Arama

Hayata Dair - Sayfa 52

Güncelleme: 2 Ekim 2013 Gösterim: 268.301 Cevap: 1.657
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
7 Mart 2007       Mesaj #511
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Suya değil mecraya hasretimiz.
Kokusunu alsak nemli toprağın,
Sponsorlu Bağlantılar
gölge oluruz elbet.
Tiran sıcak!
Karanlık bulutların kuruluğundan kasvetimiz.
Mecra gözükmüyor,
ki cereyan çok uzak.

Selman Karaduman
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Mart 2007       Mesaj #512
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tavla Sanatı

Sponsorlu Bağlantılar
“Tavlaya nerd tabir olunur. Nuşirevan-ı Adil’in veziri Nerdiçihri tarafından icat edilmiştir. Dört cihette altışardan oniki kapı bulunur ki bunlar dört mevsim ile 12 aydan kinayedir. Toplam otuz pul, bir ayın otuz gününe tekabül eder. İki adet zar, kaza ve kaderin temsilidir. Siyah ve beyaz pullar gece ile gündüze teşbih olunur…

Bizatihi tavla dünyanın değişkenliği ve tebeddül içinde olduğunun remzidir ki hal diliyle insanoğluna her daim şöyle haykırır; “-Ey ölmüş hayvan kemiğini elinde tutup da ölümden ibret almayan gafil! Nasıl ki iki zarın hareketiyle geceni gündüze, gündüzünü geceye katıştırıyorsan; kaza ve kaderin tedviri ile de hayatın öylece katıştırılmaktadır. Altı kapıyı alınca altı yöne (sağ sol, ön arka, alt üst) hükmettiğini mi sanırsın? Heyhat!… Dört hanenin ömründeki dört mevsim olduğunu hissetmez misin?!…

… Tavla böyle iken İran’da insanlar azıp tavladan ibret alamaz olunca Nuşirevan buna bir çare olmak üzere başka bir oyunun icadını ferman buyurmuştur. İşte o oyun şatrançtır.”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Mart 2007       Mesaj #513
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
siir10132

KORKARAK YAŞIYORSAN


Öyle bir hayat yaşadım ki;
Cenneti de gördüm cehennemi de

Öyle bir aşk yaşadım ki,
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.

Bazıları seyrederken hayatı en önden
Kendime bir sahne buldum oynadım.

Öyle bir rol vermişler ki;
Okudum, okudum anlamadım.

Öyle bir hayat yaşadım ki;
Son yolculukları erken tanıdım

Öyle çok değerliymiş ki zaman
Hep acele etmem bundan anladım.

Kendi kendime konuştum bazen evimde
Hem kızdım, hem güldüm halime.

Sonra dedim ki,
Söz ver kendine!

Denizleri seviyorsan,
Dalgaları da seveceksin.

Sevilmek istiyorsan,
Önce sevmeyi bileceksin.

Uçmayı seviyorsan,
düşmeyi de bileceksin

Korkarak yaşıyorsan,
Yalnızca; hayatı seyredersin...



Şebnem Ferah
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
9 Mart 2007       Mesaj #514
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Bedenin yükünü ayaklar tasır, ruhun yükünü yürekler..

Bütün ağırlıgınızı ve yorgunluğunuzu kaldıran ayaklarınız icin rahatliğı ve sıklığı bir arada barındıran ayakkabıyı seçersiniz.

Içinizin acılarını sıkıntılarını ,kırgınlıklarını ve hayallerini yüklenen yüreğiniz için de
huzur verici ve "güzel" bir ask ararsınız.

Zaten asklar da ayakkabılar gibidir...

Bazıları çamur yağmur,toz, toprak kar buz gibi her türlü "kötü hava" koşullarına dayanıklıdır.

Bazıları ise ummadığınız kadar kısa zamanda çabucak "yamulur" ilk yagmurlu havada "alti açilir" veya güzel havalarda bile "iki günde bozulup" gider.


Ruhunuzu daraltan bir aşk içinde yalnızca fiziksel beğeniye kapılıp" zamanla düzelir"diyenlere kanarsanız, yine zamanla içinizdeki olumlu duygularin"çarpıldığını" görebilirsiniz .

Aşık olabileceğiniz insan turu, tıpkı ayakkabılar kadar değişik stillerde, farklı kalitelerde ve sayısız"renktedir"....

Aşkı bir çesit serüven olarak "spor" gibi yasayanlar, aynen "spor ayakkabı" gibi dikkat çekici ve rahat kişileri bulurlar.


Tersine aşkta tutucu ve istikrarli olmayi benimseyenler "klasik ayakkabı" gibi muhafazakar çizgiler tasıyanlara tutulurlar.

Dekolte ayakkabılar gibi sadece cinsellik ve eğlence zevkleriyle ateslenen asklar vardir.


"Bez" ayakkabilar gibi kısa ömürlu "tatil askları" ise hemen herkesin kişisel tarihinde mevcuttur.

"Marka" ayakkabı alır gibi, sevgilinin kariyerine ve maddi durumuna "tutulan" aşıklar görürsünüz.

Katı plastikten yağmur çizmesi" edinir gibi mantık süzgecinden geçirip "ise yarar"biçimde yasamak isteyenleri de bilirsiniz
Ayrica ne tuhaf ki, psikolojik testlerde zaafı" olup evine sayısız çesitte ayakkabılar yığan insanların
aynı zamanda değişik" türde asklara da zaafı olduğu söylenir.

Evet, ask "ayakkabıdır" Aynen ayakkabınıza bakım yapmayip "hor" kullandığınız zaman kolayca eskittiginiz gibi, aşkınıza da dikkatli davranmayıp özen göstermediğiniz zaman kısa surede eskitirsiniz.


"Ve nasıl ki "delik'' bir ayakkabıyı tamir ettirdiğinizde yalnızca "bir miktar" ömrünü uzatmış olursaniz; "delik" bir askı onarmaya kalkıştığınızda da asla eskisi gibi olmayacaktır"!


Can YÜCEL
tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
9 Mart 2007       Mesaj #515
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
HAYAT DEDİĞİN

Üzerinden geçilen köprüdür çoğu zaman
Hatta odun parçası aleviyle ısınan
Bazen bir dostun kapısı yüzüne kapanır
Menfaat pazarı senin hayat dediğin...
Sevinmek ve üzülmek,gülmek ve ağlamak
Bazen umut edip bir ümide bağlanmak
Didinerek yazdığını kolayca karalamak
Yazboz tahtasıdır senin hayat dediğin...
An gelir doğan bebeğin ağlayışıdır
Gece narasıyla uyandığın sokağın ayyaşıdır
Bir gün gelir senden geriye kalan mezar taşıdır
Bir doğuş bir batış senin hayat dediğin...
Bir sırdır bazen gizlediğin
Bir ayrı kalış ölümle erken gelen
Bazen sefalettir bazen de görkem
Ölümün çözdüğü sır senin hayat dediğin...
Bir genç kızın toz pembe hayalleri
Bir demircinin nasır tutmuş elleri
Bazen kavak yelleri bazen umut selleri
Yaşamakla da bitmez senin hayat dediğin...

Tülay Demir
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Mart 2007       Mesaj #516
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ben deliden çok kurnazdan korkarım
Cahilden ziyade yobazdan korkarım
Bedenimdeki hastalıklardan değil,
Adalete düşen marazdan korkarım.
featherrn6Abdurrahim KARAKOÇ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Mart 2007       Mesaj #517
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Kablosuz dünya bağlantısı şu anda bağlı;
Bağlandığı yer : Hayat
Sinyal gücü : Zayıf

Niyadı dolanlar....
Göz ardı edilenler....
Anlamını arayan ancak bulamayan yazılar....
Bitmeyen dersler....
Devamı getirilemeyen hikayeler....
Bir bakımlık resimler....
Son dinlenme tarihi geçmiş müzikler....
Zamanı geçmiş derlemeler....
Karşılıksız sevgiler....
Önemsenmeyenler....
Siyah beyaz fotoğraflar....
Masada kalan aşklar....
Belgesizlikler....
Kara Samsun gökleri....
Gönderilememişler....
Faili meçhul şiirler....
Yuh çekilenler....
Mavi gülüşler....
Örtbas edilenler....
Zamansız ölümler....
Önemini yitirenler....
Beklentisiz ihanetler....
El altında tutulanlar....
Tehlike anında camı kırılanlar....
Saklanan mantarlar....
Teker aşındıran kilometreler....
Saçma yerlerdeki dikkat çekici gülüşler....
Yetkili mercilere ithafen şikayetler....
Unutulmaya yüz tutmuş siluetler....
Dibi getirilememiş şişeler....
Arşiv fomatına giremeyen iyilikler....
Şehirler arası özlemler....
Hercai hayatlarda ki sardunya günler....
Acı geçiştirilmişlikler....
Küllükte unutulan sigaralar....
Uzaktan bakılanlar....
Sorulamayanlar....
Olmayan sabahlar....
Uzak arkadaşlıklar....
Bitmeyen hayıflanmalar....
Sarfedilemeyen yalanlar....
Duygusuz sevişmeler....
Geç kalınmış randevular....
Sorgulanamayan bedenler....
Atılamayan goller....
Sahilde içilen dalgalar....
Bitkilerin fizyolojisi....
Yunanlıların mitolojisi....
İnsanların anatomisi....
Böceklerin ekolojisi....
Negatif tenler....
Pozitif düşünceler.... ....
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
10 Mart 2007       Mesaj #518
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
BAVULLARI HEP TOPLU DURMALI İNSANIN..

Bavulları hep toplu durmalı insanın...
Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...

Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vazgeçmeli...
İhanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...
Yalnızlığa alışmalı...
Çünkü omuz omuza günlerin vakti geçti.
Dayanışma, günümüzün borsasının değer kaybeden hisse senetlerinden biri

artık...
Bireyin keşif çağı, geride kırık dökük yalnızlıklar bıraktı.
Terörün bile bireyselleştiği çağdayız.
Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil;
Zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır...

İşte o yüzden alışmalı yalnızlığa...
Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan...
Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı...
Hüzünlü bir şarkıyla paylaşılan gecelerde başını dayayacak

bir omuz arama huylarından vazgeçmeli...
Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...
Romanlardan, yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür
duvarlarına...
Yalnızlık paylaşılmaz/Paylaşılsa yalnızlık olmaz

Dizeleriyle başlamalı güne...
Telesekretere Şu anda size cevap verebilecek kimse yok! denmeli,
Belkide hiç olmayacak... cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...
Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.
Haklılığın onuru yaşatır insanı...

Susmanın utancı öldürür...
O yüzden en sessiz gecelerde Doğruydu, yaptım la teselli bulmalı insan.
Feryada komşuların yetişmemesine,
Soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı...
Kendiyle hesaplaşmaya çalışmalı...

Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye,
Kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır olmalı...
Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur,
Ama hep kalıp savaşacak kadar gözüpek olabilmeli...
Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...

Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...
Yollarla barışmalı...
Yalnızlığa alışmalı...

Can DÜNDAR
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mart 2007       Mesaj #519
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bill Gates'in gençlere öğütleri

KURAL 1-Hayat adil değildir,
bu fikre ne kadar çabuk alışırsanız o kadar iyi olur...

KURAL 2- Sizin kendinizi nasıl değerlendirdiğiniz aslında kimsenin umurunda değildir. İnsanlar ÖNCE sizin birşeyler yapmanızı beklerler, ancak bundan sonra kendinizi dilediğiniz kadar iyi hissedebilir veya gurur duyabilirsiniz.

KURAL 3- Okuldan mezun olur olmaz kırk milyon dolarlık bir iş bulmayacaksınız. Ve terleyerek hak et etmedende telefonlu arabaya binen bir başkan yardımcısı kesinlikle olmayacaksınız.

KURAL 4-Hoacalrınızdan yakınıyorsunuz; bir patronunuz olduğunuzda neler söyleyeceğinizi çok mersak ediyorum doğusu.

KURAL 5- KÖFTECİDE ÇALIŞMAK GURURUNUZA DOKUNMASIN.
Bazılarımızın büyük babaları da ateşte köfte kızarttılar ama onlar bunu ileriye dönük bir "fırsat" olarak değerlendirdiler.

KURAL 6- Bir hata yaptığınızda suçu hemen anne babalarınıza atıp mızmızlanmayın. Hatalarınızdan birşeyler öğrenmeye bakın.

KURAL 7- Siz doğmadan önce anne babalarınız hiçde bugünki gibi sıkıcı insanlar değillerdi. Onlar, sizin eğitim ve diğer giderlerinizi ödemek için sürekli çalıştıları; evde sizin giysilerinizi yıkıyıp ütüledikleri, yemeğinizi pişirdikleri ve sizin her konuda ahkam kesmenizi dinledikten sonra bu hale geldiler. O nedenle yağmur ormanlarını kurtarmak için yapılkan toplantıya gitmeden, ailenize bir iyilik yapınve önce odanızdaki kendi dağıntınızı toplayın.

KURAL 8-Okulunuzda sınıfta kalmak kaldırılmış olabilir ama hayatta bu böyle değildir. Bazı okullarda artık kırık not verilmediğini; sizlere, doğru yanıtı verene dek dınav hakkı tanındığını duydum. İşte bu yöntemin gerçek yaşamla yakından uzaktan ilgisi yoktur. Bilesiniz.

KURAL 9- Hayat sömestrlere bölünmüş değildir.Ayrıca yaz tatili ve sizin ruhsal sorunlarınızla ilgilenecek rehper öğretmende yoktur. Bu gibi sorunları iş saati dışında kendiniz çözmelisiniz.

KURAL 10- Televizyonun gerçek hayatla ilgisi yoktur. Gerçek hayatta insanlar cafe'lerde oturup, çene çalmak yerine, işlerine giderler.

KURAL 11-Sevimsiz kişilere iyi davranın.Büyük olasıklarla onlardan biri yarın patronunuz olacaktırsmile
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Mart 2007       Mesaj #520
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Fatih “İstanbul”u fethetmemişti!
Malum, gazetecilik biraz da başlık atma sanatıdır. Başlıkla dikkatler çekilir yazıya. Lakin bugünkü başlığımız, sırf daha fazla kafa bu yazıya yönelsin diye atılmadı. Fetih olayındaki ihmal edilmiş bir inceliği sizlere hissetirmekti maksadım.

Bilmem ismini duydunuz mu daha önce? Levon Panos Dabağyan, bir Türk Ermenisi. Hatta diyebilirim ki, çoğumuzdan daha Osmanlıcıdır. Ne Fatih’e laf söyletir, ne II. Abdülhamid Han’a. Nitekim “Paylaşılamayan Belde” adlı kitabında tarihimizdeki sızılı bir noktayı ustaca avlıyor ve Fatih’in “İstanbul”u değil, “Kostantiniyye”yi fethettiğini bir cerrahın habis uru beyinden çıkarması gibi temizliyor zihnimizden. Ve ekliyor: “İstanbul fethedilmemiştir ve fethedilmeyecektir!” Allah böyle bir fethi kimseye nasip etmesin!
İlk okuduğumda benim gibi bu işlerle uğraşan birinin bile ciğerini sızlatan bu tespit de gösteriyor ki, tarih bizim için ecnebi bir memleket haline gelmiştir. Öyleyse yapmamız gereken şey, ona mecalini yeniden kazandırabilmenin yolunu yordamını aramak, oksijen alabileceği menfezler, havalandırma kanalları açmaktır. Bunun da yolu, elbette bilgiden, ama daha da önemlisi, bakış açımızı, idrak çerçevemizi, muhakeme tarzımızı genişletmekten geçiyor.
Sondaja devam öyleyse...
Eksik olmasın, bir okurum Said Nursi’nin talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’ten bir hatıra göndermiş. Zübeyir Gündüzalp, bir keresinde Fatih’in İstanbul’u fethini gösteren resimlere dikkat çekerek sormuş: “Resimlerdeki yanlışlık nerede?” Kimse işin içinden çıkamayınca kendisi cevaplamış:
“Bu resmi yapanlar, fetih mucizesini küçültmek istiyorlar. 40-50-60 yaşlarındaki bir kumandanın zafer kazanması, bir beldeyi fethetmesi normal ve olağandır; ama 20-21 yaşındaki bir delikanlının böyle bir emsalsiz fethi harikadır. Bu yaşta bir delikanlının sakalı bile bu kadar gür olamaz. Fatih, Efendimiz’in (asm) 9 asır evvel haber verdiği fetih mucizesinin mazharıdır, dolayısıyla bu resimler, Kur’an, Allah ve Peygamber’in Müslümanlarla beraber olduğu, İslamiyet’in hakkaniyetini herkese gösterecek bu mucizevari olayı basitleştirmektedir.”
Müthiş bir tespit değil mi? Düşünün, hiç 21 yaşında bir Fatih resmi gördünüz mü? Devam edelim biraz daha.
Yarın İstanbul’un fethinin miladi takvimle 553. yıldönümünü idrak edeceğiz. Peki fethin hicri takvimle kaçıncı yıldönümünde bulunduğumuzu merak eden bir Allah’ın kulu yaşar mı aramızda? Fatih Sultan Mehmed İstanbul’a, Ferik Ahmed Muhtar Paşa’nın tespitiyle söylersek, 20 Cemaziyelevvel 857 günü girmişti. Bugün takvim 1 Cemaziyelevvel 1427’yi gösterdiğine göre, İstanbul’un fethinin hicri takvimle 570. yıldönümünü kutlamak için önümüzde yaklaşık 20 günlük bir süre var demektir. Hatırlayan olur mu bilmem; ama ben üzerime düşeni yapıp tarihe not düşeyim dedim.
Yalnız üzülerek de olsa bu hicri tarih meselesini biraz hafife aldığımızı söylemek zorundayım. Çünkü bizim asıl manevî damarlarımızda deveran eden kan, hicri takvimin içinde akar. Nitekim Ahmed Muhtar Paşa, “Feth-i Celile-i Kostantiniyye” adlı kitabında eskiden her 20 Cemaziyelevvel gününün halk arasında “Kudüm günü” diye anıldığını, o gün gelince fetih şehidleri ve gazilerinin ruhlarına Kur’an-ı Kerimler okunduğunu, hayır ve hasenatlarda bulunulduğunu yazmaktadır. Demek ki, Osmanlılar aynı damardan akan kandan her daim beslenebilmek için Fatih’i ve fethini hicri yıldönümlerinde hatırlıyor ve hayırla yâd ediyorlar, bunu dirilmenin bir vesilesi addediyorlardı.
Biz de o görkemli dünyanın güzelliklerinden nasiplenebilmek için aynı tarih aralıklarına sokulma imkânlarını zorlamak durumundayız. İşte bu aralık kalmış kapılardan biri de, Fatih’in İstanbul projesidir. Peki İstanbul projesi neydi ve Fatih bu projeyi nereden ilham aldı?
Başka açılardan da yaklaşılabilir meseleye ama ben Fatih’in projesinin hadis merkezli olduğunu söyleyeceğim. Hadis merkezli, yani meşhur fetih hadisinin bir yorumu... Değil mi ki, o İki Cihan Sultanı bir belde’nin fethedileceğini ‘muhakkak’ (le) vurgusuyla beyan eylemiştir, o halde bu bir emir telakki edilmeli ve sadece dünyevî, yani bir şehrin surlarının yıkılıp içerisine ‘kahren’ girilmesi gibi dar anlamda yorumlanmamalıdır. Ya nasıl yorumlanmalıdır? İşte Fatih’in de, Fethin de, İstanbul’un da sırrı burada yatmaktadır.
Muhakkak ki, Fatih’in dünyasında Nebevî müjdeyle müjdelenmenin, göğsüne bir madalya daha takmakla alakası yoktu. O ve çevresi, fethin derin okumasını yaparak malum hadisle, insanlığın ve İslam’ın geleceğinde bu şehrin oynayacağı rolün kastedildiğini keşfetmiş ve sadece fetih sırasında değil, asırlar boyu İstanbul’u dünyanın merkezi kılmaya gayret etmişlerdi. Nitekim Fatih’in sonraki fütuhat stratejisine baktığınızda bu İstanbul merkezli düşüncenin hangi boyutlara ulaştığını görürsünüz.
Osmanlı, İstanbul’u alınca adeta uzun zamandır yatağını arayan bir nehir gibi hissetti kendisini ve bu nehrin yatağını, kuyumcu titizliğiyle bezemeye girişti. Bugün Süleymaniye veya Sultanahmet için ‘Bu eserler Bizans’ın başkentine uygun düşmüyor’ diyebilecek bir mimar olmadığını, geçen yaz İstanbul’da toplanan mimarlık kongresi katılımcılarının basındaki demeçlerinden görmüş olduk.
Fatih’in biri Karadeniz, öbürü Akdeniz olmak üzere iki denize birden hakim olmak şeklinde özetlenebilecek denizcilik siyaseti, yolları İstanbul’a bağlamaya matuf bir girişimdi. Keza Balkanlar ve Anadolu yönündeki hareketi de, İtalya’nın Otranto limanına yaptığı çıkarma da, Memlukler üzerine düzenlediğini tahmin ettiğimiz son seferi de hep İstanbul’un merkezde durduğu ve ışınlarının dalga dalga çevreye yayıldığı bir projenin elmas parçalarıydı. Tabii aynı zamanda Orta Asya, İran, Hindistan ve Mısır’dan davet ettiği Müslüman alimler ile Bizanslı filozof ve bilginleri kucaklaması, Petrark’ı Arapçaya çevirtmesi ve İbn Arabi’nin “Füsus”una şerh yazdırması, Ali Kuşçu ile ressam Bellini’yi İstanbul’da buluşturması, müfessir Musannifek’i yanına aldırması, ama öte yandan Truva harabelerini ziyaret etmesi gibi gelişmeler de gösteriyor ki, o, hadiste emir buyurulan fethin çok daha derinlerde ve uzun vadeli olduğuna inanmış ve tohumları ekmişti. Tohumlar bitmediyse “toprak utansın” deyip işin içinden sıyrılabilir miyiz? Ben şahsen tohumların bitmediğini söyleyemiyorum. Bu proje, tarih içinde gelişti, şekillendi; ve Necip Fazıl’ca söylersek, “havada donan şimşek” gibi tarihin bağrında bizi beklemeye durdu. Belki de Fatih bu projeyi asıl bizim gerçekleştirmemizi istiyor ve zemini hazırlıyordu. Kim bilir?

Benzer Konular

27 Kasım 2010 / Ziyaretçi Cevaplanmış
7 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap
20 Temmuz 2009 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri