Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 91

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.830 Cevap: 1.997
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
10 Haziran 2006       Mesaj #901
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Mavi Kurdele

Sponsorlu Bağlantılar
New York'ta yasayan bir öğretmen, Lise son sınıfındaki öğrencilerinin "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermiştir. California Del Mar'dan Helice Bridges tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı.İlk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle "Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi. Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi.

Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları için kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele vermiş ve; Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlarda bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti.

O gün üst yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun"iş dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdele' yi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu? Şaşkına dönen patron;
"Tabi ki" teklinde cevap verdi.

Yönetici de mavi kurdele' yi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de;
"Bana bir iyilik yapar misiniz?... Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?... Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş. Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş..." Dedi...
O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu.
"Bugün inanılmaz bir şey oldu"dedi. "Ofisteydim.Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "iş dünyasında bu kadar başarılı olduğum için göğsüme bu kurdeleyiiliştirdi... Bir hayal etmeğe çalış... Benim bir dahi olduğumu düşünüyor. "Siz çok önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne taktı.Bana ekstra bir kurdele verdi ve onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin...

Ben "seni" onurlandırmak istiyorum. Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum... Oysa bu gece bir
şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun. "Seni seviyorum" diye devam etti... Şaşkına dönen çocuk simdi ağlamaya başlamıştı. Bütün vücudu titriyordu... Başını kaldırdı, gözleri yaş içinde olarak babasına baktı, ve:

"Yarın intihar edecektim" baba, dedi...
"Baba, ben senin...çünkü ben senin... beni hiç sevmediğini... beni hiç önemsemediğini düşünüyordum... Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, şu an... oğlunun hayatini kurtardın!...

KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
10 Haziran 2006       Mesaj #902
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Acela Karar Vermeyin

Sponsorlu Bağlantılar
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış...Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş."Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler."Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler...Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeyeçalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara."Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş."O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor." Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış: "Acele karar vermeyin.Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur.Buna rağmen akıl,insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken, başkası açılır.Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta oldugunu görürsünüz.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
10 Haziran 2006       Mesaj #903
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Beni Kendinde Ara


Hiçbir ölümlü Yüzümdeki perdeyi kaldiramadi"
Bir Misir tanrisina ait olan bu söz O'nu çok güzel tanimliyordu. Ne
eksik ne fazla ...
Iyi sayilabilecek bir sairdi. Içinde yasadigi toplumla paylastigi degerler yok denecek kadar azdi. Dis görünüsü iç dünyasindaki aykiriligi
fark ettirmeyecek kadar dogaldi. Içten bir tepkisi vardi yasanan degerlere
karsi. Ama o,bu aykiriligini anlamsiz ve tepkisel davranislarla göstermezdi.
"Insan konusmayi ögrenince susuyor" derdi. Bu yüzden günlerce
konusmayabilirdi. Ama konustugu zaman da karsisindaki insanin deger
yargilarini alt-üst ederdi,hiç çekinmeden.
Insanlarla hiçbir seyi paylasmamaya, onlardan hiçbir sey almamaya
yeminliydi. Insanlarin onu sevmesi de nefret etmesi de birdi onun
için. Paylasmak ona göre büyük bir zulümdü zaten. Insanlar kendilerine ait
olmayan bir seyi sahipleniyor,sonra da güya insanlari sevdikleri için
paylasiyorlardi. Halbuki paylastiklari sey hiç de onlarin degildi. O,bu iliskiyi eve giren bir hirsizin evi,ev sahibiyle paylasma lütfuna benzetiyordu.
Bu aykiri düsüncelerinden dolayi yirmi yasinda terk ettigi ailesini
hiç aramamisti on bes yildir. Annesine biraktigi not çok kisaydi: Asiyim, hepsi bu kadar.
Evlenmeyi bir an bile aklindan geçirmemisti. Ona göre evlilik sahiplenme duygusunun bir insanla tatmin edilisiydi.
O hiçbir seye sahip olmadigi gibi hiçbir seyin de onu sahiplenmesini istemiyordu.
Peki,bunca yildir neyi ariyordu?Gerçegi,yalnizca gerçegi. Yillar önce okudugu bir kitapta su yaziliydi: "Gerçek aramakla bulunmaz ama her arayana verilir.
Her seye ragmen onu ümitlendirmisti bu söz. Zaten hayatin çok
sirrini anlamisti bu çileli yillar boyunca. Sevgi varolusun biricik
sirriydi. O günde sonra bir baska bakiyordu hayata. O günün anisina su sözleri yazmisti


Günlügüne: "Karanliklar senin göz kapaklarinin çektigi perdedir aydinligin üzerine. Aydinliksa gözbebeklerinin isiltisidir,perdelerden kolayca geçen."
Atom sevgiyle duruyordu ona göre. Atoma nefreti sokup atom bombasi yapmamislar miydi zaten?Bu yüzden en nefret ettigi sey nefretti. Kendisini sevginin mayasindan yaratilmis hissediyordu. Yapragin yere düsmesi topraga olan sevgisindendi. Filizlerin boy vermesi göge olan özlemlerindendi. O küçük tohum,tabiatin gök ve yer denilen iki koluna sariliyordu böylece...
Bir yandan köklerini topragin derinliklerine saliyor,bir yandan da
göge yükseliyordu tohum.
Ya yazmak...Yasmak da sevgiydi. Mürekkebin gerçege duydugu sevdaydi onu yazmaya iten sey. Kalem kutsaldi onun için. Bu yüzden hiç kimse bunalmis ruhunu kagida dökmek için kullanmamaliydi kalemini.
Kalemi ilk kullanan da Tanri degil miydi?
Tanri ilk a*****. Insanlari sevgisinden yaratmisti. Her seyi sevgi üzerine kurmustu ama hiç kimse anlamamisti O'nu. Bu yüzden "Aski anlasilmayan ilk asik Tanridir." derdi. Insanlar dogar dogmaz göbek baglarini kopardiklari gibi gerçekle olan baglarini da kopariyorlardi sanki.
O, bu ümitsiz durumdan su sözlerle siyriliyordu: "Güzellerin güzel
yüzünde güzelligi yaratan,elbette o güzellige asik olanlari da yaratir."
***

Genç kiz nihayet uyanmisti. Tüm gece boyunca uyumustu. Gözlerini
ovusturdu. Elbiselerini düzeltti. Saskindi.
--Nerdeyim ben?Siz kimsiniz?
--Demek dün gece neler oldugunu hatirlamiyorsun?
--Çok içtigimi hatirliyorum o kadar.
--Evet,kapiyi sana açtigimda çok sarhostun gerçekten. Kapiyi açar açmaz bana
ilk söyledigin söz suydu: "Ben Tanrinin hediyesiyim"
Genç kiz bu söz karsisinda utancini gizleyemiyordu. Bir seyler
söylemek istiyor ama nereden baslayacagini da bilemiyordu. Saskinligini biraz olsun gizlemek için:
--Peki ya sonra ?Dedi.
--Isin dogrusu ben Tanridan böyle bir hediye beklemiyordum. Sasirdim bir
an. Gerçegi arayan birisine senin gibi bir serabin gösterilmesi dogal gelmedi bana. Ben bunlari düsünürken sen de su an yattigin yerde sizip kaldin zaten.
--Dün geceden beri yerde mi yatiyordum?Diye sordu saskinlikla.
--Evet,düsüp sizdigin yerden kaldirmadim. Biliyorsun seraba dokunulmaz. Bütün gece Tanrinin seni almasini bekledim. Ama,görüyorsun ki hala gelmedi. Sahi söyler misin sen hangi Tanrinin hediyesisin böyle? Ferda sitem dolu bir utangaçlikla:
--Lütfen benimle alay etmeyin. dedi.
--Alay etmiyorum .Sadece seni anlamaya çalisiyorum. Istersen önce sana bir kahve yapayim da kendine gel.
Kemal kahveleri getirdiginde Ferda biraz olsun kendine gelmisti. Üzerindeki yabanciligi atmaya dogal olmaya çalisiyordu.
--Benim adim Ferda iki sokak ileride sitelerde oturuyorum. Dün gece için özür dilerim. Arkadaslarla yasadigim bir çilginlikti o kadar. Çok utaniyorum.
--Ben de Kemal. Bu evde tek basima yasiyorum.(Bir an duraksadi Kemal) Senin hakkinda ne düsündügümü merak ediyorsun degil mi?
--Biraz öyle...
--Hiç...Hiçbir sey düsünmedim.
--Neden?
--Özel olarak hiçbir insan üzerinde düsünmem pek.
--Gecenin yarisinda kapini çalip,evinde yatan bir kiz hakkinda bile mi?
--Evet.
--Çok garip bir insansin.
--Söylesene maskeli bir baloda insanlarin gerçek yüzlerini tanimak müm
kün müdür sence? --Tabii ki degil.
--Iste su yoplumda gördügün birçok insan ve sen... Hepiniz maskelerinizle yasiyorsunuz. Su toplum maskeli bir balodan farksizdir bence. Hem de zamana, kisilere ve olaylara göre her an degisen maskelerin kullanildigi bir balo... Bu yüzden pek anlamli gelmiyor bana insanlar üzerinde düsünmek.
--Kendini soyutluyorsun insanlardan.
--Öyle de denilebilir. Zaten toplum ferdin en büyük düsmanidir bence. Bu yüzden insanlardan hiçbir sey almamayi yegliyorum. Buna ragmen her seyimi vermeye de hazirim onlara.
--Insanlarin sevgisini de ret eder misin örnegin?
--En basta onu. Bu günün sahte sevgileri bir insanin kalbini yaralamak için seçilen en tehlikeli yoldur.
--Ama insan hiç sevilmeden yasayamaz ki...
--Bunda yaniliyorsun. Insan sanildiginin aksine sevilerek degil severek yasar. Insan sevilmek ihtiyacinda olan zayif bir varlik degildir. Kisacasi sorun sadece sevilmek degil sevmektir.
--Sevdigin halde sevilmiyorsan?
--Sevilmek senin sorunun degil onun sorunu. Bence sevmek bir insani kendi içinde hissetmendir. Sevilmek ise kendini bir insanin içinde hissetmen. Anlayabiliyor musun? Sevmek seni zenginlestirir, sevilmek degil. Bunu, evreni kapsayacak sekilde de düsünebilirsin.
--Nasil yani?
--Evrensel anlamda sevmek kainati kendinde seyretmek, sevilmek ise kendini kainatta seyretmektir.
Ferda'nin kafasi karismisti. Hiç bu kadar derinlemesine düsünmemisti sevgi üzerine. Bunu fark eden Kemal:
--Bunlari bir anda anlamak sana güç gelebilir. Ama biraz düsünürsen umarim anlayabilirsin. Sunu unutma ki insanlik bu gün ikinci tas devrini yasiyor. Birinci tas devrinde insanlar yumusacikti. Sevgi
sayesinde her sey yumusacikti. Sadece evleri ve aletleri tastandi. Simdi ise her seyimiz yumusacik, yüreklerimiz tas gibi. Hatta tastan da kati. Çünkü öyle taslar vardir, üzerlerinde otlar yetisir ve öyleleri de vardir ki...
Kemal'in gözleri nemlendi bunlari söylerken. Yillarin acilarini, ihanetlerini, burukluklarini kelimelere döküyordu aslinda. Aglamakli bir hale dönüsüyordu sesi kesik kesik...
Uzun bir sessizlik oldu. Bütün bir hayat seridi geçti Ferda'nin gözleri önünden. Eger Kemal'in anlattiklari dogruysa sevgi hiç olmamisti hayatinda.
On sekiz yasinda olmasina ragmen sayisini kendisinin bile unuttugu kadar çok sevgilisi olmustu. Ama hiçbir zaman sevgiyi bu kadar yogun hissetmemis ve yasamamisti.
Bir an gözleri duvarda çerçevede olan misralara takildi
Donuk sevgiler çagindayiz
Sicak sevgiler cehennemde yaniyor
Sevgi...
Yasanmayacak kadar güzel,
Fark edilmeyecek kadar sade
Duyulmayacak kadar dogaldir
Kemal duvarda aglayan bir çocuk portresi gösterdi Ferda'ya
--Biliyor musun bir çocuga verilecek en degerli besin sefkattir ve de cesaret. Bunlar öyle hassas bir dengeye sahiptir ki, denge bozuldu mu iste su insanlari görürsün karsinda... Sefkat ve cesaret kurbanlari... Kimileri asiri sefkatin yaninda cesaretsiz büyütülürler. Bu insanlar küçücük bir dünya kurmak isterler kendilerine. Güçsüzdür bu insanlar, kolayca kirilirlar. Dünya çok acimasizdir böylelerine göre... Kendilerini sevecek birilerini ararlar hep. O kadar yogunlasirlar ki bazen siddetli bir arzuyla birilerine dogru akmak isterler. Cesurca sevemezler. Cesareti ögrenememistir bu insanlar. Öte yandan da cesur insanlar... Dünyayi bile devirebilirler. Ama basit bir sevgi oyunuyla kolayca yikiliverirler. Dünyayi titretecek cesareti taniyan bu insanlar kalplerine dokunacak bir parmakla diz üstü çöküverirler yere. Ve su sözleri duyar gibi olursun onlardan:
Dag düstü üstümüze
Yikilmadik ama
Insan degdi tenimize
Acisi yakti bizi...
Cesaret onlari o kadar sertlestirmistir ki sevdikleri insani kollari ile kalpleri arasinda neredeyse öldürür.
Kemal sustu birden Ferda bir seylerin oldugunu hissetmisti. Çözmek istiyordu Kemal'i
--Niye sustun?
--Bana ne sefkati ögrettiler ne de cesareti.
--Ama tüm bunlari biliyorsun sen.
--Nasil oldugunu merak ediyorsun degil mi,anlatayim.
Bir an durdu sonra:
--Insanlarin nefretlerinden sevgiyi,ihanetlerinden sadakati, korkakliklarindan cesareti ögrendim.
--Insanlar bu kadar acimasiz mi? Gerçekten seven insanlar yok mu hiç?
--Birak sevgilerin gülmeleri bile dogal degil onlarin. Seni senin için degil
kendileri için severler. O kadar iyi o kadar güzel ve o kadar haince severler ki,hayran olmamak elde degil biliyor musun?Sevgi ve ihaneti o kadar
sanatsal bir uyarlamayla sahneye koyarlar ki,son sahnede ölecegini bile bile seyredersin oyunu .Mükemmel bir katildir onlar. Seve seve öldürürler seni. Dudaklarindan sevgi sözcükleri yükselir. Yapacagin tek sey gözlerini kapatip sevgi atmosferi içinde sevgi sözcüklerinin saganak yagmuru altinda ölümünü beklemedir. Anliyor musun?
--Sen sevilmekten korkuyorsun.
--Belki...
--Neden?
--Neden mi?Ben her insani kalbime misafir edebilirim,sevebilirim yani.
Kalbimden eminim çünkü. Sevdigim insani rahatsiz edebilecek hiçbir sey yok kalbimde. Ama kimsenin kalbine girmek istemem. Çünkü bilmiyorum nelerle karsilasacagim. Bilmiyorum hangi tuzaklar bekliyor beni. Ve bilmiyorum o insan bu tuzaklardan haberdar mi?
--Fikirlerimi alt üst ettin. Her sey karisti Sevmek sevilmek,nefret,sevgi.
Hatta su ana kadar gerçekten yasayip yasamadigimi düsünüyorum.
--Aslinda sana anlattigim her seyi kendinde bulabilirsin.
--Nasil?
--Kendini taniyarak...Yalniz kaldigin anlarda...
--Yalnizliktan kaçmisimdir hep...
--Yalnizliktan kaçmak kendinden kaçmaktir. Bir düsünsene dogarken de
yalnizsin,ölürken de. O halde yasarken de yalnizliktan kaçmak anlamsiz degil mi ?
--Yalnizlikta insan ne bulabilir ki sikinti ve bosluktan baska?
--Kendini gerçekten taniyabilseydin uzaydaki derinlikten daha derin bir iç
uzayin oldugunu fark edebilirdin. Bizler ruhumuzu öldürüyor sonra basina
geçip agit yakiyoruz...Benligindeki zenginligi fark etseydin dünyada ikinci
bir insan aramazdin biliyor musun?
--Anlamadim!
--Dünyada bir tek kisi vardir aslinda o bir kisi içinde de bes milyar insan.
--Benligim bu kadar kalabalik mi?
--Evet. Benligin tüm varligin merkezidir. Tüm acilar ve sevinçler yüreginde
gizlidir senin. Ölenleri yüregine gömdügün gibi dogacak çocugun kalbi de
senin içinde atar. Hem aciyi hem sevinci yasarsin iç içe,yan yana...Hatta o
kadar aci çekersin ki aci,aci olmaktan çikar...
--Sözlerin çok karisik.
--Belki haklisin bu konuda. Bazi insanlar basli basina paradokstur.
Düsünceleri de öyle. Insanlar paradokssal düsünmeye alisik degiller. Bu
yüzden anlasilmiyoruz.
Zaman bir hayli ilerlemisti. Ferda izin istedi. Zihni o kadar dagilmisti ki hiç bir sey söylemeden çikti evden. Bütün gece boyunca Kemal in sözleriyle
ugrasti Ferda. Bazen onu anladigini düsünüyor,bazen saçmaladigina karar
veriyordu. Her seye ragmen hayranlik duyuyordu ona. Ama,kimsenin
anlamayacagindan emindi. Günler geçiyor,yüreginde Kemal e ,karsi konulmaz bir sevgi tasidigini hissediyordu Ferda. Her geçen gün biraz daha büyüyordu sevgisi.
Aylar geçmis ama bir türlü ona gitmeye karar verememisti. Çekiniyordu. Insanlardan bu kadar uzak biri onun gibi deli dolu bir kizi ciddiye alir miydi?
"Hiç kimse sevgiyle dirilmeyecek kadar ölü degildir hiçbir zaman"
Evet,bu söz de onun degil miydi?Nihayet karar verdi Ferda. Gitmeli ve ona
sevdigini söylemeliydi.
Ferda Kemal in evine gittiginde büyük bir saskinlik geçirdi. Evde kimse yoktu,tasinmisti...Evin bekçisi yaklasti Ferda ya:
--Kizim adinizi ögrenebilir miyim?
--Adim Ferda. Kemal bey tasindi mi?
--Evet kizim,tasindi. Ve kimseye söylemedi nereye gittigini,bana bile. Bir
mektup birakti sana gelirse verirsin,dedi.
Ferda mektubu aldi. Tereddütlü adimlarla evine
gitti. Yikilmisti. Derin bir bosluk hissetti yüreginde. Birden ümitle doldu
yüregi. Belki de onu yanina çagiriyordu. Sabirsizlikla mektubu açti.
"Ey sevgili!
Seni sevip sevmedigimi söylemeyecegim. Ama sevgiyi ögretebildim
sana sanirim(ne kadar ögretilebiliyorsa).Dilerim kalbine kalbimden verdigim sey yüreginde yeserip meyve verir. Böylece ne sen bende kaybolacaksin, ne de ben sende. Sen beni kendinde,ben seni kendimde bulmus olacagim. O zaman hiç ayrilmayacagiz. Sakin sevgimle seni tuzaga düsürdügümü sanma. Sevgi hayatin hem çekirdegi hem meyvesidir. Bir agaç,meyvesiyle seni kendisine çekiyorsa bu bir aldatma sayilmaz. Unutma ki agaç meyvesine çagirir, kendisine degil.
Ey sevgili!
Sen bir siginak ariyorsun ama ben durulmaz bir firtinayim. Sen kendinin sakini olmak istiyorsun ama ben evrenin sakini olmak istiyorum. Sen
olmayacak bir barisi ariyorsun,bense tüm kötülüklerle savasmak istiyorum. Sen küçücük bir çocuksun ama ben küçükken çok büyüdüm. Sen dünyadan kopup yildizlara siginmak istiyorsun bense kendimi yeryüzüne karsi sorumlu
tutuyorum. Sen aydinliga kaçmak istiyorsun ben karanliklari aydinlatmak
istiyorum. Sen bir agacin gölgesine siginip yasamak istiyorsun bense ülkemi
ariyorum;yollari aydinlik,insanlari huzurlu ve ümit dolu bir ülke. Sen bende
kaybolmak istiyorsun ama ben seni kaybetmek istemiyorum. Sen susuyorsun bense haykiriyorum.
Sakin unutma!
Kalbim paylasilamayacak kadar senindir. Seninle bile.
(Ama bilmiyorum sen bu kadar bende misin?)

Lütfen kendini ara,beni arama...
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
10 Haziran 2006       Mesaj #904
kambis - avatarı
Ziyaretçi
servet



Zamanın birinde bir hükümdar varmış, zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş.
Hükümdar her gittigi yere hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmiş.
Hükümdarin yaşamda en çok güvendiği, tek akil hocası bir bilge kişiymiş.
Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar şöyle bir soru sormuş:
"Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın.
Insanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister savaşçılar denli onurlu olsun ayağına kapanır
ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim,
"Benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?"
Bilge bu soru karsışında hükümdarın gözlerine bakarak şu sözleri söylemiş:
"Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz.
Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?"
"Verirdim tabii."
"Zaman geçti diyelim susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?"
Hükümdar biraz düşünür ve ardından "Ölmemek için evet" der.
Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söylemiş:
"Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca.Çünkü haşmetlim sizin servetiniz yalnızca iki bardak sudur."
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
10 Haziran 2006       Mesaj #905
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bir Aşk Hikayesi


Yıllar süren bir aşk son hızıyla devam ediyordu. Araya çok hasretler, ayrılıklar, dargınlıklar girmişti. Yetmemişti gene de bu aşkı bitirmeye... Tutku öyle çok seviyordu ki; Mert Çetin'i kaybetme korkusuyla yaşıyordu her an! İşten eve,evden işe... Hayat böyle devam ediyordu. Mert Çetin askerdeydi ve bir gün elbet dönecekti... Günde bir, iki, değil kaç telefon görüşmesi gerçekleşiyordu. İkisinin de korkuları vardı. Bir gün evlenmek istediklerinde Mert Çetin'in ailesi istemeyecekti Tutku'yu ve beraberinde sorunlar başlayacaktı. O zaman Mert Çetin ne yapacaktı?
Tutku ayrılmayı düşündü. Belki ayrılığa alışırım umuduyla.... Fakat her seferinde Mert Çetin böyle bir ayrılığın olmayacağını söylüyordu. Tutku artık Mert Çetin'den ayrılamayacağını anlamıştı. Çünkü onlar yıllarca bu aşkı ayakta tutmak için çok engelden geçmişlerdi ve buna rağmen hala beraberlerdi.
Aylar geçti. Mert Çetin askerliğini bitirdi ve Tutku'suna kavuştu. Tutku havalarda uçuyordu. Sevgilisine sıkıca sarıldı. Mert Çetin Tutku'nun ilk aşkı, tek sevdiği ve artık yedi senelik aşkıydı. Tutku da Mert Çetin'in tabi ki..
Mert çetin bir süre sonra Tutku'yu arayıp sormuyordu artık(!) Tutku aradığında ise çok soğuk konuşuyordu. Tutku bunalıma girmek üzereydi. Onun sevgilisi onu görmeden duramaz, aramamazlık yapmazdı. Gene de onu terketmeyeceğini biliyordu. Kafasını dinlemek hem de Mert Çetin'e hatasını farkettirmek için bir süre uzaklaştı İstanbul'dan... Geri döndüğünde herşeyin düzeleceğini düşünüyordu.
Evet geri döndü Tutku...
İki gün geçti gelişinin üstünden ve Mert Çetin'i ne gidişi ilgilendirmişti ne de gelişi... Tutku her gün ölüp ölüp diriliyordu. 18 ay beklemiş ve hep onun üzerine hayaller kurmuştu. Her ayrılmaya kalktığında Mert Çetin onu önlemeye çalışmıştı. Peki şimdi ne olmuştu...
Evet Mert Çetin arayamazdı. Çünkü nişanlanmış ve her anında nişanlışısıyla evlilik hazırlıkları ile geçiriyordu. Bir ay sonra evleneceklerdi. Tutku'nun kırık kalbi, yıkılmış hayalleri üzerine mutlu yuvalarını kuracaklardı..
YaKaMoZcuk - avatarı
YaKaMoZcuk
Ziyaretçi
10 Haziran 2006       Mesaj #906
YaKaMoZcuk - avatarı
Ziyaretçi
ÇANAKKALE SAVAŞI'NDAN GÖZ YAŞARTAN BİR ***MEKTUP***


Üsteğmen Faruk, cepheye yeni gelen askerleri denetlerken, bir yandan da
onlarla Sohbet ediyor, ' Nerelisin?' gibi sorular soruyordu.
Gözleri bir ara, saçının ortası sararmış bir delikanlıya takıldı Yanına
çağırdı ve merakla sordu:
" Adın ne senin evladım?" dedi.
" Ali, komutanım" dedi.
" Nerelisin?"
" Tokatlıyım, komutanım, Tokat'ın Zile kazasındanım..."
" Peki evladım,bu kafanın hali ne?
Saçlarının ortası neden kırmızı boyalı böyle?"
" Cepheye gelmeden önce anam saçıma kına yaktı komutanım. Neden yaktığını
da bilmiyorum."
" Peki dedi üsteğmen. "Gidebilirisin Kınalı Ali."
O günden sonra Ali'nin adı Kınalı Ali oldu.
Cephede tüm arkadaşları Kınalı Ali demekle yetinmiyor, saçındaki kınayı da
alay konusu yapıyorlardı. Kınalı Ali, arkadaşlarına karşı sevecen ve dürüst
tutumu sayesinde, kısa sürede hepsinin sevgisini kazandı.
Bir gün memleketine mektup göndermek için arkadaşlarından yardım istedi.
" Anama, babama burada iyi olduğumu bildirmek istiyorum.
Ama okumam yazmam yok. Biriniz yardım edebilir misiniz?"
Biri değil, birçok arkadaşı yardıma geldi.
" Sen söyle biz yazalım" dediler.
Kınalı Ali söylüyor, bir arkadaşı yazıyor, diğeri de Söylenenlerin doğru
yazılıp yazılmadığını denetliyordu.
" Sevgili anacığım, babacığım hasretle ellerinizden öperim. Ben burada çok
iyiyim, beni sakın merak etmeyin."
Kız kardeşini, kendinden küçük erkek kardeşinin sağlığını ve hatırını
sorduktan sonra, köydeki herkesin burnunda tüttüğünü ve kimsenin kendisini
merak etmemesini söyledikten sonra, Biz burada var oldukça bilesiniz ki
düşman bir adım bile ilerleyemeyecektir tümcesi ile bitiriyordu.
Tam zarf kapatılırken Ali " iki üç satır daha ekleteceğini" söyleyerek
Mektubun sonuna şunları yazdırdı.
" Anacığım, beni buraya gönderirken kafama kına yaktın ama, Burada
komutanlarım da, arkadaşlarımda benle hep dalga geçiyorlar. Cepheye gitmek
sırası yakında inşallah kardeşim Ahmet'e gelecek, Onu gönderirken sakın
kına yakma saçına. Burda onunla da dalga geçmesinler. Tekrar ellerinden
öperim anacığım."
Gelibolu'da savaş giderek şiddetleniyordu. ingilizler kesin sonuç almak
için tüm güçleriyle yükleniyorlardı. Cephede savaşan askerlerimiz önceleri
birer, birer, sonraları beşer,beşer,
Onar, onar şehit oluyorlardı. Gelen destek güçleri de yeterli olmuyor,
onlarında sayıları giderek azalıyordu.
Gelibolu düşmek üzereydi. Kınalı Ali'nin komutanı bu durum karşısında
çaresizdi. Kendi bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildi. Genç erlerine
insan bedeninin süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu cepheye
göndermek zorunda kalmaması için Allah'a dua ediyordu.
Komutanlarını düşünceli ve sıkıntılı gören Kınalı Ali ve arkadaşları,
komutanlarına gidip, ondan kendilerini cepheye göndermesini
istediler.Askerlerinin ısrarları üzerine komutanları daha fazla direnemedi
ve ölüme gönderdiğini bile, bile bu isteklerini kabul etmek zorunda kaldı.
Kınalı Ali ve arkadaşları, sevinç çığlıkları atarak cepheye hayır,
bile,bile ölüme gidiyorlardı.
O gün güle oynaya Gelibolu cephesinde ölümle buluşacakları yere koşan
Kınalı Ali'nin bölüğünden tek kişi geri dönmedi. Gidenlerin tümü şehit
olmuştu. Bu olaydan kısa bir süre sonra Kınalı Ali'ye anne, babasından
mektup geldi. Onun yerine komutanı aldı mektubu ve buruk bir ifade ile
okumaya başladı. Cepheye gitmeden önce arkadaşlarına yazdırdığı mektubuna
aile adına babası yanıt veriyordu.
" Oğlum Ali, nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim, selam ederim. Öküzü
sattık, parasının yarısını sana gönderiyoruz, yarısını da yakında cepheye
gidecek küçük kardeşine veriyoruz. şimdi öküzün yerine tarlayı ben
sürüyorum. Fazla yorulmuyorum da. Sen sakın bizi düşünme."
Babası mektupta köydeki herkesten akrabalarından haberler verdikten sonra
"şimdi * sana diyeceği var" diyerek sözü ona bırakıyordu.
Mektubun bundan sonraki bölümü Kınalı Ali'nin *******n ağzından yazılmıştı
şöyle diyordu anası:
" Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler. Kardeşime de
yakma demişsin.
Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle senle dalga
geçmesinler.

Bizde üç işe kına yakarlar;

1 - GELINLIK KIZA, GITSIN AILESINE, ÇOCUKLARINA KURBAN OLSUN DIYE
2 - KURBANLIK KOÇA, ALLAH'A KURBAN OLSUN DIYE
3 - ASKERE GIDEN YIĞITLERIMIZE, VATANA KURBAN OLSUN DIYE...

Gözlerinden öper, selam ederim. Allah'a emanet olun
" Ali'nin mektubu okunurken ve çevresindeki herkes onu dinlerken, hıçkıra,
hıçkıra ağlıyordu... "

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
10 Haziran 2006       Mesaj #907
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Yüreğimin Devrimi
Uzaktan akrabamızdı. Abi diye hitap ederdim ona kendimi örnek aldığım; tıpkı dağların doruklarında zamansız kalabilmiş kar birikintisi gibi göz alıcı bir şahsiyetti benim gözümde. Paylaşımlarla kurulan dostluğumuz, saatlerce süren dostluk kokan sohbetlerimiz dertlerimiz anılarımız gülüşlerimiz ve tesellilerimiz yerini çok sonra fark edebildiğim kaçamak bakışlara bırakır gibiydi. Bir türlü kabullenesim gelmiyordu dostane duyguların aksini. Ailem dahil çevremdeki herkesin gözdesiydi o. Bilhassa arkadaşla gönülleri fethediyordu muhabbetiyle.
Buna rağmen mantığımı elden bırakmıyor onun beni asla yar olarak göremeyeceği gerçeğini açıklamaya çalışıyordum bizleri yakıştıranlara. Ben olgun bir yetişkin gibi davranmaktan bihaber yaşamayı ilke edinmiş bir genç kızdım. O ise sorumluluk sahibi ciddi bir deniz astsubayıydı. Karakterli, ağırbaşlı disiplinli bir o kadar da iyimserdi.
Velhasıl 1,5 aylık bir süreden sonra görkemli bir itirafla yüz yüze kalıyordum. ‘’Bana abi deme’’ diyordu. Ben ise şaşkındım sessizce haykırıyordum içten içe, şimdi neler olacak diye. Susarak geçirdiğim 2 günden sonra onu deli gibi severek başladım güne. İnanıyordum uykumda aşık olmuştum ona.
Her ikimizin gözlerinde görülmeye değer bir ışık yüzlerinde ise tarifi mümkün olmayan bir tebessüm yer edinmişti. El eleydik. Bir ömür boyu beraber yol almak için ilk adımı attık sözlendik. Fakat ayrı düştük; aşkım dünyanın bir ucunda seyirdeydi. Bekledim bekledim...
En nihayetinde kavuştuk sınırsız sevgi limanımızda. Ama vuslatın sarhoşluğu fazla devam etmedi 1 aylık bir sürecin ardı gelen bir özlem daha ayırdı bizleri sevdiğimle yine! Şimdi uzağız yine birbirimize. Yıldızlara yarenlik etmek alışıla gelmiş bir sohbet oluyor zamanla. Bu yüzden doyamıyoruz ya birbirimize hatta bazen sevgi sözcükleri bile aç kalıyor sevgimizin yanında. Ruhlarımızı çepeçevre sarmalayan sıcaklığın yanı sıra, yalnızlıklarımızda kurduğumuz hayallerimizle yücelttiğimiz umutlarımızla körüklüyoruz hasretliğimizi biz. Neyse ki her ikimizde severek yaşıyoruz. Neyse ki bizler özlemle yanıp özlemle tutuşuyoruz. Ve asla aşkı katliamlara maruz bırakanlardan olmuyoruz.
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
10 Haziran 2006       Mesaj #908
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
Yenilmişliğim

Yazıyorum
Hayallerimi
Sezgilerimi
Hislerimi yazıyorum...
Yalan mı?
Yanlış mı ?
Yoksa...
Ayıp mı?
Öylesine
Yazıyorum işte...

Geçmişimin şarkısını mırıldanmakta dudaklarım. Soğuk, tekdüze ve yalnız bir nisan akşamında toprak ve otun yağmursu kokusunun karıştığı havayla doldurmaktayım içimi. “Toprak ne güzel kokuyor,” dedim kendi kendime, sonra başka bir söz, davetsizce geldi aklıma, “toprağı ölülere vereceksin.” Söyleyeni bilmiyorum, ama aklımda kaldığına göre ilk duyduğumda hoşuma giden bir söz olsa gerek. Belki de, o günkü ruh halimdir bu sözü aklıma kazıyan. Veya her şeyin anlamını kaybettiği, yaşamın pili bitmiş bir saat gibi bir ileri bir geri yaptığı, çalışıyor görünüp de akrebin hiç oynamadığı anlardan ‘bir an’ olsa gerekti. Çok bilindik bir atasözü gibi aklımda kalması ürküttü beni. Şimdi düşünüyorum da, kesinlikle yanlış bir söz, hiçbir doğruluğu olmayan, baştan sona yanlış ve saçma... Kızıyorum beni kendi üzerinde bu kadar düşündüren bu söze.
Ayağımda düz taban keten ayakkabı, üzerimde keten pantolon, savruk savruk yürüyordum baharın körpe yeşilliğinden, sevinç çığlığı atan kuşlarından bile habersiz, sessizce. İçimdeki bütün şarkılar susmuş; dudaklarım kurumuş susuzluktan, sade Afrika menekşeleri gibiydim. Karanlık iyice bastırmış; yapayalnız yürüyordum bu beton kentin arka sokaklarındaki yamalı asfalt yollarında. Yürüyordum, kalabalık ve yapayalnız. O kadar hafiftim ki, uçuyordum sanki. Gözlük camlarım buğulu buğulu... Geceleri uykum kaçıyordu. Birbirine dolanan, iplik yumağı olmuş sorunların karşısında çok bilinmeyenli bir denklem çözmeye çalışan bir ilkokul öğrencisi gibi şaşkın, çaresiz ve sıkıntılıydım. Uykular, odamın duvarlarına gizlenip benden kaçıyordu. Bir kader merhabasıyla uyanıyordum, sersem gecelerin sabahına. Kapkara dünyama küçük de olsa yaktığın ışık, beni ölüme iki kala uyandırmayı başarmıştı.
Neydi sahi? Yüzüme fırlatılmış bir bardak soğuk suyla yaz sıcağında kendime gelmenin rehavetini üzerimde taşıyordum. Korkak, ürkek ama safça. Bir kadının yapması gerekenler arasında kendimi kaybederek bir başımalığımı yaşıyordum.
O kadar yol vardı, önü açık, engelsiz... Ama ben ne kadar kapatmıştım önümü acımasızca kendime? Oysa, merhamet yüklü, sürekli vicdanı sızlayan ben, kendime neden o kadar acımasız davranmıştım? Anlamış değilim hala. Güven duygusunu yitirmiştim sosyal sınırlar içinde. Yapayalnızlığıma şaşkın, bakakalmıştım ve sadece, kendimi anlatan klavyemin tuşlarından bilinmez bir umuda dokunuyordum.
O bahar akşamlarından kalan, “Ben gamlı hazan, sense bahar...” şarkıları arasında kendimizi yok saydık. Yorulmuştum. Onca ihanet, onca pişmanlık, gel-gitli fikirler arasında kaybolan ben, kendimi nasıl bulabilirdim ki? Neden kendimi unutmuş, ortaya atmıştım değersizce? Olanlar oldu, geçti. Asıl suçlu, Ben’im, diye yazmaya cesaret istiyorum şimdilerde. Fedakarlıklar, acımalar, vicdan azapları, acabalar, amalar arasında nasıl da kaybolmuştum? Oysa, gülen bir yüzün uzattığı bir dost eli hep vardı yanı başımda. Kendimi yok sayarak unutmuştum çoğu şeyi. Ben yalnızım, diye kafa tutmuştum ve ne ağıtlarla, figanlarla kaçırmıştım onca güzellikleri. Pişmanlık duymamakla kendime gelmenin mutluluğunu geçte olsa yaşıyorum şimdilerde. Yalnız, ama umudumla sarmalayıp başımı yastığa uzanıyorum rahatça.
İçimde gittikçe genişleyen dünyada etrafım sığ insanlarla sarılmıştı. Dünya ne kadar genişmiş meğer? Kendimle buluşup, ağırlığımla adım adım ilerlediğimde, senle karşılaştım bu yaşam basamaklarında. Yağmura hasret topraklar gibi karşılamıştım seni, utangaç, mahcup. Elindeki yükü taşımak istiyorum, diye nasıl da sahip çıkmıştın yalnızlığıma. Bu güne dek taşıdığım ağır yüklerin ucundan hiç kimseler tutmamıştı oysa. Akıllı olduğumu söylediler, çıkarları uğruna hep. Kimselere de taşıtmak istemedim ben bu yükü. Savaşmak mıydı taşımak yoksa taşıyabilmek miydi yaşam? Bilmiyorum.
O geniş hayal dünyana kurduğun salıncaklara oturtmuştun beni. Kandırılmıştım hani. Belki de kandırılmak istiyordum. Kah New York sokaklarında kah Bağdat caddelerinde el ele yürürdün benimle. Tek kişilik kayığınla, sürüklemiştin beni o güzel hayal alemine. Hayallerinle, hayallerimi çekmiştin derinlerine. Ne çok gülerdim yalnızlığımda yaşadıklarıma, yaşattıklarına. Kapına dayandığımda, açılmayan kapına, tüm öfkemi anahtar deliğine kusardım. Kapılar. Kapılar... O tahta, süngülü kapılardan daralırcasına bakıyorum dünyaya, ama ufuk çizgisinden.
Umutla koşmuştun kucağıma. Yoksa çok mu aramıştın da sokulmuştum kanatlarının altına, kumrular gibi? Saçının tellerine gizlenen bir kuşun tüyüyle yakalamıştın beni yüreğimden. Buz gibi bir havada ılık bir rüzgar gibi, ruhumu kuşatmıştın sanki. Sevdim seni bir kere, diye yürüyordum adım adım kucağına. Açmıştın kanatlarını, gel gel dercesine; bense aksayarak koşan, yürümeyi öğrenen çocuklar gibi koşuyordum, sana doğru. Sana uzanmak güzeldi.
Neler mi yaşadık? Uzun kış gecelerinde uzun sohbetlerle atıştık, avuç dolusu gülümsemelerle çıtırdayan sobanın karşısında. Uzanırdım şöyle, uzunca geçmişten geleceğe. Rahatça kurulurdum hayallerinin otağına. Karşımda bakar dururdun, hareketsiz zihninde yaşardın güzelliklerinle. Baharlarda papatyalar, gelincikler yağdırırdın saçlarıma. Öyle sevda tutkunu iki yalnızdık ki senle... Yapayalnız. Çokluklar içinde yüreğimize sığınan iki arkadaştık; güven dolu geleceğe doğru temiz iki dosttuk biz senle. Ruhumu taşıran dalgalarınla sarmalardın beni; bakışlarınla, bütün benliğimi çiçeklerle süslerdin. Ruhumun o dalgalı, rengarenk çiçeklerin bahçesinde dolaşman zenginleştirmişti beni. Hala saklı duruyorum bir yerlerde ben, tıpkı yıllar önceki gibi.
İçimize dar gelen bir sevgiydi yaşadığımız. Sen kapı önünde beklerdin işten çıkış saatimde. Akşam üzerileri kuduran deniz dalgaları gibi ulaşırdın üzerime, bakışlarınla. Bense hemencecik sana varayım diye ayaklarımı karşı kaldırıma taşırdım. Bir bakış ısıtırdı yüreğimizi, ruhumuza dolanır dururdu sevdanın esrikliği. Yağmurlu havalarda rüzgarlarla taşınırdı yüreğime sevgin.
Özlemeyi, hasreti öğrettin bana. “Ayrılıklarda sevdaya dahil,” diyen Atilla İlhan’ı kaç kez okuttun. Doğa ve sevgi insanı şair yaparmış. Şiirlerimle dünyanın yalnızlığı arasında ilk bağlantılarımı yaptım. Bilinmeyen öteki dünyaya merakım arttı gün be gün. Anladım ki, ürkek ve çekingen olan ben, yalnızdım bütün aşıklar gibi. Ürkeklik ve çekingenliğimin kapısı yalnızlığımı, şiirlerimle açmıştım sana. O acılarla dolu, umutsuz şiirlerim, duyup hissettiklerimin bildirisiydi oysa, duyabilene, hissedene. Çocukluk günlerimde duyumsayıp tanıdığım suskun, yaralı, eğri büğrü yazgım seninle kucaklaşacaktı. Anladım ki, şair barışla, acılara doğarmış ve işte ben de boşlukta asılı duran hayatımı, şiirlerime aktarmaya başladım usulca.
Şiirlere sarılmıştım yokluğunda; şarkılara kol kanat germiştim, senden kelime diye. Öylesine bir sevdaydı bizimki. Farklı, aykırı, güzel ve zorlu. Bir temmuz ateşiyle iyice alevlendi. Yok oldu sandım her şey. Araya giren zaman, ayrılık rüzgarı daha da bağladı sanki bizi. Acılarla yoğruldu bu sevda; inadına, dikenlere direndi durdu. Nasıl da sevmiştik... Ama ayrılık dedik, sonunda ayrıldık. İstemedik, ama mecburi koparıp kendimizi fırlattık bir tarafa. Yalnızlık yüzümü yıkasın diye kalakaldım güzel bir okyanusta yüzer gibi. Ayrılık boğamadı bizi. Aksine, birbirimize nasıl da bağlı olduğumuzu anlatmıştı bize. Hep yüzünün perdelerine bakardım, ışık sızmaz gecelerde daha bir bağlandığım sana ve acılara boyandığım gecelerde hüzünle sarıldığım sana. O hüzün bizi tutardı. Hiç içime sinmezdi sensiz yaşadığım güzellikler. İsterdim en güzeli birlikte yaşayabilmeyi. “Keşke,” derdim, “keşke yanımda olsa...” Olmadı, olamadı. Çabalamak boşunaydı. Gittin ve unutmadın. Unutamadın, belli halinden. Sevgini okuyorum yaz gününün ikindi güneşinde. Çocuklar gibi zıp zıp yalınayak bir sevgi soytarısısın, hilekar, düzenbaz ama sevimli. Çocuksun halen, hem de çok çocuk. “Bile bile yalan söylüyorum ve bir demet uzatıyorum sana,” diyorsun hep haince…
İçinde her şey var, ama ne istersem. Hüzün de, sevgi de, vefa da. Ortaya çıkarma hakkı bana ait, istediğim gibi, zorlamadan. Özgür, sen gibisini görmedim. Bu kadar farklı, bu kadar aykırı sevgi görmedim, anlamadım da. Anladım anlamasına ama... Onu korumak için üzerine titredin durdun hep. Beni sana yaklaştıranı iyi bildin, güzel oynadın rolünü. Belli etmedin, ama besbelli sevgin açık ve hoşlukla devam etmekte tanıklarıyla.
Kimselerin bilmediği, anlamadığı, yalnız, yalınayak dünyamda yitirdiğim sana ulaşmak için koşardım boşuna. Beklerdim boynu bükük. Balkonumda, seni sokakta karşımda bulacağım anları beklerdim. İstemezdim anlamanı. Düşünürdüm ki, anlaşılınca sevgiler ölür gider. Nihayetinde de öyle olmadı mı, Özgür? Anlattıkça sevgim küçüldü, bitti. Her bitişte yeniden yeşertecek baharla. Kaç bahar geçmedi mi üzerinden? Kaç mevsim? Dikenler içinde açan bir gelincik gibi salınacağım bir gün yanı başında. Sana baharlarla geldim, elimde bir demet papatya, gelincik, dağ menekşesi...
Fısıldayan sesin çınlamakta kulaklarımda.
Nasıl mıyım? Dokunsan kopacak yapraklarım, biliyorum göz bebeklerimden. Ve ellerinde kırmızı ve siyaha çalan tozlar kalacak. İstiyorum ki, kimse dokunmasın ve kalayım bu halimle, böyle yaşamalıyım, yakıştığı gibi, hüzün boyalı rengimle. Dikenler içinde ve kızıl bir gelincik gibi kısa sürede ama doğallığımla. Olduğum gibi hani. Anladığın gibi, anlaşıldığım gibi. Çabam yok öyle, ispata hacet de yok. Ortada olmalı sevgi de, acı da, hüzün de.
Umudumu umulmadık kadere yazdım diye düşünüyorum. Kış geceleri çetin bastıracak. Donlar üstünde ayağım kayacak, ama umudum yine baharlardaki gibi içimde doğacak, kızıl gelinciklerle süslenecek. Bense o paltonun altında saklı, kış gecelerinde sana umutla sokulup ısıtacağım seni, gerçeğe inat. Desteleyip yolladığın hayallerimle düşüp kalkacağım, daha da sevdaya batmak için. Sana saklanıp seni kucaklayacağım. Şemsiyemin altında yürürken, dostça kulağıma fısıldamaya çalıştığın, öğrettiğin küçük yalanlara inanacağım. Sahi, inandığımı mı sandın o beyaz yalanlarına?
Beni ikna etmek için, saçmaladığımı söylerdin ikide bir. Akıllı olduğumu söylerdin. Bu düzmeceler nedense hep kandırmaca gibi gelirdi bana. Ne inanmak isterdim, ne de inanmamak. İşine geldiği gibi söylerdin sanki. Bir kadını kandırmanın kolay yolları değil miydi bu süslü laflar? Ama bu süslemeler yakışmış bana, diye düşünmüyor da değilim hani. Sevmişim çaresiz, yüreğime inmiş sevda tanecikleri çökmüş iyicene. Seni arıyorum. Yoksun. Başka kimseyle görüşmüyorum. Senin istediğin gibi olsun.
Beni çileden çıkartan ağır sözlerin. Onlarla gücünü gösterirdin, bilirdim. Yanlış mı düşünüyorum? Sanmam. Beni kızdırmayı severdin. Hani bir de o aidiyet duygusu vardı ya... Sonra bekler dururdun sıkıntılı. Bir an ayrılacağımızı düşünür, sonra kaybedip bulmanın mutluluğuyla coşardı o fukara yüreğin. Fukara yüreğim fukara yüreğine sığınmıştı, yağan sonbahar yağmurlarıyla. Karlı ayazlı kışların sıcak çorbasıyla karışmıştık birbirimize. Tertemiz dünyamızda kucak kucağa sevmiştik birbirimizi, kirlenmişliklerin inadına.
Hadi oradan, deme şimdi. İçimde kocaman bir sen anlatıyor doğrularını. Çocuklar bile doğruyu yalanı anlamaz mı? Kanmam artık o senaryolara. Kendimi kandıramam. Sen belki kandıracağını düşünüyorsun, ama zor, çok zor. İnsanın ayağı kaç defa takılır aynı acıya? Bak, şimdi el sallıyorsun camın ardından. Yağmurda kırbaçlıyor camı yorgun bir seyis gibi. Güzel müzikler gelmekte kulağıma. Seni anlatıyorlar. Güzellikler doğuyor yaşamıma, gönül pınarlarıma. Yılbaşı çamları gibi dikenlerimle, susuzluğuma dayanabiliyorum; hasretine, özlemine, ne güzel. İstemediğin şeyleri unuttum, anlamadım. Hayır, deyişlerini anlatıyor biçilmiş bütün çimler. Yuvalarına sığınmış kuşlar, sonbahar yağmurlarıyla yan yana nasıl yürüdüğümüzü düşünmekte bizden habersiz. Her seste nasıl sevindiğimizi yaşamak bağlamakta beni yaşama. Yaşam sende gizlenmiş; bende toplanmış tüm gizemler, korkular, ürkek ve çekingen durmakta yanı başımda. İnsanlar güzele dokunmadıkça, kimselere dokunmak istemiyorum. Gönülden, ruhtan ulaşmak isteğim sadece. Uzaktan uzağa sevgi, hasret, güzel diye zorladın da öğrendim. Biblolar da güzel, değil mi? Ama ya kırılırlarsa diye nasıl dikkat ederiz değil mi? Peki neden birbirimize o kadar acımasız davrandık. Güzel olan buydu sanırım. ‘Seni uzaktan sevmek’ şarkısı gibi, uzak olan güzel mi yoksa? Doğru, diyorum, bırak uzakta kalsın. Duygular, sevgiler, hasretler öyle uzakta kalsın ki değerlensin. Yıllanmış, el değmemiş mahzenlerdeki soğuk şaraplar gibi olsun dostluklar da, acılar da, sevgiler de. Her şey uzakta, ama olduğu gibi kalsın camın ardında. Gün görmemiş sevdalara, kadınlara inat yaşasın dursun dünya.
Çilelerle, umutlarımı harman yaptım ağustos sıcaklarında. Öyle savurdum ki dünyanın dört bucağında kucaklandılar. Karşımda, gözlerimdeki sevgiyi oymaya çalışan bir işçi gibiydin hep. Belki de en ağır işçi, hani gecesini gündüzüne katan. Güldürmeyi seven, düşündürmeyi ve bu uğurda savaşan sen. Bir telefon sesi kadar yakın ve uzak olan bir sevdaydı aramızdaki. Entrikaların, çocukların saklambaç oyunları gibi hilesiz ve saftı. Anlardım ne yapmak istediğini. Sıkıntılarımı benden alıp, bendeki boşluğa seni doldurmak için çabalar dururdun. Şüphelendirmeyi nasıl da severdin!.. Yapmamalıydın, ama başka oyun da bilmezdin. Safça, aptalca, manyakça sevmiştik aslında. Doğru mu? Ama katıksız bir sevgiydi aramızdaki. Senle oynadığımız telefon oyunlarını severdim. Arardın belki ben yokken, aramadın saklanırdım. Bir kovalamacaydı hatlarla aramızdaki. Bir sesime ne kadar çok zaman yatırmıştın, Elif diye, Birsen diye, Tülin diye arardın. O kadar sevdiğin bayan isimlerinin kadını olabilmek güzeldi sanırım. Zafer, diye arardın, Çelik, diye arardın. Güçlü kelimelerle yer etmiştin belleğimde. Aferin sana, derdim hep. Aferin. Ben derinden sevdim seni. Öğrencim gibi, arkadaşım gibi, dostum gibi. İstediğin gibi sevdim işte. “Sen miydin arayan?” dediğimde, “Ben değildim,” diyen inkarlarını sever, gülerdim, kızardım, ama önemin büyüktü. İnkarlara yatırdığın o yüklü sevdanın borcunu nasıl ödeyebilirim ki? İmkansız. Aklınca oyun oynardın, ama bilirdim çocukça, safça oyunlarını. Saflık tutkunu iki yapışık ikizdik, yalnızlık budalası. Ne senaryolar çizerdin öyle. Kendin inanmazdın çılgınca yaptıklarına. Çılgınlık tutkunu bir dev olabilmekti umudun. Oldun da. Sert kış gecelerinde ılık bir sesle araman güzeldi. Fabrikada, kuyrukta yemek beklerken, karşılıksız araman hoştu. O günlerde yapayalnız, yalınayak bir sevginin peşindeydik biz. Anlamsızdı belki, ama anlamı zamanla anlaşıldı ve artık ortada işte. Ayrılsak da beraberlik güzeldi. Nasıl yürürdüm yanında... Elimden tutmanı isterdim, bir o kadar da uzak yürümeni. Nasılsa işte, öyle garip çelişik bir aykırılığın tuzağıydı bizi çeken. Tanrının yazdığı, ama bizim silemediğimiz bir yazgıydı bu, ne kadar silmek istesek de silemediğimiz. Zıt renklerin buluşmasının güzelliğiydi yaşadıklarımız Ve yaşıyoruz, yaşayacağız. Öyle diyor sezgilerim. İstemesek de, istesek de böyle olacak gibi. Tutkuydu bu. Gizemdi. Yasaklara isyandı. Belki de baş kaldırmaktı yanlışlara. Bir inattı. İnadına sevgiydi, kafa tutan onca günahlara, tabulara, yasaklara. Onurlu, efsanevi bir tutkuyu yaşamak, kaç kişiye nasip olduysa olmuştu ve işte bize de!.. Şanslı mıydık? Ya da şansı biz mi yaratmıştık, anlamadım.
Parklarda tedirgin, çarpışan insanlar gibi yürür durduk farklı yollardan. Ellerimizde umut çiçekleri; gözlerimizde korku, sevinç karışımı alaca ışıklarla koştuk durduk batan akşam güneşlerine. Güneşler doğdu, ama biz uyanamadık bu acılardan, üzüntülerden ve sevgilerden. Karmakarışık rüyalarla dolu dizgin kederlerle uyandık isteksizce, günlere soyunduk. Gün oldu o oyuncağa sarıldık, gün oldu şu salıncakta sallandık durduk, vakit doldururcasına bu körfezde. Ama sevdanın hüzünlü kollarıyla sarıldık yaşama, sarmalandık; koparıldık ama yeniden filizlendik daha gür ve koyu yeşil. Yemyeşil bir dünyanın içine sarı sarmaşıklar gibi dolandık durduk.
Mezardaki anamı ziyaretimin arkasından sana koştuğum günler süzülmekte yanaklarımdan. Bir bayramın arifesinde sana koşup da açtığımız o yer sofrası, zeytin ekmek tadı bitti artık. Sahi kiminle bölüşmektesin lokmalarını? Kime ukalalık yapmaktasın? Sanmam gülebildiğini eğlendiğini. Avuçlarındaki geçmişten anılar ayakta tutmakta seni. Hepsi bu değil mi? Onlar geçmişe gömüldü, gitti erken gelen kış geceleri gibi. Gönülden sarılman yok artık kimselere, adım gibi biliyorum. Öyle sevdin ki beni, yerime birilerin koyman imkansızdan da öte, bilmekteyim. Adımı, sanımı unutman, bir kadını mezara koyman zor, tahmin edebilirim. Bana aşık olduğun ilk günlerin gecelerinde, balkonumun altından derbederler gibi geçtiğin, kendini kaybetmiş gibi yürüdüğün o kavurucu yaz gecesinin gibisin gözlerimde. Neydi o halin?.. Çölde kaybolmuş Mecnun gibi görmüştüm seni. Uykularım savrulmuştu yıldızlara. Unutmak kolay mı? Zor, değil mi? İyisiyle kötüsüyle, sevdanın en güzeli ile yıkanmış geceleri unutabilmek en zoru sanırım. Öyle sevmiştin ki, beni de yakaladın zorla ve imkansızca sürükledin ardından sürüm sürüm. Kim seni bu kadar sevdi? Yoktur, sanmam. Kim seni karşılıksız sevdi, beklentisiz, ve koşulsuz? Cevaplasana?! Zor, değil mi?
Kuşkuların arttı insanlara karşı. Neden mi? Pis bir dünya sarmaladı yeryüzünü. Kirlendi her şey. Sevgiler de kirlendi, umutlar da.... Ben? Oldukça değiştim ama safça sevmekteyim yine de. Seni seviyorum. Güzel olan da bu işte, onca pisliğin içinde. Harran’da kavrulmuş bir kadın gibi ben, Asya’da gün görmüş ihtiyar bir aşık gibi sen, yorulup durduk sert esen karayellere karşı. Anadolu’dan yanık bir ezgiyle uyandık hep. Telli turnam selam götür, diye uyandık. Kara yazmalı mavi baskılı sevdaya, mor kırmızı pullar işleyip mor dağların karlı tepelerine rüzgarlara saldık yüklü acılarımızı, sevgilerimizi. Gurbete ağladık. Dayandık onca yüklü acılara. Bir gün güleceğiz umuduyla sarıldık yaşama sımsıkı, birlikte…


Nesrin Özyaycı
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
10 Haziran 2006       Mesaj #909
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bir Dostla Aşk
Fırtınalı bir hayatın ortasında birleştik. Sen, kendine yakın bulduğun insanların sana yaptığı hatalardan şikayet ediyordun., bense uzun yıllar acısını çektiğim bir aşkın yaralarını sarmaya çalışıyordum.
İyi birer dosttuk, her şeyi paylaşır olmuştuk. Bu yakınlaşmamızın kısa bir sürede olmasına rağmen zamanım öyle tatlı, öyle güzle geçiyordu ki ben içimdeki kıpırdanmalardan habersizdim.
Sanki rüyadaydım, gözlerimi açtığımda dostluğun yerini aşk almıştı. Kendimi tutamamıştım işte. Duygularıma hakim olamamıştım. Sen benim aşkım, bense senin dostundum artık. Sana aşık olduğumdan habersizdin. İçimdeki volkan öyle taşmıştı ki patlamak için sabırsızlanıyordu.
Sonunda o gün gelip çatmıştı. Bütün duygularımı bütün hislerimi açıklamıştım ben sana. Sense bana sadece şaşkın bir ifadeyle bunların yalan ve şakadan ibaret olması için yalvarmıştın.
Bende sana bunların ne şaka ne de yalan olduğunu üstüne basa basa vurgulamıştım. İçim rahatlamıştı. Çünkü bir insana ‘’ seni seviyorum ‘’ demek kolay bir iş değildi. Yürek isterdi. Ben bu işi becerememiştim ama sonucuna da katlanmak elimde değildi. Çünkü asıl olan benim için bugündü ve ben bugün sana söylemem gereken şeyleri yarına bırakmamıştım. Yarın böyle bir fırsatın elime geçeceğini düşünerek bütün her şeyi açıklamıştım.
Dünya fani her an her şey olabilir bizim dünyamızda... Şimdi içim çok rahat ama bir o kadar da huzursuzum. Çünkü bunları sana anlatınca suçlu ben oldum. Şimdi o eski günleri arıyorum, hiç sebepsiz, ani ayrılışın şokunu üzerimden atamamamın sonucundandır. Ve zaman eskiden öyle güzel öyle tatlı geçerken şimdilerde, bin bir azap bin bir acıyla geçiyor.
O günün üstünden çok zaman geçti. Şimdi ben senden benim olmanı değil bana biraz hak vermeni istiyorum. Bana duyduğun nefreti duygularımın üstünden çekmen için yalvarıyorum. Bana ne kadar kızsan ne kadar nefret etsen de ben seni yine de seviyorum. Duydun değil mi? Seni seviyorum.
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
10 Haziran 2006       Mesaj #910
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
Hüzün Kokan Sevgiliye

Ellerim ellerini degdiginde avuclarım titiriyorsa ,sesin kulaklarımda yankılandıgında kalbim coksun denizlerin yerini alıyorsa , dudaklarımdan"seni seviyorum" kelimesi süzülürken yüregim bir cocuk gibi kıpır kpır oluyorsa ,üsüyen bakıslarım sadece senin gözbebeklerinin icinde ısınıyorsa ve de tek carem son nefeste sevgimi fısıldamaksa eger , avazım cıktıgı kadar kalbine fısıldıyorum ; SENİ SEVİYORUM

Bugün oldugu igibi yarın da yarınlardan sonra gözlerimdeki yerinin degismeyecegini , her zaman kalbim coskun denizlerin her dalgasında sevda türkülerini kalbine bırakacagıma , ben yanında olmasam da gözlerinden süzülen her gözyaslarını her ne olursa olsun silecegime ve de senin sevdana karsılk ölüm sunulsa ruhuma ben Azrail e ve de ölüme meydan okuyup seni bir ömürboyu sevecegime gökteki yıldızları , kırlardaki menekseleri sahillerdeki kanadı kırık martıları sahit göstererek yemin ediyorum....seni bir ömürboyu sevecegim...

senden sonra hüznün denizinde ayrılıkların umutsuz dalagalrı oldum.Gece gündüz aralıksız gel-gitlerde savruluyorum yalınız limanından diger yalnızlık limanına.Belki tasıdıgım sevgimi bir gün görüp beni tekrar avuclarına alırsın diye seni bekliyorum ucsuz bucaksız sahillerde.

Ölümün soguk nefesi her kösebasında beni beklerken , ecelin korkunc yüzü her sokak girisinde bana pusudayken cakal sürüleri beyaz umutlarıma teik cekmeye hazırlanırken , kör kursunlar gögsüme sıkılmaya nazır iken bile ben SENİ UNUTMADIM.Ve ölüm seni benden alacak kadar gaddarsa bende ölüm ve de azraile meydan okuyacak kadar korkusuzum.

Özgürce yasını tutamadagım , gönlümde bir türlü vedalasamadıgım ,karanlıuk gecelerde kör yıldızlara yoldas ettigim gözyaslarımı senin yoluna seriyorum.Sen yıllandıkca hsareti ve de özlemi cogalan ,acısı bile haz veren hüzün kokan siirlerimin en tatlısın.Sen olmasan da yanımda ben sana alev alev yanacagım.

Ne cocuksu gülüşlerini paylasmak kork ne de hasretle büyünmekten kork.Sevilirken unutulmaktan ve de severken yalnızlıga düsmektenn kork.Korkma seni asla unutmayacagım ve de ben yasadıkca dilimden ismin sevgin ise kalbimden hic eksik olmayacak
İsmail Sarıgene

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar