun bir ev tutup taksitle de evinin tüm ihtiyaçlarını almaya başlamıştı.

Bu arada Süleyman'la olan arkadaşlığı hiç bozulmadan hatta gün geçtikçe artarak devam ediyordu.

Süleyman da bu arada Ankara'dan bir kızla sözlenmişti. Süleyman çok dost canlısı, cömert bir insandı.Cebinde ki parasını son kuruşuna kadar arkadaşları için harcayan bir insandı.

Bir gün Süleyman arkadaşı Mehmet'i arayarak hafta sonunu birlikte Urla da geçirmeyi teklif eder. Mehmetler cumartesi yola çıkar pazar günü hep birlikte olurlar. Pazar akşamı evlerine dönerler.Mehmetler kapıyı açıp evlerine girdiklerinde şoka girerler evleri iğneden ipliğe soyulmuştur. Hemen komşularına koşarlar ve sorarlar gören oldu mu diye. Komşuları evin cumartesi gecesi taşındığını fakat taşıyan kişilere hiç bir şey sormadıklarını söylerler.Mehmet komşularının ne kadar vurdumduymaz olduğunu düşünürken bir komşusu eşyayı taşıyan kamyonet ile birlikte olan diğer aracın plakasını aldığını söyler. Plakayı Mehmet duyduğunda ikinci bir şok yaşar. Plaka çok sevdiği dostu Süleyman'ın arabasına aittir.

Mehmet şaşkınlık için de bir yanlışlık olduğunu düşünerek karakola gider. Ev ve eşyalar sigortalı olduğu için görevli memur bunun bir sigorta hırsızlığı olduğunu düşünür. Ancak komşularının verdiği ifadeler doğrultusunda Süleyman'ın ifadesi alınır. Süleyman olayı inkar eder.

Bunun üzerine kamyonetin şoförü bulunur. Şoför cumartesi gecesi Süleymanın Fransa'ya giden teyzesinin eşyalarını bir ambara taşıdığını söyler. Söylenen yerde Mehmet'in eşyaları bulunur.Süleyman da yaptığını itiraf eder. Mehmet ve eşi hala şoktadır. ve niye yaptığını sorarlar.

Süleyman'ın Ankarada ki sözlüsü varlıklı bir ailenin kızıdır. Ve evlenmek üzerelerdir. Ankara da evinin eşyalarıyla bir hazır olduğunu söylemiştir. Söylediği eşyalar aslında Mehmet'in eşyalarıdır.Mehmet duydukları karşısında yıkılmıştır. Ama onu en çok yaralayan Süleyman'ın şu son sözleridir.

Sen benim en büyük rakibimdin. Bu olay tamamen gerçek olup sadece kişi ve yer isimleri değiştirilmiştir.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1478
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Küçük Bir Tuğla




Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu park etmiş bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı; "Bunu neden yaptın? Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?" İyice sinirlenerek devam etti: "Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya mal olacak. Bunu neden yaptın?" Çocuk yalvararak cevap verdi: "Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum. Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı" Park etmiş bir arabanın arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu. "Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz? Benim için çok ağır." Bu durumdan son derece duygulanan genç yönetici,boğazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki genci kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle, çizik ve yaraları sildi ve adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti.
Küçük çocuk genç yöneticiye dönerek "teşekkür ederim efendim, Allah sizden razı olsun" dedi. Genç yönetici, küçük çocuğun, ağabeyini kaldırımdan evine doğru götürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü.
Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü, hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.
Allah,ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazen, dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin. Tercihi siz yapın...
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1479
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Hikaye'nin Adı
:
Yokluğun Buz Gibi Soğuk


Uzaklardan bir ses olmanı isterdim, bir selam, bir nefes... "Üşüme" diye seslenmeni isterdim... Bir el olmanı isterdim, bir kol... "Özledim" deyip sarılmanı... En karanlık yerinde düşlerimin çıkıp gelmeni isterdim. Kınalı bir bahar gibi, umut ışığı olmanı isterdim hayatıma... Gelseydin ve yaslasaydım başımı omuzuna, ağlasaydım doya doya ... Geçerdi üşümesi yüreğimin, geçerdi üşümesi içimin, kirpiklerimde yağmurlar dumanlanmazdı biliyorum...

Seninle suları yeşil bir ırmağın kıyısında buluşmak, saçlarının kokusundan öpmek, içime çekmek ve serin soluğundan içmek, sana sarılmak, kucaklamak, uçmak isterdim…

Ama nafile, aramızdaki bütün yollar kapalı... Bütün dallar kesik... Yokluğun buz gibi soğuk... Üşüyorum... Yüreğim de donmuş sanki. Gözlerimde...

Ateşler içinde bedenim... Öyle bir üşüme ki, hiç bir şey ısıtmıyor artık. Bütün uzuvlarım uyuşmuş. Ezip geçiyor ruhumu acılar...

Yoksun işte, kalbimin kuyusu en hazin sesle inliyor şimdi. Kirpikleri kırılan bir zamanın teninde, ağrılı şiirler topluyorum gecelere şimdi...
Bilirim, sevmek ve özlemek bir ateşe dokunmaktır; yakmaktır yüreğini yangınlarda. Ama ben üşüyorum. Yokluğun buz gibi soğuk. Yakacak bir şeyimde yok…

Ağlıyorum, buza dönüşüyor gözyaşlarım… Ağlıyorum, akıp gidiyor gözyaşlarım çağlayanlara… Bakakalıyorum ardından çaresiz…

Ah! bir el olsan dokunsan alnıma, okşasan saçlarımı bir anne şefkatiyle.. Geçerdi ağrısı başımın, geçerdi biliyorum... Bir gül olsaydın bahçemde, koklasaydım nefes nefes, çekseydim içime derin derin... Bir göz olup baksaydın gözlerime, çekip alsaydın içindeki hüznü... Ah! bir bilsen nasıl sevinirdi yüreğim, nasıl sevinirdi dudağımdaki gelincik, kapımdaki akasya...

Susuyorum artık derin derin... Ve sessizce soluyorum bir hazan yaprağı gibi... Oysa ne kadar çok hasretim konuşmaya, anlatmaya anlaşılmaya... Oysa ne çok istiyorum, tüm bedenimden söküp almanı yalnızlığımı, hicranımı bir tılsımla...

Yüreğim kanrevan, dikenler acımasız, ayaklarım kırık koşamıyorum artık doruklara, menzil uzak...

Gel. Yüreğim ol seher gülüm, her ölümümde bana yeniden hayat ver. Elim ol, ayağım ol, canım ol... Gecem - gündüzüm ol... Ağlayan gözlerim ol her damlada yeniden doğur beni, yeniden doğur umudumu. Her öldüğümde yeniden yarat ki, seni ne kadar özlediğimi anlatayım yeryüzündeki bütün canlı cansız varlıklara, ne kadar çok sevdiğimi ...

Önce sen gel sevgilim solmadan resimler, şiirler sislenmeden... İslenmeden geceler ... Sonra ölüm gelsin...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1480
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Kum Saati



Her gece bir kervan geçer ömrümden, başımı secdeye koyduğum yöne doğru. Her gece beklerim onu, elimde çıkınım. En Sevgili'nin kervanıdır, bilirim. Yârenler Yâri'nin denklerini taşır katarlar.

Kardelen tohumu oldum, kolladım zamanı bilmem kaç bin gece. Zamanı kolladım, kum saatinin en üstündeki kum taneciği gibi. Zamandan geçip an olabilmek için... O an, ayağının bastığı olabilmek için yaratılmışların arasında.
Sen'i arıyorum Ey Sevgili! Gözümün iliştiği, düşüncemin geçtiği, yüreğimin eriştiği her yerde, Sen'i arıyorum. İkliminde bestelenmiş her notada, vuslatına göçen kervanının izlerini haritalaştırıyorum özlem coğrafyalarında. Yedi iklim tam yedi bahar, gözlerimde güneşin rengi. Adı konmamış diyarlarda bile ararım Sen'i. Bu arayış; bazen güneşlerin çarpışmasıdır debdebeli. Bazen küçük bir derenin en durgun yerinde, kıyısında su içen karıncanın ayaklarını ıslatması oluverir köpük dalgacıklarıyla. O kadar naif, tılsımlı bir o kadar da...

Bebeklerin avuçlarındaydın Sen. Fırtınada ve sonrasındaki dingin havada söylenir adın. Ay her gece şâk olurken şehadet parmağınla. Bana düşen hep husûf (Ay tutulması)... Zaman, sensiz Kenan olur; mekân bin kuyu. Her kuyuda ben, bin Yusuf... Bastığım taşlardan silinmiş, sularda şimdi ayak izim. Suyun sırrını ateşe sormalı, ateşin sırrını pervaneye. Ya pervanenin sırrı? Dönmek olsa gerek, hep Sana dönmek. Yıldızlar, güneşler gibi döne döne yanmak. An döner, ömür döner, âlem döner... Her şey olursa, durmaz başım dâim döner. Dillerde adın gibi döner. Ellerimi açmışım Rahman'a, Sen'i arıyorum ey Sevgili. Sen'i arıyorum...

Menekşe yaprağında meltem olur nefesim Sen'i söylerken. Kelebeğin kanadına nakşedilmiş rengarenk toz gibi serpilir Sen'i aradığım geceler ömrüme. Yıldızların geçtiği çizgide koşuyorum, ben bir karınca...

Yeşil kuşlara bakarak koştum hep asumanda. Onlara özendim; kanatlarını açtılar onlar, ben yanık ellerimi. Takıldım çölde Sen'i özleyen kuşun peşine. Zümrüdüanka dedim... Kafdağı dedim... Efsanelerdeki sevda ülkesinde bulmaktı hayalim efsununu. Ey Yâr! Sen'in diyârında bülbül, ikliminde açan gonca olabilmek hulyasıyla gözyaşlarımda dualarımı, dualarımda hep Sen'i istedim. Beyt'ine damladı yanaklarımdan süzülen hasret. Kevser'le suladım gülünü, neredesin?...

Bir yağmur taneciğiydin düşen alnıma, kırk değil kırkbin ikindide. "Sen!" deyip yürüdüğüm yollarda saçlarım, omuzlarım, bir de yüreğim ıslandı çağlar ötesinden türkünü söyleyen sağanaklarda. "Ümmetî!..." deyip döktüğün incileri topluyorum şimdiki zamanda. Hızır-İlyas seherindeki gül tomurcuğunda şekillenir, çiy tanesi oluverir incilerin. Gözlerime sürerim... Sücûdta ıslatır denizleri gözlerim.

Yıldızların arasındaydı sanki gözlerinin ışıltıları, en parlak yıldızdı. Burak'ın ayak izlerine basarak dolaştım Âlemler'i... Yine böyle bir seyerânda; pınarların çağladı, Cemâlin'e âşinâ bir çift zümrüt çekti beni sadağımdan. "Yağma! Servetim yağma!" deyip dönen Selahaddin'in gerçek hazineleri buluşuydu âdetâ. Cennet rengi zümrütlerin çektiği yöne doğru sürükleniyor canım döne döne. Şems-i Tebrîzî'nin peşinden gidercesine... Gökler ötesinde aradım hep tebessümünü. Ve nihayet, solunmuş bir nefesten de yakın, bir yürek atımlık benden de ben... Ve Gökçen bir bakışta buldum Sen'i...

Ne Ankâ kaldı gözümde, ne korktum Kafdağı'ndan. İnsan dünyaya bir kere gelir. Öyleyse, yaşamamış olmalıyım bunca zaman. Her şeyim O'na ayak uyduruyordu, kalbimin tıp tıpları bile...

Ne var ki; hazan kıskandı gülleri. Yaprakları savurdu Karayel. Büktü boynunu kardelen. Bana mevsim yine sonbahar... İmbatın estiği memleketteyim, üşüyorum. Şimdi ne Sen varsın En Sevgili, ne de Sen'i görür gibi olduğum cennet rengi. Kervan, katarlarını toplar oldu bu diyardan. Mus'ab utancında saklıyorum yüzümü....

Her şeye rağmen, hiç tükenmedi yüreğimin orta yerindeki ümit. Ateş böceği aydınlığıyla düştüm kör karanlıktaki yollara. Kör ufkunda vuslat çırağı bir ümid.

Kaldırmadım başımı Efendim, koyduğum yerden...

Aradığım yine Sen!...

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar