Arama

Psikoloji ile ilgili Makaleler       - Sayfa 16

Güncelleme: 23 Temmuz 2018 Gösterim: 227.910 Cevap: 185
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
17 Eylül 2009       Mesaj #151
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Ergenlikte Aile Tutumları

Ergenlik, her bireyin hayatında oldukça önemli bir yer tutan bir dönemdir. Genellikle 11–20 yaşları arasında tanımlanan bu döneme girme yaşı ve uzunluğu genetik faktörlere ve çevresel faktörlere göre kişiden kişiye değişiklik göstermektedir. Bu dönemde kişiler, biyolojik gelişimin yanı sıra, psikolojik, zihinsel ve sosyal açıdan gelişir, olgunlaşırlar. Bu derece önemli değişikliklerin olduğu, çocukluktan yetişkinliğe adım atıldığı, kişinin artık kendini ve çevresini farklı bir pencereden gördüğü bu devre en yakını olan ailesi tarafından aldığı destekle aşılmakta sağlıklı ve mutlu bireyler yetişmektedir. Ne var ki birbirine kenetlenilmesi gereken bu dönemde aile içinde çok büyük problemler yaşanabilmektedir. Bunun da en büyük sebebi kuşak çatışmasından çok ebeveynlerin, ergenlik hakkındaki yetersiz bilgileri ve anne-baba-çocuk iletişiminin yanlış kurulmasıdır.

Sponsorlu Bağlantılar
Bu döneme damgasını vuran en büyük problem, anne ve babaların bu konu ile ilgili fazla donanımlı olamamaları veya çocuklarına nasıl davranacakları konusunda tereddütler yaşamalarından doğmaktadır. Bunun sonucunda ergen ve anne-babalarından çok farklı dünyalara sahip olduklarını düşünerek ve anlaşılmadıklarını hissederek en ufak konular için bile sık sık tartışıp duygusal bir uzaklaşma yaşamaktadırlar. Burada anne ve babanın ergen ile nasıl iletişim kurduğu ve bunun devamını nasıl sağladığı çok önemlidir.

İlk olarak anne ve babalara düşen görev, ergenlik döneminin özelliklerinin çok iyi bir şekilde öğrenilmesidir. Bu dönemde oluşan gözle görülebilen bedensel değişikliklerin yanı sıra düşünce sistemlerinde ve duygu dünyalarında yaşanılan değişiklikler artık çok iyi tanıdıkları çocuğun her zaman sergilediği tutum ve davranışlarının aksine bambaşka türlü hareket etmesine sebep olmaktadır. Bu dönemde, nasıl bir birey olduğunu sorgulayan ve kendi hakkında farkındalık kazanan bireyin aileden uzaklaşmasının olabileceğinin, arkadaşlarının zaman zaman aileden bile önce gelebileceğinin, kendini bir grubun parçası olarak görmenin ne derece önemli olduğunun anne ve baba tarafından normal karşılanması gerekmektedir. Arkadaşları arasında benimsenen bir tarzda giyinmenin, saç modeli yaptırmanın, popüler olan sözcükleri kullanmanın altında yatan sebebin yaşıtları arasında sevilen, takdir gören bir birey olmak için yapıldığını bilmek anne ve babanın kafasındaki birçok soru işaretine çözüm olacaktır. Bunu göz ardı ederek, çok hassas oldukları dış görünüşleri hakkında yapılan eleştiriler anne-baba-çocuk ilişkisini gereksiz tartışmalara sürükleyecektir. Gene bu dönemde ergenler kendi doğrularının tartışılmaz ve şüphe edilmez olduğunu düşündükleri için onları başka bir fikir veya durum için ikna etmeye çalışmak birçok defa sonuçsuz kalabilir.

Bu devreye özgü durumları bilmek, bunlarla karşılaştıklarında soğukkanlı olmalarını sağlayacağı gibi bazı davranışların bu dönemin getirileri olduğunu kabul etmek başka bir pencereden bakmalarını sağlayacaktır. Ergenlik dönemi geçirilirken, çocukların yetişmesine en büyük katkıyı sağlayacak kişilerin kendileri olduğunun bilincinde olması gereken anne ve babalara düşen diğer önemli görevler sıralanacak olursa; en başta aradaki ilişkinin sağlam ve tutarlı olması için iletişim biçiminin doğru kurallara dayalı olması gelebilir. Örneğin, Alışkanlıklarını bir yana bırakan yeni konuşma ve dinleme biçimi ilişkiyi başka bir noktaya ulaştırır. Kendini kaliteli bir iletişim konusunda gerçekten açık tutan, karşı tarafı anlamak için olaylara onun penceresinden de bakabilen ve bunları yaparken ciddi bir kararlılık gösteren anne ve babalar için bu dönemde karşılaşılan sıkıntıları atlatmak çok daha kolay olacaktır.

Konuşmadan önce düşünmek, söz kesmeden dinlemeyi öğretebilmek için bu konuda hassas davranmak, yargılayıcı bir ses tonundan kaçınmak, sakince konuşmaya çalışmak, ilginç bir sohbet konusu bulmak ve bunu devam ettirmeye çalışmak, onunla konuşurken kendisiyle nasıl konuşulması isteniyorsa o şekilde konuşmak doğru ve etkili bir iletişim için yapılabilinecek basit kurallar olarak görülse de etkisi çok fazla olacaktır.

Anne ve babanın, yaklaşımları onların ileride nasıl bir birey olacağını da etkilemektedir. Çocuklarını kontrol ve aşırı koruma altına almaları sonucunda, onların başkalarına bağımlı, kendine güveni olmayan bir kişilik oluşmasına sebep olabilirler. Bunun tam karşıtı olan, hiçbir hareketi sınırlandırılmayan, her olumlu davranışı abartılan, yani aşırı hoşgörü ortamında büyüyen kişiler ise bencil yetişebilir. Bunun sonucunda da daima başkalarının dikkatini çekmek isteyen ve karşı taraftan hizmet bekleyen bir tutum içine de girebilirler. Baskıcı bir tutumla yaklaşan anne babalarında çocuklarında da başkalarının ne düşündüğüne fazlaca önem veren, pasif, girdiği ortamlarda hep geri planda kalan bir kişilik yapısı görülebilir. Bütün bu istenmeyen durumları önlemek amacıyla çocuğa başarabileceği görevler veren, yenileri için onu cesaretlendiren ve ona yeni karşılaşacağı durumlarda oluşabilecek problemleri çözebilmesine yarayacak beceriler kazandıran ailelerin çocukları gerçek hayatla karşılaştıklarında başarıyı yakalayabilmektedirler.

Tüm anne ve babaların unutmaması gereken en önemli nokta, çocukların tüm gelişim süreci boyunca kendi hayatlarını şekillendirirken genetik özelliklerinin yanı sıra çevreden gördüklerini öğrenip uygulayacaklarıdır. Bu sebeple, çocuklar en yakın çevrelerinde bulunan anne – babalarını iyi veya kötü özelliklerini model almalarıyla olaylar karşısında kendi davranışlarını oluştururlar. Anne- babanın başlattığı güçlü iletişim tarzı kısa zamanda çocuk tarafından fark edilecek ve o da elinden geldiğince uygulamaya başlayacaktır. Sadece ergenlik dönemi için değil tüm dönemlerde, iletişimin doğru ve kaliteli olması anne-baba-çocuk ilişkisinin de aynı derece de güçlü ve sağlam olmasını sağlar. Ergenliğin üzerinde durulma sebebi, bu dönemde olan çocukların aileden uzaklaşmadan, ileride hayatlarını etkileyebilecek olan kararları alırken kendilerini yanlız hissetmemeleri, doğru seçimler yapmaları için ihtiyaçları olan en büyük desteği anne ve babasından görmeleri gerekliliğindendir.

Merve Soysal Başa
Klinik Psikolog
DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü
Çocuk ve Genç Bölümü

Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:01
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
18 Eylül 2009       Mesaj #152
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Kardeşi Olacak, Bunu Ona Nasıl Söylemeli?

“Kardeş fikrine pek sıcak bakmıyor. Fakat, biz bir kardeşi olmasını çok istedik. Hem paylaşmayı öğrensin... Hem ilerde birbirlerine destek olular... Ama bunu ona nasıl söylemeli...”

Sponsorlu Bağlantılar
Bir çocuk sahibi olma kararını alacak kişiler anne ve babalardır. Şüphesiz, ailenin ilk çocuğu bu durumdan pek memnun olmayacaktır. Çoğu zaman anne ve babalar ilk çocuklarına karşı kendilerini suçlu hissetme eğilimindedirler, kendilerini ona ihanet etmiş gibi hissedebilirler. Fakat, bu karar yetişkinlerin alacağı bir karardır, yeni durum çocuğun her ne kadar hoşuna gitmese de adapte olması gereken bir gerçektir.

Çocuk için 9 ay oldukça uzun bir süredir. Dolayısıyla anne ve baba hamilelik başladığı gibi bunu ilk çocuklarına açıkladıklarında onun için uzun bir bekleyiş olacaktır. Bir an önce bebeği görmek isteyebilir. Ancak, bildiğimiz gibi hamileliklerin hepsi doğum ile sonuçlanmayabiliyor. Bu nedenle, çocuğa bir kayıp travması yaşatma riskini en aza indirmek için hamilelikte herhangi bir sorun olmadığına emin olunduğunda yeni bir kardeşi olacağını açıklamak daha doğru olacaktır. Annenin karnı aşağı yukarı 3 ayın sonunda belli olmaya başlar, bu dönem bebeğin geleceğini açıklamak için iyi bir zamandır. Ama çocuk bu zamandan önce sizlerin arasında bebeğin geleceğine dair bir konuşmaya şahit olursa, henüz zamanı değil diye bunu yalanlamayın.

Bazı ebeveynler annenin karnı artık inkar edilmesi mümkün olmayacak boyuta gelene kadar bu durumu bir sır gibi saklamayı tercih edebiliyorlar. Fakat, bu durum çocuğunuzun yaşamında bir değişikliğe neden olacak ve bu duruma ne kadar çabuk hazırlanırsa onun için de o kadar kolay olur. Yoksa bebeğiniz kucağınızda eve geldiğinizde hiç de istenmeyen davranışlar ile karşılaşabilirsiniz.

Peki açıklarken hangi kelimeleri kullanmalı?
  • Çocuğun yaşına uygun ve basit şekilde bunu söyleyebilirsiniz. “Karnımda bir bebek var, Bir kardeşin olacak, Benim ve babanın bir çocuğu daha olacak vs.”
  • Çocuğunuzu jinekolojik muaynenize götürüp ultrasonagrafi seansına sokmamaya veya ultrason fotoğrafını göstermemeye özen gösterin. Bu durum onun kardeşi ile ilgili hayalini kısıtlamaya neden olabilir.
  • Olumsuz bir tepki verirse kendinizi suçlamayın. Bu normal bir durum. Sonuçta hayatımızdaki en büyük rakiplerimiz kardeşlerimizdir. Çünkü onlarla bizim için hayattaki en önemli kaynak olan anne ve babamızı paylaşmak zorunda kalırız. Ona sakince, bebeğin sizin olduğunu, onu sevmek zorunda olmadığını, onu sevip sevmeyeceğine o buraya geldikten sonra karar vermesinin doğru olabileceğini söyleyin. Bu durumda kendini daha serbest hissedecektir. Onu kardeşini sevmeye zorlarsanız daha da olumsuz davranışlar ve tutumlar sergileyebilir.
Açelya Şahin
Klinik Psikolog
DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü
Çocuk ve Genç Bölümü

Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:02
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Eylül 2009       Mesaj #153
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Çocuk ve Sokak

“Annee Sokağa çıkabilir miyim?” Bu soru pek çok annenin sıklıkla karşılaştığı bazen ne cevap vereceği konusunda kafasının karıştığı bir sorudur. Acaba çocuğu sokakta ne yapıyor? Kavgalara karışıyor mu? Eziliyor mu? Küfür öğrenir mi? Uzaklara gider mi? Taşıtlara dikkat eder mi? Eve zamanında döner mi? gibi sorular tüm annelerin zihnini kurcalar durur.

Çocuğun oynayabileceği belli başlı mekanlar ev, okul ve sokak alanlarında bulunur. Evlerde odalarında veya birbirlerini ziyaret ederek oynayabilirler. Bu mekanlar yarı yapılandırılmış ortamlardır. Yan odadan bile olsa anne, baba veya evde bulunan yardımcı gibi bir yetişkinin görünmez kontrolü altında oyun oynanır. Oynanabilecek oyunlar evde var olan oyuncaklar ve oynanmasına izin verilen eşyalarla sınırlıdır. Mekan küçüktür.

Okulda ise mekan oldukça geniştir. Ancak oynanabilecek teneffüs zamanı çok kısadır. Üstelik yine öğretmen kontrolü ve okul kuralları altında oynanır.

Sokak ise farklı alternatiflerle doludur. Mekan çok geniş veya dar olabilir. Site bahçeleri, yakında bulunan bir park, boş arsalar, kapı önleri, sokak araları, apartman boşluğu gibi pek çok mekan “sokak” alternatifleri olabilir. Evde yapılan tembihler ve bazı annelerin arada bir neler olduğuna göz atması dışında belirgin bir yetişkin kontrolü yoktur. Kurallar çocuklara bağlıdır. Çok az yapılandırılmış bu ortam çocuğun önceden tahmin edemeyeceği ve bir yetişkinden anında yardım isteyemeyeceği problemlerle doludur. Lider ruhlu çocuklar, belirlenen oyun kuralları, gruplara kabul veya red, mızıkçılık, hangi arkadaşlarla yakınlaşılacağı, hangilerinden uzak durulacağı, kavgalar gibi konuların yarattığı sorunlar karşısında da çocuğun kendi başına bulduğu çareler, sosyal muhakemenin gelişimine önemli katkılarda bulunur. Çocuğun akranlarıyla, kendinden büyük çocuklarla, bitkilerle, hayvanlarla nasıl ilişki kuracağı da sokakta belirlenmeye başlar. Sokak gerçek hayata çok benzer. Hem iyi, hem kötü modellerle doludur. Bunlardan hangilerinin model alacağına dair ilk özgür kararlar sokakta verilir. Verilen yanlış kararlar, deneme-yanılma yolu ile doğruyu bulmalar çok doğaldır. Çocuk seçtiği yolun iyi yada kötü sonuçlarını sokakta çabucak yaşayarak, bir sonraki kararlarını daha farklı bir yönde kullanabilir. Unutmamalıdır ki küçük yaşta yapılan hatalar daha kolay düzeltilir. Yetişkinlik dönemindeki hataların faturası ise ağır olur.

Sokağa yeni, yeni çıkmaya başlayan bir çocuğa ön bilgilendirme yapmak önemlidir. Aile çocuğun sokakta karşılaşabileceği temel sorunların neler olduğunu özetleyip, örnekleyerek çocuğu kendi doğrularına hafifçe yönlendirmelidir. Çocuk ailesinin değer yargıları, doğru buldukları konusunda bir fikre sahip olarak sokakla tanışmalıdır. Sokakta kaç saat kalınacağı, eve ne zaman dönüleceği, hangi tarz problemlerle karşılaşıldığında aileye hemen haber verileceği, nereye kadar uzaklaşılacağı ailenin koyması gereken ön kurallardır.

Çocuk sokağa yeni yeni çıkmaya başladığında, arada bir çocukları rahatsız etmeden neler yaptığına göz atmak, zamanında eve dönüşlere dikkat etmek, ailenin belirlediği sınırlar içinde kalıp kalmadığını kontrol etmek faydalıdır. Bir süre her şey yolunda giderse, çocuk da 9 yaşın üzerinde ise bu kontroller rahatlıkla azaltılabilir. Çocuğun yaşı küçüldükçe kontrolleri biraz daha arttırabiliriz. 6-7 yaşlarındaki çocuklar yanlarında yetişkin olmadan, sıkça yapılan “göz kontrolleri” ile rahatlıkla sokakta oynayabilirler. Daha küçük çocuklar ise az ileride oturarak onları izleyen bir yetişkinin olması koşulu ile sokak ile tanışabilirler.

Sokağın çocuk gelişimine çok büyük katkısı olduğuna inanıyorum. Çevremizdeki yetişkinlere göz attığımızda, bazı kişilerin hayatın getirdiği problemleri paniklemeden kolayca çözdüğünü görürüz. Bunların önemli bir kısmı sokakta büyüyen çocuklardır. Hayatı çok erken öğrenerek başarılı birer problem çözücü olmuşlardır.

Sokağın çocuğun sosyal muhakemesini arttırdığı kaçınılmaz bir gerçektir. Ancak yine de sınırları olmalıdır. Çocuk gelişimine en az sokak kadar katkısı olan etkinlikler vardır. Aileyle birlikte zaman geçirme, kitap okuma, geliştirici oyuncaklar, TV.deki uygun programlar, özenle seçilmiş bilgisayar etkinlikleri hobiler, spor, akademik etkinlikler dengeli bir biçimde tüm haftaya yayılmış olmalıdır.

Söz konusu kentler olunca çocukların hak ettikleri oyun alanlarının çok sınırlı olduğunu görüyoruz. Çocuğunuzun çıkabileceği nitelikte bir sokak ortamı yok ise yapılabilecek şeyler çok sınırlı. Belki uygun sokak ortamı olan bir arkadaşını ziyarete gidebilirsiniz veya çocuklarınızı parklarda buluşturabilirsiniz. Ama hiçbiri çocuğun evinin hemen yanında olan, ailesinden bağımsız olarak oynayabileceği kendi sokağının yerini tutmaz.

Olcay Güner
Klinik Psikolog
DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü
Çocuk ve Genç Bölümü
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:02
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Eylül 2009       Mesaj #154
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Akademik Hayattaki Zorluklar

“Çocuğum çok akıllı. Ama, okulda öğrenilenler söz konusu olduğunda, aklını kullanamıyor. Sanki donup kalıyor!”

Her birimiz eşsiz bir yapıda doğarız. Zaman geçtikçe hepimizin öğrenme ile ilgili becerileri de farklı bir profil olarak şekillenir. Miras aldığımız genler, içinde bulunduğumuz psikolojik atmosfer, kültürel etmenler, fiziksel sağlığımız, sosyal çevremiz , eğitim olanaklarımız, kişilik yapımız bu profilin çizilmesinde önemli roller alır.

İnsan beyninde “öğrenme” ile ilgili sayısız beceriler ve beceri kombinasyonları mevcuttur. Bunlar bizlerin yeni şeyleri öğrenmemizi ve ustalaşmamızı sağlayan önemli güçlerdir. Herbiri farklı bir alana hitap eder. Örneğin : bazıları kalemi tutup yazı yazmamıza bazıları bir fıkrayı öğrenip anlatmamıza bazıları ise bisiklete binmemize olanak sağlar. Öğrendiğimiz her şeyin, her bir adımında farklı farklı beceri kombinasyonları çalışır. Beynimizde saklı bu hazinenin parçalarını her birimiz farklı ustalıklarla kullanırız. Kimimiz motor becerilerimizi çok iyi kullandığımız için iyi yüzeriz. Kimimizin dikkat kontrolü ile ilgili becerileri o kadar iyi çalışıyordur ki bir seminerde anlatılan her şeyi kolayca dinler ve öğreniriz. Kimimizin uzun süreli hafıza kayıtları öylesine canlıdır ki, aradan 4-5 yıl geçtiği halde gittiğimiz filmlerin her türlü ayrıntısını sanki filmden az önce çıkmış gibi hatırlarız. Bazılarımız ise az önce sayılan alanlarda (görünür de o insanlardan hiçbir eksiğimiz olmadığı halde) şaşırtıcı derecede başarısız olabiliriz. Örneğin; bir türlü yüzme öğrenemeyiz, az önce tanıştığımız insanın adını hemen unutuveririz veya bir filmi bile başından sonuna izleyecek sabrımız ve dikkatimiz yoktur.

Beceri farklılıkları en çarpıcı biçimde, çocuklarımız okula başladığında beliriverir. Kimi çocukların muhteşem bir ezber gücü varken, yazı yazmayı bir türlü beceremez; kimisi basketbol da harikalar yaratırken , okuma ile başı derttedir; kimisi her şeyin mantığını kolayca kavrarken öğrendiklerini çabucak unutuverir; kimisi ise büyük bir hevesle hazırlandığı sınav esnasında kendini başka şeyler düşünürken buluverir, zaman kaybettiği için de başarısız olur.
Sayısız beceri kombinasyonlarından bazılarının öne çıkması, bazılarının ise daha geri planda kalmasından doğal bir şey olamaz.

Ancak okul sistemleri dil becerileri; hafıza becerileri, ince motor beceriler, aritmetik beceriler, dikkati kontrol etme becerileri gibi beceriler üzerinde yoğunlaştığı için bu alanlarda ortaya çıkan eksiklikler okulda oldukça yoğun problemler yaratır. Örneğin; tahtadaki yazıyı deftere geçirmekte zorluk çekmek, okumasını bir türlü hızlandıramamak ve hala hecelemek, b’yi ve d’yi sürekli karıştırmak, m yerine b yazmak, “çok” u “koç” okumak, matematikte eldeyi sürekli unutmak, bir sütunu toplarken, diğerini çıkarmak x yerine + yapmak, saati bir türlü öğrenememek, problemleri çözerken, uygun strateji geliştirip çözememek, dikkatini yoğunlaştırarak dersi dinleyememek, ev ödevlerini yapmak için yerinde uzun süre oturamamak okulda sorun yaratır. Üstelik tüm buna benzer şeyleri arkadaşlarının becerebildiğini ama kendisinin başaramadığını görmek oldukça zor bir durumdur.

Akademik hayat çocuklarımızın zorlandıkları beceriler üzerine odaklanan görevleri istiyorsa, çocuğumuz herhangi bir noktada takılıp kalabilir. Okulun talepleri arttıkça da çocuğun da, ailesinin de morali bozulmaya başlar. Kimi çocuklar içe kapanır ve silinir. Kimileri ise “madem dersler konusunda kuvvetli değilim, o halde kuvvetli olduğum başka alanlarda kendimi göstereceğim” diye düşünür ve gereksiz şakalarla sınıfı güldürmeye, arkadaşlarına fiziksel güç gösterilerinde bulunmaya başlar. Bir kısmı ise “madem başaramıyorum, o halde istemiyormuş gibi yapmalıyım” diye düşünür ve “ben zaten yazmak istemiyorum. Okulda öğrenen her şey gereksiz, büyüyünce hiçbir işimize yaramayacak, o yüzden ilgilenmiyorum” diyerek umursamazlık maskesi takarlar.

Bu çocuklar o kadar yoğun bir problem yumağı ile uğraşırlar ki, “ben aslında şu anda başarısızım ama bu ileride bir yetişkin olduğumda da başarısız olacağım anlamına gelmez” diye düşünemezler. Bazen bu çocuklara ilkokul 3.sınıfta okumayı çözen Edison’u, başarısız okul hayatları olan Walt Disney’i; Einstein’ı örnek göstermek işe yarayabilir. Gerçekten de bu çocuklar için okul hayatı zordur ama gelişmiş becerilerine yönelik alanlarla buluştuklarında harikalar yaratabilirler. Onları biraz izlersek parlak becerilerini fark edebiliriz. Örneğin; yazıları bir türlü satırlara yerleştiremiyordur ama bir tenis ustasıdır. Çarpım tablosunu ezberleyemiyordur ama TV de gördüğü her tipin taklidini büyük bir ustalıkla yapıyordur. 3. Sınıfta olduğu halde halen heceleyerek okuyordur ama piyano çalma konusunda bir dehadır.

Akademik hayatın istediği beceriler konusunda zayıflıkları olan bu çocuklar “Özel Öğrenme bozukluğu”, “Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite” gibi tanılar alabilirler. Bu çocuklar karşılaştıkları başarısızlık ve hayal kırıklığı ile baş edebilecek güçte değildirler. Onlara yardım etmek gerekir. Yardımın ilk adımı çocuğun güçlü ve zayıf becerilerini araştırmak, gerekiyorsa bir psikolog tarafından belirlenmesini sağlamaktır. Bir uzmanın görüşleri, anne baba gözlemleri öğretmen raporları bir araya getirildiğinde çocuğumuzun öğrenme profili hakkında belirgin bir görüntü elde edebiliriz.

Bundan sonraki adım çocuğa da güçlü ve zayıf yönlerini tanıtarak kolay öğrenme yollarını öğretmek ve en önemlisi zayıf becerilerini geliştirecek çalışmalar yapmaktır. Bu çalışmalara konunun uzmanı olan psikolog, psikolojik danışman veya özel eğitimci yön vermelidir. Bilinçli bir çalışma ve terapi programı ile zayıf öğrenme becerileri antrene edilerek güçlükler aşılabilir. Tıpkı sporcuların düzenli antremanlarla performanslarını giderek arttırdıkları gibi, beceriler de gelişir.

Bir yandan öğrenme ile ilgili aksaklıkları keşfedip, geliştirirken aynı zamanda çocuğun güçlü becerilerini ve özel yeteneklerini ihmal etmemeliyiz. Çocuk bir tarafta zorlansa da, bir başka alanda parladığını farkedince özgüveni artacaktır. Uzun vadede (bir yetişkin olduğunda) hayatına yön verecek uğraşlar zaten bu zengin becerilerine ait alanları kapsayacaktır.

Bazen duygusal problemler öğrenme ile ilgili becerilerin gelişimini geciktirip zayıflatırken; bazen de beceri eksikliği nedeni ile ortaya çıkan duygusal ve davranışsal problemlere de rastlarız. Örneğin; anne babanın boşanmasından sonra bazı çocukların okul başarısı düşebilir. Ancak okulda kronik bir okul başarısızlığı yaşayan bir çocuğun da depresyona girme veya saldırganlık problemleri çıkarma ihtimali vardır. Okul problemlerini çözerken “yumurta mı tavuktan çıktı, tavuk mu yumurtadan çıktı” tarzındaki bu soruyu cevaplamanın önemi büyüktür. Altta yatan problem alanı bulunur ve çözüme yönelik müdahaleler yapılır ise yan problemler kendiliğinden çözülecektir.

Anne baba olarak en önemli görevlerimizden biri çocuklarımızın güçlü ve zayıf yönlerini keşfederek, doğru yönlendirmektir. Böylece kuvvetli becerilerini sergileyecek ilgi alanları veya uğraşılar edinerek, başarılı bireyler haline geleceklerdir.

Başarılı bireylerden oluşmuş, başarılı bir toplum olmanın sorumluluğu ise anne babalar kadar eğitim sistemine de düşmektedir. Belli becerileri bol miktarda kullanırken, belli becerilerin üzerinden hafifçe geçen, belli becerilere ise hiç değinmeyen eğitim sistemleri çocuklar için bir fırsat eşitsizliğidir. Sadece yüzmeyi ve koşmayı öğretmeye odaklandı iseniz, balıklar, tavşanlar ve atlar en iyi öğrencileriniz olacaktır. Kuşlar ise yüzmeyi ve koşmayı biraz öğreneceklerdir. Ama eninde sonunda uçaklar ve herkes hayranlıkla onları izleyecektir.

Olcay Güner
Klinik Psikolog
DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü
Çocuk ve Genç Bölümü
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:03
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Eylül 2009       Mesaj #155
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Anne Ne Olur Beni Yalnız Bırakma

Bebekler 7-8 aylık olmalarından itibaren anne ve babalarına yakın olmak isterler. Özellikle annelerini takip etmeye, onlarla ilişki kurabilmek adına planlı girişimlerde (elini uzatmak, gülümsemek, emekleyerek yanına gitmek vs.) bulunmaya başlarlar. Anneleri bulundukları odadan ayrıldıklarında kaygılanır, geri döndüklerinde ise mutlu olurlar. Yanında olmasalar bile annelerinin sesinin nereden geldiğini duymaya çalışır, oyun oynarken dahi annelerinin ne yaptığını takip ederler. İşte tüm bu duygusal ilişki, çocukluk ve daha ilerisi için de önemli bir belirleyici olacak olan anne ve bebek arasındaki “bağlanma” sürecidir. Eğer bu süreç güvenli bir şekilde atlatılır, anne ve bebek arasındaki karşılıklı bağ doğru bir şekilde kurulursa çocuğun ilerideki yaşamı için de ayrılık önemli bir sorun teşkil etmez.

Ayrılık kaygısı genellikle 1-3 yaşları arasında gözlenen, bebeğin özellikle annesinden ayrıldığında yaşadığı yoğun strestir. Bağlanılan kişiden ayrı kalmaktan kaçınmak 7 ay - 4 yaşları arasında yaşanılması normal bir durum olup, 4 - 5 yaşlarından itibaren bu kaygının yavaş yavaş kaybolması beklenir. Eğer bu kaygı, yaşa ve gelişim düzeyine uygun olmayacak şekilde, 4 haftadan daha fazla devam ediyor ise artık bunun adı “Ayrılık Kaygısı Bozukluğu” dur ve bu bir rahatsızlıktır. Bu çocuklar anne babalarından ayrıldıklarında, onların başlarına bir şey geleceği ve onları bir daha göremeyecekleri endişesini taşırlar. Geceleri yalnız yatmakta güçlük çekerler, sık sık kabuslar görürler.

Genellikle çocuğun yuvaya ya da okula başlamasından önce aileler tarafından fark edilmesi güç olan bu rahatsızlık, anneden ilk ciddi ayrılış olan okul ortamına giriş ile birlikte ebeveynlerin dikkatini çekmeye başlar. Her sabah karın ağrısı, mide bulantısı gibi çeşitli fizyolojik belirtiler dile getiren, “Anne ne olur bugün okula gitmeyeyim” diye yalvaran, yuvada ya da okulda “Anne ne olur yanımda kal” diye bağırıp ağlayarak annesine yapışıp onların gitmesine izin vermeyen çocuklar büyük olasılıkla ayrılık kaygısı sorunsalını yaşıyorlardır. Ve bu süreç eğer bir uzmandan yardım alınmaz ise çok uzun süre devam edebilir. Çocuğun kendini güvende hissettiği annesinin yanından, evinden uzaklaşması, tanımadığı bir ortamda farklı çocuklarla bir arada bulunması kaygısını oldukça arttırır. Bu durum çocuğun okula uyum sağlayamamasına, derslerde dikkatini toparlayamamasına, akademik başarısızlığına, arkadaş edinememesine ve sosyal faaliyetlere katılamamasına sebep olur.

Kaygıyı Azaltmak İçin Yapılabilecek Bazı Öneriler:

  • • 7 ay – 2 yaş dönemi içerisinde bakıcı değiştirmemeye çalışın. Eğer çalışmaya başlayacaksanız, bebeğinizin siz yanındayken yavaş yavaş bakıcıya alışması için ona zaman tanıyın. Onlar arasındaki güven sağlandıktan sonra bazı görevleri bakıcıya devretmeye başlayın.
  • • Evden ayrılacaksanız, kesinlikle ona gözükmeden, kaçarak evden çıkmayın. Mutlaka vedalaşın. Onu öpüp ona sarılın nereye gideceğinizi ne yapacağınızı kısa bir sohbetle ona anlatın ve mutlaka geri döneceğinizi söyleyin. O ağlasa bile siz sakin ve huzurlu bir şekilde ondan ayrılın. Eğer ağlayacaksanız bunu ondan ayrıldıktan sonra yapın. Bu hoşça kal sohbetini her ayrılıştan önce rutin bir şekilde mutlaka yapın. Ancak bu şekilde aranızdaki güven ilişkisi sağlamlaşacaktır.
  • • Kaygılı ve üzüntülü olduğunuzu ona belli etmemeye çalışın ve yüzünüzdeki ifadenin sakin ve huzur verici olmasına özen gösterin. Unutmayın, kaygınızı çocuğunuza da yansıtıp onunda endişeli olmasına sebep olabilirsiniz.
  • • Sadece olumlu duygularını değil, olumsuz olanları da dinlemeye özen gösterin. Onu bu duygularını da anlayıp kabullendiğinizi gösterip rahatlatmaya çalışın.
  • • Okulun ilk gününde mutlaka yanında olmaya ona destek olmaya çalışın. Bunun kısa bir ayrılık olacağını, yeni kişilerle tanışıp yeni şeyler öğreneceğini ve iyi vakit geçireceğini ona söyleyin. Eve döndüğünde ise günün nasıl geçtiğini sorup onu sıkmadan sadece dinleyin.
  • • Sakın geri adım atmayın, kararlı ve tutarlı olun. Onu okula gitmesi için ikna etmeye çalışın.

Davranış Bilimleri Enstitüsü
Çocuk ve Genç Bölümü
Klinik Psikolog
Aslı Kızıltoprak Tuna
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:03
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
25 Kasım 2009       Mesaj #156
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Sorunlarınızı Uyurken Çözebilir misiniz?

Pratik amaçlar için herhalde en önemli soru, rüyalarınızı uyanıkkenki düşünceleriniz kadar dikkatle ele alıp almadığınız ve bunların içinde problemlerinize çözüm arayıp aramadığınızdır. Acaba gerekli önemi yöneltirseniz, doğru yanıtları bulma şansınız artar mı? Rüyaların gerçek hayattaki problemlerimizi çözümlemeye ışık tuttuğunu nasıl ispatlayabiliriz?..

Rüyaların gerçek hayattaki problemlerimizi çözümlemeye ışık tuttuğunu nasıl ispatlayabiliriz?..
Birçok kez kişilerin, rüyalarında bir sorunu çözerek ya da sanatsal yönden yaratıcı bir fikir ile uyandıkları rapor edilmiştir ki, bu adeta, rüyada koparılan çiçeği uyanınca elde bulmaktır.

En iyi bilinen örnek, yıllarca benzinin molekül yapısının ortaya çıkarmaya çalışmış Alman kimyageri Friedrich August Kekule’nin başından geçmiştir.

1865 yılında, bir gece ateşin başında kestirirken çoğu birbirine yakın, uzun diziler halinde değişik molekül yapıları gördü. Hepsi yılan gibi kıvrıla kıvrıla hareket ediyordu. Ansızın, yılanlardan biri kendi kuyruğunu yakaladı. Kekule “sanki yıldırım çarpmış” gibi uyandığını ve benzinin molekül yapısının kapalı karbon halkası olduğunu anladığını yazdı.

Rüyaların gerçek hayattaki problemlerimizi çözümlemeye ışık tuttuğunu nasıl ispatlayabiliriz? Bir kaç yıl önce uyku ve rüya konusuna ilk eğilenlerden Amerikalı araştırmacı William C. Dement, Stanford Üniversitesi’nin 500 öğrencisine bir problem verdi ve o geceki rüyalarını not etmelerini istedi.

Problem O, T, T, F, F harfleri arasındaki bağlantıyı bulmak ve sonra gelecek iki harfi tespit etmekle ilgiliydi. Zor görülmekle birlikte, kolay bir çözümü olan bu soruya, dokuz öğrenci doğru cevap verebildi. Bunların ikisi problemi, gece yatmadan önce, yedisi ise rüyalarında çözmüştü. İşte biri rüyasını şöyle anlatıyor: “Bir sanat galerisinde duvardaki resimlere bakıyordum. Yürürken resimleri saymaya başladım… bir, iki, üç, dört, beş. Fakat altıncı ve yedinciye gelince, resimler çerçevelerinden ayrıldılar. Boş çerçevelere bakarken, bir esrar perdesinin aralanmakta olduğunu hissettim. Aniden altıncı ve yedinci boşlukların problemin cevabı olduğunu anladım.”

Problemin çözümü gerçekten altı ve yediydi. O, T, T, F, F harfleri İngilizce bir, iki, üç, dört ve beş rakamlarının baş harfleridir ve sonra gelecek iki doğru harf de, altı ve yedinin baş harfleri olan S ve S olacaktır. Bu rüyalar aklımıza şu soruyu getiriyor: Problem çözen rüyaların, tam olarak neresinde, uyuyan kişi veya beyninin her hangi bir yeri, çözümü kavrıyor?

Esrar, rüyada altıncı ve yedinci boşluklar fark edilince mi, yoksa daha ilk başta resimler sayılmaya başlanınca mı açığa çıkıyor? Beş resmi ve iki boş çerçeveyi sayarak öğrenci, belki de problemi yeniden ortaya koyuyordu; çünkü problem, beş bilinen ve iki bilinmeyenden oluşuyordu. Sayıları sayarken saymanın kendisini çözümü ulaştırdığını fark etmiş olabilir.

Diğer bir örnek, uyuyan kişinin rüyasında, kendisinin veya kendisini sembolize eden karakterin çözümü keşfederken aynı rüyada başka bir karakterin, çözümü önceden bildiğini destekler. Bir sabah genç bir doktor adayına çözümlemesi için bir problem verdim. İngilizce’de hangi iki kelime “HE” harfleriyle başlayıp, yine “HE” harfleriyle biter?

Doktor çözümü araştırarak, bir kaç dakika düşündü; ama bulamadı. Sonunda en iyi yolun, uyumak üzereyken probleme konsantre olmak olduğuna karar verdi. Sabaha karşı ikide yattı ve altı saat sonra uyandığında, bir rüya hatırladı. Rüyanın kendisini çözüme nasıl ulaştırdığını da fark etti. Rüya şöyle idi:

“Bahçemde çiçek topluyordum. Aniden göğsümde kuvvetli bir ağrı hissediyor ve sırt üstü düşüyorum. Juliet, gerçek hayattaki sevgilim, evden gülerek çıkıyor. Gülüşü her zamanki gibi değil ve tuhaf bir şekilde hee… hee.. heee diye sesler çıkarıyor. Bana acımasını beklediğim için, gülmesine şaşırıyor ve kırılıyorum. Bir ambulans çağırıyor ve hastaneye götürülüyorum. Şoföre abuk olmasını, ağrının çok tehlikeli olduğunu söylüyorum ve yolun neden bu kadar uzadığını soruyorum. Bana, yolun tıkalı olduğunu, yola düşen bir beynin yerden alınana dek trafiğin durdurulduğunu açıklıyor. Hastaneye vardığımızda tekerlekli bir sedye ile ön kapıdan geçiriliyorum. Orada bir sürü insanın birikmiş olduğunu ve aynı Juliet gibi güldüklerini görüyorum. Ellerimle ile kulaklarımı tıkamak istiyorum fakat parmaklarımı birleştiremiyorum. Bir odaya alındığımda doktorun biri, “Sana ne olduğunu biliyorum” diyor.

- “O zaman beni şu ağrıdan kurtar.”
- “Kurtarabilirim ama kurtarmayacağım. Ne olduğunu bana anlatmalısın, o zaman kendini iyi hissedecek ve eve geri dönebileceksin.”
- “Koroner spazmı geçirdim.”
- “Abuk sabuk konuşma.”
- “Ben de bir doktorum ve bu yüzden kısa ve özlü konuştum.”
- “Ne olduğunu herkesin kullandığı kelimelerle anlatana dek seni bırakmamam emredildi.”

Bütün bu konuşmalar olurken, eliyle ağzını gizleyerek gülüyor, hee… hee… diye tiz sesler çıkarıyordu. Çok kızıyorum ve “Beni çok hiddetlendiriyorsun” diyorum, “Ne diye gülüp duruyorsun, bu ağrı hep devam edebilir, sen ne dersen de, istersen halk değimiyle kalp ağrısı de.” Ben bunları söyleyince gülmesi duruyor ve “Eve gidebilirsin” diyor. Ağrıyı hala duyuyorum ama şimdi nerede olduğunu tam olarak kestiremiyorum.

- “Henüz tam olarak iyi değilim.”
- “Başka bir doktora görünmelisin, bir uzmana git.”
Hastaneden ayrılıyor ve Morton Schatzman ile karşılaşıyorum. Bana “İyi olmadığını duydum, sana iki derdin olduğunu söylemiştim” diyor.
- “Bunları düşünmemek sadece uyumak istiyorum.”
- “Ne zaman istersen uyuyabilirsin, ama ağrılarla kelimelere dikkat etmelisin”
- “Bulmacalar başımı ağrıtıyor” diyorum ve o anda tüm ağrılarım geçiyor.

Rüya böyle bitiyor. Doktor uyanınca, aradığı kelimelerin kalp ağrısı (heartache) ve baş ağrısı (headache) olduğunu buluyor.
Doktor, doğru yanıtı tam olarak ne zaman keşfediyor? Tıbbi dilde bilgi istemeyen doktor O’na kılavuzluk mu ediyordu? Aynı şeyi Morton da “Ağrılarla kelimelere dikkat etmelisin.” derken yapmıyor muydu? Doktoru ve Morton’u uyuyan kişi yarattığına, onlar rüyaya kendiliklerinden girmediklerine göre, rüya süresince beynin doğru yanıtı bilen bir bölümü, sanki kendisiyle saklambaç oynar gibiydi. Kişi farkına bile varmadan beyninin bir bölümü, uyumadan önce çözümlemiş ve rüya boyunca çeşitli yollarla dikkati doğru yanıta çekmiş olabilir.

Bu rüyayı gören doktor bir süre sonra, not almış olduğumuz rüyayı yeniden okudu ve kendisinin de, benim de gözünden kaçmış bir nokta buldu. “HE” ile başlayıp biten bir başka İngilizce kelime de “HE” idi ve rüyanın hemen ilk başlarında Juliet’in tuhaf gülüşüyle kendini belli etmeye çalışıyordu. Ama rüyanın yaratıcı etkeni ( tabii eğer böyle bir etken varsa ) onunla yetinmemiş olacak ki, rüya başka çözümlere doğru devam ediyor.

Rüyayı görenlerin, onları doğru yanıta götürebilecek bu rüyaları, sonradan hatırlamamaları olasıdır. Bazen de rüyayı hatırladıkları halde, onun vermeye çalıştığı mesajı veya çözümü anlayamazlar.

Bu duruma ait bir örnek Dement tarafından bildirilmiştir. Dement öğrencilerine, H, I, J, K, L, M, N, O harflerinin ne ifade ettiğini sormuştur. Genç bir öğrencisi bu problemden sonra gördüğü rüyaları şöyle dile getirmiştir: “Gördüğüm rüyaların hepsi de suyla ilgiliydi. Birinde köpek balığı avlıyordum, ötekinde deniz dibine dalmışken, kocaman balıklarla karşılaşıyordum. Bir diğerinde şiddeti bir yağmur yağıyordu, sonuncusunda ise bir yelkenli ile dolaşıyordum.”

Bu rüyaları gören öğrenci cevap olarak, “Alfabe” demiş ama Dement’in istediği cevap “Su” idi. İngilizce’de H’den O’ya kadar anlamına H to O derken kullanılan “to” edatı ile “iki” anlamına gelen “two” kelimelerinin okunuşları aynıdır ve böylece Dement, öğrencilerinin, suyun kimyasal formülünü bulmalarını beklemişti.

Önemli olan rüyayı gören kişinin “çiçeği” koparıp koparmaması değil, çiçeğin nereden geldiğidir. Nerede yaratılmaktadır? Şimdiye dek “Beynin bir bölümü” dedik; ama “yöntemleyen” ya da “mekanizma” daha uygun terimler olmaz mı? Rüyada problem çözme yöntemi, uyanıkken problem çözme yöntemiyle bir midir? Rüyada çözümlerin dramatik bir şekilde sunuluşu, bunun, uyanıkkenki mekanizmadan farklı olduğunu ortaya koyuyor.

Rüyaların çoğunun oluştuğu hızlı göz hareketleri dönemi (REM) uykusunun, önemli fizyolojik ve psikofizyolojik rolü vardır. Bu rolün tam olarak ne olduğunu açığa çıkarmak için bir çok incelemeler yapılmıştır ve üzerinde kuvvetle durulan bir seçenek şudur:

REM uykusu sırasında beyin, yakın geçmişte alınan bilgileri depoya kaldırmadan önce analiz eder ve böylece organizmaya, yeni uyarıcılara ulaşmak için bir fırsat verir. REM uykusunun varsayılan bu rolünün, doğru yanıtları bulunduran rüyalarla ilgisi olduğu düşünülmektedir. Bazı yazarlar, rüyaların REM uykusunun amaçsız yan ürünleri olduklarını öne sürmüşlerdir. Problem çözen rüyalarla ilgili olarak aktarılanlarla, tüm rüyaların bir şeyler çözümledikleri ileri sürülmese de en azından bazılarının, gerçekten amaçlarına ulaştıkları belirtilir. Problemlere doğru yanıt getiren rüyaların tümünün REM uykusu sırasında olduğunu söyleyebilmek için de daha derin araştırmalar gerekmektedir.

Burada sunulan örneklerde, uyuyan kişi, hep tam “çiçek” ortaya çıktığında uyandı. Bu bir rastlantı mı, yoksa “beynin bir bölümü” doğru yanıtı fark eder etmez kişinin çözümü anlayıp hatırlaması için uyanması gerektiğini bir rastlantı mı, yoksa “beynin bir bölümü” bir annenin, etrafındaki gürültülere aldırmadan uyuyabilmesine karşın, kendi bebeğinin ağlama sesini duyar duymaz, uyanmasına neden olan bölümle aynı mıdır?

Pratik amaçlar için herhalde en önemli soru, rüyalarınızı uyanıkkenki düşünceleriniz kadar dikkatle ele alıp almadığınız ve bunların içinde problemlerinize çözüm arayıp aramadığınızdır. Acaba gerekli önemi yöneltirseniz, doğru yanıtları bulma şansınız artar mı?
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:04
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
11 Aralık 2009       Mesaj #157
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Hezeyandan Kinciliğe Siyonist rüyanın tâbiri

Yahudi halkının sosyo-ekonomik yapısı, diğer uluslarınkinden esaslı bir şekilde farklıdır. Bizimki aykırı ve gayrı tabîidir." (Ber Borochov- The Economic Development of the Jewish People,1917)

"Siz (Yahudiler) şeref, vazife duygusu, mâneviyat, vatanperverlik, idealizm yoksunusunuz..." (Max Nordau – 1'nci Siyonist Kongresi konuşması, 1897)

"Fakat emek, insanı toprağa bağlayan tek kuvvettir...ulusal kültürün oluşturulması için ana enerjidir. Bizde olmayan bir şey bu fakat yokluğunu hissetmiyoruz. Ülkesiz bir halkız, yaşayan bir ulusal dili olmayan, ulusal kültürü olmayan bir halk. Emeğimizin olmaması bizim için mesele değilmiş gibi görünüyoruz. - bırak işi İvan, John veya Mustafa yapsın..." (A.D. Gordon, "Our Tasks Ahead, 1920)

İlk siyonizm keyifli bir rüya idi, "Yahudinin" "medeni, saygılı ve sahih bir insana" dönüşmesi için vardı. Siyonizmin kurucuları "diğer halklar gibi bir halk" ve "uluslar arasında bir ulus" fikrinden ilham almışlardı. Nordau, Borochov ve Gordon gibi ilk siyonistleri okuduğumuzda, Yahudi vasfı ve kimliği hakkında aşağılayıcı göndermelerle karşılaşırız öyle ki Nazi ideolojisi onun yanında biraz liberal kalır.

Bununla birlikte, bir saniye durun ve siyonist rüya hakkında eleştirel bir şekilde dikkatlice düşünün. Hangi tür bir halkın "insan olma" rüyası gördüğüne hayret edilebilir. Bir Fransız, İngiliz veya Çinli erkek yahut kadının sıradan bir "insan" olma rüyası gördüğünü tahayyül edebilir misiniz? Zulme uğrayan insan varlıklarının insan gibi muamele görmeyi talep edebileceklerini kolayca düşünebiliriz (Filistinliler, Sivil Haklar Hareketi, Irk ayrımcılığı karşıtları vb). Siyonist rüya gene de başkadır. Tanınma veya eşitlik arzusundan ibaret değildir o; uygun bir şekilde muamele görme meselesi de değildir sadece; "kendini dönüştürme" rüyasıdır. Aslında, marazî gayri tabîi bir durumdan kabul edilebilir doğru bir insan şekline doğru mûcizevi bir başkalaşımdır.

Kurgusal bir masal bağlamında bir ineğin sütçü olma fantezisini, bir domuzun Koşer şinitzel olmak için "öldüğünü", bir yılanın İşçi partisini ele geçirmeyi istediğini ve sonra yeni bir siyonist gayrimeşru savaş açmayı planladığını kolayca tahayyül edebiliriz. Ancak bir halkın "sıradan insan" olma emeli beslediğini düşünmek hayli tuhaftır.

Tuhaf rüyayı açıklamanın yahut tâbir etmenin somut bir yolu herhalde siyonist rüyaya yenik düşenlerin, tâbîi halleri içerisinde, insanlıktan sahiden uzak olduklarına inandıklarını varsaymaktır. İnsan olma rüyası görenlerin, insanlığın onların bir şekilde sahip olmadıkları bir vasıf olduğuna kâni oldukları haklı olarak farzedilebilecektir.

Dün, Librairie Résistances, Paris'de (Gazze'ye para toplamak için düzenlenmiş bir faaliyetti) İsrail'in "evrilen barbarizmi" hakkında, İsraillilerin yüzde 84'ünün İsrail ordusunun geçen Aralık ayında Gazze'deki soykırımvâri suçunu nasıl olup da destekleri hakkında bana soru soruldu. "İsrail'in câni eylemlerinin nasıl ortaya çıktığını anlamak için yapmamız gereken tek şey, geriye doğru iz sürmek ve ilk siyonist ideologları yeniden okumaktır" dedim. Siyonist düşünürlerden "rüyalarını" ve soydaşlarıyla ilgili vizyonlarını kolaylıkla öğrenebiliriz. Modern Yahudi ulusçuluğunun kurucuları, Yahudi kimliğinde, kültür ve vasfında bir şeylerin topyekûn yozlaşmış olduğunu bir şekilde kabul ederler. Bununla birlikte, ıslah olunabilir olduğuna samimiyetle inandılar.

Siyonizm, yeni bir Yahudiyi, medeni üretken bir insanı ortaya çıkarmak için vardı. Aslında sırılsıklam ve menkıbevî bir rüyadır. Genç bir İsrailli olarak, ben bu rüyaya boyun eğenlerdendim. İsrail'in "benim" tarihi toprağım olduğuna inanırdım. Kitâb-ı Mukaddes kahramanlarına benim doğrudan atalarım nazarıyla bakardım. Söz konusu olan "ilk İsrailliler" olduğunda, ideolojik nakil operasyonu büyük bir başarıydı bana göre. Biz, genç İsrailli yerliler, "değiştirilmiş, medenileş/tiril/miş, hümanist ve seküler varlıkların başarı hikayesinden daha azı olmadığımıza inanırdık.

Söylemeye gerek yok, Filistin tarihi, Filistinliler ve Nakba bizden tamamen gizlenmişti. Filistinlileri çevremizde de görmüyorduk, bırakın nedenini, acı çektiklerinden bile habersizdik. Esasen büsbütün kördük. Ordumuzun en insancıl ordu olduğuna inanırdık. Her İsrailli'nin kütüphanesinde özel bir yeri olan efsânevi foto albümü "1967 Zafer Günlüğüyle" büyüdük. Bu cilalı propaganda kitabında, İsrailli bir asker Mısırlı mahkuma su veriyordu. Halkımızın evrensel hümanizmi cirolamasının sembolü nazarıyla bakardık ona. Dehşetli gerçeğin, Sina çölünün gerçekte yüzlerce Mısırlı savaş esirinin katledildiği saha olduğu gerçeğinin farkında değildik. Niçin bilmiyorduk? Güzel bir soru bu. Bu savaşa katılan babalarımız birşeyler biliyor olmalı ama sessiz kaldılar. 1948 Filistinli mülteciler konvoyuna şahit olan ebevenylerimiz Nakba hakkında birşeyler biliyor olmalı fakat sessiz kaldılar. Yeterince ilginçtir, bizde onların izinden gittik. Büyüyüp IDF askeri olduğumuzda biz de aynısını yaptık, gözlerimizi kapattık (1982 Lübnan). Ve bu hiçbir zaman değişmedi. İsrail'in mânevi uyanışı hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bunun gerçekleşmeyeceğini şimdiye dek savundum. Siyonist rüya çok konforludur. Yüz yıldan daha fazla süren vehmi bir mânevi aldanıştan sonra, İsrailliler ahlak komasına girdiler.

Siyonizmin hümanist başkalaşma rüyası gerçekliğe veya uygulamaya tahvil olmadı. Tam tersi, İsrailliler ve siyonistler kendilerine yanıltıcı vehmi bir prizmadan bakmayı öğrendiler. Hümanistlere dönüşmek yerine, aşırı Yahudi merkezli rüyalarında, "önde gelen hümanistler" oluverdiler.

Freud, rüyanın uykuyu uzatmak için var olduğunu öğretti bize: Dışarıdaki bir siren sesi, bebek ağlaması ve damlayan çeşme rüyaya dâhil edilirdi ki uyuklamaya devam edelim. İsrailli'nin hümanist rüyası da benzer şekilde işler: Siyonistin uyuklaması için vardır, yahudileri, devletlerinin kendi adlarına işlediği suçlardan uzak tutmak için vardır. Goldstone raporu veya Ahmedinejad'ın geçerli eleştirileri gibi "dış dünyadan" gelen rahatsızlıklar, rüyaya "patolojik Yahudi karşıtlığının" yol açtığı "beyaz gürültü" olarak dâhil edilir. Yahudi devleti hakikatte eşsiz bir şekilde barbar olmasına rağmen, onların rüyalarında böyle bir şey yoktur ve "işler her zamanki gibi akıp gitmektedir."

Filistindeki İsrail barbarlığının günlük gerçeği bizi siyonist dönüşüm rüyasına geri götürmelidir. Yahudi devleti büyük vaade rağmen "diğer uluslar gibi bir ulus" olamadı. Benzer şekilde, siyonist halk "diğer halklar gibi bir halk" değil zira hiçbir halk soykırımı topluca onaylamaz.

Kimlik dönüşümünün sözümona kutsanışı olan Yahudi devleti, siyonizmin şifa vereceği marazî semptomların ete kemiğe bürünmüş halidir. İsrail kendisini devasa getto duvarlarıyla çevirmeyi ve yerli nüfusunun üzerine ateş ve kitle imha silahları püskürtmeyi çoktan başardı. Milyonlarca insanı temerküz kampına kilitledi ve açlığa mahkum etti. Çok tuhaftır, siyonist hümanist başkalaşma rüyası ironisinin tam anlamı ancak İsrail'in devasa barbarlığı karşısında yeterince anlaşılabilir.

Siyonizm başarısızlığa mahkum: Kan bağına dayalı bir projedir, ırk yönelimlidir ve iliğine kadar üstünlükçüdür. Siyonist rüya tahripkâr bir kabusun gerçek olmasıdır: Golem* Yahudi devleti, Yahudiler adına daha fazla suç işlemek için her sabah uyanıyor. Yüzlerce nükleer bombanın olduğu bir cephanesi var ve intikamdan başka bir şey vaaz etmeyen vehmi bir holokost dini tarafından motive ediliyor. İnsanlığa, insancıllığa ve medeniyetimize karşı İsrail'den ve onun dünyadaki lobilerinden daha büyük bir tehlike yoktur.
Söylemek istediğim tüm şey şu: Gözünüzü dört açın.

Gilad Atzmon
Golem – Yiddiş Frankeştaynı
Çeviren: M. Alpaslan Balcı
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:05
volture - avatarı
volture
VIP "Ipıslak Balık"
15 Ocak 2010       Mesaj #158
volture - avatarı
VIP "Ipıslak Balık"

Sevgiline bağlı mısın, bağımlı mısın?



Evlilikler ya da uzun süreli beraberliklerin ilk ayından itibaren kimliğimizi farklı bir boyuta taşımaya başlıyoruz. Kendimizi unutuyoruz, alışkanlıklarımızdan vazgeçiyoruz, partnerimizle tek bir vücuda dönüşüyoruz.
Evlilikler ya da uzun süreli beraberliklerin ilk ayından itibaren kimliğimizi farklı bir boyuta taşımaya başlıyoruz. Kendimizi unutuyoruz, alışkanlıklarımızdan vazgeçiyoruz, partnerimizle tek bir vücuda dönüşüyoruz.

Dudaklardan dökülen ‘ben’ kelimesi, yerini ‘biz’ kelimesine bırakıyor. Dünya benim için değil, bizim için dönüyor. Hayat, ‘Benim hayatım’ değil, ‘bizim hayatımız’ oluyor. Böyle gelmiş, böyle gider... Büyüklerin dediği gibi, bir elmanın iki yarısı olmak... Bu söz dünyadaki tüm ilişkilerde genel geçer bir kural. İlişkiler bu temel üzerinde yükseliyor. Evet, bir bütün olabilmek güzel de bunun da sınırları olmalı. Çünkü bu kez ilişkide bağımlılık sorunu ortaya çıkabilir.

Peki, neden birbirimize bu kadar çok bağlanıp birey olduğumuzu unutuyoruz?
Psikolog Aslı Akkan bu durumu şöyle açıklıyor: “Zaman geçtikçe ilişki içindeki taraflar, ilişkiyi koruma adına kendilerini unutuyor. Bu durum uzun ilişkilerin sıradanlaşmasına yol açıyor.” Zaten yapılan araştırmalar gösteriyor ki birbirine bağımlı olma, terk edilme; sevilmeme ve yalnız kalma korkularımızdan kaynaklanıyor.

Birey olduğunuzu unutmayın!

Gerçekten de birçok ilişkide çiftler ilk günkü heyecanlarını yitirdikleri, birbirlerinden sıkıldıkları için ayrılıyor. Oysa sıradanlaşan ilişkileri kurtarmanın çok kolay bir yolu var: Kişilerin kendi isteklerini, zevklerini açık açık söylemeleri. “Tarafların ilişki kurmayla ilgili güvenlerini mümkün olan en üst düzeyde geliştirme çabaları, uzun süreli ilişkilerin yıpranmasını en aza indirecektir” diyor Akkan. İşte bu yüzden de yeni bir ilişkiye başladığımız an birey olduğumuzu asla unutmamak büyük önem taşıyor.

Bağlanmanın bilimsel açıklaması da var

Psikolog Aslı Akkan bağlanmayla ilgili sorunları Bolwby’nin Bağlanma Kuramı’na bağlı olarak temellendiriyor. Aslında ilişkimizdeki bağımlılık derecemiz bebekliğimizden itibaren şekillenmeye başlıyor. Bolwby Kuramı’na göre 3 tip bağlanma türü ortaya çıkıyor.

Güvenli Bağlanma (Secure Attachment): Güvenli bağlanma gösteren bebekler, anneleri ya da bakıcıları yanlarındayken ondan uzaklaşıp çevreleriyle ilgilenir. Diğer bireylerle iletişime girme konusunda rahat davranırlar, bakıcıları uzaklaşırsa ya kısa bir süre ağlayıp sonra oyuna dalarlar ya da fazla tedirginlik göstermezler. Bakıcı geri döndüğünde sevinip onunla ilişkilerini sürdürürler.

Kaygılı/Çelişkili Bağlanma (Anxious / Ambivalant Attachment): Bu bebekler anneden ayrılıp çevreyle ilgilenmez. Anneleri uzaklaştığında terk edildiklerine dair korkuları iyice artar, anneleri yanlarından ayrılıp geri dönerse ağlarlar ve bir yandan ona sarılıp bir yandan da iterler.

Kaçınık Bağlanma (Avoidant Attachment): Bebekler, anneleri yanlarındayken çevreyle ve yabancılarla ilgilenir, duygularını anneleriyle paylaşmaz, bir bakıma annelerinden bağımsız bir biçimde çevreyi araştırır. Anneleri yanlarından ayrılıp geri dönerse, görmezden gelip oyunlarına devam ederler.

İlişki terapisti gözüyle bağımlılık

Cinius Yayınları’ndan çıkan ‘İlişkinizi Kurtarma Rehberi’ adlı kitabın yazarı, Yaşam Koçu ve İlişki Terapisti Yeşim Varol Şen’e ilişkilerde yaşanan bağımlılığı sorduk.

İlişkilerde yaşanan en büyük problem nedir?

Son dönemlerde danışanlarımda izlediğim en önemli sorun iletişim eksikliği. Yanlış iletişim dili kullanmak, sorunların çözümünden uzaklaşmayı ve sürekli tartışmayı doğuruyor. Yargılayıcı ve suçlayıcı bir dil kullanmak uzun vadede saygıyı ve sevgiyi örseliyor. Bunun yanı sıra ilişkide aşırı beklenti içinde olmak, birey olmaktan vazgeçmek, gereksiz kısıtlamalar, geçmiş tartışmaları sürekli gündemde tutmak sıkça görülen hatalardan bazıları. Özellikle beni dehşete düşüren ve maalesef toplumumuzun kanayan yarası şiddet de bu saydıklarıma ekleniyor.

Birey olduğumuzu unutup birbirimize çok fazla mı bağımlı oluyoruz?

Her ne kadar istisnai durumlar olsa da birçok bireyde kimliğini ilişkinin kimliğiyle özdeşleştirmek gibi bir algı yanılması yaşanıyor. Birçoğumuzun aklında ‘ilişkide böyle davranılması gerekir’ şeklinde kalıplar var. Oysa bu kalıplardan doğan kısıtlamalar sadece ilişkinin ömrünü kısaltıyor. En önemli şey ilişki değil, ilişkiyi yaşayan bireylerdir. İlişki içerisinde ‘biz’ olabilmek önemli ancak bu ‘ben’ kimliklerimizi bir kenara bırakmamız anlamına gelmiyor. Kendi kimliğini koruyabilen, sınırlarını çizebilen bireylerin kurduğu ilişkiler daha sağlıklıdır. Bireyler ilişkilerini bağımlılık hissederek değil, hayatlarını zenginleştirecek birliktelikler olarak yaşamalı. Çünkü bağımlılık, kişilerin sınırlarını korumasını engelleyen bir durum. Bu anlamda bağlanmakla, bağımlı olmak arasında ciddi fark var.

İlişkinin hangi evresinde birey olduğumuzu hatırlamamız gerekiyor?

İlişkinin hiçbir evresinde birey olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. Kendi kimliğimizi salt ilişkimizin kimliğiyle tanımlamak bir bağımlılıktır. Bu bize bireyin ciddi bir öz değer problemi yaşadığını gösteriyor. Hayatının merkezine kendisini koyabilen, ancak kendisi mutlu olduğunda etrafına da mutluluk verebilen bireyler mutlu ilişkiler kurabilir. Aksi takdirde sırf ilişkiyi korumak adına kendinden fazlasıyla taviz verip tükenen, ilişkinin dışında toplumla uyum problemleri yaşayan bireyler haline döneriz.

Güzel bir ilişki sağlıklı bir şekilde yürütebilmenin sırrı nedir?
Arkadaşlık çok önemli. Bu da doğru iletişim diliyle mümkün. Bireylerin ilişkinin dışında da kendilerine zaman ayırmaları ilişkiyi besliyor. Ayrıca eşimizin farklılıklarını kabul etmek ve bunlara saygı göstermek, sorunlar karşısında çözüm odaklı davranabilmek de önemli. Çoğu insan tartışmalarda haklılığını kanıtlamaya çalışıyor. Önemli olan haklı olmak değil, mutlu olmaktır.

Deniz Vargeloğlu / Seninle dergisi
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:06
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
22 Ekim 2010       Mesaj #159
Avatarı yok
Yasaklı

Şişirilmiş Kendiliğe Klinik Yaklaşım


Birçok yazarın öncül çalışmalarının sonucu olarak narsisistik kişilik bozukluğunun (NKB) yapısal-dinamik (structural-dynamic) özellikleri iyi tanımlanmış ve yaygın kabul görmüştür. Bununla beraber klinik açıdan bu yapısal kavramların bazıları açık olarak belirtilmemiş, daha çok kuramsal tarzda hatta bazı yönlerden de uygulanamaz biçimde kalmıştır.

Bu özellikle, sadece meta psikolojik olarak bir anlam taşıyan ve klinik (ya da tanısal) özellikler barındırmayan şişirilmiş kendilik (grandiose self - narsisistik kişiliklerin özgül, baskın ve benzersiz iç psişik yapısı-) kavramı açısından geçerlidir. Bu açıdan “şişirilmişlik (grandiosity) ve kendisiyle aşırı ilgilenme” (Masterson, 1981) ya da “kendi önemine ilişkin şişirilmiş bir duygu ve benzersiz olma” (DSM—III, APA) gibi tanımlamaların NKB’ unun klinik görüntüsünün oluşmasında tamamen şişirilmiş kendiliğin rolü olduğu sanısına kapılınabilir.

Bu makalenin birinci amacı var olan verileri sistematize etmek ve NKB’ unun şişirilmiş kendiliğe bağlı olan klinik biçimleriyle ilişkili yeni bazı bulguları ortaya koymaktır. Burada aynı zamanda bu makalenin odaklandığı düşünce olan şunu vurgulamak istiyorum: Şişirilmiş kendiliğin klinik dışa vurumu hakkındaki sistematize edilmiş bilgi, kişiye NKB klinik görüntüsünün içindeki tipik narsisistik öğeleri ayırt etmesini, böylece narsisistik “kişiliklere” klinik (ve tanısal) yaklaşımda daha fazla farkındalık oluşturmasını sağlar.

Şişirilmiş Kendilik ve Narsisistik Kişilik Bozukluğu
Güncel anlayışımıza göre şişirilmiş kendilik narsisistik iç psişik yapının tipik ve benzersiz (unique) yapısıdır. Erken dönem hayal kırıklıklarına bir savunma olarak gelişen şişirilmiş kendilik, erken çocuklukta içsel dünyadaki tüm “iyi” mental yapıların iç içe geçmesi ile (condensation) oluşmuştur (Kernberg 1975). Bu iyi mental yapıların patolojik iç içeliği imgesel bir “tüm-iyi (all good)” sığınak yaratır (şişirilmiş kendilik) ve bunun aracılığıyla narsisistik kişi kendini özel, diğerlerinden daha değerli ve daha önemli olarak yaşantılar; böylece dışardan gelen hayal kırıklıklarının neden olduğu sorunların üstesinden gelmeye çalışır.

Baskın şişirilmiş kendilik yapısıyla beraber daha derin düzeyde ürkek, kırık ve emosyonel olarak aç gerçek kendilik (real self) bulunmaktadır (Kernberg 1975). İç dünyanın bu yarılmışlığı , yani baskın olan şişirilmiş ve saklanmış gerçek kendiliğin bir aradalığı (narsisistik ikilik – narcisistic duality) NKB’unun temel yapısal özelliklerinden biridir.

Şişirilmiş kendiliğe klinik bir yaklaşım pratik anlamda önemli bir soruya yol açar: Şişirilmiş kendilik yapısının klinik dışa vurumu nedir ?

Bu makalenin biçimi şöyle bir yol izleyecektir: İlk olarak NKB’nun şişirilmiş kendilikten doğrudan kaynaklanan klinik biçimleri tanımlayacağım; daha sonra narsisistik bozukluğun, içsel dünyada şişirilmiş kendiliğin bulunmasının bir yansıması olarak ortaya çıkan dolaylı klinik biçimlerini ortaya koyacağım.

Şişirilmiş Kendiliğin Doğrudan Klinik Dışa vurumu
Benim klinik gözlemlerime göre (patolojik narsisizm alanında çalışan diğer yazarların çözümlemeleriyle -formülasyonlarıyla- uyumlu olarak) narsisistik bozukluğun doğrudan şişirilmiş kendilikten kaynaklanan klinik biçimleri (1) şişirilmişlik (grandiosity) ve (2) göstermecilik (exhibitionism) tir. Bu bölümlemenin bir parça şematik olduğunu vurgulamak gerek, çünkü şişirilmişlik ve göstermecilik eş zamanlı olarak birbirinin yerine geçebilen özelliklerdir; örneğin göstermecilik dış dünyaya kendini sergileyerek içsel şişirilmişlik yaşantısına onay sağlar.

Narsisistik şişirilmişlik

NKB’un klinik görünümünde şişirilmişliğin doğası, kökeni ve görünümü Kohut tarafından açıklanmıştır. Kohut “narsisistik kendilik beğenilmek ve izlenilmek ister” diye yazmıştır. Diğer yazarların (Kernberg 1975 gibi) benzer çözümlemeleri narsisistik hastaların açıkça ortada olan şişirilmişliklerinin, şişirilmiş kendilik yapısının doğrudan dışa vurumu olduğunu desteklemektedir.

Klinik açıdan (bir fenomen olarak) şişirilmişlik, narsisistik kişinin düşünce, duygu ve hareketlerini de içine alan baskın bir benzersizlik ve şişirilmiş bir kendilik önemi duyusu olarak tanımlanabilir.

Narsisistik hastalar şişirilmişliklerini birincil olarak, gerçek dünyadaki etkinliklerin yerine geçen düşünce düzeyindeki düşlemler olarak yaşarlar. DSM-III NKB tanı ölçütlerinden birinde de bu “sınırsız başarı, güç, ışıltı, güzellik veya ideal aşk düşlemleri ile uğraş halinde olma” olarak belirmektedir.

Bununla beraber şişirilmişlik kendini yüzeyde gösterir ve özgül narsisistik dışavurumlar içinde klinik olarak gözlenebilir durumdadır. Burada kendi gözlemimi, narsisistik şişirilmişliğin iki klinik biçimde göründüğünü vurgulamak istiyorum: (1) serbest yüzen (free floating) ve (2) yapılaşmış (stuctured) şişirilmişlik.

Serbest yüzen şişirilmişlik, narsisistik hastalarla çalışırken serbest yüzen anksiyete ve şişirilmişliğin dinamiklerindeki benzerliğe odaklanıldığı zaman fark edilir. Yani narsisistik şişirilmişliğin bir kısmı yapılaşmamış (unstructured), dağınık (diffuse) ve hastanın herhangi bir hareketine/etkinliğine bağlanmaya hazır biçimdedir. “Serbest yüzen” yüklemi bu nedenle şişirilmişliğin bir kısmının içsel dünyada serbest olduğunu ve geçici olarak hastanın herhangi bir düşünce, duygu ya da hareketine yansıtıldığını anlatmaktadır.

Serbest yüzen şişirilmişliğin klinik görüntüleri olarak şunlara vurgu yapmak istiyorum:

  • Gerçeğin narsisistik saptırılması: Narsisistik hastalar şimdiki çevrelerini dağınık içsel şişirilmişlik yaşantısı ile algıladıklarında kendilerine her durumda bir üst pozisyon ve gerçekçi olmayan yüksek bir önem yüklerler. Bu tipik olarak Kohut’un “gerçeğin narsisistik saptırılması” olarak adlandırdığı (1975) sorgulanamaz şişirilmişlik ve önemlilik yaşantısıdır.
  • Doymak bilmez alkışlanma açlığı ve patolojik hırs: Şişirilmiş kendiliğin taleplerinin zorlamasıyla narsisistik kişiler yorulmak bilmez bir yeni başarılar elde etme çabası içindedirler. Her zaman diğer insanların kendilerinden daha çok ve daha iyi biçimde başa çıktıklarıyla ve kendilerini bir başına, yoksun bıraktıklarıyla ile ilgili kaygılı bir düşünme tarzı gösterirler. Bununla beraber narsisistik amaçlarının peşine düştükleri zaman da bu sıklıkla “zorlamalı (driven)”, keyif vermeyen bir kalitede olmaktadır.
  • Tümgüçlülük ve tümbilirlik (omnipotens and omniscience): Bu iki klinik biçim bazı yönlerden gerçeğin narsisistik saptırılması ile ilişkilidir: Narsisistik kişiler büyük güçleri olduğuna ve becerikliliklerine kapılmış durumdadırlar ve bilgilerini, başarılarını abartırlar.
  • Sansasyonalizm: Serbest yüzen şişirilmişlik herhangi biçimde bir sansasyon arama yoluyla ve dramatik olaylara katılma eğilimiyle de kendini gösterir. Bu gibi (şişirilmiş) ortamlara katılarak kendilerine bir parça pırıltı kapan narsisistik kişiler kendi şişirilmişliklerini doğrulamak isteğindedirler. Buna dikkat edildiğinde bir çok ticari gösterinin (sıklıkla da muğlak kalitede olanlar) seyircilerini bu narsisistik karakterler arasından sağladığı tahmin edilebilir.
Yukarıda belirtilen örnekler karakteristik örneklerdir, ancak serbest yüzen şişirilmişlik narsisistik hastalarda güncel karşılaşılan olaylarda da bulunacağından, bu birkaç örneğin bu tip şişirilmişliğin tüm klinik görünümlerini ayrıntılı betimlediği anlamına gelmemektedir. Genel olarak söylenecek olursa serbest-yüzen şişirilmişlik bu hastaların tipik “narsisistik profillerini” biçimlendirmektedir (kendini beğenmişlik, kendini büyükseme –superiority-, aşırı yeterlilik, bağımsızlık, hak arayıcılığı gibi). Serbest-yüzen şişirilmişliğin NKB’unun “en narsisistik” tarafı olduğunu söylersek yanlış düşünmüş olmayız.

Yapılaşmış şişirilmişlik ise serbest-yüzen şişirilmişliğin tersine, narsisistik şişirilmişliğin kişinin bir işlevi ya da özel bir tarzına kalıcı olarak bağlanmış olduğu anlamına gelmektedir. Daha açık söylenecek olursa yapılaşmış şişirilmişlik, narsisistik kişiliklerin içsel şişirilmişlik yaşantı enerjilerini narsisistik ödül sağlayacak “hedeflenmiş” dışsal bir “imge” ye dönüştürebilme becerisine sahip olduklarını işaret eder.

Yapılaşmış şişirilmişlik klinik olarak narsisistik hastaların başarılı çalışma kapasiteleri ve önemlilik gösterileri (significant self-representation- kendini önemli gösterme -çv. notu bu patoloji için önemlilik gösterisi tanımı bana daha cazip geldi-) ile kendini gösterir.Benim klinik gözlemlerime göre her narsisistik hasta (kendi yargısına göre) çevreden en olumlu takdiri alacak özellik ya da yeteneğine önem verir. Bazı narsisistik hastalar için önemlilik gösterisi fiziksel çekiciliğe dayandırılabilir; bazıları için de zeka, hitabet ya da başka bir özellik ön plana geçebilir. Önemlilik gösterileri gerçekte hayranlık kazanmak için uygulanan en favori aldatıcı görünümdür.

Narsisistik kişi (önemlilik gösterisi ile) “günlük yaşamda özel olma” yaşantısı temelinde, kendisinin diğer insanlardan çok ayrı tutulması gereken (şişirilmiş) önemi ve değeri konusunda ek düşlemler inşa eder. Benim klinik verilerim önemlilik gösterisine bağlanan şişirilmişliğin, narsisistik hastanın daha değerli bulacağı daha sonraki tarz ve işlevlerin geliştirilmesine enerji sağladığına işaret etmektedir.

Çoğu narsisistik kişilik nesnel olarak yüksek profesyonel statü elde eder ve toplum üstüne etkileri geniştir. Kernberg’in işaret ettiği gibi narsisistik hastaların büyük olma hırslarını karşılamaya ve diğer insanların hayranlığını sağlayamaya izin veren alanlarda etkin ve yoğun çalışma becerileri yüksektir (pseudosublimatory potential-sahte-yüceltmecilik gücü). “Sahte (pseudo)” ön eki narsisistik profesyonel başarının gerçek bir yüceltmenin değil sadece ödüllenme peşinde olmanın bir sonucu olduğunu işaret etmektedir. Şişirilmişlik yaşantısı bu yüzden, narsisistik hastanın etkinliği için enerji sağlar ve bu etkinlik erişilen ödül yoluyla kendi şişirilmiş kendiliğini besler.

Yukarıdaki bu biçimler temel alındığında şişirilmiş kendiliğin enerji oluşturduğu ve narsisistik hastaların hareketlerini idare ettiği sonucuna varıyoruz. Önemlilik gösterisi ve sahte-yüceltme yoluyla bu hastalar sadece ün, başarı ve güç kazanmaya doğru yönelmişlerdir. Çoğunun bu amaçlarını gerçekleştirdiği gerçeği yapılaşmış şişirilmişliğin (narsisistik şişirilmişliğin bir parçası olarak), narsisistik kişiliklerin başarılı sosyal uyumunu sağlayan kaynaşmış güç (cohesive force) olduğunu işaret etmektedir.

Burada her narsisistik hastada klinik olarak hem serbest-yüzen hem de yapılaşmış şişirilmişliğin görülebileceğini vurgulamak istiyorum. Serbest-yüzen şişirilmişlik ciddi narsisistik patolojide, yani sınır-narsisistik hastalarda (borderline narcisistic patient) daha etkindir, bu hastalarda şişirilmişlik düşlemler aracılıyla yaşantılanır ya da rastlantısal olarak anlık gelişmelere bağlanır. Basit olarak söylenecek olursa bu hastalar dış yaşamda “narsisistik olarak verimsiz (narcissistically inefficient)” dirler.

Daha iyi bütünleşmiş (integrated) narsisistik hastalarda yapılaşmış şişirilmişlik daha etkindir. Bu hastalar nesnel olarak çevreden daha fazla ödül kazanırlar (sahte-yüceltme ile profesyonel başarı, etkileyici sosyal “imaj” gibi), basit olarak bu hastalar dış dünyada narsisistik olarak daha verimlidirler.

Yapılaşmış şişirilmişliğe göre serbest-yüzen şişirilmişliğin daha fazla varlığına göre ciddi, orta ya da hafif narsisistik patolojiler arasındaki ayrımın kabaca yapılabileceği söylenebilir; yani daha fazla serbest-yüzen şişirilmişlik (daha az yapılaşmış) daha ciddi narsisistik patoloji ya da daha fazla yapılaşmış şişirilmişlik daha hafif narsisistik patoloji.

Narsisistik Göstermecilik (Narcissistic Exhibitionism)

Kohut’a göre (1971) narsisistik hastaların göstermeciliği “şişirilmiş kendiliğin o ortamda gözlerin kendisinde olmasını isteyen çocuksu gereksinimin” doğrudan klinik dışa vurumudur. Narsisistik göstermecilik, sanki hastanın bulunduğu ortamdaki değerini “sergilemeyi” sağladığı için şişirilmişliğin hizmetinde gibidir.

Klinik açıdan göstermecilik “gözlerin üstünde olduğunu hissetmenin doğurduğu haz tarafından güdülenen (motivated) davranış” olarak tanımlanabilir. Aynı şişirilmişlik gibi narsisistik göstermeciliğin de çoğu parçası düşlemlerde var olur. Örneğin, hasta kendini uzak bir coğrafyada “ilkellerin” üstündeki donanım nedeniyle büyülendiği bir “kaşif” olarak imgeler. Bu düşlemde hem şişirilmişliğin hem de göstermeciliğin, derindeki (implicitly) yakın oluşumsal bağlantısını doğrulayan doğal bir aradalıklarını görebilirsiniz.

Narsisistik göstermeciliğin diğer klinik görünümleri hakkında şunlara değineceğim:

  • Dikkatin sürekliliğine talep: Kendi üstüne dikkatin sürekliliğini isteyen imgesel ya da düşlemsel taleplerin arkasında, genellikle bunu dışa vuran çok açık bir narsisistik göstermecilik görünümü bulunmaktadır.
  • Özel olmaya eğilim: Narsisistik kişilikler, ne pahasına olursa olsun, modaya uygun giyinerek ya da “özel” yerlerin müdavimi olarak “özel” görünmeye çalışırlar. DSM_III’de belirtildiği gibi bu hastalar maddelerden çok görünümle daha çok ilgilidirler; örneğin yakın arkadaş edinmektense bir şirkette “doğru” kişilerle görünmeye daha fazla önem verirler.
  • Uğraşlara göstermeci yaklaşım: Eğer seçim yapma şansı verilirse narsisistik kişiler tercihen toplumsal olan ama hızlı ödül sağlayan meslekleri seçerler.
  • Normal insan ilişkisinde özgül sapmalar: Göstermeci güdülenmelerinden dolayı narsisistik kişiler (normal olarak emosyonel vericilik ve alıcılığa dayanan) insan ilişkisinin bu işleyişini bozarlar. Diğer insanlarla iletişime geçtiklerinde bu kişiler ya kendilerini ya da kimi (gerçek ya da imgelenmiş) yeteneklerini, böyle bir dışa vurumu yakınlık olarak tanımlayarak “sergilerler”. Gerçek emosyonel paylaşım narsisistik kişilikler için oldukça yabancı gibi görünmektedir.
  • Yaygın utanma tepkisi: Göstermeci yaşantılarında yaşadıkları yetersizlik nedeniyle narsisistik hastalarda utanma tepkileri klinik olarak oldukça sık görülür. Beklenen hayranlık gelmezse ya da tam tersine olumsuz bir geri bildirim gelirse, yani küçümsenirlerse narsisistik hastalar tipik olarak güçlü utanma duygusu gösterirler. Kohut benzer olarak narsisistik kişiliklerin utanma tepkisine yatkın olduklarını tanımlamıştır ve utanmayı, şişirilmiş kendiliğin ortaya konmasındaki yetersizliğin bir sonucu olarak değerlendirmiştir.
Şişirilmiş Kendiliğin Dolaylı Klinik Dışavurumları
“Dolaylı klinik dışavurum” ifadesi ile özgül olarak şişirilmiş kendiliğin etkisi ile biçim bulan ve bu nedenle klinik olarak “narsisistik kişilik biçimleri” olarak tanımlanan bazı kişilik görünümlerini parmak basmak istiyorum.

İlk olarak şişirilmiş kendilik yapısı tarafından farklı “ben-işlevleri” ( duygular, düşünceler ve hareketler) biçimlendirilmiştir. Bu nedenle dolaylı klinik dışavurum çatısı altında narsisistik davranma tarzı ile beraber giden emosyonel ve bilişsel biçimleri tartışacağım. Bu biçimler narsisistik ben-işlevleri olarak geçecektir. Sonra şişirilmiş kendiliğin biçimlediği (ve kendisini bu yolla dolaylı olarak gösterdiği) narsisistik kişiliklerin bazı etik tarzlarını. Bunlar da narsisistik etikler olarak geçecektir. Son olarak, şişirilmiş kendilik kişiler arası ilişkilerinde bazı sapmalara neden olmaktadır. Bu sapmalar şişirilmiş kendiliğin kişiler arası dışavurumları olarak geçecektir. Şimdi bu yukarıdaki biçimleri şişirilmiş kendiliğin dolaylı klinik dışavurumları olarak kısaca analiz etmek istiyorum.

Narsisistik ben-işlevleri, Gelişimsel olarak şişirilmiş kendiliğe bağlı narsisistik emosyonlar: ikincil narsisistik emosyonlar
Başka bir makalemde belirttiğim gibi NKB’unun genel olarak emosyonel düzenlenimi şematik olarak iki düzeyde gösterilebilir. İlk emosyonel düzey gerçek-kendiliğe (real-self) aittir (birincil narsisistik emosyonlar), ikinci düzey ise şişirilmiş kendilik yapısına aittir (ikincil narsisistik emosyonlar). İkincil narsisistik emosyonlar eğer şişirilmiş kendiliğin “beslenmesi” başarılıysa olumlu, bu “beslenme” süreci engellenmişse ya da tamamen kesilmişse olumsuzdur.

Olumlu ikincil narsisistik emosyonlar (düşlemde ya da gerçek olarak) hayran olunma gereksinimi karşılanmışsa ya da anlamlı bir yaşam duygusu kazanılmışsa oluşmaktadır. Klinik olarak bu dönemler hipomanik kabarmalar (exaltation) olarak gözlenir.

Olumsuz ikincil narsisistik emosyonlar şişirilmiş kendiliğin beslenme sürecindeki yetersizlikle oluşur. Bunlar:

  • ikincil (kışkırtılmış –provoked-) narsisistik öfke, narsisistik amaç ve gereksinimlerin engellenmesi durumunda oluşur;
  • belirgin boşluk ve can sıkıntısı, “boş dönem” sırasında (narsisistik kişinin tüm gereksinimlerini sağladığı nesneyi tüketip terk ettikten sonra yeni nesne bulana kadar geçen dönem) gelişir ve
  • karamsar duygudurum, şişirilmiş kendiliğin beslenmesinin tamamen kesildiği (narsisistik dekompansasyon) dönemde gelişir ve işe yaramazlık, disforik duygulanımların (keskin öfke, hakaret ve memnuniyetsizliğin) üstesinden gelme ve paradoks olarak narsisistik büyüksemenin (superiority) kırıntılarının varlığı ile karakterizedir.
Klinik açıdan bu emosyonel tepkilerin yeniden biçimlendirilmesi (reconstruction) -yani ikincil (olumlu ve olumsuz) narsisistik emosyonların özgül dinamikleri- içsel dünyada şişirilmiş kendiliğin işlevsel etkinliğinin varlığını vurgulamaktadır.

Narsisistik biliş
NKB’unun bilişsel görünümleri çeşitli çalışmalarda incelenmiştir. Örneğin Waelder, düşünce içeriğinin cinselleştirildiğini (libidinization), gerçekler yerine genel kavramların tercih edildiğini ve kişinin kendi zihinsel etkinliğini abarttığını belirtmiştir. Bach sözcükler ile algılar arasındaki köprünün olmadığını ya da bloke olduğunu, kendilik, uzam (space), nedensellik (causality) ve zaman algısında sapma olduğunu tanımlamıştır. Bu çalışmada ise narsisistik bozukluğun sadece şişirilmiş kendiliğin dolaylı dışavurumunu temsil eden bilişsel biçimlere odaklanacağım. Bu biçimler şunlardır:

Narsisistik bilişin tipik bir biçimi gerçekliğin (reality) benmerkezci (egocentric) algılanmasıdır. Yani narsisistik hastalar sadece kendi (şişirilmiş) yaşantılarında var olan gerçekliği kabul ederler. Sonuç olarak bu hastalar, gerçekliğin kendi önemliliklerini, mükemmelliklerini tehdit eden tüm yönlerini inkar ederler.

Narsisistik konuşma, dilin ve söylemin narsisistik bozulmasına (deformation) uygun biçimde klinik olarak şu tarzlarıyla tanınır:
  • dilin “ben ben” (autocentric) kullanılması;
  • “narsisistik” sözcüklerin sık kullanılması
  • monologa eğilim.
Dilin “ben ben” (autocentric) kullanılması, sözel iletişimde asıl amacın, iletişim kurmaktan çok kendi değerini artırmaya ve vurgulamaya doğru saptığına işaret etmektedir.Narsisistik kişiler konuşmalarında sıklıkla fantastik, mutlak ve fazla güzel (abartılı -superlative- ve itiraz edilemez –apodictic-kategorilerindeki) “narsisistik” sözcükler kullanırlar.

Monoloğa eğilim narsisistik kişinin diyaloğa katılmalarındaki becerisizliği vurgulamaktadır. Narsisistik kişiler kendi şişirilmişlik (ve diğer insanların sadece alkışlayan seyirci oldukları) yaşantıları nedeniyle sadece diğerlerini dinliyormuş gibi görünürler, gerçekte yeni bir monolog başlatmanın fırsatı peşindedirler. Bu bağlamda Akthar ve Thomson narsisistik hastaları “kendileriyle konuşan kişiler” olarak tanımlamışlardır.

Çoğu yazar narsisistik hastaların çevrelerindeki her şeyi (ve herkesi) eleştirdiğine işaret eder. Bu eleştiri eğiliminin içsel şişirilmişlik yaşantısından köken aldığını ekleyebilirim; diğer insanları eleştirerek narsisistik hasta kendini yükseltir.

Bach narsisistik hastanın, şişirilmiş kendilik önemi hissi nedeniyle bilmediği herhangi bir şeyin olabileceğini kabullenemediğini ve tüm öğrenme eyleminin belleği bozan bir “narsisistik yaralanma” ya dönüştüğünü göstermiştir (ince bellek kayıpları). Bununla beraber şişirilmişliği çalışma nesnesine bir bağ göstermemişse narsisistik hasta bu nesneye bir ilgi hissetmediği için de öğrenme zorlukları gösterecektir. Bu yüzden narsisistik yaralanma yaşantısı öğrenmede ince bellek kayıplarına yol açarken, güncel öğrenme zorlukları narsisistik kişiliğin gerçek-kendiliği ile gelişimsel olarak bağlı olan güdülenme ve ilgi eksikliği nedeniyle oluşacaktır.

Narsisistik etkinlik
Narsisistik kişi sadece kendi gereksinimi olan alkış ve takdir (sahte-yüceltme) ödülünü alabileceği etkinliklerin sorumluluğunu üstlenir. Bu nedenle işe karşı güdülenişi göstermecidir ve seçim şansı tanınırsa tipik olarak kendisine kısa sürede ödül sağlayacak etkinlikleri seçer.
Narsisistik etkinliğin yalancı-güdülenmesi (pseudomotivation of narcissistic activity) çoğu “dahi çocuğun (wunderkinds)” ortalama sonuçlar elde etmesi gerçeğini açıklayabilir. Nesnel olarak yüksek sonuçlar elde eden narsisistik kişilerle ilgili olarak da, bu kişilerin çalışma yaşamında eninde sonunda “pırıltının ardındaki boşluğu (emptiness behind glitter)” ortaya koyan yüzeysellik her zaman fark edilir.

Şişirilmiş kendilik tarafından biçimlendirilmiş etikler
Şişirilmiş kendiliğin sürekli varlığının en fazla engel yaratan sonuçlarından biri narsisistik kişiliklerin üstbenlerinin yetersiz gelişimidir. Klinik olarak üstbenin bütün olarak normal gelişimin gerisinde kalması, narsisistik kişinin içsel değerler sisteminin olmamasını (pekişmiş etik ve standartların yokluğu) ve yaşamında olgun idealler, sofistike amaçlardan mahrum olmasını açıklar niteliktedir.

Başka bir makalemde tartıştığım gibi içsel dünyada şişirilmiş kendiliğin baskınlığının süregitmesinin bir sonucu olarak çeşitli narsisistik etik davranış biçimleri oluşur. Şişirilmiş kendilik tarafından biçimlendirilmiş narsisistik etikler (aynı zamanda bu patolojik yapının dolaylı klinik dışavurumunu temsil etmektedirler) şunlardır:

Değerin birincil ölçütü olarak şişirilmişlik

Tüm narsisistik kişiler için, kendi mükemmeliyetçiliklerinin içsel yaşantısına bağlı olarak hangi biçimde olursa olsun büyüklük elde etmek anlamlı bir yaşamın birincil ölçütü haline gelmiştir.

Alay etikleri
Bir narsisistik hastanın “edepsiz içselliği (immoral internality)” –yani yoğun haset (intensive envy), öfkelilik (aggressivity) ve ayartılabilirlik (corruptibility) (narsistik kişinin yalancı baştan çıkartıcı (seductive facade) görünümüne doğrudan karşıtlık oluşturan biçimler)- önde gelen ne kadar ahlaklı olduğunu gösterme çabaları ve yüksek düzeyde ahlaki bir varlık görüntüsünün yansıtılmasıyla maskelenir.

Patolojik yalancılık
“Gerçekliğin narsisistik saptırılmasıyla (narcissistic faking of reality)” yakından bağlantılı olarak narsisistik hastaların patolojik yalancılığı oluşmaktadır. DSM-III’de vurgulandığı gibi kişisel yetersizlikler, başarısızlıklar ya da sorumsuz davranışlar rasyonalizasyon ya da sonu gelmeyen yalanlarla açıklanmaya çalışılabilir.

Vicdansızlık
Şişirilmiş kendiliğin taleplerinin zorlamasıyla narsisistik hastalar dış dünyayı kendi tümgüçlülük gereksinimlerine en uygun biçimde biçimlerler.

Bir bilen olma (yetkinlik) ve benmerkezcilik (entitlement and egocentricity)
Kendilik önemi algıları yoluyla narsisistik hastalar klinik olarak “bir bilen” tarzı gösterirler. DSM-III’e göre “bir bilen olma (narsisistik yetkinlik) gereken sorumlulukları üstlenmeden özel davranış görme beklentisi” anlamındadır. Ek olarak narsisistik kişilikler makul olandan daha fazlasını talep ederler ve insanlar kendi isteklerine uygun davranmadıklarında öfke ve şaşkınlıkla tepki verirler (benmerkezcilik).

Şişirilmiş Kendiliğin Kişiler Arası Dışavurumu

DSM-III’de vurgulandığı gibi narsisistik kişilerin kişiler arası ilişkileri değişmez olarak bozuktur ve empati yokluğu, haset (envy), sömürücülük (exploitiveness) ve aşırı idealleştirme ve değersizleştirme arasında (hatta en yakın ilişkilerde bile) gidip gelmelerle karakterizedir.
Şişirilmiş kendiliğin içsel psikolojik yapısı kişiler arası ilişkileri önce doğrudan bozar sonra da aşağılar. Şişirilmiş kendilik özgül olarak narsisistik kişiler arası ilişkilerde klinik açıdan şu sapmalarla kendini gösterir:

Narsisistik nesne seçimi
Narsisistik hastaların kişiler arası ilişkileri iletişim kurulan nesnenin özel olarak seçilmesiyle karakterizedir. Bu bağlamda narsisistik ilişki “narsisistik nesne seçimiyle” oluşur; böylece değerli nesne aracılığıyla (özdeşim- identification) hasta kendi değerini onaylar ve kendisiyle ilgili dilediği imgeye yakınlaşır.

Dış nesnelerin aynalaştırılması
Birçok yazar tarafından belirtildiği gibi narsisistik kişilerin kendilerine güvenleri değişmez olarak kolay zedelenebilir (fragile) durumdadır ve sadece çevreden elde edilecek ödüllenmelere bağımlıdır. Bu nedenle narsisistik hastaların kişiler arası ilişkileri kendine özgü bir biçimde gelişir: Hasta kendi şişirilmiş kendiliğini dış nesneye yansıtır, böylece bu nesne şişirilmiş kendiliğin “taşıyıcısı” haline gelir ve hastanın kendi şişirilmişliğinin bir uzantısı olarak yaşantılanır (yansıtmalı özdeşim-projective identification). Basit olarak söylenecek olursa, şişirilmiş kendiliğin yansıtıldığı bu nesnelerle olan iletişimde narsisistik kişi kendine yönelik bir hayranlık “görür” ve böylece kendi içsel şişirilmişlik yaşantısını besler (“nesnelerin narsisistik aynalaştırılması”-narcissistic mirroring in objects).
Nesnelerin narsisistik olarak aynalaştırılması klinik olarak çevrenin gerçekçi olarak anlaşılmasından ziyade, asıl amacı kendi güvenini koruma ya da artırma ve hayranlık kazanma olan özgül bir kişiler arsı iletişim bozukluğu olarak tanınır.
Bir bilen olma (yetkinlik- entitlement), vicdansızlık (unscrupulousness) ve benmerkezcilik (egocentrity)

NKB’unun bu etik görünümlerini kişiler arası alanı da ilgilendirdikleri için buraya da aldım. Tipik olarak narsisistik kişinin bu olumsuz nitelikleri cazibe, alımlılık ve yalancı baştan çıkarmacılık tarafından maskelenmiştir.

Sömürücülük ( exploitiveness)

Kendilerini herkesten yukarda görme yaşantısı içinde hissettikleri için narsisistik hastalar çevrelerini kullanan bir parazite dönüşürler. DSM-III’te de vurgulandığı gibi bu hastalar “kendi arzularının yerine getirilmesi ya da kendi gözlerinde itibarlarını yükseltmek için kişisel dürüstlüğe ve başkalarının haklarına aldırmaksızın diğer insanlardan çıkar sağlarlar”. Bu tanım tam olarak narsisistik kişiliklerin kişiler arası sömürücülüklerinin özünü anımsatmaktadır.

Empati yokluğu (lack of empathy)

Yukarıdaki görünümler, özellikle de nesnelerin narsisistik aynalaştırılması narsisistik kişilerin sürekli onay veren bir tarzda olmadığı sürece bir iletişimden zevk alamadıklarına işaret etmektedir. Kendilerini herkesten büyük görme yaşantıları ve ödüllenmeye her zaman aç olmaları nedeniyle bu kişiler diğer insanları alkış için orada bulunan, kimlikleri önemli olmayan nesneler olarak algılarlar ve insanların ne hissettiklerini algılayamazlar.

Pohpohlanmaya patolojik bağımlılık (pathological addiction of flattering)
Narsisistik kişiler nesnel olarak yüksek statü elde etmek için uğraşırlarken genellikle çevrelerinde kendilerine sürekli bir saygı ve hayranlık (pohpohlama) gösteren kişiler bulundururlar. Pohpohlanma şişirilmiş kendilik için oldukça çekicidir ve narsisistik kişiler niteliklerinin tüm abartılı yansımalarına (hatta en fazla büyüttüklerine, yok bu kadar da olmaz dediklerine bile) inanırlar.

Eleştiriye patolojik tahammülsüzlük (pathological intolerance of criticism)
Eleştiri narsisistik kişilik üzerine tabiri caizse ikiye katlanmış bir olumsuz etki yapar. Bir taraftan şişirilmişlik yaşantısına karşı bir tehdit oluştururken diğer yandan kendini küçük görme (inferioty) yaşantısını yoğunlaştırır.

Şişirilmişliğin engellenmesine bir tepki olarak eleştiriye narsisistik yanıt gelişimsel olarak şişirilmiş kendilik ile ilişkilidir (ikincil, kışkırtılmış –provoked- narsisistik öfle –agresyon-). Bununla beraber eleştiriye aşırı tepkide ise daha çok gelişimsel olarak gerçek kendilikle ilişkili olan kendini küçük görme ve güvensizlikten köken alan birincil, kışkırtılmamış narsisistik agresyon vardır.

Klinik olarak pohpohlanmaya patolojik bağımlılığın tamamen tersine narsisistik kişiler en ufak eleştiriyi bile kabullenmeyi ret ederler. DSM-III’te işaret edildiği gibi bu gibi hastalar eleştiriye ya da diğer insanlarının sakin ilgisizliklerine agresyon veya aşağılık, utanma, küçük düşme ya da boşluk duyguları ile tepki verirler.

Tartışma

Şişirilmiş kendiliğin klinik dışavurumlarının doğrudan ve dolaylı biçimlerinin yukarıdaki sınıflaması benim tipik bir narsisistik iç psişik yapının önceden ortaya konmuş yapısal-dinamik açıklamalarını düzenleme çabamı yansıtmaktadır.

Kendi klinik gözlemlerime göre şişirilmiş kendiliğin en önemli klinik görünümleri şişirilmişlik ve göstermeciliktir. Bununla beraber diğer bazı kişilik bozukluklarında da (özellikle sınır ve histriyonik) şişirilmişlik ve göstermecilik öğeleri bulunması nedeniyle şişirilmiş kendiliğe tam bir klinik yaklaşım görünen tablodaki hem doğrudan hem de dolaylı biçimlerinin ayırt edilmesini gerektirmektedir. Diğer bir deyişle sadece uygun emosyonel, bilişsel, etik ve kişiler arası ilişkiler eşlik ettiği zaman şişirilmişlik ve göstermecilik iç psişik dünyada şişirilmiş kendilik yapısının varlığını işaret etmektedir.

Şişirilmiş kendiliğin yukarıdaki dışavurum biçimleri NKB’nun klinik biçimlerinin sadece bir (ama en büyük) parçasını temsil etmektedir. Bu bozukluğun tam klinik görüntüsü bu makalede tartışılmayan ve emosyonel, bilişsel, etik ve kişiler arası biçimlerin gelişimsel olarak şişirilmiş kendiliğe bağlı olmayan görünümleri ile beraber olgunlaşmamış üstben ve “narsisistik ikiliğin (narcissistic duality)” (şişirilmiş kendilik ile gerçek kendilik arasındaki gidip gelmeler) özel görünümlerini de içermektedir


Kaynak: Psychology(Clinical Approach To The Grandiose Self. Svrakic M. D. American Journal of Psychoanalysis/Svrakic'e Ait Makaleden Çeviri)
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:10
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
9 Ocak 2011       Mesaj #160
Avatarı yok
Yasaklı

Science dergisinin 2008 Nisan sayısında yayınlanan bir makale “sınıfsız bir toplum” hayali kuranların hevesini kırabilir


Sosyal düzen ile ilgili düşüncelerin beyinde farklı devreleri aktive ettiği ve sınıf farkındalığının beyinde derin bir yerleşime sahip olduğu düşünülmektedir.

Bethesda Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü’nden nörobilimci Caroline Zink ve ekibinin yaptıkları bir çalışmada öncelikle sabit bir hiyerarşi oluşturulmuştur. 24 erişkin denekten ekrandaki mavi halkanın rengi yeşile döndüğünde hızlı bir şekilde bir düğmeye basmaları istenmiştir. Deneklere performanslarına göre (gerçekte var olmayan) diğer iki kişiyle karşılaştırılacakları ve onlarla birlikte sıralandırılacakları söylenmiştir. Çalışmanın bu aşamasında deneğin performansından bağımsız olarak sıralama sabit bir hiyerarşi oluşturacak şekilde değişmeden kalmıştır. Denekler diğer iki kişiyle yarışma halinde olmamalarına rağmen ekranda sürekli hepsinin sıralaması isimlerinin yanlarına yıldız konularak gösterilmiştir.

Beyin-Konum İlişkisi

Ardından deneklerden yine benzer bir uygulamada bulunmaları istenmiş ancak bu kez performanslarını yansıtacak şekilde gerçek bir puanlama yapılmıştır. Bu şekilde değişken bir hiyerarşi oluşturulmuştur. Her iki deneyde de doğru düğmeye bastıklarında deneklere para ödülü verilmiş, bu şekilde araştırmacılar beyin aktivitesi üzerine para ödülünün etkilerini sosyal statü değişikliği ya da tehdidinin etkilerinden ayırmayı amaçlamışlardır.

Hiyerarşinin türünden bağımsız olarak deneklerin beyinleri bu hiyerarşide bulundukları konumdan etkilenmektedir. Daha üst düzeyde yer alan bir oyuncunun fotoğrafını görmekle deneklerin beyinlerinde diğer insanlara dair yargılarımızla ilgili olan frontal bölgede aktivasyon artışı ortaya çıkmıştır. Değişken hiyerarşide bu etki daha belirgindir.

Londra Üniversitesi’nden epidemiyolog Michael Marmot “bu çalışma beynimizin hiyerarşik düzen içindeki yerimizle çok ilgili olduğunu göstermektedir” demektedir. “Hiyerarşi sabitse altımızda yer alan kişileri göz ardı edebiliyor fakat bizden üstteki insanlara odaklanıyoruz. Eğer hiyerarşi değişkense ve biz statümüzü kaybetme riski ile karşı karşıya isek emosyonlarla ilişkili beyin alanları aktive olmakta” yorumunu yapmaktadır.

Zink ve meslektaşları, şizofreni gibi sosyal işlevselliğin bozulduğu hastalıklarda beyin sistemlerinin nasıl çalıştığını araştırmak üzere benzer çalışmalar yapmayı planlıyor.


Kaynak:science
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:11

Benzer Konular

12 Ağustos 2018 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
24 Ekim 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap
18 Şubat 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
10 Ağustos 2017 / Misafir Cevaplanmış