Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 67

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 566.797 Cevap: 1.997
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
15 Mayıs 2006       Mesaj #661
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
aycicek kucukBAŞINI VERMEYEN ŞEHİT
"...Hak budur ki o gazilerin içinde böyle gaziler olma-
Sponsorlu Bağlantılar
sa, Zigetvara bu kadar yakında dört yan kafir hisarı
iken bekleyiş, duraklama özellikle böyle cenge çalışma
ne mümkün idi.
"
Peçevî tarihi, s. 355

Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan
beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında
otluyorlardı. Karşıda... Yarım mil ötede Toygun Paşa'nın
son kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtu-
lan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah
duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde,
ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam
hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber gö-
türüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapı-
sının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar
sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden be-
ri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz
sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunla-
nn hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar... yıkıl-
maz bir ölüm seddi halinde "Kızılelma" yolunu kapatı-
yordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgalla-
rından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine
benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.
Kuru Kadı içini çekti. Sonra "Ah..." dedi. İncecik, sinirli
boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri
kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini
oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her
muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş to-
pu olsa... bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile
değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.
Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle
beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine
gitmiş... Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın
aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin'e dö-
nünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş,
Toygun Paşa'nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal'den al-
tı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyor-
du; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: "Palanka... amma
topu tüfeği kaç kişi?" dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet
Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan,
bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.
Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palanka-
lardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka
almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipe-
re dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz
koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına
geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos
vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyre-
diyorlardı. Bağırdı:
- Oynamayın şu hayvanla...
Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kal-
dırdılar. Kuru Kadı'dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,
gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir
şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,
geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede
gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona "bizim yarasa" derdi.
Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerame-
tine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: .
- Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.
Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Ka-
dı'nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar'a bak-
tı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri
kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval can-
lı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükû-
tu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.
Kalbinde ağır bir elem duydu. "Hayırdır inşallah" dedi.
Canı o kadar sıkılıyordu ki... Elleri arkasında, başı
önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir
dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karan-
lık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında
kayboldu.
... Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakitki gibi
yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki
büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölge-
den eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı ke-
merinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titreti-
yordu.
- Hey, çavuşbaşı... Hey!...
Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kulede-
ki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, ba-
şında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa
rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
- Ne var?
- Kaleden düşman çıkıyor.
Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi du-
ran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir
karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.
- Bize geliyorlar... dedi:
Çavuşa döndü:
- Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bu-
günden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.
Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.
Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstün-
de daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düş-
man alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyült-
tü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden
fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle bera-
ber yüz on dört kişi... "Ama, yine haklarından geliriz!"
dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice
bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfe-
ğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen "ha-
ber topları"nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza
uğrayan bir palanka hemen "İşaret topu" atarak etra-
fındaki kuleleri imdadına çağırırdı.
Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine
girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavru-
ları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe
bağırdılar:
- Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?
Kuru Kadı:
- Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.
Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.
Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu es-
nada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürü-
yordu. Bunların ikisine de "deli" derlerdi: Deli Mehmet,
Deli Hüsrev... Serhatın muharebelerinde, hayale sığ-
mayacak yararlılıklarıyla masal kahramanlan gibi ina-
nılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama
hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefin-
de gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her za-
ferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil'at, muras-
sa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: "İsteme-
yiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil'at nadanları sevin-
dirir..." derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mü-
kafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.
Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,
kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,
kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saf-
larına saldırırlar... alevi gözlerle takip edilemeyen bi-
rer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.
Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşala-
rını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, el-
çiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak ke-
sildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini
söyledi.
Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin'di.
Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal'in "Vire
ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil"e, Ze-
bur'a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiç-
bir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.
Kuru Kadı:
- Pekâlâ!... Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, ka-
rarımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı
gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü.
Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafıf kamburu içeri çe-
kildi:
- İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz
on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış... üzerimize iki
bin kişi ile geldi. Teklif ettiği "Vire"yi kabul etmek iste-
yenler vârsa ellerini kaldırsın!
Kimsenin eli kalkmadı.
- Öyleyse hazır olalım. Haydi...
Bir gürültüdür koptu;
- Hazırız...
- Hepimiz, hepimiz...
- Hepimiz, hepimiz hazırız.
- Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.
-(~klanmı~ havlı_
- Yatağanlanmız keskin...
- Bugün nusret bizim.
- Amin, amin...
Kuru Kadı, "Ey alemlerin rabbi" diye ellerini kaldır-
dı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç kar-
şısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi,
yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
- Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletli-
dir. Gel... Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu
at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsa-
tını kaçırmayalım.
Kuru Kadı'nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de ar-
kadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki de-
linin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldu-
lar... bir ağızdan.
- Aç bize kapıyı, aç... diye bağırmaya başladılar.
Kuru Kadı'nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sap-
sarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile
titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir
ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.
- Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süley-
man Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım
sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda
olsun... Özellikle yarın kurban bayramı... Fakat bakı-
nız maksadım ne? Bugün cuma... hem de arife. Bugün
hacılarımız Arafat'ta, diğer mü'minler camilerde bizim
gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler... Bunda şüp-
hesi olan var mı?
- Hayır.
- Hayır, asla...
- Hayır.
- O halde münasip olan budur ki, biz de namazla-
rımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua
edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişe-
lim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünya-
da iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âle-
mi dibinde toplanalım... Ne dersiniz?
- Hay hay!
- Uygun...
- Pekâlâ!
Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdu-
lar. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helal-
laştılar. Kıraçin'in askeri, sardıkları palankadan yükse-
len derin uğultuyu hep teklif ettikleri "Vire" münakaşa-
sının gürültüsü sanıyorlardı.
Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan "işaret
topları" işitildi. Bu, "Biz, dörtnala geliyoruz" demekti.
Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri
"Allah, Allah" naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi
fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan bi-
risine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.
Ovada, Grijgal'e gelen yollardan bir toz dumanıdır
kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düş-
man, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığı-
nı anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak
beş on gaziydi.
... Bozgun başladı.
Deli Mehmet'le Deli Hüsrevin takımları düşmanı
kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini
atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasın-
dan yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin'in
alayına dalmış kesiyor, kesiyor... inanılmaz bir çabuk-
lukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu.
Kuru Kadı'nın gözleri Deli Mehmet'i aradı.
Bakındı, bakındı.
Göremedi.
Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safı-
na karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere
uzanmıştı... Elli altmış adım kadar kendisinden uzak-
tı... Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu
uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşar-
ken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fır-
ladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğ-
ruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,
kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,
bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahla-
nan atma sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı, bütün kuv-
vetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisin-
de Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı ka-
dar bağınyor,
- Mehmet, Mehmet!... Canını verdin!... Bâşını
verme Mehmet!...
Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar ya-
nıktı ki... Kuru Kadı: "Vah Deli Mehmet'miş!" diye ol-
duğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım
kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını
gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gi-
bi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye
yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki... Lanetli hemen
yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek iste-
diği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet'in başsız vü-
cudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını al-
dı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıver-
di. Bunu Kuru Kadı'dan başka kimse görmemişti. Her-
kes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Ku-
ru Kadı'ya doğru koşarak sordu.
- Nasıl, gördün mü bu civanı?
- Görmedin mi?
Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu
dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki
ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
- Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya.
Düşman kaçıyor... Deli Hüsrev'in kalkması Kuru Ka-
dı'yı baştan can verdi, "Allah Allah" diyerek ileri atıldı.
Mücahitlere karıştı.
Cenk akşama kadar sürdü.
Er meydanının kanlı yüzüne "gece siyah saçlarını"
dağıtırken çağırıcının
- Gaziler hisara!
Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kan-
lar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarda kal-
dı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam
ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bı-
rakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı
sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup din-
lenmemişti... Toplattığı şehitleri hisarın önündeki mey-
dana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet'in cesedini kendi bul-
du. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.
Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Bu
taze mezarın başına çöktü. Ezberden "Yasin" okumağa
başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palan-
ka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okur-
ken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tu-
tuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.
Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet'in
kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem
onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyor-
du. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu
nurun içinde kaldı. Kuru Kadı'nın gözleri kamaştı. Ru-
hu yandı. Kendinden geçti.
Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış
gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
- Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.
Kuru Kadı'nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi.
Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyor-
du. Palankanın içinde Deli Hüsrev'in menzilinden ge-
çerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu di-
ye... Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir
türkü söylüyordu. Seslendi:
- Hüsrev.
- Efendim?...
Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı,
başı kabak Deli Hüsrev... daha Kuru Kadı bir şey sor-
madan,
- Gördün mü Deli Mehmet'in zevkini? dedi.
- Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
- "Gözlüye hotti gizli yoktur!"
Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı.
...
Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğ-
madan, Deli Mehmet'in mezarına koştu. Artık bütün
günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın
daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdır-
dı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaati-
ne bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet
dilese, ona nail oluyordu.
Grijgal'de, komşu palankalarda Kuru Kadı için "De-
li oldu" diyorlardı. Her an "sonsuzluk" badesini içmiş
ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,
sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için-
de yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa,
onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç gü-
nü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta
daha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şerif" lisanıy-
la o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan
düzdü.
Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir
karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık De-
li Mehmet'in yeşil nurdan mezan içinde sürdüğü ilahi
zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Ye-
mekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda
dolaşırken Deli Hüsreve rastgeldi. Meğer o da gezini-
yormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arka-
sına dokundu.
- Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin?
Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybe-
der. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye ka-
dar şahit olacaktın...
Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
- Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet
uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum
ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören
oldu mu?
- Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez.
- Kimdir?
- Bilemezsin...
- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
- a şehitlik müjdesidir!" İkimiz de mutlaka şehit
düşeceğiz!...
Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle
berbat oldu ki... kendisini o kadar seven Vali Ahmet
Bey bile Budin'den gelince, onun hallerine dayanamadı.
Nihayet "bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden is-
tifade olunamaz" diye geriye göndermeye mecbur oldu.
Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal
hisarında bile herkes Kuru Kadı'yı unuttu. Yalnız yaz-
dığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu.
On iki sene sonra...
Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meş-
hur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalan-
mış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,
yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun
uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bo-
zulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası nere-
sinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma es-
nasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden
inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşıla-
madı.
O vakit birçok gazilerin "gayb ordusundan imdada
gelmiş bir veli" sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisa-
rının o eski deli kadısı mıydı?..........

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mayıs 2006       Mesaj #662
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
PAPATYA İLE KELEBEK

Sponsorlu Bağlantılar
Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında, küçük bir tırtıl gözlerini
hayata açmış. Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış.
Ne bulursa yemiş. Bir süre sonra, yeterince büyüdüğünde,
kendine güvenli bir yer bulup, bir koza örmeye başlamış.
Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da,
rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.

Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya
başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış.
Derken bir vadiye gelmiş. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.
Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya
görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini, ne yapacağını
bilememiş. içinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş.
Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin
üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.

"Merhaba" demiş papatyaya, "sizi uzaktan gördüm ve yanınıza
gelmek istedim.". Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve
"Merhaba" demiş, "ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten."
Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikayesini,
nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış.

Papatya da ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten
hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.
Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını
seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı
güneşin yakıcı ışınlarından korumuş. Minik kelebek papatyayı çok
sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış.
Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş. Ama cesaret
edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan,
incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş. Papatya da
kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini.
Duygularının karşılığının olmayacağından, bu yüzden kelebeği
kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana
ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.

Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de, kelebek
artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya
dönmüş ve; "Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek" demiş.
Papatya buna bir anlam verememiş. "Neden" demiş. "Yoksa
benim yanımda mutsuz musun?". "Hayır" demiş kelebek. "Bilakis,
sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü
sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık
kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."

Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten.
Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını
fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya "Sevi seviyorum"
diyebilmiş ancak. Papatya donakalmış. Sadece "Bende..."
diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.

İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim.
Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş.
Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin
acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş,
sonra da dökülmeye başlamış.
Her düşen yaprakta papatya, "seviyormuş" diye geçirmiş içinden.

İşte o günden beri, bunu bilen aşıklar,
sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:
"Seviyor mu, sevmiyor mu?"...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mayıs 2006       Mesaj #663
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Serüven ve Fetih
I. Merak

Bir başvuru tadında başlamıştı her şey, hani bir arzunun yerine getirilmesinin rica edildiği değil, olsa olsa bir varlığın gözler önüne serilmesi babında bir başvuruydu.
İnceledikten sonra bir yanıt yazıldı başvurunuz değerlendirmeye alınmıştır kabilinden.
Yaptığı başvuruyu düşündü, ne için başvurduğunu kendi dahi bilmiyorken nasıl bir değerlendirmeye tabi tutulacaktı ki başvuru. Tuhaftı bu durum, en az kabulü kadar. Ama alıkoymamıştı onu bu tuhaflık. Bir şey başlamış olmuştu, “muştu” çünkü bir şeyin başlamasını istiyordu, başlayan şeyin tarihi olacaktı, hareket edecekti, ama hangi yöne ya da nasıl bir seyir alınacağı bilinmeden, elbette zamanın geriye gitmediği gibi hareket ileri doğru başlayacaktı. Düşündükçe kendine kısmen de olsa açıklayabildiği bu durumu başkalarına anlatırken zorlanıyordu elbette. Ben başvurdum diyordu… Neye? Bilmem!
Henüz dünyanın bilinmeyenleri keşfedilmemişken ve keşif yapmak alet-edevat-teçhizat ya da tesis gerektirmiyorken bu duygu vardı…Merak ve hareket!
Oysa adam durağandı ne zamandır, ne zaman eline bir nesne alsa durağanlık akıyordu tüm boyutlarında, nesnenin amaçsızlığı ya da salt bir amaca ait oluşu ona ters geliyordu. Bir nesne ancak tek bir amaç için nasıl kullanılabilir. Bir insan tüm ömrünü yalnızca bir şey için adayabilir miydi? İşte bunlardı asıl çerçeve, birkaç defa tereddüt ettikten sonra nihayet kararını vermiş ve başvurusunu yapmıştı. Şimdi damarlarında kanın farklı aktığını, yaşadığı veya gördüğü gerçeklerin gözünde ve beyninde farklı kırıldıklarını hissediyordu. İşte bu duyguydu, ilk hareket başlamıştı.

Merak ve hareket. Serüvendi. Serüvenin olmadığı ve yetmeyip de arzulanan şeylerin elde edilmesiyle fetih gerçekleşmiş oluyordu.
Fetih farklıydı, fetih de bir şeyin başlangıcı sayılır; ama tersi, durağanlaşmanın, beklemenin, sıkılmanın başlangıcı. Fetih için başvuru yapılmaz. Fetih bilinmeyen değildir, fetihte pusula şarttır. Yol bellidir, hatta galibin ve mağlubun tayin olduğu sondur.
Serüven ise bir galebe çağrısı değildir.


II. Hareket

Bir hareketin başlamış olması önemli olduğundan, yolun şimdi nereye götüreceği sorusunu soramazdı, zaten böyle bir istek de duymuyordu. Defalarca yol nereye diye sormanın bir anlamı yoktu, ya da yolda seyrederken neler yaşayacaktım... Aslolan bir durağanlığın sonunun gelmiş olmasıydı. Böyle düşününce olaylara farklı pencerelerden bakıyor, eskiyi başka bir açıyla yeniden gözden geçiriyordu. Bu hem güç geliyordu hem de güç veriyordu, yaşamında bir şey daha öğrenmiş olmanın hazzını başka bir şey veremiyordu. Bilinenin çağrılarına nicedir kulakları tıkalı olmasına karşın başını çevirip de bakmadan edemiyordu... Görüyordu, anlıyordu, tanımlayabildiği şey onu korkutmuyordu. Şimdi ise bilinmeyenin çağrısını hissetmişti yaptığı başvuruda, görevli memur kaygılı gözlerle ve biraz da acıyarak "yol nereye" diye bakadursun o çoktan yola düşmüştü dilekçenin kabul edildiğini duyduğunda...
Artık eylemin nereye götüreceği sorusu kadar anlamsız bir soru olamazdı...

Serüvene yapılmış bir başvuru hedefli bir şey değildir, yalnızca bir isteğin dile getirilmesidir. Serüven hedefli olmadığından, dilendiği anda bırakılabilir, kimi zaman daha ilginç başka bir serüven çağrısı alınır kimi zaman da serüvenin kendisi tat vermemeye başlayabilir. Hal böyle olunca serüvenci ile fatihi birbirine karıştırmamak gerekir. Bir serüvenciden fetih beklemek ne kadar aptallıksa, bir fatihle bilinmedik serüvenler yaşama beklentisi de o kadar yersizdir. Serüvende beklenti olmaz, fetihte serüven... Fatih planlar yapacağını; nereye, nasıl, neyle, ne zaman gideceği bellidir. Belli değilse eğer serüven olur çünkü ve fatih serüvene girmez. Sağlamdır ayak bastığı toprak, kullandığı araçlar, sözler, hep bir amaca yöneliktir. Asla şaşmaz kuralları vardır, planda değişiklik yapılacağı zaman fethin suya düşeceği ihtimalini bir an için düşünse dahi, hemen bir çırpıda yeni plan yürürlüğe konur ve eskisine uyarlanır. Vakit kaybetmek fatihin harcı değildir. Hele oyalanmak asla kabul edilmez.

III. Cesaret

Oyalanıyordu kendince...düşünüyordu...bundan yıllarca önce serüven yaşama duygusuyla çeşitli yönlere çeşitli rüzgarlara yelken açarken... soğuk ve ıslak günleri hatırladı, soğuktu üşüyordu... dört duvardan ve odaları ayıran onca perdeden ibaret bir ev olmasına rağmen - hadi ev de denemez ya - kimseler yoktu yanında, hani çok da koymuyordu bu kimsenin olmayışına. Nihayetinde uzun zamandır yaşadığı bir durumdu bu, kimi zaman dişlerini sıkarak hatırladığı... uzun zamandır düşünüyordu, bir çeşit oyun oynuyordu sanki, sorular soruyor, yanıtlarını buluyor ve bu yanıtlardan onlarca daha alt soru türetiyordu. Soru sormaktan korkmuyordu, onu asıl tedirgin eden şey yanıtını bulamayacağı sorulardı. Soru sormakta acele etmiyor, hatta sıkça asıl sorulması gereken soruları erteliyordu... bir sorunun yanıtı başka bir sorunun sorulmasını doğuruyordu. Kaldı ki kendini birdenbire açmazın içinde bulan kimseler için soruları sürdürüp çeşitlendirmek başka bir yerde yakılan bir ışığı fark etmeme tehlikesini de beraberinde getirir. Şimdi o da bir ışık yakıldığını hissetmişti... hissetmişti ama görmemişti henüz ışığın nerede yakıldığını, biraz tedirgin olmadı değil, en nihayetinde korkunun kaynağı bilinmeyendi.

"Bilinmeyeni aramak bir cesaret göstergesidir."
Bu açıdan bakıldığında serüvenci ile fatihin birbirine benzeyen çok sayıda ortak noktası olmaktadır. Sözgelimi karar verme cesareti, uygulama ve eylem. Esas farklılaşma bunlar olurken yaşanan süreçte ve devamındaki sonuçlarında yaşanmaktadır. Serüvenci kararını zorunluluk sonucunda vermediğinden anti-kahramandır. Zaten zorunluluklar yaşamını yönlendirseydi kahraman olurdu. Ne de olsa kahramanlık fatihe yakışır. Tarihte serüvenci gibi gözükenlerin bir an geldiğinde kahraman oldukları sıkça görülmüştür, Türk tarihinde sadece Osmanlı dönemi öncesinde ve bir nebze Kurtuluş Savaşı’nda rastladığımız bu "anti-kahraman -> kahraman" dönüşümü diğer ulusların edebiyatlarında çokça işlenmiştir. Türk ise ne ilginçtir hep "kahraman" doğar, sonradan kahraman olunmaz, "çocukluğundan belliydi" gibi laflar edilir. Belki de kahramanlık bir meslek ya da bir asalet unvanı gibi taşınmaktaydı.
O halde serüvenci ile fatihi birbirinden ayıran çok da net bir çizgi bulunmamaktadır. O yüzdendir ki bunca soru işareti sürekli insanın içinde savrulup durmakta ve döne döne önüne gelmektedir. "Ne istiyorum" sorusu kişinin kahraman mı yoksa karşıtı mı olduğu konusunda tayin edicidir. Bu soruya "bilmiyorum" yanıtını vermek serüvencinin demirbaş yanıtlarından biri gibi gözüküyor şimdi değil mi... Oysa değil, serüvenci bu yanıtı asla vermez, çünkü bu yanıtın sorusunu sormaz. Asıl fethetmek duygusuyla yaşayan kişinin yani kahramanın kendine sıkça sorduğu ve verdiği yanıttır bu. Şaşırtıcı değil mi?


IV. Hedef

Şaşırmıştı...
Bunu daha önce neden düşünmemişti ki! Tabi ya, "ne istiyorum" sorusu ancak belirli bir hedef ve amaç uğruna sorulabilirdi, güdülen bir hedef yoksa eğer niye insan bu soruyla meşgul olsundu ki!...pencereden dışarı bakınca evlerin çatıları ve insanlar başka bir boyut daha kazanmıştı. Her şeyin bir amacı vardı, çatıların şekli, insanların giyinmeleri, ağaçların renkleri, arabaların tamir edilmesi, alışveriş yapılması... İster günlük isterse de uzun vadeli hedefler olsun, yaşamın tüm alanlarında insanın belki de günde onlarca defa kendine bilinçsizce sorduğu ve yine aynı bilinçsizlikle yanıtladığı bir şeydi bu! Tüm canlılar, hepsi belirli bir amaç doğrultusunda işleyen organ ve dokulardan meydana gelmemiş miydi? Tüm canlılarda en temel ve - günlük hayatta gözden kaçırdığımız - bir o kadar da basit gerçek bu değil miydi: Yaşamak!
Ama sanılmasın ki serüvenci ile fatih bu asgari istekte birleşiyor olsun... esas ayrım burada yaşanmaktadır işte. Serüvenci "salt" yaşama güdüsünün meşrulaşmış haliyken, fatih yaşama güdüsüne aykırı hareket edendir. Doğada insanoğlu dışında yaşama güdüsüne aykırı hareket eden başka bir varlık yok (belki istisna olarak bazı balina türleri gibi canlılar sayılabilir). Yaşama güdüsü tüm canlılar için bu kadar basit iken, insan için yaşamak iktisadi ve içtimai gelişmeler sonucunda giderek daha karmaşık bir hal alıyor. Fatihin amacı yaşamak değildir, fatih kendini bir amaca adayandır. Niçin yaşıyorsun sorusuna verilecek onlarca yanıtı vardır onun. Şartlar ve zorunluluklar gerektirdiğinde gözünü kırpmadan kendini adadığı şey için canını verebilir. Serüvenci bu soruyu ne kendine ne de başkasına sorandır... Böyle bakılınca serüvenci yaşamı belirli bir doğrultuda gitmediğinden rüzgar nereye eserse oraya savrulandır, kolay adamdır başka deyişle. Fatihi yolundan çevirmek asla - hadi "çok zor" diyelim - mümkün olmadığından ortalıkta gözükmeyen olur. Gözükmeyen olur çünkü gözükmesi gerektiği yerlerin dışında bulunmaz fatih, her şeyden önemlisi bir güvenlik ve itibar söz konusudur. Onu bulmak için ya peşinden kovalamak gerekecek ya da tabiyetine girmek gerekecektir. Serüvenci ise her an her yerde karşınıza çıkabilir... bir gemide, bir dağın zirvesinde, bir mahallede, bir konserde... Serüvencinin kaybolduğu tek bir an vardır o da içinde insan öznesi bulunmayan serüvenlerdir. Ancak fatih içinde insan olmayan fetihler yapmaz, fetih ve fatih insanlar içindir. O nedenle insanın olmadığı yerde fatih göremezsiniz...


V. Güven

Öksürüyordu, derindi, öksürdüğünde tüm hücreleri yerinden oynuyordu sanki, kaç pakete çıkmıştı sahi ciğerine akan zehir? Sarsılıyordu, bu sarsıntı onu üzmüyordu, belki sarsılmak bir an için yaşadığının farkına varmasını sağlıyordu... sessizliği tercih ediyordu, çoğunlukla. Tercih deyimi belki yanlış olurdu, "yaşam biçimi" deniyordu ne de olsa yeni yetmelerce... bir türlü alışamamıştı bir zorunluluğun yaşam tarzı olmasına, o daha çok zorunlulukların tercih gibi sunulmasına inanmak istiyordu. Dışarıda hava ne alemde diye düşünmeden dilediği iklimi yaşıyordu kendince... Düşünüyordu, düşünce o ki dört duvar da olsa bu güvenlik hissini sadece kapıların ardında olmak veriyordu. İşin kötü yanı şuydu; yalnızlık alışkanlık haline gelince, sessizlik artık tercih edilen bir şey oluyordu. Çünkü yalnızlığın sonu yoktu;
Her gün bir şeyleri azaltır insan, her gün bir alışkanlığından, her gün sevdiği bir eylemden vazgeçerek, terk ederek ulaşılabilirdi bu yalnızlığa!
"Yalnızlığın zirvesi neydi peki!?!"
Bu soru ne kadar güzel geldi şimdi ona, çınlayıp duruyordu kulaklarında... an geliyor tebessüm ediyor an geliyor dişlerini sıkıyordu bu soruyu düşünürken. Zirvenin adı "son"du: "zirve olmamalıydı"! Madem yükseliyordu insan bir balon sepeti içinde misali: "Ağırlıklar atılmalıydı!"
O da atıyordu işte ağırlıkları birer birer...
Yükselme isteğinin sonu var mıydı? Yükselen kişi bir an geldiğinde "artık çok yükseldim, azıcık da olduğum yerde durayım" der mi? Bu soru - büyük ihtimal ki - eşyanın doğasına aykırı gibi görünse de insanoğlunun çoğunluğu tarafından benimsenme isteğinin belirtisi olmuştur. Yüksel...yüksel ki düşüşün - en az yükselişin kadar - muhteşem olsun...
Yükselmek fatihin en önemli görevlerinden biridir, olduğu yerde durmak onun için bir gerileme işareti "gibi" ya da "olarak" algılanır. Gibi algılanır çünkü ona göre hareket hep ileri hep yukarı olmalı. Eylemsizlik fatihi rahatsız eder, hiç düşünmez, aklına getirmez bunu. Böyle bir durum onun "son"u olur çünkü. En nihayetinde çözüm getiren kişi olarak hep toplumun bir adım önünde yer almak zorundadır. Bu zorunluluk hiçbir zaman peşini bırakmaz onun. Lakabı, adı belki de kimliği olur!
Serüvenci ise durağanlık ya da eylemsizlikle açıklanamayacak bir kişiliktir. Serüven yaşama duygusu onu bu düşüncelere saplanmaktan alıkoymaz. Kaybetme korkusu olmadığından düşünmez bunu belki... belki de eylemsizliğin ta kendisi bir serüven oluverir. Ama merak her zaman vardır. Hala nefes alıyorsa insan - "merak" - yaşama içgüdüsünün yanında en önemli etkenlerden biri oluyordu. Serüvenci önceden planlanmış senaryoları yaşamazdı, yaşadığı her şey daha önce kimsenin yaşamadığı öykülerdi. Öyküydü, çünkü anlatanın diline göre değişebilmekteydi. Bu da serüvencinin çelişkisiydi, değişen şey asla öncekiyle aynı olmuyordu...Değişim zorunluluk ise serüvencinin orada işi yoktu, zorunluluklar fatihin ilgi ve de bilgi alanına girmekteydi çünkü... Serüven zorunluluğun reddiydi.


VI. Çelişme

Reddetmişti uzun zaman başvuru cesaretini göstermeye... Şimdi yeniden aklına düşmüştü, başvurunun kendisi kabulü kadar heyecan vermemişti. Sonucu beklerken kaygılanmıştı, yanıtın olumsuz olacağına kendini inandırmaya başlamıştı, çünkü nerdeyse altı aydan uzun bir süre geçmiş ve ses-soluk çıkmamıştı. Zaman zaman kendini teselli ediyor, bir şey çıkmayacağına inanmaya başlıyor zaman zaman telaşlanıyordu bundan. Başvuru kararını verene kadar kendiyle ne kadar cebelleştiğini biliyordu, bir ileri bir geri adımlar atıyor, tartıyor, aklını toparlayamıyor, eski kayıpları aklına geliyordu. Bir insanın yaşayabileceği tüm duyguları yaşamıştı bu birkaç ay içerisinde. Acı çekmek bunlara dahildi. Değişmek istemiyordu... bir şeylerin değişmesi onu korkutuyordu, acı veriyordu. Durağan ve kendi ritminde akmalıydı hayat. Bugün yedinci gündü dışarı çıkmadığı, oyalanıyordu... acı oyalıyordu onu. Kim bilir belki acı süreklilik hali alınca insan buna alışıyordu, belki de hafiften bir zevk de veriyor sayılabilirdi, ruhun acısına fiziksel acıyı yeğlemek gibiydi... Dışarı çıkmıyordu, çıkmak istemiyordu, korkudan değil elbette, sokakta olup bitenleri umursamıyordu, anlamsızlıktı, anlamı olan tek şey çalışmaktı şimdi, günlerce, gecelerce çalışıyor günün uyumak dışında önemli bir bölümünü makine başında geçiriyordu, yapacak bir işinin olmaması belki de en büyük korkusuydu...onu meşgul edecek bir şey lazımdı, 24 saat oyalayacak tüm benliğini, ruhunu işgal edecek bir şeyler....Acı çekmeyi çoktan göze almıştı.

Oyalanmak, fatihin nefret ettiği ve küçümsediği bir sözcük ve eylemdi. Vakit kaybıydı ve gereksizdi, oyalanmak avamlara, hedefi olmayan insanlara göreydi. Durağanlıktı, olduğu yerde saymanın ve hiçliğin ifadesiydi onun için.
"Bir fatih oyalanmaya başlamışsa eğer tükeniş başlamış demektir."
Serüvencinin oyalanma korkusu olmazdı, yaşama böyle bakmazdı. Yaşamı bitmeyen bir oyun olarak gördüğünden olacaktır herhalde. Korku kaybedecek bir şeyleri olmayan canlıların duygusu değildir. Fatih ile serüvenci korku konusunda da ayrılmaktadırlar. Fatihin korktuğu şey gün geldiğinde bir serüvenciye dönüşmektir: olayların akışını kontrol edemeyecek, sürüklenip duracak bir obje haline gelecektir. Sürüklenmek, kapılmak, savrulmak fatih olarak bakış açısına ters ve kendi varlığının reddiydi.


VII. Karşılaştırma

Zamanı reddediyordu, zaman akmamalıydı, durmalıydı şimdi olduğu yerde, aklına zamanın hangi hali gelirse gelsin orada dondurmak istiyordu, daha geri gitmemeliydi zaman ya da ilerlememeliydi. "Biraz daha zaman" diyordu içinden... tekrarlayıp duruyordu, biraz dinlemek istiyordu bunu. Daha çok zamanı olsa insanın elinde nasıl bolca dağıtabilirdi değil mi, al sana 3 zaman, sana 2,5 zaman. Sahi zamanı kim taksim ederdi ya da kim dağıtırdı?
Teorik olarak zaman ihtimal ki, zaman ve mekanda olan ya da olmayan her şey için vardı (ya da yoktu). Ama ister var olsun ister olmasın bir şey kesindi: "Zaman herkes için eşit değildi". Aramızdan - bize göre erken - ayrılanlar için zamanın daha az verilmiş olduğunu düşünürüz. Kabul etmeyiz, üzülürüz ve isyan ederiz; "keşke benim elimdeki fazla zamanı verebilseydim". İşte bu "keşke" sözcüğü zamanın dondurulması ya da fazla olanın dağıtılması isteğinden başka bir şey değildi miydi? Peki nasıl oluyor da bazı insanlar ellerinde fazladan zamanın olduğunu düşünebiliyorlardı? Acaba "keşke" sözcüğünü sık kullanan insanlar, sahip oldukları fazla zamanı başka insanlardan çalmış olduklarını mı düşünüyordu? O halde daha çok zaman isteyenler, aslında başkasına göre zaten çok zamana sahip değil miydi?

Serüvenci için zaman kavramı elbette fatih için olandan farklıydı. Fatihin zamanı hiç olmazdı, hep bir şeylerle uğraşır, yeni planlar yapar ve zamanı yenmeye çalışırdı. Zamanı alt etme isteği an geldiğinde onun daha hızlı akması isteğinden başka bir şey değildi. Yok sabırsız olduğundan değil, ancak bir görev bir an önce halledilmeliydi ki, sıradaki gelsin. Zamanla yarış içindedir fatih deyim yerindeyse. Zamanı kovalar, yakalar, sahip olmak ister, bazen başarır bunu, elinde tutar bırakmak istemez, sonra zaman tekrar kaçar o kovalar. Bir oyundur fatih için zaman, dönem dönem savaş kılığında seyreden. Aslında fazla zamanı yoktur, başkasının zamanını çalmamıştır, ancak çalınmasına dolaylı olarak vesile olmuş olabilir. Esas zamanla eğleşen serüvencidir, fatih gibi bir oyun oynamaz serüvenci, daha çok oynaşır (cilveleşir) onunla. Serüvencinin zamanı kovalamak gibi bir isteği yoktur, zaman da öyle ensesinde boza pişirmez adamın tabi. Serüvenci ile zamanın bu uyumlu gibi gözüken ilişkisi aslından serüvencinin onun üstünlüğünü kabul etmesinden gelir. Üstünlüğünü kabul etmekten başka çıkar yolu yoktur zaten. Hani kabul etmese, reddetse bunu fatih gibi bir fetih duygusuyla donatılmadığından serüvenci olmayacaktır. Serüvenci zamanla dalga geçmez, hafife almaz, ama aynı zamanda onunla sürekli meşgul da olmaz. Zamanı akışına bırakmak değil, onun ritmiyle savrulmak denilebilir belki. Buradan serüvencinin çok zamanı olduğu anlaşılmamalı. Aksine "zaman" denilen kavram "durum"a göre farklılık gösterir. Bir bekleyişte geçen zaman ile bir yolculukta geçen zaman aynı zaman değildir. Zamanın çok ya da az olduğu ikilemi ancak somut bir durum yaşandığında ortaya çıkabilir. Kıstas budur. Serüvenci zaman istemez, zamanla böyle bir alışverişi olmaz. Zaman istemek fatihin harcıdır, düşünecektir çünkü, çünkü ordularını güçlendirecek, tahkimat yapacak belki planlarını inceden inceye işleyecektir. Onun içindir ki "plan" ve "zaman" çok yakın kavramlar olagelmiştir.

VIII. Çözümleme

Acaba "biraz daha zaman" isteği ölmekte olan bir insanın isteği olabilir miydi? Plan peşinde değildi, belki işiyle ilgili kısa vadeli planlar yapıyordu. Bunu yapmak zorundaydı, yoksa aç kalacaktı. Ama geleceği ve hayatıyla ilgili olarak ne zamanı ne de planı düşünüyordu... Varlığıyla ilgili soru sormuyordu hayli zamandır anlatıyordu sadece kafa yormuyordu, dinliyordu sadece.... çıkmıyordu, yine çalışıyordu, bir şey kalbini sıkıyordu ne zamandır, bazen titriyor, bazen terliyor, bazen karnı ağrıyordu... ama en çok da canı sıkılıyordu, bir şeyler yapmak istiyordu ama ne yapmak istediğini bilmiyordu, oyalanıyordu kendince belki zaman geçiriyordu. Çok soru sormuştu kendine, hala da soru soruyordu, insan bir yere gelince yoruluyor soru sormaktan, biraz dinleneyim diyordu, biraz soluk alayım, belki susmalıyım, belki uzanmalıyım sadece kirli halımın üstüne, güzel bir müzik çalıyordu, güzel bir ses bir mırıltı gibi kaplıyordu odanın her yanını, öyle dingin öyle güzel, sanki havada uçuyordu ses, beyaz bazen, bir an kırmızıya dönüyor...bir sigara daha yakıyordu...
Küçük soruları seviyordu, acıyordu onlara bazen, peşlerine takılıyordu, bakıyordu küçük olduklarını görünce de şaşırıyordu, sonra asıl soruyu arıyordu yeniden, arıyor ama bulamıyordu, çok kızıyordu o zaman, yoruluyordu bir an, unutuyordu...güneş bugün olduğu gibi sıcak sesleniyordu dışarıdan... toparlanıyordu biraz daha... sonra yeniden başlıyordu...bir kahve suyu koyuyordu... niye bir su ısıtıcısı kadar basit değildi insan diyordu, onun amacı sadece suyu kaynatmaktı, hadi diyelim ısıtmaktı kim bilir ısıttıktan sonra soğutmak amacıyla da kullananlar olabilirdi...

Kullanmak fiili her daim fatihle birlikte anılagelen bir sözcük olmuştur. Araçlar, gereçler, düşünceler, insanlar kullanılmak için vardır, yoksa fetih gerçekleşmeyecektir. Fatih hiç bir zaman çıplak elle fatih olmamıştır, ya da bir fatihin salt varlığı asla bir fethin yolunu açmamıştır. Arkasında düşünce, insan, malzeme vardır. Fetih yapmak ilkel insanlar için karmaşık bir süreç değildi. Bir yaban hayvanını avlamak ya da zorlu doğa olayının üstesinden gelmek bugün bize fetih gibi gözükse de, aslında son derece olağan günlük yaşamın bir parçası sayılırdı. Fatihin başarısı ya da başarısızlığı onun "kullanmak" eylemindeki kötü/iyi niyetini tayin eder. Başlarda fetih yapmak başka insanların aleyhine olmazken ve salt yaşamını sürdürme ve karnını doyurma çerçevesinde kalırken tarihin belirli bir evresine geldiğinde artık insanların (hatta toplumların) aleyhine gelişmeye başlamıştır. Bu başlangıç işte "fetih" gerçekliğinin karmaşık ve herkesçe görülmeyen/gösterilmek istenmeyen yönünü teşkil etmektedir. Serüvenci ise daha çok kullanılan olur çoğunlukla, çünkü bir savaş içinde değildir, bir planı yoktur. O kendince yaşamla uyum içinde nefes aldığını düşünürken günümüz kompleks "fetih" kavramının zaman zaman bir aracı zaman zaman da kurbanı olmaktan öteye gidemez.

IX. Anlamlandırma

Kurban bayram geçmişti, çok kan görmedi, farklı geldi bu bayram ona. Dışarı çıkmamıştı hiç, aslında bugüne değin şu kurban meselesini hiç de aklına getirmiş değildi. Tuhaf bir benzerlik yakalamıştı şimdi. Yaptığı başvuru acaba kurban olma olgusunu da içinde barındırmıyor muydu? İnsanın bir hedefinin/amacının olması onun bu amaç uğruna kurban edilmeyi göze alması anlamına gelir miydi. Bir amaca odaklanmış kimsenin o amacın artık kontrolüne girdiğini duymuştu sıkça. Amacın kontrolüne giren insan, kendi kontrolünü teslim etmiş oluyordu, kendi dışında önemli olan başka bir şey var oluyordu artık. Ama kendi yaşamına hiç uygulamamıştı bunu ya da en iyi ihtimalle fark etmemişti bunu hiç. Sözcükler, kavramlar uçuyordu, çok hızlıydılar, bir ucundan tutuyor...öbür ucunu da yakalamaya çalışırken bu sefer elindekini kaçırıyordu. Karnının ağrıdığını hissetti, yarım saat de olsa iki büklüm oturmamanın keyfini çıkarmıştı. Bir şeye sahip olma duygusu aynı zamanda ona kurban olma isteğinin de belirtisi de değil miydi. Şimdi hedefi olmayan insanları düşündü, hedefsiz ise bir insan kurban olmak istemiyor demekti onun için. Peki hedefsiz ise bir insan niye ölsündü ki? Eğer kurban olmak kendini bedensel ve ruhsal olarak feda etmek ise, insan neye sahip olmuş oluyordu böylece? Acıyı göze almanın ta kendisi mutluluk kaynağı olabilir miydi?

Fatih için kurban sözcüğü, kısa ve uzun vadeli yaşantısının demirbaşlarındandır. Serüvenci için kurban etmek ya da kurban olmak her an ihtimal dahilinde de olsa asla düşünmediği konulardır. Serüvenci gireceği serüvenin iyi/kötü - mutlu/mutsuz sonuçlanması için pazarlık yapmaz, kaldı ki bu pazarlığı kimle yapacaktır? Bir serüvene başlamak için belirli koşulların, garantilerin, güvencelerin istenmesi bir serüvenden çok turistik bir geziyi andırır. Sınırları, süresi, mekanı, her şeyi belli bir serüven, serüven olmaktan çıkar olsa olsa planlı bir senaryo olur. Hadi diyelim pazarlığa girişti, o halde önünde sonunda fatihin kucağına düşmeyecek ya da en iyi ihtimalle küçük bir fatihe dönüşmeyecek midir? Senaryo yazmak ve bunu uygulamak fatihin işi olduğuna göre; serüvencinin fatihten - kendisi için - bir senaryo yazmasını istediğinde, fatihin yazacağı senaryoda serüvenci "kurban" olmaktan öteye gidemeyecektir. Fatih senaryosunu oya gibi işler; koşulları, güvenceleri, beklentileri, değişecek ve alınacak şeyleri belirler, planlar. Serüvenci senaryo yazmaz, yazamaz, pazarlık yapmaz, hesaplamaz, onun için önemli olan bir şeyi istemesidir. O halde bir serüvende belirli güvencelerin ve koşulların istenmesinin altında yatan esas neden kaybetme korkusundan başka bir şey değildir. Fatihin kaybedeceği çok şey vardır, çünkü hepsine uzun uğraşlar ve çetin mücadelelerle sahip olmuştur, onlarca kurban vermiştir. Oysa bir serüvenci için serüvenin içinde bizzat kaybolmaktan başka kaybedecek bir şeyi yoktur. Zaten istediği de bu değil midir?

X. Yüzleşme

İstiyordu....bekliyordu...başvuru, serüven, fetih, amaç zaman, kurban, ölüm, senaryo sözcükleri yankılanıp duruyordu... hazırlıklarını yapmıştı, iyi dinlenmişti, işlerini bitirmiş, toparlamıştı. Hareket zamanı geliyordu bunu hissediyordu, yaklaşıyordu, düşündüğü şey ise serüvene giriş kapısının açılacak olmasıydı. Hani öyle kafa karıştıracak kadar da çok kapı yoktu önünde. Aslına bakılırsa her serüvende olduğu tek bir kapı vardı. Kapı tek olunca önemli olan kapının nasıl açılacağıydı; içeri doğru mu açılacaktı kapı, dışarı doğru mu, hafifçe aralanacak mıydı sadece yoksa sonuna kadar savrulup çarpacak mıydı... Kapının açılacağından emindi, çünkü başvurusu kabul edilmişti. Bir an kapının üstüne devrilebileceği ihtimalini bile düşündü gülümseyerek, o zaman serüven başlamadan bitmiş olacaktı kimilerine göre, kimilerine göre ise süresi bu kadarmış denecekti... komik, yok daha iyisi şapşalca, evet şapşalca geldi bu düşünce ona... şapşallık da hayatın bir parçası değil miydi...?

Geçmiş:
Serüvencinin bir önceki öyküsü yarıda kalmıştı, tam tadını, kokusunu almaya başlamışken aslında serüvene açılan kapının hiç olmadığını fark etmişti. (Bu ifade elbette vakaya iyimser bakan öykücünün cümlesi oldu. Oysa kötümser öykücü "kapının arkadan kilitli olduğunu fark etmişti" derdi.) Serüvencinin bir özelliği de buydu zaten, illa "gerçek" serüvenler olması gerekmiyordu ondaki serüven duygusunu uyandırmak için. Önceleri kızmıştı, hatta kapı diye gördüğü şeyi bile yumruklamak istemişti, bu ani çıkıştan son anda vazgeçmişti, çünkü bir serüvene katılması için kendi iradesinin yeterli olmayacağını çok iyi biliyordu, kapıyı açacak olan tek başına kendi iradesi olamazdı. Biraz bozulmuş, neden sonra gülüp geçmiş, kendisini teselli etmiş, bir süre daha oyalanma gücünü kendinde bulmuştu. Ama ilk fırsatta serüvene çıkacağını biliyordu, başvurusu kabul edilmişti, tek fark zaman geçtikçe serüvenin yeri ve öyküsünün farklılaşacak olmasıydı... olsundu, istese de hiç yaşamayacağı bir serüveni neden merak etsindi ki? Yaşanacak serüveni merak etmek belki bir kadının dokuz ay boyunca dünyaya getireceği çocuğu merak etmesine benzetilebilirdi. Geleceği ve olacağı biliniyordu ama nasıl ve kim olacağı bilinmiyordu. Gelecek olanın neye benzeyeceği veya nasıl olacağı düşünülemezdi ve daha da önemlisi gelenin reddi mümkün değildi!

Fatih bir önceki savaşında yenilgiyi tatmış ve bir yandan yaralarını sarmaya çalışırken diğer yandan intikam-neden-öfke-yenilgi sorularıyla meşgul oluyordu. Bir önceki savaşta fatihin görevi kendi kalesini korumaktı, etrafını kuşatmışlar, onu adım adım teslim olmaya zorluyorlardı. Ama yenilmişti. Yenilginin nedeni rakibini küçümsemiş olması değildi, tam tersi kendi gücüne fazlasıyla güveniyordu. Hazırlıklarını yapmış, her şeyi gözden geçirmiş ve hazır olduğunu hissetmişti. Öyle ki an gelmiş ve her zaman olduğu gibi ön çarpışmalar savaşın seyri konusunda bir fikir vermeye başlamış ve kazanacağına inanmaya başlamıştı. Ancak bu sefer rakip hiç beklemediği bir hamle yapmış ve fatihin karargahına - onun en zayıf yerine - sızmıştı: cephe gerisi fatihin zayıflığıydı, çünkü var gücünü sürekli olarak cephenin önüne sürerdi, düşmanlarının gözünü böyle korkutmaya alışmıştı, hatta bir müddet sonra buna kendisi de inanmaya başlamış ve galibiyeti ya da mağlubiyeti cephenin önünde fiilen iştirak eden güçlerin tayin edeceğine kanaat getirmişti. Fatihin dışarıya yansıttığı bu güç tebaasına güven, düşmanlarına ise korku veriyordu. İkisi için de bir meydan okumaydı.


"Sen o musun?"

İrade:

Hangi fatih, hiç fethedilmemiş bir kalenin önünden türkü söyleyerek geçer ki? Algıları açıktır fatihin, hemen fark eder ve hisseder, yine bir oyun korkusu sarar tüm benliğini. Yaşam amacı budur, aksi şekilde hareket etmesi mümkün değildir. Bir kale ne kadar büyük, güçlü ve zorsa, ne kadar sağlam gözüküyorsa kuşatma o kadar uzun sürecektir, o oranda yığınak yapılacaktır, planlar, hesaplar, takviye kuvvetler, başvurulacak yöntemler belirlenir. Kimilerine göre sözkonusu çatışmanın ya da fetih sürecinin kendisi önemli gözükebilir, oysa fatihin kafasındaki şey çatışmaların ya da fetih sürecinin keyifli ve centilmence olması değildir, onun aklında tek şey vardır kendisine meydan okuyanı dize getirmek. Fatihin kurbanı için de aynı durum geçerlidir: teslim olmamak. İster müdafaa isterse taarruz pozisyonunda bulunsun bu oyunun/savaşın bir parçası olan fatih savaş bittiğinde büyük bir çelişmeyle karşı karşıya kalır: Fethin ya da teslimiyetin sonunda fatih için teslim alınan şey artık bir hiçtir! Görev tamamlanmıştır.


"Hayır, o ben değilim!"

Mekan:

Doğadan, insandan ve günlük hayattan sıyrılmış bir yerdi, belki de zamanı ve mekanı olmayan bir yer. Yoldan geçene sorsanız kurumuş bir su kuyusunun dibi derdi, aksiyon filmi senaristleri ise eminiz, havada asılı bir sahne tasavvur ederlerdi. Bu kadar zıt iki karakterin herkes gibi bir parkta ya da lokantada karşılaşmayacağını biliyorduk. Elbette fatih ile serüvenci aynı havayı soluyacakları ya da aynı sesleri duyacakları yerlerde birlikte bulunurlar. Ama hiç birinin aklına diğerinin kim olduğu ve ne olduğu sorusu gelmez. İkisi için de sokakta bir başına kalmış bir kedi yavrusu birbirlerine göre daha önemlidir.


"Peki, kimsin o zaman?"

Zaman:

Fatih için farklı olmak kanıksadığı bir şey olurken serüvencinin gülüp geçtiği bir şey olmaktadır.. ister kanıksama ister gülüp geçilen bir şey olsun farklı olmak insanın bakış açısına göre değişir elbette... bir serüvenci asla bir fetih aramaz, fatih de serüven insanı değildir, hal böyle olunca karşılaşmaları neredeyse imkansız olur, serüvenci ile fatihin birbirlerini gerçek anlamda fark edebilmeleri için zamandan ve mekandan yalıtılmış bir yer bulunmalıdır, ilgilerini ve düşüncelerini başka yöne çekmeyen bir olağanüstü halin bulunması gerekir, sözgelimi bir dağın zirvesi olabilir bu ya da ıssız bir ada ya da uzun bir tren yolculuğunda yan yana pulmanlar... zaman ve mekana dair bu şartların bulunması yine de yeterli olmaz, burada iki kişiliğin aynı niyette birleşiyor olması da gerekir, bu niyetli olma hali ise ödün korkusunu getirecektir. Ödün vermekten korkulmadığında serüvenci ile fatih şapşallaşır.


"Ben senim!"
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mayıs 2006       Mesaj #664
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk ve Çılgınlık
Uzun zaman önce dünya yaratılmadan , insanlar dünyaya ayak basmadan önce iyi ve kötü huylar ne yapacaklarını bilmez vaziyette dolanıyorlarmış . Bir gün toplanmışlar ve her zamankinden daha fazla canları sıkkın oturuyorken SAFLIK ortaya bir fikir atmış "Neden saklambaç oynamıyoruz ?" ve hepsi bu fikri beğenmiş , hemen çılgın ÇILGINLIK bağırmış "Ben ebe olmak istiyorum !" ve başka hiç kimse ÇILGINLIK'ı arayacak kadar çıldırmadığı için ÇILGINLIK bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış . 1,2,3,...


ÇILGINLIK saydıkça , İYİ HUYLAR'la KÖTÜ HUYLAR saklanacak yer aramışlar . ŞEFKAT Ay'ın boynuzuna asılmış , İHANET çöp yığınının içine girmiş , SEVGİ bulutların arasına kıvrılmış , YALAN bir taşın altına saklanacağını söylemiş ama gölün dibine saklanmış . TUTKU Dünya'nın merkezine gitmiş , PARA HIRSI bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış ve ÇILGINLIK saymaya devam etmiş , 79, 80, 81, 82, 83...

AŞK dışında bütün İYİ ve KÖTÜ HUYLAR o ana kadar zaten saklanmış , AŞK kararsız olduğu gibi nereye saklanacağını da bilmiyormuş ... Bu bizi şaşırtmamalı , çünkü hepimiz aşkı saklamanın ne kadar zor olduğunu biliriz . ÇILGINLIK 95, 96, 97... ye gelmiş ve 100'e vardığı anda AŞK sıçrayıp güllerin arasına girmiş ve saklanmış . Ve ÇILGINLIK bağırmış "Önüm , arkam , sağım , solum sobe , geliyorum" .

Arkasına döndüğünde ilk önce TEMBELLİK'i görmüş , o ayaktaymış çünkü saklanacak enerjisi yokmuş . Sonra ŞEFKAT'i Ay'ın boynuzunda görmüş , ve İHANET'i çöplerin arasında , SEVGİ'yi bulutların arasında , YALAN'ı gölün dibinde ve TUTKU'yu Dünya'nın merkezinde ... Hepsini birer birer bulmuş sadece biri hariç ! ÇILGINLIK umutsuzluğa kapılmış , en son saklı kişiyi bulamamış , derken HASET ÇILGINLIK'ın kulağına fısıldamış :

"AŞK'ı bulamıyorsun çünkü o güllerin arasında saklanıyor "

ÇILGINLIK çatal şeklinde tahta bir sopa almış ve güllerin arasına çılgınca saplamış , saplamış , saplamış ... Ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar ... Ve haykırıştan sonra , AŞK elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış . Parmaklarının arasından sicim gibi kan akıyormuş , gözlerinden . ÇILGINLIK , AŞK'ı bulmak için , heyecandan AŞK'ın gözlerini çatal sopa ile kör etmiş ... "Ne yaptım ben ? Ne yaptım ben ?" diye bağırmış "Seni kör ettim , nasıl onarabilirim ?" AŞK cevap vermiş ; "Gözlerimi geri veremezsin ama benim için birşey yapmak istersen benim kılavuzum olabilirsin !"

O günden beri AŞK'ın gözü kördür ve o günden beri ÇILGINLIK da her zaman onun yanındadır ...
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
15 Mayıs 2006       Mesaj #665
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
GÖRMESİNİ BİLEN GÖZLER
Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden
büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle,
pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı.
Ona göre; nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik
yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler
değişti. Arkadaşları onun hiç de güzel olmadığını, hatta
çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız, ilk
önceleri onlara inanmadı çünkü herkes birbirini
kıskanıyordu. Ama bir kaç yılda gerçeklerle yüzleşti.
Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu
bir cilde sahipti. "Badem" dediği gözleri ise şaşıydı.
Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki, annesi
onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti.

Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete
dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne
bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen
düzelmiyordu. Genç kız, doktorların gizlice yaptığı
konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü
ve kendisini hâlâ çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven
annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye
karar verdi. Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu
söyleyerek ondan önce davrandı ve kazandığı paraları
bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti.
Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla
baş başaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu.
Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı.
Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını
söyleyerek kızı ameliyat ettiler.

Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten
korkuyordu. Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye
yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında,
müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı.

Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. Yüzündeki
bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan
burnu düzelmis, kepçe kulakları normale dönmüş ve
yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu.
Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak:
"Sanki yeniden dünyaya geldim!" dedi. "Yüzümde hiçbir
çirkinlik kalmamış, estetik ameliyatı siz mi yaptınız?"
Yaşlı doktor: "Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!."
diye gülümsedi. Annenin bağışladığı gözleri
taktık. Sen, onun gözünden gördün kendini!."

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
15 Mayıs 2006       Mesaj #666
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Gül Soylu Aşk

Enez’ in güzel yaz günlerinden biriydi. Her sabah ki gibi ormana koşmaya gittim. En yakın arkadaşımda yanımda denize girdik eğlendik. Akşamüzeri can sıkıntısı 3 kişi bulduk. Okeye dördüncü aranıyor. Ya ben yanlış görüyorum yada karşıdan maviş gözlü, kumral, şirin mi şirin güler yüzlü bir masal perisi geliyor. O an sanki büyülenmiştim. Okey oynamayı bir yana bir yana bırakın iki de bir taşları düşürür, ıstakayı devirir olmuştum. Ama galiba ben onun pek ilgisini çekememiştim. Okey bitti arkasına bakmadan gitti.

Sonradan öğrendim ki arkadaşımın yeğeniymiş ve uzun süreli bir beraberliği varmış .
" E be kardeşim dedim içimden...

Yine bir yaz akşamı top oynamaktan geliyoruz. Kan ter içinde kalmışız, saç baş toz toprak içinde... Az ileriden birisi seslenir gibi oldu. Baktım aman Allahım yine o güzel gözlü kız. Tabii hemen havaya girdim bana "iyi aksamlar" dedi. Arkadaşım mavi gözü periye nasıl baktığımı görmüştü.

Yaz bitiyordu ve biz İstanbul'a dönnüyorduk. Mavi gözlü perim aklımdan çıkmıyordu. Fakat sonunda kafamdan atmayı zor da olsa başarmıştım.

Bir gün arkadaşımın ablası bizim bir yeğen var birbirinize çok yakışırsınız diye öyle bir söyledi. Ben pek önemsemedim meğerse abla arada aracılık ediyormuş. Tabiki bunlar sonradan su yüzüne çıktı. Bu arada bir detayı atladım. Uzun süre beraber olduğu gençten problemler dolayısıyla ayrılmış.

Arkadaşımda oturduğum günlerden birinde aablası "Haydi gel kahve içmeye misafirliğe gidiyoruz dedi." Bende "Gidelim bakalım dedim" Aslında biz ne bilelim her şey daha önceden planlanmış. Maviş gözlü perimin evine gittik. Ben onu görünce elim ayağım dolaşmaya başladı. Hatta kahve fincanını elimde unuttu benim güzelim. Gece eve gelince bu konuyu ayrıntılarıyla düşündüm. Sanki içime doğdu. İlk başından beri tahmin ediyordum uzun bir beraberliğe, hatta ölümüne beraberliğe adım atacağımı. İçimden bir ses "Neden olmasın be Serhat diyordu." Ertesi gün yine onlarınn evinde bir tesadüf yapıldı. Beraberliğimizin ilk cümlelerini kurdum sonunda. Eh zor da olsa, kan ter içinde kalsam bile şu an üç yıllık güzel bir beraberliğim var. Dile kolay üç uzun yıl. Aman Allah bozmasın tahtaya vuralım. Biz yıldızlara astık yüreğimizi... Bizim aşkımız gül soylu bir aşk. Allah' tan herkesin kaderine benimki gibi güzel, temiz ve gül kokan bir aşk yazmasını dilerim.


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #667
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
gvercn10jw



Herkes Bilsin Aşkımı O Hariç


Sen baharın yağmurla getirdiği özlemdin içimdeki, sen çiğ tanesi kadar saf ve ne olduğunu asla anlayamadığım yanımdın benim ve denize düşüp de ıslanmaktan korkutan bir savaştın yüreğimde...

Özlemini her gece koynumda hissettiğim ve hiçbir zaman seni sevmekten vazgeçmediğim için özeldin. Sonra gözlerle yüzüme baktığında ya da her kavga edişimizde fırtınalar kopardı yüreğimde, sen hiç bilmezdin. Benim susuşum senin kaçışını desteklerdi belki de. Belki de gerçekten söyleyemediğim sözlerle doldu kalbim ve sen her seferinde gün batışını anımsattın bana, onun kadar güzel onun kadar huzur verici. Aslında hem onun kadar uzaktın bana hem de yakınımda hissettim seni, uzanıp tutacak kadar yakınımda.

Uzaktan sevmeyi hiç sevmiyordum ama uzaktan sevmek zorundayım. Kimse bilmemeliydi seni sevdiğimi , sonra kopup giderdin benden, arkadaş bile kalmazdın bilirdim. Bir sevdiğin vardı konuşurlarken duymuştum. Sonrada sen anlattın bana sevgilini. Hiç görmediğim birinden nefret ettim onu sevdiğin için. Ve sonra dayanamaz oldu gönlüm bu ağırlığa. Seni görmekten acımaya kanamaya başladı. Tükeniş başladı benim için ömrümün baharında.

Çok tatlıydın o gülen koskoca gözlerinle rüyalarımda gördüm seni. Kumsalda dolaştığımızı, ay ışığında dans ettiğimizi gördüm ve her gerçeğe dönüşümde hayaller biraz daha uzaklaşmaya başladı benden. Artık biliyordum seni benden ayıracak hiçbir şey kalmamıştı. Yüreğimden seni söküp atacak hiçbir güç bulamadım.

Bir sonbahardı hatırlıyorum. Sararmış yapraklar caddelerde telaşlı insanlarla doluydu ve ben ilk kez hatırlıyordum yaşamanın ne demek olduğunu. Kuşların öttüğünü fark ettim ve denizin mavi olduğunu ve dünyanın senin etrafın altında dönmediğini. Hala seni seviyorum, hala seni görüşümde yüreğim kanatlanıp uçacakmış gibi hissediyorum. Ama artık biliyorum aşk tek kişilikte yaşanabilir ve zaten sen bunu anladığım günden beri daha yakınsın bana. Belki de beklediğim buydu güvenmemdi kendime. Şimdi her şeyi fark ederek yaşıyorum ve her şeyin tadına varıyorum ama hala bir yerim eksik biliyorsun. Ama bende biliyorum ki hiçbir şey eksik kalamaz. Elmanın bile iki ayrısı vardır ve benim eksik tarafım sensin.


canlgl7gp



Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #668
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
ANLAYABİLMEK


"Satılık Köpek Yavruları" ilanının hemen altında
küçük bir çocuğun başı gözüktü ve
çocuk dükkan sahibine sordu :
-"Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?"
Dükkan sahibi :
-"30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları" dedi
-"Benim 2 dolar 37 sentim var" dedi çocuk
-"Bir bakabilir miyim yavrulara"
Dükkan sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve
köpek kulübesinden beş tane yumak halinde yavru çıktı.
Yavrulardan biri arkadan geliyordu. Küçük çocuk
yürümekte zorluk çeken
sakat yavruyu işaret edip sordu:
-"Bunun nesi var?"
Dükkan sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve
hep sakat kalacağını açıkladı.
Küçük çocuk heyecanlanmıştı.
-"Ben bu yavruyu satın almak istiyorum.”
Dükkan sahibi:
-"Hayır o yavruyu satın alman gerekmiyor.
Eğer gerçekten istiyorsan o yavruyu sana bedava veririm"
Küçük çocuk birden sinirlendi.
Dükkan sahibinin gözlerinin içine dik dik bakarak:
-"Onu bana vermenizi istemiyorum.
O da diğer yavrular kadar değerli ve
ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim.
Aslında şimdi size 2 dolar 37 cent vereceğim ve
geri kalanını ayda 50 cent ödeyerek tamamlayacağım."
Dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı:
-"Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum.
Bu yavru hiçbir zaman diğer yavrular gibi koşup,
zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak."
Bunun üzerine küçük çocuk eğildi,
pantolonunu sıvadı ve
büyük bir metal parçasıyla desteklediği
sakat bacağını dükkan sahibine gösterip,
tatlı bir sesle:
-“Ben de çok iyi koşamıyorum
ve bu yavrunun
kendisini çok iyi anlayacak
bir sahibe gereksinimi var" dedi.

hikaye10052 pati
Dan Clark
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #669
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yeşil Bir Sessizlik AnıR. Bradbury’e ;


Tam tepede gülümseyen güneş uçsuz bucaksız mavilikler üzerinde pırıltılar oluşturuyor, güneyden hafif hafif esen rüzgar büyük dalgaların daha küçüklere çarparak, kıyıya beyaz bir köpük halinde ulaşmasını sağlıyordu.
Saatlerdir kapalı duran kalın kitap; muhtemelen hüzünlü bir aşk romanı, açık denize bakarak sigarasından bir nefes çeken kadına o an için bir şey ifade etmiyordu. Önüne düşen saçlarını sol eliyle itip, güneş gözlüklerinin arkasından sahile baktı. Çığlık çığlığa denize bir girip bir çıkan çocuklar, kahkahalarla gülüşüp birbirlerine el şakaları yapan kızlı erkekli gruplar, bir önceki günün talihsiz maçının en kritik pozisyonlarını hararetle tartışan yaşlı adamlar tüm doğal seslerin sessizliğini bozuyor gibiydi. Gülümseyen bir yüzle hemen yanı başındaki şezlongda oturan iki kadına baktı. Hiç susmayacak gibi görünüyorlardı. Biraz daha yaşlı olanının geçen yaz gelininin burada tüm yazı nasıl ev işi yapmadan geçirdiği faciası bitmiş, hangi şampuanın saçlara iyi geldiği konusu nereden çağrışım yapmışsa yapmış birden açılıvermişti.
Kimsenin kendisine bakmadığından emin olduğu anda kadın, sigarasının son nefesini de çekip, sıcak kumun üzerinde söndürdü. Elini yakan kuman bir avuç alıp, üzerini örttü. Başını hafifçe kaldırıp tekrar denize baktı. Dalgalar birbiri ardında kıyıya yaklaşmakta, büyükler küçükleri kovalayıp, kim bilir kaçıncı kez izlerden arınmış kumları ıslatıp, geldikleri hızdan daha az coşkulu bir ritimde geri dönmekteydi.
Onun siyah dalgalı saçlarını düşündü. İlk buluşmalarını hatırladı. O soğuk kış sabahı yüzünde sıcak bir tebessümle koşar adım yaklaşışını. Ne çabuk geçmişti koca sene. O hiç istemeden gittiği yemekte nasıl da yakınlaşıvermişlerdi ansızın. Nasılda birden bire kaplamıştı tüm hayatını. Önceleri eğlence gözüyle bakıyordu Fırat’a. Bu çok da yanlış bir tanım değildi. Attıkları her adımda ilk amaç eğlenceydi. Birlikte yenilen şımarık yemekler, beş dakika dans etmek amacıyla girilen gece klüpleri, tuvalet ihtiyacını karşılamak için uğranılan lüks oteller hep eğlenmek adınaydı. Sonra nasıl olduysa eğlence yön değiştirdi. Artık Fırat’ın Gümüşsuyu’ndaki minik apartman dairesinde vakit geçirmek artık onlar için en büyük eğlenceydi.


Nasılda gözü saatte iş bitimini beklerdi. Sonrada fırlayıp marketten akşam için bir gece önceden planlanmış malzemeleri alır, Fırat’ın evine koştururdu. Kimi zaman spagetti, kimi zaman pizza ve illa ki bir şişe kırmızı şarap. Gündemde bulunan tüm kutu oyunları oynanmış, vizyondaki tüm filmlerin cd’leri izlenmişti. Fırat çalıştığı mimarlık bürosundan çoğu zaman yorgun dönse de buluşmalarından kısa bir süre sonra tüm yorgunluğunu unutuyor, enerjisi geri geliyordu. Her şey harika gidiyordu. Ta ki o uğursuz pazartesiye kadar. Her zaman ki gibi Fırat salatayı hazırlarken, o da ocaktaki yemeği karıştırıyordu. Salondaki teypte çalan Charlie Parker şarkısı, Fırat’ın cep telefonu melodisiyle tüm güzelliğini yitirdi.


“Alo anne... Aa nasılsın? İyiyim iyiyim, sağol... Hı evdeyim anne... Yok çıkmıyorum geceleri dışarı. Kilom mu? Aynı anne, zayıflamadım... Efendim? Aaa geliyor musun? Tamam anneciğim kaçta? Pamukkale mi dedin? Tamam anneciğim, ben seni terminalden alırım. İyi yolculuklar...”
O andan nasılsa ona da güzel gelmişti Fırat’ın annesiyle tanışma fikri. Öyle ya yaklaşık bir yıldır birlikteydiler ve her şey mükemmel görünüyordu. Kendi ailesi İzmir’de değil de İstanbul’da olsa, kesin tanıştırırdı onlarla Fırat’ı. Gerçi Beşiktaş’lı olan babası Fenerbahçe’li Fırat’ı ne kadar severdi o an için bilemiyordu ama annesi kesin beğenirdi Mimar Fırat Beyi. O da yıllardır okuduğu ev ve dekorasyon dergilerinden yarı mimar sayılırdı. Peki ya Fırat’ın annesi o sevecek miydi onu? Daha sonraları çok kez Fırat’ın o gece telefonu kapatırken söylediği “iyi yolculuklar” cümlesi beyninde dönüp durdu. Sahi kime söylemişti Fırat bu cümleyi?


Şükran Hanım ilk bakışta anaç yapısı, iri siyah gözleri ve koyu renk saçlarıyla tam bir Anadolu kadını görüntüsündeydi. Çengelköy’de şirin bir balık restoranında yenilen ilk akşam yemeğinde onu baştan aşağıya süzüp, tüm geçmişini öğrendi. Hangi okulları bitirmiş, şimdiki işindeki maaşından memnun muymuş,babasının işi neymiş, annesi en güzel hangi yemeği yaparmış, otuz yaşına kadar neden evlenmemiş. Onların Adana’da da kızlar pek bir hamaratmış. Hele Mümtaz Beyin kızı Sevda bir dolma sararmış, kalem gibi.


O an kendini düşündü. İçinden “Teyzeciğim ben de çok iyi sigara sararım” dedi. “Hele Fırat’ın Tarlabaşı’ndan aldığı son tütünlerle geçen bir sardım kalem gibi. İsterseniz Fırat’a sorun. Hani şu korku filmini izlerken nasıl olduysa kanepede başlattığımız sevişmenin ardından sardığım sigara.” Gülümseyen gözlerle Fırat’a baktı. Fırat o an tedirgin ve daha önce hiç görmediği bir ifadeyle ona bakıyordu. Acaba içinden “İyi yolculuklar” mı diyordu. Peki kime diyordu bunu?
Şükran Hanımın gelişinin ardından tüm iyi niyetini bürünüp gitmeye devam ediyordu Fırat’ın evine. Ama her seferinde yüzü düşmüş geri dönüyordu. “Size harika sucuk köfte aldım, beş dakikada kızartırım.”
“Aa yok yok nefis kapuska yaptım sen onu götür kızım evinde yersin. Hem Fırat’ın midesini yakar o.” “Teyzeee” diyordu içinden “Fırat’ın midesi şişelerce içkiden yanmaz, üç parça etten mi yanacak?” “Sen neden hiç etek giyinmiyorsun kızım, valla ben gençken hep mini etek giyerdim, bacaklarım da pek güzeldi.” “Teyzeee, Fırat benim bacaklarıma bayılır. Ben etek sevmem, sevsem giyerdim herhalde.” Diye söyleniyordu içinden.


Bir süre sonra artık hep içinden konuşur olduğunu farketti. Fırat da artık o eski Fırat değildi. İşten geldikten sonra yemek yiyip, televizyonun karşısında uyukluyordu. Sürekli susması, onunda içinden konuştuğunu gösteriyordu. Artık o eve gitmek istemediğini anlayınca, Fırat’la dışarıda buluşmaya başladılar. Ama “Annem bu sene sanırım bende kalacak,


Annem evde yalnız, erken gitmeliyim... Annem üzerime sinen sigara kokusuna uyuz oluyor, az içelim... O iyi bir grup değil, boşver o konseri. Hem annem yeni çamaşır makinesi taksitine girmemi istiyor, paraya ihtiyacım var... Annem diyor ki bu ne böyle, saçların ne kadar uzun, **** misin sen ? Hem senin saçların dalgalı diyor, kısa saç sana çok yakışır.”


Uzaklardan beyaz bir köpük gibi yaklaşan büyük dalga, kıyıya vurdu. Şu taa ayaklarının parmak ucuna kadar geldi. Gözlerini denizden uzaklaştırıp, yeni bir sigara yaktı. Çantasından tokasını çıkartıp, yüzüne gelen saçlarını topladı. Sahildeki çocuklar koşuşturmaya, ellerindeki kovalarla denizden su alıp kafalarından aşağıya dökmeye devam ediyorlardı. Gençler gülüşmeyi kesmiş, hep bir ağızdan şarkı söylemeye başlamışlardı. Yaşlı amcaların maç muhabbeti yerini enflasyona bırakmıştı. Yan şezlongdaki iki kadından yaşlısı gitmiş, daha genç olanı cep telefonuyla Necla Hanımın gelinin tembelliğini karşısındakine rapor ediyordu.


Dalgayla gelen yeşil bir sessizlik anı sona erdi. Döndüğünde pek bir şey değişmemişti.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #670
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Aşkta Yarın Yoktur Sevgili

Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir
ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur...
Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında.
Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...
Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...
Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...
Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...
İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...
İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu...
Birazdan sabah olacak...
Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...
Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek...
Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...
Aşkta yarın yoktur sevgili.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar