Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 63

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.387 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mayıs 2006       Mesaj #621
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Benim Adım Aşk

Sponsorlu Bağlantılar

Aşk benim adım, aşk... Kısacık bir kelimeyim ama anlamım ansiklopedileri aşar. Ne rengim belli, ne zamanım? Ansızın dikili veririm karşınıza. Beklenmedik zamanlarda sinsice süzülürüm yüreklerinize. Adım aşk benim...

Bir bakmışsınız hızlı hızlı çarptırmaya başlamışımdır kalbinizi. Heyecan yüklerim benliğinize, bir anda değiştiririm renginizi. Siyahtan maviye yol alır kalpler benimle. En acılı yüreğe bile huzur verir benim adım. Benim adım aşk... Gece gündüz demeden damarlarınızda dolanırım.

Gururunuzu ve mantığınızı silerim bir anda... Size aynı anda korkuyu ve cesareti verip, hayatınızı en tatlı oyuna dâhil ederim. Ben ruhunuza güneş gibi doğduğum gibi, bazen geceleri getiririm. Benim adım aşk... Ben bir karmaşayım.

Size şiirler, mektuplar ve güzel sözleri yazdırtan duyguyumdur ben. Bir gülde değişir bazen adım ve sevgiliye yol açarım kalpten kalbine. Ben size en aptal şeyleri yaptıran şeyim aslında. Aşk benim adım, aşk...

Bazen ruhunuzu sıkıştırıp, sizi kendinizle baş başa bırakırım ve benim sayemde birleşir sevdiğinizle elleriniz. Ben öyle bir şeyim ki sizi hem hayata bağlarım, hem hayattan soyutlarım. Ben yaralarım ve yaralarınızı saranım. Benim adım aşktır... Ben çözümü en zor vakayım.

Aşk benim adım, aşk... Anlamım ve yaşatacaklarım sınırsızdır aslında ama ne gerek var hepsini şimdi anlatmaya. Benim adım aşk... Beni yaşadıkça tanıyın. Bir gün elbet sizin yüreğinize de uğrarım. Benim adım aşk... Ben bambaşkayım

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mayıs 2006       Mesaj #622
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hiç inanmamıştım aşkım, hem de hiçbir zaman inanmamıştım. Beni kendime düşman edip kalbimin bir yarsını söküp alıp gideceğine... Benden başka herkes biliyordu oysa, senin günün birinde beni yarı yolda bırakıp gideceğini. Şu kahrolası dünyada bir ben vardım zaten sana inanan, güvenen, seven ve her zaman her şartta destek olan. Ama sen sana inanmayanları haklı çıkardın ve beni terk ettin.

Sponsorlu Bağlantılar
Seninle birlikte kurduğum dünyayı yerle bir edip gitmene ne sebep oldu bilmiyorum. Ben yalnızca sana aşık değildim sen benim en iyi dostumdun. Neler yapacaksam danışırdık birbirimize, hayatımızı paylaşırdık. Ağlamaktan korkmazdım. Biliyordum ki ağladığımda sen yanımda olup göz yaşlarımı silerdin. Artık ağlamıyorum bile. Seninle ilgili her hatıra acıtıyor yüreğimi. Gecen gün markette senin o çok sevdiğin acı biberlerden alacaktım . birden aklıma geldin ve ben boğulacağımı sandım. Tıkandım. Nefes alamadım. Ağlayamadım. Patates böreği yemiyorum. Ebru Gündeş’i dinlemiyorum. Bütün resimlerimizi kaldırdım. Kimsenin senin hakkında konuşmasına izin vermiyorum. Ve günde bir paket sigara içiyorum. Hayatta en nefret ettiğin şeyi yapıyorum yani. Artık uzun yıllar yaşamanın pek anlamı yok öyle değil mi?Ne için yaşayacağım ki!

Seninle birlikte hayallerimi de kaybettim ben.Tek katlı bahçeli ve bahçesinde köpekleri olan bir evim olmayacak artık. Domates, biber, sebze yetiştirmeyi de öğrenemeyeceğim. salonumuzun tavanını balıkçı ağıyla süsleyemeyeceğiz.Sana sürpriz yapacaktım,yatak odamızın duvarlarını sana yazdığım aşk mektuplarıyla ve en güzel fotoğraflarımızla süsleyecektim. Bütün hayallerime evime çocuklarımıza, mutlu geleceğimize emin olduğum geleceğimize veda etmek kolay mı olacak sanıyorsun. Seni aramıyorum diye, bu kez peşinden gelmedim diye unuttuğumu zannetme. Her zamankinden daha çok seviyorum seni. Şu an şu saniye uğrunda ölebilecek kadar çok seviyorum. Öfkem de aşkımda dinmek bilmiyor.

Senden sonra ben nasıl yaşarım bilmiyorum, ama senin hep mutlu olmanı isterim. Birlikte geçirdiğimiz yıllar içinde seninle yaşadığım her an özeldi, her anı doyasıya yaşadım. Beni çok mutlu ettin. Zaman içinde kızgınlığım geçince seni hep o güzel günlerimizdeki hatıralarla anacağım. Yıllar sonra ben eğer aklına gelirsem bil ki pencerenin önünde en sevdiğin şarkıyı mırıldanıyorumdur yıldızlara “Dün akşam yine benim yollarıma bakmışsın...”
JeLiBoN - avatarı
JeLiBoN
Ziyaretçi
10 Mayıs 2006       Mesaj #623
JeLiBoN - avatarı
Ziyaretçi

ELENANIN HATIRA DEFTERİ
Ökkeş, delikanlı, mert, Asyalı bir genç oğlan.
“Ö” ve “Ş” ye dilimi bir türlü döndüremedim ya.
Kapımı çaldı. Girdi oturdu ve bir daha gitmedi
Kapımdan. Evimden, Hayatımdan. Kalbimden.
Ökkeş: Hocam benimle evlenir misin?”
“Ben senden yaşça büyüğüm ama” “Biliyorum.”
“Hem de ben dul bir kadınım” “Biliyorum.”
“Sen Müslümansın camiye gidersin”
“Ben kiliseye bile gitmiyorum.” “Biliyorum.”
Benim için eğlenceliydi. Lokanta parasını o ödedi.
Beni eve kadar getirdi. Ailemle tanıştırdım.
O akşam bizimkiler sinemaya gitmişti.
Evde kimsecikler yoktu. Baş başa idik.
Ökkeş’le konuştuk. Şakalaştık. Yattık.
Hemen kalktı. Banyo yaptı. Elbisesini giydi.
“Rabbim beni affet” diye için için ağladı.
“Aa bu da ne? Kocaman adam ağlar mı?
“Biz canımızın istediğini daima yapıyoruz.”
“Bu hal yaradan karşı neden suç olsun ki?”
“Canlılar içinde sadece insan din sahibidir.”
“Hayvanlar canının istediği gibi yaşar.”
“İnsanlarsa dinin istediği gibi yaşar.”
Nevresimi üzerime çekip onu dinledim.
Düpedüz adam bana hayvan demişti.
Ama çırılçıplak bir gerçeği söylemişti.
Gerçeği söylerken değneğin ucu bana değdi.
Sanki bir uçurumun kenarında yürüyordum.
Elbisemi giymeden kalkıp oturdum.
“Niçin ağladınız?” diye sordum.
“Nikahsız evlenmek haramdır” dedi.
“Evlensek, başkası ile çıkmaz mısın?”
“Allah korusun.” Adama canım kaynadı.
“Desene, bu yobaz sadece benim olacak”
Mahcup bir çocuk gibi “İzin verirsen gideyim”
“Beni öpmeyecek misin?” Dedi “Haram”
Katıla katıla güldüm. Sessizce ayrıldı.
Yatağı düzelttim. Karnımı doyurdum.
Mutfağı temizledim. Televizyonu kapattım.
Pencereden baktım. Dünya yerinde duruyordu.
Kahvemi yudumlarken, sigaramın dumanlarını seyrettim.
Dinin organizmaya tesirini ilk defa gördüm.
Organizmanın evet dediğine din hayır diyor
İnsan organizmanın emrinde değil, dinin emrine uyuyor.
Ben rahibi dinlerken bile hep “laf laf” derdim.
Çünkü ona yaklaşsam, incili atıp bana sarılır.
Annemin hatırı için kilisede, Ökkeş için ise evde,
İki dine göre, iki nikahla, bir aile olacaktık.
Evlendik. İlk talimat “Ben ne yaparsam sende onu yap”
“Ben içersem sen de iç, sigara içersem sende iç”
Kız arkadaş edinirsem sende edin. Plaja gidersem sende git.”
“Ben Müslüman değilim, İslam’a uymak zorunda mıyım?”
**/**
Sokakta elimden tutmuyordu. Sevişen gençleri gösterdim.
“Bak ne güzel” “Onlar karı-koca değil.”
“Karı koca olsalardı evde sevişirlerdi.”
Sokakta sevişenler yalnız bu gençler değil
“Kuşlar, kediler, köpekler sokakta sevişir.”
“Desene medeni hayvanların sayısı oldukça fazla”
Sigara içtiğimi gördü bir taş yuvarladı
“Sigara içenler, doktorun işini artırıyorlar”
“Azrail’inde işini kolaylaştırıyorlar.”
Bu cümleye bayıldım. Sigarayı söndürdüm.
“Nefsi emareye itimat edilmez.” “Ne! Ne?”
“Emreden nefse” “Ama canım istiyor”
“Hayvanlar canının istediğini yapar”
“Müslüman ise Allah’ın dediğini yapar.”
**/**
“Yanındaki erkek kimdi?” “Ne demek istiyorsun”
“Erkeği sordum” “Bir akrabamdı”
Vazoyu aldı hızla masaya vurdu.
“Konuşmuştuk. Uzak kalacaktın” Beynim atmıştı.
“Öyle vurulmaz böyle vurulur” diye
Vazoyu duvara, tabağı yere çarptım. Masayı devirdim.
Avazım çıktığı kadar bağırdım. “Çık evimden defol git”
Renginin sarardığını ve elini cebine soktuğunu gördüm
“Gidiyorum” dedi ve dönüp bakmadan çıkıp gitti.
Odaları ve mutfağı dolaştım. Bardağı yere çaldım
Salona geçtim. Televizyonda film vardı.
Adam elini uzatırken, “sevgili karıcığım” dedi.
“Yalan” diye bağırdım. Kül tablasını fırlattım.
Televizyonun tüpü patladı. O zaman aklım başıma geldi.
Eşyanın az oluşu büyük bir yangını önledi.
Ne oluyor? İntihar mı ediyorum. Şok geçirmişim.
Perdeyi araladım, karanlık çökmüştü.
Her taraf karanlık ve ben yalnızdım.
Azgın ata dönüşen hırsım geçmemişti.
Elimi yüzüme kapatıp hüngür hüngür ağladım.
Bu arada telefon çaldı. Annem arıyordu.
”Banyodayım seni arayacağım” dedim ve kapattım.
Banyoya girdim. Su rahatlatmıştı.
Dikenleri gördüm de gülleri hatırlayamadım.
Bu gece sabah olmayacak sandım.”Ya geri dönerse?”
Hayır. Dönmesin. Yüzüne bakmam. Onunla yatmam.
“Canı cehenneme” Birkaç hap yuttum.
Uyanırsam iki tane daha içeceğim.
“Uyanmazsam kurtuldunuz ey ilaçlar”
İlk defa dersime geç kaldım. Koştum
Karnım zil çalıyordu.
Gerilerde bir şeyler kalmış gibi yüreğime iğne batıyor.
Asıl dram bu akşam başlayacak, anneme gideceğim.
“Ökkeş’in işi çıktı diyeceğim. Annem: “Yine mi” diyecek.
Babam: “Arabaya binmek kolay ama bir de arabayı çeken
Ata sor.” Diyecek kahırla bilgeliği içinde
Geçmişte bir akşam, Babam da annem de nasihat etmişti.
Öylesine bağırmıştım ki yer gök inlemişti.
Arabaya atlayıp dağ taş sürmüştüm delicesine
“Adam gibi” davransınlar diye
Suçu onların üzerine atıp, kurtulmuştum.
Dişim ağrısa çektiririm. Çıban olsa aldırırım.
Kalbimdeki sızının dermanı ne? Allah’ım.
Yine babamın evine gittim. Yemeği beraber yedik.
Şüphelenmediler. “çiçeği burnunda yuva yıkılır mı?
Kitap okuyacağım diyerek odama çekildim.
Kitapları karıştırdım. Bir yığın nasihat ettiler.
Hayata bir mana veremedim, İyi nedir? Kötü ne?
Sabahın ışıkları sadece odamı değil içimi de aydınlattı.
Rabbime şükürler ettim. Kahvaltıyı hazırladım.
“Kuş uçtu, böylesi saadetlerden mahrum kaldık” diyordu annem
Az kalsın söyleyecektim “kuşun kuyruğunun tutuştuğunu”
Herkes gibi işime gittim. Herkes gibi güldüm.
Konuşuyordum ama herkes gibi değilim.
Göğsümde bir taş var ağır mı ağır.
Güneşin batışına dayanamıyorum, hüzün çöküyor içime
Kim bilir,hangi saadet rüzgarı o bulutları dağıtır.
Eve döndüm. Yalnızlığa alışmalıyım. Temizlik yaptım.
Kahvaltı türünden bir şeyler hazırladım.
İnsan tek başına bir şeyler yiyemiyor ki..
Zaman geçmek bilmiyor, saatler daha zalim şimdi.
“Bu gün de gitti” diye seviniyorum.
Hayat zorlaştıkça, ölüm güzelleşiyor.
Evim karanlık içine düşmüş yalnızım.
Kocaman Amerika beni ilgilendirmiyor.
Milyonlarca insan yalnızlığımı gidermiyor.
Banyodan çıktım, deli gibi çırılçıplak dolaşıyordum.
Telefon çaldı. “Elena hanım, ben Ökkeş”
“Ben ne zaman hanım oldum be?” diye bağırıp
Telefonu kapattım. “Haine bak, sevgilim, hocam” demiyor da
“Elena hanım” sanki yedi kat yabancı..
Kendimi yatağa attım, yastığa sarıldım.
Niçin ağladığımı bilmiyorum, göz yaşlarım sel gibi
“Beni anlasana” diye inledim.Sabah neden bu kadar uzak?”
Gecenin ilerleyen saatinde telefon susmak bilmiyor
“Buyurun” “Seni özledim, seni bağrıma basıyorum”
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Tek kelime söyleyemedim.
Yalnızlığı kovmalıyım, benimde ümitlerim olmalı
Bende gülüp şarkılar söylemeliyim.
Bir çocuk gibi oynamalıyım.
Koltuğun üzerinde sabah kadar öylece uyumuşum.
Telefon sesine fırlamışım.
“Seni Türkiye’ye bekliyorum.” “Ne, Türkiye mi?”
“Sen, benden o kadar uzaklaştın mı?”
“Seninle mesut olacağıma inanıyorum”
Telefonumu bekle” dedim ve telefonu kapattım.
İznimi aldım, hazırlandım, “bekle Türkiye geliyorum”
Odun kocacığım, dallarını dayadı, yeşerdi
Ben de yaprakları altında serinleyeceğim.
Havaalanında elinde çiçeklerle karşıladı.
“Sokakta sarılmak dinimize aykırı”
“Seni gönülden kucaklıyorum. Hoş geldin”
Çantamı aldı, koluma girdi. Evlerine gittik.
Bizim gibi giyinen bizim gibi yaşayan
Türkçe konuşan insanlardı,
Babamın anlattıklarını aradım
Kaynanamın elini sıktım. O ise,
Elini burnuma uzatınca mecburen öptüm.
Ev akrabalarla dolu
Hanımların çoğu boynuma sarılıp öptü.
Gülen yüzleri karanlık dünyamı aydınlattı.
Türkçe bilmemem çok kötü. Dilsizler okulundaydık
Baba bütün haşmetiyle içeri girdi.
Şakalarına kar yağmış, gömlek, yelek, ceket
Pehlivan yapılı, pos bıyıklı bir adam.
“Hoş geldin, gelinim.” Elini öptüm.
“Bakalım bu gavur kızıyla ne yapacağız?”
Beynim attı. Salondaki hanımları gösterdim.
“Ben de bunlar gibiyim. Bunlar gavur mu?”
“Haklısın, öyle karıştırdılar ki!”
Gavuru Müslüman’ı seçilmez oldu.”
“Dünya yuvarlak nasıl tutarsan öyle gider”
Tuvalet dışarıdaydı, oda gibi banyo yerdeydi.
Kazanda ısıtılan suyu maşrapa ile dökeceksin.
Sofra yere serildi. Herkes cambaz gibi oturdu.
Sabahleyin eriğin dalında barfiks yapıyordum.
Kaynana: “garıya bak garıya” diye söylendi.
Deredeki su sesi ve kuşlar dünyama renk kattı.
Ökkeş iptidai yöreden gökdelenler dünyasına,
Konforlu modern dünyada ıstırap çeken ben
Çarşıdan kaynanama bir fırım aldım
Beraber yemek pişirdik. Biraz ısındı.
“Ulan Amarkeya gittiğin yetmiyor gibi”
“Gavur gızının koynuna girince bizi unuttun”
“Sana gül gibi kızlar alırdım, yaktın beni oğlum”
Ökkeş’e : “istersen ayrılalım, *****n dizi dibine otur”
Onları bu dertten kurtaralım olmaz mı?”
Hiç beklemediğim bir cevap verdi.
“Kadın ceket değil ki vestiyere asıp gideyim”
“O vücudun bir parçası, onu nasıl atayım”
Eve geldim. Kaynanam gözlerini siliyordu.
Ökkeş’e durumu sordum. “Bir durum mu var?”
“Annem seni boşamamı istedi. Ben de dedim ki”
“Kızcağızı gurbette bırakmak olmaz, izin ver”
“Amerika’ya gidip orada boşayıp döneyim dedim”
“Bu sefer ağladı. Benim yüzümden o yavruyu boşama”
“Kadınların nasıl çile çektiğini bilirim” diye ağladı.
Gözümden yuvarlanan yaşı silip ağladım.
Kahveler tıklım tıklım adam dolu. Tarlalar boş.
Bahçeler bodur ağaçlarla dolu, bu memleket kalkınmaz
Devletiniz de diğer devletlerin kontrolünde
Cennet gibi vartanda cehennem hayatı yaşanmaz.
Banyoda abdest aldım. Ökkeş’in yanında namaza durdum.
Kayınbaba: “Ula garı bak! Müslüman gelinim var, dırdır etme”
“Öbürlerine döndü. Bu ne biçim iş gavurun kızı namaz kılıyor”
“Müslümanların kızı oturuyor. Gavurun kızı kuran okuyor,”
“Müslüman’ın kızı elifi görse mertek sanıyor.” Elini açtı.
“Ya Rabbi bu ne terslik, her şey bu kadar tersine döner mi?”
Ökkeş’e sordum : “Allah gökte mi ki ellerini havaya açtı!”
Ökkeş tercüme edince, adamcağız kahırlandı.
“Haklısın kızım, bize dinimizi öğret de öyle git….!”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mayıs 2006       Mesaj #624
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hiç bu kadar bekletmemişti diye düşündü delikanlı.
Buluşma yerine geleli 45 dakika olmuştu.
Cep telefonunu da açmıyordu. Herhalde yoldadır ve duymuyordur, şimdi gelir diye düşündü.
Bir banka oturdu ve beklemeye başladı. Beklediği yer ortasında fıskiyeli bir havuzu olan küçük bir parktı. Havuzun çevresinde yürüyüş yolu , hemen bitiminde hepsi havuza dönük banklar ve tam arkalarında da çimlerle başlayıp ağaçlarla devam eden yeşil bir örtü vardı.

İlk tanıştıkları an geldi aklına. O günde her zaman ki gibi kampusün tam karşısındaki kafede arkadaşları ile oturmuş muhabbet ediyorlar bir yandan da patates kızartması yiyorlardı.

Patateslerini küçücük kasedeki zaten çok az kalan ketçaba olanca bulayabilmek için savaşırken tam köğsünün ortasına koca bir kan damlası gibi yapışı vermişti.

Tezgahta duran garsondan peçete istemek için gittiğinde garsonun cevabı ve gördükleri karşısında dona kalmıştı o an. Garson elinde tek bir peçete kaldığını ve bunu göğsünün tam ortasına ketçap döken yanındaki kızla paylaşmaları gerektiğini söylüyordu ikisine de.
Sadece birbirlerine baka kalmış gülümseyememişlerdi bile bu komik tesadüfe.

İlk defa yine bu parkta buluşmuşlardı. Çiçelk alsam mı yoksa henüz erken mi diye kafa patlatılan yarım saatin sonunda tek bir papatya alıp özenle folyolatmıştı sapını.
Tam 5 dakika beklemişti ama parktaki yeşillikleri havuzdan su içmeye çalışan kırlangıçları ve ağaçların hemen dibinde biten yabani mantarları seyrederken pekte fark etmemişti zamanı.
Onu gördüğündeyse çevredeki her şey bir anda görünmez oluvermişti. Elindeki çiçeği mahcup uzatırken dua ediyordu ellerinin terlediğini anlamasın diye. Aynı şeyleri düşünüyordu kız tokalaşırken , ‘acaba anlamışmıdır’ .

Yaşlı bir adamın elindeki bastonunu düşürmesi ile kendine geldi delikanlı. Hemen kalktı ve bastonunu verdi teşekkür eden adama.
Saatine baktı , en son baktığından beri 20 dakika geçmişti. Bir saati geçmişti randevu saati.

Bir kez daha aradı cep telefonunu , yine cevap vermiyordu. Meraklanmaya başlamıştı.
Kesin sınavda bir terslik oldu diye geçirdi içinden. Filoloji de okuyordu ve bu gün son finale girecekti.

Hemen fakülteye gitmek için hızlı adımlar otobüs durağına ilerlemeye başladı.



Bir saatten fazla geç kalmıştı genç kız. Koşar adımlarla parkın demir kapısını hızla iterek içeri girdi.
Banklara oturmuş kuşlara ekmek atan yaşlı bir adamdan başka kimse yoktu. Kim bilir nekadar kızmıştır bana diye geçirdi aklından. Sabah sınav sırasında sessize almış yetişme telaşıyla da unutmuştu. Kaç kere aramıştı acaba. Telefonuna baktı 7 cevapsız arama vardı . Hemen aradı telefon çalıyor ama kimse açmıyordu. Sınav sonrası hocanın odasında bir saat nasihat dinlemese bunların hiçbiri gelmeyecekti başına .

Kesin beni merak etti ve eve gitti diye düşündü. Otobüs durağına doğru yürümeye başladı.
Durakta her zamankinden fazla bir kalabalık ve telaş vardı. İnsanlar yerde yatan birinin etrafında toplanmışlardı. Galiba biri kaza geçirmişti. Hiç dayanamazdı bu tür sahnelere , başını çevirerek bakmadan geçti. Koşuyordu dedi adamın biri , yola bakmadan fırladı otobüsün önüne . Kulak kabarttı söylenenlere genç kız.

Otobüs şöförü , valla görmedim , birden önüme atladı diye dert yanıyordu bir köşede polise.

Ambulans gelmişti sonunda. Herkes ilk müdahaleyi yapacak zannederken sadece üzerine bir örtü örttü doktor. Ölmüş bu dedi polis memuruna.


Ölmüş bu , genç kız bu söze çok kızmıştı. Bahsettikleri şeyden ne oldu belli olmayan bir yaratıkmış gibi konuşuyorlardı sanki.

Dayanamadı , bakmak için olduğu yerde arkasını döndü ve yerde üzeri örtülü yatan cesede baktı. Galiba bir erkekti , ayakkabılarından anlamıştı bunu. Başka bir yeri de gözükmüyordu zaten.

Üzerinden kimlik çıkmadığından bahsediyordu polis, Tanınacak durum da değildi ona göre, yüzündeki kan yüzünden.

Genç kızın midesi bulanmıştı bunları duyunca. Otobüste hala gelmemişti. Gitmeliydi , kim bilir ne kadar merak etmişti sevgilisi. Tekrar aradı cep telefonundan , çalıyordu . Uzun uzun çaldı telefon, ya duymuyordu ya da okadar kızmıştı ki bilerek cevap vermiyordu. Tamam kapayacakken alo dedi karşı taraf. Bu sesi tanımıyordu. Siz kimsiniz dedi genç kız. Sanki kendi sesini duyar gibiydi.

Ben polis memuru Ahmet dedi karşı taraf. Sesi duyduğu yere doğru döndü kız . Alo alo diye yerde yatan adamın başında duran polisi görünce bir titreme geldi içine. Her şey sim siyah olmuştu sadece polisin elindeki telefonu görüyordu. Tanımıştı, sevgilisine doğum gününde kendisinin hediye ettiği telefondu o .

Ve her şey karardı. Olduğu yere yığılı verdi gen kız.

…………………………..

…………………………..

…………………………..

…………………………..

Gözlerini açtığında hastane odasındaydı. Yatağın tam yanındaki koltukta ev arkadaşı uyuya kalmıştı. Odada birkaç ayrı vazo vardı çiçeklerle bezenmiş.

Anlamaya çalışıyordu. Yattığı yerde doğrulmaya çalıştı.

Diğer bir koltukta duran hırkayı gördü.

Çığlığı arkadaşını uyandırmıştı. İstemsizce ağlıyordu. O kadar hızlı ağlıyordu ki nefes bile almıyordu. Geçti , sakin ol diye telkinlerde bulunuyordu arkadaşı. Duramıyordu , o öldü diyebildi sadece. O öldü.

Hıçkırıkları o kadar sıklaşmıştı ki nefes alamadığı için morarmaya başlamıştı yüzü.



Çığlığı duyar duymaz içeri dalı verdi delikanlı . Koşarak sevgilisine sarıldı. Ancak kızcağızın kimseyi görecek hali yoktu. Nefes alamıyordu. Doktorlar yetişti odaya ve hemen bir iğne yaptılar. Genç kız sakinleşti ve derin bir uykuya daldı.

Gözlerini açtığında , sevgilisi ellerini avuçlarının içine almış sıkı sıkı tutuyor ve öpüyordu.

Ben de mi öldüm diye fısıldadı genç kız. Delikanlı ağlıyordu. Seni çok seviyorum dedi delikanlı. Gözlerinden akan yaşlar gen kızınkilerle karıyordu. Birbirlerine sarılıp ağladılar.

…………
…………

Ama nasıl dedi geç kız . Nasıl olur. Sen oradaydın . Yerde yatıyordun ve telefonu başındaki polis açtı . Nasıl …?


……………….
……………….

Delikanlı hızlı adımlarda otobüs durağına doğru yürüyordu. Bir yandan da elindeki telefonla sevgilisine mesaj yazmaya çalışıyordu. Tam evet tuşuna basacaktı ki , kirli sakallı patlak gözlü bir genç telefonu elinden kaptığı gibi koşmaya başladı. Delikanlı ne yapacağını bilmeden dona kalmıştı. Köşeyi dönüp gözden kaybolmuştu hırsız.

Çevrede olayı görenler karakola gitmesini söylüyordu ama , telefonu düşünecek hali yoktu .

Sevgilisini çok merak etmişti ve hemen kampüse gitmeliydi.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
10 Mayıs 2006       Mesaj #625
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
PEKİ YA HAYAT??

Ne zaman kendin için bir şeyler yapacaksın?
Henuz 18 ini yeni bitirmiştin, enerji ve umutla dolu
hayata başlamaya hazırdın...
Ne oldu?
Istemediğin bir
okula girdin. Insanları mutlu etmek, saygı kazanmak,
sevilmek için... Sevmediğin bir bölümde senelerini
harcadın... Ayaklarını sürüye sürüye gittin
derslere... Çalışmak istemedin ama yine de zorladın
kendini... Güç bela bitirdin sonunda... Ne ailen, ne
de arkadaşların görmedi yaptığın fedakarlığı...
Alkışlamadılar seni,omuzlarının üzerine çıkarmadılar,
madalya takmadılar... Enerjin çoktan
tükenmeye başladı bile... Kimse bilmez nasıl kendini
feda ettiğini... Ruhunu teslim ettiğini... Gençliğini
tükettiğini...
Şimdi iş bulman gerek... Para kazanman, araba alman,
ev alman gerek... Istemediğin bir işe girdin... Böyle
olması gerekiyor diye... Sırf çevrendekiler bekliyor
diye... Insanları mutlu etmek, saygı kazanmak,
sevilmek için... Sabahın köründe gidiyorsun işe...
Sevmediğin insanlar ile gününü harcıyorsun... Heyecan
duymadığın işlerle zamanını geçiriyorsun... Yarının
gelmesinden nefret ediyorsun...
Sevildiğini hissettin
mi peki? Ya saygı? Bitti mi insanların istekleri?
Özgür müsün artık? Hayır hala özgür değilsin...
Şimdi evlenmen gerek... Öyle ya yaşın geçiyor, evde mi
kaldın ne? Arıyorsun etrafında uygun
birisini, artık evlenmeliyim diyorsun...Acaba
gerçekten istiyor musun? Sana uygun birisini buldun
işte, boyu boyuna, mesleği mesleğine, parası parana
göre... Peki ya kalbin? Düğününden bir gece önce
sessizce itiraf ettin kendine, ya doğru kişi değilse?
Belli ki hazır değildin bu evliliğe... Evlenmek için
evlendin... Insanları mutlu etmek, saygı kazanmak,
sevilmek için...Mutlu oldun mu peki?
Kalbin heyecanla doldu mu? Akşam eve koşarak döndün
mü? Sevildiğini hissettin mi? Seviştin mi tüm
varlığınla?
Daha evleneli bir sene dolmadı, insanlar çocuk demeye
başladılar... Istedin mi gerçekten bir çocuk sahibi
olmayı? Hazır mısın bir canlıyı yetiştirmeye? Söyle
bana ne verebilirsin bu küçük insana? Hayatı kendi
gözlerinle hiç yaşadın mı? Ne istediğini biliyor
musun? Ya istemediğini? Hiç risk aldın mı? Sen hiç
kendin için bir şey yaptın mı? Çocuğun bir gün sorarsa
Özgürlük Nedir? Ne cevap vereceksin? Sen hiç özgürlüğü
yaşadın mı?
Evliliğinde problemler yaşıyorsun... Sevmediğin bir
insanla cehennemi paylaşıyorsun... Boşanmak fikri
kafana gelip gelip gidiyor...cesaret edemiyorsun...
Insanlar ne der diyorsun... Gene kendi duygularının
üzerine bir duvar örüp başka insanlar için evliliğinde
kalıyorsun... Fedakarlığını gören biri var mı?
Yaşadığın ızdırabı senin gibi yaşayan?
Korkuların seni hapsetmiş, her geçen gün etrafına bir
duvar daha örüyorsun. Sevilmeme korkusu, yalnız kalma
korkusu, başarısız olma korkusu, saygınlığını yitirme
korkusu ve daha neler neler... Hayatında hiç
korkmadığın bir gün oldu mu? Cesaretle atıldın mı hiç,
ya bilmediğin bir dünyaya girdin mi? Sevilmemeyi göze
aldın mı hiç? Gülünç duruma düştün mü? Ağladın mı
doyasıya, insanlara aldırmadan? Acı çektin mi hiç,
hani öleceğini düşünecek kadar... Ve iyileşmeyi
başarabildin mi hiç?
Yaş erdi kemale diyorsun, bu saatten sonra benden ne
köy olur ne kılavuz. Umutların tükenmiş, hayallerin
yıkılmış... Koca bir ömür başka insanların kontrolü
altında geçip gitmiş. Alışmışsın artık
bu düzene, artık istesemde çıkamam diyorsun... Ve gene
kendin için bir şeyler yapmaktan vazgeçiyorsun...
Ne olurdu istediğin okula gitseydin... Kim ne derse
desin, ressam olsaydın... Müzisyen, Arkeolog, Sanatçı,
Sporcu olsaydın...Hayattaki büyük adımları ancak hazır
olduğunda sen istediğin için atsaydın... Ne olurdu
biraz risk alsaydın? Biraz kendine güvenseydin? Biraz
kendine inansaydın? Ne olurdu seni çepeçevre saran
zincileri kırıp, önünde ki duvarları aşıp, kendin
olabilmeyi başarsaydın? Kim ne diyebilirdi sana? Gene
kimse madalya takmazdı, gene kimse alkışlamazdı, gene
kimse seni omuzlarının üzerine çıkarmazdı... Ama sen
kendine saygı duyardın!
Haydi şu anda şu dakika bir daha bak hayatına... Bu
sefer kendin için bir şeyler yap... Bırak insanlar
sevmesin seni, bırak senin mutsuzluğundan mutlu
olmayıversinler, bırak takdir etmesinler,
onaylamasınlar, bırak dedikodunu yapsınlar, itiraz
etsinler... Hayatında bir kere olsun bu riski al!
Istediğin mesleği yap... Zevk al ürettiğin işten...
Uçarak git işine...Keyif al birlikte çalıştığın
insanlardan... Yaşamını kendin SEÇ ve MUTLU OL
seçtiğin bu yaşamdan...
Istediğin insan ile istediğin zamanda evlen... Ister
20 inde ol, ister 50 inde... Senden başka kim bilir
doğru insanın kim olduğunu ve doğru zamanın ne zaman
olduğunu? Dinleme başkalarını... Evlenmek için hiç bir
zaman geç sayılmaz... Ve hatta istiyorsan
evlenme... Bu yaşam senin ve ızdırabını da,
mutluluğunu da yaşayan tek sensin...
Istediğin zaman çocuk yap... Kendini hazır
hissettiğinde, yaşama bir canlı getirmek istediğinde
ve o çocuğa verecek bir şeylerin olduğunda... Ve hatta
istemezsen hiç çocuk yapma...
Istiyorsan başka bir şehre taşın, başka bir ülkeye,
başka bir kıtaya... Mecbur değilsin bu şehire tıkılıp
kalmaya...
Istiyorsan yeniden okula başla, yeni bir meslek, yeni
bir hayat, yeni ben diyerek kendin için yaşa...
Şimdi soruyorum sana...
Ne zaman kendin için bir şeyler yapacaksın?





arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #626
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Aşk ve Çılgınlık


Uzun zaman önce dünya yaratılmadan , insanlar dünyaya ayak basmadan önce iyi ve kötü huylar ne yapacaklarını bilmez vaziyette dolanıyorlarmış . Bir gün toplanmışlar ve her zamankinden daha fazla canları sıkkın oturuyorken SAFLIK ortaya bir fikir atmış "Neden saklambaç oynamıyoruz ?" ve hepsi bu fikri beğenmiş , hemen çılgın ÇILGINLIK bağırmış "Ben ebe olmak istiyorum !" ve başka hiç kimse ÇILGINLIK'ı arayacak kadar çıldırmadığı için ÇILGINLIK bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış . 1,2,3,...

ÇILGINLIK saydıkça , İYİ HUYLAR'la KÖTÜ HUYLAR saklanacak yer aramışlar . ŞEFKAT Ay'ın boynuzuna asılmış , İHANET çöp yığınının içine girmiş , SEVGİ bulutların arasına kıvrılmış , YALAN bir taşın altına saklanacağını söylemiş ama gölün dibine saklanmış . TUTKU Dünya'nın merkezine gitmiş , PARA HIRSI bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış ve ÇILGINLIK saymaya devam etmiş , 79, 80, 81, 82, 83...

AŞK dışında bütün İYİ ve KÖTÜ HUYLAR o ana kadar zaten saklanmış , AŞK kararsız olduğu gibi nereye saklanacağını da bilmiyormuş ... Bu bizi şaşırtmamalı , çünkü hepimiz aşkı saklamanın ne kadar zor olduğunu biliriz . ÇILGINLIK 95, 96, 97... ye gelmiş ve 100'e vardığı anda AŞK sıçrayıp güllerin arasına girmiş ve saklanmış . Ve ÇILGINLIK bağırmış "Önüm , arkam , sağım , solum sobe , geliyorum" .

Arkasına döndüğünde ilk önce TEMBELLİK'i görmüş , o ayaktaymış çünkü saklanacak enerjisi yokmuş . Sonra ŞEFKAT'i Ay'ın boynuzunda görmüş , ve İHANET'i çöplerin arasında , SEVGİ'yi bulutların arasında , YALAN'ı gölün dibinde ve TUTKU'yu Dünya'nın merkezinde ... Hepsini birer birer bulmuş sadece biri hariç ! ÇILGINLIK umutsuzluğa kapılmış , en son saklı kişiyi bulamamış , derken HASET ÇILGINLIK'ın kulağına fısıldamış :

"AŞK'ı bulamıyorsun çünkü o güllerin arasında saklanıyor "

ÇILGINLIK çatal şeklinde tahta bir sopa almış ve güllerin arasına çılgınca saplamış , saplamış , saplamış ... Ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar ... Ve haykırıştan sonra , AŞK elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış . Parmaklarının arasından sicim gibi kan akıyormuş , gözlerinden . ÇILGINLIK , AŞK'ı bulmak için , heyecandan AŞK'ın gözlerini çatal sopa ile kör etmiş ... "Ne yaptım ben ? Ne yaptım ben ?" diye bağırmış "Seni kör ettim , nasıl onarabilirim ?" AŞK cevap vermiş ; "Gözlerimi geri veremezsin ama benim için birşey yapmak istersen benim kılavuzum olabilirsin !"

O günden beri AŞK'ın gözü kördür ve o günden beri ÇILGINLIK da her zaman onun yanındadır ...
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #627
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
hikaye100641tt
Bir kurbağa sürüsü ormanda ilerlerken,
içlerinden ikisi bir çukura düşmüş.
Diğer bütün kurbağalar çukurun etrafında toplanıp,
çaresiz bir şekilde bakıyorlarmış.

Çukur bir hayli derin olduğundan düşen arkadaşlarının
zıplayıp dışarı çıkması mümkün gözükmüyormuş.
Yukarıdaki kurbağalar, boşuna
çabalamamalarını söylemişler arkadaşlarına:
“Çukur çok derin. Dışarı çıkmanız imkânsız!.”
Ancak, çukura düşen kurbağalar onların
söylediklerine aldırmayıp çukurdan
çıkmak için mücadeleye devam etmişler.

Yukarıdakiler ise hâlâ boşuna çırpınıp durmamalarını,
ölümün onlar için kurtuluş olduğunu söylüyorlarmış.

Sonunda; kurbağalardan birisi
söylenenlerden etkilenmiş ve mücadeleyi bırakmış.
Diğeri ise; çabalamaya devam etmiş.
Yukarıdakiler de, çırpınıp durarak
daha çok acı çektiğini söylemeyi sürdürmüşler.

Ne var ki, çukurdaki kurbağa
onlara hiç aldırmadın son bir hamle daha yapmış,
bu kez daha yükseğe sıçramayı başarmış
ve çukurdan çıkmıştı.
Arkadaşlarının ümit kırıcı sözlerine
hiç kulak asmamıştı…
Çünkü o sağırdı !


Siz de olumsuz düşünceli insanları sakın duymayın!
Onların yüreğinizdeki umudu çalmalarına izin vermeyin...


Paul Estridge
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #628
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Kütük

ALACAKARANLIK içinde sivri, siyah bir kayanın belli belirsiz hayali gibi yükselen Şalgo Burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampete, boru seslerini akşamın hafif rüzgârı derin bir uğultu halinde her tarafa yayıyor... Kederli bağırışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe kararıyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı.
Burcun tepesinde beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla, kıvranıyordu. İki bin kişilik muhasara ordusunun çadırları, kaleye giden geniş yolun sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı kokular duyuyor gibi, sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemaatle kılınmış akşam namazından dağılan askerler, çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz... başlayacak suskunluğu bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen naraları duyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuğunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı şair kumandan, gözlerini, alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmişti. Karşısında diz çökmüş kâhyasının anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım saat evvel dörtnala gelen bu adam, yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta oluyor, kumandanının "Göndersdref Baronu Erasm Tofl'u beraber vurmak" teklifini içeren mektubunu tek başına, Hadım Ali Paşa'ya götürmüştü. Ama, paşa çok meşguldü. Zaman bulup cevap verememişti. Dregley Kalesini sarıyordu. Kuşatmanın başlangıcından sonuna kadar hazır bulunan kahya, şimdi orada gördüklerini söylüyordu; bu kale sarp, gayet dik bir kayanın üzerine yapılmıştı.
Arslan Bey sordu:
"Bizim kaleden daha yüksek mi?"
"Daha yüksek beyim."
Kumandanın, "Bizim kale" dediği, henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Şalgo Burcu idi. Fakat o, burasını birkaç gün içinde zaptedeceğini iyice biliyordu. Daha birkaç hafta önce Boza Kulesi'nde hücumlarına karşı durmak isteyen Adrenaki, Mihal Terşi, Etiyen Soşay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak iyi davranışına teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi...
"Ben, bir kalenin karşısında çok duramam" dedi, "Hiç sabrım yoktur. Ama Ali Paşa çok sabırlı maşallah!"
Kâhya başını kaldırdı:
"O da sabırsız... Ama ne yapsın? Dregley, pek yalçın, pek sarp... Borsem Dağları içinde baş kale bu imiş diyorlar."
"Paşa, muhafızlara önce teslim teklif etmedi mi?"
"Etti. "
"Kabul etmediler mi?"
"Hayır, etmediler."
"Kalenin kumandanı kimdi?"
"Zondi isminde bir kahraman..."
"Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar... Vire'yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler."
"Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok mert bir adam. "
"Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi?"
"Papaz Marten Uruçgalo ile...'
"Ne ise... Türk elçi gönderseydi, mutlaka kafasını keserler, kale bedenlerinden aşağı fırlatırlardı."
"Paşa Türk elçisi gönderseydi, Zondi bunu yapmazdı."
"Ne biliyorsun?"
"Papaz Marten'e söylediği sözlerden anladım?
"Ne demiş?" .
"Demiş ki; git, paşaya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl savaş adamı ise, ben de savaş adamıyım. Ya ölürüm, ya galip gelirim. Ama görüyorum ki, benim işim bitti. O durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka, yıkılacak kalenin taşları altında kalmak isterim."
"Sahi, namuslu bir askermiş..." Kâhya;
"Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey" dedi, "Hem de gayet yüce ruhlu bir mert."
"Nasıl?..."
"Bakın anlatayım. Papaz Marten, ordugâha ret haberini getirmek için dönerken, Zondi onu tutmuş. Eskiden esir aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiş. Bunlara gayet kıymetli erguvani elbiseler giydirmiş. Ceplerini altınla doldurmuş. 'Al bunları paşaya götür. Benimle beraber ölmelerini istemiyorum. Çok yiğit gençlerdir. Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine iki büyük asker yetiştirmiş olur' demiş."
"Sahi yüce bir adammış..."
"Sonra, elimize diri geçen esirlerden işittik: Kalenin avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak, yakmış. Ahırındaki savaş atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim asker, kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler, bir kurşunla yaralanan Zondi'yi diri diri yakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik olup, ölünceye kadâr vuruştu."
"Demek paşa, bu mert düşmanla konuşamadı."
"Evet, konuşamadı. Vücudu ile kesik başını kalenin karşısına gömdürdü. Mezârının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti." '
"Aşkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım vallahi..."
Arslan Bey, düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca, savaş bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp, kendisine iltica edenlere hiç aman vermez, 'Hain, her yerde haindir' diye hemen boynunu vurdururdu.
Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu.
Kâhya, uzun uzadıya anlattığı Dregley Kalesi'nin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı namazı için aptes suyu taşıyan angaryacılar, meşalelerle geçmeye başladılar. Arslan Bey, Şalgo'nun, ıslanmış, hasta, ateşböcekleri gibi sönük sönük parlayan ışıklarına bakıyor, kâhyanın sözlerini işitmeyerek, kendi planını düşünüyordu. O biliyordu; düşmanların hepsi Zondi gibi, Plas Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi. İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela Seçeni Kalesi'nin muhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephanelerini, erzaklarını, mallarını, hattâ ihtiyarlarını, çocuklarını bırakıp, bir kurşun atmadan kaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Sağ, Keparmat kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi.
"Hepsinin alınması belki bir ay sürmez..." diye mırıldandı. Kâhya, kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu. Anlamadı. Sordu:
"Bu kalenin alınması mı beyim?"
"Hayır, canım... Bu, birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın... Fulek'e kadar dört beş kale var... Onların hepsini diyorum."
"Bir ayda dört beş kale... Bu güç beyim."
"Niçin?"
"Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış... Ben attan inerken yoldaşlar söylediler."
"Ben burasını, bir kurşun atmadan alacağım."
"Nasıl beyim?"
"Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün..."
"Hiç topa tutmadan hücum mu edeceğiz?"
"Hayır."
"Ya ne yapacağız?"
"Havanın kapanmasını bekle, dedim ya... Göreceksin..."
Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. "Yerin kulağı var" derdi. Ağzından çıkan bir sır mutlaka işitilecekti. Kâhya gibi bu sessiz, bu manasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir şey anlatmıyorlardı. Kumandanın yardım, cephane, top beklediği söyleniyordu. İhtiyar sipahiler, "Biz burasını yardım gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz?" diye
çadırlarında dedikodu yapıyorlardı. Buraya gelindiği günden beri askeri istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor, gülerek dönüyor.
"Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa..." diye gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu.
İşte kâhyanın getirdiği mektupta Ali Paşa da teklifini kabul ediyordu. Onunla birleşince ordusu yedi bin kişi kadar olacaktı. O vakit şüphesiz Tofeli, Pallaviçini'yi diri diri esir tutabilecekti.
Koyu karanlık içinden uzaktan uzağa Şalgo Burcu'ndaki nöbetçilerin attıkları acı naralar, acı köpek ulumaları işitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billur bardaktaki yakut suyu içti. Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kâhyasıyla öteden beriden konuşuyordu. Konuşurken düşündüğü hep kendi planıydı. Yine göğe dalmıştı. Birdenbire sordu:
"Hava kapanıyor gibi, değil mi?"
"Evet.. "
"Bakalım yarın..."
"Hücum mu edeceğiz beyim?"
"Hayır canım, hava bozsun, görürsün."
Kâhya, yine bir şey anlamadı...
Bir sabah...
Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı. Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları, atlar, hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvela birbirlerini çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın içinde buluşuyordu. Arslan Bey atını hazırlatmıştı. Yine yapayalnız, her günkü gittiği yere doğru kaybolacaktı.
O kadar neşeli idi ki...
Bütün subayları, çavuşları çağırttı. Hepsi hücum var sanıyordu. At divanı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı üzengide.
"Ağalar" dedi. "Bugün kaleyi alacağız. Ben iki saate kadar geleceğim. Şimdi hepiniz hazır olun."
Nihayetleri görünmeyen beyaz, büyük sakalının çerçevelediği yüzü sis içinde asılı duruyor sanılan ihtiyar topçubaşı sordu:
"Siz gelmeden ben dövmeye başlayım mı, beyim?"
Arslan Bey güldü:
"Hayır... Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok. Yalnız bize çok gürültü yap."
"Nasıl gürültü beyim?"
"Toplarını boşuna yerinden kımıldatma. Topçularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır. Avazları çıktığı kadar, 'Heya, mola, yisa!..' diye bağırt!"
...
"Anlamıyor musun? Yalnız gürültü istiyorum."
"Pekâlâ beyim."
Sonra diğer subaylara döndü:
"Siz de bütün askerlerinizi savaş düzeniyle bunlara yaklaştırın. Mümkün olduğu kadar çok gürültü yaptırın 'Heya, mola...' çektirin. Angarya naraları attırın. İş türküleri söylettirin."
İhtiyar topçubaşı gibi subaylar da, çavuşlar da, bu emirden bir şey anlamadılar. Fakat onlar anlamadan yapmasını pek iyi bilirlerdi.
"Baş üstüne, baş üstüne..."
"Haydi, ama çabuk..."
Hepsi iki adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular. Arslan Bey tepinen atına binince yuları tutan kâhyasına;
"Sen de koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli Çiftliği'nde biriktirdiğim elli mandayı hemen buraya sür. Burca giden yolun yanında hazır tut... Orada beni bekle. Haydi!"
"Başüstüne..."
"Ama çabuk..."
Hızla mahmuzlanan azgın at, şaha kalkarak sisin içine atıldı. Üzerindeki sırmalı kaftanın etekleri altın kanatlara benzeyen Arslan Bey'le bir masal kuşu gibi uçtu.
Biraz sonra...
Nereden geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis içinde kaynıyor; ileri geri, yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu. Kös, kalkan, boru sesleri at kişnemelerine karışıyor; alınan emirler, verilen kumandalar yüzlerce ağız tarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu. Bastıkları yerleri görmeyen askerler, savaş düzeninde bağrışarak, duyduklarını tekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıyla birbirlerine dokunarak duman içinde ilerliyorlardı.
Sağ taraftan topçuların "heya, mola"ları işitiliyordu. Etrafını saran gürültüden hücumun başladığını kale de anladı. Boru, trampet, hurra sesleri aksetmeye, tek tük tabanca tüfek atılmaya başladı. Gözcüler kale bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı. Safların arasında topçubaşının büyük bir lağım açtığı söyleniyordu.
Askerler, subayların emriyle oldukları yerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar, gürültü ediyorlardı.
Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde savaş sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda;
"Yiğitlerim!... Sis açılmaya başladı mı hemen susun. Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun. Ama ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana teslim teklif edeceğim..." diyordu.
Topçuların, topçulara karışan angaryacıların "heya, mola" naraları gittikçe artıyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı yankılarla görünmeyen dağları, taşları inletiyordu.
Öğleye doğru sis açılmaya başladı. Askerler, sallanan siyahlı beyazlı bayrağı ile Şalgo'yu bir hayal gibi gördüler. Sesler kesildi. Kuzeyden esen bir rüzgâr dumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru sürüyordu.
Artık herkes birbirini görüyordu.
Kaleye pek yaklaşmıştı. Askerler, gözleriyle kumandanlarını aradılar. O burç kapısına giden yolun gediğinde atıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde büyük bir manda sürüsü vardı. Burcun tepesinde, siperlerin arasında, kalkanlı, tüfekli adamlar geziniyordu.
Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü. Kaleye yüz adım kadar yaklaştı. Arkasındaki kâhyasıyla, genç tercüman koştular... Gür sesiyle haykırdı:
"Hey bre Şalgo muhafızları!... Ben, padişahımın dedesine sizin kralınızın memleketlerinden büyük yerler zaptetmiş Bosna Valisi Yahya Paşa'nın torunlarındanım. Atam Hamza Bali Bey, daha on dört yaşında iken sizin ordularınızı perişan etmiş, Viyana kuşatmasında, Viyenberg önünde şan almıştır. Ben, hangi kaleye gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki küçük topla Boza Kalesi'ni yerle bir ettim. Mihal Terşi, Etiyen Soşay, Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını bağışladım. Vadiye çekildim. Gerip gitmeleri için yol vardım. Haydi gelin. Siz de teslim olun. Boş yere kanınızı döktürmeyin..."
Kale ile beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi, tercüman, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrarladı.
Derin bir sessizlik...
Arslan Bey'in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa, sola tepiniyordu, kâhya, dizgininden tutmaya çalışıyordu.
Burcun tepesinden bir cevap verdiler. Tercüman tekrarladı:
"Ne gibi şartlarla, diyorlar beyim."
Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırdı:
"Şartım filan yok. Biz teslim olanın canına kıymayız. Teslim olmazsanız, beş dakika sonra kalenin içinde bir canlı adam kalmaz. Karşınızdaki yolun gediği üzerinde gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz? Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda ile buraya getirdiğim bu topun iki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetinde olan İstanbul kaleleri tuzla buz oldu. İşte İstanbul'u alan bu top... Bir kere ateş edeceğim. İkinci atıma gerek yok. Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz. Acıyorum size..."
Genç tercüman, bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar tekrarlarken, bütün askerler, gözlerini yolun gediğine çevirdiler. Mandaların yanında, uzun, büyük, gayet büyük, gayet kalın, gayet siyah müthiş bir topun korkunç bir ejderha gibi uzandığını gördüler. Safların arasında sevinç sadaları yükseldi. Herkes Arslan Bey'in bir haftadır ne beklediğini şimdi anlıyordu. Demek bu top geliyormuş...
Biraz sonra...
Şalgo'nun tepesinde, şan, namus kefeni olan uğursuz beyaz bayrak dalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı. Korkudan sapsarı kesilen tuğla kumandan, altın kılıçlı asilzadeler, zırhlı şövalyeler, Arslan Bey'in önünde dize gelmişlerdi. Silahları alınan düşman ikişer ikişer bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına götürülüyordu. Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir dağ ortada kabarıyor; al yeşil bayraklarla kalenin tepesine dolan askerler bağırışıyorlar, aralarındaki dervişler, bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir çekiyorlardı.
Teslim olan kumandanla erkânına Arslan Bey;
"Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır. Biz Vire'yi bozmayız. Gelin, size elli manda ile buraya getirdiğim topu seyrettireyim..." dedi.
Tercüman bunu tekrarlayınca hepsi birbirlerine bakıştılar. Bu müthiş, bu korkunç aleti yakından görmeyi hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı. Arslan Bey'in arkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüdüler. Yaklaşınca Arslan Bey;
"İşte" dedi, "Sizin böyle topunuz var mı?"
Düşman kumandanı tercümanla cevap verdi:
"Hayır."
"Niçin yapmıyorsunuz?"
"Bilmiyoruz."
Genç irisi bir şövalye tercümana bir şeyler sordu. Arslan Bey;
"Ne diyor?" dedi.
"Bey bu topu kaç günde İstanbul'dan buraya getirmiştir, diyor."
"Sen de ki: İstanbul'dan getirmemiş. Burada bir hafta içinde kendisi yapmış."
Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar. Arslan Bey, daha ziyade yaklaşıp elleriyle yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade ettiğini söyledi. Mağrur kumandan, kahraman asilzadeler, cesur şövalyeler, büyük topun etrafında toplandılar. Bir elini hançerinin elmas sapına dayayan Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek pala bıyıklarını büküyor, arkasındaki kâhya, başını kaşıyarak gülmekten katılıyor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta duran mızraklı nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa elini sürdüler. Deliğini aradılar. Bulamayınca sarardılar. Sonra kızardılar. Birbirlerine bakıştılar. Öyle kaldılar. Kolların, çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı titreyerek mırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı;
"Ne diyor?"
"Bu mertlik değil... diyor."
"Ona sor ki: Henüz bir kere patlamayan bir toptan korkarak, hemen teslim oluvermek mi mertliktir?"
Tercüman sordu.
Kale kumandanı, gözlerini yerden kaldırıp cevap veremedi. Asilzadeler, şövalyeler, birbirlerinin yüzlerine bakmaya cesaret edemediler, ani bir ölüm darbesiyle vurulmuş gibi oldukları yerde donup kaldılar.
Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top, siyaha boyanmış kocaman bir kütükten başka bir şey değildi!...
JeLiBoN - avatarı
JeLiBoN
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #629
JeLiBoN - avatarı
Ziyaretçi

ONU GERİ İSTİYORUM
Nasıl başlayacağımı bilmiyorum.18 yaşındayım.her şeyden çok değer verdiğim ailemi bile arka plana atan bir dostum vardı.onunla her şeyimizi paylaşırdık.görüşemediğimiz zamanlarda ya o beni ya da ben onu aradım.ama aramak yetmezdi hiçbir zaman.1 ay önce onu çalıştığı yere ziyarete gittim.3 saat aralıksız konuştuk,gülüştük.halbuki görüşmeyeli sadece 3 gün olmuştu.bu 3 günün neredeyse tamamını da telefonla konuşarak geçirmiştik. Sohbetimiz tükenmeye başladığı sırada bana bir şey vereceğini söyledi. Yazar olmak istediğimi biliyordu, belki bu kelimeleri bir yerde kullanırsın diyerek elime bir mektup tutuşturdu. Ama onun yanından ayrılmadan okumaya başlamayacaktım. Peki dedim. Mektubu aldım.1 saat sonra eve gitmek için dışarı çıktım. Caddenin kenarında yürürken rüzgâr o yazıyı okumamı istemezcesine esti ve mektubu alıp caddenin ortasına yerleştirdi. Hiç düşünmedim, bir an bile kuşku duymadan caddeye fırladım. Mektubu aldım ama aynı zamanda ciddi bir kaza geçirdim. hastaneye kaldırılmışım.uyandığımda iki bacağımda alçıdaydı.ama baş ucumda dostumun bana yazdığı mektup duruyordu. Onu oraya koyanın o olduğunu sanmıştım. Aldım ve okumaya başladım. Beni çok sevdiğini, bu zamana kadar tanıdığı herkesin yalan olduğunu, onu ne pahasına olursa olsun bırakmamamı istiyordu. Bir gün gelirde ayrılırsak birbirimizi bulmak için her şeyi yapacağız demişti. Bacaklarımı hissetmiyordum. Bu dostumdan önce beni hayata bağlayan şeyin hep bacaklarım olduğunu düşünürdüm. Dans etmek belki de yapmayı sevdiğim en güzel şeydi. Bu mektubu okurken anladım ki onun için her şeyimi feda edebilirmişim. Ve ettim de. Bana yazdığı şey önemliydi. Bu kağıda bir şey olması sanki ona bir şey olacakmış gibi bir his uyandırmıştı içimde. Bu yüzden tereddüt etmemiştim caddeye atlarken. Günler geçti. Doktorlar her gün babamı kenara çekip bir şeyler söylüyorlardı. Umurumda değildi. Ben dostumun mektubunu her gün daha büyük bir heyecanla okuyordum. Son satırına gelmeden sanki daha önce hiç okumamışım gibi heyecan ve mutluluk içinde tekrar tekrar okuyordum. Hastanede kaldığım bir ay boyunca tanıdığım herkes ziyaretime geldi. Herkes başımda iyileşeceksin derken onun gelmemesini aklım almıyordu. Bekledim... 1 ay sonra hastaneden çıktım. Tek dostuma karşı içimde duyduğum burukluk göğsüme bastırarak gezdiğim mektubu sayesinde yok oluyordu. Kızamıyordum ona. İçimde başka bir şey vardı. Sanırım caddeye ölmek için atladığımı sanıyordu. Buna inanabilirdi daha öncede denemiştim. Onu anlayabilirdim. Hiçbir neden yokken bunu neden yaptığımı merak ediyordur. Ve belki de onu bırakmamaya söz vermişken onu nasıl aldattığımı düşünüyordur. Benden nefret etmeye başlamıştır belki de. Tekerlekli sandalyeye alışmaya başlamıştım. Evdeki 4. günüm olmasına rağmen herkes yanımdaydı. O hariç. Onu tanıyanlara neden gelmediğimi sorduğumda büyük bir korkuyla gözlerini kaçırıyorlardı. belliki çok kızgındı bana. Artık beni görmek istemiyor diye düşünmeye başladığım sıralarda biri cesaretini toplayıp bana her şeyi anlattı. İkimizin de huyuydu, kim kimi ziyarete giderse o kişi sağ sağlım gözden kaybolana dek onu izlerdik. Oda beni izlemeye başlamış. O sırada caddeye koştuğumu görünce kaldırımı unutup caddeye fırlamış. Bana çarpan araba önce ona çarpmış, aramızda fazla mesafe olmadığı için duramamış.6 gün komada yatmış.7. gün beni sayıklayıp durmuş.8.gün testler sırasında kendinden geçmiş. Hiçbir şeyin farkında olmadan öylece kalmış yatakta. Şimdi anlıyorum içimdeki sıkıntının ne olduğunu. Onun yokluğuydu canımı yakan, onun hakkındaki yanlış düşüncelerim değil. Dün sabaha onun mezarının başında bana yazdığı mektubu okudum. Ağladım, ne kadar gözyaşım varsa döktüm dediğim sırada yine ağladım. Şimdi anlıyorum ki gözyaşları bitip tükenmezmiş. Anlıyorum ki benim için her şeyden vazgeçecek bir dost bulmuşum kendime benim onun için her şeyden vazgeçeceğim gibi ama bulduğum gibi kaybetmek canımı yakıyor. Şu an elimde onun mektubu var. Son satırına gelmeden baştan okumuştum hep, şimdi son satırını okuyorum; "Benim için ne kadar kıymetli olduğunu anlayacaksın bir gün, bu günler daha birbirimizi yeni yeni tanıdığımız günler... Sen her daim benim senin yanında olduğumu hisset. Yanında yokken ölüymüşüm gibi, ölüyken yanındaymışım gibi.”
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
11 Mayıs 2006       Mesaj #630
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HEM AŞK HİKAYESİ HEM EFSANE...

Dut Ağacı ve Yaprakları

Bir zamanlar birbirlerine aşık iki genc vardı. Kızın adı Tispe,delikanlının ki ise Piremus idi. Bunlar yanyana evlerde otururlardı.Birlikte büyüdüler ve çocukluklarından beri birbirlerine karşı aşk beslerlerdi. fakat aileleri görüşmelerini istemezler birbirlerine uygun olmadıklarını düşünürlerdi. Oysa onlar birbirlerini ölesiye seviyorlardı. İki evin arasında gizli bir çatlak vardı, aileleri bunu bilmezler onlarda geceleri burda buluşur o aradan birbirlerine seslerini duyurur aşklarını dile getirirlerdi. Bir gece ormandaki ağacın altında buluşmaya karar verdiler.Tispe ağaca Piremus'dan önce varmıştı. Gittiğinde avını yeni yemiş ağzından kanlar akan kocaman bir aslanla karşı karşıya geldi. Korkarak bir mağaraya doğru koşmaya başladı. Farkında olmadan yolda boynundaki eşarpını düşürmüştü. O sırada Piremus geldi gördükleri karşısında donup kalmıştı.Kocaman aslan ağzında kanlarla birlikte biricik sevgilisi Tispe'nin eşarpını parçalıyordu. O an aklına gelen ilk ve tek şey aslanın Tispe'yi öldürerek yediğiydi. Tispesiz yaşayamazdı. Aklından geçen sadece aşkı uğruna canına kıymaktı. Belinden hançerini çıkardı ve göğsüne sapladı.Kanlar içinde cansız bedeni yere düştü.Tispe ise korkusunu bir kenara atıp bir an önce aşkını görmek için mağaradan çıkmaya karar vermişti. Ağacın altına geldiğinde o korkunç sahneyle yüzleşti. Piremus'un cansız vücudu yerdeydi ve elinde Tispe'nin düşürdüğü eşarpını tutuyordu. İlk once genc kız olanlar karşısında ağlamaktan hiçbir seyi anlayamamıştı. Ama eşarpı ve uzaklaşan aslanı görünce anladı.Bir an mağarada düşündüğü o korkunç şey başına gelmişti. Ve onun öldüğünü düşünen Piremus aşkı uğruna canına kıymıştı. Tispe bir an bile düşünmeden hancerı aldı ve göğsüne götürdü. Onların aşkı ölesiye bir aşktı ve ölüm bile onları ayıramazdı. Eğer Piremus aşkı uğruna ölümü göze aldıysa o da hiç çekinmeden canına kıyabilirdi ve hançeri sapladı. Birden vücudu Piremus'un bendeninin üstüne yiğildi. O anda tanrılar bu yüce aşkı ölümsüzleştirmek istediler ve bu çiftin üstünde duran ağacı bunların aşkına adadılar. Piremusun kanını bu ağacın meyvelerine, Tispenin gözyaşlarını ise ağacın yapraklarına verdiler.O günden beri kara dut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini,(Piremusun kan lekesini), dut ağacının yaprakları, (Tispenin gözyaşları) temizler..

Bilir misiniz dut ağacının meyvesinin lekesi çıkmaz ama elinize ağacın yaprağını alır ovuşturursanız lekenin gittigini göreceksiniz)





Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar