Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 147

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.121 Cevap: 1.997
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
11 Eylül 2006       Mesaj #1461
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Köprü ve Hayat

Sponsorlu Bağlantılar




sabah rüyamda babamı görmüş olarak uyandım... terlemiştim.. kendi yatağımda olmadığımdan endişem biraz daha artmıştı .. başkasının evindeydim ve böyle bir haliyeti ruhiyede ne yapmam gerektiğini kestirememiştim.. sanırım yatakta beklemek en iyisiydi ama oda bir yere kadardı ... tüm günün yatakta geçmeyeceğini anladığımda evdeki hareketlilikte başlamıştı .. içerdeki konuşulanlara kulak kabarttım ama cümleler hep parça parçaydı.. kalkmaya çalıştım babam geldi aklıma .. lanet olsun nasıl güzel bir olabilirdi ki..

kalktım... yüzümü yıkadım bir önceki geceden kaldığımdan olsa gerek biraz başım ağrıyordu iyi bir kahvaltıya ihtiyacım vardı. radyo açıktı ve eğlenceli bir şeyler çalıyordu.. sanırım kendime gelecektim..
sonrası o kadar sıradan bir gündü ki ..... en son gece 12 olduğunda ring filmini izlemiş ve bitirmiş olarak bulduk kendimizi . iyiki altımda araba vardı ve eve gelebildim .. iyi ki diyorum çünkü senin mailini okumak günün sanırım en eğlenceli kısmıydı..
sonra sıkıldığımı anladım .. tüm bir gün ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler ile uğraşmıştım.. gezmiştim tozmuştum geğik yapmıştık eş dostla beraberdik ama ters giden bir şeyler vardı hep bir yerler de..

köprünün altından akan hep suydu ama dikkatli baktığında asla aynı su bir daha köprünün altından geçmiyordu. benzer şeyler yaşıyordum ama asla bir önceki günün kopyası değildi.. ee ne anlatmalıydı bu şimdi bana .. yada buna kafa yormalı mıydım.. insanların yaşadığı günler hep birbirinin kopyası gibiydi .. ama üzerine biraz kafa patlatıldığında asla "o" anı bir daha yaşayamıyorlardı. bunu bilmek bile diğer canlılardan ayırıyordu bizleri.. bunu bilmek..

ne olmalıydı peki yada ne yapılmalı. suyun akışını engelleyemeyeceğimize göre köprünün altından geçerken ona o "ana" göz kırpabilirsek mutlu olabileceğimizi anladım sonunda.. ve o "an" aslına her an dı. köprüde hayatın ta kendisi.. ve insan yaşadığı sürece göz kırpmalıydı o köprüye.. sonra ölmek geldi aklıma . insanın kendini ölmüş gibi hissetmesi ne zormuş meğer. ben ölürsem diye başlayan cümleler kurmak ne salak aslında .. biz ölünce bizi sevenler ne kadar üzülecek kim bilir diğmi? ve bizde onların bu üzülmüş anını gördüğümüzde kahrolmaz mıydık... hayır .. çünkü biraz dikkatli bakarsan ölmüş olduğunu ve onların üzüldüğünü bile algılayamayacağını fark ediyordun.. ne acı dimi ölmüş olduğunu anlamamak. aslına sen küçük bir damlaydın ve nehir altı daha milyarlarca damlayla doluydu.. sen sadece sudan çıkmış bir kayaya çarparak nehrin dışına çimlere düşmüş bir damlaydın.. nehrin neredeyse tamamının umurunda bile değildi ..çünkü nehir hala olanca güzelliğiyle akmaktaydı.. ama sen bunu bilmiyordun işte.. orada çimlerin üzerinde eriyip gitmiştin bile ne köprü ne nehir vardı artık... tek umudun ölümden sonra yaşam olmasıydı ama ... ama bunu bilmiyordun.. o nehrin altından akarken bu yalnızca bir ihtimaldi .. şimdi ölmüştün ve ölümden sonra bir yaşam yoktu!

.. ama sen "lanet olsun ölümden sonra bir yaşam yokmuş diye üzülemiyordun bile çünkü "ölmüştün" bunu anlayamazdın.. geride kalan yakınındaki birkaç küçük damla üzüldüğüyle kalmıştı yalnızca...

o halde ne yapmalıydı kişi.. demek ki tüm yapabileceklerin o köprünün altından geçtiğin zamanla kısıtlıydı ve o "anı" en iyi şekilde değerlendirmeliydin... aslına bakılırsa senin 70-80 yıllık hayatın sahiden de bir "an" dı o köprü için .. daha da korkuncu 6 milyar insan vardı senin gibi o köprü altından geçen ve 6 milyar çarpı 80 yıl bile bir andı hayatla kıyaslandığında... o halde neden üzülesindiki çoğu şey için yaşarken neden sevdiklerinleyken kavga edesin di ki. neden koklamayasın neden öpmeyesin yemeyesin sevişmeyesin neden pişman olasın ve neden sevdiklerinleyken o anın tadını çıkarmak varken tekrar ayrılacağın ana üzülesin di ki.. ve neden söylemeyesin diki onları sevmediğini... nesi yanlıştı bunun.. hem ne yapmış olursan ol seninle birlikte ölmeyecek miydi. o halde neden yapmayasındı......

bugün kalktığımda aslında canımı sıkan babamı rüyamda görmüş olmam değildi biliyorum .. yada onun öldüğüne üzülmüyordum .. daha yaşayacaktı belki bunu hak etmiyordu ama ben buna da üzülmüyordum

sanırım ben onunlayken neden bu fırsatı daha iyi değerlendirmediğime üzülüyordum.. neden azıyla yetinmiştik ki ikimizde saatlerce bir arada olabilmek varken...

ve ne anladım biliyor musun .. sanırım acı ama her insana her dostuna sanki yarın bitecekmiş gidecekmiş ve belki de ölecekmiş gibi yaklaşmalıydı .. belki bu onunlayken geçirdiğin zamanın değerini daha iyi anlatırdı sana ...

bunları neden yazdım biliyorum.. çünkü ben artık uyandım.. artık gerçekten yaşıyorum.. artık köprüye göz kırpmak mı. Msn Happy haha ben artık ona el bile sallıyorum.. çünkü biliyorum ki ben ne ilkim ne son ve biliyorum ki köprü beni hatırlamayacak bile. ama bir şansın var. ona el sallayarak kendimi gösterebilirim sanırım .. el sallayacağım ve ona "heyyy görüyor musun ben ve arkadaşlarım , sevdiklerim geçiyoruz... kendine iyi bak bizi unutma ve bizden sonrakilere şunu fısılda...

"ANI YAŞAYIN" onları gerçekten sevdiğimi söyle.....

el sallayacağım....

el sallayacağım ve sevdiklerime sarılıp ölmeyi bekleyeceğim.. çünkü en güzel ölüm sanırım sevdiklerin yanındayken olanı.. onları üzmüş olacağını bilsen bile...

seni çok seviyorum..... bugün bunu gerçekten değer verdiğin kişilere söyle... ve köprüye en azından göz kırp yakınlarına sarıl ve “anı yaşayın” diye bağır.. seni seviyorum de....

TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
11 Eylül 2006       Mesaj #1462
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Hikaye'nin Adı
:
Sil Baştan


Sponsorlu Bağlantılar

Artık aynalara bakmak acı veriyordu...Göz kenarlarına yerleşen çizgiler ne yapsa da yok olmuyordu.Gittiği güzellik uzmanlarının tavsiyeleri fayda vermemişti.Kabullenmeliydi...Artık 35 yaşına gelmişti...Oysa çok değil, birkaç yıl önce ne kadar da alımlıydı.Uludağ'da eşiyle geçirdiği son yılbaşı gecesinde dahi, salondaki erkeklerin bakışlarını üzerinde toplamayı başarmıştı...Ama erkek milleti değil mi, bir çok erkek gibi eşi de, o baş döndüren kadını bile, bir çırpıda aldatabilmiş, sonrasında pişman olsa da o hatayı yapmıştı ...

10 yıl süren evliliği süresince hiç çocuğu olmamıştı.Sorun eşindeydi...Bastırdığı bir çok duygusu gibi annelik özlemini de bir kenara bırakmış, bunu bile sorun haline getirmemeye özen göstermişti.Oysa eşi.....Tüm bu fedakarlıklara rağmen bir gecelik kaçamakla yapmıştı yapacağını.....

Eşini hayatından çıkaralı henüz birkaç ay olmuştu.Bu birkaç ay onun için sanki hayatın sonuna giden bir yol gibiydi.Eski arkadaşlarından uzaklaşmış, tek başına yaşadığı malikanesinde bunalımlı bir hayat süren depresif bir kadın olmuştu...Haftalardır evden çıkmıyordu ve eve girip çıkan tek kişi, 10 yıldan beri evin tüm işlerini yapan Zahide Hanımdı.

Zahide hanım o sabah her zamanki gibi evin kapısını açıp, günlük işlerini yapmak üzere girdi içeri.Şermin de her zamanki gibi şişeleri boşaltıp, yatağında sızıp kalmıştı.Zahide Hanım usulca Şermin'e seslendi.

- "Şermin Hanım hadi kalkın dışarıda çok güzel bir hava var, yatmakla kendinize kötülük ediyorsunuz.''

Şermin duymamazlıktan geldi ve birkaç kez daha aynı cümleleri tekrarlayan Zahide Hanım odayı terkedip dışarı çıkmak zorunda kaldı.Zahide hanım mutfakta yemek hazırlarken Şermin'in geçmişi ve geleceğiyle ilgili yorumlar yapmaktan başka bir şey yapamıyordu.Ne yazık ki elinden gelen bir şey yoktu.En güzel partilerin ev sahibesi olan o muhteşem kadın gözünün önünde eriyip gidiyordu.

Zahide Hanım işlerini bitirdikten sonra Pazar çantasını alarak, alış veriş için dışarı çıktı.Saat 12 yi çoktan geçmişti.Şermin daha fazla dayanamadığı tuvalet ihtiyacını gidermek için yatağından kalkıp, sağını solunu rotasındaki nesnelere çarparak, gözleri yarı açık yarı kapalı, kendini banyoya attı.İşi bittikten sonra ellerini yıkamak için lavaboya geldiğinde gözü aynadaki Şermin'e ilişti.Saçları darmadağınıktı, yüzü her zamankinden daha yaşlıydı, gözlerinin yaşama sevinci çoktan uçup gitmişti.Her zaman aynadan kaçan bakışları bu kez uzun uzun kendini süzdü aynada...

Artık gitme vakti diye düşündü.Bu hayatın çekilir bir tarafı kalmamıştı.Karanlıklar diyarına bir an önce gitmeliydi.Zaten nasılsa bir gün gidecekti, neden şimdi olmasındı...

Küçükken paraşütle atlamayı çok istemişti.Oysa babası onun bu hevesine her konuda olduğu gibi büyük bir tepki göstermiş, O da bu isteğini bastırmak zorunda kalmıştı.Babası ve annesi birkaç yıl önce Anadolu Hisarı'nın dibinde trafik kazası geçirmiş, hayatlarını kaybetmişlerdi.O da bu dünyadan giderken anne ve babasının son noktasından başlamalıydı sonu gelmeyecek karanlık dünyaya.....

En güzel elbisesini giydi, hiçbir zaman yapmadığı kadar koyu bir makyaj yaptı ve yüzüne taktığı mutlu kadın maskesiyle aniden fırladı evinden.Çok geçmeden bir taksinin içinde buldu kendini.Anadolu Hisarı'na geldiğinde taksi şoförüne yüklü bir bahşiş verdi.Sevgilisine koşan 18 lik genç kız edasıyla surların merdiveninden zıplayarak çıktı en yükseğe...Artık her şey bitecek, sükunete erişecek, anne ve babasına kavuşacaktı...En önemlisi de çocukluğundan beri kurduğu hayali gerçekleşecek, bir kuş gibi uçacaktı.Son kez etrafa göz atmak istedi, etrafındakilerle vedalaşmak ister gibi....

Bir an şaşkınlıkla donakaldı.Az ilerisinde surların üzerinde bir başka bayanın kendini surlardan aşağı atmak üzere olduğunu gördü.Onunla ortak bir noktada buluşmuştu ve ölmeden önce nedenini merak ediyordu.Koşar adımlarla indiği surların diğer tarafına yine koşar adımlarla çıktı.Heyecanla ''bunu neden yapıyorsun'' diye sormaktan alamadı kendini...

Kendiyle aynı sonu yaşamak üzere olan Süheyla hıçkırarak başladı anlatmaya...

Süheyla yakın zamanda eşini ve işini, üstüne üstlük eve gelen hacizle de eşyalarını kaybetmişti.Artık mücadele edecek gücü kalmamış, bu dünyadan; çok sevdiği kızını bırakıp, çekip gitmeye karar vermişti.Çünkü eşiyle evlenmek için yıllar önce evinden kaçmıştı ve o gün bugündür ailesiyle görüşmemekteydi.Oysa ölümünden sonra babası ve annesi kızını bağırlarına basacaktı.

Şermin bunları dinlediğinde çaresiz olduğunu düşünen bu kadına yardım etmesi gerektiğini düşündü.Kendi planını bir kenara bırakıp, Süheyla'yı bu kararından vaz geçirmeye çalıştı.Birisi çok zengin ama mutsuz, diğeri ise çok fakir ve yine mutsuzdu...Surların üzerinde oturup bir süre hayatlarını sorguladılar.Süheyla için Şermin'in bu kadar parayla mutsuz olması, hatta canına kıymak istemesi akıl almaz bir olaydı.O gün her ikisi de hayatlarını değiştirecek farklı bir karar almış olsalar da, yeni bir hayata beraberce başlamak gibi çok önemli bir karar aldılar.Artık iyi günde kötü günde birbirlerinin yanında olacaklar ve yaşamla mücadele edip yeni ufuklara yelken açacaklardı.

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
11 Eylül 2006       Mesaj #1463
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Körlerin Hikayesi




Büyük dostum Prof.Sadun Aren, HG. Wells'in bir hikayesini anlattı. Dere tepe, dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış. Yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş.

Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş; alacalı bulacalı garip bir köy. Yaklaşmış köye doğru. Yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün...

Girince köyün içine anlamış meseleyi. Körler köyüymüş burası. Kadınların, erkeklerin, çocukların, velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri...

Gezginci adam karar vermiş burada yaşamaya:

Hiç değilse benim bir gözüm var, diyormuş.

Körler ülkesinde şaşılar kral olur, derler. Ben de bunların başına geçer yaşarım.

...

Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış.

Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların. Yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.

...

Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış. Sadece tek gözlü adam görmüş bunu. Bağırarak ilan etmiş:

- Filanca malını çaldı falancanın.

Körler:

- Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki, demişler.

- Ben duymadım, gördüm. Gözüm var benim. Görüyorum.

Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.

- Ne demek görmek, demişler, nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?

- Anlıyorum tabii...

- inanmayız, imtihan edeceğiz seni...

...

Adamı almışlar, uzakça bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.

- Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz, demişler.

Adam anlatmış:

- Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, Şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor vs...

Derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar:

- Anlatsana...

- İçeri girdiniz göremiyorum ki...

Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu:

- Ne olmuş yani içeri girmişsek. Elli santim fark etti, anlat anlat, demişler.

- Arada duvar var görmüyorum.

Körler :

- Sen atıyorsun, demişler. Demincek tesadüf etti.

Bak, şimdi bilemiyorsun.

- Çıkın dışarı, söyleyeyim.

- Bu kadar uzaktan duyunca ha içersi, ha dışarısı, ne çıkar yani...

- Ben duymuyorum, ben görüyorum, diyormuş adam.

- Öyle şey olmaz, demiler. Sende bir bozukluk var. Saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun. Hekime muayene ettireceğiz seni...

...

Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler. Hekim de kör tabii... Elleriyle yoklamaya başlamış adamı. Yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken:

- Buldum, demiş. Bozukluk burada...

Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:

- Saçmalaması bundan dolayı, diyormuş. Ben şimdi hallederim, düzeltirim onu...

Körler ülkesine kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan.

Körler görenleri anlayamazlar. Saçmalıyor sanırlar ve onu da düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.

NOT : yirmi sekiz yıl önce yazılmış bir yazı... "Geçip giderken" den
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Eylül 2006       Mesaj #1464
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
hikaye10054

Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve
mücevher ustası olmaya karar vermiş. "
Bu mesleği yapacaksam,
iyi bir mücevher ustası olmalıyım
" diye düşünmüş ve ülkedeki
en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş,
yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından
kabul edilmiş. "Anlat, dinliyorum
" demiş usta. Genç adam
anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir
mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış.

Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri
bitince de ona bir taş uzatmış, "Bu bir yeşim taşıdır
" dedikten
sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış.
"
Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma.
Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle
" demiş ve
şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.

Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen
annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da
kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk
konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi
artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam
sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

"
Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister.
Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak.
Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım,
böyle bir eziyetle nasıl yaşarım. Bu ne biçim ustalık.
Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı
."
diye devamlı söyleniyor, her önüne gelene
ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş.
Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat
kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp
taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş.

Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu,
her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış.
Ve o gün gelmiş. Genç adam tam bir yıl sonra,
büyük ustanın karşısına çıkmış.
Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince,
genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun,
bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği
gururla elini uzatmış, avucunu açmış.

"İşte taşın" demiş, "Bir yıl boyunca avucumda taşıdım,
şimdi ne yapacağım?
" Yaşlı usta sakin bir sesle cevap
vermiş: "
Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu da
aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın.
"
Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini
kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış.

Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış,
mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana
böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra
söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken,
yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış.
Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp
çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı
biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş:
"BU TAŞ, YEŞİM TAŞI DEĞİL USTA!
"

hikaye10054 1

Öğrenmek için zaman gerekir,
sabır gerekir, ustaları izlemek gerekir.
Dünya hızlandıkça zaman kısalabilir
ama öğrenmenin esası değişmez.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Eylül 2006       Mesaj #1465
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BİR ELİF MİKTARI YALNIZLIK
Doğum ve ölüm tarihleri arasında var olan bir hayatın yorgunlarıyız. Yaşadığımız, bir garip yalnızlık hikayesi. Etrafımızdaki yüzlerce insana rağmen yine kendimizi yalnız, çaresiz, kifayetsiz hissediyoruz. Bunca sınırlı arasında sınırsız olanı özledikçe büyüyor yalnızlığımız. Ruhumuzun vadilerinde gezinen yüzlerce insan dahi unutturmuyor hesabı yalnız verilen imtihanımızı. Aksine; her hikaye altını çiziyor yarımlığımızın.

Yalnızlık, yarım oluşumuzdur. Yalnızlık, yalnızlığın mahsus olduğu varlığa duyulan özlemdir. Mecburiyettir. Alnımızda insan olmanın imzasıdır. Yalnızlık , şaire
“Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge.
Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı”
satırlarını yazdıran o histir. mezarların neden tek kişilik kazıldığını düşünüp yegane olana inancımız artarsa yalnızlığımız bizi güçlü kılacaktır.
Yürek coğrafyamızda yaşanmış onca devasa sevgi dahi hissettirmedi mi bize yalnızlığı? Bitimsiz bir tat aramadık mı savruluşlarda? Kalbimizde dost yoğunluğunu en çok hissettiğimiz anda bile o anın geçici olduğunu bir an olsun çıkardık mı aklımızdan? Güzel anlar hiç bitmesin diye fotoğraf karelerine sığınmadık mı? Günde beş kez yalnızlığımızı itiraf etmedik mi? Avucumuzu açıp tek olana dua ederken , küçüklüğümüzden büyüklüğüne köprüler kurmadık mı?
Düştüğünde acımadı ki diyen çocuklar gibi gizlemek istiyoruz acılarımızı. Düşlerimiz ipinden kopmuş balonlar gibi kaybolduğunda, bir kez daha anlıyoruz yalnızlık imtihanımızı. Kalbimizin ağırlığını bir başka kalp taşıyamazken ve ancak gölgemiz kadar var olabilirken bir başka kalpte nasıl beka bulabilirdik? Ve nasıl anlatabilirdik kendimizi, kendini dahi anlamamışlara? Bizi anlamayan insanlar arasında bir hayatın ardına düşerken, onlara kızmak, sınırlı oluşlarını yüzlerine vurmakta değil hüner. Asıl hüner, bizim çaresizliğimizle onların çaresizliklerini birleştirip bir çare bulabilmekte.
İnsanların bizi anlamadığı anlar olur. Hatta bizi tamamen yanlış anladıkları zamanlar da, En çok emeğimizin geçtiği , fedakarlık kapılarını sonuna kadar araladığımız insanlar, küçük bir noktaya takılıp bizi unutabilir. En çok ihtiyacımız olduğu anlarda en sevdiklerimizi bile yanımızda bulamayabiliriz. Ya da en güvendiklerimiz bizi şaşırtıp, kalbimizde çizikler olmasına sebep olabilir. Her kim, sürekli değişen anlamına gelen kalbe sahipse, sürekli değişecek ve hiçbir zaman tamamiyle güvenli olmayacaktır. Bu dünyada insana dair ne varsa hep bir yanı yarım, bir yanı eksik kalacaktır. İnsan insana yetemez, ancak hayatına anlama katabilir, muhtaçlığını azaltabilir. Hayatın bütün karmaşası ve kalabalığı arasında hepimiz kişisel menkıbemizi yaşıyoruz
Sıcaktan kaçan ve bir ağaç gölgesine sığınan adam, ne gariptir ki, ağaçtan hoşlanmaz da gölgeyi sever.diyor Molla Cami. Öyle ki, soru sorup cevap verme yeri olan aklımıza ve hissedip duyma yeri olan kalbimize yegane olanı işaret ediyor. . Ne nefis sadık bir yar, ne de dünya kalıcı bir diyarken tutundukça kavileşen bir bağa dikkat çekiyor.
Bu yaşadığımız bir yalnızlık hikayesi. Elif gibi dik, elif kadar anlam dolu. Yanına gelen her harfe hayat katmasından ziyade, kendi sırlarıyla içiçe… Hüzün dolu ama mağrur bir başı var elifin. Bir başına ama sırtını dayadığı güçten dolayı çok kudretli. Kendi yalnızlığının farkındalığıyla birlikte “tek ve bir” olan varlığa ışık tutuyor.. İnsana düşen; kendi ruh rıhtımına çekilip, dışardaki seslerden uzaklaşarak ´yalnız´lığın bilincine varmak ve içindeki sesleri çoğaltmak.Issız yerlerde kendisi için bir evren olabilmek…Ve bütün sözlerin üstündeki o büyük sözü bulabilmek…
“Ne nefis sadık bir yar, ne de dünya kalıcı bir diyarken tutundukça kavileşen bir bağa dikkat çekiyor.
Kimsesiz hiç kimse yok, herkesin var kimsesi…..
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
12 Eylül 2006       Mesaj #1466
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Sen bir MELEKSiN

Melek Hanım, bu akşam bir başka hazırlık yapmıştı. Bir başka çıkmıştı kocasının karşısına. İpek gibi siyah saçlarını omuzlarından aşağılara salmıştı. Birilerinin dışarısı için gösterdikleri özeni; o, sadece kocası için gösteriyordu. En güzel elbisesini giymiş, yeni gelin gibi süslenmiş, ‘yaratılışımı, yüzümü güzelleştirdiğin gibi, huyumu ve ahlakımı da güzelleştir ya Rabbi’ diye dualar etmişti. Kararmakta olan akşamın ilk karanlığı içinde; tül perdenin altından bakabildiği kadarıyla kocasının gelmesi için yolu gözlüyordu. Tahir Bey, ise fena halde yorulmuştu ama vazifesini yapmış olmanın huzuru içinde eve dönüyordu. Üzerinde taşıdığı anahtarı ile kapıyı açacaktı ki; eşi Melek Hanım\'ını kapıyı açar olarak buldu. Melek Hanım, içeri giren kocasının boynuna sarıldı. Davranışları ile onun gönlünü alevlendiriyordu. O, evinin hanımı, hanımefendisiydi.
“Selamünaleyküm.” Dedi Tahir Bey,
“Aleykümselam. Hoş geldiniz efendim.”
“Hoş bulduk canım” dedi. Tahir Bey, bir buse kondurdu güler yüzle kapıda kendini karşılayan hanımının yanağına. Melek Hanım, Tahir Bey’e terliklerini verirken; elindekileri aldı. Pardösüsünü astı. Hanımı tarafından güler yüz, tatlı söz ile karşılanan Tahir Bey’in bütün yorgunluğu bir anda çıkıvermişti sanki... Şu Melek Hanım, ne hoş bir kadındı. Tahir Bey, kolunu onun beline doladı. Birlikte salondaki kanepeye kadar geldiler. Karşılıklı hal ve hatır sordular. Bundan dolayı her ikisi de ziyadesiyle memnundular.
“Bu güzel karşılamayı neye borçluyum acaba?”
“Görevinin bilincinde olan bir hanım almaya!”
“Ey Rabbim ne kadar şükretsem yine de azdır. Senin gibi bir Meleği nasip etti bana…”
“Ya ben bu övgüyü neye borçluyum?”
“Görevinin bilincinde olan; bir beyle evlenmeye!”
“Sen hem çok akıllı, hem çok zeki, anlayışlı, güzel, kibar, nazik, hem de çok sevimli, hem de çok…”
“Yeter, görende bir şey var zannedecek.”
“Sen başkasın, benim için ‘çok özel bir yer’ sahipsin. Sen benim bir tanemsin. Ben seni övmüyorum, hakikati söylüyorum. Hem senin övülmeye ihtiyacın mı var? Kadın, evi ve kocası için süslenmeli. Ama kadınlar daha çok dışarı çıkacakları zaman, sanki bir başkaları için süslenirler. Evlerinde ve kocalarının yanında ise sıradan şeyler giyerler. Sen öyle değilsin, bir tanem.”
“Nasılım peki?”
“Sen başkasın…”
“Evlendiğimiz günden bu yana seni çamaşırda, bulaşıkta görmedim. Üstün başın pis ve dağınık görmedim hiç.”
“Benim en önemli vazifem; sana huzurlu bir ortam hazırlamaktır. Sizi huzurlu ve mutlu gördükçe, dünyalar benim oluyor.”
“Ya Rabbi ne amel ettim ki, bana böyle bir melek nasip ettin?” diyordu Tahir Bey. Melek Hanım Tahir Bey’in geçen her gün sevgisi artıyor, gözünde ve gönlünde büyüyordu. Melek Hanım da ‘sen benim hayat kaynağım, umudum, sevgim, aşkım, her şeyimsin, sana kul köle olmak istiyorum’ diyordu. Ne yapar eder, gönlünün en uç noktasına kadar inerdi. Çalışmalarında destekçisi olur, şevk ve zevk vermeye çalışırdı. Bu güne kadar, ne kıştan ne yazdan, ne soğuktan ne de sıcaktan şikayetçi olmamışlardı. Huyları da öyle birbirine benziyordu ki! Kocası evde olduğu zaman; iş çıkarmazdı ortaya, sürekli yanında olmaya çalışır, sevdiği yemekleri yapar, duruma göre çay, kahve, meyve getirir, soyup dilimleyerek eliyle de ikram ederdi. Tahir Bey ne zaman misafirle gelecek olsa, kapı ziline basar, Melek Hanım’ın ‘kim o?’ sorusuna ‘biziz’ cevabıyla yalnız olmadığını anlar, gelen misafirin zahmet değil rahmet olarak geldiğine inanır ona göre hüsnü muamelede bulunurdu. Ne kadar geç gelirse gelsin, asla ‘kadına kocasından önce yatmak yakışmaz’ der mutlaka kocasını beklerdi.
Melek hanım, abdest almak için gömleğinin kollarını sıvarken; Tahir Bey’in ayaklarına uzanarak çoraplarını çıkarmaya başladı. Tahir Bey, onu ellerinden tuttu, memnuniyetini ve sevgisini belli etmek için; anlına bir öpücük kondurdu.
“Sen benim hizmetçim değil, eşimsin.”
“Çoraplarınızı çıkarsam ne olur ki!...”
“Bu senin görevin değil.”
“Seni memnun ve mutlu etmek, benim görevim değil mi?”
“Bu ikimizin de görevi…”
“Öyleyse müsaade ette çıkarayım.”
“Hayır.”
Tahir Bey kendi çoraplarını çıkardı. Lavaboya doğru giderken; “Bu Allah’ın bana bir hediyesidir” diye, dua edip şükretti. Abdestini alıp çıkınca onu elinde havlu ile bekler buldu.
“Yapma Meleğim.”
“Size hizmet etmekten zevk alıyorum.”
Birlikte akşam namazını kıldılar. Melek Hanım yere sofrayı hazırlarken; Tahir Bey eşine sofra hazırlamada yardım ediyordu.
“Sen otur efendi…”
“Sana yardım etmek istiyordum.”
“Eksik olma. Ama erkeğin dışarıda başarılı olmak için içeride dinlenmesi lazım.” İkisi de bir birinin hoşgörüsünden, nezaket, sevgi ve saygısından son derece memnundular. Huzur doluydular. Örnektiler. Yemekten sonra ağzını yıkamak için lavaboya giden Tahir Bey, onu yine havluyla bekler buldu. Onu havlu ile birlikte kucakladı. Ne asil bir hanımdı, şu Melek Hanım.
“Sen bir Melek’sin.”
Yemekten sonra oturup sohbet ettiler. Aynı derdin, aynı tasa ve kasavetin, aynı ideal ve davanın insanlarıydılar. Yıllarca birbirini görmemiş iki aşık gibiydiler. Yatsı yaklaştığında; Tahir Bey’in pardösüsünü getirdi. “Yatsı ile sabah namazlarını camide ifa etmen senin için daha hayırlıdır diye düşündüm” diyen Melek Hanım’a teşekkürden başka verecek cevap bulamadı.
“Şu sendeki tatlı dil var ya!...” dedi.
O gidince bulaşıkları yıkadı, ocağa koyduğu çayı demledi. Abdestini tazeleyerek namazını kıldı. Geleceği zamanı tahmin ediyordu. O cebinden anahtarını çıkarırken; Melek Hanım kapıyı açtı.
“Kapıda mı bekledin yine!...”
“Sen hem kocam, hem de hocamsın. Dünya ahiret mutluluğumu sana borçluyum. Nankör olamam. Hakkını nasıl öderim sana…” Salonda Tahir Bey tefsirde dünkü kaldıkları yerden devam etti. Melek hanım hem çayını doldurdu, müphem konuları açıklaması için hem de sorular sordu. Melek Hanım okudu, Tahir Bey değerlendirdi. Erken kalkmak için; erken yatmak bir gereklilikti. Yatmadan önce Tahir Bey abdestini tazelerken; Melek hanım yatak örtüsünü kaldırdı, yastık ve yorganı açtı. Gecelik ve pijamaları hazırladı. Dualarını ettiler ve yattılar.
Gece yarısı uyanan Melek Hanım, abdestini alarak; teheccüd namazı kıldı. Eşine, kendine ve tüm Müslümanlara dua etti. Yatağında asude bir şekilde uyuyan Tahir Bey’i uyandırmaya kıyamadı. Sessizce yanına sokularak yattı. O uykuya varmak üzereyken Tahir Bey teheccüd namazını kıldı, dua etti. Muhabbetle yatan eşine baktı. Sabah namazını camide kılarak eve geldiğinde sabah kahvaltısını hazır buldu. Huzur ve saadet içinde kahvaltılarını yaptılar. Melek Hanım, her günkü gibi, sevgiyle Tahir Bey’i işe yolladı. Melek Hanım biliyordu ki…
“İnsanların, hayatını bir yaşam biçimine dönüştüremiyorlardı. Yuvayı her ne kadar erkek yapsa da, kadının huzur ve mutluluk içinde devam ettirebileceğini gayet iyi biliyordu. Evden sevgi ve muhabbetle işe çıkan erkeğin; gözü ve gönlü dışarıda kalmayacağını, akşam olunca da; sevgi ve muhabbetle eve döneceğini ama herkesten daha iyi biliyordu.”
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
12 Eylül 2006       Mesaj #1467
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
mum1 Işık mum

Uzaklarda küçük bir kasabada genç bir adam kendi işini kurdu bu, iki caddenin köşesinde bir perakendeciydi Adam dürüst ve dost canlısıydı,insanlar onu seviyorlardı. Ondan alış veriş yapıyorlar ve arkadaşlarına tavsiye ediyorlardı.Adam kısa süre içinde bir dükkandan , Amerikanın bir ucundan diğerine uzanan bir zincir yarattı.
Bir gün hastalanıp hastaneye kaldırıldı.Doktorlar az zamanı kalmış olabileceğinden endişe ediyorlardı..
Üç yetişkin çocuğunu yanına çağırdı ve onlara bir görev verdi: içinizden biri yıllar boyu uğraşarak kurduğum şirketimin başına geçecek. Hanginizin bunu haketiğine karar vermek için,her birinize birer dolar vereceğim
Şimdi gidip bu birer dolarla ne alabiliyorsanız alacaksınız,ama bu akşam geri döndüğünüzde paranızıla aldığınız şey hastane odamı bir uçtan bir uca doldurmalı.; Çocuklar bu başarılı şirketi yönetme fırsatı karşısında heyecana kapıldılar. Üçü de şehre gidip parasını harcadı.
Akşam geri döndüklerinde babaları sordu:
"Birinci, çocuğum ,bir dolarla ne yaptın ?"
Çocuk cevap verdi "Arkadaşımın çiftliğine gittim,bir dolarımı verdim ve iki balya saman aldım.Sonra odadan dışarı çıktı ,saman balyalarını getirdi ,açtı ve havaya savurmaya başladı. Oda bir anda samanlarla dolmuştu.
Ama biraz sonra samanların tamamı yere indi ancak babanın söylediği gibi odayı bir uçtan öbür uca dolduramadı.
Adam sordu: "Peki ikinci çocuğum ,sen paranla ne yaptın?."
Yorgancıya gittim .İki tane yastık aldım ." Bunu söyleyen çocuk ,yastıkları içeri getirdi ,açtı ve tüyleri bütün odaya dağıttı. Zaman içinde bütün tüyler yere düştü, böylece oda yine dolmamıştı.
"Sen üçüncü çocuğum, sen paranı ne yaptın?." diye sordu adam .
Dolarımı cebime koyup senin yıllar önceki dükkanın gibi bir dükkana gittim.Dükkanın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim .Dolarımın 90 centini şehrimizdeki iki yardım kurumuna bağışladım.Böylece bir onluğum kaldı. Bununla iki şey aldım."
Çocuk elini cebine atıp bir kibrit kutusu ve bir mum çıkardı. Işığı kapatıp mumu yakınca oda mumun yaydığı ışıkla dolmuştu.Oda samanla veya tüyle değil,bir uçtan öbür uca ışıkla dolmuştu.
Baba memnundu "Çok iyi oğlum .Bu şirketin başına sen geçeceksin,çünkü yaşam hakkında çok önemli bir şeyi , ışığını yaymayı biliyorsun. Bu çok güzel .
kandil
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1468
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Koşamayan Umutlar



Yoğun gürültünün arasında kaybolan gözyaşlarıyla yürümeye çalışan genç kız, yanından hızlı hızlı geçen insanları görünce iç çekti. Oda bir an önce eve gitmek istiyordu. Malesef her iki kolunda bulunan koltuk değnekleri ile bu istekleri imkansızdı, tıpkı işe girmeside imkansız olduğu gibi. Yazılım konusunda çok iyi olmasına rağmen, insan kaynakları müdürünün karşına koltuk değnekleri çıkınca adamın gözleri kararmıştı. Bir anda yüz ifadesi değişmiş, Filiz' in bu görüntüsünün şık ofislerinin tüm dizaynını bozacağını düşünmüştü sanki. Keşke bunları direkt yüzüne söyleyebilseydi genç kızın, en azından yeteneksizlikle suçlanmış olmazdı..

Düşüncelerinden kaldırımın kenarından gelen acı çığlıklarla sıyrıldı. Minicik bir köpek yavrusu, başını kaldırıma dayamış bir ayağını geriye doğru uzatmış kesik kesik sesler çıkarıyordu. Çöp kokan şehirde bir gül bulmuşcasına minik köpeğe yaklaştı genç kız. Belli ki arabanın freni olmadığını zanneden bir sürücünün kurbanıydı ufaklık. Üstelik gelip geçen hiç kimsenin dikkatin çekmiyordu acı çeken yavrucak. Herkes onu görmezden gelsede, Filiz bunu yapamazdı. Çünkü görmezden gelinmenin anlamını ondan iyi kimse bilemezdi.. Bu yavruyu nasıl eve götüreceğini düşündü. Ayağa bile kalkacak hali yok gibiydi miniğin. Koltuk değneklerini yavaş hareketlerle kaldırımın kenarına koydu, köpeğin yanına oturup minik yavruyu kazağına yerleştirdi. Montunu sıkıca çekip, tekrar değneklerini alarak eve yürümeye başladı. Artık bir kader arkadaşı vardı..

Eve ulaşır ulaşmaz yavruyu yatağına koydu genç kız. Minnet dolu gözlere bakar bakmaz kararını vermişti, miniğin adı " Yaralı " olacaktı. İsim işini hallettiğine göre sıra bacağındaydı. Veterinerlikte okuyan arkadaşı Vedat' ı arayıp, durumu anlattı. Akşam Vedat geldiğinde, dikkatlice incelediler Yaralı' nın sakatlanmış bacağını. Müdahaleden sonra Vedat' ın gülen yüzünden döküldü, belkide en güzel sözcükler. " Ayağını hiç bir zaman eskisi gibi kullanamayacak ama yinede büyüdükçe yürüyebilecek, hatta morali iyi olursa koşması bile mümkün... "

Koşmak... Filiz' in vücudunu baştan aşağı bir sevinç dalgası sarmıştı. Demek ki minik arkadaşı onun gibi olmayacaktı. Yürüyebilecek, herşeyden önemlisi belki de koşabilecekti. Koşma duygusunu hiç yaşamamıştı, fakat kader arkadaşı koşarsa belki bir nebze oda hissedebilirdi o tarifsiz güzelliği. Görmezden gelinenlerin dostluğuydu onların ki. Aynı acıları yaşıyorlar, aynı duyguları hissediyorlardı. Çünkü ikiside engelliydi ve buruşturulup çöpe atılmış bir kağıt parçasına benziyordu yaşamları..

Gecenin ilerleyen vakiylerinde, Yaralı yanına gelip başını dizlerine koydu. Sanki hayatını kurtaran dosta teşekkür edercesine, minnet borcunu ödüyordu. İki eksik dost için hayat ne kadarda zordu. Engellilerin düşünülmediği yapılar, daha yolun yarısına gelmeden kırmızı yanan lambalar ve arabaların arasında koltuk değnekleriyle çizilen zikzaklar.. Her biri daha çok yalnızlığa itiyordu onları. En son iş başvurusunun sırf ayakları sakat olduğu için reddedilmesi bile yeterdi herşeyi anlatmaya. Yaralı' nın boynunu okşayarak " Seni hiç terketmeyeceğim birtanem, ayağın sakat diye hiç aşağılamayacağım seni.. " diye mırıldandı. Gözlerindeki damlaları silerken, yaralı başını yavaşça yukarı kaldırdı ve ağlar gibi sesler çıkarmaya başladı. Sanki Filiz için dua ediyordu. Ondan başka kim Filiz' i düşünüp dua edebilirdi ki zaten.. 2 unutulmuş, gözyaşlarıyla birlikte derin bir uykuya verdiler bedenlerini...

Mutluluğa çalan yeşiller, güzel bir rüyanın başlangıcını anlatıyordu. Sonu görünmeyen bir denizin kenarında, bin bir türlü ağaçların olduğu bir cennet bahçesindelerdi sanki. Yaralı koşarak yanına geldi Filiz' in. " Haydi benimle gel " dercesine baktıktan sonra yine koşmaya başladı. Filiz ayağa kalktı, üstelik koltuk değnekleri yoktu. Tüm gücüyle koşmaya başladı. Ne güzel bir his, ne güzel bir rüyaydı bu. Kanatlarının kırık olduklarını ikiside çoktan unutmuş, bu mis bahçede doyasıya koşuyorlardı..

Durmaksızın çalan telefon, kara bir ayrılık gibi girdi düşler alemine. Genç kız nefes nefese uyandı. Günün ilk ışıklarıyla kısılan gözlerini açmaya çalışarak homurdandı " Lanet telefon, çalacak zaman mıydı?! ". Düş kırıklıklarına alışık biri olmasına rağmen, yinede canı sıkılmıştı. Bir yandan telefon çalarken bir yandanda minik dostu durmaksızın havlıyordu. Açmasam daha iyi olur diye düşündüğü telefonun son çalışına, uykulu bir sesle yetişti " Efendim..? "

- Günaydın Filiz Hanım, ben FRA yazılım şirketinin genel müdürü İhsan Güçlü. Dün şirketimize yaptığınız başvuruyu ve insan kaynakları müdürümüzle olan görüşmenizi sekreterim tarafından öğrenip incelemeye aldım.. Referans verdiğiniz projelerinize açıkcası hayran kaldım, burada size özel bir oda hazırlattım, pazartesi gelip bizimle beraber çalışmaya ne dersiniz ?

" Pazartesi yanınızdayım efendim " diyip telefonu kapattı. Daha fazla konuşamazdı çünkü gözyaşlarına engel olamıyordu. Sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Yıkıntılarla dolu gönlüne, bir gökdelen dikmişti İhsan Bey' in sözleri. Bugün onun için bir milattı. Bugün önemsendiğini, insan yerine konulduğunu, hala altın kalpli insanların olduğunu anladığı ve yaşama tekrar dört elle sarıldığı bir gündü. Sevinç gözyaşları içerisinde minik dostuna sımsıkı sarıldı, tüm bunlar onun mucizesiydi, çünkü dost için edilen yakarışlar geri çevrilmemiş, Yaralı' nın duaları kabul edilmişti...
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1469
kambis - avatarı
Ziyaretçi
Olumsuz düşünür Sokrates'e öğrencileri sormuş:
Dostluk nedir?
Sokrates de onlara şu yanıtı vermiş;
"Çocukluğumdan beri arzuladığım bir
şey vardır.
Kimi insan atları olsun ister...
Kimi insan köpekleri.
Kimisi altını, kimisi de şanı, şerefi;
Bense bir dostum olsun isterim..."
İnsan biriktiren yaratık...
Şan, şöhret biriktiriyor...
Süper zenginse boğazda villa biriktiriyor.
Tablo biriktiriyor.
Repoda para kasalarda naftalin kokulu döviz, antika biriktiriyor.Gençse plak, kaset, cd biriktiriyor. Yorgun bir ihtiyarsa namaz
niyaz biriktiriyor.
Bazıları da Kuledibi'nde Çukurcuma'ya,
Üsküdar'da Eskiciler Çarşısı'na, Unkapanı'nda
Horhor'a gidip; antika lambalar,cam şişeler,
eski koltuklar, tesbihler, tombaklar
biriktiriyor.Alimse kitap biriktiriyor.
Cahilse kin biriktiriyor.
Dost biriktirmeyi içimizde
kaç kişi deniyor?
Evet, kabul ediyorum,insan birçok kişiyle
beraber mükemmel dost olamaz,
tıpkı aynı zamanda birçok kişiye aşık
olamayacağı gibi...
Fakat cinnete düştük.
Dost biriktirmeyi unuttuk.
İyi halt ettik.
SEVGİLİ DOSTLARIM:
NAZİK OLMAK İÇİN,
BİR GÜLÜMSEME BEKLEMEYİN.
SEVMEK İÇİN SEVİLMEYİ BEKLEMEYİN.
BİR ARKADAŞIN
DEĞERİNİ ANLAMAK İÇİN,
YALNIZ KALMAYI BEKLEMEYİN.
ÇALIŞMAYA BAŞLAMAK İÇİN,
EN İYİ İŞİ BEKLEMEYİN.
ÖĞÜTLERİ HATIRLAMAK İÇİN,
DÜŞMEYİ BEKLEMEYİN.
DUA'YA İNANMAK İÇİN,
ACILARI BEKLEMEYİN.
YARDIM EDEBİLMEK İÇİN,
ZAMANINIZ OLMASINI BEKLEMEYİN.
ÖZÜR DİLEMEK İÇİN,
DİĞERİNİN ACI ÇEKMESİNİ
BEKLEMEYİN.
NE DE BARIŞMAK İÇİN,
AYRILIĞI BEKLEMEYİN,
ÇÜNKÜ;
NE KADAR ZAMANINIZ
VAR BİLMİYORSUNUZ...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #1470
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir
sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su
taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam
olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine
ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken,
çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını
eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca
her gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde
patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebilirmiş.
Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı
çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine
getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş.
İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın
kıyısında sucuya seslenmiş. "Kendimden utanıyorum
ve senden özür dilemek istiyorum." "Neden?..."
diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun?..."
Kova cevap vermiş. "Çünkü iki yıldır çatlağımdan
su sızdığı için tasıma görevimin sadece yarısını
yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı
sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam
karşılığını alamıyorsun." Sucu söyle demiş.
"Patronun evine dönerken yolun kenarındaki
çiçekleri fark etmeni istiyorum." Gerçekten de
tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir
yanandaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş.
Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını
kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine
sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş.
"Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu
ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını
fark ettin mi?... Bunun sebebi benim senin
kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun
senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün
biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki
yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla
patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle
olmasaydın, o evinde bu güzellikleri
yaşayamayacaktı."
* * *
Hepimizin kendimize özgü kusurları vardır.
Hepimiz aslında çatlak kovalarız.
Büyük planda hiçbir şey ziyan edilmez.
Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin.
Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu
bilirseniz eğer, siz de güzelliklere sebep
olabilirsiniz.


Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar