Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 9

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 495.904 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Kasım 2005       Mesaj #81
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BÜYÜ DÜKKANI

Sponsorlu Bağlantılar
Uzak diyarlardan birinde, yemyesil tepelerin arasinda, kisin beyaz bir kar örtüsüyle, baharda rengarenk kir çiçekleriyle kaplanan bir vadi vardi. Ortasindan küçük bir irmagin geçtigi bu küçük vadi, "Büyülü Vadi" olarak anilirdi. Ona bu adi veren ise, vadideki ilginç bir dükkan ile, bu dükkanda yasananlardi.

Ünü ülkenin dört bir yanina yayilmis olan dükkanin adi "Büyü Dükkani" ydi. Büyü Dükkani'nin sahibi ak saçli, ak sakalli bir yasliydi. Içeri girer girmez, ilginç esyalarla donanmis oldukça genis bir odayla karsilasiyordunuz. Büyük bir kütüphane, üzerlerinde çok sayida esyanin bulundugu raflar, masa ve konsollar dükkanin dört bir tarafini kapliyordu.
Her insanin yasaminda çok istedigi ancak sahip olamadigi seyler vardir. Ya da sahip olup kaybettigi seyler... Bazen de sahip oldugu ancak kurtulmak istedigi seyler... Iste tüm bunlar, o ülkede yasayan insanlar için, Büyü Dükkani'na gelme nedeniydi. Bu dükkanda, isteklerinizi sinirlamak zorunda degildiniz. Müsteriler diledikleri her seyi isteme ve alma hakkina sahiptiler. Elbette, bedelini ödemek kosuluyla. Her yerde oldugu gibi bu dükkanda da almak istediginiz seyin bir bedeli vardi. Bu bedelin ne olacagi, dükkan sahibiyle yaptiginiz pazarlik sonucu ortaya çikardi. Kimi müsteriler bir seye sahip olabilmek için ödenebilecek tek bedelin para olabilecegi düsüncesiyle cepleri kabarik gelirlerdi. Oysa burada yapilan pazarliklar, günlük yasamdakilerden biraz farkli olur ve pek çok müsteriyi sasirtirdi.
Büyü Dükkani'nda satici olmak bilgelik isterdi. O güne dek dükkana gelen hiç bir müsteriyi geri çevirmemisti dükkan sahibi. Herkes çok istedigi bir seye sahip olmak ugruna onca yolu göze alarak gelir ve mutlaka alabilecegi seyi almis olarak çikardi. Ama genellikle aldigi sey istedigi seyden farkli olurdu.
Dükkan sahibi bir kis sabahi disari baktiginda, yagan karin yolu iyice kapattigini gördü. "Bu havada gelen giden olmaz" diye düsünüp hüzünlendi. Tam o sirada uzakta bir kararti gördü. Kar beyazinin kamastirdigi gözlerini kirpistirip yeniden baktiginda, bunun yaklasmakta olan bir insan oldugunu anladi. Içini bir sevinç kapladi. Sonunda kapi çalindi. "Iyi sabahlar, girebilir miyim?" diye sordu müsteri. Dükkan sahibi müsterisini içeri aldiktan sonra isinmasi için ona bir kahve ikram etti.
"Ününüzü duyunca çok uzaklardan kalkip geldim buraya. Istedigim seyi bir tek sizin dükkanda bulabilecegimi söylediler. Karsiliginda ne isterseniz vermeye hazirim."
"Istediginiz seyin ne oldugunu ögrenebilir miyim?"
"Bakin, ben elli bes yasindayim. Yani yolun yarisini geçeli çok oldu. Söylemeye dilim varmiyor ama yolun sonuna yaklastim galiba. Ben bugüne dek olan yasamimi geri istiyorum. Bu olanakli mi?"
"Elbette olanakli. Biliyorsunuz, dükkanimda her sey bulunuyor. Ancak tam olarak ne istediginizi anlayabilmem için, bana geri istediginiz yasami biraz anlatabilir misiniz?"
Geçmis yasamimda bir çok hata yaptim. Bunlar için pismanlik duyuyorum. Yanlis kararlar verdim, kayiplara ugradim. Zamani hovardaca harcadim. Bir gün bir de baktim ki, yasam yanimdan geçip gidiyor. Panige kapildim ve bir çare aramaya basladim. Dostlarimla konusmayi denedim. Bebi teselli edip dertlerimi unutturmaya çalisanlar da oldu, yardim etmeye çalisanlar da... Ama hiç biri kar etmedi. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Derken bir gün biri bana sizden ve Büyü Dükkani'ndan bahsetti. Lütfen elli bes yilimi bana geri verin."
"Yani siz, pismanlik duydugunuz yasaminizi yeniden mi yasamak istiyorsunuz?"
"Elbette hayir. Söylemek istedigim bu degil. Ben yalnizca kaybettigim yillarimi geri istiyorum. Eger bir sansim daha olursa ayni hatalar, tekrarlamayacagim."
"Peki benim size verecegim ellibes yilin karsiliginda siz bana ne verebilirsiniz?"
"Ne isterseniz?"
"Sanki bunun için her seyden vazgeçmeye hazir gibisiniz."
"Hiç kuskunuz olmasin. Su anda sahip oldugum her seyden vazgeçebilirim. yeter ki geride biraktigim yillarimi ban geri verin."
Yasli adam koltugu ile birlikte öne dogru egilerek müsterisinin gözlerinin içine bakti ve agir agir konusmaya basladi.
"Beyefendi, her ne kadar siz ellibes yil karsiliginda bana her seyinizi vermeye hazir olsaniz da ben sizden bir tek sey isteyecegim."
"Dileyin benden ne dilerseniz."
"Belleginizi..."
"Anlamadim?"
"Belleginizi dedim. Elli bes yilin yasantisini içinde barindiran belleginizi istiyorum."
"Ah evet anladim. Ilginç bir bedel. Kabul ediyorum. Tamam alin bellegimi."
"Emin misiniz?"
"Neden olmayayim? Elli bes yil kazanacagim."
"Belleginizi içindeki her seyiyle birlikte bu dükkanda birakip gideceksiniz. Elli bes yilin tek bir anini hatirlayamayacaksiniz. Buraya neden geldiginizi bile."
"Daha iyi ya! Her seye yeniden baslayacagim. Zaten geçmisi hatirlamak istemiyorum ki!"
"O halde korkarim ellibes yil sonra buraya tekrar gelirsiniz. Tabi o zaman benim yerime bir baskasi size yardimci olur."
Yasli adamin son sözleri müsterinin duraklamasina neden olmustu. Bu sözlerin anlamini kavrayabilmek için birkaç saniye düsünmek zorunda kaldi. "Nasil yani?Buradan çiktigimda hiç bir sey animsayamayacak miyim? Sizinle konustuklarimizi bile, öyle mi? Buraya neden geldimi, sizin kim oldugunuzu ve hatta..."
"Ne yazik ki!"
Yasli adam su anda pazarligin sonuna geldiklerini hissediyordu.Karsisinda oturan müsterisinin yüzünde gördügü aydinlanma, pazarlik sahnelerinin en hoslandigi görüntüsüydü. Son sözleri müsterisinin söylemesini istedigi için bir süre sessiz kaldi ve bekledi.
"Sanirim ne demek istediginizi simdi anliyorum. Eger ellibes yilin bedeli bu ise pes ediyorum. Bellegimden vazgeçmem. Çok ilginç bir insansiniz. Bana, Büyü Dükkani'ndan almak istedigimden çok farkli bir seyle çikacagimi söylemislerdi de inanmamistim. Ben, bugüne dek olan yasamimi almak için gelmistim, ancak bugünden sonraki yasamimi alip gidiyorum. Size tesekkür ederim."
"Bir sey degil. Güzel bir pazarlikti. Hosçakalin."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Kasım 2005       Mesaj #82
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
PAPATYA ve KELEBEK Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında, küçük bir tırtıl gözlerini
hayata açmış. Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış.
Sponsorlu Bağlantılar
Ne bulursa yemiş. Bir süre sonra, yeterince büyüdüğünde,
kendine güvenli bir yer bulup, bir koza örmeye başlamış.
Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da,
rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.

Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya
başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış.
Derken bir vadiye gelmiş. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.
Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya
görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini, ne yapacağını
bilememiş. içinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş.
Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin
üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.

"Merhaba" demiş papatyaya, "sizi uzaktan gördüm ve yanınıza
gelmek istedim.". Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve
"Merhaba" demiş, "ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten."
Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikayesini,
nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış.

Papatya da ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten
hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.
Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını
seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı
güneşin yakıcı ışınlarından korumuş. Minik kelebek papatyayı çok
sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış.
Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş. Ama cesaret
edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan,
incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş. Papatya da
kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini.
Duygularının karşılığının olmayacağından, bu yüzden kelebeği
kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana
ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.

Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de, kelebek
artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya
dönmüş ve; "Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek" demiş.
Papatya buna bir anlam verememiş. "Neden" demiş. "Yoksa
benim yanımda mutsuz musun?". "Hayır" demiş kelebek. "Bilakis,
sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü
sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık
kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."

Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten.
Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını
fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya "Sevi seviyorum"
diyebilmiş ancak. Papatya donakalmış. Sadece "Bende..."
diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.

İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim.
Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş.
Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin
acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş,
sonra da dökülmeye başlamış.
Her düşen yaprakta papatya, "seviyormuş" diye geçirmiş içinden.

İşte o günden beri, bunu bilen aşıklar,
sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:
"Seviyor mu, sevmiyor mu?"
...



Bir Bardak Sütün hatrı

Howard, yoksul bir ailenin çocuğuydu
ve okul giderlerini karşılamak için
kapı kapı dolaşarak eşyalar satıyordu.

O gün, hiçbir şey satamamıştı ve karnı da çok açtı.
Bundan sonra çalacağı ilk kapıdan
yiyecek birşeyler istemeye karar verdi.
Kapıyı açan sevimli genç bayanı görünce utandı.
Yiyecek bir şeyler yerine "Affedersiniz,
bir bardak su rica edebilir miyim?" diyebildi yalnızca.
Genç bayan, çocuğun aç olabileceğini düşünerek
kocaman bir bardak süt getirdi ona. Çocuk,
sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra
"Çok teşekkür ederim, borcum ne kadar?"
diye sordu genç bayana.
Genç bayan, "Borcunuz yok" diyerek,
yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti;
"Annem, gösterdiğimiz şefkat ve nezaket
karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini
beklemememizi öğretti bize" dedi.
Çocuk "O halde çok teşekkürler, yürekten
teşekkür ederim size" dedi. Howard Kelly,
evin önünden ayrıldığı zaman
kendisini yalnızca bedensel olarak değil,
ruhsal olarak da güçlü hissediyordu.

Yıllar sonra genç bayan çok ender rastlanan
bir hastalığa yakalanmıştı. Yöredeki doktorlar
çaresiz kalınca, hastalığı ile ilgili araştırmalar
yapılması için onu büyük kente gönderdiler.

Dr. Howard Kelly, konsültasyon yapması için
çağrıldığı hastanın hangi kasabadan geldiğini
duyunca heyecanlandı. Artık genç olmasa da
yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı
ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun yaşamını
kurtarmak için elinden geleni yaptı.

Uzun süren tedaviden sonra
bayan sağlığına kavuştu. Dr. Kelly,
denetlemesi için önüne getirilen faturaya
şöyle bir baktı ve üstüne birşeyler yazarak
zarfın içine koydu ve hasta bayanın odasına gönderdi.
Kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline.
Açmaya korkuyordu... Hastane faturasını
asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca
bu faturayı ödemek için çalışacağını biliyordu.
Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş
bir not dikkatini çekti. Kâğıtta şunlar yazılıydı:
"Hastane giderlerinin tamamı
bir bardak süt karşılığı ödenmiştir.".
kelebek !! BİR KELEBEĞİN

DERSİ

"Bir gün,
kozada küçük bir delik belirdi;
bir adam oturup kelebeğin saatler boyunca
bedenini bu
küçük delikten çıkarmak için
harcadığı çabayı izledi.
Ardından sanki ilerlemek için
çaba harcamaktan vazgeçmiş gibi geldi ona.
Sanki elinden gelen her şeyi yapmış ve
artık yapabileceği bir şey kalmamış gibiydi.
Böylece adam, kelebeğe yardım etmeye karar verdi:
eline küçük bir makas alıp kozadaki
deliği büyütmeye başladı.

Bunun üzerine kelebek kolayca dışarı çıkıverdi.
Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları buruş buruştu.
Adam izlemeye devam etti; çünkü her an
kelebeğin kanatlarının açılıp genişleyeceğini ve
bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.

Ama bunlardan hiç biri olmadı!
Kelebek, hayatının geri kalanını
kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla
yerde sürünerek geçirdi.
Ne kadar denese de asla uçamadı.
Adamın iyi niyeti ve yardımseverliği ile anlayamadığı şey,
kozanın kısıtlayıcılığının ve
buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten çıkmak için
göstermesi gereken çabanın,
Tanrı'nın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve
bu sayede de kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda
uçmasını sağlamak için seçtiği yol olduğuydu.
Bazen yaşamda tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey çabalardır.

Eğer Tanrı, yaşamda
herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi,
o zaman bir anlamda sakat kalırdık.
O zaman olabileceğimiz kadar güçlenemezdik.
Asla uçamazdık.

Güçlü olmak istedim…
Ve Tanrı beni güçlendirmek için zorluklar yolladı.
Bilgelik istedim…
Ve Tanrı çözmem için sorunlar yolladı.
Başarı istedim…
Ve Tanrı bana çalışmam için zeka ve kas gücü verdi.
Cesaret istedim…
Ve Tanrı bana üstesinden gelmem gereken sorunlar verdi.
Sevgi istedim…
Ve Tanrı bana, yardımcı olmam için sorunlu insanlar yolladı.
İyilik istedim…
Ve Tanrı bana fırsatlar yolladı.

İstediğim
hiçbir şeyi elde edemedim...
Ama ihtiyaç
duyduğum her şeyi elde ettim."

Yaşamınızı korkusuzca yaşayın, zorlukların
tümüne göğüs gerin ve onların
üstesinden gelebileceğinizi açıkça gösterin.

GEÇ KALMAYIN !

Daha henüz 18 yaşındaydı ama hayatının sonundaydı.
Tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir kansere yakalanmıştı.
Kahır içinde eve kapatmıştı kendini...Sokağa çıkmıyordu.
Annesi, bir de kendisi. O kadardı bütün hayatı...
Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa...
Bir yığın vitrin önünden geçti, tam bir CD satan dükkânı da
geride bırakmıştı ki, bir an durdu, geri döndü, kapıdan içeri,
gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi
yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar... Hani,ilk bakışta
aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte...İçeri girdi. Kız,
gülümseyerek koştu ona; "Size nasıl yardım edebilirim?" diye.
Nasıl bir gülümsemeydi o...Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi
kızı... Kekeledi, geveledi, sonra "Evet!" diyebildi. Rastgele
birini işaret ederek; "Evet, şu CD'yi bana sarar mısınız?"
dedi. Kız CD'yi aldı, içeri gitti, az sonra paketle geri geldi.
Gençkızdan aldı paketi, çıktı dükkündan, evine döndü.
Paketi açmadan dolabına attı... Ertesi sabah gene gitti aynı
dükkâna...Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve
getirdi, attı paketi dolaba gene açmadan...Günler hep alınıp,
sardırılan CD'lerle geçti. Kıza açılmaya bir türlü cesaret
edemiyordu. Annesine açıldı sonunda...Annesi; "Git konuş
oğlum, ne var bunda?" dedi. Ertesi sabah,bütün
cesaretini topladı, erkenden dükkâna gitti. bir CD seçti.
Kız gülerek aldı CD'yi, arkaya gitti paketlemeye.
Kız içerdeyken bir kâğıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz?"
diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi,notu kasanın
yanınakoydu gizlice. Sonra,paketini alıp
kaçtı gene dükkândan... İki gün sonra evin
telefonu çaldı... Anne açtı telefonu. Dükkândaki tezgahtar
kızdı arayan. Delikanlıyı istedi, notunu yeni bulmuştu
da... Anne ağlıyordu... "Duymadınız mı?" dedi. "Dün kaybettik
oğlumu." Cenazeden birkaç gün sonra anne, oğlunun odasına
girebildi sonunda. Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı,
oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü. Paketleri aldı,
oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı. İçinde bir
CD vardı, bir de minik not...
"Merhaba, sizi öyle tatlı buldum ki, daha yakından
tanımak istiyorum. Bir akşam birlikte çıkalım mı?
Sevgiler... Jacelyn "
Anne, bir paketi daha açtı, onda da bir CD ve
bir not vardı: "Siz gerçekten çok tatlı birisiniz,
hadi beni bu gece davet edin, artık.
Sevgiler...Jacelyn "

LÜTFEN SEVDİĞİNİZİ BELLİ ETMEKTE VE SÖYLEMEKTE GEÇ kalmayın
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Aralık 2005       Mesaj #83
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SEVGİNİN İNTİKAMI

Su topu Milli Takımının bir oyuncusu anlatmıştı:

'Evliliğimin dördüncü yılında eşimle ilişkimiz tek düze bir hâl almıştı. Heyecansız ve sıradan. Severek evlenmiştik hâlbuki... Bir gece evde İnternette dolaşırken, bir erişim sisteminde, bir yerde o 'Tanışma Hattı' na rastladım. Geceler boyu bilgisayar başındaydım artık. Bıraktığım mesaja her gece bakıyordum. Beş gün sonra cevap geldi. 'Vefâsız' diye rumuz kullanmıştım. Gelen cevabın rumuzu, bir Türk filminden mülhem 'Goncagül' kelimesiydi. Gerçekten oraya da mesaj geçince, artık özel yazışmalarımız başlamıştı. Tek problemimiz, o gündüz ben gece yazabiliyorduk. Buluşma teklifimi kabul ettiğini öğrendiğim gece uyuyamadım. Heyecanımı eşime belli etmemek için, büyük çaba harcıyordum ama nâfile... Sabah ne giyeceğini akşamdan hazırlamaya kalkan, ikide bir dişlerini, saçlarını kontrol eden, yatakta sağa sola dönüp duran bir adam ne kadar saklayabilir ki heyecanını?.. 'Aşk insanı silâhsız bırakır.' diye boşuna dememişler. Buluşma yerimiz Dolmabahçe'deydi. Öğleye kadar kulüpte bekledim. 'Bekledim' sözü, de ne demek, saate baka baka saatlerce volta attım. Akrep niye bu kadar ağır ilerliyor? Yelkovan gibi hızlı olamaz mı? 'Ne çıkacak, nasıl bir tip?' gibi merakla karışık korku soruları da kafamda fink atıyor. Parolamız, bir günlük gazeteydi. Belirlediğimiz bankta gazeteyi okuyordu. Arkasından korkarak yaklaştım: 'Merhaba Goncagül!' Yavaş ve kendinden emin hareketlerle ayağa kalkıp, yüzünü bana döndüğünde, sendeledim!.. Düşmemek için banka yapıştım. 'Merhabâ vefâsız!' dedi... Eşimdi!..
Son düzenleyen Blue Blood; 2 Aralık 2005 18:03
DEsssT16 - avatarı
DEsssT16
Ziyaretçi
4 Aralık 2005       Mesaj #84
DEsssT16 - avatarı
Ziyaretçi
ÖLÜMSÜZ KIRMIZI GÜLLER....

Kan rengi, kıpkırmızı güllere bayılırdı. Zaten onlarla
adaştı da. Rose... Gül... Kocasının sevgili Rose'u... Her yıl
Sevgililer Günü'nü kapının önünde bulduğu enfes fiyonklarla
süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı. Hiç aksamadan.
Hatta, eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış, gülleri kucağına
bırakılmıştı..Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte..
Her yıl güllere iliştirdiği karta aynı cümleleri yazardı:
"Seni, geçen sene bugünkünden, daha çok seviyorum..."
Birden, bunların son gülleri olduğunu düşündü.. Önceden
ısmarlanmış olmalıydı.. Öleceğini nasıl bilebilirdi?..
Zaten her seyi önceden planlamayı ve yapmayı severdi,
yumurta kapıya gelmeden...

Gülleri özenle içeri taşıdı..saplarını kesti, vazoya yerleştirdi..
Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine gülümseyen
fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğunda
oturup saatlerce güller ve fotoğrafı seyretti sessizce.. Bitmek
bilmeyen bir yıl geçti.. Yapayalnız ve hüzün dolu bir yıl..
Sonra bir sabah kapı çalındı.. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi..
Kırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi..
Sevgililer Günü'nü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Şaşkınlık
içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkanını aradı...
Onu bu kadar üzmeye kimin hakkı vardı ?

"Biliyorum" dedi, çiçekçi.. " Eşinizi geçen yıl kaybettiniz..
Telefon edeceğinizi de biliyordum.. Bugün size yolladığım gülleri
çok önceden ısmarlamış, parasını da ödemisti.. Hep öyle
yapardı zaten, hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var.
Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart vardı,
kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum..
Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istediği kart..."
Rose hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapattı.
Parmakları titreyerek zarfı açtı..

" Merhaba gülüm" diye başlıyordu, kart.. " Bir yıldır ayrıyız.
Umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığınıı ve acılarını
hissedebiliyorum. Giden sen, kalan ben olsaydım neler çekerdim
kimbilir? Sevgi paylaşıldığında yaşamın tadına doyum olmuyor.
Seni kelimelerle anlatılmayacak kadar çok sevdim. Harika
bir eştin dostum, sevgilim benim... Sadece bir yıldır ayrıyız.
Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum.
Onun için bundan sonraki yıllarda güller hep kapımızda olacak.
Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve
kutsandığımızı düşün. Seni hep sevdim.. Her zaman da
seveceğim. Ama yaşamalısın. Devam etmelisin... Lütfen..
Mutluluğu yeniden yakalamaya çalış. Kolay değil,
biliyorum ama bir yolunu bulacağına eminim....

Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam
edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak,
eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra
emin olarak gülleri ona verdiğim yeni adrese getirip
seninle yeniden ve ebediyyen kavuştuğumuz yere bırakacak..
SENİ SEVİYORUM GÜLÜM..."

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Aralık 2005       Mesaj #85
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
'Bebeğimi görebilir miyim'' dedi yeni anne. Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu... Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu. Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; ağlayarak

''Büyük bir çocuk bana ucube dedi.''

Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmış olsaydı. Annesi, her zaman ona ''Genç insanların arasına karışmalısın'' diyordu, ancak aynı zamana yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.

Delikanlının babası, aile doktoruyla oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;

''Hiçbir şey yapılamaz mı?''

diye sordu. Doktor

''Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir''

dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti. Bir gün babası

''Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır''

dedi. Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı.

Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu.

Yıllar geçmişti, bir gün babasına gidip sordu:

''Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım''

''Bir şey yapabileceğini sanmıyorum'' dedi babası, ''fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil..'' Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi.

Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi. Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annesinin başına elini uzattı; kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu.

''Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu'' diye fısıldadı babası''. Ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi? Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı değildir, ancak kalptedir! Gerçek mutluluk gördüğün şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir. Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinmeyen şeydedir!''Msn Cry
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Aralık 2005       Mesaj #86
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
STANFORD ÜNİVERSİTESİ
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi? Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı.. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu.. Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti. Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı. Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."
"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..." Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite
inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?" Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya, Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular. Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Aralık 2005       Mesaj #87
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
siir Bulamayacaksın Artık
Yağmalanmış bir şehir gibi sessizliğe bürünecek anıların...Karakışın koynunda kuruyacak baharın...İsminle başlayan tüm şiirlerim yanacak bir bir...Koynunda ihanetinin akrepleri kol gezecek...Ve sen uykularda kaçıncı rüyanı görürken ben toprakta çürürken yine sana ağlar olacağım....

Kanatları parçalanmış bir serce düşecek avuçlarına...Bensiz geçen günlerinde gözyaşların karışacak nehirlere....Gözyaşların bile fayda etmeyecek Cehennemin ateşine...Gece olup ıssızlığına büründüğünde beni arayacaksın....Tavan arasında sana gülümseyen yıldızları anlatan bu adamı arayacaksın...Duvarlara bakıp bakıp gözlerimi bulamayacaksın...Denizlerin dalga dalga acıyı taşıyacak sahillerine....

Ben senin uğruna canımı vermişken sen benim ismimi unutacaksın belki de....Sensiz yaşayamam derken bile bana inanmamıştın.Hangi yitik mevsimlerde acar artık baharların.....Hangi güneşte kurur ihanetinle dökülen gözyaşların.....Tüm şiirlerim yanacak ihanetinde...Beni düşünürken bir gece aklına düşecek sana yazdığım şiirlerin satırları.....Ağır gelecek yokluklumum.....Yıllanmış şaraplar kesmeyecek sarhoşluğunu.....Bir Maltepe paketi daha bitecek durgunluğunda....Arayacaksın beni sokak basında....Bulamayacaksın artık.....

Sorgusuz sualsiz beni sırtımdan bıçaklığın anlar gözlerine düşecek perde perde....Güneşli sabahlarda ihanetin gölgelerinde üşüyeceksin...Üşüyen ellerini ısıtacak bir el arayacaksın....Kaldırımlarda gezerken düştüğünde seni kaldıracak bir adam bulamayacaksın....Kursuna dizdiğin düşlerimi arayacaksın perdesiz anılarında....Baharın koynunda karakışı yaşayacaksın.....Günden güne bir tomurcuk gibi kuruyacaksın...Ve ağlarken gözyaşlarını silecek bu adamı arayacaksın...Ama bulamayacaksın artık....

Firari sevdalarda adın unutulacak.Martılara anlattığım gözlerin bir bir kaybolacak...Gökyüzünde gülüşlerini çizdiğim yıldızlar sönecek....İntihar kokan çiçeklerin eriyecek avuçlarında....Öldürdüğün bu adamın vicdanı çıkacak sokak başında.....Ve günden güne solarken yeniden yeşermek için bir dal arayacaksın...Ama bulamayacaksın artık...

Ben gözlerine ölmüşüm..Mezarıma adımı bile yazmadılar..Gelirde onu da silersin diye.

siir Kanayan Yara
Ve sen gelmiştin. İlk defa birisi düşlerime ortak olmuştu. Küçük bir bebeğin
kalbi gibi hızlı hızlı atıyordu kalbim. Her atışında sen vardın, ismini her
andığımda yüzümde bir tebessüm beliriyordu. Yarınlarımdan endişe
duymuyordum, korkmuyordum artık. Çünkü bu günümde sen vardın yarınımdan emin
olmadığım için seninle sadece bugünü yaşıyordum.
Aşk ansızın girmişti hayatıma ve her şey öyle değişmişti ki şaşırdım tüm bu
olanlara. İçimdeki tüm karamsarlıkları alıp o hiç kimsenin başaramadığı umut
tohumlarını ekmiştin yüreğime. Hoş geldin sevgilim hoş geldin. Aşka dair ne
varsa yaşanması gereken hepsini yaşatıyordun bana. Senden başka herkes öyle
yabancılaşıyordu ki bende her yerde, her şeyde sen oluyordun.
Umut tohumları büyüyordu yüreğimde. Günler ise akıp gidiyordu. Tüm yaşanalar
hayel gibiydi öyle çok seviyordum ki seni korkuyordum bu sevdadan. Yavaş
yavaş yayılıyordu düşüncelerime korkular. Ve tüm korkulara, endişelere
teslim olmuştu aklım. Söylediğin her kelime yüreğimde binlerce kez
yankılanıyor ve ardından bugüne kadar hiç yaşamadığım o tarifsiz acıyı
yaşatıyordu. Nasıl bir acıydı ki bu tüm bedenimde hissediyordum. Canım
öylesine yanıyor yine de bir damla yaş akmıyordu gözlerimden. Aşk alıp
başını gitmişti. Gözlerim açıldı gördüm tüm gerçekleri. Meğer sen hiç
gelmemişsin bana. Hiç olmamışım gözlerinde, yüreğinde, hayatında. Öylesine
birisiymişim hayatında, bir veda bile etmeden çekip gittin.
Ve sen gitmiştin. Ardında canlı bir enkaz bırakarak. Attığın umut tohumları
yeşermekteyken soldular. Bugünler yarınım oldu. Yine karamsar yine umutsuz.
İşte o korktuğum yarınlarımdayım şimdi sensiz. Tüm umutlarımı dönüşüne
bağladım, olurda pişman olup dönersin diye. Gidişinin üzerinden yıllar
geçti ama acılarım hala ilk günkü gibi canımı acıtıyor. Her şey bitmedi daha
yüreğimde, söküp atamadım hayatımdan gözlerini. Kalbimin kapılarını çaldılar
girmek için. Öyle bir çarpıp çıkmıştın ki kalbimden kapılar ebediyen
kilitlenmişti. Kimseler açamadı bu gönül sarayımın kapılarını, kimseler
alamadı yerini. Öyle çok sevmişim ki seni tüm yaptıklarına rağmen sevdiğimi
söylüyorum tüm dünyaya. Evet seni seviyorum değerini bilmesen de bu koca
sevdanın yine seni seviyorum.
Her an sevdim seni, bir saniyeyi bile sensiz geçirmedim. Öyle bir yaraydın
ki yüreğimde her gün kanadın, her gün canımı yaktın ama ben yine de
vazgeçmedim senden, sevgimden, umutlarımdan.
Oysa şimdi kimselerin bilmediği saklı bir yarasın gönlümde.
melish - avatarı
melish
Ziyaretçi
14 Aralık 2005       Mesaj #88
melish - avatarı
Ziyaretçi
Adamın biri, ilk defa gittiği şehrin tarihî çarşısına uğradığında, en yakındaki dükkân sahibine selâm verip:

— Hâtıra eşya almak istiyorum, demiş. Ne tavsiye edersiniz?

Dükkân sahibi olan yaşlı zat, sakallarını şöyle bir sıvazladıktan sonra:

— Buranın en meşhur malı, aynalarıdır evlâdım, demiş. Ama onları almaya güç ister. Adam, hiç tereddüt etmeden:

— Ben, yaşadığım şehrin en zengin insanıyım, demiş. Benim için para mühim değildir.

İhtiyar adam, başını iki yana sallayıp:
— İnşallah gücün yeter, demiş. Çünkü krallar bile alamadı onları.

Adam, ses tonunu iyice yükselterek:
Benim elde edemeyeceğim şey yoktur, diye atılmış. Fiyatları ne kadar?
İhtiyar adam:

— Seçeceğin aynaya bağlı, demiş. Günümüze ait aynaları normal fiyata alabilirsin. Fakat eski aynalar pahalıdır. Hele hele antikalara gücün yetmez. Ama geleceğin aynası bedavadır, fakat onu görsen pek beğenmezsin.

Adam, merakından çatlayacak gibiymiş. Aynaları bir an önce görmek istediği için, yaşlı adamın koluna girip dükkânın arka bölümüne geçmiş.

İhtiyar adam, elindeki baston ile İşaret ederek:

— Sana ilk önce günümüze ait aynayı göstereyim, demiş. Çerçevesi gümüştendir. Fiyatıysa sadece üç altındır.

Adam, duvarda asılı duran kristal aynayı kısa bir süre incelemiş. Ve ona bakarak kendine çeki düzen verdikten sonra:

— Bunun bir özelliğini göremedim, demiş. Evimde de bundan üç dört tane var.
Yaşlı adam, seke seke ilerleyerek:
— O halde bu aynaya bak, demiş. Çeyrek asır öncesine aittir. Çerçevesi bakırdandır. Fiyatı ise yüz kese altındır. Adam:

— Herhalde şaka yapıyorsunuz, diye gülümsemiş. Böyle bir ayna, on altın bile etmez. İhtiyar adam, can sıkıntısıyla:

— Ben sana söylemiştim, demiş. İsterseniz vazgeçin.

Adam, biraz tereddüt ettikten sonra aynanın karşısına geçtiğinde, bağırmamak için kendini zor zaptetmiş. Gözlerim ovuşturarak baktığı aynadaki görüntü, onun yirmibeş yıl önceki hâline aitmiş. Ne başının büyük bölümünü saran beyaz saçlar varmış bu görüntüde, ne de yüzünü kırış kırış eden derin çizgiler.

Adamın aynaya takılan gözleri, biraz sonra fal taşı gibi açılmış- Çünkü aynadaki gençlik görüntüsünün hemen arkasından, sevdikleri geçiyormuş birer birer.

Hayret içinde:
— Aman Allahını! diye bağırmış. Bu geçen annem değil miydi? Hem de henüz kanser olmadan önce.

Hemen sonra en sevdiği teyzesi ve dayısı da geçmişler, adamın görüntüsü ardından. Her ikisi de çeyrek asır önceki halleriyle.

Adam, dayanamayıp başını çevirmiş aynadan, ihtiyar ise ona sokularak:

— İstersen seni götüreyim buradan demiş. Zaten bir çok insan da öyle yaptı.

— Hayır, diye itiraz etmiş adam. Annemi özlemiştim, dayımla teyzemi de.

— Peki, demiş yaşlı adam. Şu gördüğün de antika aynadır. Çerçevesi ahşaptır. Değeriyse bin kese altın eder.

Adam, son derece ürkek adımlarla ilerlerken, korkusun*dan vazgeçmiş. Ama merakını yenemeyip aynaya baktığında, çocuklar gibi çığlık atmış. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk duruyormuş karşısında. Soluk yüzlü, incecik, dişleri dökük ve saçları dağınık bir çocuk.

— Aman Allahım! demiş. Bu benim çocukluğum. Cebimdeki sapan bile duruyor.
Adam, biraz sonra sendeleyerek duvara tutunmak zorunda almış. bu sefer, yirmibeş otuz yaşlarındaki halleriyle anne ve babası geçiyormuş geriden. Daha sonra da nur yüzlü annesı, onu her görüşünde olduğu gibi öpüvermiş yanağından. Babası ise, her zamanki şakacı haliyle ensesine bir şaplak atmış yavrusunun.

Adam, kaçarcasına uzaklaşmış ayna başından. İhtiyarın yanma yığılmış ağlayarak.
Yaşlı adam:
— Gerçek aynalar böyledir evlât, demiş. Bu yüzden de ulaşılmaz onlara.

Adam, biraz olsun kendine geldiğinde, dükkândan atmak istemiş kendini. Fakat tam çıkacakken:
— Bedava aynalardan bahsetmiştiniz, demiş. Onu da merak ettim. İhtiyar adam:

— Ona bakmanı tavsiye etmem, diye atılmış. Bu gün fazla yoruldun.

— Mutlaka görmeliyim, diye ısrar etmiş adam. Bir hâtıra almadan dönemem bu şehirden.

Yaşlı adam, çaresiz kabul etmiş ve duvarlara asılanlardan farklı olarak, dükkânın döşemesi üzerine oturtulan aynaya işaret edip:

— Yerde gördüğün, geleceğin aynasıdır, demiş. Çerçevesi altından olup bedavadır. Ama onu da hiç kimse almadı. Adam:

— Geleceğin aynası ha! demiş. Yani en son teknoloji ürünü.

İhtiyar hiç sesini çıkartmamış. Adam ise, emin adımlarla aynaya doğru ilerlemiş ve bakmak için yere eğildiğinde, oracığa yığılıp kalıvermiş.

Yaşlı adam, müşterisinin cansız vücudunu kucaklarken:

— Geleceğin aynasında ne göreceğini tahmin etmen ve ona göre hazırlıklı olman gerekirdi evlâdım, demiş. Senin de gücün yetmedi demek ki...
İhtiyar adam, karşılaşacağı manzarayı bile bile, müşterisinin başı ucundaki aynaya bakmış.
Kuru bir iskelet görünüyormuş.

Alıntıdır..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Aralık 2005       Mesaj #89
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ACILARINIZI KUMA VE İYİLİKLERİNİZİ TAŞA YAZMAYI ÖĞRENİN
Bir hikaye, iki arkadaşın çölde yürüdüğünü anlatır.
Yolculuğun bir noktasında bir münakaşa olur ve biri diğerine tokat atar. Tokadı yiyenin canı acır ama bir şey söylemeden kuma şöyle yazar : "BUGÜN EN iYi ARKADAŞIM BENi TOKATLADI".
Bir vahaya gelene kadar yürümeye devam ederler ve suya girmeye karar verirler. Tokadı yiyen bataklığa saplanır ve boğulmaya başlar ama arkadaşı kurtarir. Yarı boğulmadan kurtulduktan sonra bir taşa şöyle yazar :
"BUGÜN EN iYi ARKADAŞIM HAYATIMI KURTARDI".
Tokadı atan ve hayat kurtaran sorar : "Canını acıttığımda kuma yazdın neden şimdi taşa?" Diğeri cevaplar : "Birisi canımızı yaktığında kuma yazmalıyız ki bağışlama rüzgarı silebilsin ama biri bizim için iyi bir şey yaparsa taşa kazımalıyız ki hiç bir rüzgar silemesin.
"ACILARINIZI KUMA VE iYiLiKLERi TAŞA YAZMAYI ÖĞRENiN".

Özel bir kimseyi bulmak bir dakika alır ve unutmaik ise bir ömür


Yıllar önce çok uzaklarda bir adam varmış. Bu adam çalışmak amacı ile çok uzaklara gitmişve yıllarca çalışmış. Sonunda memlekete dönme zamanı gelmiş. Bu çalışma sürecinde toplam 3000akçe biriktirmiş ve evinin yolunu tutmuş.

Evine doğru giderken yolu büyük bir şehirden geçmiş.

Yolda yürüken kö
şe başinda birisi “bir nasihat bin akçe, bir nasihat bin akçe “ diye bagiriyoruş. Adam düşünmüş: “nasil olur, bir nasihati bin akçeye satarlar, ben yillarca çaliştim ve sadece 3000akçe biriktirdim”

Bu işe pek akli ermemiş ama merak işte , duramamiş ve adama bin akçe verereko nasihati satin amiş.

Nasihat : “ KADERDE NE VARSA O ÇIKAR “

Ve yoluna devam etmiş...

İlerde yine köşe başında başka bir adam bağırıyormuş “ bir nasihat, bin akçe “ diye. Adam yine dayanamamış bin akçede verip o nasihatide satın almış.

İkinci nasihatte : “GÖNÜL KİMİ SEVERSE GÜZEL ODUR “

Son kalan bin akçesiyle yoluna devam etmi
ş. Tam şehrin çikişinda yine köşe başinda bir adam bi nasihati bin akçeye satiyormuş. Adam bir paraa bakmiş, birde nasihati satan şahsa, dayanamamiş ve kalan son akçesiyle de o nasihati satin almiş.

Son nasihatta : “ H
İÇ BİR İŞ ACELEYE GELMEZ. “

Parasız , yoluna devam etmiş.

Şehrin çikişinda büyük bir toplulukla karşilaşmiş, topluluk telaş içerisindeymiş. Yaklaşmiş ve oradakilerden birine neler oldugunu sormuş. Oradan birisi şöyle açiklamiş. Demiş ki : burada şehrin tüm su ihtiyacini kaşilayan bir kuyu var ama kuyunun içinde de canavar var. Canavar suyu tutmuş, göndermiyor. Aşagiya kim indiyse bir türlü çikamadi. Şimdi herkes korkuyor aşagiya inmeye ...

Adam düşünmüş ve ilk satin aldigi nasihat aklina gelmiş. Kaderde ne varsa o çikar. Aşagi inmeye karar vermiş. Aslinda bu nasihatlari herkes bilir, ama uygulayabilmemiz için belli bir bedel ödememiz gerekiyor.
İnince canavar adamı hemen yakalamış ve yerine götürmüş.

Demişki : "buraya gelenlerin hepsine bir soru sordum ve bilemediler. Eğer sen bilirsen seni serbest bırakırım. "

Bir dizine sarışın dünya güzeli bir kadın , diğer dizine de kurbağa koymuş ve söyle bakalım hangisi güzel? demiş

Adam düşünürken birden aklına ikinci aldığı nasihat gelmiş ve " gönül kimi severse güzel odur " demiş.

Bu cevap canavarın çok hoşuna gitmiş. Zira canavar kurbağanın gözlerine aşıkmış. Adamı salmış ve suyu bırakmış. Almışlar krala götürmüşler adamı ve ağırlığınca altın vermişler.

Adamımız yoluna devam etmiş ve nihayet evine varmış. Evinin camından içeri bakmış. Birde ne görsün, karısı genç birisi ile dizdize oturuyor.

Hemen kılıcını çekmiş ve tam içeri girerken üçüncü nasihat aklına gelmiş. "Hiçbir iş aceleye gelmez "

Kılıcı kınına koymuş ve içeri girmiş.

Hoşbeşten sonra karısına o genci sormuş.

Kadın da : " Bey sen gittiğinde ben hamileydim ve bir oğlumuz oldu, bu genç senin oğlun " demiş.

KADERİNİZ VE YOLUNUZ AÇIK OLSUN, HAYAT ACELE ETMEYE GELMEZ....
Son düzenleyen Blue Blood; 19 Aralık 2005 08:51 Sebep: Flood kuralları ihlal edilmeğe devam ediyor dikkat edin...!
yelda23 - avatarı
yelda23
Ziyaretçi
15 Aralık 2005       Mesaj #90
yelda23 - avatarı
Ziyaretçi
Moses Mendelssohn hiç yakisikli bir adam degildi. Çok kisa boyunun olmasinin
yani sira, çok garip bir de kamburu vardi.
Moses Mendelssohn, günün birinde Hamburg'da yasayan bir isadamini ziyarete
gitti.
Isadaminin,Frumtje adinda çok güzel bir kizi vardi. Moses,bu güzel kiza
umutsuz bir askla tutuldu. Fakat güzel kiz onun çirkin görüntüsünden
ürkmüstü. O nedenle, degil onun sevgisine karsilik vermek, yüzüne bile
bakmak istemiyordu.
Ayrilma zamani geldiginde Moses, güzel kizin üst kattaki odasina çikti ve
tüm cesaretini toplayarak onunla son kez konusma girisiminde bulundu. Kizin
güzelligi öylesine olaganüstüydü ki, bir an için onun cennetten geldigini
bile düsündü. Fakat kizin, basini kaldirip da yüzüne bakmamaktaki direnci,
Moses'i çok üzdü.

Güçlükle basarabildigi konusmasi sirasinda çirkin asik, bu güzel kiza bir
soru sordu:
>"Evliliklerin kutsal bir özelligi olduguna inanir misiniz?" dedi. "Elbette"
>diyerek yanitladi güzel kiz ve gözlerini yine kaldirmayip Moses'in yüzüne
>yine bakmadan, kendi de ona bir soru sordu: "Peki ya siz?"dedi."Siz inanir
>misiniz buna?" Moses bir an bile duraksamadi: "Evet,ben de inanirim" dedi
>ve ekledi:"Biliyor musunuz? Her erkek çocugu dogdugunda Tanri,onun
>evlenecegi kizi belirlermis.Benim dogumumda da,benim evlenecegim kiz
>belirlenmis ve bana 'Senin karin kambur olacak' demis.O zaman ben bir
>istekte bulunmusum Tanri'dan. ' Tanrim, kambur bir kadin bir trajedi olur.
>Lütfen onun kamburlugunu bana ver ve onu güzel bir kadin yap' demisim."
Moses' in bu sözlerinden sonra Frumtje gözlerini yerden kaldirdi, onun
gözlerinin içine bakti ve elini uzaatip, Moses' in elini tuttu.Ve daha sonra
da onun, sevgili esi oldu.

--------------------------------------------------------------------------------
Bir zamanlar, Uzak Doğu'da, artık yaşlandığını ve
yerine geçecek birini seçmesi gerektiğini düşünen bir imparator
varmış. Yardımcılarından ya da çocuklarından birini seçmek yerine;
kendi
yerine geçecek kişiyi değişik bir yolla seçmeye karar vermiş. Bir
gün,
ülkesindeki tüm gençleri çağırmış ve:

"Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti
geldi. Sizlerden birini seçmeye karar verdim." demiş.

Gençler şaşırmışlar, ancak o sürdürmüş:
"Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek
tohum... Ama bu çok özel bir tohum. Evlerinize gidip
onu ekmenizi, sulayıp büyütmenizi istiyorum. Tam bir
yıl sonra büyüttüğünüz o tohumla buraya geleceksiniz.
Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip,
birinizi imparator seçeceğim."

Saraya çağırılan gençlerin arasında Ling adında biri de varmış.
O da diğerleri gibi tohumunu almış...
Evine gidip heyecanla olayı annesine anlatmış.
Annesi bir saksı ve biraz toprak bulup, onun tohumu
ekmesine yardım etmiş. Sonra birlikte dikkatlice
sulamışlar. Her gün sulayıp büyümesini bekliyorlarmış.


Yeterince zaman geçtikten sonra diğer gençler
tohumlarının ne kadar büyüdüğünü anlatırken, Ling
hayal kırıkığı içinde, kendi tohumunda hiçbir
değişiklik olmadığını görüyormuş.

Üç hafta, dört hafta,beş hafta geçmiş... Hâlâ hiçbir
gelişme yokmuş. Diğerleri yetişen bitkilerinden söz
ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu
beceriksiz sanmasından çok endişeleniyormuş.
Arkadaşlarına da hiçbir şey diyemiyor, sabırla
bekliyormuş.
Sonunda bir yıl bitmiş ve gençlerin yetiştirdikleri
bitkileri imparatorun huzuruna götürecekleri gün gelip çatmış.
Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini
söyleyince, annesi ona cesaret verip; saksısını
götürüp dürüst bir şekilde olanları imparatora
anlatmasını istemiş. Ling, pek istemese de, annesinin
sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş.

Saraya varınca arkadaşlarının yetiştirdiği bitkilerin güzellikleri
karşısında şaşırmış.

Sonra imparator gelmiş ve tüm gençleri selamlamış.
Ling, arkalarda bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş.
"Ne büyük bitkiler, çiçekler ve ağaçlar
yetiştirmişsiniz. Bugün biriniz imparator olacak."
demiş imparator.

Aniden arkada elinde boş saksısıyla Ling'i fark etmiş.
Hemen muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş.
Ling çok korkmuş. "Sanırım beceriksizliğimden dolayı
beni öldürtecek."

Ling öne geldiğinde imparator adını sormuş.
"Adım Ling." demiş.

Diğer gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar. İmparator onları
susturmuş. Ling'e ve elindeki saksıya dikkatle bakıp kalabalığa doğru
dönmüş. "Yeni imparatorunuzu selamlayın. Adı Ling!" demiş.

Ling inanamamış. Çünkü tohumunu yeşertememiş bile,
nasıl imparator olurmuş?...

İmparator devam etmiş:
"Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim. Siz
ekip, sulayıp bir yıl sonra getirecektiniz. Ama
hepinize kaynamış tohum vermiştim. Asla büyüyemeyecek
olan... Ling'in dışında herkes ağaçlar, bitkiler ve
çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini fark
edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz.
Sadece Ling içinde benim verdiğim tohum olan boş
saksıyı getirme cesaret ve dürüstlüğünü gösterdi.
Beklentisi gerçekleşmeyince umutsuzluğa kapılsa da, dürüstlüğünden
vazgeçmedi... Onun için yeni imparatorunuz o olacak!"

***
En sade doğrular mı?
Rengârenk yalanlar mı?
Son düzenleyen Blue Blood; 19 Aralık 2005 08:53 Sebep: Flood kuralları ihlal edilmeğe devam ediyor dikkat edin...!

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar