Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 89

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 496.020 Cevap: 1.997
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
8 Haziran 2006       Mesaj #881
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Başka Şık Yok

Sponsorlu Bağlantılar

Kışın ortasında yazdan kalma bir güne rastlamak seni rüyamda görmek gibi bir şey herhalde
Böyle bir günde evde duramazdım yazlık eşyalarımı dolaptan çıkartıp ağaçların ılık gölgeleri altında yürüyorum sıkıntılı günlerde bu gölgede oturur kendimi yeniden şarj ederdim acıktığımda ise susamlı simitle vişne suyu imdadıma yetişirdi dost arkadaş aradım ama kimse gelmezdi yanıma çimlerle konuşur sonra yatak misali üzerine uzanırdım hiç kalkmaz uyurdum uzun uzun balık tutanları izlerdim kovadakilere ise simit atardım son zamanlarımda da yanıma uğradın ya beni mesut ettin yol boyuna baktım tüm gün tam kalkacak ken yanımda
bitiverdin sonra yine konuşmaya başladık yılan hikayesine dönmüş ilişkimizden sen bitirmek istiyorsun bense devam ettirmek sen hep aynı cümleyi kullanıyorsun ben sana göre değilim soruyorum boyum kısa ise arkadaşlara söyleyeyim iki taraftan çekip uzatsınlar kilom çok ise anneme söyleyeyim makinede yıkayıp biraz çekeyim yüzüm buruşuk ise ablam buharlı ütü ile
Ütülesin kanım Bozuk İse Filimden çalıp üzerime enjekte edeyim eğer sorun başka bir şeyse yapabileceğim bir şey yok ama sana tavsiyem rahat bırak beni ya olduğum gibi sev ya sevebildiğin gibi ama başka şık yok..

F.E.A.R - avatarı
F.E.A.R
Ziyaretçi
8 Haziran 2006       Mesaj #882
F.E.A.R - avatarı
Ziyaretçi
SEVGİ Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç
>>>>>>>>>>> >>>yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle
Sponsorlu Bağlantılar
>>>>>>>>>>> >>>kamyonunun kaportasını
>>>>>>>>>>>mahvettiğini
>>>>>>>>>>> >>>görmüş. Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle
>>>>>>>>>>> >>>vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye
>>>>>>>>>>> >>>götürmüş. Doktor, çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya
>>>>>>>>>>> >>>çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin
>>>>>>>>>>> >>>parmaklarını kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp
>>>>>>>>>>> >>>gözlerini açtığında,bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet
>>>>>>>>>>>masum
>>>>>>>>>>> >>>bir ifadeyle, Babacığım,kamyonuna zarar verdiğim için çok
>>>>>>>>>>> >>>üzgünüm." demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş:
>>>>>>>>>>>"Parmaklarım
>>>>>>>>>>> >>>ne zaman yeniden çıkacak?" Babası eve dönmüş ve hayatına son
>>>>>>>>>>> >>>vermiş... Birisi masaya süt döktüğünde ya da bir bebeğin
>>>>>>>>>>> >>>ağladığını işittiğinizde bu öyküyü hatırlayın. Çok sevdiğiniz
>>>>>>>>>>> >>>birine
>>>>>>>>>>>karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda, önce biraz
>>>>>>>>>>> >>>düşünün. Kamyonlar onarılabilir, ama kırılan kemikler ve
>>>>>>>>>>>incinen
>>>>>>>>>>> >>>duygular hiçbir zaman onarılamaz; genellikle kişiyle
>>>>>>>>>>> performansı
>>>>>>>>>>> >>>arasındaki farkı göremeyiz. İnsan hata yapar. Hepimiz hata
>>>>>>>>>>> >>>yaparız. Fakat öfkeyle ve düşünmeden yapılan şeyler insanı
>>>>>>>>>>> >>>sonsuza kadar rahatsız eder. Harekete geçmeden öncedurun ve
>>>>>>>>>>> >>>düşünün. Sabırlı olun. Anlayış gösterin ve sevin.
>>>>>>>>>>> >>>Gercekten ilginc. Insanlar elektronik posta kutularina fikra
>>>>>>>>>>>veya
>>>>>>>>>>> >>> eglendirici turden bir haber geldigi zaman, fazla dusunmeden
>>>>>>>>>>>bunu
>>>>>>>>>>> >>>adres listelerindeki tum arkadaslarina gonderiyorlar. Fakat
>>>>>>>>>>> >>>yukardaki gibi uzerinde dusunulmesi gereken bir mesaj
>>>>>>>>>>>olursa,
>>>>>>>>>>> >>>bunu arkadaslarina
>>>>>>>>>>>gonderip gondermeme konusunda defalarca
>>>>>>>>>>> >>>dusunuyorlar ve sonucta da adres listelerindeki herkese
>>>>>>>>>>> >>>gondermiyorlar.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
8 Haziran 2006       Mesaj #883
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Borcum vardi

Oldukça yaşlı bir adam ,kendisi gibi kamburalaşıp yere yanaşmış bir ağacın altında ağlıyordu. Biraz önce irikıyım bir genç yanına sokulmuş ve kendisinden içki parası istedikten sonra bir de tokat atmıştı. Yaşlı adamın yere yıkıldığını görenler, hemen yardımına koşup:

- Geçmiş olsun dede ,dediler. O serseri ne istedi ki senden?

Adamcağız bir şey olmamış gibi toparlanmaya çalışırken:

- Eski bir borcum vardı, onu istedi , dedi. Yapması gerekeni yaptı sadece...

Çevresindekiler, ihtiyar adamı yerden kaldırdıktan sonra eline bastonunu tutuşturup aceleyle işlerine koşuştular. Herkes ayrıldığında, hadiseyi başından beri görmüş olan bir delikanlı onun koluna girerek:

- Fazla hırpalandınız, dedi. Ağacın gölgesinde biraz oturalım mı?

Yaşlı adam yorgun bakışlarını yukarıya yöneltip :

-Benim bu ağacın altında dinlenmeye hakkım yok yavrum dedi. Ölünceye kadar da olmayacak.

Delikanlı, söylenenden bir şey anlamamıştı. Meraklı gözlerle kendisine bakarken, onun tekrar hıçkırıklara boğulduğunu farketti.

Yaşlı adam ,iniltiye benzeyen bir sesle:

- Elli yıl kadar önceydi,diye devam etti. Rahmetli babamı,sigara parası almak için bu ağacın altında azarlamıştım. Yani biraz önce evladımın beni dövdüğü yerde.

Delikanlı ne diyeceğini bilemedi ve şimdi biraz daha bitkin görünen ihtiyarın sakinleşmesini bekledikten sonra, onu arabayla evine bırakmayı teklif etti.

Adam, titrek adımlarla yoluna koyulurken:

- Evim oldukça uzaklarda yavrum. Ama ben yürüyerek gideceğim oraya. Babamın da onu azarladıktan sonra, üzüntüsünden yayan döndüğü gibi. Hem şehir dışındaki kabristana uğrayıp bir Yasin le öpeceğim ellerinden...
F.E.A.R - avatarı
F.E.A.R
Ziyaretçi
8 Haziran 2006       Mesaj #884
F.E.A.R - avatarı
Ziyaretçi
Kurtların, kuşların dilinden anlayan Hazret-i Süleyman aleyhisselama gelen bir adam yalvarır:

- Ne olur ey Allah'ın nebisi bana da hayvanların dilini öğret de ben de konuştuklarından anlayayım. Süleyman aleyhisselam izin vermez:

- Olmaz, der. Sen onların konuştuklarını dinlersen sabredemezsin. Arkasındaki hikmetleri düşünemezsin.

Ne var ki adam ısrar eder. Süleyman aleyhisselam da adama hayvanların dilini öğretir. Sevinçle evine gelen adam çöplükteki köpekle horozun konuşmalarını dinlemeye başlar. Bir ara köpekten şu sözleri duyar. Yanındaki horoza diyor ki:

- Horoz kardeş, sen arpayla da buğdayla karnını doyurabilirsin. Biraz ötedeki taneleri yesen de ekmek kırıntılarını bana bıraksan olmaz mı, benim karnım çok açtır. Horoz şu cevabı verir:

- Sabret köpek kardeş, yarın buraya ağanın ölen eşeğini getirip bırakacaklar, bolca et yer, karnını iyice doyurursun. Bunu duyan ağa hemen koşar ahırdaki eşeği alıp pazarda satar. Kendi kendine söylenerek döner:

- İyi ki hayvanların dilini öğrendim, yoksa eşek elimde ölecekti.

Ertesi gün yine kulak kabartır çöplükteki seslere. Köpek sitem etmektedir horoza:

- Hani ağanın eşeği ölecekti de ben de bolca et yiyecektim ya? Horoz cevap verir:

- Ağanın eşeği öldü ölmesine de, satın alan zavallının elinde öldü. Ağa açıkgözlülük edip eşeği sattı. Ama üzülme, bu sefer ağanın atı ölecek. Buraya getirip bırakacaklar, bolca et yer karnını doyurursun. Ağa yine hızla kalkar, ahıra gidip atı alarak pazara götürüp satar. Dönerken de yine söylenir:

- İyi ki hayvanların dilini öğrendim, yoksa at da elimde ölecekti. Gelip yine merakla kulak misafiri olur. Bu sefer köpek daha yüksek sesle sitem ediyor:

- Horoz kardeş, beni yine aldattın. Hani ağanın atı ölecekti ya?

- Ağanın atı öldü ölmesine de, sattığı zavallının elinde öldü. Üzülme der, bu sefer daha büyük bir ziyafete konacağız hep birlikte. Köpek inanmaz.

- Hadi hadi beni yine aldatıyorsun. Horoz kesin cevap verir:

- Hayır, aldatma falan yok. Durum kesin. Çünkü der, bu sefer ağanın kendisi ölecek, malına gelecek olan bu defa kendi canına gelecek. Arkasından yemekler yapılıp etler pişirilecek, artanını da bizlere dökecekler, ye yiyebildiğin kadar. Ağa bunu duyunca şaşırır, sağa sola koşuşturmaya başlar, yok mu beni satın alacak biri, diye söylenir. Derken gece hastalanan ağa sabaha çıkmaz ölür. Arkasından yapılan yemek, pişirilen etlerden artanlar çöplüğe dökülür, uzun zaman hayvanlar ziyafete konmuş olurlar. Bu sırada horoz söylenir:

- İnsanlar, keşke canıma gelecek olan malıma gelsin, diyebilselerdi de hileye başvurmasalardı. Bunda da bir hayır vardır, diye düşünselerdi. Bunu diyemiyorlar maalesef. Sonra da mallarına gelen canlarına geliyor; ama pişmanlık fayda vermiyor...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
8 Haziran 2006       Mesaj #885
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HAYIR VARDIR

Bir zamanlar Afrika da ki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına
gelsin ister başkasının,ister iyi olsun ister kötü,her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: "Bunda da bir hayır var!"
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi: "Bunda da bir hayır var!"
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
"Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu? "Ve sonra
da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine
götürdüler. Ellerini,ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler. Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir, bir anlattı.
"Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış.
İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi." "Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var."
"Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir." "Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum,değil mi? Ve sonrasını düşünsene? "
YaKaMoZcuk - avatarı
YaKaMoZcuk
Ziyaretçi
8 Haziran 2006       Mesaj #886
YaKaMoZcuk - avatarı
Ziyaretçi

***Gurbet Çiçekleri ***


Ayşe ortaokul ikinci sınıfa kadar başarılı bir şekilde okudu. Gelirlerinin az olması sebebiyle babası onu okula daha fazla gönderemedi. İki yıl sonra, komşularının Fransa’da çalışan küçük oğlu Recep efendinin, kızlarıyla evlenme isteğini de bir şans kapısı diyerek geri çevirmediler. Sade bir düğün yapıldı. Ve Sirkeci’den kalkan bir trenle 1980 yılının Aralık ayında Ayşe gurbet yollarına düştü.

Recep efendiyle karısı arasında on yaş fark vardı. Önceleri çok güçlük çekmesine rağmen gurbetin acımasızlığı ile, kocasının anlayışsızlığı Ayşe’ye epey tecrübeler kazandırdı. Aklı ve anlayışıyla bütün zorluklara karşı dirençli olabileceğini her haliyle gösteriyordu.

Evliliklerinin beşinci yılında bir erkek çocukları dünyaya geldi. Ayşe hamile kalıncaya kadar da kocasının suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı... “Hatta sen kısırsın ... seni boşayacağım” tehditleriyle Ayşe’ye söylemediği söz kalmadı.

Ama sonraları doktorlar, tedavi gören her ikisinden kusuru, Ayşe’de değil onda bulmuşlardı. Patronundan gördüğü baskılarla beraber ağır işlerde çalıştırılması Recep efendinin sinirlerini iyice gerginleştirmişti. Baskılar sadece iş yerlerinde kalmıyor, evlere ve aile hayatına kadar yansıyordu... Kocasının stresten uyuyamadığı gecelerde, Ayşe de uykusuz kalıyordu...

Yabancı olmak ve bu şekilde para kazanmak gurbette kolay değildi... Dışarıdan hoş görünen bir çok şey gibi gurbet hayatı “alamancılar” süslemesi içinde gerçeği yansıtmıyordu? Ayşe bunları düşünürken yarınlara taşınacak acı hatıraları da kalbinden asla çıkaramıyordu.

Dört yaşındaki çocuklarının koltuğun üzerinde uyuduğu bir sırada, havanın soğuk olmasını da düşünen Recep efendi :

“Hanım... çocuk uyurken mağazaya gidip gelelim...”dedi...

Ayşe bir an için tereddüt ederek kendi kendine mırıldandı “Hadi çocuğa bir şey olursa?...Durup dururken gene kocamı kızdırmayayım...Gurbet hayatı zaten sabrını tüketti..Her halde çabuk gider geliriz...Dışarıda hava da çok soğuk...”

Recep efendi karısının kendi kendine söylendiğini fark edince :

- Bir şey mi dedin?

- Yooo...Kendi kendime mırıldandım...Hava da çok soğuk...Hiç olmazsa çocuğumuz üşümez...

- Ben de aynı şeyleri düşünmüştüm...

Evleri Paris bölgesinde bulunan Argenteuil’de idi...Çok konforlu da sayılmazdı...Gidecekleri Carrrefour Mağazası ise arabayla on dakikalık mesafedeydi... Aceleyle evlerinden çıktılar. Alışveriş süresi yaklaşık iki saat sürdü... Yol bir trafik kazasıyla iyice kapanmıştı. Ayşe’nin içinde bir sıkıntı vardı...Zaman zaman bu boğazında adeta düğümleniyor, nefesi kesiliyordu...

Kocasını da endişelendirmemek için oradan buradan konuşarak zaman kazanmaya çalışıyordu...Biraz ilerideki kaza yerine giden ambulans sirenleri, polis araçları da onlara iyi etki bırakmıyordu...Nihayet yol açıldı... Her ikisi de derin nefes aldılar. Ve kazasız belasız evlerinin önüne geldiler.Arabalarından inerken Recep efendi karısına :

- Sen hemen yukarı koş...Belki çocuk uyanmıştır...

Ayşe evin anahtarlarını kocasından almayı unuttuğunu, fark edince geri döndü;

“Hay aksilik... anahtarları almayı unuttum...”

diyerek kendisine doğru gelmekte olan kocasından onları aldı ve tekrar üçüncü kata çıktı...Kapıyı açtığı zaman küçük Ali’nin elinde büyük bir bıçak vardı...Salonda bulunan yeni alınmış deri koltukları bu bıçakla kullanılamayacak hale getirmişti...Recep efendi içeriye girdiğinde çılgına döndü.. İri elleriyle küçük Ali’yi dövmekle kalmadı... Onun ellerini sert bir iple bağlayarak banyo küvetinin içine attı...Ve dışından kapıyı kilitledi,

“Şimdi koltukları parçala bakayım gücün yeterse...” diye bağırdı...

Sert ve kendi kendini kontrolden çıkmış kocasının bağrışmaları karşısında Ayşe için için ağlayarak titriyordu,...

“Koltuğu her zaman alabiliriz ama çocuğuma, biricik evlâdıma bir şey olursa...Ben ne yaparım o zaman?” diyordu içinden, ağlarken... babasının iri elleri altında ve gürlemeleri karşısında yardım bekleyen, annesine beni kurtar dercesine küçük Ali’nin bakışları, unutulacak gibi değildi...Ayşe bütün hayatını etkileyecek bu anı asla unutamayacaktı...

Aradan üç saat geçmişti...Kapılarının önünden sesler geliyordu. Sonra kapılarının zili çalındı. Komşuları Dursun bey ve Hilal hanım küçük çocukları Ferhat ile ziyaretlerine gelmişlerdi.

- Recep efendi misafir kabul eder misiniz?

Ayşe çok sevindi.. Zihninden “çocuğum şimdi kurtulacak...” diyordu... Ve yürekten :

- Buyurun...buyurun ! dedi.

Komşularının altı yaşlarındaki çocukları Ferhat annesine sessizce : - Anne... Ben Ali ile oynamak istiyorum...

- Sahi Ali nerede bizim çocuk, onunla oynamak istiyor...

Recep efendi ve Ayşe önce birbirlerine bakıştılar...

Sonra Ayşe dayanamadı :

- Biz çocuğumuzu, uyurken evde bırakarak Carrefour’a gitmiştik... Orada iken uyanmış... Bizi bulamayınca mutfaktan büyük bir bıçak alarak rast gele üzerinizdeki oturduğunuz yeni deri koltukları parçalamış... Kocam her gördüğünde sinirlenmesin diye ben biraz evvel, üzerlerine battaniye örttüm...

- Hilal Hanım:

- Sonra ne oldu?

- Bey’im çok sinirlendi...

Ayşe gözyaşlarını tutamayarak...

- Önce iyice dövdü... sonra... .....

- Sonra ellerini bağlayarak banyo küvetinin içine attı.

Dursun Bey:

- Ne zaman oldu?

Recep efendi :

- İki üç saat oldu...

Hilal Hanım :

- Yani üç saattir küçük Ali, banyoda demek...Sizde hiç insaf yok mu?

Hilal hanım ve Dursun Bey yerlerinden fırlayarak banyoya koştular.

Hilal Hanım :

- Bir de üstelik küçük, minicik yavrunun üzerine kapıyı kilitlemişsiniz... Bu olacak iş değil... Yazıklar olsun size... Hilal hanım, Recep efendiye dönerek...

- Sonra hanımına baskı yapa yapa bu duruma düşürdün...Çocuğunun bu hali karşısında korkudan hissiz kalacak kadar...Sen ne biçim adamsın be!...

Dursun Bey hanımına eliyle dokunarak sessizce :

- Fazla ileri gittin... Ağır konuşma... Zaten adamların başı dertte...

Banyo kapısı açıldığın da küçük Recep banyo küveti içerisinde uyuyordu. Ayşe fırladı ve çocuğunu bağrına bastı... Elleri mosmor olmuştu... Uyanan Ali’nin ellerini misafirleriyle çözdüler... Ama morluk dakikalar geçmesine rağmen kaybolmamıştı...

Dursun Bey :

- Çocuğu acele hastaneye götürmemiz lazım... Kangren olabilir...

Ayşe ve Recep efendi komşularının bu sözleri karşısında donup kalmışlardı. Hepsi iki araçla hastaneye gittiler. Acil serviste bütün müdahalelere rağmen, küçük Ali’nin iki eli birden kesilmişti. Hastane çalışanları dahi olay karşısında gözyaşlarını tutamamışlardı.

Küçük Ali, artık bundan sonra oyuncaklarını iki eliyle tutarak oynayamayacaktı...Annesinin ve babasının ellerinden tutamayacaktı...Çok sevdiği Afyon’daki dedesine resim yapıp gönderemeyecekti... Asker dahi olamayacak...Mektup dahi yazamayacaktı... Ve en önemlisi koltukları bir daha parçalayamayacaktı...

Ya annesi ve babası küçük Ali’nin yeni dünyasında eskisi gibi olabilecekler miydi? Babası bir daha bağlıyacak bir el bulamayacak... Onun elleriyle verilecek bir bardak sudan dahi her ikisi mahrum kalacaklardı...

Aradan üç gün geçmişti. Küçük Ali, akşam üstü yavaş yavaş babasına yaklaştı. Babası başını kaldırarak, oğlunun, hüzünlü haliyle bir şeyler söylemek istediğini fark etti.

- Babacığım bundan sonra yaramazlık yapmayacağım. Size söz veriyorum.Bir daha bıçaklara da dokunmayacağım. Uyuduğum zaman, siz evde olmazsanız bile yatağımdan aşağıya inmeyeceğim...Ne olur babacığım doktor amcalara söyle de benim ellerimi geri taksınlar...Ne olur babacığım bana ellerimi geri versinler!...

Recep efendi, bu sözler karşısında dayanamadı...Çocuğuna iyice sarıldı...Kokladı...

Bu son olacak diyordu...Bir naylon torba içerisine bir şeyler koydu...Hanımına baktı...Küçük Ali babasının arkasında idi... Bir ara göz göze geldiler...Sonra kapıyı dışarıdan kapayarak aşağıya indi. Arabasıyla evin önünden uzaklaştı. Ayşe ve küçük Recep pencereden onun gidişini gözlediler... Evlerinin önündeki ışıksız caddede gözden kayboluncaya kadar... Hanımına “Allahaısmarladık ...” bile dememişti.

Uzun süre kocasından haber alamayan Ayşe, gece yarısı Emniyet Müdürlüğü’ne gitti. Evden çıktıktan sonra bir daha eve dönmediğini bildirerek, kocasının bulunmasını istedi...

Eve geldikleri zaman Ayşe kocasının koltuk üzerine bıraktığı gömleğini kokladı. Kendi kendine:

“ Recep... her şeye rağmen ben seni seviyorum... Seni bu hale getirenler utansın...” dedi. Annesinin ağladığını gören küçük Ali :

“- Anneciğim babam bir daha eve dönmeyecek mi? Yoksa benim ellerimi istemek için doktor amcaların yanlarına mı gitti? Ne olursun anneciğim babama söyle de doktor amcalar ellerimi geri taksınlar... Ben oyuncaklarımla oynayamıyorum.”

Ayşe çocuğunun bu sözleri karşısında gözyaşlarını tutamadı. Kucağındaki yavrusuyla koltuk üzerinde uyuyakalmıştı.

Ertesi günü, sabahleyin iki polis memuru evlerine geldi. Kocasının bir ağaca bağladığı iple, kendisini asarak intihar ettiğini, kimlik kartını da üzerinde bulduklarını kaydettiler... Ellerini kaybeden çocuğu için gözyaşı döken bir *****n henüz gurbetteki çilesi bitmemişti... Gözyaşları kurumadan karşılaştığı diğer bir olay, onu başka bir dünyada yapayalnız bırakmıştı...

Kocasının işyerinde gördüğü baskıların izleri üzerinde hayatını küçük Ali’yle sürdürecekti... Yüreğine çivilenmiş acılara rağmen.

Üzeyir Çaycı
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
8 Haziran 2006       Mesaj #887
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Beklenen YağmurSeneler seneler önce kaf dağının ardında küçücük bir ülke varmış.Bu minicik ülkenin gururlu ama kibrli olmayan bilgin bir kralı varmış.Hep beraber alacakaranlık kuşağındaki minik ülkelerinde mutluluk içinde yaşayıp giderlermiş.

Birgün kralın kahinleri gaiplerden bir haber getirmişler:
- Kral hazretleri yarın öğleden sonra bir yagmur yağacak,sakın bu yağmurda ıslanmayın !..Çünkü;bu yağmurda ıslananlar delirecek....çıldıracak..demişler.Kral teşekkürler ve hediyelerle uğurlamış kahinleri.Bir anlamda verememiş bu işe doğrusu..?

Ertesi gün kapkara bir bulut çöreklenmiş,dağlarında nilüfer çicekleri açan bu güzel ülkenin üzerine..BEKLENEN yağmur yağmaya başlamış fütursuzca hiç bir şeyden habersiz insanların üstüne....Ve kehanet gerçekleşmiş,insanlar birer birer delirmeye başlamış..garip tuhaf hareketler yaparak kralın etrafında dolaşıp duruyorlarmış kral olduguna bile aldırmadan..Ülke dışarıdan bakıldığında büyük bir tımarhaneyi andırıyormuş adeta..

İlk zamanlar kral halinden memnunmuş,bu kadar anormal insanın içinde akıllı kalmak gizliden gizliye zevk bile veriyormuş aslında..Fakat günler geçtikçe hayat çekilmez bir hal almaya başlamış,etrafında konuşacağı,dertleşecegi,kendisini anlayan bir kişi bile bulamamak derinden yaralıyormuş kralı,kısa süre içinde sararmış solmuş,ızdırabından yataklara düşmüş......Ve acı da olsa kararını vermiş,kahinleri yeniden çagırmış saraya,bitkin bir halde dudakları titreye titreye bu yağmur demiş...bu yağmur ...bir daha ne zaman yağacak..BENDE ISLANACAĞIM....

Kral pes etmiş ama siz pes etmeyin,çünkü;akıllı olan,normal olan sizsiniz,etrafınızdaki insanların anormal olması ve çoğunlukta olması,sizin gibi düşünüp hissetmemesi ümitsizliğe sürüklemesin,direnin..savaşın..kendi doğrularınızı yaşayın,başkalarının doğrularını değil...

Bir çift gözüm var
Baktığını görmeyenlere
Karıncaları dinlemek isteyenler
Kulaklarımı alsınlar
Uykusunda gezenlere
Ayaklarımı vereyim
Ellerim karanlıkları silenlerin olsun
Kalbimide taşıyabilenlere
Satıyorum..............
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Haziran 2006       Mesaj #888
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gökyüzünde dünyayı yaşarken sonsuz özgürlüğümle birlikte, yaşamı arıyordum ne olduğunu bilemeden... Bir su damlasıydım, güneşin ışıklarında renklerle oynayan, karanlıklarda yıldızlarla konuşan... Mutluydum rüzgarla birlikte maviliğe savrulurken, mutluydum kuşlarla kanat çırparken, mutluydum gökkuşağı olup renkleri saçarken...
Takılmışken bir bulutun peşine, görürdüm yaşayanları yeryüzünde... Hepsi zamanla koşar gibi, hep bir şeylerin peşinde... Bazen bir kuşun kanadına karışır, uçardım onunla, rüzgâra karşı çığlıklarla birlikte.
Yaşamı sorardım kuşlara, nedir diye? Özgürlük derlerdi bana... Göklerde özgürce kanat çırpabilmek, rüzgâra baş kaldırmak. Ama yağmur yağdığında özgürlükleri elinden alınır, ağırlaşan kanatları daha fazla çırpınamazdı damlalar karşısında... Sığınırken bir kaya kovuğuna, özgürlüklerini teslim ederlerdi yağmura, sessizce...
Karıştım bir gün yağmur damlalarının arasına, gücü hissedebilmek için...Toprağa karışmak istedim, çoğalmak istedim, azgın bir nehir olup akmak istedim, deniz olmak istedim, yaşamı bulmak istedim, yaşam olmak istedim... Terk ettim gökyüzünü güneşe veda edemeden... Altımda gittikçe büyüyen yeryüzü beni kendine doğru hızla çekerken daha da büyüdüm, çoğaldım. Koşmaya başladım bir an önce toprağa kavuşabilmek için. Yaşamı hissedebilmek için... Yaşam olabilmek için...
Toprağa ilk dokunuş, ilk sarılış... Sıcaktı toprak, gökyüzünün olamadığı kadar... Beni sarmaladı şefkatle, beni içine aldı sevgiyle... Sevdim onu... Seviyorum dedim yaşamayı seninle birlikte...Toprağın derinliklerinde, karanlık sıcaklıklarda güveni hissettim... Zaman geçtikçe büyüdüm, çoğaldım... Yerimde duramaz hale geldim...
Güneşi özledim... Yıldızlara merhaba demek istedim.... Terk ettim toprağı. Sıcaklığını, şefkatini. Bir sabah çiçekler açarken gökyüzünü gördüm yeniden... Öylesine mavi, öylesine sınırsız, öylesine özgür...
Aktım, gittikçe büyüyerek... Beni sarmalayan toprağa dokunarak aktım... Nereye gittiğimi bilemeden... Sadece yaşamı öğrenebilmek için aktım... Benimle çiçekler açtı ağaçlarda, topraktan otlar fışkırdı delicesine... Ben onlara yaşamı sunarken, cevap veremediler bana yaşam nedir diye sorduğumda... Büyümek istedim... Daha hızlı akmak, denize kavuşmak istedim... Aktım gökyüzünün görünmediği ıssız ormanların arasından, yıllardır kımıldamaktan korkan taşları peşimde sürükleyerek, başkaldırırcasına ... Başakların rüzgârla dans ettiği ovalara geldiğimde duruldum... Onları seyredebilmek için yavaşladım... Sordum uçuşan kelebeklere yaşamı... Rüzgarla dans mı diye?.. Cevap vermediler bana... Denizi aradım uzaklarda, görebilmek için köpürdüm, taştım ona bir önce dokunabilmek için.
Sonra bir sabah, daha güneş ışıklarını serpmeye başlamamışken dünyaya, uzaklarda maviliği gördüm... Gördüm orada canlılığı, başkaldırmışlığı, hasreti... Kavuşmak istedim bir an önce, sarılmak istedim... Koynuna girmek istedim bir sevgili gibi... Sevişmek istedim onunla... Yaşamı istedim ondan... Dokunduğumda denize, balıklar kaçtı benden, suyum karıştı denize... Bir oldum onunla...
Ufacık bir damlaydım, bulut oldum, toprak oldum, deniz oldum,
okyanus oldum. Kapladım dünyayı canlılığımla. Dalgalarla oynarken derinliklere karıştım... Derinliğin sessizliğinde güzellikleri buldum... Yaşam gizlenmiş güzellikler midir diye sordum denize? Cevap alamadım... İnsan olmak istedim... Yaşamın ne olduğunu öğrenirim diye...Döl oldum genç bir erkeğin ateşli vücudunda... Yıldızlı bir gecede can oldum bir dişiyle... Büyümeye başladım içinde olduğum insana fark ettirmeden... Büyüdüm, büyüdüm...
Aynı toprak gibi sıcak ve karanlık bu yer bana güven verdi, huzur verdi... Zaman geçtikçe, yerime sığamaz hale geldim... Güneşe sarılmak istedim... Yıldızları görmek, denizle konuşmak istedim... Yaşamı insanlara sormak istedim... Işıkla tekrar kavuştuğumda özgürlüğümü hissettim yeniden... Küçük bir su damlasıyken gezdiğim gökyüzünü yeniden görebilmek mutluluk verdi...
Büyüdüm zamanla... Diğer insanlarla birlikte, zamanla birlikte... Sordum insanlara yaşam nedir diye?.. Cevap veremediler... Bir gün aşık oldum birisine, neden diye sormadan kendime... Bir kuş gibi özgürce, bir nehir gibi delicesine akarak, bir deniz gibi sınırsızca sevdim birisini... O zaman anladım ki; YAŞAM SEVGİDİR... SADECE SEVGİ.
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
8 Haziran 2006       Mesaj #889
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
gecenin bilmem kaçı şimdi. soğuk.. sırtım buz... uykusuz geceler o kadar çoğaldı ki.. şiirsiz geceler.. sana neler söyleyeceğimi bilemiyorum. senin 'otomatikteyim' dediğin moddayım.. hayat kendiliğinden akan bir nehir gibi geçip gidiyor önümden.. ben seyirciyim.. arada bir derin suların yeşilinde kendi suretimi görüyorum.. sonrası yok..


bunları sana niye yazıyorum onu da biliyor değilim... hani gece ya, ben de yalnızım.. ben yalnızlığı ne çok seviyorum gözlerimden yaşlar akarken.. bir sürü sigara içmişim gene. bir sürü seni düşünmüşüm. seni düşünmenin neye yaradığını ya da yarayabileceğini düşünmeden seni düşünmüşüm. of ya.. gittikçe sıyırıyorum galiba. baksana neler anlatıyorum sana... senin bir hayatın olduğunu, beni çoktan bir anı defterinin sarı sayfalarında bıraktığını düşünmeden.
o deftere zaman zaman göz attığını bilmesem bunları yazar mıydım onu da bilmiyorum.
üşüyorum, çok üşüyorum... güneşlerde bile buz gibi bir yalnızlık oluyorum. göz yaşlarımdaki tuz kurutuyor yüreğimdeki şiirleri...

neydi o söz: ' güller yağmura yakalanınca' dedi adam, kadın ekledi 'soldu'
yağmura yakalanan güller gibiyim şimdi..
bir uzun yol otobüsünde
ayrılığa açıyor yağmurda ıslanan güller

yağmurda ıslanan güller gibi
kupkuruyum.....
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
8 Haziran 2006       Mesaj #890
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bekliyorum


Bir söğüt ağacının koyu gölgesinde oturuyorum..Elimde sigaram,gözüm ufka takılmış..Dalgın ama ürkek bakışlarım dümdüz bir çizgi..Aklımdan o çok eski şarkının nağmeleri geçiyor..
İçimden sessizce mırıldanıyorum sözlerini..Kapatıyorum gözlerimi..Bir süre sonra,buz mavisi dumanlar arasından belirginleşmeye başlıyor vücudu..Sonra,yüzü çıkıyor ortaya, dudaklarında gözlerim..
Hiç kıpırdamıyor dudakları..Ama onu anlıyorum..Ve kıpırdatmadan dudaklarımı,konusuyorum hayaliyle..Sönmek üzere sigaram,küllere karışmış..Atıyor elimden,bir başkasını yakıyorum..
"Hoşgeldin hayallerimdeki buz mavisi bakışlı..Hoşgeldin umidimin aynası..Hoşgeldin..
Demek özledin beni..Ah,bilemezsin,o yalnız ve uğursuz geceleri aydınlatan tek şeydi düşüncen..Ben de özledim seni..Bazen sımsıkı sarıldim yastığıma kapatıp gözlerimi..Bazen birkaç damla gözyaşı oldun yanaklarımda..Bazen öfkeli rüzgara acıp bağrımı,öyle hissettim
seni..Sesimi duymak heyecanlandırdı mı seni?Ne diyorsun,ya ben nasıl ulaştım telefonun tuşlarına?Ellerim titrerken nasıl tek tek buldum sana ait numaraları..Icim nasıl titredi heyecandan,kalbim yerinden çıkarcasına nasıl attı,bilemezsin..Bir de duyunca sesini
uzaklardan,nasıl kayboldum gözlerinde,farkında mısın?Yaptığımız ayıp mı,delilik mi,diyorsun..
Mutluluk ayıpsa varım en büyüğüne ayıpların..Sevmek delilikse,çılgınlıksa umutları taşımak
içimizde,ben deliyim,en az senin kadar..Hatta öylesine kaybetmişim ki kendimi,yüreğimdeki tüm anıları yakar atarım bir tarafa..Ne kendimden korkarım,ne de geçmişimden..Gelecek mi?Seninle olduktan sonra,daha ne isterim..Demek gizemli prensinim düşlerinde..Demek yanına gelmemi istiyorsun güneşli bir günde..Iyi de sen nasıl emin olabiliyorsun
bozulmayacağına bu gizemin?Ya sen atılmazsan kollarıma,sarılırken sana titremezsen heyecandan,bir buse alırken utangaç dudaklarından eriyip gitmezsen dudaklarımda..Ya sen düşlerimdeki gibi ateş değil,korkularımdaki gibi buz olup yağarsan gönlüme.. Korkuyorum hayallerimdeki buz mavisi umudum..Seni yaşayamamaktan,seni tadamamaktan yüreğimle,
seni alamamaktan geçmişinin dikenli yollarından,seninle umutları paylaşamamaktan öylesine korkuyorum ki..Gün geceye dönüyor,ışık gibisin..Aydınlığına kavuşamamaktan korkuyorum..
Bir gün,evet bir gün geleceğim yanına..Ellerimin sıcaklıgını bırakıp sana,eğer istersen bir ömür kalacak yanında,istemezsen sevgimi emanet edip rüyalarına,arkama bile bakmadan,
göstermeden hüznü gözlerimde,ansızın eskime döneceğim.Kalbimin çok özel bir köşesinde
anıtlaşmış aşklara dair sen,ve ben seni hep sevecegim.."
Açıyorum gözlerimi,hayali yok şimdi..Beklemeye başlıyorum,beklemeye değecek her duyguyu beklediğim gibi..

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar