Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 8

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 498.820 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Kasım 2005       Mesaj #71
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ateş bir gün suyu görmüş yüce dağların ardında sevdalanmış onun deli dalgalarına.
Hırçın hırçın kayalara vuruşuna,
Sponsorlu Bağlantılar
yüreğindeki duruluğa demiş ki suya:
Gel sevdalım ol,hayatıma anlam veren mucizem ol...

Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa al demiş;
Yüreğim sana armağan...
Sarılmış ateşle su birbirlerine sıkıca, kopmamacasına...

Zamanla su, buhar olmaya,ateş, kül olmaya başlamış.Ya kendisi yok olacakmış, ya aşkı...Baştan alınlarına yazılmış olan kaderi de yüreğindeki kederi de
alıp gitmiş uzak diyarlara su...

Ateş kızmış, ateş yakmış ormanları...
Aramış suyu diyarlar boyu, günler boyu, geceler boyu Bir gün gelmiş, suya varmış yolu Bakmış o duru gözlerine suyun,
biraz kırgın, biraz hırçın. Ve o an anlamış;aşkın bazen gitmek olduğunu.
Ama gitmenin yitirmek olmadığını....
Ateş durmuş, susmuş, sönmüş aşkıyla.

İşte o zamandan beridir ki:Ateş sudan,
su ateşten kaçar olmuş..Ateşin yüreğini sadece su, Suyun yüreğini sadece ateş alır olmuş...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2005       Mesaj #72
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Mahkeme salonunda, seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı.
Adam inatçı bakışlarla suskun, Nine'nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış
Sponsorlu Bağlantılar
gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını...Ve
Hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına
verdi, hakim...

"Anlat teyze neden boşanmak istiyorsun...?"

Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp,
kısılmış sesiyle konuşmaya başladı...

"Bu herif yetti gari, 50 yıldır bezdirdi hayattan..."

Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda... Sessizlik bu tür
haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu,
kimbilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından...

Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti..Herkes onu
dinliyordu.. Yaşlı kadının gözleri doldu...Ve devam etti...

"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim...
O bilmez...50 yıl önceydi.. O çiçeği bana verdiği çiçeklerin arasından
kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm.. Yavrumuz olmadı,
onları yavrum bildim... Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman
adak adadım... Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla suluycam onu
diye... İyi gelirmiş dedilerdi... 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp
bir kere de bu çiçeği ben sulayım demedi... Taki geçen geceye kadar...
O gece takatim kesilmiş..uyuyakalmışım... Ben böyle bir adamla
50 yıl geçirdim... Hayatımı, umudumu herşeyimi verdim... Ondan hiçbir şey
göremedim.. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini
yapmasını bekledim.... Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."

Hakim, yaşlı adama dönerek ;

"Diyeceğin bir şey var mı baba" dedi.

Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın
utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.

"Askerliğimi, reisicumhur köşkünd e bahçevan olarak yaptım, o bahçenin
görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim... Fadimemi de orada
tanıdım... Sedefleri de... Ona en güzel çiçeklerden büketler verdim...
O çiçeklerle doludur bahçesi... Kokusuna taptığım perişan eder
yüreğimi...

İlk Evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime
götürdüm... Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç
sertleşir, kötüleşir dedi.. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin
dedi... Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun...lafım geçmedi... O günlerde
tesadüf bu çiçek kurudu... Ben ona gece sularsan geçer dedim.. Adak
dilettim... Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim... O sevdiğim
kadının yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim... Her gece o çiçek
ben oldum... Sanki... Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki
bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle...

"Her gece O yattıktan sonra uyandım... Saksıdaki suyu boşalttım... Sedef
gece sulanm ayı sevmez, hakim bey.. Geçen gece de... Yaşlılık.. Ben de
uyanamadım.. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı amma , kadınımın boynu
yine azabilirdi... Suçlandım.. Sesimi çıkartamadım..."

O an Mahkeme salonunda herşey sustu...

Ertesi sabah gazeteler "Sedef susuz kaldı" diye yine yalnızca neticeyi
haber yaptılar...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Kasım 2005       Mesaj #73
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SUPER TEORi
Bir bufalo sürüsü en yavaş bufalonun hızında hareket
eder. Sürü saldırıya ugradında ilk olarak en arkadaki
zayıf ve yavaş olanlar öldürülür.
Bu doğal seleksiyon sürünün tümü için yararlıdır çünkü
sürünün genel hızı ve sağlı bu zayıf üyelerin ölümü
sayesinde korunur. Aynı şekilde insan beyni de en
yavaş beyin hücrelerinin hızında çalışır.
Bugün bildiğimiz gibi alkolün aşırı tüketimi beyin
hücrelerini öldürmektedir. Ancak doğal olarak en yavaş
ve zayıf beyin hücrelerine saldırmaktadır.
Bu yolla rakının ve/veya şarabın düzenli tüketimi
zayıf beyin hücrelerini öldürerek beynin daha hızlı ve
etkili bir makine olmasını sağlamaktadır.
İşte bu nedenle bir kaç kadehten sonra her zaman
kendinizi daha zeki hissedersiniz.

bu akşam biraz daha zeki olmak için, haydi şimdi bütün
ellerrr havayaaaaaa Msn Happy

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Kasım 2005       Mesaj #74
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BİR APTALIN HİKAYESİ

Adamın biri durumundan çok şikayetçiymiş, 'Çalışıyorum didiniyorum ancak yaşıyorum. Tek başımayım, kimsem yok' diye mutsuz mutsuz geziniyormuş. Sonunda bir karar vermiş, gezip dolaşacak bir melek bulacak, durumunu ona anlatıp bu haksızlığı düzeltmesini isteyecekmiş... Ve yola koyulmuş. Dağda ilerlerken bir kurda rastlamış. Kurt bir deri bir kemik, ayakta zor duruyor, adamın yanına yaklaşmış, nereye gittiğini sormuş. Adam derdini anlatmış, 'Bir melek bulacağım, bana yapılan haksızlığı düzeltmesini isteyeceğim...' Kurt da ona 'Bana bir iyilik yapar mısın' demiş, 'Ben de gece gündüz dolaşıyorum, bir yudum yemek zor buluyorum. O meleğe beni de anlat, böyle açlıktan ölen bir kurt olur mu, diye sor...' Adam yoluna devam etmiş, bir süre sonra güzel bir kıza rastlamış. Kız da nereye gittiğini sormuş, 'melek hikayesini' öğrenince adamın ellerine sarılmış:
'Ne olur o meleğe beni de anlat. Gencim, güzelim, zenginim, her şeyim var ama çok mutsuzum. Mutluluğa ulaşmak için ne yapmam gerektiğini sor o meleğe...' Adam melekle kız için de konuşacağına söz vermiş ve yoluna devam etmiş. Bir süre sonra dinlenmek için bir ağacın altına uzanmış. Bütün çevresi yemyeşil olan bu ağacın neredeyse hiç yaprağı yokmuş ve tabii ağaç bu duruma çok üzülüyormuş. O da derdini adama anlatmış:
'Eğer o meleği bulursan benden de söz eder misin? Bu kaderimden hiçbir şey anlamıyorum. Görüyorsun, bereketli bir toprak üzerindeyim, her taraf yemyeşil, bütün ağaçların yaprakları var, meyveleri var. Benimse hiçbir şeyim yok. Benim de diğerleri gibi yeşillenmem için ne yapmam gerekiyor. Ne olur o melekten bunu öğren...' Adam ona da 'peki' demiş, yoluna devam etmiş. Nihayet bir gün, tam melek bulmaktan umudu kesilmiş vazgeçmek üzereyken karşısına bir melek çıkmış. Adam kendinden başlamış:
'Gece gündüz demeden çalışıyorum, dünyanın hiçbir nimetinden faydalanmıyorum, acınacak bir hayatım var. Benden daha az çalışan daha keyifli yaşayan bir sürü insan var. Nerede adalet? Nerede eşitlik?'
'Tamam tamam' demiş melek, 'Sana mutlu ve zengin olman için bir şans veriyorum. Şimdi aynı yoldan evine dön.' Adam rahatlamış ve ağacın, kızın, kurdun dertlerini de meleğe anlatmış. Melek onlar için de konuşmuş, adam dönüş yolunu tutmuş. Uzun bir yürüyüşten sonra ağacın yanına gelmiş ve meleğin sözlerini aktarmış:
'Senin köklerinin tam yanına bir sandık altın gömülüymüş. Sen bu yüzden beslenemiyorsun, dolayısıyla yaprağın, meyven olmuyor. Bu altın sandığı çıkarılınca sen de diğer ağaçlar gibi yeşilleneceksin.' 'Harika!' diye bağırmış ağaç, 'Çabuk kaz ve sandığı çıkar.' Adam 'Olmaz' demiş, 'Melek bana kendi şansımı verdi. Evime dönmeliyim.' Adam yine yola düşmüş. Genç kız zaten yolunu bekliyormuş 'Ne dedi, ne dedi' diye koşmuş. 'Acılarını ve sevinçlerini paylaşacak biriyle evlenirse bütün dertleri hallolacak, sen de mutlu olacaksın' demiş adam. Kız 'Hadi o zaman' demiş, 'Evlenelim seninle ve mutlu olmaya çalışalım.' Adam yine 'Olmaz' diye cevap vermiş, 'Zamanım yok. Meleğin bana verdiği şansı bulmak için hemen evime dönmeliyim. Sen kendine başka bir koca bul.'
Biraz sonra da sıska kurt çıkmış karşısına. Adam ona da olan biteni anlatmış, kendini şansını bulmak için acelesi olduğunu söylemiş. 'Peki ya ben' demiş kurt, 'Benim için ne dediğini söyle ve git.' 'Senin için söylediğini ben anlamadım' demiş adam, 'Melek dedi ki, o kurt yiyecek bir aptal bulamazsa aç dolaşmaya mahkumdur.' Kurt 'Ben çok iyi anladım' demiş ve aptalı yemiş.
Son düzenleyen Blue Blood; 17 Kasım 2005 19:04
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Kasım 2005       Mesaj #75
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

İHTİYAR İLE ATI

Öykü ünlü Çin düşünürü Lao Tzu'nun zamanında geçer.. Lao Tzu bu öyküyü çok sever, anlatırmış. Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakir. Ama kral bile onu kıskanırmış.. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.

"Bu at, bir at değil benim için.. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.. Köylü ihtiyarın başına toplanmış..

"Seni ihtiyar bunak.. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler.. ihtiyar:

"Karar vermek için acele etmeyin" demiş.. Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.."

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takip getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler. "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var."

"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar.. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.."

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler.. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler.

"Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler.. ihtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş.

"O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar.. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez."

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.

Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.. "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler.
"Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer."

"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar.. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.

"Lao Tzu, öyküsünü su nasihatla tamamlarmış, etrafına anlattığında:
"Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz.
Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının.
Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez.

Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."

İNSANA VERİLEN DEĞER

Yirmi altı yaşındaki anne lösemiyle savaşan oğluna bakarken dalıp gitmişti. Kalbi acı içinde olmasına rağmen, kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istemişti. Oysa bu artık mümkün değildi. Löseminin buna fırsat tanıması olası değildi. Oysa o hala oğlunun hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu. Oğlunun eline tuttu ve
“Bopsy, büyüyünce ne olmak istediğini hiç düşündün mü? Hayatında neler olmasını dilediğini ve hayal ettiğin oldu mu?” diye sordu.
“Anneciğim, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak isterim”.
Anne gülümsedi ve “dilediğini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım” dedi.
Daha sonra anne Arizona’daki itfaiye müdürlüğüne gitti ve orada yüreği en az Arizona şehri kadar büyük itfaiyeci Bob ile tanıştı. Ona oğlunun son isteğinden söz etti ve altı yaşındaki oğlunun itfaiye arabasına binip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadığını sordu. İtfaiyeci Bob ona şöyle bir yanıt verdi.
“Bundan daha iyisini yapabiliriz. Eğer oğlunu Çarşamba sabahı saat yedide hazır edersen onu o gün şeref konuğu yapar, itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen, ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sarı renk üzerine işlenmiş ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü de diktiririz, lastik botları ısmarlarız. Hepside Arizona’da üretiliyor. Çabucak elimize geçer.”
Üç gün sonra itfaiyeci Bob’u aldı, ona itfaiyeci elbisesi giydirdi ve hastanedeki yatağından itfaiye arabasına kadar ona eşlik etti. Bob itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlüğe doğru yol almaya başladı. Bob kendini cennette hissediyordu. O gün Arizona’da tam üç yangın ihbarı olmuştu. Değişik itfaiye arabalarına, hatta itfaiye müdürlüğünün özel arabasına bile binmişti. Yerel tv programcıları da onu izleyip çekmişlerdi. Hayallerinin gerçek olması, gösterilen sevgi ve ilgi Bob’u o kadar etkilenmişti ki doktorların söylediğinden üç ay fazla yaşamıştı. Bir gece bütün yaşam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca, hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerektiğine inanan başhemşire aile bireylerini hasteneye çağırdı. Daha sonra Bob’u bu dünyaya veda ederken yanında kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayacağını sordu. İtfaiye müdürü,
“Bundan daha iyisini yapabiliriz. Beş dakika içinde oradayız. Bana bir iyilik yapar mısın? Sirenlerin çaldığını duyduğunda ve flaşların parladığını gördüğünde yangın olmadığı anonsunu yapabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşını ziyarete geldiğini söyleyin. Ve lütfen onun odasının penceresini açın.” Diye yanıtladı.
Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven taşıyan kamyonet ulaştı. Merdiveni açtı ve Bob’un üçüncü kattaki odasına doğru yaklaştı. On dört itfaiyeci Bob’un odasına tırmandılar. Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler. Ölümle pençeleşen Bob itfaiye müdürüne baktı ve
“Efendim ben şimdi gerçekten itfaiyeci miyim” diye sordu.
“Bundan şüphen mi var Bob?” diye yanıtladı müdür.
Bu kelimelerden sonra Bob gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapattı.




HİKAYELER & ÖYKÜLER

İKİ ARKADAŞ

İki tane çok iyi arkadaş varmış. Bunlar üniversite yıllarında tanışmışlar. Okul bitince biri memleketine yani mardine gitmiş, diğeri isi İstanbul'da kalmış.

İstanbullu bir gün mardine gitmiş arkadaşını ziyaret etmek için. Arkadaşının evinde kalırken binada bir kız görmüş. Arkadaşına sormuş ve o da onun komşunun kızı olduğunu söylemiş. İstanbullu geri dönmek zorunda kalmış. Mardinli işi ayarlamış ve İstanbullu gelip o beğendiği kızla evlenmiş. Bir zaman sonra Mardinlinin işleri bozulmuş. Tek çare, otobüse atlamış ve durumu çok iyi olan arkadaşının yanına gitmiş. Şirketin kapısından girmiş ve doğruca sekretere çıkmış. Adını vermiş ve odaya girmek için hazırlanmış. Sekreter onu engellemiş ve patronun böyle birini tanımadığını söylemiş. Mardinli çıkmış dışarı. Battığına mı yansın, arkadaşından yediği kazığa mı yansın, dolanıp durmuş.

Yolda bir ihtiyar bunu durdurmuş. Ne derdinin olduğunu sormuş. Önce birşey söylememiş ama sonra bütün olayı anlatmış. Yaşlı adam, "Ben yaşlıyım ve miras bırakacak hiç kimsem yok. Senin istediğin parayı ben vereyim sana. Ama borç olarak değil. Sanki benim oğlummuşsun gibi. Zaten hiç oğlum olmadı" demiş .Önce kabul etmemiş mardinli, sonra ısrara dayanamamış. Memleketine dönmüş. İşlerini düzeltmiş ve ülkenin sayılı zenginleri arasına katılmış.

Bir gün bir davete katılmak için İstanbula geçmiş. Orada eski arkadaşına rastlamış. Ne kadar kaçınsalar da bir araya gelmek zorunda kalmışlar. Ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:

-O gün zor durumdaydım. Yanına geldim. Ama beni tanınamazlıktan geldin. Niye?
-O gün benden çıktıktan sonra yaşlı bir adama rastladın değil mi?
-Evet. Sen nereden biliyorsun bunu?
-O benim babamdı. Senin geldiğini duyunca durdum düşündüm. Eğer sana borç verseydim.

Ömür boyu karşımda boynu bükük kalacaktın. Bunun olmasını istemedim. Bu yüzden hemen peşinden babamı gönderdim. Babamın sana verdiği para benim paramdı.
-Hım mm. Senin karın var ya
-Evet
-Benim nişanlımdı


İYİLİK KARŞILIKSIZ KALMAZ


Almanya-Yugoslavya sınırındaki Meinfurg şehrinde, o gün olağanüstü bir şeyler yaşanıyordu. Sadece tank sesleri ve askerlerin ayak sesleri duyuluyordu. Kaçışan, ağlaşan insanlar vardı. Hitlerin askerleri tek tek evleri basıyor, içinde yahudi yaşayan evleri ateşe verip, çoluk çocuk hepsini askeri araçlara bindirip toplama kamplarına gönderiyorlardı. O güzel, yemyeşil sınır şehri, artık griye dönüşmüştü. Şehrin biraz dışlarında yaşayan Abraham Wirtsovzt 12 yaşındaki oğlu Mişon ile 4 yaşındaki Amy’yi giydirdi, yanlarına biraz yiyecek ve giyecek verdi ve yanaklarından öptü.
“Sürekli geceleri güney doğuya yürüyen. Kimseye yahudi olduğunuzu söylemeyin ve konuşmayın, hep saklanın. Savaş bitince gelip, sizi alacağım.”dedi.
Çocuklar o gecenin kör karanlığında yürümeye başladılar. Abraham göz yaşlarını sildi. “Tanrım onları koru” dedi. Bir süre sonra evi askerler basmış ve Abraham ile eşi kurşuna dizilmişti.
Mişon ve Amy 3 gün boyunca yürüdüler. Nereye gittiklerini bilmiyorlardı. Amy artık bu yürüyüşten sıkılmışı, yiyecekleri kalmamıştı ve ayakları yara içindeydi. Mişon da yorulmuştu. İkisi de yorgunluktan baygın düştüler.
Sabah oradan geçen yaşlı bir köylü üstü başı yırtık, çamur içinde kalmış iki çocuk buldu. Alıp onları eve getirdi. Çocuklar bir süre sonra iyileşti. Fakat ısrarlı konuşmuyorlardı. Kimdiler, nereden geliyorlardı. Yaşlı köylü çocukların küçük çantalarına baktığında orada; çokça para, ailece çekilmiş bir resim ve babalarının yazdığı bir mektup vardı.
Yaşlı köylü çocuklara korkamamalı gerektiğini söyledi. Burası küçük bir müslüman köyüydü. Savaş sonuna kadar yanında kalabileceklerini ve sonra onları babalarına yollayacağını söyledi. Almanlar hızla yayıldığında bu müslüman köyündekiler de buraları terk ettiler. Yaşlı köylü çocukları da yanına alıp, daha doğuya doğru gitti.
Sonunda savaş bitmişti, yaşlı köylü çocukların ailelerini aradı ama oradaki tüm yahudiler toplama kamplarına gönderilmiş ve çoğu da ölmüştü. Abraham ve eşine ait bir belge bulamadılar. Sonunda yaşlı köylü dünyanın tüm ülkelerinden gelen yahudilerin kurduğu İsrail devletine başvurdu. Belki de çocukların aileleri oradaydı.
İsrail’den gelen iki görevliye çocukların aile resmini ve paraları teslim etti. 1 ay sonra İsrail’den yaşlı adama bir yazı geldi. Yazıda ona teşekkür ediliyor. Ve artık İsrail devletinin dostu olduğu ihtiyacı olduğunda en yakın konsolosluğa başvurması isteniyordu. Bu yazıyla yaşlı adam çok övünür, koca devlet bana teşekkür yazısı gönderdi deyip, dururdu. Öldüğünde bu yazıyı oğlu alıp, sakladı.


Aradan 25 yıl geçmişti. Yaşlı köylünün oğlu o gün Belgrad’taki hastanede doktoru dinlerken üzgündü. Kızının acilen beyin ameliyatı olması gerekiyordu. Bu ameliyatı başarılı bir şekilde yapan bir iki doktor vardı ve onlarda Amerika’daydı. Ne parası yeterliydi ne de o doktorlara ulaşabilirdi. Çaresizdi. Evini satmaya karar verdi. Ve tapuyu çıkarmak için dolabını açıp, karıştırırken babasından kalan o eski belgeyi buldu. Babasının sözlerini hatırladı. “İsrail devleti bana teşekkür ediyor.”
“Acaba, satsam değeri nedir?” diye düşündü.
Ertesi gün bir antikacıya gidip, belgeyi gösterdi. Antikacı bu teşekkür belgesinin gerçek olup, olmadığını öğrenmek için İsrail Konsolosluğuna fax çekti. Bir saat sonra bir görevli telefon ederek, belgenin sahibini görmek istediklerini söyledi. Elvir “eyvah” dedi “başıma iş mi açtım?” diyerek konsolosluğun yolunu tuttu.
Ona bu belgeyi nereden bulduğunu ve neden satmaya çalıştığını sordular. O da her şeyi açıkladı. “Gidebilirsin” dediler ama belgeyi ondan aldılar. 1 hafta sonra kapısına gelen 1 İsrailli görevli, Elvir, eşi ve kızını ABD’ye götürmeye geldiğini söyledi ve devam etti.
“O belgeyi araştırdık, İsrail devleti kurulduğunda yahudi hayatı kurtaran kişilere verilmiş az sayıda belgeden birisi ve hala geçerli, İsrail devleti olarak belgede sizin ailenize verilen sözü tutacağız. O belgede; İbranice, sizin babanıza teşekkür ediliyor ve ailenizden birinin başı sıkıştığında İsrail devletinin size yardım edeceği yazıyor. İsrail devleti kızınızı ameliyat ettirmeye karar verdi. Belgeyi de müzede sergilemek üzere alacağız”dedi. Elvir ve eşi şaşkın kalakaldılar. Daha sonra hep birlikte ABD’ye gidildi. Küçük kız beyin ameliyatını oldu. Küçük kız iyileştikten sonra Newyork’daki İsrail konsolosluğunda bir kutlama yapıldı. Elvir ve ailesine İsrali pasaportu hediye edildi. Bu kutlamada yıllar önce yaşlı köylü tarafından kurtarılan ve şimdi evlenip Amerika’da yaşayan Amy, eşi iki kızı ve Mişon, eşi 2 oğlu da vardı.
Amy Newyor’un ünlü avukatlarından, Mişon ise bir bankanın genel müdürüydü. Her ikisi de geçişi anlatıp, yaşlı adama duydukları minneti anlattılar.
“O gün yaşlı köylü, 2 değil, gördüğünüz gibi kaç yahudiye yaşamını armağan etti.” Dediler göz yaşları içinde. Amy ve Mişon; Elvir ve ailesiyle zaman zaman görüşmek üzere anlaştılar ve küçük kızın tüm eğitim masraflarını üstleneceklerine söz verdiler. Küçük kız şu anda Newyork da tıp eğitimi görmekte ve 5 yıldır Amy ile yaşamaktadır. Annesi ve babası son yaşanan kosova savaşı sırasında Sırp zulmünden kaçabilmek için ilk defa İsrail pasaportlarını kullanıp, ABD’ye gelmişler ve onlarda Amy’nin yakınında bir eve yerleştirilmişlerdi.
Bu ilgin öykü Kosova savaşı sırasında ülkeye gelen bu aile ile “Newyork Today”in yaptığı bir mülakattan alınmıştır.


ÇİÇEKLE SUYUN HİKAYESİ

Günün birinde bir çiçekle su karsılaşır ve arkadaş olurlar,ilk önceleri arkadaşlık olarak devam eder bu durum . tabi ki zaman lazımdır birbirini tanımak için, gel zaman git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki suya aşık olmuştur. İlk kez aşık olan çiçek etrafa kokular saçar sırf senin hatırın için ey su diye.

Öyle zaman gel,r ki artık su da içinde çiçeğe karsı bir şeyler hissetmeye baslar, zanneder ki çiçeğe aşık oldum ama su da ilk defa aşık oluyordur. Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba su beni sevmiyor mu diye düşünmeye başlar. Çünkü su pek ilgilenmez çiçekle halbuki çiçek alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.

Çiçek suya seni seviyorum der, su bende seni seviyorum der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine suya seni seviyorum der, su sabırla bende der, çiçek sabırlıdır bekler bekler bekler. Artık öyle bır duruma gelir ki , çiçek koku saçamaz artık etrafa, ve son kez suya seni seviyorum der, su da ona söyledim ya ben de seni seviyorum der.

Ve gün gelir çiçek yataklara düşer,hastalanmıştır. Çiçek artık , rengi solmuş çehresi sararmıştır, çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek, suda basında bekler çiçeğin yardımcı olmak için dostuna, bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla basını döndürerek çiçek, suya der ki "seni ben gerçekten seviyorum" çok hüzünlenir su bu durum karsısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye, doktor gelir ve muayene eder çiçeği.
Muayeneden sonra söyle der doktor "hastanın durumu ümitsiz artık elimizden bir şey gelmez "su merak eder sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye, ve sorar doktora hastalığı nedir diye, doktor yukarıdan aşağıya bir bakar suya ve der ki" çiçeğin bir hastalığı yok dostum, bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için der" ve anlar ki su artık, sevgiliye sadece seni seviyorum yetmemektedir....)



BİR ANNENİN DUASI

Cüneyd SUAVİ

Hastahanede oğlumun baş ucunda kalmama, bir anne olduğum için değil, doktor olmam sebebiyle müsaade ettiler. Çocuk felci salgını son hadde yükseldiğinden, oğlumla, çocuk felcine mübtela oldukları sanılan diğer çocuklarla, hastahanenin hususi bir koğuşunda nezaret altına alınmıştı.
Koridorun öbür ucundaki odalarda çocukların ağladığını duyuyordum. Fakat zavallı oğlum, belkemiği muayene edilirken korku içinde "Anne" diyebilmiş, sonra da buhranlı bir uykuya dalmıştı.
Muayene bittikten sonra mütehassıs doktor bana döndü. Yüzünde yorgun ve üzüntülü bir ifade vardı.
- Çok müteessirim, doktor, galiba çocuk felci, dedi.
Duyduklarıma inanamayarak yüzüne baktım. Başka bir çocuğun çocuk felcine yakalandığına inanabilirdim, ama bu felaketin oğlumun başına geldiğine bir türlü ihtimal veremiyordum. Artık doktorluğumu unutmuş, hasta çocuğumun başında endişe içinde bekleyen bir anne olmuştum.
- Henüz felç olmadı, değil mi? diye sordum.
- Hayır, inşaallah olmaz, diye cevap verdi. Sonra yüzüme dikkatle bakarak:
Siz eve gidip biraz uyumaya çalışsanız iyi olur, dedi. Çocuğun halinde bir değişiklik olursa, size haber veririz.
Doktorun sözünü dinlemeye karar verdim. Vakit gece yarısını geçmişti. Sabahın beşinden beri ayaktaydım. Salgının şiddetlenmesi yüzünden fasılasız çalışmıştım. Oğlumun kızarmış, zayıf, yüzüne baktım. Beklemekten başka yapılacak şey yoktu. Çocuğumu kollarımın arasına alıp bağrıma basmak istedim. Bunu yapamayacağımı bildiğimden hızla odadan çıktım.
Evimin kapısını açıp içeri girdiğim zaman, derin bir sessizlikle karşılaştım, Kocam, iş için Chicago'ya gitmişti. Telaşlanmaması için ona oğlumuzun hastalığını bildirmemiştim. Esasen çocuğun halinde, yarına kadar bir değişiklik olmadığı takdirde, iyileşmesi ümidi artacaktı.
Nihayet bir uyku ilacı alıp yattım. Saatlerden sonra uykumun orasında telefonun çaldığını duydum. Yerimden fırladım. Baş ucumdaki saat 4'ü gösteriyordu.
Ahizeyi kulağıma dayayınca telaşlı bir kadın sesinin:
- Doktor siz misiniz? diye bağırdığını duydum.
Rahat bir nefes aldım. Acele olarak bir hastaya çağrıldığımı anlamıştım. Doktorun ben olduğunu söyleyince, ahizenin diğer ucunda derin bir sessizlik oldu. O vakit beni çağıran kadının, müşterilerimden veya müşterilerimden birinin dostu olmadığını hissettim.
Kadın bana, çocuğuna arız olan hali tasvir edince çocuk felcinin yeni bir kurbanıyla karşı karşıya olduğumu anladım. Kadının adresini aldıktan sonra hastaneye telefon ettim. Çocuğumun halinde bir değişiklik yoktu.
Uyuyan şehrin tenha sokaklarından geçerek o adrese doğru yol alırken kendimi büsbütün yalnız hissediyordum. Verilen adrese yaklaştıkça, evlerin seyrekleştiğini görüyordum. Biraz sonra otomobili durdurttum. Elinde bir fener olan bir kadın derhal bana doğru koştu ve eteklerime sarılarak:
- Çabuk doktor, çabuk! diye inledi.
Gözyaşlarıyla ıslanmış yüzüne baktım. Kadının genç mi yoksa ihtiyar mı olduğu belli değildi. Tek odalı eve girince irkildim. Mesleğim dolayısıyla birçok eve girdiğim halde, bu derece perişanlık görmemiştim. Kadının elindeki fenerin hafifçe aydınlattığı odanın bir ucunda iskelet kadar zayıf üç çocuk, üstü boş bir masanın etrafında oturuyorlardı. Odanın geri kalan kısmı karanlık içindeydi. Yalnız gözlerim, bir köşede duran yatakta, kirli bir yorganın altında inleyen bir çocuğu seçebildi.
Takriben beş yaşlarında olan çocuk, pek zayıf ve bakımsız görünüyordu. Muayeneyi bitirince, korkunç hakikati kavradım. Kadına beni beklemesini işaret ettikten sonra evden çıktım. Civardaki dükkanların birinden hastaneye telefon ederek derhal bir cankurtaran gönderilmesini istedim.
Kulübeye dönünce diğer çocukları da muayene ettim. Onlar da son derece zayıf olmakla birlikte, çocuk felcine henüz yakalanmamışlardı. Derken hasta çocuk ağlamaya başladı. Annesi kolumu yakaladı. Kadına hakikati söylemek lüzumunu hissettim.
- Çocuğunuz çok hasta, fakat elimizden geleni yapacağız, dedim.
Anne, çocuğunun saçlarını okşadıktan sonra bana dönerek:
- Dua edelim, dedi.
Senelerden beri doktorluk yaptığım halde, bana dua etmemi teklif eden bir müşteriye rastlamamıştım. Bu kadının benim bilmediğim bir bilgiye sahip olduğunu hissedip teklifini kabul ettim. Çocuklar ve annesiyle birlikte ben de yere diz çökerek duaya başladım. Kadının vecd halinde tatlı bir sesle söylediği dualar, kalbime saplanıyordu.
Bir aralık hastahanenin soğuk koridorları, doktorun ciddi yüzü ve çocuğumun hayali gözlerimin önünde canlandı. Hastahaneden çok uzakta olmama rağmen, adeta çocuğumun başucunda durduğumu hissediyordum. Derken kalbim duracak gibi oldu. Hayalimde, çocuğumun başını kaldırarak bana gülümsediğini görmüştüm. Bütün kuvvetimi toplayarak bu hayalleri silkip atmaya çalıştım. Yanımda dua eden kadın ve çocuklarına baktım. Birdenbire onların derin imanı bana tesir etmiş olacak ki, yüksek sesle:
- Allahım, sen bu duaları kabul et, diye yalvardım.
Duası bittikten sonra kadın doğrularak, çocuğunun başucuna gitti. Hasta, sakin bir şekilde uyuyordu. Bunun üzerine annesi bana dönerek "gördünüz mü? Allah duamızı kabul etti" dedi,
Söyleyecek söz bulamadım. Çocuk cankurtarana nakledilirken uyanmadı. Geçen yarım saat içinde, nefes alması ve nabzı normal hale girmişti. Kulübeden ayrılırken para çantamı, annenin avucuna sıkıştırdım. "Yarın gece gelirim " dedim.
Otomobilime doğru yürürken basımı kaldırıp göğe baktım. Sabah oluyordu. Hastaneye yaklaşırken hiç korkmuyordum. İçimden bir ses oğlumun bana bakarak gülümseyeceğini fısıldıyordu.

Derleyen: Dr. Emin Manisalı
NOT: Bu yazı, yaşanmış bir hadisenin kahramanının kendi ağzından ifadesidir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Kasım 2005       Mesaj #76
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Vatandas ´Türk Osman´

Osman Bey, sabah saat 7.00´de
Casio masa saatinin alarmiyla gözlerini açti.
Puffy yorganini kaldirdi. Hugo Boss pijamalarini çikarip Adidas
terliklerini giydi. WC´ye ugradiktan sonra banyoya geçti. Clear sampuan
ve Protex sabunuyla dusunu aldi. Colgate ile dislerini Firçaladi .
Rowenta ile saçlarini kuruttu. Bill´s gömlegini ve Pierre Cardin
takimini giydi. Lipton çayini içti. Sony televizyonda medya özetlerini
ve flash haberleri izledi. Citizen kol saatine bakti. Aile fertlerine
´çav´ deyip Hyundai otomobiline bindi. Blaupunkt radyosunu açarak,
rock müzigi buldu.
Agzina bir Polo seker atti .
Sehrin göbegindeki Mega Center´daki ofisine varinca,
Casper bilgisayarini çalistirdi. Microsoft Excel´e girdi.
Ofisboy´dan Nescafe´sini istedi. Saat 10.00´a dogru açligini
yatistirmak için Grissini yedi.
Öglen Wimpy´s Fast Food kafeteryaya gitti.
Ayaküstü, Coca Cola ve hamburgeri mideye indirdi.
Camel sigarasini yakip Star gazetesini karistirdi.
Aksamüzeri is çikisi Image Bar´a ugrayip JB´sini yudumladi,
sonra kösedeki Shopping Center´a ugradi .
Esinin siparis ettigi Persil supra deterjan, Ace çamasir suyu,
Palmolive sampuan, Gala tuvalet kagidi , Sprite gazoz ve
Johnson kolonyayi alarak kasaya yanasti. Bonus kartiyla faturayi
ödedi.
Hafta sonu esi Münevver´le Galleria´ya giden Osman Bey,
Showroom´lar dolasip Kinetix ayakkabi, Lee Cooper blue jean satin
aldi.
Aksam evde bir gazetenin verdigi TV Guide´a göz atan Osman Bey,
kanallar arasinda zapping yaparak, First Class, Top Secret, Paparazzi
gibi programlar izledi. Ayni anda Outdoor dergisini karistirdi.
Saat 22.00´ye dogru Show´da Türk dili üzerine panel basladi.
Uykusu gelen Osman Bey, televizyonu kapatip yatak odasina
geçerken, kendini mutlu hissetti.
´Ne mutlu Türk´üm diyene!´ diye gerindi ve uyudu.
Hala da uyuyor.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Kasım 2005       Mesaj #77
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
GERÇEK BİR HİKAYE Annem!

Annecigim..,

3 yil kadar önceydi, 16 yasindaydim, hatirliyor musun? Dogus’ta
yayimlanan
“Bir Annenin Feryadi” baslikli bir yaziyi kaç kere okutturmus ve
gözyaslari
arasinda o acili anneye dualar etmis, onun için üzülmüs ve kimsenin
böyle
bir duruma düsmemesi için dilekler dilemistik...

Özellikle bizim aile ve kendimiz için dualar etmistik...

Dizinin dibine oturur, basimi gül kokulu gögsüne yaslar; bal akitan
dilinden
nasihatler dinlerdim. Yüreginin atisinda ve her anlatisinda bizler
vardik.
Verdigin o ögütler, yolumu aydinlatir, ufkumu açar, kendime olan
güvenimi
artirir, hayata bakisimi sekillendirirdi.

Beynim dinç, ruhum diri, yüregim huzura kavusmus olarak ayrilirdim
yanindan... Ve “biz aile olarak asla parçalanmayacagiz” derdim kendi
kendime...
“Arkadas seçimine dikkat et; Sibel’le iliskilerini sinirli ve mesafeli
tut”
derdin... Dinlerdim ve tutardim da nasihatlerini...

Ama ne oldu da bu hale geldik, hala anlayabilmis ve sirrini çözebilmis
degilim... Gelsem, kapini çalsam; hem evinden hem de yüreginden içeri
alacaksin, biliyorum; ama, yüzüm yok.... Utanç yiginiyim anne... Hep 16
yasindaki bebegin olarak kalsaydim da, sana bu aci ve utanci
tattirmasaydim...


Iki yil Atheneum’da okudum; benimle gurur duyuyordunuz. “Yüzümüzü
güldürecek, topluma hizmet eden bir insan olacaksin yavrum” diye,
benden
herkese övgüyle bahsediyordunuz... Ikinci yil sinifta kaldim, üzerinde
durup, nedenlerini arastirmadiniz; sorup/sorusturmadiniz...

O yil ben, Sibel’in internet aliskanliginin kurbani oldum. Sanal
ortamda
yazismalar hosuma gitmisti ve uzun zaman biriyle haberlesmistim.
Dersleri
askiya almis, gece-gündüz bilgisayarin basinda arkadasimla
yazisiyorduk...
Benim bu halimden bile övgüyle bahsediyor, “Aferin benim yavruma!
Gece-gündüz ders çalisiyor” diyordunuz...

Agabeyimle chat arkadasligim
Uzun zaman intenette yazistigimiz, hatta kim oldugunu bilmeden, yüzünü
görmeden asik oldugum gençle tanismak üzere randevulastik. Korkuyor,
çekiniyordum; ama daha fazla dayanamadim ve randevu sözü verdim...

Okan’la bir kütüphanede bulusacak ve ben elimde, Kerime Nadir’in,
“Hiçkirik”
adli romaninin okuyor olarak onu karsilayacaktim... Okan, tarif ettigi
giyimiyle sözlestigimiz saatte karsimda duruyordu...

Ama bu olamazdi anne!!! Çünkü karsimda agabeyim Erhan duruyordu...
Aylarca
yazistigim, siirler gönderdigim, sevda sarkilari besteledigim ve hatta
sevdigimi haykirdigim kisi kardesim Erhan’mis... Göz göze geldik,
bakislarimiz mum gibi birbirimizi eritiverdi. Bir utanç yiginiydik..
Kanimin
dondugunu, dünyanin durdugunu hissettim bir an... Gözlerinde yanan
isigin
söndügünü, alev fiskiran bir ocaga döndügünü gördüm. Onurluydu,
namusluydu
ve o bir erkekti... Dövmedi, sövmedi; beni utancimla bas basa birakti
ve
çekip gitti...


Onunla dövüsür, kapisir, kirgin ve küsülü gezerdik ya anne; simdi onu
ne çok
özlüyorum bir bilsen!.. Gömlek ve pantolonlarini ütülemeyi, odasina
çay-kahve götürmeyi, yatagini düzletmeyi bile özledim anne... O gidince
dünyanin yükü omzuma bindi sanki...Agabeyimin evi neden terk ettigini
hep
merak ederdin ya anne, iste gizlenen bu sir ve utançtandi...

Agabeyimi görmedim ondan sonra; ama, onu görenlerden haberini aldim.
Iyiymis, saglikli ve çalisiyormus. Evlenmis ve bir de kizi olmus...
Ismini
de bu ‘yasamiyasica’ kizinin adini koymus... “Elif” diyorlarmis
yegenime...
Agabeyimin beni affettiginin bir isareti mi bu anne?


Onun evden gidisinin ve ailenin büyük bir aciyla karsilasmasinin
müsebbibi
olarak her seyi askiya almis, okulu boslamis ve sigaraya baslamistim.
Ask Çocuklariyla Tanisikligim
Anne, yine Dogus’ta editör imzali bir yazida, genç kizlar “Fuhus
Tuzagi”na
düsmemeleri hususunda uyariliyordu hatirliyor musun? Insanoglu ne çok
unutkan oluyor...


Okula artik “laf olsun” diye takiliyor ve yasadigim o olayin etkisinden
bir
türlü kurtulamiyor, degisik yollar deniyor, bir çikis ariyordum... Okul
önünde, sari saçlari, yesil gözleri, pahali giysileri ve son model
arabasi
olan bir genç sürekli beni izlemeye basladi. Her türlü konusma ve
arkadaslik
tekliflerini reddettim; diretti, inat etti ve beni pes ettirdi.
Beraberce
çikmaya baslamistik. Beni her gün güllerle; bazen de pahali hediyelerle
karsiliyordu...

Önceleri sadece elimi tutuyor, öpmeye bile yanasmiyordu. Her hali,
tavri
beni kendine baglamis ve sirilsiklam asik olmustum. Onunda beni
sevdiginden
ve dürüst oldugundan emindim. Çünkü benden istifade etmeye asla
yanasmiyordu. “Her seyi evlilige saklamaliyiz, seni tertemiz olarak ak
duvaginla kabul etmek istiyorum” diyordu...
Romantizmin dorugunda bir ask yasiyorduk. Ayaklarim yer degmiyordu.
Annem,
canim annecigim! Senin ögütlerini ve basima nelerin geleceginin
hesabini
çoktan unutmustum.

Bir gün Serhan’in oldum; nasil oldu hala anlamis degilim. Su an
müptelasi
oldugum uyusturucuyu, ilk o gün içirmis olabilir mi diye zaman zaman
düsünüyorum.. Ama ne fayda!
Zordayim, dardayim, dipsiz karanlik kuyulardayim anne!... Feryadimi
duydugunu ve her gün gözyaslari içerisinde yolumuzu bekledigini
biliyorum...
Anne! Agabeyimin evi terk edisine alisamamisken, benim de ortalardan
kaybolusum sizi fena halde yikti biliyorum. Benimle ilgili gerçekleri
ögrendiginizde kahrolacaginizi bildigimden gitmek zorundaydim anne...
Her
seyi aninda sana anlatsam bu hallerin hiçbiri basima gelmeyecekti; ama
bunun
için artik çok geç...


Serhan, kendisiyle oldugum o utanç anini video olarak görüntülemis. Bu
rezil
kaseti size gösterme tehdit ve santajiyla beni sizden kopardi.
“Birbirimizi
seviyorsak, ailemi evlilige razi ederim, böyle bir çirkeflige neden
gerek
duydun” diye sordugumda verilen cevap benim bitisimin baslangiciydi....

“Ne evliligi be! Bundan böyle benim malimsin ve istedigim sekilde
hareket
etmek zorundasin! Aksi halde basina gelebilecekleri sen hesapla!..”
Fuhus ve uyusturucu batakligindayim
Parasiz kaldigini söyleyerek baska erkeklere pazarlandim, uyusturucu
bulamama korkusuyla her denilene boyun egdim. Insanligimdan,
kadinligimdan
zerre kalmadi anne. Içimde yanan koca bir ates her gün beni yakip
bitiriyor.
Atesten sicak olan o kucagini özledim, gül kokunu, yüreginin atisini,
sefkatli bakisini özledim anne!..


Bir gün bu hayata elveda diyecegim, belki de senden önce göçecegim..
Saçlarim ve gözlerim artik gece siyahi degil!.. Sari ve yesil oldular
anne..
Burnum düzeltildi...
Öldügümde teshis için seni çagirirlarsa tanimakta zorlanir ve belki de,
“bu
benim nazli kizim Elif’im degil” der çeker gidersin.. Beni yadellere
birakma
anne, beni de al yanina; beni de götür gidecegin yere....


Beni, sol gögsümün, tam yüregimin üstüne yaptirdigim ve “ANNEM”
yazdirdigim
dövmeden tani anne!..
ben sana olan sevgimin bir
nisanesi
olarak kazdirdim ve beni ölünce rahat taniyasin diye yazdirdim anne!...


Serhan’i polise sikayet ettim, üç gün sonra çikip geldi ve daha da
azitti,
korkuyorum anne!.. Bu sebekeyi durduracak tek güç; aileler ve özgüvenle
donatilmis gençlerdir anne...

Anne, bu mektubu sana mi yazdim, yoksa benden sonra bu tuzaga düsmesini
istemedigim genç kizlara mi bilemiyorum...

Ben söylenen sözlerden, edilen nasihatlerden ders alsaydim bu hale
gelmezdim
elbette, benim yazdiklarimdan da gençlik ibret almayacak ve bu fuhus
sebekesi, bu uyusturucu ve organ mafyasi kirli çarklarini isletip
duracaklardir.

Nice masum gencin cani yanacak, onuru, namusu incinecektir. Ama ben son
bir
kez bana düsen insanlik görevimi yapayim ve sana sesimi ulastirayim
istedim... Sen beni mutlaka duyacak ve affedeceksin biliyorum ama,
Müslüman-Türk kizlari bu çigligima kulak verecek mi bilmiyorum...

Seni seven kizin Elif...
*************************************************************************** ****
***************************************************HER GÜNÜNÜ CiCEK GiBi TOPLA ; KURUT ONLARI. SONRA MiSKAMBER DAMLAT. BURAM BURAM GECMi$iN KOKSUN DIYE....
BUGÜNLERiMiZ DÜNÜN YARINLARI DEGiL MiYDi???
****************************
__BozkurT__ - avatarı
__BozkurT__
Ziyaretçi
22 Kasım 2005       Mesaj #78
__BozkurT__ - avatarı
Ziyaretçi
İşte böyle başladı bizim ki. nasıl mı?okullar yeni açılmıştı.dikkatimi çeken bir şey vardı.yan sınıfa yeni bir çocuk gelmişti. okadar tipsizdiki benim sınıf arkadaşımla çok samimi arkadaştı.sürekli arkadaşım ... bağırıyor o ise arkadaşımın ağzını tutuyordu.bunu arkadaşlarımla paylaştım bence sana aşık dediler.günlerce uyuyamadım nasıl o çocuk bana aşık olur ve işte o gün gelip çatmıştı.arkadaşım bana bir kolyeyle gelmişti.bunu xxx gönderdi.ne yapacağımı bilmedim arkadan beni önceden sevenler vur vur vur diye bağırıyorlardı ben ise donup kalmıştım.uyandığımda öyle öfkeliydimki disipline gideceğimi söyledim xxx oradan gitsin diyordu ama disipline gidemedim neden bilmiyorum yüreğim elvermedi ve o gün gelip çatmıştı.sınıf öğretmenim bahçede idi yanına gittiğimizde yanaklarımızdan makas alırken tam karşımda boynu bükük oturuyordu.işte oan ondan çoooooooooooooooooooook hoşlanmıştım bunu arkadaşlarıma anlatmaya çekiniyordum.bana gülerlerse.herzaman onu düşünmeye başladım.hiç aklımdan çıkmıyordu.o tipsiz çocuk şimdi bana karizmatik ve yakışıklı geliyordu.cesaretlendim ve arkadaşlarıma anlattım çok şaşırdılar... sen ona mı kaldın dediler.ama ben vazgeçmedim.dua ediyorum bana çıkma teklifi etsin diye onun da beni sevdiğini biliyorum ama cesareti kırılmıştı ve bir gün arkadaşlarımla okulun balkonunda otururken yanıma geldi ve arkadaşlarımı gönderdi..bana ceketini verdi.o an heyecandan ölecektim bana çıkma teklifi etti dualarım kabul olmuştu artık teklifini kabul ettim çok mutlum onu çok seviyorum
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Kasım 2005       Mesaj #79
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BIRAK SEVGİ SENİ BULSUN
İyi kalpli yalnız bir adam bir gün bir koza bulur. Kozanın içinde küçük bir tırtıl vardır. Adam çok sever bu tırtılı. Onunla tüm yalnızlığını, tüm sevgisini paylaşır. Gel zaman git zaman tırtıl büyür, güzel bir kelebek olur. Adam kelebeğine hayran, bırakamaz onu bir türlü. Aslında kelebeğin aklında dağlar, kırlar, çiçekler vardır da kıyamaz bir türlü adama ve sevgisine, yalnız bırakamaz onu. Üç günlük ömrünü sevildiği ve sevdiği yerde geçirmeye hazırdır. Ama adam bilir ki "Sevmek bazen vazgeçmeyi de bilmektir." Kelebeğine son kez bakar ve onu salıverir özgürlüğüne, kırlarına, çiçeklerine doğru... Kelebek mutlu olmasına mutludur ama hiçbir meltem, hiçbir çiçek yaprağı adamın avucunun sıcaklığını andırmaz. Aklında adam, o çiçek senin bu çiçek benim dolaşır saatlerce... Adam bir kelebeğe sevdalı, bakıp durur boşluğa. Kelebekse hâlâ konacak sıcak bir avuç aramakta! Böylece kelebek şunu anlar; "Bazen ait olduğumuz yer orasıdır; sıcak bir avuçtur biliriz. Ama o yerin bize ait olma ihtimali bir hiçtir." Böylece adam şunu anlar: "Hiçbir sevdayı yalnızca sevgiyle yaşatamazsınız." O günden sonra kelebek, adama duyduğu özlemi gömecek bir dağ aramaya başlar. Ama gücü tükenene dek arayıp da bulamayınca anlar ki "Hiçbir dağ bir özlemi gömebileceğimiz kadar büyük değildir." Adamsa artık sevdasını koyar avuçlarına kelebeğinin yerine. Herkes bir şeyler yaşar; iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış. Yaşadıklarından bir çıkarım yaparak hayatına bir yol verir, aynı zamanda düşüncelerine de... BIRAK SEVGİ SENİ BULSUN!
Son düzenleyen Blue Blood; 22 Kasım 2005 17:43
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2005       Mesaj #80
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
GAYRETİNE DOKUNMUŞ OLMALI
Vaktiyle Kalenderiye yoluna mensup bir derviş, nefisle mücâhede makamının sonuna gelir. Meşrebin usûlünce bundan sonraki makam Kalenderîlik makamıdır. Yani her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir... Saç, sakal, bıyık, kaş... ne varsa hepsinden. Derviş, usûle uygun hareket eder, soluğu berberde alır.
-Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmamış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer. Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz. Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder: "Kabak aşağı, kabak yukarı..."
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oraya yığılıp kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar. Berber ise şaşkın... Bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayr-i ihtiyarî sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- Vallahi gücenmedim; ama!.. Hakkımı da helâl etmiştim. Gel gör ki, kabağın bir Sâhibi var. O'nun gayretine dokunmuş olmalı!..
Son düzenleyen Blue Blood; 23 Kasım 2005 16:48

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar