Arama

Hayata Dair - Sayfa 47

Güncelleme: 2 Ekim 2013 Gösterim: 269.443 Cevap: 1.657
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Şubat 2007       Mesaj #461
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
TINN

Sponsorlu Bağlantılar
Acımasız insanlar, anlamsız cümleler gibi yakar canını.... Bocalar durursun zamanın içinde, mekan cehennem olmuştur... Bir kurşun sıkılır sanki beyninin içinden... Şimşeğe dönüşür gözlerinde, muhatabına yönelir. Bir yol bulsa girecektir düşünceden... Ama ateş, su içindedir, çare yoktur artık... Ve... Kara gecede, kör karıncanın ayak sesleri çekilmez olur... Tam da zurnanın zırt dediği yerde... Davul bile dayanamaz aşina olduğu sese..

“Nasılsınız?”
“Bakar mısınız?”
“Sayılır...”
“?”
Ruhumu iğdiş ettirdim de... Bakar’ım ben sadece... Hani olur da rayların üzerinden harfler geçer mi diye...

Ama hep kamburlu bahçenin gülleri kazanır savaşı... Düşüncesiz kelimeler, yılan gibi kıvrılıp yatar anlamı yakılan boş cümlelerde... Bir ölüm saklı, bir de mânâ işte bu çemberde...

Oyun mu bu şimdi...
Peki ya harfler geçmezse...
Rayları kaldır, geçti bile...

adına yaşam mı diyorsunuz ne diyorsunuz bu dünyada varolma savaşının bilmiyorum ama öylesine ağır geliyor ki taraf olmak öyle ya da böyle... her taraftan kıskaca alınmış bir ateş çemberi içerisinde birbiriyle savaşmaktan adı ne olursa olsun bıktım ve yoruldum ben artık.. sevgi savaşı, aşk savaşı, iktidar savaşı, para savaşı kimsenin çemberden çıkma şansı yok iken kimse birbirinden bir eksik ya da fazla değilken bu savaşın farkında olarak anlamsızlığını düşünerek sizinle bu çemberde kalmaktan bıktım artık...

bıkmakla kurtulunmuyor onun da farkındayım, çıkmak isteyince çıkamadığım bu çemberin içinde sadece ateşin azabı artıyor... çemberi daha da daraltıyor... daraldıkça daha çok yaklaşıyorum size, siz bıktığım insanlarıma...
bunaldım... hem de çok bunaldım...
gitmeliyim artık...

doğduğu cezaevinin bahçesine diktiği fidanla büyüyen bir çocuk gibi
gökyüzünü özgürlük özlemiyle seyrettiğini biliyorum
boşa heveslenme gönlüm
ölüm sana yaklaştırılana kadar
bu cezaevinden çıkış yok...

Boru değil sesin çıktığı yer, farkındayım... Yine de “tınn” gibi geliyor sanki.
Sahi siz nasılsınız?.


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Şubat 2007       Mesaj #462
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir sabah tanıdık bir şehre girerken
Sıcak ve dost şeyler düşünür insan
Sponsorlu Bağlantılar
Tanıdık bir yatak bekler sizi
Bir çocuk yüzü gülümser anılardan

Dost şehirler, sevgili, anne şehirler
Nice anılar, nice mutluluklar yaşadım her birinizde
Delikanlı bir sevinçle sokaklarınızdan geçtiğim oldu
Kederli günlerim oldu aklımı yitiresiye

Sonsuz kareli bir film gibi
Yaşamım geçiyor belleğimden
Tekrar etmek duygusu
Her şeyi yeniden, yeniden...

Bir sabah tanıdık bir şehre girerken
Hüzünlü, tuhaf şeyler düşünür insan
Sadece o şehrin değil
Kendisinin de değiştiği duygusundan
...
featherrn6Ataol BEHRAMOĞLU

C.A.N.D.Y - avatarı
C.A.N.D.Y
Ziyaretçi
21 Şubat 2007       Mesaj #463
C.A.N.D.Y - avatarı
Ziyaretçi
ikiyildiz ikiyildiz
Hayata Dair
RÜZGAR
Şimdi bir rüzgâr geçti buradan
Koştum ama yetişemedim,
Nerelerde gezmiş tozmuş
Öğrenemedim.

Besbelli denizden çıkıp
Kıyılar boyunca gitmiştir,
Tuz kokusu, katran kokusu, ter kokusu
Yüreğini allak bullak etmiştir.

Sonra başlamış tırmanmaya dağlara doğru
Bulutları koyun gibi gütmüştür,
Okşayıp otları yaylalarda
Büyütmüştür.

Köylere de uğradıysa eğer
Islak, karanlık odalarda beşik sallanmıştır,
Güneş altında çalışanlara
İmdat eylemiştir.

Sonra başlayıp alçalmaya ovalara doğru,
Haşhaş tarlalarında eflatun, pembe, beyaz,
Kıraçlarda mavi dikenler..
Toz toprak gözlerine gitmiştir.

Şehirlere uğramış ki yanımdan geçti,
Haşhaş çiçeğine benzer kızlar görmüştür,
Bir gülüş, bir tel saç, allık pudra
Alıp gitmiştir.

Şimdi bir rüzgâr geçti buradan
Koştum ama yetişemedim,
Soraydım söylerdi herhalde.
Soramadım.
Cahit KÜLEBI
ikiyildiz ikiyildiz
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Şubat 2007       Mesaj #464
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
sudm4lz6


Sen olmak isterdim. İyileştiren olmak, pak eden olmak, söndüren olmak, can’ı besleyen olmak, can olmak, tarafsız olmak renksiz/tatsız olmak gibi, herşeye kucak açmak her rengi taşır gibi… Şifamsın…

Seni seviyorum… Sen olmak, seninle olmak isterdim ey su… Susuzluğum hasretindir…

Hayatın bu kürek mahkumu yorgunluğunu taşıyamadığım zamanlar bir anda uçmak senin gibi, ne güzel olurdu. Ruh hafifliğinde tavaf etmek, tavaf etmek, tavaf etmek… Şehirlerden yükselen yılgın nefesleri katıp önüne serin sabahlar bırakmak.

Çocuk gülücüklerine kar olup yağmak, bir çiğ tanesi güzelliğine bürünmek, hayat ne kadar değişse de, haller ne kadar değişşe de özünde aynı kalmak…

Kinli hançerlerden damlayan kanları bile alıp bağrına usul usul, bilge bilge yürümen, çok bilmenin büründüğü sırlı sessizliğe bürünmen. Endamınla ağır ağır süzülmen ey su.

Boşuna değil eskilerin “derdini suya söylersen o götürür Allaha” demeleri. Senden başkası var mı ki ademlerin derdlerine dayanabilsin. Dinlesin dertleri de taş çatlamasın, ağaç kurumasın, insan sararmasın.

Sense sabırla dinleyip, katarsın bilgeliğine herşeyi. Belki konuşursun da, derde dertlenirsin, “su” dersin, su dilini, şu dilini ögrenmeyi istemez mi insan.”Sızıyı gideren su / suyun sızladığını kimseler bilmez…*”. Ey su, can/su.

Gözlerimi aldı su
Düşlerime daldı su
Beni aşka saldı su
Yakan tadın kaldı su.


Elinden tutsam suyun
Canından tutsam suyun
Sıcağını duysam suyun
Cana vuslat olsun su.


Ne cenkler efsanedir sesinde, nice firakler yansıdı yüzüne, nice vuslatlara şahitsin. Bak şurda Aliş ile Züleyha destanı bir keder gibi acıtıyor çağlayışını.. Fakir ümitler, çocuk ağlamaları, şahların dünya düşleri, aşıkların sırları maviye boyadı seni ağırlığında… Onun için bu hüzünlü yürüyüşün, onun için aynı düşler aynı sırlar her yudumunda insanların.

Şimdi ılgaz dağlarının ıssız göllerinde yüzüne hilal düşmüştür, için için kıpırdamaktasındır… Rüzgar yüzünde üfül üfül çocuk öpücükleri… Zerreler bedenımde kıpır kıpır dalgalanır hilalle. Yıldızlar göz kırpar…

Görkemli yalnızlıklar büyütür kendini uzak diyarlarda… Sesindeki musiki tanınmaz, kimse bilmez gizli kalmışı. Ne aradığını bilmeyenlerin sessiz ruhlarında bir canhıraş çığlıktır hep: “su… su… su…”

Bense en şehirli halimi takınıp seni seyrederim… Adımlarımı kendi haline bırakırım sokaklara. Bir sen kalırsın bende, bir de susuzluğum…

Cana hasret kaldı can / Suya hasret kaldı su
Cana hasret kaldı su / Suya hasret kaldı can.


İsmet Özel
Avatarı yok
BlueNighT
Yasaklı
22 Şubat 2007       Mesaj #465
Avatarı yok
Yasaklı
Hayat Diye Bir Şey Var


Nedir, ne oluyor, unuttunuz mu yoksa yasadiginizi, günler, kizgin küller gibi bütün duygularinizi kavurup
öldürerek mi geçiyor
üzerinizden, arzuyla dudaginizi isirdiginiz olmuyor mu hiç, bir müzik sesiyle söyle bir koltugunuzda
dogruldugunuz, aniden
bir yaz yagmuru gibi bosaniveren sebepsiz sevinçlere inanmiyor musunuz, bir agaç gölgesinde bir an durmak,
bir aksam üstü
denize baktiginizda bu sonsuz sularin kipirtisina sasmak yok mu artik, elele tutusmak, bir avucun bir baska avuca dokunmasinin
yarattigi ürperti de hayal hanesinde kendine bir yer bulmuyor mu, bitti mi bu macera, çekildiniz mi hayattan,
hayatin sizin
bulunmadiginiz yerlerde yasandigina mi inaniyorsunuz, daha bitmeden bitirdiniz mi her seyi, yorgun ruhunuz yeni coskular için
hazir hissetmiyor mu kendini? Delirdiniz mi siz? Bu köse basinda karsiniza ne çikacagini biliyorsunuz, biliyorum
genellikle
köse baslarinda açlik ve ölüm çikiyor karsiniza ama kim bilir, belki eski bir dosta, belki güzel
bir kadina, belki okunmus
kitaplar satan bir sahafa da rastlayabilirsiniz, bir piyano sesi duyabilirsiniz ya da bir Rumeli türküsü açik
bir pencereden,
bir sögüt agaci görebilirsiniz çocukken kabugundan düdük yaptiginiz, dans adimlariyla yürüyen
bir çift bacak geçiverir önünüzden,
bir oglan bir islik çalabilir, hatta siz bile çalabilirsiniz. "Ne sevinci, ne hayati, ne eglencesi, para yok
ki" diyorsaniz
eger ve eglenmek için paranin gerekliligine bu kadar inaniyorsaniz, emin olun paraniz oldugunda da eglenemezsiniz,
para eglenceyi
çesitlendirir sadece ama eglenceyi yaratamaz, öpüsmek parayla degil, sarki mirildanmak parayla degil, "acaba
simdi o ne yapiyor"
diye düsünmek parayla degil, televizyonda iyi bir film seyretmek parayla degil, sizin için demlenmis bir
bardak çayi, bu benim
için yapildi diye neredeyse gururla alip, bardagi ince belinden sikica kavrayip içmek parayla degil. Bir tabak
semizotunu
sevinçle paylasabilirsiniz ve hiç bir pahali lokantada bulamayacaginiz bir tad alirsiniz, eger bir tabak yemegi
paylastiginiz,
paylasmak istediginiz insansa. Hayat diye bir sey var.

Sadece sizin olan, sadece size ait, içinde sadece sizin gördügünüz çiçekler açan,
yalnizca sizin müziklerinizin çaldigi bir
bahçe var, sokmayin oraya öyle herkesi, çiçeklerinizi baskalarinin çapalamasini beklemeyin,
sarkilarinizi baskalarina söyletmeyin,
anladik, ahmakliklar oluyor, aptalca kararlar veriliyor, hepinizin hayatindan bir seyler çaliniyor, hayallerinizi teker
teker
buduyorlar, ümitlerinizi öldürüyorlar, çaresiz birakiyorlar sizi, yenildiniz belki de, yenilginin
agir yarasini tasiyorsunuz
ruhunuzda, ama gene de bir hayatiniz var sizin, sadece size ait bir bahçeniz, durup soluklanacaginiz, yaralarinizi
yikacaginiz,
çiçeklerini seyredebileceginiz bir bahçe, sogukta bir bira içebilirsiniz, bir agacin gölgesinde
durabilirsiniz biran, sabaha
karsi uyanip her ay yeniden dogan hilale bir bakabilirsiniz, çok sevdiginiz bir kitabi bir daha karistirabilirsiniz,
asik
olabilir yada asik olmayi düsünebilirsiniz, sevdiklerinizi özleyebilir ve bir gün yeniden kavusabileceginizi
hayal edebilirsiniz,
geceleri agaçlarin daha degisik koktugunu farkedebilirsiniz, yeni bir salata icat edebilirsiniz, sevgilinizi çirilçiplak
soyup
evde öyle dolasabilirsiniz, saçlarinizi her zamankinden daha degisik kestirebilir, evinize bir gün de baska
bir yoldan gidebilirsiniz,
aliskanliklarinizi degistirmek için kendinize karsi müthis bir savas açabilirsiniz.

Hayat diye bir sey var, her zaman size kesfedilecek genis alanlar birakan, ne kadar yasarsaniz yasayin daima bilmediginiz,
kuytularina sokulamadiginiz bir hayat, sadece size ait bir hayat. Biliyorum dertler çok, ahmakliklar yapiliyor, sikintilar
bitmiyor,günler birbiri ardina burusup eskiyor, yorgunsunuz, belki yeniksiniz. Teslim mi olacaksiniz peki? Hayal kurmayacak
misiniz, çilginca sevismeyecek misiniz, bir daha öpüsmeyecek misiniz, agaçlara bakmayacak misiniz,
denizlere sasmayacak misiniz,
ani ve sebepsiz sevinçlere inanmayacak misiniz, bir tabak semizotunun tahmin edemeyeceginiz kadar lezzetli olabilecegini
hiç
düsünmeyecek misiniz, sizin için demlenmis bir bardak çayi bardagi belinden kavrayip içmeyecek
misiniz, daha bitmeden bitirecek
misiniz her seyi.

Delirdiniz mi siz? Hayat diye bir sey var, evet orada, elinizin hemen yaninda duruyor.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Şubat 2007       Mesaj #466
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
AKIL ile GÖNÜL
aklilegonul
Bir “şey”dir gül. Gönül adamı da bakar ona, botanik bilgini de. Gördükleri büsbütün farklıdır birbirinden. Gittikleri yol da… Ama vardıkları nokta hep aynı olacaktır. Gönül adamı kemal gözüyle bakar güle ve onda “ekmel-i mahlukât”ı görmek isterse görür. Botanik bilgini şüphe gözüyle bakar güle ve hakikatini; renginin, kokusunun kaynağını arar durmadan ve bir gün bulur da. Şüphesinin bittiği yer, onun da ekmel-i mahlukâtı gördüğü yer olur genellikle. Burada daha kazançlı olan botanik bilgini midir, yoksa gönül adamı mı?Gönül adamı bulunduğu noktada statiktir, durağandır; ama botanik bilgini çaba içindedir, enerji üretir. Elbette çaba ve üretim miskinlikten çok ötede bir kazançtır. Tersinden okuyalım: Gönül adamı bulmuştur. Bulmuşluğun bilgisiyle bilgelik kazanmıştır; ama bulduğuyla yetinmektedir. Botanik bilgini hiç durmadan sorar ve arar. Onun “Neden?”, “Nasıl?”, “Niçin?”leri karşısında gönül adamının “Daha!” “Dahası!.”, “Ötesi!”, “Mâverası!” gibi arzuları yoktur nedense. O büyük bir teslimiyet ve tevekkül ile kendini yinelemekte; ama yenilememektedir. Gönül adamı bir sistemin muhafızıdır.
Gönül adamı ile botanik bilgininin çatışmasından bütün bilim ve felsefe teorileri nasibini almış, tartışmalar, hakaretler ve küfürler medreseleri ve tekkeleri, akademileri ve kiliseleri doldurmuş, zahid ile rind; şarap ile riyazet, bilgi ile sezgi, madde ile manâ, yazı ile söz, kitap ile aşk birbirlerine gülümseyerek bakmamış yüzyıllarca. Oysa ne kadar da ihtiyaçları vardı birbirlerini anlamalarına ve ne kadar da muhtacız şimdi zıtları birleştirmeye. Laboratuvarlarda gül damıtmak, gönül potalarında kor çelikler dökmek gerekiyor artık. Dünyanın döndüğünü Konya’da Yunus’lar, suyun kaldırma gücünü Kırşehir’de Bektaş’lar, yerçekimi kanununu Simavna’da Bedreddin’ler haykırmalı artık. Biz Gazzalî’lere, İbn Arabî’lere, İbn Haldun’lara muhtacız yeniden. Akıl ile gönlü buluşturmaya muhtacız.
Newton yahut Keppler; Hallac yahut Mevlana… Hepsi de geldikleri son noktada aynı hakikati buldular: Yaratıcı’yı… Bütün botanik bilginlerinin, bütün gül araştırmalarının sonunda gelecekleri yer, gülün hakikat-i Muhammedî olduğunun idraki noktası, yani gönül adamının bulunduğu yerdir. Bir botanik bilgini aklıyla yaptığı bütün araştırmaların ve bütün yolculukların sonunda, başarısıyla mutlu olacağı nihai noktada önce gönlü, sonra da gönül adamlığını bulur. Bütün mutlulukların idrak edildiği yer gönüldür çünki. Başka türlü ifadesiyle, aklın ulaştığı nihai noktada, kendi mutluluğu için gönüle ihtiyacı vardır. Bu durumda gönül ile aklın birbirini yalanladıkları, büyük bir yalan; yekdiğerini tamamladıkları ise en büyük gerçektir. O hâlde akıl bir şey başarınca bunu gönülde hissedebilirken; gönül duyacağı mutlulukları neden aklıyla ölçemesin?!… Akıl adamı olmak gönül adamına yasak mıdır? Akılla koşmak gerektiğini gönül adamı inkar mı eder?!..
Botanikçi, gönül adamı misali teenni gösterse bilgin olabilir mi sizce?
Bir gönül adamı olmak, elbette akıl ile gelinebilecek ilerlemelerin ötesindedir. Gönül adamı, gönül adamlığı iddiasında değildir. Gönül adamlığı ne yalnızca hırkada, ne yalnızca posttadır. O bir duyuş, o bir hissediştir ki değme kula nasip olmaz. Buna rağmen yalnızca gönül adamı olma iddiası kuru bir efsaneden ibarettir. Neden mi böyle söylüyoruz? Bilgi ile donatılmamış bir gönlün idrak ve irfanı, bir fikr-i sabit gibi, belki bir kısırdöngü gibi aynı çember içinde devinmeye, kendini tekrara mahkumdur da ondan. Bir gönül adamı botanik bilgini olamıyorsa kapatsın gönlünün kapılarını gitsin. Ve botanik bilgini gönül adamı olamıyor diye ne kimse kötülesin onu, ne de küçük görsün.
Gül bir “şey”dir. Botanik bilgini ona renk ve kokunun nasıl geldiğinin peşinde koşarken, gönül adamı o rengi görüp kokuyu hisseder. Botanik bilgini güle renk ve kokuyu veren gücü bulduğu an gönül adamının bulunduğu yere ulaşır. Gönül adamı ise, renk ve kokunun nasılını düşünmedikçe botanik bilginine asla yetişemez!?..
Gönüllerimiz birer Yusuf, akıllarımız Ken’an diyarı. Yusuf’u bulanlar Ken’an’dan uzak, Ken’an’dakiler Yusuf’u aramıyorlar ve belki Ken’an’a bir Yusuf gerektiğini de unutmuşlar.
Sonuç: Gönül, akıl ile ulaşabildiğimiz bütün zirvelerdeki mutluluğun adıdır ve galiba bizim, botanik bahçelerinde yalnızca bilginlere değil, gönül adamlarına da ihtiyacımız var. Gönül Kâbe’leri bilim adamlarını özledi.
HayLaZ61 - avatarı
HayLaZ61
VIP BuGS_BuNNY
23 Şubat 2007       Mesaj #467
HayLaZ61 - avatarı
VIP BuGS_BuNNY
O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması
mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.

Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.

Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer

Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.

Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.

O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.

Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.

Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.

Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.

Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.

Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.

Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.

Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.

O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.

O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.

Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.

Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.

Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.

Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.

Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.

Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.

İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de,
kartvizitinde 'onca ayrılığın birinci dereceden failidir' denmeseydi eğer.

Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.

Issızlığa teslim olmazdı sahiller,
Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.

Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse...

Evet Sevgili,
Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!!


Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının
neredeyse tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur
bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları
bulunmaktaydı.
Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu.

Günlerden bir gün kız arkadaşlardan biri zatürree hastalığına
yakalandı.
Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken
o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu...

Geriye doğru sayıyordu; "Oniki" dedi, biraz sonra da "onbir";
arkasindan
"on", sonra "dokuz"; daha sonra, hemen birbiri ardina "sekiz"
ve "yedi".
Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba?
Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre
ötedeki
tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden
çürümüş,
yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar
tırmanmıştı.

Dönüp arkadaışna "Neyin var?" diye sordu. Hasta kız fısıltı
halinde"
altı" dedi.
"Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane
vardı.
Saymaktan başıma ağrı giriyordu. Ama şimdi kolaylaştı.
İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi."
"Beş tane ne?" diye sordu arkadaşı. "Yapraklar, asmanın
yaprakları.
Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu."

Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba
götürdü.
Fakat o: "İşte bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan
istemiyorum.
Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da
düştüğünü
görmek istiyorum.. Ondan sonra ben de gidecegim." diyerek cevap verdi.

Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı
ressama
ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı adama.
Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız
hemen
arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç
bitmeyecekmiş
gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle
esen
rüzgârdan sonra, bir asma yaprağı hâlâ yerinde duruyordu.

Sapına yakın tarafları hâlâ koyu yeşil kalmakla birlikte, testere
ağzı gibi
tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş
olan
yaprak,
yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış
duruyordu.

"Bu sonuncusu" dedi hasta kız."Geceleyin mutlaka düşer diye
düşünmüştüm.
Rüzgârı duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de
öleceğim."
Ağır ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile,
asma
yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu
görebiliyorlardı.

Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar
aydınlanır
aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma
yaprağı
hâlâ yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun uzun yaprağı
seyretti.
Sonra
arkadaşına seslendi. "Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir
insan
olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada
tuttu.

Ölümü istemek günahtır. Şimdi biraz bana çorba verebilirsin."
dedi.
Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; şimdi alt kattaki bir hastaya
bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree.
Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama
daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor dedi.

Ertesi gün doktor : "Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız." dedi.
O gün öğleden sonra arkadaşı artık iyileşmiş olan arkadaşına
alt
kattaki
yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan
sonra
ölmüş.

Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan
kıvranırken
bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her
yanı buz
gibi bir
haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır
erdirememişti
kimse. Sonra, hâlâ yanık duran bir gemici feneri, yerinden
sürüklene
sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde
birbirine
karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola
saçılmış bir
kaç fırça
bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgâr
estiği
zaman
bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı
adam,
son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp
yapıştırmıştı.

Yaşam, bana bir şeyler mi anlatmak istiyorsun?
Çünkü...

Başarısızlık, ben bir başarısızım demek değildir;
Henüz başaramadım demektir.

Başarısızlık, ben hiçbir şey gerçekleştiremedim demek değildir;
Bir şeyler öğrendim demektir.

Başarısızlık, aptallaştım demek değildir;
Deneyerek yaşamak için gerekli inanca sahibim demektir.

Başarısızlık, ümitsizliğe kapıldım demek değildir;
Deneme cesaretini gösterdim demektir.

Başarısızlık, istediklerime sahip olamayacağım demek değildir;
Değişik tarzda bir şeyler yapmalıyım demektir.

Başarısızlık, ben aşağılığım demek değildir;
Mükemmel değilim demektir.

Başarısızlık, zamanımı boşa harcadım demek değildir;
Yeniden başlamak için bir nedenim var demektir.

Başarısızlık, vazgeçmeliyim demek değildir;
Daha sıkı çalışmalıyım demektir.

Başarısızlık, asla başaramayacağım demek değildir;
Daha sabırlı olmalıyım demektir.

Başarısızlık, benden ümidini kestin demek değildir;
Bir bildiğin var demektir.



Pirana Kovalayan Çılgın Hamsi...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Şubat 2007       Mesaj #468
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ömrümün karşılığı olsun diyor
bir değeri, bir üstünlüğü olsun
Çılgın bir aşkın tarihi
yolculukların günlüğü olsun
ama kavgalarda geçsin ömür

Deli ırmak gibi akmalı
adına yaşamak dediğimiz
sarsıntılar kalmalı anılar diye
ve ölüm bir gökgürültüsü
gibi gelmeli gelecekse

Bir bedeli olmalı her aşkın
Her öpüşün ayrı bir yanı
bir sarsıntı kalmadı tende
ve kaçak sevişmelerin ürpertisi
bir sağanak gibi patlamalı

Yangınlar kuşatmışsa bizi
gözlerimiz bağlı ve tırnaklarımız
sökülüyorsa elektrik şoklarıyla
yasak bir kavgada olunmalı
yoksa ne değeri kalır ölümün

Aşk dediğin hırçın bir deniz
gibi çarpar yüreğin bordasına
ve yasak bir kitabı okumanın
sevincine benzer biraz
ki onun her sayfasında
bulunur ömrün karşılığı
featherrn6Ahmet TELLİ
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
23 Şubat 2007       Mesaj #469
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Hepsi Bu



Değişen ben değilim
dönüşen savaş
yaşlanmakla ıslanmak aynı şey:

bir yağmurun gölgesinde ihtiyarlanmak

şimdi ölüm bile yetmiyor
acılarımızı tartmaya
dostlar
alıngan bir sahili pinekliyorlar
bir merhabayı bıçaklar gibi artık
selamlaşmalar

değişen ben değilim
dönüşen savaş

artık zaman bile yetmiyor
yaşadığımızı sanmaya

yine de ışıklar bu kenti
güzelmiş gibi gösteriyor
geceleri...

geceler...
yani
Ahmet Haşim in kafiyeleri...

seni aklıma düşüren
yerçekimi değil
yalancı yıldızlar
öyle uzaksın ki
üflesem soğuyacaksın
sarılsam okyanus

bir aşka yetecek kadar
ve anımsatacak kadar
sebepsiz bir ölümü,
acılarımız
ve kafiyelerimiz var...

işte hepsi bu kadar…



Yılmaz ERDOĞAN
Avatarı yok
BlueNighT
Yasaklı
23 Şubat 2007       Mesaj #470
Avatarı yok
Yasaklı
Xsentius






Üç bin yil öncesinden, bir Anadolu tapinagindan günümüze kalan bir yazit. Yazittaki Xsentius
adinin bir filozofa mi, yoksa
Fethiye - Kas karayolu kenarindaki antik Likya kenti Ksantos'a mi ait oldugu, ögrenilememis henüz.

"Gürültü patirtinin ortasinda sükunetle dolas; sessizligin içinde huzur bulundugunu unutma.
Baska türlü davranmak açikça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalis. Sana bir kötülük
yapildiginda verebilecegin en iyi karsilik,
unutmak olsun. Bagisla ve unut. Ama kimseye teslim olma.

Içten ol; telassiz, kisa ve açik seçik konus. Baskalarina da kulak ver. Karsindakiler aptal ve cahil
olduklari zaman bile
dinle onlari. Çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardir.

Yalniz planlarinin degil, baskalarinin da tadini çikarmaya çalis.

Isinle, ne kadar küçük olursa olsun ilgilen; hayattaki dayanagin odur. Sevecegin bir isi seçersen
hayatinda bir an bile yorulmus
olmazsin. Isini öyle sev ki, basarilarin bedenini ve yüregini güçlendirirken verdiklerinle de yepyeni
hayatlar baslatmis olacaksin.

Oldugun gibi görün ve göründügün gibi ol. Sevmedigin zaman sever gibi yapma.

Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme.
Insanlari yargilarsan onlari sevmeye zamanin kalmaz. Ve unutma ki insanligin yüzyillardir ögrendikleri, sonsuz uzunlukta
bir
kumsaldaki tek bir kum taneciginden daha fazla degildir.

Aska burun kivirma sakin; o çölün ortasinda yemyesil bir bahçedir. O bahçeye layik bir bahçivan
olmak için her bitkinin sürekli
bakima ihtiyaci oldugunu unutma.

Kaybetmeyi, ahlâksiz bir kazanç edinmeye tercih et. Ilkinin acisi bir an, ötekinin vicdan azabi ise, ömür
boyu sürer. Bazi
idealler, o kadar degerlidir ki o yolda maglup olman bile zafer sayilir. Bu dünyada birakacagin en büyük miras,
dürüstlüktür.

Yillarin akip gitmesine öfkelenme; gençlige yakisan seyleri gülümseyerek teslim et geçmise.

Yapamayacagin seylerin, yapabileceklerini engellemesine izin verme... Evreni yargilamak olanaksiz. Onun için gerekli
kavgalarini
sürdürürken bile kendi kendinle baris içinde ol.

Dogdugun zamani hatirla, sen aglarken herkes sevinçle gülüyordu. Öyle bir ömür geçir
ki, herkes aglasin öldügünde. Sen mutlulukla
gülümse. Sabirli, sefkatli, bagislayici ol. Eninde sonunda bütün servetin yine sensin. Görmeye çalis
ki, bütün pisligine ve
kallesligine karsin bu dünya yine de insanoglunun biricik, güzel meka
nidir."


Benzer Konular

27 Kasım 2010 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap
20 Temmuz 2009 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri