Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 7

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.465 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Ekim 2005       Mesaj #61
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
“Kimseden seni sevmesini bekleyemezsin, sadece seversin; sevebileceği gibi biri olmayı umarak...
İnsan, sevildiği zaman sever sanırdım, en azından nefret etmez bilirdim.
Sponsorlu Bağlantılar
Ben, dileği gerçekleşmemiş biriyim!
Mutlu son diye bir şey yok galiba; mutlu bir birliktelik yaşanmış olsa bile... Bir düşünsene; her son başlangıcıdır hüznün; ya bizim, ya başkaları için...
Ancak, mutlu anlarımız çoksa, mutlu bir hayat yaşadık diyebiliriz; hiç acı çekmeden ölmek kimsenin harcı değil!
Ben, mutlu uyanmıyorum nicedir!
Anlaman zor biliyorum; ama yoruldum işte, her gün, hiç nedenini bilmeden yaptığım bir sürü şeyden...
Güneş, neden doğup battığını biliyor mudur acaba; ya düşünüp, hissetmediği için ne kadar şanslı olduğunu?
Eminim, düşünmek ve hissetmek bir lütuftur diyeceksin; ama öyle değil işte!
Issız bir karanlıkta yolunu şaşırmış aklım ve yapayalnız bir acı peydahlanmış yüreğimde; ben, uzun zamandır yaşayamıyorum kendimle!
Tuhaf değil mi? Yani, ilk kez farkına varmam, vazgeçmenin hiç kolay olmadığını hayattan; ölümle randevuma birkaç saat kala, güneşin batışını izlemem bir uçurumun kıyısında...
Yaşama somurtmuşken, ölüme gülümsemek garip geliyor şu an; insanız ya, hep yitirmek üzereyken anlamalıyız değerini; tam ölüme beş kala “hayat güzel” diye geçirmeliyiz içimizden...
Gel gör ki, hayat güzel olsa da, hayatım güzel değil!
Hem, neden anlatmaya çalışıyorum ki bunları sana? Neden bir şeyler karalarız giderken? “Ben buradaydım!” demek için mi?
Belki de sadece, suçlu hissettirmek için birilerini; bir nevi intikam almak, senden sonra yaşayacak olanlardan...
“Ben acılarımdan kurtuldum, sen çekmeye devam et!” demek...
Yaşamaktan korktuğunu iddia edenlere, “Ama ölümden korkmadım!” diyebilmek için belki de...
Sahi, gerçekten yaşayanlar değil miydi ölümden korkmayanlar?
Ya ben, neden titriyorum şu an?
Bir kütüphanenin, pek ödünç alınmayan kitaplar sırasında, tam da Ümit Yaşar’ın “Galata Kulesi*” şiirinin üstünde, okunmayı bekleyecek bu talihsiz mektup!
Hey sen! Bu şiir kitabını aralayan dostum; belki, tüylerin diken diken olacak bitirdiğinde; kim olduğumu, yaşayıp yaşamadığımı öğrenmek isteyeceksin.
Ya da kötü bir şaka deyip; buruşturup fırlatacaksın bir kenara; ama umarım yapmazsın; bırak bir iz kalsın yaşadığıma dair...
Beni nereye götüreceğini bilmediğim bir gemiye bineceğim birazdan ve ineceğim limanda, bütün acıların biteceğini umuyorum.
“çekmek” için yaşamak, “kurtulmak” için ölmek; “hatırlamak” için yaşamak, “unutmak” için ölmek; aslında, kolay bir seçim!
Tamam kabul ediyorum; o kadar da kolay değil!
Ve sen, bu satırları okuyan dostum, hangi limanda olduğumu asla bilemeyeceksin!”


“Merhaba isimsiz dostum,
Bir süredir ellenmemiş tozlu bir kitapta rastladım sana... Tam da, ne zaman okusam tüylerimi ürperten bir şiirin; bir babanın oğluna yaktığı ağıtın yanı başında...
Ve haklısın, ardından ağıt yakan annen, baban var mıydı ya da ölümle randevuna gittin mi, gitmedin mi merak ettim.
Biliyor olmalısın; Ümit Yaşar, “Çirkin yaşamamak için/Güzel ölmek istedin/Anlıyorum” demişti Vedat’ının ardından; seni anlayan oldu mu, gerçekten bilmek isterdim; yoksa, anlayan olmadığından mı ölüm düştü aklına?
Mektubunu okuyunca, kitabı ödünç aldım; en son üç ay önce alınmış; ama sen olduğunu sanmıyorum; yerinde olsam almazdım. Daha önce defalarca okuduğuna eminim ve mektubunu, özellikle “Galata Kulesi” nin yanına bıraktığına...
Eve gidip, tekrar tekrar okudum her cümleni; sonra, “Galata Kulesi” ni; yaşadığına hükmedip, cevap yazdım mektubuna... Yarın iade edip, birkaç gün sonra mektubunla birlikte koyacağım kitabın arasına... Ne olur ne olmaz, işgüzar bir görevliye rastlayıp gitmesin çöp sepetine...
İtiraf etmeliyim ki, defalarca istemişimdir ölmeyi; acı dayanılmaz geldiğinde kurtuluş gibi görünmüştür gözüme ve bazen, sanılanın aksine; “korkak” değil, “cesur” olmak gerektiğini düşünmüşümdür ölmek için... Bu biraz da, hayatı ve ölümü nasıl algıladığına bağlı galiba...
Yaşamak mücadele etmekse, ölmek teslim olmaktır; bir maceraysa, denemekten, aramaktan vazgeçmek; eğer kuşatılmışsan dört yandan, kendin olamıyor, insan kalamıyorsan; bir başkaldırıdır ölmek, bir isyan! Nedenlerin az, bahanelerin çoksa, kaçmaktır çoğu zaman...
İtiraf etmeliyim ki, emin değilim yaşadığından; sadece umuyorum...
Çünkü, ne zaman Ümit Yaşar’ın “Uyan oğlum, uyan Vedat!” çığlıklarını duysam, vazgeçerim ölmekten...
Çünkü biliyorum ki, sen de çaresizliğini hissediyorsun şiirlerin...
Cevabını bekleyeceğim!


Nazan Danacıoğlu
31/10/2003 “


Bir hafta sonra, mektuplar gitmişti kitabın içinden, küçük bir not vardı “Galata Kulesi” nin yanı başında:
“Merhaba Nazan,
Acılar Denizi/ Vedat’ın Öyküsü’nde bulacaksın hikayemi...
Teşekkür ederim.”


Nazan Danacıoğlu
7/11/2003




*:
GALATA KULESİ
6 Haziran 1973
Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Aydınlıktı, güzeldi dünya
Bir adam düştü o gün Galata Kulesinden
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Ömrünün baharında
Bütün umutlarıyla birlikte
Paramparça oldu
Bir adam düştü Galata Kulesinden
Bu adam benim oğlumdu

Gencecikti Vedat
Işıl ışıldı gözleri
İçi
Bütün insanlar için sevgiyle doluydu
Çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Söndü güneş, karardı yeryüzü bütün
Zaman durdu
Bir adam düştü Galata Kulesinden
Bu adam benim oğlumdu

"Açarken ufkunda güller alevden"
Çıktı, her günkü gibi gülerek evden
Kimseye belli etmedi içindeki yangını
Yürüdü, kendinden emin
Sonsuzluğa doğru
Galata Kulesinde bekliyordu ecel
Bir fincan kahve, bir kadeh konyak
Ölüm yolcusunun son arzusu buydu
Bir adam düştü Galata Kulesinden
Bu adam benim oğlumdu

Küçücüktü bir zaman
Kucağıma alır ninniler söylerdim ona
Uyu oğlum, uyu oğlum, ninni
Bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat
6 Haziran 1973
Galata Kulesinden bir adam attı kendini
Bu nankör insanlara
Bu kalleş dünyaya inat
Simdi yine bir ninni söylüyorum ona
Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat.


Ümit Yaşar OGUZCAN/Yalan Bitti
__BozkurT__ - avatarı
__BozkurT__
Ziyaretçi
31 Ekim 2005       Mesaj #62
__BozkurT__ - avatarı
Ziyaretçi
" Bir bayram arefesiydi; her zamanki gibi abdestlerimizi almış, Hocamızın etrafında hâlelenmiş, kitaplarımızı açmış ve ilim hazinesinden kendi dağarcığımıza aktaracağımız incileri beklemeye koyulmuştuk. O sabah, gözleri yine yaşlı ve bakışları buğuluydu. Birer birer süzdü bizi; nazarlarını gözlerimizle buluşturuyor, sanki gönüllerimizin en gizli noktasına ulaşmak istercesine halkadaki herkese bir müddet bakıyordu. Bu şekilde geçen uzun bir sükût faslından sonra hafifçe tebessüm etti: “Köy görüyorum gözlerinizde, memleket var zihinlerinizde!..“ dedi.

Sponsorlu Bağlantılar
Yedi-sekiz ay olmuştu ailelerimizden ayrılalı ve hepimiz bir-iki günlüğüne de olsa sıla-yı rahim vazifemizi yapmak, anne-babalarımızın ellerini öpmek istiyorduk ama bunu Hocamıza nasıl söyleyeceğimizi, nasıl izin alacağımızı bilemiyorduk. O, sanki içimizi okumuş gibi sözlerine devam etti, “Anne-babanızı özlediniz değil mi? Siz buradasınız ama belki de hayalleriniz onların yanında. Öyle de olmalı zaten. Biliyor musunuz; annem benim için tam bir teselli kaynağı idi. Vefat etmeden önce, zaman zaman anacığımı ziyaret ederdim. Onun yaşlı elleri alnıma, saçlarıma değince bütün dertlerimi unutmuş gibi olurdum. Şimdi onu ne kadar çok arıyorum bir bilseniz. Bazen eksikliğini öyle derinden hissediyorum ki, kendi kendime ‘Ah anacığım, şimdi yanımda olsaydın da başımı dizine koyuverseydim, sen o yumuşacık ellerinle alnıma dokunsaydın ve ben de bütün dertlerimi senin kucağına döküp rahatlasaydım.’ diyorum.”

Bu ifadeler adeta hepimizin bamteline dokunmuştu; her hâli garipliğine emare olan Dertli İnsan ağlıyor, biz de onun gözyaşlarına dem tutuyorduk. Bir aralık nazarlarını uzaklara kilitledi; tekrar iç çekerek konuşmaya durdu: “Ne zaman yalnızlığım ve gurbetim aklıma gelse, Barla dağları çeker beni kendine. Orada bir garip görürüm hayâlen. Yalnız bir adamın silueti belirir zihnimde. Garibâne dağlarda, ağaçların hüzünlü hışırtıları arasında, tek başına, sessiz, kimsesiz iki-üç ay dolaşan, yirmi günde bir, sadece bir-iki misafirden başkasını göremeyen, arasıra hasbihal ettiği dağcılara bile bazen haftalarca hasret kalan dava adamının sesleri uğuldar kulağımda:

‘Yâ Rab, garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem,
Bî-ihtiyarem, el-aman-gûyem, afv-cûyem, meded-hâhem, zidergâhet İlâhî!’

İşte bu ses, bu yanık nağme bütün yalnızlıklarımı unutturur bana ve kendi nefsime döner, ‘Ey Fetih, sen garip değilsin; seninle ağlayıp seninle gülen bu kardeşlerin varken sen gurbette sayılmazsın. Eğer garip görmek istiyorsan Barla dağlarındaki şu yalnız adama bak!’ derim.”

Evet, Hocamız, derdini paylaşan insanların varlığıyla gurbet duygularını bastırsa ve seleflerinin yalnızlığı yanında kendi garipliğini bahse değer bulmasa bile, o da, tıpkı bir ney gibi bütün ömür boyu inlemiş durmuş, Leylâsı bildiği davası uğrunda Mecnûn olup, gönlünde hicran ve hafakan, hep ağlayıp dolaşmıştı diyar diyar; senelerce ne onun gurbeti bitmiş, ne de ufkundaki gurûblar sona ermişti. O da iç içe gurbetleri bütün benliğiyle hissetmişti.
Daha hayatının ilk yıllarında baba ocağından ayrılmış, çok sevdiği ailesinin hasretiyle ömür boyu kıvranmıştı.. ve hele hep hazan yaşayan o talihli anne ebedî bahara yürüyerek bir yâd-ı cemil ve bir rüyâ hâline gelince, gönül inkisarıyla, hep sığındığı kapıya yönelmiş, “Ey her yetimin başını okşayan Efendim, işte ben de hem öksüz hem de yetimim!..” demişti.
Gün gelmiş, ana bildiği vatanından da ayrılmak zorunda kalmış ve işte o zaman sılanın yerini bütün bütün “hüzünlü gurbet” almıştı. Yaşı ilerlemiş, hastalıkları artmıştı ama Edirne’deki o güzel caminin pencere arası ya da İzmir’deki o şirin tahta kulubesi gönlünden hiç çıkmamıştı. Okyanus ötesindeki camisizlik ve ezansızlık gurbeti Süleymaniye, Fatih, Eyyüp Sultan özlemini iyice alevlendirmişti. Neyse ki, odasında, Türkiye'nin değişik yerlerinden gönderilen topraklar vardı ve bazen bu topraklara bakarak, bazen de üzerinde vatan rayihâsı bulunan elbiseleri koklayarak hasret ateşine su serpmeye çalışırdı.

Kendi yurdunda vatansızlık yaşayan bazıları ondaki bu daüssılayı fazla ve mübalağalı bulsalar da o bir Türkiye aşığıydı. Çünkü, onun gönlünde Türkiye, tarih demekti; eşsiz bir medeniyetin beşiğiydi, ecdad diyarıydı, dinin son karakoluydu.. ve onun için vatan, Türkiye'nin vefalı insanları, Anadolu'nun yağız delikanlıları, ikinci ilklerdi. Zaten, onun hicranını derinleştiren de hep onlar değil miydi!

Bir akşam üstüydü. Guruba yaklaşmış güneşin çehresindeki kırışıklıklar gibi, Dertli İnsan’ın yüzünde de keder ifadeleri belirmişti. Odasına giriyor çıkıyor, yanına bir iki arkadaşı çağırıyor, onlara bazı şeyler söylüyor ve sürekli “Zeynep’ten haber var mı?” diye soruyordu. Kimdi bu Zeynep? Onca işinin arasında Hocamızı ayrı bir telaşa düşüren hadise neydi? Bir süre sonra öğreniyorduk ki; Zeynep, eğitim gönüllülerinden biri olarak Asya steplerinde gül yetiştirmek için yollara düşen bir kahramanmış. Bir kaç sene vazife yaptıktan sonra kansere yakalanmış ve hastanede yoğun bakıma alınmış... Aslında, Zeynep kendisine bahçevan olma tutkusunu aşılayan insanı hiç görmemişti. O da Zeynep öğretmeni tanımaz, bilmezdi. Fakat o, yüce bir mefkûre uğruna gitmişti soğuk diyarlara.. nefesiyle ısıtacaktı ayaz geceleri ve kar çiçekleri derecekti gönlündeki sevgiyle erittiği buzlar arasından.. öyleyse o, artık sıradan bir öğretmen değil, aynı duyguyu paylaşanların Zeynep Bacı’sıydı. Senelerden beri yaşlısıyla genciyle, kadını, çocuğu ve erkeğiyle, gönül ve ruh birliği içinde insanlığa hizmet veren bahtiyarların pek çoğu birbirlerini tanımasalar ve hiç karşılaşmış olmasalar bile, her biri şahs-ı mânevinin bir azası, o vücudun bir organıydı. Birinin acısı diğerlerini de kıvrandırırdı. Ama hepsinin derdine ortak olup herkesle beraber inlemek de çoğu zaman Büyük Muzdarip’e düşerdi. O dönemde de, “Zeynep nasıl?” sözünü günlerce dilinden eksik etmeyen insan, gönlünde herkesin elemini birden hissederdi.

Hocamızın gurbetinin önemli bir buudunu ötelere hasret duygusu oluştururdu. “Bu dünyaya gelen kişi âhir yine gitmek gerek / Misafirdir vatanına bir gün sefer etmek gerek.” diyen Yunus ve onun selefleri gibi, o da dünyayı fenâ yurdu ve misafirhane olarak görüyor; Dost iline uçmayı ve dostlarla vuslatı arıyordu. Özünden ve asıl kaynağından ayrı düşen bir ney’in ağlayıp inlemesi gibi, o da bu âlemde garipti ve bir bayram sevinciyle karşılayacağı şeb-i arûsunu bekliyordu. Din ve millet adına bir diriliş özlemi, gül günlerine kavuşma intizarı ve gönülleri rahmet yağmurlarıyla sulama iştiyakıyla beraber ebedle ve Ebedî Dost’la şenlenme arzusu da onun gurbetinin ayrı bir derinliğiydi:

“Gözlerimiz ufukta sürekli tulû bekler,
Mihnetkeş garipleri bir de ünsünle yâd et!
Bahçelerde, bağlarda her zaman güller açsın.!
Gül günlerini artık bizlere de mûtâd et!
Bilmem kaç asır oldu ırmaklar kuruyalı,
Nezdinde hapsettiğin rahmetini âzâd et!
Uçmak için sonsuza güçlü kanat ver bize,
Son arzumuzdur ya Rab, gönlümüzü âbâd et!”

O, gurbetlerin en acısını, dinî ve millî değerlerimizin garipliği karşısında yaşadı. Şanlı fakat tali’siz bir devletin, eşsiz bir medeniyetin çöküşünün hicranını, düşmanlarının gadri ve dostlarının da vefasızlığına mahkum olan İslam’ın kederiyle beraber yudumladı. Dinin ve milletin maruz kaldığı musibetler karşısında duyduğu tahassür o denli derindi ki, çoğu zaman vücudunu vatan edinen hastalıkları ve hiç eksik olmayan meşakkatleri bile unuttu. Sevgi, merhamet ve şefkat düşüncesinin kapı kapı kovulması, düşmanlıkların bir kere daha hortlatılması ve iftiraların ard arda gelmesi karşısında günler ve geceler boyunca acıyla kıvrandı. Hele dinsizlerin dahi söylemediği sözlerin mü’min olduklarını iddia eden kimseler tarafından söylendiğini duyunca yaşadığı gurbet, sadece gözyaşlarını kurutacak değil damarlarındaki kanı bile donduracak kerteye ulaştı. Fakat yine de, onca yıkılış, kırılış ve düşmanlık karşısında üslubunu bozmadı, misliyle karşılık vermeyi düşünmedi, feryâd u figân etmedi; Hazreti Kâdiyü’l-hâcât’a el açıp içini O’na döktü.
Evet, bütün bunlar onun gurbetinin bir kaç buuduydu. Fakat, acaba asrın gurbetini yudumlayan sadece o muydu?
O Büyük Muzdarip, Barla dağlarını seyrededursun; geçen sene, dört beş yıllık yakıcı bir firaktan sonra güzel vatanımıza yolum düşmüştü. Bir kaç ili dolaşıp dert, ızdırap ve aşk u şevk yüklü insanlarla sohbetler etmiş, bazılarının evlerine misafir olmuştum. Nur yüzlü delikanlıların, iffet abidesi bacıların, fedâkar babaların ve müşfik anaların samimiyet ve ihlaslarını görmüş, kirli dünyalardan eteğime bulaşan lekeler kalmışsa üzerimde, onların arasında gözyaşlarıyla temizlemeye çalışmıştım. Onların vakûr hâli, hayırlı işlerin ardında koşma gayretleri ve yüce bir gâyeye adanmışlıkları çok etkileyiciydi. Fakat, onlardan duyduğum en gür ses, en muhrik nağme, en içli yakarış ve en müessir sedâ “Gel gayri!..” inleyişiydi. Onlar şarkıların, türkülerin, ezgilerin güftelerini bile asrın gurbetine uyarlamış, “turnalar”dan dahi haber sorar olmuş ve adeta bir davet korosu oluşturmuşlardı. Kim bilir, sadece şu sözleri kaç evde duydum, şu mısralar eşliğinde kaç gencin yanağından süzülen yaşlara şahit oldum:

“Gece çöker güller solar
Gözlerime yaşlar dolar
Hatıralar bende ağlar
Neredesin Ay yüzlüm!..

Pek çok hâneden bu sesler yükseliyor, gecelerin zülüfleri bu nağmelerle taranıyor ve belki seherlerde seccadeler de bu sözlerden sonra gönül semasından boşanan rahmet katreleriyle yıkanıyordu. Oysa, o zamana kadar, Gül’e yazılmış yüzlerce mektup görmüş; nâmelerin en yanıklarını okumuştum. Fakat, bu defa, yazılsa da sahibine ulaştırılamamış ya da kalblere mahbus kalıp da satırlara yol bulamamış aşkların, sevgilerin, muhabbet ve hasretlerin iki kelimeye sıkıştırıldığını görüyordum:

Neredesin Ayyüzlüm!..

Ne zaman geleceksin hepimizin Ayyüzlüsü!..

Türkiye’de kaldığım onbeş gün boyunca ben de bu sözlerle ve kardeşlerimle beraber ağladım. Vazife mahallime geri döndüğümde büyüklerim ve arkadaşlarım sordular, “Türkiye nasıl, Anadolu insanından ne haber?” diye. Onlara, Bayburtlu Zihni’yi bizce konuşturarak cevap verdim:

“Kudsîler hasretle her zaman ağlar
Vardım ki bağ ağlar bâğubân ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Seydâ bülbül terk edeli bu bağı.”

Evet, Türkiye’de koyu bir hasret vardı.. sevda sevda büyüyen gayretler, bütün samimiyetle ortaya konan gönüller vardı.. Bülbül nağmeleriyle açılmış gonca güller, sadece o yâr için yakılmış, bestekârı meçhul türküler vardı. Gece yarısında iki yaşındaki yavrusunun ellerini avucuna alarak duaya duran anneler; yavuklusundan ya da göznurundan önce o Mazlum’u anarak, onun için ağlayarak yakaran yiğitler vardı. Onlarda, birazı dökülmüş ama çoğu yüreklerde birike birike çağlayana dönüşmüş gözyaşları vardı.

Doğrusu, Ayyüzlü’nün gidişi adeta bir remiz ve bir simgeydi tarihin sayfalarına kayıtlı bütün sürgünlere.. onun ardından akıtılan billur damlalar, aynı zamanda asırlık gurbetler ve bilumum garipler için yakılan en acıklı ağıtların dizelerini nakşediyordu gönüllere.. dudaklardan dökülen “ahhh”lar herkesten önce ulaşıyordu Hira’nın Garibine.. Sevr mağarasından çağlara süzülen gurbet hüznü Barla ormanlarının hicran ve hasretiyle buluşarak yansıyordu suyun ötesine.. bu dert, ızdırap ve firkat tayflarını hisseden, gören ve tadan kudsîler ise, nübüvvet mesleğinin kaderini seyrediyorlardı Son Yolcu’nun seferinde.. seyrediyor ve gariplerin alınyazısına ağlıyorlardı; zaten onlar da, musibet dalgaları arasında yüzüyorlardı bir ömür boyu; onlardı özyurtlarında bile daüssıla yaşayan birer “gurbet çocuğu”...
Demem o ki, asrın gurbeti iki uçlu:
Bir tarafta Ayyüzlü’nün hasret ve hicranı var. Onun ufkunda taze bir bahar bulunsa da, mesuliyet duygusu sanki sırtında müthiş bir dağ.. bazen gözlerinde sevinç olsa da, sînesini dolduruyor daima ürperten acılar.. o, gülleri soldurmamak, yumurtaları kırdırmamak telaşıyla her lâhza ayrı bir zakkum ağacı yudumluyor; ızdıraplarla sürüp giden bir upuzun yolculukta gam yükünü çekiyor ama derdini de çok seviyor. Yaratan’dan gelene razı, “nârın da hoş, nurun da” diyor ve bazen gözyaşlarını kalemine mürekkep yaparak yazdığı mübarek mektupları hasretlilerine uğurluyor, onlarla dertleşiyor. Çevresini saran buğulu hüzünler arasında her gün birkaç kere, "vedâ” demek istese de bu yaban ellere, o bizi düşünüyor; o bizi düşünüyor...

Diğer tarafta da, “Selam olsun kardeşlerime!..” muştusunun muhatabı bu çağın bahtiyarları ve onların gurbetleri var. Nâdanlar “organize” diyedursun, onlar garazsız ve ivazsız, aynı düşünce ve duygunun aşıkları olarak beraberce bir “mum macerası” yaşıyorlar. Karanlığa sövmek değil onların şiarı; en ücra köşelerde bile bir ocak tüttürüyor, belki yanıyor ve eriyor ama mutlaka etraflarını aydınlatıyorlar. Evet, özlüyorlar, hem de çok özlüyorlar. Yanarken, erirken bile, “ ana” diyor, “yâr” diyor ve bir de onu, en çok onu düşlüyorlar..

Aslında kıymetine uygun olarak dile getirmek ve tam tavsif etmek imkansız bu hicranı. Çünkü gurbet bir olsa da garipler binlerce. Her birinin duyuşu, sezişi ve hissedişi de farklı farklı. “Öyleyse bu satırlar neden?” demeyin. Sadece “Asrın Mazlumu” terkibi bile neler neler ilham eder vicdanı genişlere. Bir büyüğümüzün kitabının başına yazdığı gibi bu satırlar sadece yerimizi belirleme ve halimizi ifade:

Ey Ayyüzlümüz!..

Biliriz, biz önceden bilmezdik ama senden öğrendik, şimdi biliriz; bütün bu gurbetlerin de bir ilacı var: “Allah bize yeter, O ne güzel dost, O ne güzel vekîldir” inancı bu ilacın önemli bir unsuru. Ne kadar yalnız ve birbirimizden uzak olsak da kimsesiz değiliz; daima kalbimizde Rahman’ın lütfu, Kur’an’ın feyzi ve imanın nuru.
Sen, mü’minleri hiç mahcup etmedin, etmezsin; öyleyse, sana kim ne derse desin.. bizim de saçlarımız adedince başlarımız bulunsa ve her gün biri kesilse, hayatımızın biricik gayesi bildiğimiz insanlığa hizmet etme yolundan çekilmeyecek ve dünyayı başımıza ateş yapsalar, seni ve davanı sevmekten vaz geçmeyeceğiz. Sana atılan çamurları gözyaşlarımızla yıkayacak ve senin dâmeninde leke barındırmayacağız. Sen bize hep “müsbet hareket edin” dedin, asayiş telkin ettin. Biz kollarımızı asla kavga için kaldırmayacağız ama Yüce Dergâh’a açık ellerimiz, senin hüznünle kırık gönüllerimiz, yanaklarımızdan akan domur domur damlalarımız ve sabilerimizin dillerinden dökülen dualarımızla sana düşmanlık edenlerin karşısında olacak; bunu yaparken de sevgi mesleğinin öğretilerine sadık kalacağız.

Hem değil mi ki; “Birimiz dünyada, birimiz ahirette, birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz şimalde, birimiz cenupta olsak da, biz yine birbirimizle beraberiz.” Öyleyse, belki garipleriz ama asla yalnız ve kimsesiz değiliz. Bazılarımız seni hiç görmedik, huzurundan feyz dermedik; fakat değil mi ki, biz aynı duygu ve düşünce çizgisindeyiz, inanıyoruz burada olmasa da ötede mutlaka birlikteyiz. Şerirlerce kirletilen şu asırda günahlara karşı durmamız ve ötede kurtulmamız için bundan başka vesile bilmiyor, sadece seninle aynı çizgide olma istek ve gayretimize ümit bağlıyoruz.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Kasım 2005       Mesaj #63
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ege' de bir efsane vardır; " Hilal' in gözüktüğü ilk gece, yıldızların altında denize dileğinizi iletirseniz, deniz size mutlaka geri döner ve dileğinizi yerine getirir... "
Gülay, iskelenin ucuna doğru yürümeye başladı. Güneş, batmaya hazırlanıyordu ve deniz oldukça dalgalıydı. Dalgalar zaman zaman iskeleyi aşıp, ayak bileklerini ıslatıyordu. Yavaş ve donuk gözlerle, iskelenin ucuna kadar yürüdü ve durdu. Yavaş hareketlerle oturarak ayaklarını denize bıraktı. Bacakları ıslanıyor, arada bir gelen dalgalarla da baldırlarına kadar ıslanıyordu. Gözlerini kısarak ufuğa baktı. Turuncu ve kırmızının karışımından oluşan karışım, hafif hafif karanlık maviye karışıyor ve bulutların arasından karşıdaki adalar gözüküyordu. Gökyüzünde bulutlar simetrik bir şekilde duruyorlar ve çok hafif bir şekilde ilerliyorlardı.

Gülay bir İstanbul çocuğuydu. Genç yaşta âşık olmuş, okuduğu üniversiteyi sevdiği adamla evlenmek için bırakmıştı. Çok kısa bir zamanda hazırlıklarını tamamlamışlar ve sade bir düğünle evlenmişlerdi. Evliliklerinde, kimsenin çözemediği bir mutluluk sırrı vardı. Onlar hiç tartışmaz, kavga etmez ve daima iyi geçinirlerdi. Herkes bunu kötüye yorsa bile, onlar böylesine mutlu ve huzurlu iki sene geçirmişler, iki bin sene daha geçirmeye yetecek kadar da yanlarında sevgi biriktirmişlerdi. Mutluluk sırları eşinin trafik kazasında hayatını kaybetmesiyle son buldu. Gülay, adeta yıkılmış ve erimişti. Kazadan aylar sonra bile halen eşinin eve döneceğini düşünür, her akşam onu karşılamak için en güzel kıyafetlerini giyerdi. Gece olduğu halde halen eşi eve gelmeyince, sinir krizleri geçirir, ağlayarak sabahı bulurdu. Ailesi bir süre sonra Gülay' ı yanına almıştı. Daha sonraları iyice içine kapanan genç kadın, zamanla insanlarla konuşmayı bile bırakmış ve sadece dalgın dalgın düşünür olmuştu. Böyle zor geçen 1 senenin ardından Gülay psikolojik tedavi görmeye başlamış ve ilaçlarla yaşamaya alışmıştı. İlaçlar onu bol bol uyutuyordu. Uyandığı zamanlarda karnını doyuruyor, eşine mektuplar yazıyor ve akşamları erken saatlerde tekrar uykuya dalıyordu. Bir süre sonra uyku ilaçlarının müptelası olan genç kadın, doktor tavsiyesiyle, ailesi ile birlikte Çanakkale' ye taşındı. Evleri Çanakkale yolu üzerinde bir köyün biraz uzağındaydı. Evlerinin hemen arkasında yükselen yüksek dağlar ağaçlarla kaplıydı. Evlerinin hemen önünde ufak bir bahçeleri ve deniz balkonları vardı. Bahçenin önünde taşlıkla kaplı bir sahil ve hemen ilerisinde deniz vardı. Gülay denize girmeyi çok sevmesine rağmen, buraya taşındıklarından beri hiç denize girmemişti. Gündüzleri bahçedeki çiçekler ve ağaçlar ile uğraşıyor, ailesinin sohbetlerini dinliyor ve akşamları deniz balkonlarında eşine mektuplar yazıyordu.

Ayaklarına gelen suyun soğukluğu ile irkildi. Hava iyice kararmaya yüz tutmuş ve az önceki o güzel renk karışımı, yerini sise bırakmıştı. Deniz biraz daha durgunlaşmış ve dalgalar yerini ufak çırpıntılara bırakmıştı. Burada her insan mutluluğu tadabilirdi çünkü doğanın güzelliklerini her saat görebilirdiniz. Sabahları adeta bir havuz gibi sakin olan denizde yürüyerek bile balıkları seyredebilir, akşamları çıkan rüzgârlar ile ruhunuzun en derinliklerinde yolculuklara çıkabilirdiniz. Fakat bunlar genç kadını mutlu etmeye yetmiyordu. O, eşinin ölümüyle birlikte sanki bir yarısını da kaybetmişti. Gördüğü her güzelliği ve tadına baktığı her mutluluğu onunla paylaşmadığı sürece, ne anlamı vardı bu güzelliklerin? İçi her zamanki gibi, kara bulutlarla kaplanmıştı. Ufukta görebildiği son noktayı seçmeye çalışıyor ve amansız bir şekilde içinin yandığını hissediyordu. Bu acımasız olay neden onun başına gelmişti? Devamlı mutluluğunun neden ve kimin tarafından kıskanılıp, yok edildiğini düşünüyor fakat bir türlü düşüncelerini bir yere bağlayamıyordu. Eşini her düşünüşünde, ona bir daha dokunamayacağını, bir daha öpemeyeceğini ve bir daha asla onun kokusunu koklayamayacağını fark ediyor ve bu düşünce yüreğini sıkıyordu. Kurtulmak için çırpınsa bile kurtulamıyor, çevresinde ki her şeyin bir çaresizlik çemberiyle sarıldığını hissediyordu. Her gece uyurken, rüyasında eşi ile buluşacağını düşünüyor ve bu düşünce onun karanlıklarında, sıcak ve parlak bir ışık oluşturuyordu. Bu ümitle uykuya dalıyor, fakat bir türlü eşini rüyasında göremiyordu.

Rüyasında onu görebilmek için bir çok yol denemiş fakat hiç birinde başarılı olamamıştı. Bu onu gitgide daha da ruhunun derinliklerine götürüyor, saatlerce boş boş düşünmekten başka bir şey yapmıyordu. Ailesi bu duruma çok fazla üzülüyor, biricik kızlarının tekrar eski haline gelmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Lakin hiç biri genç kadının yüzünü güldürmüyordu, o sanki intihar etmeyi gururuna yediremediğinden dolayı sadece yaşamını sürdüren biri haline gelmişti. Bu durumdan nasıl ve ne zaman çıkacağını hiç kimse bilmiyor fakat bunun böyle sürüp gidemeyeceğini tahmin ediyorlardı. Buraya geldiklerinden beri ilaçlarını da kullanmıyordu. Ailesi, onu ilaç kullandığı zamanlardan daha iyi görüyordu. Çünkü kızları ilaç kullanırken devamlı uyuyor, söylenen hiç birşeyi anlamıyor ve daima hasta gibi oluyordu. Oysa şimdi, sabah erken kalkıyor, bahçeyle uğraşıyor, deniz kenarında oturuyor ve alışagelmiş mektuplarını yazıyordu. Onlar için bu bile, oldukça iyi bir gelişmeydi.

Gülay iskeleden kalktı ve eve doğru yürümeye başladı. Sahilde ki taşlardan dolayı düzgün yürüyemiyor ve yalpalıyordu. Çocukluğundan beri buraya gelip gittiklerinden, denize dair olan tüm hikâyeleri bilirdi. Yarın ay hilal şeklini alacaktı ve genç kadın bir dilek dileyecekti. Eve ulaştığında akşam yemeği hazırlanmıştı. Sessiz bir şekilde yemeğini yedi ve odasına çekildi. Yarın için içi umutla dolmuştu. Kim bilir belki gerçekten deniz ona geri döner ve isteğini yerine getirirdi. Bu düşüncelerin verdiği garip bir huzurla uykuya daldı.

Sabah uyandığında henüz güneş yeni doğuyordu. Uzun zamandır yaptığı gevşek hareketlerin tersine, büyük bir çeviklikle yatağından sıçradı. Üzerini değiştirip yatağını ve odasını topladı. Kahvaltısını yaptıktan sonra her zamanki gibi bahçedeki çiçeklerle ilgilenmeye başladı. Çiçeklerin hepsi bugün daha bir canlıydılar. Gülümsemeyi unutan yüzü ile onlara gülümsedi ve her biriyle tek tek ilgilenmeye başladı. Diplerini temizliyor, sularını veriyor ve hepsine birer öpücük konduruyordu. Gülay' ı balkondan izleyen annesi ve babası birbirlerine sarıldılar. Onu böyle görmek onları çok mutlu etmişti. Akşama doğru genç kadın deniz balkonuna gitti ve büyük bir titizlikle kâğıdı önüne yerleştirip, kalemini çantasından çıkardı. Yazacağı her kelimeyi özenle seçmeliydi. Düşüncelerini netleştirdi ve yazısına başladı ;

" Sevgili Deniz, Bilirsin, çocukluğumdan beri devamlı seninleyim. Tatil için geldiğimiz zamanlarda saatlerce seninle dans eder, İstanbul' a döndüğümüzde devamlı seni izlerdim. Sen kimi zaman durgun, kimi zaman neşeli olurdun. Hep bunu çözmeye çalıştım ve artık çözdüğümü sanıyorum. Sanırım sen aya âşıksın deniz. Ne zaman ay çıksa, onun ışıklarını alıp, binlerce yakutmuş gibi yansıtıyorsun. Rüzgâr ile konuşuyor, kıyı ile oyunlar oynuyorsun. Akşamları kimseye içini göstermiyor, adeta içine bakmaya çalışan olursa, sendeki aşkı göreceklermiş gibi kendini saklıyorsun. Fakat sabahları ayın yerini güneşe bırakmasıyla birlikte durgunlaşıyor, kendini unutuyorsun. Akşama kadar böyle zaman geçirip, akşam kendini aya hazırlıyorsun. Kimi zamanlar rüzgâr şiddetleniyor ve bulutlar ayı kapatıyor. Böyle zamanlarda, sevdiğini göremediğin için oldukça sinirleniyor ve içinde ne bulursan darmadağın ediyorsun. Ben senin öfkeni kıyılara vurduğun tekmelerden bile anlıyorum denizim. İnan bana, belki de seni benden iyi anlayacak kimse yoktur...

Söyle bana denizim, bir gün ayın hiç bir zaman doğmayacağını anlasan ne yapardın? Bir daha hiç yakamozlar oluşturamayacağını, onunla olan sevginizin içinde olmasına rağmen onu asla göremeyeceğini bilsen ne düşünür, ne hissederdin? Eminim ki öfkeyle buraları yıkardın ve bir daha hiç yüzün gülmezdi. İşte sevdiğini kaybetmek böyle birşey denizim. Sen ayını asla kaybetmeyeceksin ama ben güneşimi kaybettim. Onu her düşündüğümde içim ağlıyor, yaşam duruyor. Hiç bir şey yapmak istemiyorum. Bedenimi yırtmak ve gökyüzüne yükselmek, her neredeyse onu bulmak istiyorum. Lakin hiç bir şekilde onu tekrar göremiyor ve ona tekrar sarılamıyorum. Anlattıklarımı her gün az çok gözlerimden anladığını farz ediyorum. Bu yüzden sana yazmaya ve senden yardım istemeye karar verdim denizim. Hilal' in göründüğü ve senin en sevinçli olduğun bugün senden bir dileğim olacak. Beni sevdiğime kavuştur denizim. Bir defalığına bile olsa onu görmek istiyorum. Beni aydınlatan, neşemi yerine getiren ve zamanla hayatımın anlamı olmuş o gülümseyişini görmek istiyorum. Artık buralarda daha fazla onsuz kalmak istemiyorum. Ne olur denizim, beni onunla buluştur. Onu görmeme ve bir defacık dahi olsa sarılmama aracı ol. Beni anlayacağını umut ediyor ve bana dileğim ile ilgili geri dönmeni bekliyorum... "

Gülay, mektubunu dikkatle katladı ve göğsüne yerleştirdi. Akşam yemeğini yedikten sonra iskeleye çıkarak bir süre karanlıkta hiç bir ışığın meydana getiremeyeceği o güzel yakamozu izledi. Ardından yaşlı gözlerle dileğini denize bıraktı ve gözlerini kapattı. Sanki deniz dileğini hemen yerine getirecek gibi hissediyordu. Sanki gözlerini açsa, sevdiğini karşısında görecek ve bu doğaüstü olaya deniz neden olacaktı. Yavaşça gözlerini açtı ama sevdiğini göremedi. Gözlerinden bir kaç damla yaş, denize damladı. Genç kadın büyük bir hüzünle yürüyerek evine gitti ve kimsenin yüzüne dahi bakmadan odasına kapandı. Ağladı, ağladı, ağladı... Hayat, yaşanılabilecek bir olgu olmaktan çıkmış ve adeta bir çileye dönüşmüştü. Buna daha fazla sabredemiyordu. Fakat aksi yönde de yapabilecek hiç bir şeyi yoktu. Kalbi daralıyor ve nefes alması zorlaşıyordu. Derin derin nefes alarak kendine gelmeye çalıştı fakat her nefes alışında göğsü sızlıyor adeta nefes alırken bedeni yırtınıyordu. Hırıltılar çıkarmaya başladı. Hızlı hızlı öksürdü ve bir süre sonra kendine geldi. Oldukça halsiz kalmıştı, yatağına uzandı gözlerini kapattı.

Gece uykusunda bir rüzgâr hissetti. Galiba balkon kapısını açık unutmuştu. Ama kalkıp kapatabilecek hali de yoktu. Rüzgâr ayaklarından beline doğru ilerledi ve göğsünden başına kadar inanılmaz bir yumuşaklıkla esip gitti. Gülay, rüzgâr ile birlikte muhteşem bir huzur duygusuna sarınmıştı. Gözlerini açtı. Gördüklerine inanamayıp, gözlerini tekrar kapatıp açtı. Denizin ortasındaydı. Sahilden bir hayli uzakta olmasına rağmen evlerini zar zor görebiliyordu. Denizde yürüyebiliyor ve koşabiliyordu. Büyük bir sevinçle oradan oraya koşup durdu, kendince rüyasının tadını çıkartıyordu. " Gülay... " Duyduğu sesle irkildi. Ses tam arkasından geliyordu ve yıllardır hasret kaldığı bir sesti. Hızla arkasını döndü. Kocası yüzünde o bilindik gülümsemesiyle kendisine bakıyordu. Hiç bir şey diyemeden, hasretle kocasına sarıldı. İşte dileği gerçek olmuştu, onca zamandır başaramadığı şeyi deniz başarmıştı. Kocasının kollarından ayrılmadan tüm gücüyle onu sıktı. Kokusunu öylesine özlemişti ki, yıllarca böyle durabilirdi. " Ah seni öyle özledim, öyle bekledim ki.. " Eşi yanıt vermeden onun yüzüne baktı. Gözlerinde hafif bir keder vardı. Genç kadın, gayet iyi tanıdığı kocasının yüzündeki gülümsemesinin ardına saklanmış, gözlerindeki kederi hemen fark etmiş ve onunda yıllardır kendisini özlediğini düşünmüştü. Onu görmenin verdiği sevinçle hiç bir şey düşünemiyordu. Kocasına tekrar sarıldı, onu tekrar kokladı. Hiç uyanmak istemiyor, kalan tüm yaşamı boyunca bu rüyanın devam etmesini istiyordu. Yılların verdiği özlem ve hasretle saatlerce konuştular. Birbirlerini ne kadar özlediklerini, birisinin olmadığı yaşamda diğerinin eksikliğinin nasıl hissedildiğini anlatıp durdular. Her ikisi de heyecanlı ve sevinçliydi. Bir o kadarda hüzünlüydüler. Genç kadın güneş ufuktan yavaş yavaş doğarken, gözlerini bakmaya doyamadığı kocasından alarak denize çevirdi ve ağlamaya başladı. Kocası " Ağlama... " dedi. Ağlamaması imkânsızdı, birazdan uyanacak ve bu güzel gece sona erecekti. Bir ay boyunca yine kocasına hasret kalacaktı. Ona hızlı hızlı yine mektup yazacağını, hiç durmayacağını, her ay hilali sabırsızlıkla bekleyeceğini söyledi. Kocası elleriyle karısının ağzını kapattı. Gözlerinde garip bir bakış vardı. Gülay' ı öptü. " Gitme desem de, gideceksin, fakat döneceğinde unutma, burada seni bekliyor olacağım... " dedi. Güneş doğmuştu, Gülay artık uyanması gerektiğini ve uyanmazsa ailesinin endişeleneceğinden, onu zorla uyandıracaklarından, bu güzel rüyanın sarsıntılarla bitmesini istemediğinden bahsetti. Ona son defa sarılarak, denizin üzerinden yürümeye başladı. Evine doğru yaklaştıkça yüreği sızlıyordu. Ara ara arkasına bakıyor ve kocasının orada beklediğini görmek içine tarifi imkânsız bir huzur veriyordu. Gözyaşları içerisinde sahile çıktı ve evlerinin önündeki kalabalığı fark etti. Biraz daha yaklaşınca, kulakları annesinin feryatlarıyla çınladı...

" Gülay, Gülaaay, Gülaaaay.... "
caglayannet - avatarı
caglayannet
Ziyaretçi
1 Kasım 2005       Mesaj #64
caglayannet - avatarı
Ziyaretçi
Iki Arkadas
Iki tane çok iyi arkadas varmis. Bunlar üniversite yillarinda tanismislar. Okul bitince biri memleketine yani mardine gitmis, digeri isi Istanbul'da kalmis.
Istanbullu bir gün mardine gitmis arkadasini ziyaret etmek için. Arkadasinin evinde kalirken binada bir kiz görmüs. Arkadasina sormus ve o da onun komsunun kizi oldugunu söylemis. Istanbullu geri dönmek zorunda kalmis. Mardinli isi ayarlamis ve Istanbullu gelip o begendigi kizla evlenmis. Bir zaman sonra Mardinlinin isleri bozulmus. Tek çare, otobüse atlamis ve durumu çok iyi olan arkadasinin yanina gitmis. Sirketin kapisindan girmis ve dogruca sekretere çikmis. Adini vermis ve odaya girmek için hazirlanmis. Sekreter onu engellemis ve patronun böyle birini tanimadigini söylemis. Mardinli çikmis disari. Battigina mi yansin, arkadasindan yedigi kaziga mi yansin, dolanip durmus.
Yolda bir ihtiyar bunu durdurmus. Ne derdinin oldugunu sormus. Önce birsey söylememis ama sonra bütün olayi anlatmis. Yasli adam, "Ben yasliyim ve miras birakacak hiç kimsem yok. Senin istedigin parayi ben vereyim sana. Ama borç olarak degil. Sanki benim oglummussun gibi. Zaten hiç oglum olmadi" demis .Önce kabul etmemis mardinli, sonra israra dayanamamis. Memleketine dönmüs. Islerini düzeltmis ve ülkenin sayili zenginleri arasina katilmis.
Bir gün bir davete katilmak için Istanbula geçmis. Orada eski arkadasina rastlamis. Ne kadar kaçinsalar da bir araya gelmek zorunda kalmislar. Ve aralarinda söyle bir konusma geçmis:
-O gün zor durumdaydim. Yanina geldim. Ama beni taninamazliktan geldin. Niye?
-O gün benden çiktiktan sonra yasli bir adama rastladin degil mi?
-Evet. Sen nereden biliyorsun bunu?
-O benim babamdi. Senin geldigini duyunca durdum düsündüm. Eger sana borç verseydim. Ömür boyu karsimda boynu bükük kalacaktin. Bunun olmasini istemedim. Bu yüzden hemen pesinden babami gönderdim. Babamin sana verdigi para benim paramdi.
-Himmm. Senin karin var ya
-Evet
-Benim nisanlimdi...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Kasım 2005       Mesaj #65
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Genç kız feci bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Yaralı kalbi artık bu dünyaya
daha fazla dayanamamaya başlamıştı. Çok zengin olan ailesi tüm gazetelere,
kalp nakli için ilân vermişlerdi... Canını feda edecek birini arıyorlardı...
Genç kız ise her gün hastane odasında biraz daha solmaktaydı.

Yine yalnızdı odasında, gözü yaşlı, boynu bükük ölümü bekliyordu...
Gözlerini kapadı, bu küçük odada gözyaşı dökmekten bıkmıştı... Yine de
engel olamadı pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. Sevdiği geldi aklına,
fakir ama onu seven sevgilisi... Her gün aynı şeyleri düşünüyor,
anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu...

"Param yok ama sana verebileceğim sevgi dolu bir kalbim var" demişti
delikanlı... Genç kızda zaten başka birşey istemiyordu...Sevgiye muhtaç biri,
sevdiğinin sevgisinden başka ne isteyebilirdi ki... Ama olmamıştı işte,
dünyalar kadar olan sevgilerinin arasına, o lanet olasıca para girmeyi bilmiş,
onları ayırmıştı... İşte paranın geçmediği zamanlara gelmişlerdi...
Ne önemi vardı artık? Şu son günlerinde, sevdiği yanında olsa yeterdi...

Ayrılıklarından bu yana beş bitmeyen, çile dolu yıl geçmişti...Her günü zehir,
her günü hüsran... Ama genç kız hep sevgisini yüreğinde taşımış, kalbini
kimseyle paylaşmamıştı. Sevdiğini düşündü işte o an.. Acaba o neler yapmıştı
bu kadar sene boyunca.. Kimbilir kiminle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı...
Gözlerinden bir damla yaş daha damladı kurumuş, bitmiş ellerine. Ellerine baktı,
bir zamanlar ellerinin, elerini tuttuğunu hayal edip, her gün saatlerce ellerini
seyrederdi... En çok da saçlarının dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdiği öpmüş,
koklamıştı onları. Her bir tanesi koptuğunda, kalbine bir ok daha saplanıyordu.
Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Belki sevdiği yanında olsa,
kalbi bu kadar yorulup, veda etmezdi yaşama... Zaten artık ölüm umrunda
değildi genç kızın. Sevdiğinden ayrı yaşamanın ölümden ne farkı vardı ki...

Tekrar o geldi aklına... Keşke keşke yanımda olsa dedi. Son bir kez elini tutsa
yeterdi. Gözlerini son bir kez öpse, rahatça ebediyen gözlerini kapatabilirdi artık...
Gözleri pınar gibi çağlamaya başladı. Sevdiğini son bir kez göremeden ölmek
istemiyordu.. Ufak da olsa ondan bi hatırasını almadan bu dünyadan göçmek
istemiyordu... Sevdiği, kimbilir kiminle beraberdi? Kendi, sevgi dolu kalbini kimseyle
paylaşmayı düşünmemişti bile ama acaba o paylaşmış mıydı? Onun sevgisini
silmiş atmış mıydı acaba kalbinden? İçi birden nefretle doldu. Üstüne büyük bir
ağırlık çöktü. Onu düşündükçe her dakikasının zehir olması artık çok daha
ağır geliyordu genç kıza... Ölmek istedi, artık yaşamak istemiyordu bu dünyada...
Ama sevdiğinden bir hatıra almadan ölmeyeceğine and içmişti.

Tekrar gözlerini açtı. Kimbilir belki de sevdiği onu unutmuştu.. Bu düşünceler
içinde daldı... Birden babası girdi odaya, kızına kalp nakli için bir gönüllü
bulduklarını müjdeleyecekti. Fakat genç kız çoktan uykuya dalmıştı...
Bir meleği andıran masum yüzü, sevdiğinin özleminden sırılsıklamdı...

O gece biri gözlerini dünyaya kapadı, genç kız ameliyata alındı. Tekleyen ve
görevini yerine getirmeyen kalbi değiştirilmişti. Bir hafta sonra tekrar gözlerini
açtı dünyaya genç kız. Ama dünya daha farklı geldi ona. Sanki bir şeyler eksikti...

Aradan aylar geçmiş genç kız artık iyice iyileşmişti. Ama içindeki burukluğu bir
türlü atamıyordu. Sevdiği aklına gelince kalbi eskisinden daha çok sızlıyordu...
Bir kere, bir kere görebilsem diye mırıldandı... Kalbi yine sızlamaya başlamıştı.
Yeni kalbi onu iyileştirmişti ama nedense her gece aniden hızlanıyor, onu
uykusundan uyandırıyor ve sanki yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyordu...
Genç kız bir anlam veremediği bu durumu doktora anlatmıştı ama
ameliyatı kolay değildi, bir aya kalmadan geçer demişti doktor.

Aylar geçmişti ama hâlâ aynıydı durum. Çiçeklerinin yanına gitti. Her gün
onlarla saatlerce dertleşiyor, zaman zaman ağlıyordu onlara.. En çok kan
kırmızısı gülünü seviyordu. Çünkü kırmızı gülün onun için yeri apayrı idi.
O da genç kızla beraber gülüyor, onunla beraber ağlıyordu. Onu sevdiği gibi
görüyordu genç kız. Ve gülünü sevdiğini ilk gördüğünde ona hediye edeceğine
dair yemin etmişti. Başka türlü paylaşamazdı gülünü kimseyle...

Kapı çaldı aniden. Kapıyı açtı ama kimse yoktu. Gözü yerdeki beyaz zarfa ilişti.
Yavaşça eğilip zarfı yerden aldı. Birden kalbi deli gibi atmaya başladı. Ne
olduğunu anlayamıyordu. Zarfın üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardı.
Zarfı açtı, içinden beyaz bir kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Kalbi daha hızlı
atmaya başladı. Onun kokusu vardı kağıtta. Evet, onun kokusu vardı.
Yıllar yılı özlemini çektiği, yanında olabilmek için canını bile verebileceği
sevdiğinin kokusu vardı mektupta... Başı dönmeye başladı. Koltuğuna geçip
oturdu yavaşça... Kağıdı açtı ve elleri titreyerek okumaya başladı.

"Sevgilim, senden ayrıldıktan sonra, bir kalbe iki sevginin sığmayacağını
bildiğimden dolayı, ne bir kimseyi sevebildim, nede kimseye bakabildim... Her
günüm diğerinden daha zor geçti, çünkü her gün özlemin daha da artıyordu...

Sana kitapları dolduracak kadar şiirler yazdım. Her biri diğerinden daha da
hüzünlüydü. Yazdım, okudum, ağladım... Her gün yazdım, her gün okudum, senelerce
ağladım... Her gece seni düşündüm sabahlara kadar, her gece senin yanında
olmayı istedim. Ve her gece sensizliğe lanet ettim, uykuları haram ettim kendime,
sensiz olmanın acısını gözlerimden çıkardım... Ve bir gün her şeyi değiştirecek
bir fırsat çıktı önüme. Bunu fırsatı değerlendirmeyip, kendime haksızlık edemezdim.
Ve değerlendirdim... Senden çok uzaklara gittim, belki seni unuturum diye...
Ama tam tersi oldu. Seni daha çok özlüyorum artık...

Senden çok uzaklardayım belki ama yine de seni görmek için uzaklardan
gelebiliyorum. Hem de her gece...Seni seviyor, seyrediyor ve eğilip sen uyurken
yanağına bir öpücük konduruyorum.. Bazen gözlerini açıp bakıyorsun, geldiğimi
bildiğini sanıyorum ama yine o tatlı uykuna geri dönüyorsun. Yarın birbirimizi
sevmemizin altıncı senesi... Hep ben geldim şimdiye kadar senin yanına, yarın da
sen gel olur mu sevgilim.. Ha, unutmadan, sana hep sözünü ettiğim, kalbime iyi bak
olur mu? Çünkü göz yaşlarımla, adını yazdım ona... Seni senden bile çok seven bir
sevgi var kalbinin içinde unutma. Kırmızı gülü de unutma olur mu?
Seni Seviyorum, Yanıma Gelinceye Kadar da Seveceğim...

SEVGİLİN
Son düzenleyen PLaYY; 2 Kasım 2005 04:56
caglayannet - avatarı
caglayannet
Ziyaretçi
2 Kasım 2005       Mesaj #66
caglayannet - avatarı
Ziyaretçi
PASTA
Firina geldigimde, ortalikta ekmek görünmüyordu.Eski bir dostum olan

firinci:
- Biraz bekleyeceksin hocam, dedi.Iki-üç dakikaya kadar çikartiyorum.
Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken,içeriye yaslica bir adamin
girdigini gördüm. Eskimis ceketinin sol yakasi altinda bir madalya
parildiyor ve yürürken hafifçe topalliyordu. Selâm verdikten sonra:
- Ekmeklerimi alayim, dedi. Benim ikizler acikmistir.
Firinci,adamin kendisine uzattigi torbayi alarak tezgâhin altina egildi ve
bir gün öncesine ait oldugu anlasilan ekmeklerden dört bes tane
koydu.Ekmeklerden bazilarinin alti yanmis, bazilari da her nedense seklini
kaybetmisti.Firinciya dogru sokularak:
- Neden taze ekmek vermiyorsun? dedim. Biraz sonra çikacak ya!..
Firinci:
- Bozuk ekmekleri kendisi istiyor,dedi.Çok fakir oldugundan, ona yari
fiyatina veriyorum.
- Kim bu adam? diye sordum.
- Kore gâzilerinden,dedi.Ogluyla gelini bir trafik kazasinda vefat
edince,ikiz torunlarini yanina almisti.Yillardir onlara bakiyor,hem de çok
az bir maasla.
Firincinin anlattiklari karsisinda içimin yandigini hissediyor ve ufak da
olsa bir seyler yapmak istiyordum.
- Aradaki farki ben vereyim, dedim. Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler.
Firinci, teklifimi kabul etti ve biraz sonra çikan sicak ekmekleri büyük
bir umursamazlikla adamin torbasina doldururken:
- Çok sanslisin haci amca, dedi. Çocuklar için bugün sana pasta gibi ekmek
verecegim.
Yasli adam, bir evlât sevgisiyle kucakladigi torbayi gögsüne bastirirken:


- Allah senden razi olsun evlâdim,dedi.Bugün onlarin dogum günleri oldugunu nereden anladin?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Kasım 2005       Mesaj #67
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir kiz ve bir delikanli, bir motosikletin üzerinde
>> > 180 Km hizla
>> > gidiyorlar ve aralarinda söyle bir konusma geçiyor;
>> >
>> > Kiz : Lütfen yavasla, ben korkuyorum
>> >
>> > Delikanli : Hayir, bak ne kadar eglenceli
>> >
>> > Kiz : Lütfen, lütfen, çok korkuyorum
>> >
>> > Delikanli : Peki, beni sevdigini söyle
>> >
>> > Kiz : Seni çok seviyorum, lütfen yavasla
>> >
>> > Delikanli : Simdi de bana sikica saril
>> >
>> > * Kiz delikanliya sikica sarilir
>> >
>> > Delikanli : Sapkami alip, kendine takar misin?
>> > Basimi çok *****..
>> >
>> > Ertesi gün gazetelerde söyle bir haber çikti:
>> > Motorsiklet Kazasi;
>> > Motorsiklet, fren arizasi nedeniyle, bir binaya
>> > çarpti. Üzerindeki 2
>> > kisiden sadece biri kurtuldu.
>> >
>> > Gerçek ise söyleydi; Yolun yarisinda, delikanli
>> > frenlerin bozuldugunu
>> > anlamis ama bunu kiza belli etmek istememisti.
>> >
>> > Bunun yerine, kizdan kendisini sevdigini
>> > söylemesini istemis ve
>> >
>> > kendisine son defa sarilmasini istemisti. Sonra da
>> > kendi ölümü
>> >
>> > pahasina, kizin basligi takmasini ve hayatta
>> > kalmasini saglamisti.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Kasım 2005       Mesaj #68
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi.
Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkân için yeterliydi.

Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı.
Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle...
Adam ona bir kez daha gözattı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.
Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândann dışarı fırlayıp:

- "Küçüüük!" diye seslendi."
Ayakkabı almayı düşündün mü?
Bu seneki modeller bir hârika!"

Çocuk, ona dönerek:
- "Gerçekten çok
güzeller!" diye tebessüm etti,
"Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".
- "Bence önemli değil!" diye atıldı adam.
"Bu dünyada her şeyiyle tam insan yokki! Kiminin eli eksik,
kiminin de bacağı.
Kiminin de aklı veya vicdanı."

Küçük çocuk, bir şey
söylemiyordu. Adam ise konuşmayı
sürdürdü
.- "Keşke vicdanımız eksik
olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi."

Çocuğun kafası iyice
karışmıştı. Bu sefer adama doğru
yaklaşıp:

- "Anlayamadım!. dedi.
Neden öyle olsun ki?"

- "Çok basit!" dedi,
adam. "Eğer vicdan yoksa,cennete giremeyiz.
Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm
eksikler tamamlanacak.
Hâtta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler..."

Küçük çocuk, bir kez daha
tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş
gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:

- "Baktığın ayakkabı,sana yakışır!" dedi. "Denemek istermisin?"

Çocuk, başını sağa sola sallayıp:

"Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi, "Almam mümkün değilki!"

-"İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!"dedi adam,
"Bu durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 ira eder."

Çocuk biraz düşünüp:

- "Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi,
"Onukimalacak ki?"

- "Amma yaptın ha!" diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."

Küçük çocuğun aklı, busözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:
-"Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.

-"İkiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk, "Üçe geçtim sayılır."
- "Tamam işte!" dedi adam.
"5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5lira.
O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!"

Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi.
İçerdeki raflar,onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı
çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek
- "Benim satış işlemim bitti!" dedi,
"Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."

- "Şaka mı yapıyorsunuz?"diye kekeledi çocuk, "Onun tabanı delinmek üzere. Eski
bir ayakkabı, para edermi?"

-"Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş..." dedi adam,
"Antika eşyalardan haberin yok herhâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder."

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi.
Mutlaka bir rûyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rûya.
Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt
paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık
banknotu geri vererek:

- "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "İndirim mevsimini başlattınız ya!"

Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına biröpücük kondurdu. Her
nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı.

Çocuk, yavaşça yerinde doğruldu.
Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu.
Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- "Babam haklıymış!"dedi.

"Sakat olduğum için üzülmene hiç gerek yok! demişti."

* Her Rüzgar Savuracak
Bir Toz bulur,

* Her hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,

* Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur

* Bulunmayacak Tek Şey
Senin Benzerindir
Son düzenleyen Blue Blood; 8 Kasım 2005 12:10
__BozkurT__ - avatarı
__BozkurT__
Ziyaretçi
8 Kasım 2005       Mesaj #69
__BozkurT__ - avatarı
Ziyaretçi
Bir Aşk MektubuŞu an 1 şubat akşamı ve rüyamda yine sen vardın. Saat olmuş gecenin 3’ü, herkes uyumuş, annem, babam, kardeşim, bende uyumuşum ama gönlüm hep ayakta, aşkım hep ayakta, onlar hiç uyumadı ki. Seni tanıdığımdan, sana tapalıdan beri gözüme uyku girmedi aşkımın, sevdamın da. Ne tedaviler aradım, ne ilaçlar kullandım. Çaresi bir mucize bu hastalığın o da sensin.

Ağlıyorum şu saat, unutma beni ağlatan sensin. Uyutmayan, hayatı zindan eden sensin. Ne hayat tat veriyor, ne o olmazsa olmaz dediğim bilgisayar, ne hava, ne ekmek, ne su,.. sadece ama sadece sensin o tat. Sensin benim hayatım, sensin.
Benden vazgeçmemi mi istiyorsun? Tamam kabul. Çıksın birisi güneşe yazsın adını (benim yazdığımın yanına) vazgeçerim senden. Ya da sağır bir ressam, toprağa düşen gülün sesini çizsin bir kağıda o zaman vazgeçerim senden. O zaman vazgeçerim anlıyor musun? VAZGEÇMEM SENDEN.

Benden kalan birkaç gözyaşı var bu kağıtta, sana olan aşkım var. Eğer bir gün ağlarsın olur ya! Bu kağıda ağla. Göz yaşlarımız mutlu olsun sonunda. Onlar kavuşsunlar aşklarına. Biz kavuşamasak da.

Hem ben seni kime vazgeçerim? Kimse senin dudaklarındaki sıcaklığı vermiyor, kimse vermiyor sendeki o güzel kokuyu, kimse hissettirmiyor senin tenindeki buğuyu, hayali, kimse bakamıyor senin baktığın gözlerle bana, kimse senin dokunduğun hatta vurdun gibi vurmuyor bana, kimse tutmuyor senin ellerinle, kimse sarmıyor senin gibi kollarıyla, kimse ama kimse sendeki aşkı bana vermiyor. Ben sana mecburum, sonu olmasa dahi.

Kalbim uçarsa o kelimelerin arasına okurken yakala onu, iyi bak incitme olur mu? Arkadaş et kendi kalbinle, dost olsunlar, aşık olsunlar birbirlerine, ölesiye hem de, sımsıkı sarılsınlar hiç bırakmasınlar birbirlerini, varsın ben onsuzda yaşarım, yeter ki onlar mutlu olsunlar.Sana soruyorum? Yakışıklı değilim, çok zeki değilim ama aşkım yetmez mi sana? Neden ben değil de seni sevmeyen bir başkası ya da benim kadar değer veremeyen birisi. Neden? Şunu unutma; Kırmızı güllere ulaşmak isteyenler ayakları altında ezilen papatyaların farkına varamazlar.

Senin uğruna vazgeçmeyeceğim şey yok. Gururum hariç. O zaman neden ben değilim, neden başkası, sana başkasının ellerinin dokunmasına dayanamam. Buna dayanamam anlıyor musun beni? Neden ben değilim Allah'ım? Sebebi ne? Neden Allah'ım neden?
Sana tapıyorum anlıyor musun? Sana tapıyorum? Neden sanıyorsun sizin sınıfa her teneffüs gelişim? Neden sanıyorsun hep başka konular arayışım.

Çok merak etmiştin ya Metin ile benim bildiğim o olayı. Söyleyeyim. Metin bunu Rıza’dan duymuş. Rıza ona ikinizin beraber olduğunuzu söylemiş. Ben bunu duyunca içimdeki tüm gözyaşlarını o an çıkarmak istedim. Sağır olmayı istediğim bunu duymayayım diye, bugün olmasın istedim bu olayı yaşamayım diye, Kör olmak istedim seni hiç görmeyeyim diye, kalbim olmasın istedim sana hiç aşık olmayayım diye, hislerim olmasın istedim senin kokuna, sıcak tenine alışmayaydım diye. Senin olmamak istedim, sana hasret kalmayayım diye. Gözlerim karardı hiç abartısız o an? Metin bıraksa sonsuza dek öyle kalırdım. Rüyayı hep seninle kurardım. Hep ikimiz olurduk, hep seninle olurduk, kötü kalpliler aramıza girmeye çalışır ama ben hep mani olur buna izin vermezdim. Her şey senin istediğin gibi olurdu. Bir tek aşkımız ortak. Sana adardım her şeyimi. Seninle senin kadar güzel, senin kadar iyi, senin kadar güzel gözlü, senin kadar . Bir bebeğimiz olurdu. Ama neyse ki, hatta maalesef Metin beni rüyamdan erken uyandırdı. VE GENE SANA KAVUŞAMADIM.

Hem sana kıyarım hem kendime? Ölümü dahi göze alırım sensin hayat zaten ölüm bana? Bunlar şaka gibi geliyor ama ben sana kıyamam . Kıyamam sana biliyorsun. Aşkım beni dağlasa da, aşkın beni mecnun yapsa da, sana kıyamam. Son söylemek istediğim seninle son defa konuşmak istiyorum ve diyorum ki seni çok seviyorum.
caglayannet - avatarı
caglayannet
Ziyaretçi
10 Kasım 2005       Mesaj #70
caglayannet - avatarı
Ziyaretçi
Bebek
Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri, kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar gördüğü en canayakın kız çocuğuydu. Onun ipek yanaklarını daya doya öpmek ve Cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde:

- 'Dokunma bana...' diye bir ses duydu. 'Beni okşamaya hakkın yok senin.'

Kadın korkuyla irkilip etrafına bakındı. Bebekle kendisinden başka içerde kimse yoktu. Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü. Aman Allahım!.. Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen konuşan oydu.

- 'Bana yaklaşmanı istemiyorum' diye devam etti. 'Hemen uzaklaş benden.' Kadın, biraz olsun kendini toplayarak:

- 'Çocuklarımız hep erkek oluyor' dedi. 'Onlar da güzel ama kız çocukları başka. Bu yüzden seni öpmek istedim.'
- 'Beni öpemezsin' diye ağlamaya başladı bebek. 'Benim de seni öpemeyeceğim gibi.'
- 'Neden?' diye sordu kadın. 'Neden öpemezsin ki?' Bebek, hıçkırıklara boğulurken:
- 'Bunun sebebini bilmen gerekir' dedi. 'Düşünürsen mutlaka bulacaksın.'

Kadın, neler olup bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi. Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu. Aile dostları olan tanınmış doktor, odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini vazodan çıkartıp kadına uzatırken:

- 'Geçmiş olsun hanımefendi' dedi. 'Başarılı bir kürtajdı doğrusu. Ha..! Sahî, 'kız'mış aldırdığınız.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar