Arama

Hayata Dair - Sayfa 31

Güncelleme: 2 Ekim 2013 Gösterim: 268.054 Cevap: 1.657
ELA1985 - avatarı
ELA1985
Ziyaretçi
22 Eylül 2006       Mesaj #301
ELA1985 - avatarı
Ziyaretçi
DÖRT MUM;yavaşça yanıyordu ortam çok sessizdi konuşmaları duyuluyordu ilki konuştu;ben BARIŞIM hiç kimse benim yanık kalmamı sağlamaya çalışmıyor inanıyorum ki söneceğim alev azaldı ve söndü.İkincisi konuştu ben İNANCIM neredeyse herkes beni artık hiç gerekli görmüyor o nedenle daha fazla yanık kalmama gerek yok konuşmasını bitirdi ve ssöndü.Üçüncü mumda ben SEVGİYİM yanık kalmak için gücüm yok insanlar beni bir kenara bıraktı ve önemimi anlamadı kendilerine en yakın olanları bile sevmeyi unuttular dedi ve oda söndü.Ansızın odaya bir çocuk girdi ve üç mumun yanmadığını gördü neden yanmıyorsunuz sizin sonuna kadar yanmanız gerekir dedi ve ağlamaya başladı.Dördüncü mum çocuğa döndü ve korkma ben hala yanıyorum diğer mumları yeniden yakabiliriz ben UMUDUM dedi parlayan gözlerle çocuk umut mumunu alarak diğer mumları tekrar yaktı.UMUDUN ALEVİ YAŞAMINIZDAN HİÇ EKSİLMESİN VE BÖYLECE HER BİRİMİZ UMUDU İNANCI BARIŞI VE SEVGİYİ SÜRDÜREBİLELİM (( umarım hoşunuza gider))Msn Happy
Sponsorlu Bağlantılar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Eylül 2006       Mesaj #302
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BİR YILDIZ KAYDI ELLERİME

Sponsorlu Bağlantılar

--------------------------------------------------------------------------------

İnsanın yüreğini üşüten bir kış gecesiydi, ayaz jilet gibi kesiyordu değdiği bütün yüzleri. Yerdeki sonbahardan kalma yapraklar sanki bir yerlerden bekleniyormuşluk hissi veriyordu insana. Kimse beklemez beni bu soğuk kış gecesinde diye söylendiği sırada kaldığı yerin gece bekçisi geldi aklına birden bire. Sıcacık kulübesinde radyosunu açmış, adını bir türlü koyamadığı, hayallerini süsleyen o yeri düşünüyordur, çayı da çoktan demlemiştir diye düşündü; Ancak Rıza Dayı’nın sıcacık kulübesinde ısınmak istemiyordu bu kış gecesinde. Biraz üşümek biraz da kendini dinlemek istiyordu becerebilirse…
Bu kocaman şehirde insan sülüetlerinden ince bir çalımla sıyrılıp kendi kendine kalabileceği tek yer Rıza Dayı’nın mütevazı kulübesi değildi elbette. Bazen bu şehrin en yüksek yerine; Kale’ye çıkıp Kaleiçi Mahallesi’ nin dar sokaklarında dolaşıp yıkık bir sur dibinde şehri seyrederdi, şehrin bütün karmaşasına inat. İçine girdiğinde ruhunu har vurup harman savuran, hoyratça çiğneyen bu şehir, uzaktan seyrettiğinde bütün ihtişamını ayaklarının altına seriverirdi, Yüzündeki Neron misali tavır yok olurdu, edebe gelirdi ister istemez ya da sadece Ona öyle gelirdi. Şehir Neron’luğundan hiç bir şey kaybetmemiş, Onu hala har vurup harman savuruyor olabilirdi…
Tırmanmaya başladı kalenin bitmek bilmeyen, hafiften karlı basamaklarını. Her bir basamağı tırmandığında kendini arşa biraz daha yaklaşıyormuş gibi hissediyordu, bu öyle bir duyguydu ki Onun için yeryüzüne gelmiş bütün diller anlatmaya kifayetsiz kalırdı... Kah oturup kah ikişer üçer tırmanarak sonu getirdi uçurumdan bozma basamakların. Şimdilik bir – sıfır öndeydi hayata karşı savaşında, muzaffer bir komutan edası vardı yüzünde. Biraz solukladıktan sonra dolaşmaya başladı Kaleiçi Mahallesi’nin bağrı yanık sokaklarında. Şehrin zenginlerinin gelip oturduğu, kahvelerini içtiği albenili mekanlardan bir an önce sıyrılıp gerçek insanların yanına bazı ağzı kalabalık üç beşinin tabiriyle varoşların yanına gitmek istiyordu. Biraz yürüdükten sonra derinden bir türkü ilişti kulağına öyle son sistem mikrofonlardan duyulan içki sofralarına meze olanlarından değil, bacasından incecik duman tüten teneke çatıların içindeki insanların gönül telinden çıkan, sokakların içinde perde perde yükselen duyanın eğer varsa yüreğini sızlatacak bir türkü:
“ gesi bağlarında dolanıyorum
Yitirdim yarimi aman aranıyorum…”
Yolunu değiştirdi, sesin geldiği yere, surlara doğru yöneldi, etrafındaki sıvası düşmüş, dar pencereli, bacasından incecik bir duman süzülen, çatısını kar kaplamış evleri geçtikten sonra nihayet sesin sahibini gördü. Adamın önünde yağ tenekesinden yapılma derme çatma bir soba duruyordu, etrafında kimse yoktu adamın, yanına varıp rahatsız ederim korkusuyla öylece durdu birkaç metre arkasında. Önünde bir tenekenin içinde çıtır çıtır yanan birkaç odun parçasıyla onları besleyen kuru otlar vardı, her yerde kar varken kuru otlar dikkatini çekmedi değil, ses etmedi zaten bir şeyler söyleyebilecek durumda da değildi. Hem yorgun, hem üşümüş hem de türkünün ahengine kapılmıştı. Derken türkü bitti, “ durma öyle sokul ateşin yamacına üşüyeceksin” diye bir ses duyuldu, öyle dalmış ki sözün kendisine söylendiğini duymamıştı bile. “ Durma öyle sokul ateşin yamacına, üşüyeceksin!” daha sert bir şekilde duyduğu bu sözler karşısında irkildi. Bir ara bana mı diyor diye bakındıktan sonra etrafta kimsenin olmadığını anladı, tenekenin yanında duran iki taştan birine oturdu. Adam “ oranın sahibi daha gelmedi, sen şöyle otur” dedi. Yan tarafa geçti. Adam fazla yaşlı sayılmazdı. Otuz üç – otuz beş yaşlarındaydı. Yüzünde pek bakımlı olduğu söylenemeyeceği sakalları, onu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Başında duman renginde bir bere, sırtında eski ama bir zamanlar baya pahalı olduğu belli olan kaşmirden bir pardösü vardı. Yüzü uslanmaz bir çocukla bilge bir adam karışımı, az rastlanır bir ifade barındırıyordu. Bir süre sessizlikten sonra adam “ anlat bakalım “ dedi. Ne anlatabilirdi ki yorgun, uykusuz ve biraz da kırgındı, kırgındı ama kime niçin kırgın olduğunu bilemiyordu. “ Anlatabilmek için yaşamak gerekir, gerisi aynanın gözü yanıltmasıdır,ayna olmaktansa dinlemeyi yeğlerim” dedi. Derken bir yıldız kaydı gökyüzünden, adam tutmak istermişçesine ellerini açtı semaya doğru. Yıldız kaybolana kadar elleri öylece havada kaldı.Yıldız ortadan kaybolunca ellerini birleştirdi, kayan yıldız sanki avuçlarındaymışçasına ellerini sıktı. Sonra göğsünde birleştirdi yorgun ellerini. Bir süre öylece kaldı ve tekrar ceplerine gitti elleri. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü, niye hüzünlendiğini merak ediyordu ama sorup bu garibanı da üzmek istemiyordu. Kayan yıldızı avuçlarına alıyormuş gibi duruşu düşündürüyordu sadece. Henüz adını bilmediği bu adam cebinden mavi bir fular çıkardı ve gözlerini sildi. İri olmasın karşın bir çocuk eli gibi görünen ellerinin arasında tuttuğu mavi fular dikkatini çekti. Bir bayana ait olduğunu düşündü. Gözlerini sildikten sonra döndü. Tenekenin ötesinde demlediği çaydan birer bardak doldurduğu sırada adam adını sordu delikanlıya. Adını söylerken çekingen davranmıştır, layık olamam korkusuyla yine bu hal üzereyken. Bir arkadaşımın en sevdiği dörtlüğü geldi aklına ve o dörtlüğü okudu bu yeni arkadaşına.

“ Can tene düşünce hayat buluyor,
Hayat bedene düşünce sevgi arıyor,
Bana ismimi sorma,
İsim toprağa düşünce mezar oluyor…”

Biraz durduktan sonra “ hepimiz bir gün ya toprağa düşeceğiz ya da mezar olacağız, adını söyle de mahşerde buluşması kolay olsun” dedi.Arkadaşının bu sözlerinden oldukça etkilendi ve adını söylerkenki o çekingenliği üzerinden çekip atmış gibiydi ama adım Mustafa diyebildi sadece. Tenekenin yanındaki bardakları doldurdu, bardaktan süzülen buhar bile içini sıtmaya yetmişti, şekerini atıp karıştırdıktan sonra bir yudum aldı çaydan itiraf etmeliydi ki Rıza Dayı’nın çayından çok daha güzeldi. İçine karanfil mi koydun diye sordu, gülümsedi “ bizim mayamız aşktandır, mayası aşk olanın gıdası da aşktır” dedi. Sözü hazmetmeye çalışırken bir yandan da “aşk bu kadar güzel olabilir mi? aşk anca yüreği acıtır” diye devam etti. “ Mevlana’ ya sormuşlar aşk nedir diye; ben olda bil! Demiş, bu garip Ayaz’a soracak olursan; görene, bilene köre ne? derim” dedi. Adın Ayaz demek, iyi mahşerde bulmak kolay olur dedim. Tekrar gülümsedi. Aramızda bu konuşmalar geçerken hala yıldız kaydığında neden öyle garip davrandığını ve yanında duran boş taşın sahibini merak ediyordum. Yanımdaki taşın sahibi gelmeyecek galiba diye sordu. “ Geldi görmedin mi” diye cevapladı. Ya Allah dost, toprak post edasında bir dervişle ya da su katılmamış bir deliyle konuşuyorum dedi kendi kendine yalnız halinden şikayetçi olduğu söylenemezdi. Çayından bir yudum aldı, yanımdaki taşa göz ucuyla baktı ve “ Seneca’ nın bir sözü vardır der ki; sadece sıradan acılar dile gelebilir, derin acılar dilsizdir ” dedi. “ Bana adımı söyleten sen benden acını gizliyorsun, dile getir de paylaşalım acı dile getirmekle çoğalmaz, sevgidir paylaştıkça çoğalan ” dedim. Biraz daha durdu çaylarımızı tazelerken sözlerine başladı.
“ Bundan tam dört sene evvel yine böyle gökyüzü bir çocuğun gözlerinden ödünç alınmışçasına masum, ay ondördü gibi parlaktı. Yeni bir yıla girmemize sadece altı gece kalmıştı. Evet tam dört yıl önce bu gün birkaç dakika öncesine kadar yüreğim kanatlanıp uçacakmış gibi çarpıyordu.” Niye diye sormadım konuşmasını dinlemek daha zevkliydi. “ Vuslata altı saat vardı, sanki terminalde vakit daha çabuk geçecekmiş gibi terminale gitmiştim. Sevdiğim, kır çiçeğim, bir tanemin yolunu bekliyordum. O sıralar ikimizde öğrenciydik. Sen yaşlardaydık anlayacağın. Analarımız yine böyle bir gecede aynı mahallede peş peşe dünyaya getirmişler bizi, çocukluğumuz beraber geçti, ben burada O ise İzmir’de öğrenciydi. Bakma bu mahallenin böyle döküntü durduğuna çok okumuş adam çıktı bu bu ker***lerin içinden. Bu ayrılış ilk ayrılışımızdı ve de dayanılmaz derecede uzun bir ayrılıştı. Aslında gitmeyi hiç istememişti ya… Ben ısrar etmiştim yüreğime taş basıp. Gideceği gün ona son sarılışımda beni unutma demişti, çok kızmıştım o nasıl söz öyle diye. Gelip de bulmamak, gidip de …. Demişti. Bu söze çok içerlemiştim ama son sarılışımızdır diye fazla üstüne düşmemiştim. Neyse terminalde beklerden az önceki gibi bir yıldız kaydı, bir an önce kavuşmamız için dilek tuttum, saate baktım bir tanemin gelmesine daha altı saat vardı, güldüm kendi kendime biraz sonra da bir ses duyuldu İzmir’ den Ankara’ya gelmekte olan …. Turizm’in, …. Sefer nolu otobüsü kaza yapmıştır, maalesef kurtulan olmamıştır. … Turizm’in … sefer nolu otobüsünde yakınlarını kaybedenlere sabır diliyoruz. Bir anda donmuş kalmıştım. Nasıl olur, olamaz, bir yanlışlık var diye haykırıyordum kimse duymuyordu bile, altı saat sonra gelecek hiç gitmemiş gibi kendisi gelecekti mahalleye ama onu karşıladığımda şaşırtacaktım, sarılacaktık, o giderken ektiğim çiçeği verecektim. Ne de kolay söyleyivermişlerdi gözbebeğin gelemeyecek diye…. Ellerimle büyüttüm şu çiçek ( surların dibinde ki çiçeği göstererek ) şahittir yakarışlarıma ama veren nasıl verdiyse öyle aldı işte. Bana kala kala bir cebimdeki mavi fular bir şu göz yaşı çiçeği ( böyle bir çiçek var mıydı ya da çiçeğe isim mi takmıştı anlayamadı ) bir de her yıl başına altı gece kala, vuslata altı saat kala kayan yıldız kaldı. Her senenin bu zamanında o yıldızın kaymasını bekleyerek o yıldız kayana kadar çayı hazırlarım, yerini yaparım ve kaymasını beklerim. O yıldız kaydığında onu avuçlarıma alırım, kalbimde tekrar ısıtırım ve yanıma oturturum. Sabah olur, gün ışır, ilk horoz sesiyle gider bir tanemin hayali. Ben her sene onunla burada tekrar sarılabilmek için yaşarım.” Şu anda yanında oturuyor mu? diye sordum. Yaşlanan gözlerini sildi ve “ aşk gözün görebildiği kadar olsaydı, yaş olur akardı karanlığa, iş odur ki aşkı yürekte tutabilmektir” dedi. Çayımdan son yudumumu aldım, bardağımı tenekenin kenarına bırakacakken bir de baktı ki arkadaşının çayı bitmiş,oysa ki çayından bir yudum bile almamıştı, bundan emindi. Ve o sıra anladı ki Ayaz’ın göz bebeği yanında oturuyordu. Vuslatlarını bölmemek için alelacele müsaade istedi ve ayrıldı. Birkaç hafta sonra tekrar yanına gittiğinde artık orda yoktu. Mahalleliye sorduğunda en son Mustafa ile gördüklerini Mustafa ile beraber gittiğini sandıklarını söylediler. Mustafa, Ayaz’ ı surların dibinde bırakıp gelmişti oysa, tekrar oturdukları yere gitti, çiçeğin durduğu yerde ufacık bir not vardı. Notta şunlar yazılıydı:
Mustafa’ ya:
Mustafa aşk insanın içini acıtmaz, eğer birisini sevdiğin için acıyorsa yüreğin bir köşesi, hissettiklerin aşk değildir. Sana aşkın tarifini edecek değilim ama lütfen görenlerden ve bilenlerden ol, Körlerden olma. Son olarak beni arama, istesen de bulamazsın ancak önümüzdeki sene aynı ortamı kurmaya gerek kalmadığını söylesem gittiğim yerden ne denli memnun olduğumu anlatmış olursum herhalde.
Canım kardeşim unutma: aşk gözün görebildiği kadar değil, gönül sınırlarını zorlayabilecek kadar sevebilmektir, hatta var içinde yok olabilmekti çoğu zaman...
Sevgilerimle
Ayaz…
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
24 Eylül 2006       Mesaj #303
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Andıkca

Ne zaman seni dusunsem icim urperir
Seninle gecen her saat, her gun gelir aklima
Bir aksam vakti gelir bir deniz kiyisi gelir
O essiz hatiralar butun gelir aklima

Ne yapsam unutamam yasadigimizi
Sevgindi sevgilerin en yalansizi
Simdi nerde bir gul gorsem kirmizi
Dudaklarimi uzun uzun optugun gelir aklima

Bir ciban buyurcesine ortasinda gecenin
Dolar yuregime huznu seni sevmenin
Dunyada ne benim yerim var artik ne senin
Aglarim basucunda olumun gelir aklima.
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
24 Eylül 2006       Mesaj #304
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
O 17 Ağustos' un Sabahında

(o başımıza gelen büyük felakette sevdiklerini kaybedenlere...)
O büyük afet anında uyanmışız birden bire
Çıktık sıcak yuvamızdan tarifsiz acılarla ve kederle
Evimizin önündeki yarık asfalt yoldan bakıyoruz ufuklara
Fakat göremiyoruz 45 saniye önce ev olan enkazlardan başka
Duyamıyoruz hiç bir ses sadece kurtarın bizi Allah aşkına
O 17 agustos’un sabahında
Uzanmışım bahçemizde korku ve hayretle
İlk kez yaşadığı gemideki dalgalanmaya benzer şeyle
Her dalgada Allah’ın adı dilimizde
O 17 agustos’un sabahında
Duyulmaya başladı ambulansın siren sesleri
Yan komşumuzun oğlu için yaktığı ağıt dizeleri
Gelmiş en can arkadaşımın öldü haberi
Avucumda benden gelen iki damla gözyaşı ile
O 17 agustos’un sabahında
Ölmemiştir belki şimdi çıkar gelir
Kalbime ilk ölüm bayağı ağır gelir
Ama görünce onu kaldırımın önünde öylece yatıtordu
O an başımda dünyalar mahvoldu
O 17 agustos’un sabahında
Güneş nazlı nazlı doğuyor ufuktan gizlice
Bir şeyler anlatıyor iz nefs-i beşerlere
Batarken diriydiniz şimdi doğdum cesetlerinize
Ey hayat sürenler güvenmeyin gücünüze
O 17 agustos’un sabahında
Bir bardak su ver şu fakire götürelim
Bir kuru ekmek yokmu şu garibe verelim
Allah’tan gelen acıya sabredelim
O 17 agustos’un sabahında

Ömrüm boyunca unutamam o korkunç anı
Düzeltemedi kimse 45 saniyedeki zararı
Yokmu kimse yardım etsin şu halka
O 17 agustos’un sabahında
Nice sevdiğim benden gayri toprak oldu
Hep gülen gözlere bu sabah yaş doldu
Her şey yerle birken ruhlar icabet etti fermana
O 17 agustos’un sabahında

Kefen bile yokken toprağa yar oldular
Yıkanmadan son kez mezara kondular
Rabbim müjdeledi onlar şehid oldular
Geride kalanlar hakim olamaz gözyaşlarına
O 17 agustos’un sabahında
Haykırsam yedi cihanı taakatim var sallamaya
Günah işleyen eller açıldı dua için Allah’a
Gökkubbe ağladı yeryüzü doydu kana
O 17 agustos’un sabahında
Sahipsiz mektuplar gene gelir geldi oldu buralara
Sahipleri göçtü ebedi diyarlara
Gece yatıp varamadılar sabaha
O 17 agustos’un sabahında
Bilemem acep anlatırmıki cümleler o anı
Anlamazki orada yanmayan canı
Gene ağladım yıllar geçsede aradan
O 17 agustos’un sabahından sonra
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
24 Eylül 2006       Mesaj #305
kambis - avatarı
Ziyaretçi


SİZİ AYAKTA TUTMAYA
yetecek kadar güzelliklerle dolu bir yaşam sürmenizi diliyorum !
AYDINLIK BiR BAKIş ACISINA SAHiP OLAMANIZA
yetecek kadar güneş diliyorum !
GÜNEşi DAHA çOK SEVMENİZE
yetecek kadar yağmur diliyorum !

RUHUNUZU CANLI TUTMAYA
yetecek kadar mutluluk diliyorum !
YAşAMINIZDAKi EN KÜçÜK ZEVKLERiN, DAHA BÜYÜKMÜş GiBi ALGILANMASINA
yetecek kadar acı diliyorum !

iSTEKLERiNiZİ TATMiN ETMEYE
yetecek kadar kazanç diliyorum !

SAHiP OLDUGUNUZ HER SEYi TAKDiR ETMENE
yetecek kadar kayıp diliyorum !


SON "ELVEDA"YI ATLATMANIZA
yetecek kadar "MERHABA" diliyorum


aysun Paksoy
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
24 Eylül 2006       Mesaj #306
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Ateşe Düşen Bir Gülün Çığlığı

Kızını dünyaya getirdikten sonra çok sevmişti, hemde uğrunda ölecek kadar çok... Ama hep eziklikle, utançla, korkuyla, cinnetle sevmişti… Hep "Ya" diye kaygılar taşıyarak içinden ve o “Ya” ları düşündükçe kanı çekilirdi damarlarından Kezban’ın.

Ölmeyi çokça geçirmişti içinden, oysa bir uçurum kenarından kendini boşluğa bırakacak kadar çok seviyordu hayatı, kocasını ve kızını. Ama kahrolası yerde üçüne de yaşam haram kılınmıştı.

Kulaklarında bir ses “Ölmelisin, ölmelisin!” diyordu. . “Hadi be kızım sende,” “çocuğun, eşin dururken hayata küsmek, ölmek mi olur?”
Nasıl ölsün? Yaşamak güzel, yaşamak kutsal. Kafasında sorular dolaşıyor: “Kadının yazgısı mı bu? Yoksa geri kalmış ülkelerin sorunu mu?” diye.

İlk önce çözümlerin içinde olduğunu, hayatın iğrençliklerine dayanması, bütün gücüyle karşı koyması, bunu kabul etmesi, bu yola inanması, dayanması ve kendini geliştirmesi, aşması gerekiyordu.

Sadece bunun için dua ediyordu. Ölümü son çare olarak görmek değil, bu gücü yaşamak istiyordu. Korkularının ördüğü setleri devirmek, yıkmak, bu köhne töreleri devirmek, belki de kendisi ve başkaları için bir devrim olacaktı. Yapayalnız olsa bile, bunun tek çıkış yolu , bunun tek umut ışığı yine içindeki kendinde olduğuna inandırıyordu kendisini. Bu yüzdendir ki dayanılması güç bir hayata dayanıyordu kezban.

Hayâller kuruyor kezban. Bir küçük ev, sevdiği bir eş, etrafında dolaşan çocuklar, herkesin herkese insanca baktığı, kadınların aşağılanmadığı bir çevre’’... Uyuya kalıyor Kezban. Dudaklarında sayıklamalar...

Kocasının o insan yüzüne bakarken her gün utançtan biraz daha kahroluyordu. Oysa kocası anlayışlı, insancıl bir adamdı, sokakta karşılaştığı herkes yüzünü çeviriyordu, yüzüne söylemeseler bile, arkasından ona ********, *** babası demelerine bile aldırmıyordu. Namusunu temizlemesi için yapılan tüm baskılara karşı çıkıp direniyordu. “eşimin ve o günahsız yavrunun suçu nedirki öldüreyim, asıl suçluları neden görmüyor sunuz?” deyip tüm çevresini ret ediyordu. Hem bu gerici mantık inandığı değerlerle ve dünya görüşüyle de çatışıyordu...

Bütün çevre “namusunu temizlemezsen senin buralarda yaşama şansın ve hakkın yok, kimsenin yüzüne bakamazsın “ diye açık açık tehtit ediyorlardı. Ama o köhnemiş törelere karşı çıkıyordu ve geri zihniyetli tehtitlere aldırmıyordu...

Kocası çoğu zaman çektiği acıları bildiği için Kezban’a, “Hiç kimse seninde, kızının da kılına bile dokunamaz, dokunana dünyayı dar ederim’ biraz daha sabır’’ diyordu. ”Karkolda gözaltı sürem bitince, inşaatlarda çalışıp biraz para biriktirdikten sonra çekip gideceğiz İstanbul’a. Orada kimsenin bizi tanımadığı, rahatsız etmiyeceği bir yere yerleşiriz...” deyip teselli ediyordu Kezban’ı...

Kocası öğretmendi 1980 li yıllarda katıldığı bir yürüyüşün tertipleyicisi olarak ihbar üzerine yakalanp içeri atılmıştı. Bunu fırsat bilen karşı görüşteki düşmanları gece evine girip Kezban’ın ırzına geçip kaçmışlardı. Kezban eşinin ve ailesinin onurunu ve namusunu düşünerek bu olayı sır gibi saklamıştı. Nihayet altı aylık hamile olduğu anlaşılınca saklaması olanaksızlaşmıştı. Sonunda çareyi ailesine açılmakta bulmuştu. Ailesi doğan çocuğunu boğması için yaptığı bütün baskıları canı pahasına ret etmiş, karşı koymuştu.

Kocası hapisten çıktığında ise Kezban’ın ırzına geçenler köyü terkedip, izini kaybettirmişlerdi. Köhnemiş törelere göre sanki suçlu oymuş gibi bütün akrabaları, Kezbanı ve kızını öldürmesini istiyorlardı kocasından.. Zaten törelere göre doğal olanı da buydu. Yoksa kimsenin yüzüne bakamazlardı...

Acılarla geçen her gün biraz daha acı veriyordu. Çöken karanlıklar umudunu, geçen her gün hayallerini, hayatını çekip götürüyordu Kezban’ın... Karanlıklardan hep korkardı Kezban, kocası ne kadar karşı çıkarsa çıksın, kızıyla birlikte öldüreceklerinin korkusunu hep yaşıyordu. En çok da kızının öldürüleceğine yanıyordu yüreği....

“Ah zavallı yavrum” diyordu. “Bilir mi sorsam, sormadığım soruların cevabını? Konuşsam anlar mı dilimden? Konuşmadan, yüzüme bakıp susar mı öylece. Bilir mi neden bu kadar korktuğumu?. İçimdeki korkunç acıyı, gözlerimdeki uçurumu, katran karası geceleri. Anlar mı gözlerimdeki hüznü, kendime bile kapattığım duygularımı…”

Kezban için umut ve sevgi uzaklarda bir nokta bile değildi artık. Dünyalar değildi istediği, can bulacak kadar bir destekti.... Özlem, sevgi, şevkat, anlayış gösterecek ve içinde barınabileceği, herkesin yüzüne utançla bakmadığı bir yerdi...

Durmadan bir nehir akıyordu düşlerinde Kezban’ın, düşlerinin içinde yüreğine akıyordu sanki acı olup. Alıp götürüyordu ömrünü seller gibi her defasında... Issızdı, şaşkındı, çaresizdi, yapayalnız ve tek başınaydı Kezban düşlerinde… Kim koymuştu bu töreleri, kadınların lanet yazgısı mıydı bütün bunlar?... Bütün bunlara bir cevap arıyordu ama bulamıyordu...

Ne zaman dalıp gitse boğazı düğümlenir, tuzlanırdı kirpikleri. Bir yıldızın izdüşümü sarılırdı geceye, çağlayanların sesleri duyulurdu uzaktan ve bir çobanın kavalı vururdu kulaklarına. İçi acırdı her defasında ne zaman o kahrolası lanet geceyi anımsasa . Ne zaman anımsasa çaresizliğin nefesi üşütürdü içini, hüzne yazılmış bir şiirin dizeleri gibi acı solurdu hep.

Yorgun düştüğü zamanlar olmuştu elbet, hep direnmişti ayakta kalması için ama şimdi öyle miydi? Bir yanda kızı, diğer yanda kocası. Bütün bu olanlara karşı gücü tükeniyordu artık. Kaybolan zamanlar yitik umutlar hiç gelir miydi geri?
“İlk baharın kısa ömürlü çiçeği olsaydı, bir sonraki bahara yine gelirim der avuturdu yüreğini. İnsan gitti mi bir daha gelmez. “ diyordu kendi kendine...

Güneşli bir bahar günüydü, onlarda başka aileler gibi kırlara, nehir kıyısına çıkmışlardı, kuzular meliyor, çocuklar ordan oraya koşup oyun oynuyordu. Her yere yağmurun ve toprağın taze kokusu sinmişti. Ne zamandı sıcaklığını, şefkatini özlemişti güneşin. Gökyüzü öylesine mavi, öylesine duru, öylesine sınırsızdıki, Yine de yüreğindeki acıyı haifletmiyordu bütün bu güzellikler....

Çevre hep rengarenk çiçeklerle, çimlerle, yabani bitkilerle süslüydü. Kuşlar cıvıl cıvıldı. Çiçekler açıyor, baharın serin ve temiz havası mis gibi kokuyordu… Rüzgarda tiril tirildi yaprakları güllerin, çiçek açtıkları küçük tepede el ediyorlardı sanki onlara … Kezban bir gül koparıp kızının saçlarına taktı. Bir kızına baktı, bir güle, bir de çağlayarak akıp giden suya….
Saçlarına taktığı beyaz gül o kadar yakışmıştı ki yüzünün masumluğuna kızının.
Kızı, dünyanın bütün kötülüklerinden uzak, her şeyden habersiz saf saf gülümsüyordu. “Ah bir bilse, bir bilse hangi acıların annesinin bağrını deştiğini. Acılarla geçen her günün neler koparıp götürdüğünü ömründen...” diye söyleniyordu kendi kendine Kezban...

Kızına, “ah gözleri harelim sen bu acıları bilmezsin, henüz çok küçüksün, diyordu. “Bilmezsin nasıl olur, bir davanın hem mağduru, hem suçlusu, hem sorumlusu olduğumuzu. Ah gözleri harelim bizim için yaşamak, bu kötülüklerle, yanlışlarla dolu dünyada zaten ölüm demektir, ölümse rüzgâr olmak demektir bizim için. Sen henüz bilmezsin ölümü, bilmezsin ölümü bir rüzgâr gibi işlemenin ne demek olduğunu…. Ah gözleri harelim, boynu büküğüm, onca ağır yük verilmiş ki sırtımıza. Sen taşıyamamışsın da, ben taşırım, sanmıştım. ”


Tüm acıların ve üzüntülerin üstesinden gelebileceğini sanmıştı bir zamanlar fakat bu gücünü kaybettini anlıyordu yavaş yavaş.

Kezban hayatı boyunca haykırmak istediği fakat haykıramadığı herşeyi haykırmak, dışarı atmak istiyordu. Yıllarca içine atıp sakladıkları dayanılmaz korkunç bir yara oluşturmuştu onda. Yüksek bir yere çıkıp avazı çıktığı kadar haykırmak, içindeki yaraları deşip çıkarmak , boşaltmak istiyordu. Hayata, tanrıya, törelere, kötülüklere, suskulara her şeye isyan etmek istiyordu.

"Herkes bu kadın aklını yitirmiş desin, ardımdan küfür etsin" diyordu, kimin ne düşündüğü pek umurunda değildi.

Kızına baktı gözleri dolu dolu. “Bu kahrolası iğrenç zamanda, kimbilir başına neler neler gelecekti, ne acılar çekecekti bu saf haliyle...”

Sonra güneş ışıklarını serpmeye başlarken yeryüzüne, uzaklara akıp giden nehire baktı... Orada canlılığı, başkaldırmışlığı, isyanı, hasreti gördü... Kavuşmak istedi bir an önce, sarılmak istedi nehire... Koynuna girmek istedi bir sevgili gibi... Sevişmek istedi nehirle... İnsanın ulaşamayacağı bir yer düşlüyordu, kavuşmak istiyordu bir an önce düşlediği o yere... Sonra bir hikaye takılıp kaldı usuna. Kızına anlattı titreyen dudaklarla...


“Ateş bir gün suyu görmüş..yüce dağların ardında..sevdalanmış onun deli dalgalarına, hırçın,hırçın kayalara vuruşuna...Yüreğindeki duruluğu demiş ki suya; gel "Sevdalım ol" hayatıma anlam veren, mucizem ol... Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa,"Al " demiş.."Yüreğim" sana armağan.. Sarılmışlar ateşle su birbirlerine sıkıca.. Kopmamacasına.. zamanla Su; buhar olmaya, ateş kül olmaya başlamış ... Ya kendisi yok olacakmış, ya Aşkı..!

Baştan alınlarına yazılmış olan kaderide, yüreğindeki kederide alıp gitmiş, uzak diyarlara su... Ateş kızmış, yakmış ormanları.. Aramış suyu diyarlar boyu... Geceler boyu...

Gün gelmiş suya varmış yolu... Bakmış, o duru gözlerine suyun... Biraz kırgın... biraz hırçın... Ve o an anlamış aşkın bazen gitmek olduğunu.. Ama gitmenin, yitirmek olmadığını.. Ateş durmuş, susmuş öylece.. Sönmüş aşkıyla....

İşte o zamandan beridirki; ateş sudan, su ateşden kaçar olmuş... Ateşin yüreğini sadece Su...Suyun yüreğini sadece ateş alır olmuş..”


Hikaye bittiğinde kızını alıp yanına yavaşça yürüdü nehire doğru. Kocası kitap okumaya dalmıştı. Hiç kimse farketmedi, hiç kimse görmedi onları… Usul usul yürüyüp dağlardan süzülüp gelen o akıntının kıyısında durdular. İçini kemiren acıdan ve içine düştüğü bu boşluktan kurtulması için tek çıkar yol bu nehre atlamaktı belki de. Ama hangi cesaretle. Bir an için düşündü, yüzme bilmiyordu. Kaç genç kız, kaç yeni gelin atlayıp boğulmuştu bu nehirde yıllar yılı… Kaç gözyaşı efsanesi dinlemişti nehirde boğulanlarla ilgili… Buralarda, başlamadan biten bir masaldı sanki hayat...
Bu dünyada her şeyin ölümlü olduğunu biliyordu da Kezban,ölümün ne olduğunu bilmiyordu.


..../ Yüzme bilmiyordu Kezban, kimse öğretmemişti, akarsulardan hep korkardı… Ne zaman nehrin kıyısına gelse hep boğulacağını sanır ürperir, geri çekilirdi..…

Durup yüreğini dinledi Kezban. Sanki akan nehirdi yüreği. Bazen gürül gürül, bazen sessiz ve derinden aktığını hissetti yüreğinin. Akan nehiri yüreğinde, yüreğini o gümbür gümbür akan nehirde buldu....

Yüzüne baktı son kez kızının, öylesine saf, öylesine masumdu ki yüzü, dünyanın tüm kötülüklerinden habersizdi... Sicim gibi yaşlar süzüldü gözlerinden biribiri ardına. Ne çok acıyı, sevinci, hüznü, korkuyu biraraya biriktirmişti, birarada tutmuştu yıllar yılı.

Sarıldı kızına sıkıca ve son kez hoşçakalın dedi yıldızlara, aya, güneşe. Bütün düşleri sahipsizdi artık... Darmadağın yüreğini topladı... Arkasına bile bakmadan acılarını sırtlayıp kapadı gözlerini... Ve kızının da elini tutarak kendini bıraktı akıntıya… BR>
Gün gelir herkes ölür, hayat biter, yaşam sona erer. Yaşadıklarını da alır yanına kimi insan giderken. Elveda derken dünyaya.
Tüm çabalarına rağmen yenilmişti işte hayata ve insanlara.



Nehrin azgın dalgaları biribirine sarılı ana kızı birlikte sürükleyerek alıp götürüyordu... Akıntı zorluydu. Sadece akıntıya kapılan beyaz gülün çığlığı duyuluyordu kıyıda. Kezban’ın, kızının saçlarına taktığı beyaz gül’ün çığlığı... Dalga dalga yayılıyordu gülün çığlığı, ateşle su arasında... “Susturun şu çığlığı” diye inliyordu bozkırda rüzgar...

Belki de o güzelim anneyle can yoldaşı kızını, akıntının kıyılarına atması çok sürmeyecekti. O düşledikleri eşsiz adaya götürüp bırakacaktı onları...

Kocası bir şey yapamamanın çaresizliğiyle kahroldu, kıyıda arkalarından sadece bakakalmıştı... Kezban kocasının umutsuz çağrılarını duymadı bile...
” Kezban! Kezban! “ Ama iş işten geçmişti artık.
Karısı ile kızının yardımına koşmayı istiyordu ama elleri, kolları bağlıydı kocasının. Nehire atlaması onunda ölümü, yok olması demekti. Hem atlasa bile onlara yetişebilmesi olanaksızdı, suyun kıyısına geldiğinde epey uzaklaşmışlardı onlar...

Ana kız kıyıdaki umutsuz çağrıları duymadılar belki de. Dalgaların sallantısına kaptırmışlardı kendilerini. Kollarını kızının boynuna dolamış, saçları gözlerine yapışmıştı Kezban’ın... Akıntıya kapılmış gidiyorlardı...

‘’Kezban! Kezban! Geri dön!’’ ‘’Geri dön Kezban n’olur !’’ Kulak verseydi, belki de kocasının ve kıyıdakilerin sesini son kez duyabilirdi. Ama uzaklardaydı artık. Dalgaların şırıltısı arasında suların boğuk ezgisini dinliyordu...
Kırgın yüreklerin derinlerinden gelen türküler gibiydi bu ezgi...

Bahardı çiçekler açıyordu kırlarda, topraktan otlar fışkırıyordu delicesine... Dalgalar azgınlaşıyordu git gide... Daha hızlı akmak, insanın olmadığı bir adaya ulaştırmak istiyordu onları... Aktı, ıssız ormanlar, boy boy ağaçlar arasından, yıllardır biriktirdiği acıları, hasreti peşinde sürükleyerek, aktı başkaldırırcasına...

Kezban’nın gözyaşları ufacık damlalardı, aktıkça sel oldu, nehir oldu, deniz oldu, okyanus oldu. Kapladı yeryüzünü, yaşamı sorguladı dalgalarla oynarken... Yaşam gizlenmiş acılar mıdır diye sordu yüreğindeki çığlığa? Sordu kahrolası töre koyucularına? Cevap alamadı...

Kıyıdakiler artık yalnızca bir leke seçebiliyorlardı... O da yanak yanağa vermiş suda sürüklenen anne ile kızının başıydı bu. Sonra dalgaların çalkantısı arasında bu leke de seçilmez oldu. Biribirine sarılı vaziyetde giden ana kız, tatlı bir uyuşukluk içerisindeydiler. Tıpkı uykulu gibi. Su, yanaklarında şırıldıyordu...
Gözlerini yummuştu ana kız. Tüy gibi hafiftiler. Bir daha hiç ayrılmayacaklardı. Anne kız birlikte düşlerdeki gibi almış başlarını gidiyorlardı.
El ele birbirine sarılarak atlamışlardı nehrin çılgın sularına, birbirini hiçbir zaman bırakmayacaklardı artık. Beraber gideceklerdi gidecekleri yere. Her şey, cennet ve cehennem arasında birbirine tutunmak gibiydi..

Birlikte yüzdüler, yüzdüler. Nehrin ezgili suları kulaklarına tatlı bir ninni fısıldıyordu.
O güzel su, büyük nehrin akıntısı boyunca genç kızların, gelinlerin, annelerle çocukların hep iç içe, can cana olduğu büyülü bir adaya sürüklüyordu onları...


Çiçeğe duran dallarında umut tazeliyordu yine elma ağaçları, her bahar olduğu gibi…
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
26 Eylül 2006       Mesaj #307
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Kişi neye inanıyorsa onu projekte ediyor. Her boyutta yaşadığı sadece kendi düşünce/ duygu kalıplarının yarattığı bir realite... Atheist olan, bu inancını sorgulamadığı sürece, bunu besleyen deneyimleri kendine çekiyor - gitgide daha ve daha çok inanıyor, inançsızlığına. İnanan ise, inancını güçlendiren olayların içinde buluyor kendini. Kişi inancının tezahürünü mutlaka yaşıyor ve her yaşanan bir “ispat” niteliğinde mevcut inanç kalıbını destekliyor... İşte bu yüzdendir ki, herkes kendi inandığının TEK doğru olduğuna emin... Ve haklı, çünkü onun bulunduğu noktada gerçekten de TEK doğru onun inandığı...
Kişi enerjisini neye yöneltirse, o besleniyor, büyüyor ve tezahür ediyor... Bu konulara belli bir bilinçle yöneldiğim ilk günlerde, ben de yoğun bir şekilde normal-ötesi denen türden deneyimler yaşamayı istedim. Bir kitapta telekineziyi okuduktan sonra günlerce objelere odaklanıp bakışlarımla hareket ettirmeye çalıştım! Astral seyahat konusunu okuyunca, denemediğim yöntem kalmadı!! :-) Çeşit çeşit meditasyon teknikleriyle tanıştım... Evet, farklı algılarım oldu... İnancımın öznel ispatlarını yaşadım... Ama amaç bu mu olmalı...?
Bu tür deneyimlerin çekimini yadsımıyorum… Bir çeşit ruhsal erk özlemi… Ama tüm bunlar, bir konferansa katılması gereken birinin, konferans salonuna giden koridorun iki yanına dizilmiş alışveriş veya kültür merkezlerine girip çıkmasına benziyor. Kişi uğradığı her yerde gelişimi adına ilginç, faydalı bir şeyler bulabilir, faklı edinimlerle “yük”ünü arttırır. Ama “mutlaka” gitmesi gereken yer koridorun sonundaki salon ise, zaman kaybetmeden oraya yönelmesi daha doğru bir seçim bence. Ben “hakikat” yolcusunun “marifet”le, hatta “keramet” le fazla oyalanmaması gerektiğini düşünüyorum. Gönülden inanıyorum ki, “hakikat”e eren kişi her marifete/ keramete muktedirdir, ama onlarla ilgilenmez artık. Onların yolcuyu şevke getirmek adına açığa çıkan yetiler, bir anlamda “ruhsal oyuncaklar” olduğunun bilincindedir çünkü…
“Mucize”ye duyulan özlem, ruhsallığın temel tuzaklarından biri bence. Otuz yıla yakın süredir ruhsallık alanında çalışmalar yapan bir dost Bilkent’te konferans veriyordu. “Bilgi”yi en doğal, ama aynı zamanda en çarpıcı haliyle anlatıyordu gençlere... Ama bu yeter mi!?? Onlar mucize görmek istiyorlardı!! O dost ki, babam beyin kanaması geçirip solunum aletine bağlandığında, biz günler ve gecelerce başucunda beklerken, babamla ruhsal boyutta temasa geçmiş ve onun ne zaman göçeceğini günü gününe söylemişti bize... Bazı ruhsal yetileri olduğunu pek çok kişi biliyordu, ama bunları gösteri malzemesi olarak değerlendirmek ona göre değildi...
Ama “tamam” dedi dost ve bir öğrencinin kürsüye gelmesini istedi. Herkes heyecanla ne yapacağını beklerken, o öğrenciyi yanaklarından öptü... “İşte en büyük mucize bu,” dedi, “SEVGİ...” Bunu değerlendirecek bilinç seviyesinde kaç kişi vardı orada bilmiyorum, ama söylediği benim için gerçeğin ta kendisiydi...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Eylül 2006       Mesaj #308
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yağmur Zamanı
Bir Yanlızlık Selamı Dır Yağmur. Yada Sensizlik Haberi, Kimi Zaman El Ele Tutuşmak İçin Hoş Bir Bahane , Kimi Zaman Otobüs Camlarından Seyr-i Sefa.
Hani İstanbul Da Da Bir Başka Yağmur Zamanı. Gözünün Biri Yolda. Giğeri Bebeğinin Yanında..Yaşanmamış bir Arzu Sevdiğinle Yağmuru Paylaşmak .. Belkide Yaşanamamış , Kim Bilir Belkide Aşk ın Yasaklığından Dolayı Yağmur Engelli..
Yoksaki Şimdi Maltepede Olmak Vardı Sahil Yolunda Islanmak , Öptüğün Saçlardan Süzülen Su ile Dudaklara Hayat Vermek , Bir İki Üç Diyip Sıkıca El Tutmak Vardı.
Gel Görki Düşen İlk Damla İle Yasakandı Sonraki Damlalarda Birlikte Olmayı
Ve aynı Damla Ayrısınız Yazısının İmazası..

'' görüşemesekte bil ki Hayatım el ele Maltepe deyiz''
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Eylül 2006       Mesaj #309
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
HAYAT???
Önceleri biliyordum aslında hayatın ne olduğunu ve ne anlama geldiğini sonra düşündüm de insan bildiği şeyde bu kadar yanlış yaparmıydı hayır tabi ki yapmazdı. Yani bile bile lades olmazdı ve aramaya koyuldum neydi hayat?
Baktım sağıma solumu herkes yaşıyordu ama kim biliyodu neydi hayat?
Nefes alıp vermek miydi sadece değildi tabi ki duygulara göre hareket etmek miydi peki bu da yetermiydi ama başka ne olabilirdi .
Bir an bulduğumu hissettim acaba dedim süre gelen zaman içinde insanın istediği veya istemediği şartlarda karşısına ne çıkacağını bilmeden yaşamasımıydı.
olabilirdi peki hayat böyle bişeyse insan nasıl mutlu olabilirdi ki umutlarını mutluluğa dönüştürebilmekten başka nerden nasıl ne ile karşılacağını bilmeden yaşamını devam ettirmesi...
çevrem de herzaman duyduğum ama kabullenmek istemediğim bir söz vardı "endişelenme etme zaten herşey olacağına varır." ama bu söz benim endişelenmemi engellenmiyordu madem olacağına varacak bizim cabalarımız ne olacaktı hiç mi etki etmeyecekti bu sonu ne olacağını bilmediğimiz sona.
Artık böle düşünceleri inanmıyorum ve inanıyorum ki hayat bi oyun ve kuralına göre oynamaktan başka hiç bir çaremiz yok ve nasıl bi oyun olduğu da hiç önemli değil çünkü biz onu seçmiyoruz o bizi seçiyor.
Nihayetinde sonuç olarak şuna vardım hayat hiç bitmeyeceğini sandığım çok kısa bir oyun ve kazananında kaybedeninde oyun bittiğinde belli olacağıdır...

mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
27 Eylül 2006       Mesaj #310
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
ELVEDA.....
Selam soyleyin, ey martilar
Simdi cok uzaklarda olan askima.
Gidip anlatin,simdi onsuz yandigimi buralarda
O her ne kadar inanmasada buyuk bir ask vardi aramizda
Her ne kadar sahip cikmasada,
Askin kani dolasirdi damarlarimizda
hic unutmuyorumda...
Bir opucuk gondermisti yanagima
Sanki o gun yeniden gelmistim dunyaya
İste o zaman dusmustum bu masal deryasina
Ama o giderken donup bakmadi ardina
Aldirmadi denizleri cevreleyen gozyasima
Haber aldim gecenlerde ondan
Kizin birine tutulmus.
Ser kalmadi dedim askımdan,
Oysaki...
Oysaki o benden once unutmus.
Genede kirginim ona giderken elveda demedi ya
Bakmadiya ardina,
Aldirmadiya akan gozyasima
Hala bir kirginlik tasıyorum icimde,
Bir cift laf yolluyorum ona
Git ay yuzlum, sen kosarak git mutluluga
Ben gelirim adim adimda olsa
Sevdigin kiza soyle gozu gibi baksin sana
Elveda yagmur yureklim elveda
Elveda bahar sabahim hasretim ELVEDA...
ZEYNEP

Benzer Konular

27 Kasım 2010 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap
20 Temmuz 2009 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri