Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 180

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 567.244 Cevap: 1.997
MARLON - avatarı
MARLON
Ziyaretçi
31 Ekim 2006       Mesaj #1791
MARLON - avatarı
Ziyaretçi
Sevginin Gözyaşları


Sponsorlu Bağlantılar
Delikanlı yiyecek bir şeyler almak Burger King standına yaklaşınca, standın arkasındaki bir kız dikkatini çekti. Siyah saçlı,beyaz tenli genç kız, müşterilerine siparişlerini verirken daima güleryüzlü, sıcacık bir şekilde hizmet veriyordu. Nur yüzlüydü. Delikanlı bu kızdan çok etkilenmişti. Neredeyse ilk bakışta aşık olunabilecek bir kızdı. Yaşı olsa olsa 17-18 idi. Siparişleri yetiştirebilmek için bir o yana, bir bu yana koşuşturuyordu. Bu arada yüzündeki gülücükler hiç eksik olmuyordu.

Delikanlı standa iyice yaklaştı. Özellikle de genç kızın olduğu standa gelmişti. Genç kız ona siparişini sorduğunda, elindeki kağıdı ona doğru uzattı.Kağıda ne almak istediğini yazmıştı:

- "Bir Tavuk Burger menü, Sprite, bir ketçap ve bir acı sos istiyorum, lütfen." Genç kız delikanlıya biraz buruk ama yüzündeki gülümsemeyi hiç kaybetmeden"

- "Hemen efendim" dedi. Ardından da " 150.000TL fark ödeyerek büyük seçim ister misiniz?" diye sordu.

Delikanlı ise "Hayır" anlamında başını salladı. Kredi kartını uzatıp hesabını ödedi.

Siparişlerini alıp uzaklaşırken "Teşekkür ederim" misali bir gülücük attı kıza.

Tavuk Burgerini alıp masasına giderken, arkasına baktığında, genç kızın tatlı bir gülümsemeyle arkasından bakmakta olduğunu farketti. Belli ki kendisi sıradan bir müşteri olmamıştı. O gün yemeğini yerken,genç kızla bir iki defa göz göze geldi. Her ikisi de bundan gayet hoşnut olmalıydı ki, birbirlerine bakarlarken, yüzlerindeki gülümseme hiç eksik olmamıştı.

Delikanlı akşam eve döndüğünde aklı genç kızda kalmıştı. Göğsündeki plakadan kızın adının Selma olduğunu öğrenmişti. Aslında delikanlı konuşabiliyordu,ama neden böyle bir şey yaptığını da anlamamıştı. Yine de hiç renk vermemiş, bu oyun hoşuna gitmişti. Sanırım Selma'dan hoşlanmıştı.

Aradan iki gün geçmişti. Tekrar Bakırköy - Galleria'ya gitmiş ve yine elinde bir kağıtla doğruca Burger King'e gitmişti. Bu sefer kağıdın başına "Merhaba Selma" demeyi unutmamıştı. Selma'nın olduğu kasaya gitti ve gülümseyerek kağıdı ona uzattı.

Genç kız onu gördüğünde hayli sevinmiş bir halde kağıdı aldı;"Merhaba, hoş geldiniz" diyerek siparişini hazırlamaya koyuldu. İki gün önceki durumu arkadaşlarına anlatmış olacaktı ki, herkes onlara bakıyordu. Siparişi hazır olunca, tekrar kredi kartını uzattı ve hesabı ödedi. Selam vererek oradan ayrılıp, masalardan birine oturdu. Bu durumun gün geçtikçe hoşuna gitmeye başladığını farketti. Gerçi daha önce aynı yerden alışveriş yapmıştı ama Allah'tan kimse bunun farkına varmamıştı.

Bir yandan sevinirken,diğer yandan genç kıza karşı dürüst olmadığını üzülmüştü. Aslında kötü bir niyeti yoktu. "Bakalım nereye kadar sürecek" diyerek bunu devam ettirmeye karar verdi. Galleria evine yakın olduğu için sürekli oraya gidiyordu.

Bu durum iki hafta bu şekilde sürdü. Ama artık sipariş için kağıt uzatmasına gerek kalmamıştı. Selma'yı gördüğünde, doğrudan onun yanına gidiyordu. Selma da sanki onu beklermiş gibi, karşısında onu görünce birden gözleri parlıyor, hemen "Hoş geldin" diyordu. Delikanlının kağıdı uzatmasına fırsat vermeden ;

"Bir tavuk Burger menü, normal seçim, sprite, ketçap ve acı sos...; hemen hazırlıyorum." Bu durumdan her ikisi de çok memnun görünüyordu. Delikanlı kısa zamanda Burger King'de tanınan biri haline gelmişti.

O gün siparişini aldığında genç kıza bir kağıt uzattı ve oradan ayrıldı. Masalardan birine oturduğunda, Selma'nın küçük not kağıdını okuduğunu gördü:

"Özür dilerim Selma. Beni lütfen yanlış anlama. Eğer yemek paydosun varsa, biraz beraber oturabilir miyiz? Bu teklifimi kabul edersen çok mutlu olurum."

Selma notu okuduktan sonra Emre'ye bakarak "Evet" anlamında başını salladı. Eliyle de "Yarım saat sonra" diye işaret yaptı. Bunu gören Emre çok sevinmişti. Kısa bir süre sonra da Selma'nın kendisine doğru geldiğini görünce, eli ayağının birbirine dolandığını hissetti. Çok heyecanlanmıştı. Nasıl davranacağını bilemiyordu. Her ne kadar bu oyunu kendisi başlattıysa da, işin buralara varabileceğini tahmin etmemişti. "Acaba nasıl davransam" diye düşündü. Selma o kadar tatlı, o kadar sıcakkanlı biriydi ki, onu kesinlikle kırmak, üzmek istemiyordu. Yine de şimdilik hiçbir şey açıklamamaya karar verdi. Selma gelip de yanına oturduğunda, 'ağzımdan bir şey kaçırırım' diye çok korkuyordu. Umarım kendisini tanıyan biri çıkmazdı. Bu arada selma gelmeden cep telefonunu da kapatmış ve saklamıştı.

Fazla zamanı yoktu genç kızın. Şefinden ancak yarım saat için izin alabilmişti. Masanın üzerine kağıt kalem koymuştu Emre. Genç kız konuşarak biraz kendisinden bahsetti. 18 yaşına yeni girmişti. Üniversite sınavına hazırlanıyordu. Dersane parasını ödeyebilmek ve ailesine yük olmamak için de burada çalışıyordu. Fındıkzade'de oturuyordu. O da delikanlı gibi sigara içiyordu. Birer sigara yaktılar. Delikanlı kağıdı, kalemi alıp kendisiyle ilgili bir şeyler yazmaya başladı. 25 yaşındaydı, üniversiteden mezun olalı birkaç yıl olmuştu. Genç kızın üniversiteye hazırlandığını öğrenince, belki yardımcı olabilirim diye düşündü. Ancak daha sonra bunu açıklamaktan vazgeçti. Öyle ya, konuşamıyordu. Ona nasıl yardımcı olabilirdi ki! Bu yüzden üniversite mezunu olduğundan bahsetmedi. Yazdığına göre herhangi bir yerde çalışmıyordu.

Bu şekilde yaklaşık yarım saat konuştuktan sonra, Selma kalkması gerektiğini söyledi. İki gün sonra Pazar günü tekrar buluşmak üzere ayrıldılar.Aslında bir işi vardı ve o gece de işe gidecekti. Birkaç yıldır turistik bir otelde çalışıyordu.

Pazar günü buluştuklarında delikanlı durumu açıklamaya karar verdi. Günden güne ondan hoşlanmaya başlamıştı ve bu yüzden onun duygularıyla oynamak istemiyordu. Çünkü bu durum ileride daha kötü sonuçlar doğurabilirdi. Hem daha ne kadar saklayabilirdi ki! Ya da neden saklama gereği duysun. Artık arkadaş olmuş,çıkıyorlardı. Ayrıca kendisi henüz söyleyemeden, Selma bu durumu başkasından öğrense; işte o zaman çok kötü olurdu.

Kışın en soğuk günleri yaşanıyordu. Delikanlı arabasına binip, Selma'yla buluşacağı yere erkenden gitti. Bu soğukta onu bekletmek istemiyordu. Oraya vardıktan kısa bir süre sonra Selma da geldi. İlk defa biniyordu Emre'nin arabasına. Kağıt kalem her zamanki gibi hazır duruyordu. Sinemaya gitmeye karar vermişlerdi. Sinemada "Meet Joe Black" isminde, Brad Pitt'in oynadığı bir film gösterimdeydi. Filmi izlerken Emre genç kızın ellerinden tuttu. Selma da başını Emre'nin omuzuna koymuş,bu şekilde filmi izliyorlardı. Tam üç saat sürmüştü film. Sinemadan çıkarlarken hava biraz kararmıştı. Saat henüz dörttü ama günler o kadar kısaydı ki! Çok duygusal ve güzel bir filmdi. Her ikisi de filmi çok beğenmişlerdi. Filmin etkisiyle öyle mutlu görünüyorlardı ki, eve dönene kadar hiçbir şey konuşmadılar, yazmadılar.

Emre de bu güzel anı bozarım korkusuyla yine hiçbir şey açıklayamamıştı. Tam o sırada delikanlının cep telefonu mesaj sinyali verince, yüzü sapsarı olmuştu. Onu arabanın torpido gözünde unutmuştu. Neyse ki sadece mesaj gelmişti. "Ya telefon çalsaydı" diye düşündü. Selma Emre'nin telefonunu görünce, o da çantasından bir telefon çıkardı. Telefon ablasına aitti. Artık eve varmışlardı. Birbirlerine telefon numaralarını verdiler. Mesaj göndereceklerdi. Vedalaşıp ayrıldılar. Daha arabadayken ilk mesaj gelmişti: "Seni özledim." Dışarıdaki buz gibi havayı ısıtan sıcacık bir mesajdı bu.

Tarih 14 Şubat 1998; yani Sevgililer Günü. Emre ve Selma tanışalı iki buçuk ay olmuştu. Ve genç kız hala onun konuşabildiğini bilmiyordu. Bu şekilde tam iki buçuk ay geride kalmış, birbirlerine öyle bağanmışlardı ki! Kah cep telefonuyla birbirlerine mesaj yolluyorlar, kah ellerinde kağıt kalem anlaşıyorlardı.

İki buçuk ay önce, belki de bir muziplik olarak başlayan oyun sayesinde, bugün birbirlerini çok seven ve her ne olursa olsun ayrılmamaya karar veren iki sevgili olmuşlardı. Ve delikanlı bu süre içerisinde, bu oyunu biraz da 'Selma'yı kaybederim ' korkusuyla açıklamaya korkmuş, bugünlere kadar gelmişlerdi.

O gün sevgililer günüydü. Her sevgili gibi onlar için de çok önem taşıyordu. Kış olmasına rağmen hava o gün çok güzeldi. Kendilerini hemen şehrin gürültüsünden uzak, kırlarda bir ağacın altına attılar. Güneş ara sıra bulutların arasından parlayarak ortaya çıkıyor, sanki onları ısıtmak istercesine çabalıyordu. Ancak onlar zaten birbirlerine sarılarak ısınıyorlardı. Her ikisi de Sevgililer Günü için hediye almışlardı. Selma üzerinde "Seni Seviyorum" yazılı, kalp şeklinde kırmızı bir yastık almıştı. Arabasına koymasını istemişti. Emre ise, camdan yapılmış şeffaf, içinde kurutulmuş kırmızı bir gül bulunan kalp şeklinde bir biblo almıştı. Yanına da duygularını ifade eden bir mektup koymuştu:

"Sevgilim,

Şu anda o kadar mutluyum ki, bunu ifade edebilmem mümkün değil. Aslında bir o kadar da endişeliyim. Bu mutluluğu bozacağımdan korkuyorum. Sana nasıl anlatacağımı bilemiyorum.(Mektubu okudukça genç kızın yüzünde gittikçe şaşkınlaşan bir ifade beliriyordu.) Öncelikle senden özür dilemek istiyorum. Umarım beni anlarsın. Ne olursa olsun,benim için ne kadar değerli olduğunu bilmeni istiyorum. Seni işyerinde ilk kez gördüğüm gün, öylesine tatlı duygular içerisine girmiştim ki, o gün ne yapacağımı şaşırmıştım. Sanırım ne olduysa bu şaşkınlığım yüzünden oldu. Belki hayatım boyunca normal bir şekilde yapamayacağım bir şeyi, sırfa sana yakın olabilmek için bu yolla yapma cesaretine girdim. Şu anda, bu okuduklarından bir şey anlamamış bir şekilde yüzüme şaşkın şaşkın baktığını tahmin edebiliyorum. Ama inan ki hiçbir kötü niyetim yoktu. Amacım ne seninle oyun oynamaktı,ne de duygularını incitmek. Her geçen gün sana ne kadar yakınlaştıysam, sana ne kadar bağlandıysam, içimde de o kadar yoğunlaşan bir korku oluştu. Çünkü seni gerçekten kaybetmekten korktum. Ama artık benim için de,senin için de böyle bir haksızlığa dayanamıyorum. Bana o kadar sevgi dolu yaklaştın ki, hep bu sevgine layık olmaya çalıştım. Senden her ayrılışımda, her tarafta gülümseyen yüzünü, gülen gözlerini gördüm. İşte ben de bu gülen gözlerde ve seven kalbinde kaybettim kendimi. Şimdi kendimi bulabilmem için lütfen yüzüme bak."


Selma, okuduğu mektuptan bir şeyler anlamaya çalışırcasına Emre'nin yüzüne baktı. Emre Selma'nın ellerini avuçlarına alıp, tüm cesaretini toplayarak genç kıza:

"Seni seviyorum Selma, seni çok seviyorum. Sevgililer Günün kutlu olsun." der. Az önceki şaşkınlığı iki kat artan Selma, ne yapacağını, ne diyeceğini bilmez bir halde Emre'nin yüzüne bakakalır. Emre konuşabilmektedir. Bir an ellerini Emre'nin avuçlarından çekmek istese de bunu başaramaz. Tam ağzını açıp bir şey söylemeye yeltenir ki, Emre parmağıyla onun dudağına dokunup, bir şey söylemesini engeller. Ancak, genç kızın, o her zaman gülen gözlerinden iki damla gözyaşının akmasına engel olamaz; şaşkınlığın, mutluluğun, sevginin gözyaşlarına... Birbirlerine sımsıkı sarılarak arabaya doğru yönelirler.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Ekim 2006       Mesaj #1792
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sevdiğimiz eşyayı, dostları yada sevgiliyi.
Sonunda yürekte kalan hep ayni duygu, hüzün...
Sponsorlu Bağlantılar
Çünkü yitirilene alışmışızdır, sevmişizdir, bizimle olan beraberliği keyiflendirmiştir. Çünkü o beraberliğe değer vermişizdir.

Ya o güzelliği yasarken; paylaşımı, keyfi, sevmeyi ve sevilmeyi birlikte hissederken...

Hep korkmaz miyiz? İçimizi en güzel anlarda bile hep sarmaz mı?
Ya biterse? Ya yok olursa bu güzellik?; endişesi..

Tabii ki bitecek. Yaşadığımız mutluluklar, hüzünler hep bitmedi mi?
Hep yerine başka başka hüzünlere, mutluluklara bırakmadı mi?

Gene ayni korkular, ayni endişeler...

Peki sahip olduğumuz güzellik için yitirme korkusuyla ağlamak niye? Kime? Ne için ? Biliyor musunuz?

Dökülen göz yaşları sadece kendimiz için..
O değere sahipken de, yitirdiğimizde de..
Çünkü bizi asil korkutan YALNIZLIK..

İçimizde hissettiğimiz o güzel duyguları uzunca bir süre tekrar yaşayamamak..

Özlemek, özlenmek, sevmek, sevilmek, sım-sıkıca sarılmak,
o bedenin canini, kanını hissetmek, sevişmek.. Hangisi kolay vazgeçilir hazlar ki?

Biten aşklarda da, biten ömürde de yanaklarımıza dökülen gözyaşları hep kendimiz için.

Çünkü merkez hep biziz, doymak bilmeyen egomuz..
Ve o egoyu doyurabilmek, hoşnut kılabilmek için ne kadar çok çırpınır dururuz.

Bizim sevdiklerimiz bizi muhakkak sevmeli, özlediklerimiz özlemeli,
doğrularımız her zaman tek doğrudur.

Ya yanımızda ki insan ? Onun egosu ? Arzuları, özlemleri veya usandıkları...

Ne kadar o sevdiğimiz insana karşı fedakarız?
Vermeden neyi ne kadar alabiliriz ki?

Bizler; hep ilişkilerimizde hesap kitap içinde değil miyiz ?
Her zaman denge.. Verdiğimiz kadar alalım, aldığımız kadar verelim hesapları yapar dururuz.

Sonuç YALNIZLIK .

Peki bu kadar yalnızlıktan korkuyor, yaşanılan güzellikleri,
paylaşımı bir daha yasayamamak endişesiyle kaybedeceğimiz
değere ağlıyorsak niye bu kadar ince hesaplar.

O değer bize mutluluk yerine hüzün, kargaşa yaşatıyorsa zaten vazgeçmeliyiz.

Yok eğer yaşamın sıkıntılarından biraz da olsa bizi alıp mutluluk veriyorsa o zaman gözyaşı yerine biraz daha akilci olmak daha doğru değil mi?
Sıkıca, hiç bitmeyecekmiş gibi o güzelliği, huzuru sonuna kadar yasamak varken neden korku??

Bilirsiniz.. Anılarımızda öylesine anlamlı, mutlu anlar vardır ki, kimi zaman onca geçen yıllara değerdir. Tabii ki bu değerler karşılık bulduğunda daha da değer kazanacaktır.

Eh iste o zaman bize biraz daha is düşüyor demektir. Daha çok özen...
Çünkü yasam içinde, ayni frekansı yakalamak o kadar zor ki...

Sevgiyi, özlemi birlikte yasamak doyumsuz bir hazdır.
Artık o sevdiğin insan kendin olmuşsundur.
Korursun, tıpkı kendini koruduğun gibi. Üzmekten, incitmekten korkarsın.
Artık hesap, kitap yapılamaz. ; Daha çok vermek vermek istersin.
Çünkü ego vererek de doyumu öğrenmiştir. Çünkü gönlünü ayna tutmuşsundur o sevgiliye. Çünkü yitirme korkusu askı ölümsüz kılar.

Çünkü ayrılmanın da bir vahşi tadı var
Öyle vahşi bir tat ki dayanılır gibi değil
Çünkü ayrılık da sevdaya dahil Çünkü

AYRILANLAR HALA SEVGILI..
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
31 Ekim 2006       Mesaj #1793
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
SICACIK BİR ÖYKÜ

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar çok sayılmazdı ama küçük bir dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle... Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı fırlayıp:

- "Küçüüük!" diye seslendi. "Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!"

Çocuk, ona dönerek:

- "Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti. "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".

- "Bence önemli değil!" diye atıldı adam. "Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı veya vicdanı." Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:

- "Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi."

Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

- "Anlayamadım!" dedi. "Neden öyle olsun ki?"

- "Çok basit!" dedi adam. "Eğer vicdanımız yoksa cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa problem değil. Zaten orada tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler..."

Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar hafiflemiş gibiydi.


Adam, vitrine işaret ederek:

- "Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi. "Denemek ister misin?"


Çocuk, başını yanlara sallayıp:

- "Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi. "Almam mümkün değil ki!"


"İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!" dedi adam. "Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder."


Çocuk biraz düşünüp:

- "Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi. "Onu kim alacak ki?"
- "Amma yaptın ha!" diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."


Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı.


Adam, devam ederek:

- "Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.


- "İkiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk. "Üçe geçtim sayılır."


- "Tamam işte!" dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!"


Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi.
İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek:


-"Benim satış işlemim bitti!" dedi. "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."


- "Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk. "Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?"


- "Sen çok cahil kalmışsın be arkadaş..." dedi adam.


"Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder."


Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya.


Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt
paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:


- "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "İndirim mevsimini başlattınız ya!"


Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir
öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün
mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı.


Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:

- "Babam haklıymış!" dedi. "Sakat olduğum için üzülmeme
hiç gerek yok! demişti."

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
1 Kasım 2006       Mesaj #1794
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Yemyeşil ağaçlarla kaplı ormanın birinde genç bir peri yaşarmış. Bu peri çiçeklerden en çok gülleri severmiş. Evinin bahçesinde renk renk güller yetiştirirmiş. Bu güller o kadar taze ve güzellermiş ki gören herkes perinin güllerine hayran kalırmış. Peri de güllerini çok sever, her sabah onları hem sular hem de onlarla konuşurmuş. Genç peri gülleriyle çok mutluymuş, ama onu üzen bir durum varmış. Peri güllerini çok sevdiği için onların solmalarına dayanamazmış. Güllerin bir süre sonra solması çok doğalmış, fakat genç peri güllerinin solmasına çok üzülüyor, güllerinin hep ilk günkü gibi taze ve diri kalmalarını istiyormuş. Kendi kendine “güllerim hep böyle güzel kalsa! O zaman hiç mutsuz olmam.” diyormuş. Bir sabah çiçeklerini yine sularken perinin dikkatini sarı renkte bir gül tomurcuğu çekmiş. Bu tomurcuk da diğer gül tomurcukları gibi pek güzelmiş. Fakat rengi diğerlerinden apayrıymış. Çok daha güzel ve değişik bir tondaymış tomurcuğun rengi. Bu yüzden, genç peri sarı tomurcuğa daha özenli bakmaya başlamış. Her sabah ona “küçük sarı tomurcuk büyüyecek, kocaman güzel bir gül olacak” diye güzel sözler söylüyormuş. Tomurcuk da bunu anlıyormuş gibi günden güne daha da güzelleşerek büyümüş. Kocaman bir gül olduğunda ise bahçedeki diğer güllerin arasında tıpkı gökyüzündeki güneş gibi ışıldıyormuş. O kadar güzelmiş ki onu görenler sarı güle bakmaya doyamıyorlarmış. Peri de bunun farkındaymış ve çok mutluymuş. Fakat sarı gülün de bir gün solacağını bildiği için, içten içe bir üzüntü duyuyormuş. Aradan bir gün geçmiş, bir hafta geçmiş, bir ay geçmiş. Bu süre içinde bahçedeki bütün güller solmuş, yerlerini yeni tomurcuklara bırakmışlar: güzel, sarı gül dışında! Bir ay geçmesine rağmen sarı gül solmamış, benzersiz güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. Peri ilk başta bu işe çok şaşırmış fakat yine de sevinçliymiş. Çünkü güllerinin en güzeli solmamışmış. İyi yürekli peri, her gün onu evinin penceresinden seyrediyor, onu özenle suluyor, ona güzel sözler söylüyormuş. Gel zaman git zaman; peri, bu işten sıkılmaya başlamış. Sarı gül hiç solmuyormuş, fakat bu periye artık mutluluk vermemeye başlamış. Çünkü peri sarı güle dair hiçbir umut taşımıyormuş içinde. Önceden gülleri solduğu vakit, yeni tomurcukların ne zaman çıkacağını merak ederek onlarla sabırla ilgilenir, umutla güllerinin açılacağı zamanı beklermiş. Fakat şimdi sarı gül hiç solmadığı için böyle düşünceleri kalmamış. Bu da periyi bir zaman sonra mutsuz etmiş. Yetiştirdiği güllerinin solmamasını isteyerek ne kadar yanlış düşündüğünü anlamış. Her şeyi doğal haliyle sevmek en güzeliymiş. Bu yüzden o günden sonra orman perisi, doğadaki her şeyi olduğu gibi kabul etmeye karar vermiş. Orman perisi uzun yıllar, bahçesinde yetiştirdiği güllerle beraber evinde mutlu bir hayat sürmüş.
tulse - avatarı
tulse
Ziyaretçi
1 Kasım 2006       Mesaj #1795
tulse - avatarı
Ziyaretçi
<<< Aşk Ayakkabıdır >>>
Bedenin yükünü ayaklar taşır, ruhun yükünü yürekler..
Bütün ağırlığınızı ve yorgunluğunuzu kaldıran
ayaklarınız icin rahatlığı ve şıklığı bir arada
barındıran ayakkabıyı seçersiniz.
İçinizin acılarını,sıkıntılarını, kırgınlıklarını
ve hayallerini yüklenen, yüreğiniz için de huzur
verici ve "güzel" bir aşk ararsınız. Zaten aşklar da
ayakkabılar gibidir... Bazıları çamur yağmur,toz
toprak, kar buz gibi her türlü "kötü hava"
koşullarına dayanıklıdır. Bazıları ise ummadığınız
kadar kısa zamanda çabucak "yamulur" ilk yağmurlu
havada "altı açılır" veya güzel havalarda bile
"iki günde bozulup" gider. Aşkları da ayakkabılar kadar
"itinayla" seçmezseniz, tıpkı ayağınızda olduğu gibi
yüreğinizde de nasır oluşabilir.

Dar gelen bir ayakkabıyı sadece tarzını beğendiğiniz
için "zamanla açılır" diyen satıcıya inanarak alırsanız,
zaman içinde ayak kemiklerinizde "deformasyon" başlar.
Ruhunuzu daraltan bir aşk içinde yalnızca fiziksel
beğeniye kapılıp" zamanla düzelir" diyenlere kanarsanız,
yine zamanla içinizdeki olumlu duyguların
"çarpıldığını" görebilirsiniz. Aşık olabileceğiniz
insan türü, tıpkı ayakkabılar kadar değişik stillerde,
farklı kalitelerde ve sayısız "renktedir"....

Aşkı bir çeşit serüven olarak "spor" gibi yasayanlar,
aynen "spor ayakkabı" gibi dikkat çekici ve rahat
kişileri bulurlar. Tersine aşkta tutucu ve istikrarlı
olmayı benimseyenler "klasik ayakkabı" gibi
muhafazakar çizgiler taşıyanlara tutulurlar.
Dekolte ayakkabılar gibi sadece cinsellik ve eğlence
zevkleriyle ateşlenen aşklar vardır. "Bez" ayakkabılar
gibi kısa ömürlu "tatil aşkları" ise hemen herkesin
kişisel tarihinde mevcuttur. "Marka" ayakkabı alır gibi,
sevgilinin kariyerine ve maddi durumuna "tutulan"
aşıklar görürsünüz. Kötü plastikten "yağmur çizmesi"
edinir gibi mantık süzgecinden geçirip "işe yarar"
biçimde yaşamak isteyenleri de bilirsiniz. Ayrıca
ne tuhaf ki,psikolojik testlerde "zaafı" olup evine
sayısız çeşitte ayakkabılar yığan insanların, aynı zamanda
"değişik" türde aşklara da zaafı olduğu söylenir.

Evet, aşk "ayakkabıdır" Aynen ayakkabınıza bakım
yapmayıp "hor" kullandığınız zaman kolayca eskittiğiniz gibi,
aşkınıza da dikkatli davranmayıp özen göstermediğiniz
zaman kısa surede "eskitirsiniz". Ve nasıl ki
"delik" bir ayakkabıyı tamir ettirdiğinizde yalnızca
"bir miktar" ömrünü uzatmış olursanız; "delik" bir aşkı
onarmaya kalkıştığınızda da "asla eskisi gibi olmayacaktır"!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Kasım 2006       Mesaj #1796
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kutsal Mühür

'
...suret-i aşk’tı zamanının tersine çalıştığı an'dan
kuşlar havalanmaya görsün
düş'tüler tek tek..
...yıldız oldular her saça bir kez kondular
bir daha kimse görmedi onları..
...o gün bugün geceleri yanılgılarda
suretleri aşk sözcükleri fısıldarlar..
...öldüler sanmayın onları; ölüm/süzdüler...'


insanlar üç yerde eşit değildir.. doğarken/evlenirken ve ölürken.. şimdi aşk’ı da ekliyorum seçtiklerime.. aşk bir masal misali, iki ayrı nehrin aynı yatakta buluşması gibidir..

aşkın dinamiği, yani sürdürülebilir olması, tarafların koşulsuzluk ilkesiyle doğru orantılıdır.. seven sayısı, ikiden biri indiğinde.. ki, o zaman çanlar birileri için çoktan çalmaya başlamıştır.. her şey buraya kadar normalken, hayat birden durur..

mevsimler yüz değiştirir, zaman ölür.. acı çekmek o zamana özgü bir işkencedir.. eşit mesafeler ya tam açılır ya tam kapanır.. siz deyin; taraflar taraftar bulur.. iki kişilik birliktelik zaman içinde çoğalır.. zamansa hiç durmaz, çalınan zamanlarsa, asla var olmaz hayatlarında.. sevmekse, 'altı harfli bir sözcük' kalmıştır şimdilerde ve cüce zamanlar ön plândadır artık..

dönüşler ertelenmekte, kandırılmaktadır içimizdeki çocuk..
'CAM KIRIKLARI TAM BU ZAMANDA ACITIR..' unutulur dün.. bugünse, hayat durur.. hep bir umut vardır onu da başka birileri öldürür..
'a ş k a s l ı n d a k u t s a l b i r m ü h ü r d ü r..'
İnkâr edemeyiz.. kimse de edemez..


'...ölüm süzülürken kanatlarının altında, ayrılık kokuyordu gece
ceza meleği oluyordu her başkaldırış ve sonrası dokunuyordu hep kaybedişlere..”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Kasım 2006       Mesaj #1797
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Evimizin tam karşısında kadın ve erkeklerin dayanışma içinde yere serdikleri sakız gibi beyaz bir çarşafın üstünde öğüttükleri buğday parçacıklarını anımsıyorum özlemle...
Üst üste konmuş iki yuvarlak taş, (yaklaşık elli cm çapında) üzerinde bir delik ve o deliğe sokulan, tutamaç görevi gören bir sopa... O sopanın yardımıyla arasındaki buğdayı öğüten değirmen taşının her dönüşünde, buğday parçacıklarının dökülüşünü hayret ve zevkle izlerdim çocukken. Ben de çevirmek isterdim. Minik ellerimle o sopaya yapışır, elimin altındaki o büyük ellerin yardımıyla değirmen taşını çevirdiğimi düşünerek inanılmaz bir keyif alırdım. İşe yarıyordum, çok mutluydum...
Kafamı okşayan eller... Nasırlaşmış avuçlarına takılan, bir iki tel saçımı rüzgârın gözlerimin önüne getirişini, gülümseyerek anımsıyorum...
Yana serilmiş o temiz çarşafın üstünde yarı kurumuş tarhanayı bekler, kedi ve kuşlardan korurdum. Sıcak bir kafa okşayıştı ödülüm. Bu ödülü almak, sevildiğimi hissetmekti çabam.
Hiç doymadım sevgiye bu yaşıma geldiğimde bile...
Az ilerde ki çeşmede ellerimi yıkarken kurduğum hayal, ilerde benim de olacak değirmen taşımı tek başıma çevirmekti…
Güçlü olacaktım, çok güçlü...
Sonra anladım ki güç tek başına pekte anlamlı değil. Bilek gücüydü o zamanlar düşlediğim. Kişiliğimin güçlü olması gerektiğini büyüyünce anladım. O gücü sevgiden alıyormuşuz, sevgi güçlü kılıyormuş bizi...
Değirmen taşım olsa da tek başıma çevirip duracaktım taşımı. Buğdaylarımı tek başıma yiyecek, etrafımda insanlar olmadan mutlu mu olacaktım?
Hala o değirmen taşını düşlüyorum, bu kez farklı şey öğütüyorum o taşta…
Umutlarımı, hayallerimi, tek başıma çeviriyorum.
Değirmen taşımın etrafa uçuşturduğu hayal ve umutlarımı içim sızlayarak izliyorum... “Ufacık parçalar halinde uçuşun bakalım, sizi tekrar birleştiremem... Geri istiyorum sizi! Pişirip yiyemem de, ne yapacaktım? Nasıl faydalanabilirdim sizden? Kırıntıydınız, işe yarar mısınız?”
Yapabilirdim, ama nasıl? Temel Reis’in konserve kutusundaki ıspanağı gibi sizleri bir kutuya koysam, gerektiğinde çıkarsam mı? Yok, yok anlamsız… Bana o kırıntılar güç veremezdi. Biraz daha büyümeliydiniz. Tarlaya da ekemezdim ki sizi yeşerin diye...
Hava güneşli, pırıl, pırıl deniz… Balkonda rüzgârgüllerim dönüyor… Portakal ağacım bile var balkonumda. Saksısına ********uz rüzgârgülü hızla dönüyor. Erguvan ağaçları Rumeli Hisarında renk değiştirmiş, kısa süre sonra açacaklar...
Ben hala ”o kırıntıları nasıl büyütebilirim?” diye düşünüyorum...
Sevgi yetmez mi büyütmeye? Hani yeter diyordum, sevgi her şeydi?
Radyoda MFÖ çalıyor ...” Sana sarı laleler aldım, çiçek pazarından…” diyordu… Laleler rüzgârgülüm gibi sarı mıydı?
Öğütülmüş umutlarımı avuçlarımda tutuyorum…
Elimdeki kitabı masaya koyup, çıplak ayakla sahilde yürüyorum... Kumların arasında ışıldayan deniz kabuklarını izlerken, ani bir kararla koşmama neden olan hayalim hanginizdi? O küçük tepeye tırmanırken soluklandığım taşı kim aldı oradan? Ya sahilde güneşin batışını izlediğim bank nerede? Kimin ne işine yarar ki çaldınız onları…
Avucumda tuttuğum kırıntılar terimle oyun hamuru gibi olmuşlar. Rengârenk görünüyorlar… Onları daha da sıkıyorum avucumda… İçlerinde her renk var. Bütün renkleri görüyorum... Ayrı olan sarı ve mavi karışmış yeşil olmuş... İyice sıksam, hatta yoğursam onları yeni renkler elde edebilir miydim? Bunun için çaba gerekliydi. İyice sıkıyorum avucumda...
Nasırlı avuçları görüyorum o anda, başımı okşayarak bana:
“Aferin kızım! Daha sık, daha da… Başaracaksın! Sen çocukken de böyleydin. O minik ellerinle buğdayı un yapmıştın, şimdi o unları buğday yapamasan da yeni şekiller verebilirsin, istediğin her şeyi yapabilirsin. Hadi! Daha sık, sımsıkı kapat avucunu! Terlesin avuçların, yumruğunun arasından damlasın terlerin… Çaba harcamazsan, terlerin kurursa, tekrar toz haline gelir avucunda tuttukların. Rüzgârda sağa sola savrulur. Yakalayamazsın peşinde koşsan da... Her biri bir köşede işe yaramaz halde öylece durur…”
Sıkıyorum avucumu... Bütün organlarımı kullanarak... Yüreğimi, beynimi, gözlerimi, kulaklarımı da dâhil etmiştim bu işe…
Kulaklarımda o sıcak sesler vardı… ”Haydi!” diyorlardı;” Başaracaksın!”
Gözlerimi sımsıkı kapattım, içimden geçirdim tüm anımsadığım güzellikleri... Gözlerimi açtım yavaşça, avucumu araladım…
Harika bir hamur olmuştu o tozlar. Rengârenkti… Bir parça kopardım hamurdan, sapsarı bir kelebek yaptım... Üzerine saflık ve temizliği simgeleyen benekler koydum, bembeyaz o çarşaflar gibi... Avucumdan yavaşça bıraktım… Önce bir iki kez kanatlarını açtı kapattı ve portakal ağacına doğru uçtu. Harika bir duyguydu bu. Kelebeğe ben hayat vermiştim, tabi o da bana.
Bir parça hamur daha aldım avucumdan sevgiyle… Bunu rüzgârgülü yapacaktım. Yeşil olsun rüzgârda hızla dönsün!
Tek başına olursa o, rüzgâr savurur bir yerlere... Birinin onu tutması ya da onun bir yerlere tutunması gerekir… Tek başına yapamaz...
Karşıda beni soluksuz izleyen biri var, sanki bana “Ben yardım ederim! “ der gibi bakıyor.
Rica etsem benim rüzgârgülüme sahip çıkarmı? Elinde sevgiyle tutar mı?
Benim avucumda hala hamur var. Açamam avucumu, hamurum kurur!
Daha o kadar çok şey yapacağım ki...
Sırada: Güneş, Yıldızlar, Masmavi bir Deniz ve Kelebeğime yalnız kalmasınlar diye yığınla "Sevgi Kelebekleri…"
Çoook çalışmam gerek! Çooook...
feather
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
1 Kasım 2006       Mesaj #1798
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Rahip, mezarlıktaki işini bitirmek üzereydi. O anda elli yıllık karısını kaybeden 78 yaşındaki adam:

“Onu ne kadar çok sevdim.” Diyerek çığlık çığlığa ağlamaya başlamıştı.

Yaşlı adamın yaşlı sesi törenin asil sessizliğini bozmuştu. Mezar başındaki diğer aile bireyleri ve dostlar şok olmuşlardı, utanç içindeydiler. Yetişkin çocukları al al moru mor babalarını yatıştırmaya çalıştılar:

“Tamam, baba. Seni anlıyoruz”

Yaşlı adam gözlerini dikmiş kazılan mezara yavaş yavaş inen tabuta bakıyordu. Rahip törene devam etti. Törenin sonunda, aile bireylerini ölüm töreninin kapanışı olarak tabutun üstüne toprak atmaya çağırdı. Yaşlı adam hariç hepsi sırayla toprak attırlar.

Yaşlı adam hala:

“Onu ne kadar çok sevdim” diye sesli sesli konuşuyordu.

Kızı ve iki oğlu konuşmasını engellemek istediler, ama o devam etti,

“Onu sevmiştim!”

Kalabalık mezarlığı terk etmeye hazırlanırken, yaşlı adam gitmemekte direniyordu. Gözlerini mezara dikmiş bakıyordu. Rahip yaklaştı:

“Kendinizi nasıl hissettiğinizi biliyorum, ama gitme zamanı geldi. Buradan ayrılmalı ve kendimizi hayatın akışına bırakmalıyız.” Dedi.

Yaşlı adam çaresizlik içinde bir kez daha “Onu ne kadar çok sevdim.” Diyerek söylendi.

“Beni anlamıyorsunuz,” dedi Rahip’e “Ben bunu ona sadece bir kere söyleyebildim.”

HANOCH McCRTY,ED.D.


* Zil çalmadığı sürece zil değildir.
* Şarkı söylenmediği sürece şarkı değildir.
* Sevgi gönlümüzde tutsak olsun diye yaratılmamıştır,
* Sevgi insanlara verdiğiniz sürece sevgidir.
nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
1 Kasım 2006       Mesaj #1799
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi

Küçük Itfaiyeci

Annesi, lösemiyle savaşan altı yaşındaki o&eth;luna bakarken dalıp gitmişti. Kalbi, acı içinde olmasına ra&eth;men, kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da o&eth;lunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istemişti. Ama bu, artık mümkün de&eth;ildi. Löseminin buna fırsat tanıması olası de&eth;ildi. Oysa o o&eth;lunun hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu.

- "Bob! Büyüyünce ne olmak istedi&eth;ini hiç düşündün mü? Hayatında neler olmasını diledi&eth;in ve hayal etti&eth;in oldu mu?" diye
sordu. Bob, beklemeden cevap verdi;
- "Anneci&eth;im, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak istedim". Anne de gülümsedi ve;

- ''Dile&eth;ini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım'' dedi. Daha sonra, Arizona'daki itfaiye müdürlü&eth;üne gitti ve orada yüre&eth;i en az Arizona kadar büyük itfaiyeciler ile tanıştı. Onlara o&eth;lunun son iste&eth;inden söz etti ve o&eth;lunun itfaiye arabasına bınip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadı&eth;ını sordu.

- ''Bundan daha iyisini de yapabiliriz" dedi itfaiyecilerden biri, "e&eth;er o&eth;lunuzu Çarşamba sabahı saat yedide hazır ederseniz, onu o gün şeref konu&eth;u yapar, itfaiyeci kimli&eth;ine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlü&eth;üne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen, ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sarı renk üzerine işlenmiş ambleminin oldu&eth;u gerçek bir itfaiyeci kostümü diktirir, lastik botları ısmarlarız. Hepsi Arizona'da üretiliyor.'' Üç gün sonra, itfaiyeci Bob'u aldı, ona elbisesini giydirdi ve hasta yata&eth;ından itfaiye arabasına kadar eşlik etti. Bob, itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlü&eth;e do&eth;ru yol almaya başladı. Kendini çok mutlu hissediyordu.

O gün Arizona'da tam üç yangın ihbarı olmuştu. De&eth;işik itfaiye arabalarına, hatta itfaiye müdürünün özel arabasına da binmişti.Yerel televizyonlar da onu izleyip, çekmişlerdi. Hayallerinin gerçek olması, gösterilen sevgi ve ilgi, Bob'u o kadar etkilemişti ki, doktorların söyledi&eth;inden tam üç ay daha fazla yaşamıştı. Bir gece bütün yaşam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca, hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerekti&eth;ine inanan başhemşire, aile bireylerini hastaneye ça&eth;ırdı. Daha sonra Bob'un itfaiyede geçirdi&eth;i günü hatırladı ve itfaiye müdürlü&eth;üne telefon açıp Bob'un bu dünyaya veda ederken yanında, özel kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayaca&eth;ını sordu. Itfaiye Müdürü;

- ''Bundan daha iyisini de yapabiliriz, beş dakika içinde ordayız. Yalnız, acaba bize bir iyilik yapar mısınız? Sirenlerin çaldı&eth;ını duydu&eth;unuzda, yangın olmadı&eth;ı anonsunu yaptırabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşlarını ziyarete geldiklerini söyleyiniz ve lütfen onun odasının penceresini açınız'' diye yanıtladı.
Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven taşıyan kamyonet ulaştı. Merdiveni açtı ve Bob'un 3.kattaki odasına do&eth;ru yaklaştı. Tam ondört itfaiyeci Bob'un odasına tırmandılar. Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler. Ölümle pençeleşen Bob itfaiye müdürüne baktı ve;
- ''Efendim ben şimdi gerçekten itfaiyeci miyim?'' diye sordu.
- ''Bundan şüphen mi var Bob?'' diye yanıtladı müdür. Bu kelimelerden sonra Bob gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapattı.

Belki unuttunuz, belki hatırlamıyorsunuz, belki de çok duygusuz, çok katı oldunuz; ama bilin ki "HAYAT; SEVGi VE UMUT SAÇMAKTIR." E&eth;er bunu okuyunca gözleriniz dolmuyorsa sizin için yapılacak bir şey kalmamış demektir... Yok e&eth;er doluyorsa o zaman sevdiklerinizin kıymetini bilin ve gerçek sevginizi ortaya koyun, lütfen.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Kasım 2006       Mesaj #1800
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aşk Yaralar Öldürmez!

................."...kimi kez korkulan olur
.....................korkular bırakır bi mektup
.....................korkularda üşümek düşer gözlere
.....................rengi alaca bi gün düşer zamana
.....................şaşırıp kalırız..”


Canımsın, şimdi daha bi yüksek sesle söylemek istiyorum. uzakta olman beni susturmamalı yüreğimi susturamam ki.. seni özlemlerime katıp bi gün uyanamazsak eğer; kan ter içinde..nazarlarımıza yüklerim suçlarımızı..

Soran olursa bi gün;
elbet derim ki; göğsümü kabartıp
...........................suçumuz sevmekti “en çokta koyan önce gözlerde ölmekti..”
bi gün ölmeyecek miydik nasıl olsa...

Nasıl hasretim sana hem de nasıl.. gözlerim hep sen çıkacakmışsın ki gibi karşıma öyle panik öyle sevinçli ki anlatamam.. susarım.. seni ilk gördüğüm gündeyim şimdi.. yanaklarımdan yastığıma düşün damlada diyemediklerim.. ne kadar yalnızım, ne kadar sensiz, yastığım nemli, yanaklarım gibi, şimdi beklerim seni bi pencere kenarından..

Bilmesem sıcaklığını, hissedemezdim bunca yoğun yaşamazdım, seninle tüm yaşadıklarımızı..
iyi ki varsın dediğim, en önemlisi kalbimi ve bakışlarımı sende bıraktığım, olmazsa olmazlarımın en önemlisi, sevdiğim en büyük aşkım, sen.. bak! bi gün daha sensiz ve yalnız geçmiş..

Ne zaman düşlesem bizi.. ki her sabah uyandığımda yokluğunda, ıslanmış gözlerle uyanıyorum.. içimde bi ses, bize yaptığım haksızlıklar için hesap sormakta bana/durmaksızın.. nasıl bi pişmanlıksa demir almış üzerimde sancısı.. kaç zamandır, içimdeki çocuk can çekişmekte.. bu sabah ve kaç sabah olduğu gibi.. anladım ki, küçük kıyamet hatalarımsa, büyük kıyamet yokluğun, demek ki, yaşı olmazmış aşkın sevdanın..

Canım, nasıl isterdim beraber yemek yememizi.. burada yanımda olmanı.. yalnız açtım orucumu.. seninle yemek yemeyeli, ağzımın tadı hep acı.. hep buruğum nedense.. yolda el ele bi çift görsem.. parça tesirli bi bomba düşer göğsüme, vurulurum.. serilirim yolun ortasına.. hiç bi güç seni sevmemi engelleyemez ki.. ömrüm yettiğince bu kalp sana deli..

Bilirim, ne zaman yağsa yağmurlar, içinde sen ve bizden damlalar olacak.. kaç gündür göğüs kafesimin dışında çarpıyordu kalbim.. şimdi bilirim ki, ait olduğu yerde.. bi damla koptu sol yanımdan az evvel yanağımda nemi.. asla utanmıyorum!..

Gün gelecek, tüm yorgunluklarımız, sevince bi köprü olacak.. adım gibi adam gibi hissediyorum.. ada’msı bi aşk ve bembeyaz bi gelecek.. bak alabora oldum! kanat çırpıyorum..

Ben bi deli çocuk, bi çocuk ki deli-divane.. biliyorum ki.. aşkıma ulaşamadığım, konuşamadığım anda öleceğim.. çok şey var anlatacak.. beni bu saatte yazdıran gerçek...”an gelir bi aşk vurur insanı/bi çift güzel sözcük..”

Gecenin bilmem kaçı ve yüreğimde ki alevin yalnızlığımla coşmakta daha bi yakmakta şimdilerde.. birinci dereceden vurgunum ve bi o kadar yanık, dört duvar arasında kendimleyim, say ki yaşamak bu.. şafak kaç.. kavuşacağımız gün yakın mı.. yoksa ben, biz hayâl miyiz.. sen son baharım ol.. bu son durağım.. seni sevmek sevmek istiyorum, tüm dünya kıskanmalı ya da;
şimdi bi mermi, şah damarımdan vurmalı.. bi yanım ezik, beklerim elimde senin sevdiğin kır çiçekleri, o kısacık saçlarına vurulduğum..

Tut ki ninni söylüyorum bebeğime, tut ki yanındayım saçlarını okşuyorum. tut ki bi kadehten dökülen şarabız ikimiz.. seni seviyorum bebeğim.. kar yağıyor Ankara’ya üşümüyorum.. seni düşünmekten, alev alıyor gözbebeklerim özlüyorum.. korkum; sevincime yenik düşer diye kalbim.. ellerimde kokun kalmış, bayram sevincim buruk.. sanadır seslenmelerim, sanadır bu dizeler.. yorgunum korkularımla beraber.. yüce dağları özlüyorum..

Şimdi yatağa yapışmış yatıyorum, yorgunluktan ve soğuk yemiş bedenimle daha bi ağırım şimdi.. bu gece, bi ömür kadar uzun olsa ve hiç uyanmasam.. kısaca yorgunum işte.. gögsünde dinlenmek istiyorum, yaralı bi aşk gibi sarılmak istiyorum sana; say ki deliyiz b/iz gibi..
........................biliyorum ki; bizi düşlerken kapanacak kirpiklerim, tut ki seni sevdiğim yaştayım şimdi..

..” iyi geceler aşkım..iyi geceler ömrüm.”


BUGÜN;
Acıtmasaydı bu kadar ve acısı yırtmasaydı soluğumu konuşmazdım kendimle, bu kadar dert etmezdim belki de, çekip giderdim geldiğim yerlere.. bilirdin, neredeyim, kim bilir gelir miydin ya da ben bekler miydim seni gülümseyebilir miydim bi daha; sevebilir miydim senden sonra.. hadi git; ben anılarla yaşarım koş dağlarına bak yalnız kaldım işte, bıraktığın mor mirasın, temmuz sancılarımla..


Not:bu şiir bi kalbin gözyaşlarıyla yazılmıştır.. son gözyaşlarını ekledim sahile/birazdan hırçın bi dalgayla tuz buz olacak..ya da çekip alacak bi çift göz; ölüm ertelenecek..

kum/salda ayak izleri hep olacak...

.”iyi geceler” sevdiğim, iyi geceler ölümüm..

bıraktığın yerdeyim bekliyorum.. Seni çok seviyorum..


Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar