Arama

Psikoloji ile ilgili Makaleler       - Sayfa 4

Güncelleme: 23 Temmuz 2018 Gösterim: 227.858 Cevap: 185
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
7 Eylül 2008       Mesaj #31
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Güç ve Sıfır

Felsefe, düşünen insanı kaotik bir ortama sürükleyen bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır ve düşüncelerimizde birbirleriyle çarpışan tez ve anti-tezlerin bir yumağı olarak yer almaktadır. Düşünebildiğimiz her teze karşın beynimizde ürettiğimiz anti-tezlerin anında şekillenmesi sonucunda kendimizi bir kaos ortamında bulabiliriz. Belki de doğasında bu yükümlülük var. Felsefi yaklaşımların teolojik incelenmesi, anlama sınırlarımızı biraz daha zorlamamıza ve farklı boşluklarda yer almamıza yol açıyor. Biz kimiz ve yaşam nedir gibi soruların çevrelediği bir düşünce ortamında genelde bilimin somut yönüne rağmen felsefenin soyut karakteri ile yüzyüze gelebiliyoruz. Bir soru karşımıza çıkıyor, neden bilimle uğraşıyoruz? Bu sorunun yanıtının belki üstü kapalı olarak verilmeye çalışılması, bir ölçüde daha anlamlı olabilir.İnsan başta olmak üzere tanık olduğumuz tüm yaşam birimlerinde sürekli olarak bir güç faktörünün egemen olduğunu görmekteyiz. Yaşayan varlıkların çevrelerine yansıttıkları egemen olma güdüsünü değişik boyutlarda sergilemeleri ve basit gibi görünen hücresel yapıdan karmaşık yapılara kadar bu güç faktörüne sahip olmaları, bir içgüdüsel var olma duygusunun belki de temelini oluşturuyor. Canlı bazında, anlamının farkında olarak ya da olmayarak bu güç kavramını sürekli bünyemizde taşıyoruz. Tüm canlılar kendi organlarındaki enerjilerini güçlü olabilmek için belli noktalara bilinçli ya da bilinçsiz şekilde odaklamak ihtiyacını hissediyorlar. Güçlü olmak, yaşamanın birincil öğesini oluşturuyor. Bilim ile teolojik yaklaşımın birbiriyle çelişkili görünen farklı bakış açıları, aslen bu temel içgüdünün değişik yansımaları ile karakterize oluyor. Yüzyıllardır birbiriyle çatışma halinde olan din ve bilim kavramları belki de varoluşumuzdaki ögelerin farklı değer açıları altında ele alındığı ancak, ortak paydası benzer olan bir olgudan ileri gelmektedir. Düşünen bir canlı olan insanoğlu, düşünmeye başladığı andan itibaren içinde var olan bu gücün düzeyi hakkında öncelikle kendi kendine sonra da çevresi ile yorum yapma gereksinimini hissetmiştir. Önceleri kas gücüne bağlı olarak ilkel davranışsal yöntemleri denemesine karşın, bu gücün mekanik oluşumlarla daha etkin kullanabileceğini öğrenmiş ve çeşitli teknikler geliştirmiştir. Amaç, egemen olmaktır ve bu gücü sergilemek, genlerimizdeki varoluş nedenlerimizin başında gelmekte ve yaşamanın 3 temel faktörü olan beslenme, üreme ve uyku kavramları üzerinde kurulu bir düzenin vazgeçilmez yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı düşüncede olanların bir araya gelmesi, karşıtlarla mücadele, hep egemen olma içgüsünün bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Canlılığın temel yaklaşımı, kendini kanıtlama yolunda, çoğalmayı ve istenilen güce ulaşmayı gerektirdiğine göre, bu temel içgüdünün nasıl ortaya çıktığı da yanıt arayan soruların başında gelmektedir. Belki de bunun yanıtı yoktur, ya da moleküler düzeyde atomların sıralanması ve moleküler organizasyon, moleküler bilincin bir güç faktörü olarak düzenlenmesini sağlamıştır. amino asit moleküllerinin birbirleriyle birleşerek pepdid yapılarını ve daha sonra da proteinleri oluştururdukları andan itibaren somut canlılık kavramının geliştiğini ve canlı olabilmenin ortama uyum sağlama sürecindeki çeşitli organları evrim içinde geliştirmesi, proteinlerin ve nükleik asitlerin koordinasyonunun bir gizemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Atomik yapıların içine girildiğinde benzer şekilde bir güç gösteriminin var olduğunu ve atomları birleştiren ya da parçalayan faktörlerin aynı biçimsel davranışlarla hareket ettiklerini söyleyebiliriz. İnsanoğlunun bugüne değin bilinen en yüksek canlı biçimi olduğu varsayılırsa, gücün ortama uyum sağlamasındaki organize davranışı, genlerin farklı proteinleri kodlamasına bağlı olarak proteinlerin kazandıkları işlevsel davranışlarına bağlanabilir. Bu bağlamda içimizdeki Tanrısal güç , bulunduğu ortamı tanımada ve uyum sağlamada çeşitli organ ve organelleri geliştirmiştir. Aslında düşünme yeteneğinin ortaya çıkması, ya da anlama, öğrenme ve algılama kavramlarının beyin biyokimyasındaki gelişimi, içimizdeki gücün evrimleşme süreci içindeki organize davranışının bir sonucudur ve düşünme yeteneği kazanan insan, kendi ortamında, aslında yine kendi içindeki güçten kaynaklanan farklı güç biçimlerine yaşam hakkı tanımayacak bir mücadele etme güdüsüne sahiptir. Gücün kendisiyle savaşımı, çok ilginçtir. Canlılık karakteri kazanan ve farklı şekillerde bu karakteri yansıtan yapılanmalar, aynı içgüdüyle birbirlerine karşı mücadele etme ve savunma gereksinimi duymaktadırlar. Bu, belki de gelişmenin anahtarıdır! Ancak, canlılığın temelini oluşturan bu Tanrısal güç kavramı kaynağının, insanoğlunun yeterince algılayamayacağı boyutlarda olabileceği varsayımını gözardı edemeyiz.

Sponsorlu Bağlantılar
Canlı varlıklar yaşama içgüdüsünü oluştukları andan itibaren kendilerini dış dünya ile iletişime olanak sağlayan bu Tanrısal güç ile edinilen düşünsel yeteneklerin düzeyine göre, kendilerini bulundukları ortama uyum sağlamada belli bir işbirliği oluşturmuşlardır. Bu işbirliği hem kendi iç dünyası, hem de dış dünya ile iletişim durumundadır. İnsanoğlu, açıklayamadığı olaylara da yine düşünce yetisiyle sınırlı olarak son verme eğilimi içine girmiştir. Ama bu, asla bir son değildir. Ateşe tapan, güneşi tanrılaştıran ve böylelikle çevresine egemen olma yolunda bu nesneleri kendisine simge olarak seçen de yine insanoğludur. Beyninin düşünme olanaklarıyla sınırlanan bu faktörlerin, belli bir gelişim sürecinde oynadıkları imgesel ögeler, zaman içinde farklılaşma eğilimi göstermiştir. Zaman kavramını bile açıklamakta çeşitli teoriler üreten insanoğlu sonuçta içinde hissettiği ancak bir türlü açıklayamadığı bu Tanrısal gücün kaynağını bulma eğilimindedir.

Gökyüzüne doğru baktığımızda sayamayacağımız kadar gök cisminin bulunduğunu ve evrenin bu gök cisimlerinin varlığına uygun bir ortam oluşturduğunu düşünürüz. Aslında atomik yapınlanma da bir mikro-evren şeklindedir. İçinde yaşadığımız evreni inceleyen insanın evrenin derinliklerine ulaşmasındaki isteminin gizi, içinde taşıdığı Tanrısal güçle bilim kelimesinin kullanılması; bu çalışmaların soyut ortama yönelmesinde ise dinsel yaklaşımları benimsemesi, açıklanamamanın açıklanması kavramının doğal bir çatışmasını, getirmiştir. Bilim, genel olarak belli gözlemlere dayanan güç arayışının bir faktörü, dinsel yaklaşım ise gücün varlığının baştan kesin kez kabul edilmesi ilkelerine dayanmaktadır. Binlerce yıl önceki insanoğlunun ateşe tapma içgüdüsü, şekil değiştirmiş ve farklı boyutlarda ve insanoğlunun yaşadığı ortamla olan uyumuna bağlı olarak yeniden biçimlenmiştir. Ama yine binlerce yıl önceki insan, çevresini araştırmayı ve kendini geliştirmeyi ihmal etmemiştir. Bilimsel düşünen insanoğlunun Tanrısal gücün varlığını araştırmada ortaya koyduğu yöntemler ile dinsel düşünen insanın aynı gücü aramadaki yöntemleri birbirinden farklılıklar içermektedir, ancak, her ikisi de Tanrısal gücün varlığını aramada insanoğlunun ortak düşünce evrenini simgelemektedirler. Mikroskopla bir hücreyi araştıran bilim insanı, bu hücrenin içinde yer alan mekanizmaları açıkladığında bir ölçüde Tanrısal gücün ortaya konulması kavramına çok küçük de olsa bir açıklık kazandırmaktadır. Ne yazık ki, canlı ortamında hangi mekanizmaların ne şekilde rol aldığını, tam anlamıyla bilemiyoruz. Örneğin, bir karaciğer hücresinin yapısı konusunda kesin bir bilgimiz yok, üstelik bu hücrenin işleyişine müdahale edemiyoruz (ancak müdehale edebilmek için uğraşıyoruz). Bilebildiklerimiz yalnızca bugüne kadar ortaya konulan basit mekanizma yaklaşımları olmakta ve zaman akışı içinde öngörülen yeni bulgularla bu mekanizmaların güçlendirilmesi ya da çürütülmesi, şeklinde olmaktadır. İşte, karaciğerdeki yer alan bazı enzimlerin çalışma mekanizmasını ortaya koyabilen bir bilim insanı içimizdeki Tanrısal gücün işlevi hakkında çok küçük de olsa bir ayrıntıyı ortaya koyma içgüdüsünü sergilemektedir. Yaşlanma süreci konusunda bilgilerimiz henüz çok yetersiz. Ölümsüzlüğün peşindeki insanoğlu kendisini yaşlandıran ve kaçınılmaz sonun mekanizmasını halen anlamaya çalışıyor; çok uzun sürecek gibi görülen bir zaman süresince de bu anlamaya çalışmak devam edeceğe benzemektedir. Canlı organizmasındaki Tanrısal gücü arayan insanoğlu, evrendeki oluşumları da arayarak bu gücün sınırlarını keşfetmeye çalışıyor. Bir yandan hücresel derinlikleri arayan, diğer yandan da evrensel boyutları çözmeye çalışan insanın henüz işin çok başında olduğu bir gerçektir. Bir hücreye mikroskopa baktığımızda karşımıza çıkan mikro-yapıların derinliklerinde ne olduğunu bulma duygusu ile daha güçlü mikroskoplar yapılmış ve daha derinlerde bambaşka yapılanmalar olduğu saptanmıştır. Daha güçlü aygıtlar ile yapılan çalışmalar farklı yeni yapıları işaret etmiştir. elektron mikroskopları bugünkü insanoğlunun geliştirdiği teknolojinin son aşamasıdır, ancak bununla da ortaya hücre içindeki sınırlamanın saptanmasına ulaşılamamıştır. Hücre içi derinlik ele alındığında buradan eksi sonsuza doğru uzanan bir yapılanma olduğunu düşünebiliriz. Diğer taraftan teleskopla yapılan incelemelerde bazı gök cisimlerini gözleyebilme olanağına sahibiz. Daha güçlü teleskoplar bize yeni gök cisimlerinin varlığını göstermektedir ve evrenin boyutları sürekli olarak genişlemektedir. Teorik olarak da buradan artı sonsuza gidileceğini varsayabiliriz. ilgilidir. Aynı şekilde mikroskopu icat ederek kendi içindeki gücü somut bir görüntüye dönüştürmek istemiştir. Ancak ne yazık ki, insanoğlu ilkel insan döneminde doğanın varlığında nasıl bir gücün egemen olduğunu kavrayamamışsa, yine bugünkü varlığında da aynı belirsizliği sürdüregelmektedir. Değişmeyen, yalnızca meraktır ve bu duygunun sürekli artan bir tempoda devam etmesidir. Bu merak sonucu insanoğlu, kendi yapısını incelemek için mikroskobu, gökyüzünü incelemek içinse teleskobu icad etmiştir. Matematik ise, insanoğlunun somutlaştırdığı ve birincil önemi taşıyan çok önemli bir olgudur. Matematiği geliştiren insan bunu, hem kendi varlığı, hem de içinde bulunduğu ortamı somutlaştırmak için kullanabilmektedir. Düşünsel yeti sonucunda elde ettiği verileri somutlaştırmaya yönelik yapılan çalışmalarda

Matematiği yüce bir bilim dalı olarak ortaya koyan insanoğlunun sıfır noktasını tanımlaması çok ilginçtir. Sıfır noktası, belki de matematik biliminin en önemli kavramıdır ve düşünce evreninde son derece küçük bir boyutta olan insanoğlunun bulduğu en önemli sayıdır. Bu sayı insanoğlunun Tanrısal gücü aramada belki de ilkel bellek yapısındaki içgüdüsel kavramının oluşturduğu bir bağlantıdır. Kendi organizması içinde eksi sonsuza, organizması dışında da artı sonsuza ulaştığını düşündüğümüz insanoğlunun matematik bilimi içinde öngördüğü ve eksi sonsuzla artı sonsuzun kesiştiği bir nokta vardır. Bu da, sıfır noktasıdır.

Teknolojik gelişimini sürdürecek olan insanoğlu kendi hücreleri içinde gelecekte daha da derinlere ulaşacaktır. Yeni aygıtlar geliştirecek, mekanizmalar üretecek ve içindeki Tanrısal gücü aramaya devam edecektir. Ancak, yine de bunlar içimizdeki derinliklerin sınırına bizi ulaştırabilecek midir? Beynimizin kapasitesini sürekli artırmaya çalışan insanoğlunun uzayda yolculuğu başlatabilmesi için yeni kuramları ve boyut farklılık teorilerini üretmesi de devam edecektir. Belki de ışık hızına ulaşıldığında kütlesini sıfıra indiren sınırlamalar aşılacaktır. O an geldiğinde evrenin sınırına ulaşmak mümkün olabilecek midir? Hayır, çünkü eğer gerçekten bir sınır varsa onun ötesinde başka boyutların sınırları olacağı olgusunu matematik ve fizik bilimleri bize öğretmiştir. Dolayısıyla, bu da bize insanoğlunun en büyük keşfi olan sıfır noktasının anlamını yeniden düşünmemiz fırsatını vermektedir.

Bu durumda, benzer atomların bir araya gelerek, örneğin bir kaya parçasını oluşturması da ya da karaciğer organı şeklinde organize olmasının anlamını, bilinmeyen gücün Tanrısal gücü aramada bilim ve teolojik yaklaşımların aslında ortak amaca yöneldiği fakat farklı yöntemleri seçtiğini görüyoruz. İnsanoğlunun bu anlamda bilinçlenmeye başladığı süreçten itibaren birbirleriyle sürekli kavga halinde olan bu iki yaklaşım, belki de aralarındaki yöntem farklılığını anlamsızlığını bir türlü anlayamadan, gelecekteki süreçlerine devam edeceklerdir. Bu çatışmanın da yarar/zarar oranında nasıl bir dengeye ulaşacağını da kestirmeye gerek görmeyeceklerdir. Bu durumda, belki de sıfır noktasının önemi, gelecekte çok daha iyi anlaşılacaktır. bilincine ulaşmada evrensel düşünce sınırlarının zorlanmasını sağlamak yerine, teolojik kestirmeciliğin basite indirgediği algılanmayı kabullenmek gibi birbirine zıt görülen olguları tartışmanın ne gibi yararları olacağını, henüz bilemiyoruz.

Prof. Dr. Erdem Büyükbingöl

Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 00:48
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
7 Eylül 2008       Mesaj #32
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Modern Hayat Ve Psikolojik Sıhhat

Akıl vücud kadar sağlam değildir. Zihin hastalıklarının, tek başlarına, bütün diğer hastalıkların topundan fazla olduğu dikkate alınmağa lâyıktır. Ve dolup taşan tımarhaneler ise, buralara yerleştirilmeğe muhtaç olanları alamıyacak kadar kalabalıktır. Newyork devleti içinde yirmi ikide bir kişi, C.W. Beerse göre, hayatının herhangi bir devrinde, bir tımarhanede tedavi olunmak lâzımdır. Birleşik devletlerin hepsinde, akıl zâfından veya delilikten dolayı tedavi altına alınmış olanların yekûnu, hastahanelerde tedavi edilen veremliler yekûnunden sekiz kere fazladır.

Sponsorlu Bağlantılar
Delilerin tedavi edildikleri müesseselere her yıl 68.000 kişi kabul edilmektedir. Şayet müracaat ve kabuller bu hızla devam edecek olursa bugün mekteblerde okumakta olan çocuklarla gençlerden takriben bir milyonu, günün birinde, zihin hastalığından dolayı tımarhanelere alınmak icab edecektir. 1932 senesinde, Amerikada devlete bağlı hastahanelerde 340.000 deli vardı. bundan başka, 81.289 abtal ve saralı tedavi altına alınmış ve 10.951 tanesi de serbest gezmekte bulunmuştu. Hususî hastahanelerde bakılmakta olanlar bu istatistiğe dahil değillerdir. memleketin heyeti umumiyesinde 500.000 zayıf akıllı mevcuddur.

Diğer taraftan, milli ijyen komitesi vasıtasiyle yapılan teftişler, umumî mekteblerde terbiye gören çocuklardan 400.000 tanesinin sınıf derslerini takib edemiyecek derecede zekâsız olduklarını göstermiştir. Hakikatte, zihin bozukluğuna tutulmuş kimselerin sayısı bundan çok fazladır. Hastahanelere yatırılmamış yurttaşlardan yüz binlercesinin psikonöroza mübtelâ oldukları tahmin edilmektedir.

Bu rakamlar, medenî insanların şuurundaki zâfın ne derece büyük ve gittikçe fazlalaşmakta olan bu zâf meselesinin de modern cemiyet için ne kadar ehemmiyetli olduğunu gösterir. Akıl hastalıkları tehdid edici bir hal almaktadır. Bunlar veremden, kanserden, kalb ve yürek hastalıklarından ve hattâ tifüsten, veba veya koleradan daha tehlikelidir. Bunların tehlikesi yalnız caniler sayısını çoğaltmasında . değil, beyaz ırkları gittikçe daha fazla bozmasındandır. Caniler arasında milletin geri kısmındakinden fazla zayı akıllı veya deli yoktur. Vakıa hapishanelerde normal olmayan pek çok adamlar görüldüğü doğrudur. Fakat daha yukarıda işaret ettiğimiz gibi canilerden bir kısmı hapsedilmiştir. Polisçe tutulup mahkemelerce ceza çarpılmağa ses çıkarmayanlar da zaten kusurlulardır. Zihin hastalıklarına sık rastlanılması modern medeniyetin pek büyük bir hatasıdır. Şüphe edilmemelidir ki yaşayış tarzımız zihin bozuklukları tevlid etmektedir.

Demek ki modern tababet hakikaten insana has olan faaliyetlere herkesin sahib olmasını temin edememiştir. Zekâyı, bilinmeyen düşmanlarına karşı müdafaa edece mevkide bulunmaktan uzaktır. Bugünkü hekimlik zihin hastalıklarının alâmetlerini ve akıl zâfının çeşidlerini bilmekte ise de bu bozuklukların mahiyetinin tamamiyle cahildir; bu hastalıkların beynindeki bünyevî âfetlerden mi, yahud iç muhitin değişikliklerinden mi, yoksa iki sebebin her ikisinden mi gediğini bilmemektedir. İhtimal ki asabî ve pskiolojik faaliyetler, hem beynin hal ve vaziyetine ve hem de ankodrin guddelerince deveran cümlesinin içinde serbest bırakılıp kanca dimağ hücrelerine götürülen maddelere tâbi bulunmaktadır. Bu guddelerdeki fonksiyonel ihtilâllerin, beynin anatomik âfetleri gibi, bir takım nevroz ve psikozları meydana getirdikleri şüphesizdir. Bu hâdiseleri tamamiyle bilsek bile pek ziyade ilerlemiş olmayız. Uzuvları fizyoloji izah ettiği gibi akıl patolojisinin anahtarı da psikolojidedir. Ancak, fizyoloji ilim, psikoloji ise ilim değildir. Psikoloji henüz Claude Bernardını veya Pasteurünü beklemektedir. Psikoloji henüz, cerrahlığın berberler ve şiminin de lavoisierden evvel simyacılar elinde bulunduğu zamanki haldedir. Bilgilerinin kifayetsizliğinden dolayı modern psikolojileri ve bunların usullerini itham etmemelidir. Cehlimizin asıl sebebi mevzuun sonsuz mürekkebliğidir. Âsab hücrelerinin, bunların irtisam ve iştirak liflerinin ve beyin ve dimağdaki oluşların bilinmez âlemine nüfuz etmemize imkân verecek tekniklere henüz malik değiliz.

Schizophirénique alâmetlerele, meselâ, beyin kışrının bünyevî bozuklukları arasındaki sahih münasebetleri keşfetmek imkânsızdır. Kroepelinin ümidleri tahakkuk etmemiştir. Belki de akıl teşevvüşlerinin mesafevî temerküzü mevcud bile değildir. Bazı alâmetleri, hâdiselerdeki muvakkat teakubun intizamsızlıklarına ve fonksiyonel bir cümlenin asabî unsurları bakımından zaman kıymetinin tahavvüllerine atfetmek kabildir. Bundan başka, biliyoruz ki gerek Firengi Spirocheti ve gerek uyku hastalığının bilinmeyen unsuru tarafından bazı mıntakalarda ika olunan hücre tahribleri şahsiyette gayet mütebariz değişikliklere sebeb olmaktadır. Bu bilgi müphem, gayri katî teşekkül halindedir. Bir akıl ijiyeninin gelişmesi için onun tamamlanmasını ve zihin hastalıklarının mahiyetinin belli olmasını beklememek zarurîdir.

Zihin hastalıklarının sebeblerini bilmek onların mahiyetlerini bilmekten daha mühim olabilir ve bunlardan korunmamaızı temin edebilirdi. Görünüşe göre akıl zâfı ve delilik endüstriyel medeniyet ve onun yaşama tarzımızda yapmış olduğu değişiklikler için vereceğimiz necat fidyesidir. Bundan başka, akıl zâfı ve delilik, ekseriya, irsen intikal, ve eksriya asabî cümlenin esasen muvazeneli olmadığı insan gruplarında tezahür etmektedir. Sinirli, acayip ve çok hassas çocuklar meydana getirmiş olan ailelerde bir takım delilerin ve zayıf akıllıların zuhur ettikleri görülmektedir. Bununla beraber zihin hastalıkları, bunlardan şimdiye kadar masum bulunmuş ailelerde de müşahede olunmaktadır. Şu halde, akıl patolojisi üzerinde modern hayatın nasıl müessir olduğunu araştırmak lâzımdır.

Halis kan köpek nesillerinde sinirliliğin arttığı müşahede olunmaktadır. Bunlar arasında, bazan, zayıf akıllı ve deli insanlara kıyas olunabilecek tipler görülmektedir. Bu hâdise, çok sunî şartlar içinde ve kurdlarla döğüşen çoban köpekleri olan cedlerininkinden büsbütün başka gıdalarla büyütülmüş hayvanlarda vukua gelmektedir.

Denilebilir ki hayatın yeni şartları içinde, insanda olduğu gibi hayvanda da, bazı âmiller, asabî cümleyi zararlı bir şekilde tadile mütemayil görünmektedir. Fakat bu hâdisenin mekanizması hakkında sarih bir fikir edinmek için uzun ve derin tecrübeye ihtiyaç vardır.

Akıl zâfının ve deliliğin inkişafını kolaylaştıran şartlar, daha çok hayatın endişeli, intizamsız ve telâşlı, gıdanın fazla kuvvetli veya çok zayıf, firenginin sık, asabî cümlenin zaten sarsılmış, ahlâk disiplininin yıkılmış, benliğin, mesuliyetsizliğin, dağınıklığın mutad olduğu ve tabiî ıstıfanın da vuku bulmadığı içtimaî topluklar da tezahür etmektedir. Bu âmillerle psikozun zuhuru arasında, muhakkak ki, bazı münasebetler vardır. Bugünkü yaşayışımızda henüz bizim için gizli olan esaslı bir kötülük mevcuddur. Yarattığımız yeni hayat şartları içinde tamamiyle kendimize hâs faaliyetlerimiz fena ve eksik bir şekilde inkişaf etmektedir. Denilebilir ik modern medeniyetin harikaları arasında insanın şahsiyete eriyip kaybolmağa mütemayildir.

Dr. Alexis Carrel

Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 00:48
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
8 Eylül 2008       Mesaj #33
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Ölümün Fizikî Mânâsı

İnsanı bütün maddî varlığından koparacak olan ölüm hâdisesi, insanın düşünmek dahi istemediği bir kâbus, onu görünüşte bütün sevdiklerinden ayıran bir yok oluştur. Halbuki insanın yaratılışında sonsuz bir yaşama arzusu bulunmakta ve bunun gereği olarak ölümsüzlüğü istemektedir. Günümüzde ölüm olayı bilimsel araştırma alanına girmiş bulunuyor. Konu, çok sayıda bilim adamı tarafından inceleniyor. Değişik metotlarla ölümün sırrına erişilmeye, ardındaki gerçeklere ulaşılmaya ve ölümden sonraki bir hayatın ihtimalleri ortaya konmaya çalışılıyor. Bu çalışmalar ölüm sonrası hayatın varlığı üzerine sondaj anlamına gelmektedir.

İnsanın fizikî bedeni gerçekte trilyonlarca hücrenin düzenli ve uyumlu bir organizasyonudur. İnsan bedeninde her an milyonlarca eski hücre ölür ve yenileri ortaya çıkar. Gençlikte beden, kaybettiği nisbette yeni hücre üretebilir. Ancak, ileri yaşlarda bedenin hücre sayısında azalma başlar. Beyin hücreleri belirli bir yaştan sonra yenilenemez. Daha ileri yaşlarda kaybedilen hücre miktarı gitgide artar ve sağlam hücre sayısı azalır. Böylece hayat yavaş yavaş dengesini kaybeder. Gelir-gider dengesinin bozulmasıyla bedenin ahengi ve nizâmı bozulmaya yüz tutar, ister istemez ölüm ufukta görünür.

Ölümün Belirtileri ve Gerçekleşmesi
Bir organizma için ve özellikle en karmaşık organizmalardan biri olan insan bedeni için ölüm anının tam olarak tespiti tartışmalı bir durumdur. Ölüm anının tam ve kesin tespiti için değişik metotlar uygulanıyor. Ölen bir kişide klâsik olarak bir takım belirtilerin olduğu kabul ediliyor. Ölümle ilgili araştırmaların ifade ettiği ölüm öncesinde bir can çekişme devresi vardır. Ani ölümlerde bu safha kısa, kronik hastalıklarla ölümlerde ise saatlerce ve hattâ günlerce sürebilmektedir. Ölüm belirtilerinin başlıcaları şöyledir: Deri solgunlaşır ve esnekliğini kaybeder. Gözde, retinanın damarlarında kan dolaşımının durduğu görülür. Kaslar gerilimlerini kaybeder ve şişkin kısımlar gittikçe yassılaşır. Solunum durur. Nabız kaybolur. Ceset git gide soğuyarak çevre ısısı derecesine düşmeye başlar. Ölümden 2-3 saat sonra kas liflerinin katılaşması sebebiyle de ölüm sertliği başlar.

Bütün bu belirtilere rağmen ölüm anının kesin olarak tespiti imkânsız görünüyor. "Yalancı ölüm" olaylarının dışında öldüğü kabul edilen bir çok kişinin, bir süre sonra dirildiği biliniyor. Lyall Watson'ın Ölüm Yanılgısı adlı kitabında aktardığı bilgiye göre, Deneysel Reanimasyon Fizyolojisi Lâboratuarı'nın ölüm tarifi şöyledir: "Şuur, refleksler, solunum ve kalb atışları gibi bütün hayat belirtilerinin son bulduğu, ama bir bütün olarak organizmanın henüz ölmediği, dokulardaki metobolik süreçlerin devam ettiği ve belirli şartlar altında bütün fonksiyonların yeniden başlatılacağı bir durum.."

Sözünü ettiğimiz bu belirtiler aslında ölümün sadece dış görünüşü ve fizikî seviyedeki anlatımıdır. Ancak gerçekte, ölüm anında bu dış görünüşün dışında, fizik bedenden ayrı olarak birtakım ilginç, karmaşık ve henüz bir çok noktası açıklanmayı bekleyen hâdise ve değişimler de yer almaktadır.

İkinci Beden Kavramı
İngiltere'deki Southampton Hastanesi bilim adamları, ölümün hemen öncesinde yaşanan hâdiseler üzerine yaptıkları araştırmada, klinik olarak ölü kabul edilen kişilerin pek çok duyguyu yaşadıklarını tespit ettiler. Beynin fonksiyonlarını yitirmesinin ardından, yani hastanın klinik olarak ölü kabul edildiği dönemde, yaygın anlayışın aksine, hastaların çeşitli hisleri bulunduğuna dikkat çeken bilim adamları, bunların başında mutluluk gibi duyguların geldiğini belirtiyorlar. Bilim adamlarına göre, bu çeşit hastalar ayrıca zamanın aktığını anlayabiliyor ve ışığı algılayabiliyorlar. Southampton Hastanesi'nden Dr. Sam Qarniea ve Dr. Peter Fenwick'in yaptığı araştırmada, ölümün eşiğinden dönmüş 63 kalp hastasıyla yapılan röportajlardan faydalanıldı. Dördü klinik olarak ölü kabul edilen hayata dönmüş 63 hastayla konuştuklarını belirten araştırmacılardan Dr. Fenwick, "Akıl ve beyni birbirinden bağımsız değerlendirmek mümkünse, bu ölüm sonrasında şuurun uyanık kaldığı sorusunu gündeme getiriyor." diye konuştu. Bu araştırmanın neticeleri bütün dünyada yeni tartışmaları da beraberinde getirmektedir.

Modern tıbbın öldü gözüyle baktığı altı kişi, beyin fonksiyonlarının çalışmaz olarak tarif edildiği sırada; önce çok parlak bir ışık hüzmesi gördüklerini, daha sonra ise tarifi çok güç, mutlu ve huzurlu bir dünyaya girdiklerini söylediler. Uzmanlar, birbirlerinden habersiz olarak yapılan araştırma sırasında altı kişinin de aynı ifadeyi kullanmasının gözardı edilemeyeceğini belirttiler.

Ölümü şuurlu bir şekilde değerlendirmenin dışında, ani ölümcül kazalara uğrayan kişiler ise, kaza anında kendilerini çok rahat ve huzurlu hissettiklerini söylüyorlar. Lyall Watson, 'Ölüm Yanılgısı' adlı kitabında böyle anlarda, geçmişteki anıların canlandığını ve insanın bütün hayatının bir film şeridi gibi gözünün önünden geçtiğinden söz eder. Watson tespitlerini şöyle sürdürüyor: "Anılar, yerlerini son derece mistik bir ruh hâline bırakarak yok olmaktadır. Komaya giren hastabakıcı, vecd içinde Tac Mahal'in bir resmini seyretmekte olduğunu hatırlamakta; uçuruma yuvarlanan bir dağcı ise, anılarını şöyle anlatmaktadır: 'Bedenim kayalara çarparak ezilip parçalanıyordu, ancak şuurum bu fizikî yara ve acılardan bütünüyle bağımsızdı, onları hissetmiyordu bile."

İnsanlar görünen fizik bedeni dışında görünmeyen ve öldükten sonra da varlığını sürdüren başka bir bedeninin varlığını hep hissetmişlerdir. Şimdi ise bir çok araştırmacı ve uzman kişi de, ikinci bedenin varlığından söz etmeye başlamışlardır. Bu bedene "astral" "eterik", "duble" gibi adlar takıldığını görüyoruz.

Bir kısım bilim adamları tarafından önceleri üzerinde pek durulmayan ikinci beden kavramı; günümüzde bilimsel olarak belirlenmiş ve fotografları bile çekilebilmiştir. Uzun yıllardır araştırmacılar, yüksek frekanslı elektrik akımına yerleştirilen insan bedeninden yayılan parlak ışığı araştırıyorlardı. Canlılarda bir tür "kalıp enerji"nin, başka bir deyişle bir tür "enerji beden"in varlığına ilişkin bazı deliller elde edilmişti. Neydi bu enerji beden? Nereden kaynaklanıyordu?

Madde ve Enerji İlişkisi
İzafiyet Teoremi, madde hakkındaki görüşlerimizi çok derinden sarsarak değiştirmiştir. Kütlenin yalnızca enerjinin bir beliriş biçimi olduğunu ortaya koymuştur. Öte yandan enerji ise, aktivite, süreç ve hareketlilik ile ilgili olan bir çokluktur. Bir parçacık kütlesinin belirli bir enerjiye eşdeğer olması, söz konusu parçacığın statik bir nesne olarak algılanamıyacağı sonucunu doğurmaktadır. Buna göre bir parçacığın kütlesi dinamik bir varlık, yani enerji sürecinin kendisini dışa vurması ise, "kütle" biçiminde olacaktır.

Son yıllarda yapılmış olan yüksek enerji dağılma deneyleri bize, parçacık dünyasının dinamik ve sürekli olarak değişen yapısını çok çarpıcı bir biçimde göstermiştir. Bu deneyler sonucu, maddenin tamamen değişken bir varlık olduğu ortaya çıkmıştır. Buna göre bütün parçacıklar, başka parçacıklara dönüştürülebilmektedirler. Parçacıklar enerjiden oluşturulabilirler, ya da tamamen enerjiye dönüştürülebilirler. İçinde bulunduğumuz dünyada, "temel parçacık", "maddî öz" ya da "yalıtılmış nesne" gibi klâsik kavramlar artık mânâlalarını kaybetmişlerdir. Böylece evrenin bütünü, birbirinden sıyrılamayan ve bağımsız olarak varolamayan enerji olaylarının olağanüstü bir dokusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kütlenin bir enerji şeklinden ibaret olduğunun anlaşılmasıyla, modern fizik; kütlenin sabit bir vücuda sahip maddî cisimcik anlayışından sıyrılıyor, ve atomlar maddenin özü ve temeli değil, "enerji hüzmeleri" olarak görülmeye başlanıyordu. Enerji ise, hareket ve faaliyetle ilgili bir kavramdı.

Kuvvet ve madde ise, parçacık olarak adlandırdığımız dinamik olay ve yapıların çeşitli varsayımları ile ortaya çıkmaktadır. Ve bunlar birbirlerinden ayrı değildir. Onları daha çok aynı hakikatın farklı tezahür biçimleri olarak düşünmek daha doğru olur.

Kütlenin esasen enerjinin bir biçiminden başka bir şey olmadığının keşfedilmesi yanında enerjiye seyrek bir madde nazarıyla bakıldı. Artık modern fizikte kütle, maddî bir öz ile bağlı tutulmamakta ve bundan dolayı da parçacıkların temel bir "maddeden" oluşmadıkları kabul edilmektedir. Artık parçacıkların bir enerji demeti olarak algılanmasına başlanmıştır. Fakat enerji, faaliyetle ya da süreçle ilişkili olduğundan, neticede atomaltı parçacıkların mahiyet olarak dinamik olduğu düşünülmeye başlanmıştır.

Bu dinamik kalıplar, veya "enerji demetleri" maddeyi meydana getiren ve ona makroskopik açıdan sert bir görünüm sağlayan sağlam nükleer, atomik ve moleküler yapıları oluşturmaktadırlar. Böylece biz de, maddenin bir takım maddî özlerden meydana geldiği gibi hatalı bir sonuca varmaktayız.

İnsanoğlunun nesiller boyu, deneme-yanılma yoluyla doğruyu bulma gayretleri, herşeyin mahiyetini öğrenme arzusu, bilimin sınırını ışınlardan da öteye vardırmış ve metafiziği bilimin gündemine sokmuştur. Âlemin bilimini yapmak, işleyiş prensiplerini ortaya koymak, Allah'ın insanlara bahşettiği merak etme, yorumlama ve araştırma kabiliyeti sayesinde bugün bilim, bilinmeyenlerin sınırlarını zorlamaktadır. Bilimin giderek inceleşmesi ve ilerlemesi, araştırmacıları maddeden öte varlıkları keşfetme ve yapısını sorgulama aşamasına vardırmıştır.

Tabiatın derinliklerine inildikçe, enerji denen, mekânda yeri olmayan ve zaman boyutunun dışında kalan ışın türü yapıları incelemeye aldığımızda, alışageldiğimiz bilimsellik çerçevesindeki kavram ve tasarımları iptal etmek gerekir. Çevremizin sahip olduğu boyutların ötesine doğru gidildiğinde, mekanistik kavramların geçerliliklerini yitirdiği ve yerlerini "organik" kavramlara terkettiği görüldü. Bu yeni kavramlar ise, manevî temelli özellikler ile dikkatleri çekmektedir.

Kirlian Fotograf Tekniği
Varlıkların sadece görünen maddî yanlarından ibaret olmadığını, madde ve enerji perdesinin arkasında daha nice esrar saklandığını bu yöndeki gelişmeler bize söylemektedir. Bu gelişmelerden birisi canlılarda bir de enerji bedenin varlığını ortaya çıkaran ilginç bir olay, 1940'lı yıllarda yaşandı. Eski Sovyetler Birliği araştırmacılarından Semyon ve eşi Valentila Kirlian'lar, yüksek frekans alanı içindeki canlı organizmalar üzerinde bir fotograf tekniği geliştirdi. Kirlian ekibi yıllar süren çalışmaların sonucunda, insan, hayvan, bitki ve bütün canlıları kuşatan bu enerji alanının fotograflarını çekmeyi başardılar. Bu icatları, hastahanede yaptıkları bir gözlem sayesinde olmuştu. Bir hasta üzerinde uygulanan şok tedavisi sırasında cam elektrotlar aracılığıyla hastanın cildi üzerinde şerare atlıyordu. Bundan ilham alarak, Semyon Kirlian, cihazı evinde kurarak ilk denemeyi kendi üzerinde yaptı. Deneme sırasında hafif bir elektrik şoku ile birlikte mavi bir şerare görmüş, fotograf filmini banyo ettiği zaman da, parmağının silüetini elde etmişti. Parmağından çıkan alev alev ışımalar bu ilk fotografta açıkça görülüyordu.

Bu tekniğe, mucitlerinin isimlerine atfen "Kirlian Fotografçılığı Tekniği" deniyor. Kirlian Kamerası, Rusya'daki bir çok üniversitede hayli ilgi gördü. 1968'de V. Inyushin, W. Grisshchenko, N. Vorobev, N. Shoinki, N. Federova ve F. Gibadulin adlı doktorlar, ortak bir bildiride şöyle demişlerdi: "Bütün canlıların, sadece atom ve moleküllerden yapılmış bir fizik bedenleri değil, aynı zamanda bir de bunun kopyası olan enerji bedenleri vardır." Bu ikinci bedene; "Biyoplazmik Beden" adını vermişlerdi.

Biyoplazmik Beden ve Canlılık
Bitkiler üzerinde yapılan çalışmalarda; solgun, kurumak üzere bulunan bir yaprak ile dalından yeni koparılan bir yaprağın çevreye yaydıkları ışıma arasında büyük fark olduğu gözlenmiştir. Dalından yeni koparılan bir yaprağın arka arkaya çekilen fotograflarında, ışımaların sürekli olduğu ve değiştiği görülmektedir. Ölü yaprakta ise hiçbir ışıma bulunmamaktadır. Yani canlılığın yok olmasıyla bu ışıma da, ona bağımlı olarak yavaş yavaş yok olmaktadır. Bir kısmı koparılan yaprağın çekilen fotograflarında ise kopan kısım tam olarak görülmekte, ancak bir süre sonra bu kısma ait enerjik alan kaybolmaktadır. Canlılar yavaş yavaş ölürken, biyoplazmik bedenin kıvılcım ve alevleri dışa doğru fırlamakta ve sonra kaybolmaktadır.

Her şey çift yaratıldığından, fizik bedenimizin ikizinin, İslâmî literatürde "misâlî beden" olduğu belirtilir. Kirlian fotograf tekniği ile tespit edilebildiği anlaşılan misalî bedenin, daha başka birçok isimle de anıldığını görüyoruz. "Gılâf-ı nurani", "lâtife-i seyyâle", "esirî beden", "enerji beden", "ikinci beden", "perisperi", "duble", "astral vücut." İkinci bedenin aynı zamanda ruha kılıf ve elbise vazifesi gördüğü bildirilmektedir. Vefattan sonra da ruh, İlâhî hikmet gereği maddî kılıfı olan cesedi atar ama, misâlî bedeni çıkarıp atmasına izin verilmez.

"Rusya'da Tanrıya Dönüş" adlı kitapta bu meselelerle alâkalı uzun açıklamalar vardır. Meselâ bir grup doktor şöyle demektedir: "Bütün canlıların atom ve moleküllerden yapılmış fizikî bedenlerinin yanısıra, bir de bunun kopyası enerji bedenleri vardır..."

Amerikalı doktor Watters, yaptığı bir deneyde elli kadar çekirgeyi eterli pamuklara sarıp, öleceklerini tahmin ettiği andan itibaren odaya su buharı salarak fotograflarını çekti. Neticede öldükleri anlaşılan 13 çekirgenin hayallerinin tespit edildiği görüldü.

Sovyetler Biriliği'nde beden dışı seyahat yapabilen yogiler üzerinde çalışılmaktadır. İnsanlar kriz, koma veya trans halinde ve anestezik tesir altında enerji bedenlerini kendiliklerinden dışarı atabilmekte, ruhları enerji bedenleri ile temessül etmektedir.

Temessül, herhangi bir keyfiyette görünme demektir. Melekler de, cinler de temessül edebilir. İnsan düşüncesi de temessül ettiğinden Ted Serios (1960'lı yıllar) isimli bir Amerikalı, fotograf makinesi objektifine konsantre olarak baktığında, beynindeki düşüncenin kameradaki filme nakşedildiğini görmüştür.

Evet, mücerret eşya fizik evrene tesir ediyor. Ve gün geçtikçe bunun delilleri artıyor. Rüyalarda hakikatler, kabirde ameller temessül eder. Ruh ise, ona kılıf olan misâlî bedeniyle temessül edince, kendisine (yani o şahsın maddî bedenine) benzediğini görürüz. Rüyada maddî bedenimizin istirahata çekilmesiyle ilginç bir mekanizma, misâlî bedenin cesetle bağıntısını koparmadan "misâl âlemi"ne götürür. Misâlî vücud zamansız ve mekânsız âlemde nice faaliyetlerde bulunur ve nice şahıslarla (fakat onların duble bedenleri ile) buluşur. Ölüm olayında ise misâlî vücut hiçbir bağıntı kalmamak üzere cesetten ayrılır. Yeni "bedensiz ruh"; "Berzah" âlemine uçarak yeni hayatına başlar.

Durugörü Medyumluğu ve İnsan Aurası
Nice sırların düğümlendiği ve kâinatın hizmetine verildiği insanoğlunun herbir ferdi de farklı bir âlemdir esasen. İnsanlar ortak özelliklere mâlik olsa da bazılarında değişik bir ruh hassasiyetinin olağanüstü gelişmiş olduğunu görürüz. Bu hassasiyet bazılarında kendini "durugörü" kabiliyeti şeklinde ortaya koymaktadır. Bu şahıslar bizim göremediğimiz bazı şeyleri gündüz, gözü uyanık halde veya trans hâline geçerek görebilirler. Enerji âlemini misâlî bedenleri müşahade için yaratılmış olan ve rüyada kullandığımız "ikinci gözler", normal hayatta da kullanabilmektedir. Bu şahıslar, insanların çevrelerinde renkli bir aura müşahede ettiklerini söylerler ve auranın hastalık ve sıkıntılı durumlarda renk değiştirdiğini, farklılaştığını belirtirler. Hattâ bu auradan insanın kişilik yapısını ve karekterini dahi anlayabilmektedirler.

Bu tür hassas kişilerin ölmek üzere olan insanlar üzerinde yaptıkları gözlemlerden ise son derece ilginç ve açıklayıcı sonuçlar çıkmaktadır. Bunların gördüklerinin incelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Gözlemlerden çıkan sonuçlara göre, normalde canlılarda var olan ve kendisini aura şeklinde gösteren enerjik beden, ölüm anında fizik bedenden ayrılmakta ve beden dışında şuurlu bir şekilde hareket edebilmektedir. Âdeta fizik bedenin ölmesiyle ikinci beden, hayatiyet kazanmaktadır.

Davis'in Gözlemleri
Ünlü Amerikalı durugörü uzmanı Andrew J. Davis'in bir kadının ölümü ile ilgili gözlemi şöyledir: "Kadında, canın çıkış sırasında bedeninin beyin kısmında meydana gelen ve her an artmakta olan güçlü bir yoğunlaşma beliriyordu. Yoğunlaşan bu şey, çırpınmalar azaldıkça ve bedendeki sarılık arttıkça, parlak ve ışık saçan bir hâl alıyordu. Can çekişme sırasında görülen bu çırpınışların çekilen acı ile herhangi bir ilgisi olmayıp, ruh tarafından hissedilmezler. Bunlar tamamıyla organik olan birtakım hareketlerdir. Ölüm anı yaklaştıkça bedenin organları, boşalan torbalar gibi birer birer yatağa seriliyor, buna karşılık hastadan ayrı olarak, esirî (ruhî) bir bedenin oluşumu tamamlanıyordu. Can çekişen hastadan ilk kurtulan, esirî bedenin baş kısmı oldu ve yavaş yavaş diğer kısımları da ayrılarak tam ruhî bir beden olarak kadının başucunda ayakta durdu. Bu iki bedeni birbirine göbeklerinden, 'hayat bağı' dediğimiz parlak bir kordon bağlıyordu. Bu kordon kopunca bir parçası cesette kaldı. Herhalde cesedin derhal bozulmasını engelleyen budur. Kadının ruhî bedenî serbestliğe yavaş yavaş alıştı ve birdenbire ne yapacağını kestirmiş gibi harekete geçerek evden çıktı.'

Yalnızca bir örneğini almakla yetindiğimiz böylesi gözlemlerin müşterek özellikleri, ölen kişinin bedeninden çıkan bulutumsu görüntüde ve bedene benzer bir nesnenin, bedene mânevî ışın türü bir kordonla bağlı olması ve kordonun kopmasıyla bu bedenin nereye gideceğini biliyormuşcasına yolunda gitmesi şeklinde sıralanmaktadır.

Bu gelişmelerin ortak noktası, bedenimizin bütün organlarına tesir eden; onu canlı, şuurlu ve fonksiyonlu hâle getiren ruh ve misalî bedenin varlığının, bilim aynasında daha iyi görülmesidir. Ölüm denen olayın ikinci bedenin cesetten sıyrılmasından başka bir şey olmadığı, yokluğa ve hiçliğe yürümek değil, herkesin bir bir toplandığı yeni bir dünyaya geçiş köprüsü olduğu daha iyi anlaşılmaya başlanmıştır.

Prof.Dr. Osman ÇAKMAK
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 00:49
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
9 Eylül 2008       Mesaj #34
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Aldatılanın ve Aldatmanın Psikolojisi

Depresyona etki eden olaylar arasında aldatmanın zannedilenden daha büyük yeri vardır. Hatta depresyona sebep olan en önemli olayların başında cinsel sadakatsizliğin geldiğini söyleyebiliriz. Ondan sonra ise eşin ölümü gelmektedir. Yani eşin aldatması, onun ölümünden daha çok psikolojik yaralanmaya neden olmaktadır. Aldatılıp da depresyona girmeyen az sayıda insan vardır. Eşinin başka birine ilgi duyduğunu ya da kendisini aldattığını öğrenen kişi, çok öfkelenir, kendini değersiz ve sevgiye layık olmayan biri gibi hisseder. Bu ruh hali, onun misilleme yapmasına neden olabilmektedir. Cinsel aldatma yaşayan kişilerin en çok yaptıkları hata budur. Aldatılan kişinin “Madem sen beni aldattın, ben de seni aldatırım” düşüncesiyle hareket etmesi, yanlışı düzeltmek değil, bilakis başka bir yanlış daha yapmaktır. Geleneksel aile yapımızda aldatılan kişinin, ki bu genellikle kadındır, bu şekilde intikam aldığı pek görülmez.

Genelde kadınlarımız aldatmaya karşı duygularını bastırır ve olayı sineye çeker ya da evliliği bitirirler. Erkeğin pişman olduğu ve evliliğin sürdüğü durumlarda bile, kadın, kendisini beğenilmez hisseder ve eşinin diğer kadında ne bulduğunu sorgular.

Aldatma için sevgi azalması, yani kişinin eşine eskisi gibi ilgi duymaması bir bahane olarak dile getirilebilir. Eşini aldatan birçok erkek, “Ben artık sana karşı bir şey hissetmiyorum, onu seviyorum” gerekçesiyle hareket eder. Halbuki sevgi değişkendir, bir dönem hayat arkadaşına karşı bir şey hissetmemek, ömür boyu bu şekilde hissedilecek anlamına gelmez. Ayrıca insanın hoşlandığı kişiye yönelmesi, yani “Çıkarıma olan şey iyidir, doğrudur” düşüncesiyle hareket etmesi, bir anlamda çocukluktur.

Zevklerinin peşinde koşan insan olgunlaşmamıştır ve mutlu olamaz. İnsan gerçek mutluluğa eriştirecek olan soyut ideallerinin gerçekleşmesidir. Somut ve gündelik zevklerin yanı sıra, soyut idealleri de dikkate alarak yaşayan insan, hata yapsa da bundan pişman olur. Bu nedenle evlenecek kişilerin hayat felsefelerinin, kültürlerinin ve hayat piramitlerindeki ideallerin birbiriyle örtüşmesi çok önemlidir.

Yaşam felsefesi sadece dünyevi zevklere odaklı insanların evliliklerinde aldatmalara daha çok rastlanılır. Bu tür evliliklerde iş hayatı ve bireysel zevkler ailenin önündedir. Kırklı yaşlara doğru biraz da maddi birikime ve çevreye sahip olununca “Dünyaya bir daha mı geleceğim, bir çiçekle bahar olmaz” düşüncesiyle cinsel zevkin peşine düşülür. Daha çok erkeklerde görülen bu tip davranışların sonucunda, kadının tepkisine göre, evlilik ya devam ediyor ya da biter. Halbuki insan, evliliğin sadece cinsel beraberlik anlamına gelmediğini, kutsal bir yönünün olduğunu da düşünüyorsa zaten aldatmaya yönelmez. Zaaflarına yenilip buna yönelse bile, hata yaptığını anlayıp evliliğini kurtarmak için kendini yeniden toparlar.


Prof. Dr. Nevzat Tarhan
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 00:50
HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
13 Kasım 2008       Mesaj #35
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi

Özgüven nasıl kazanılır?

Özgüven önemli bir kişisel özelliktir; yaşamla baş etmemizi ve sorunlarla gerçekçi bir şekilde mücadele etmemizi sağlar ve zorluklara dayanmamızı kolaylaştırır. Özgüven kazanma süreci, yaşamın önemli zorlukları ile başa çıkma gücüne sahip ve mutlu olmaya layık bir kişi olma deneyimidir.

Özgüven önemli bir kişisel özelliktir; yaşamla baş etmemizi ve sorunlarla gerçekçi bir şekilde mücadele etmemizi sağlar ve zorluklara dayanmamızı kolaylaştırır. Özgüven kazanma süreci, yaşamın önemli zorlukları ile başa çıkma gücüne sahip ve mutlu olmaya layık bir kişi olma deneyimidir.

Özgüven insana güç verir, enerjisini artırır ve daha fazla çaba göstermeye özendirir. Başarı için ilham kaynağıdır. Başarılarımızla gurur duymamızı ve onlardan keyif almamızı sağlar.

Bizim yaklaşımımıza bağlı olarak başka insanlar ve dışımızdaki olaylar özgüvenimizi yükseltebilir ya da bitirebilirler. Yaşama özgüvenli bir şekilde yaklaşmak ve bunu sürdürmek önemlidir. Ancak, aşırı bir güven duygusu ile hareket ederek kendimizi ve diğer insanları tedirgin etme riskini de almamak gerekir.

Özgüvenimiz olmadığında işleri yapabilme yeteneğimizden emin olamayız. Gerekli beceriye ve deneyime sahip olduğumuzu bildiğimiz halde daha önce hiç yapmadığımız bir işle karşılaştığımızda endişeleniriz. Birçok durumda, özellikle karar vermemiz, inisiyatif kullanmamız veya yeni insanları işin içine katmamız gereken durumlarda rahatsız ve huzursuz oluruz.

Buna karşın, aşırı bir güven duygusu içinde davrandığımızda; sınırlarımız olduğunu kabul etmek istemeyiz, yeteneklerimiz hakkında gerçekçi olmayan düşüncelere kapılırız. Üzerimize aşırı iş yükü alırız, böylece her zaman iyi iş yapamayız. En iyiyi bizim bildiğimizi düşünürüz, önerileri göz ardı ederiz, bize yardım etmek isteyenleri de genellikle reddederiz.

Olması gereken düzeyde bir özgüvene sahip bulunduğumuzda ise; en iyi için çaba göstereceğimizi ve kabul edilebilir bir sonuç ortaya koyacağımızı bilerek işleri ele alırız. Bir işi yapamadığımızda mazeret üretmek yerine yeniden denemeye başlarız. İlk seferinde tümüyle doğru olarak anlamadığımız ya da yapamadığımız bir işin dünyanın sonu anlamına gelmediğini biliriz. Hatalarımızı dert etmek yerine onlardan ders almasını becerebiliriz. Bir çok durumla ve sorunla daha iyi baş edebiliriz.

Özgüven hedeflerimizin peşinden giderken bize güç verir. Başarılarımızla doyum ve rahatlık hissetmemize izin verir. Özgüvenimizin güçlü olması durumunda başarı bize doğal ve doğru gelir.

Birçoğumuz, belirli zamanlarda, belirli insanlarla ve belirli durumlarda kendimizi güvenli hissederken bazı durumlarda, zamanlarda ve bazı insanların karşısında özgüvenimizi yitiririz. Kendimize olan güven duygumuzu nelerin etkilediğini doğru anlamamız gerekir.

Bunun için şu soruları kendimize sormalıyız ve dürüst cevaplar vermeliyiz.
  • Kendimize en çok güvendiğimiz zamanlar hangileridir? Yeteneklerimizden emin olduğumuz ve kendimizi en rahat hissettiğimiz durumlar nelerdir?
  • Karşısında özgüvenimizin en yüksek olduğunu düşündüğümüz insanlar kimlerdir? Niçin?
  • Onlar, bize özgüvenimizi artıracak ne söylüyorlar veya ne yapıyorlar?
  • Ne zaman kendimize olan güvenimizin en düşük olduğunu hissediyoruz?
  • Özgüvenimizi azaltanlar nelerdir? Hangi insanlar ve hangi durumlar bizim kendimizi güvensiz hissetmemize neden oluyor? Söylenen ya da yapılanlar nelerdir?
Bu sorulara cevap verirken hazır olmadığınız yeni durumlardan ya da kıyafetinizin ve dış görünümünüzün iyi olduğu zamanlardan söz edebilirsiniz. Özgüven, çoğunlukla, kendimizi nasıl hazırladığımız ve kendimizi nasıl gördüğümüz ile ilgilidir. Özgüven gelip giden, azalıp artan bir duygudur. Bazı günler kendimizi diğer günlere göre daha güvenli ve güçlü hissederiz. Bazı günlerde de kendimizi arkadaşlarımızın yanında yetersiz hissederiz veya kendi yeteneklerimizi sürekli olarak onlarınki ile kıyasladığımız durumlar yaşarız.

Özgüvenimizin zayıfladığı durumlarda yapabileceğimiz ilk iş, hiç kimsenin mükemmel olmadığını kabul etmektir. Belki, başka insanların sizin sahip olmadığınız becerileri vardır. Ancak, siz de büyük olasılıkla onların yapamadığı bazı şeyleri yapabiliyorsunuz.

Özellikle, onlarla rekabet edebileceğiniz alanlarda kendi yeteneklerinizi geliştirmeye odaklanın. Tüm yapabileceklerinizi aklınıza getirin, yapamayacaklarınız için fazlaca endişelenmeyin, onlara takılıp kalmayın.

Özgüveni artırmanın iyi bir yolu, yaşamdaki başarılarımızı hatırlamaktır. Sahip olduğumuz tüm yeteneklerimizi, iyi kullandığımız becerilerimizi aklımıza getirelim ve güvenli davranarak kazançlı çıktığımız zamanları hatırlayalım.

Eğer, siz de özgüveninizi kazanmak ve geliştirmek istiyorsanız, yeteneklerinizi önemseyin ve kabuğunuzdan çıkın. Daha rahat ve girişken davranmayı öğrenin. Fikirlerinizi daha sesli ifade edin. Sorumluluklar alın. İş yaşamınızda karar alma süreçlerinde ve uygulamalarda daha aktif olarak kendinizi gösterin. Enerjik olmak için bu tür insanları kendinize örnek alın. Cesaretli olun, hata yapmaktan korkmayın. Başarısızlıkların birer ders olduğunu ya da başarı yolunda küçük molalar olduğunu düşünün. Elde ettiğiniz her başarıyla özgüveninizin arttığını göreceksiniz.
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 00:51
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
29 Kasım 2008       Mesaj #36
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Kriz Kavramı ve Müdahalenin Unsurları

Hayatımız ve gelişimsel öykümüz içinde çok sayıda inişler ve çıkışlar yaşıyoruz. Bunlardan bazıları ile kolaylıkla baş edip yolumuza devam edebilirken; bazıları sınırlarımız zorluyor ve baş etme kapasitemizi aşarak dinamiklerimizi ve dengemizi yerinden oynatabiliyor. Zaman zaman birer kriz haline gelen bu zorlanmalar, sadece bireysel boyutta değil, toplumsal hatta küresel boyutta da karşımıza çıkabiliyor.

En güncel krizlerden biri olan küresel ısınma, 1930’larda tüm dünya ülkelerini etkileyen büyük ekonomik depresyon (great depression), Türkiye’deki 1995 ekonomik krizi, 1999 Marmara depremi, 2003 terör patlamaları ve son aylarda yaşanan politik belirsizlikler ilk akla gelen kriz örneklerinden birkaçı sadece...

Kriz ne demektir ?
Günlük yaşam deneyimlerimizin ve kontrolümüzün dışında gelişen, çoğu zaman ani gelen ve şiddetli bir etkiye sahip olan, baş etme kapasitemizi aşan ve belirli bir gerilim, zorlanma, kaygı ya da çatışma yaratan olay ve durumlar genel anlamda “KRİZ” adı altında toplanır.

Tanımsal olarak kriz kavramı, hem tehlikeyi, tehditi, riski ve kaybı; ama hem de firsatı, yeniliği, gelişimi ve tekamülü barındırır içinde. Kriz, yaşandığı noktada önce bir dezorganizasyona, kaosa ve dengelerin bozulmasına neden olur; günlük yaşamı sekteye uğratır ve genel işlevsellik düzeyini düşürür. Ancak bireyin nasıl baş ettiğine bağlı olarak krizin sonuçlarının ne yönde olacağı şekillenir. Etkin bir krize müdahale ve etkili baş etme yönetemleri ile birey, öncekinden daha yüksek bir işlevsellik düzeyine bile kavuşabilir; yeniden yapılanarak, güçlenerek ve olgunlaşarak çıkabilir kriz durumundan...

Krizin türleri ;


1. Varoluşsal Krizler ; yaşamsal sorgulamalar, hayatın anlamına, evrenin düzenine dair sorgulamalar, kendini gerçekleştirme arzusu etrafındaki hayalkırıklıkları ile gelen krizler...
2. Gelişimsel Krizler ; ergenlik, menapoz, emeklilik, mezuniyet, evlilik, anne-baba olma gibi yaşamsal değişikliklerle gelebilen krizler...
3. Durumsal Krizler ; Ayrılık, boşanma, iflas, iş değişimi, taşınma, kaza gibi durumlar...
4. Komplike Krizler ; fiziksel ya da ruhsal hastalık, bir yakının ölümü gibi kayıp içeren ağır ve sarsıcı durumlar, taciz, tecavüz, gasp ya da terör gibi insan eliyle olan felaketler, deprem, sel, fırtına ve benzeri doğal afetler gibi katman katman kayıp ve zorluk taşıyan olay ve durumlar...
5. Sosyal, ekonomik ve politik krizler ; sadece bireyleri ya da belirli bir grubu değil, toplumu ve nesilleri etkileme potansiyelindeki krizler...

Kriz, göreceli bir olgudur ;

Çünkü krizi kriz yapan; olayın kendisi değil, o olayın kişinin hayatında ne anlama geldiği ve kişinin olay karşısında verdiği tepkidir.
Krize verilen tepkiler, krizi meydana getiren olayın şiddeti, büyüklüğü ve maddi-manevi maliyeti kadar, kişinin yaşına, sosyo-ekonomik özelliklerine, gelişimsel öyküsüne, baş etme ve problem çözme becerilerine ve destek sistemlerine göre de farklılık gösterir...

Kriz sonrası oluşan tepkiler ;


Duygusal tepkiler :
Korku, kaygı, panik, kızgınlık, öfke, üzüntü, suçluluk ve çaresizlik...
Düşünsel tepkiler : Şok, inkar ve umutsuzlukla “bu gerçek olamaz”, “yapabileceğim hiçbir şey yok”, “ne yapsam işe yaramayacak”, “yetersizim”, “çaresizim”, “hiçbir şey değişmeyecek” şeklindeki düşünceler... İsyan ve sorgulama ile “bu neden bizim başımaz geldi” tarzı düşünceler...
Davranışsal tepkiler : Sessizleşme, geri çekilme ve içe kapanma ya da tam tersine aşırı hareketlenme, yerinde duramama ve saldırganlaşma, sigara, alkol ya da madde kullanımına yönelme...
Fizyolojik tepkiler : İştahsızlık, uykusuzluk, gerginlik, nefes darlığı, çarpıntı, mide ağrısı ve bulantısı, baş ağrısı, halsizlik ve isteksizlik...

Krize etkin müdahalenin temel unsurları ;

Krize müdahale iki ana yönde faaliyet gösterir; biri koruma ve önleme, diğeri ise destek ve iyileştirmedir. Amaçları; kişinin günlük hayatına ve işlevselliğine geri dönebilmesini sağlamak, baş etme ve problem çözme becerilerini geliştirerek kaygıyı ve paniği hafifletmek, semptomları azaltmak ve kriz deneyiminden öğrenerek, gelişerek ve güçlenerek çıkabilmelerine destek olabilmektir.

Bunu yaparken, en önemli noktalardan biri krize maruz kalan kişiyi, grubu ya da toplumu öncelikle doğru bilgilendirmek ve belirsizlikleri en aza indirgemek yoluyla kaygıyı ve güvensizliği azaltmaktır. Baş etme ve problem çözme becerilerini geliştirme, yaratıcılık ve esneklik kazandırma, destek sistemlerini harekete geçirme ve koordine etme, ve de hayatı ve yaşanan krizi yeniden anlamlandırma ve yapılandırma krize müdahalenin temel işlevleri arasındadır...

Koruyucu ve önleyici nitelikte çalışmalar, yatırımlar, gerekli teknik, sosyal ve psikolojik eğitimler ile yaşanacak olası krizlere hazırlıklı olmak ve gerek bireysel gerekse toplumsal boyutta kriz ve afet bilincine sahip olmak hayati derecede önemlidir.


Serap Altekin
Uzman Klinik Psikolog
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 00:52
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
29 Kasım 2008       Mesaj #37
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

İş Hayatında Kadın

Türkiye’de 1980’den itibaren kadınların çalışma hayatına girişi yoğunlaştı. Son 20 yıl içinde iş hayatında kadınların yalnızca sayılarının ve oranlarının artmasıyla kalmayıp, organizasyonlardaki mevki ve pozisyonlarının da yükselmeye başladığını görüyoruz. Bir zamanlar, “erkekler dünyası” olarak bilinen iş hayında kadınların varolabilmeleri için “erkek gibi” olmaları beklenirken; artık kadınlığının bilincinde olan ve o bilinç, donanım ve farklılıkların gücüyle yükselen kadınlar dikkat çekiyor...

Çalışan bir kadın ile çalışan bir erkek arasında fark vardır...
Çalışan erkek, sadece işiyle meşguldür. Çalışan kadın ise, işiyle, ilişkiyle, aile ve çocuklarla, evin düzeni ve işleyişiyle ve bir de kişisel bakımıyla meşguldür. Toplum tarafından tanımlanan rolleri, sorumlulukları ve yükleri daha fazladır.

İkinci ve hatta üçüncü vardiya !
Dolayısıyla, çalışan kadınların birinci vardiyaları olan işlerine ek olarak ikinci ve hatta üçüncü vardiyaları vardır ki bunlar da evdeki iş ve sorumlulukları ile birlikte annelik rollerinin getirdikleridir. Bunun doğal bir sonucu olarak da, “tükenmişlik sendromu” adı verilen durumun kadınlar arasında çok daha yaygın olduğunu görürüz. Çalışan kadınlar, kronik yorgunluk, çaresizlik, tükenmişlik ve yetememezlik hislerini daha yoğun şekilde yaşarlar. Bu da, günlük yaşam kalitelerini düşürdüğü gibi, bazen işyerindeki duruş ve performanslarına da yansır...

Kadınların ve Erkeklerin Sosyalleşme süreçleri farklıdır...
Doğar doğmaz ayağımıza geçirilen pembe ya da mavi patiklerden bile bellidir bu ! Kadınlar ve erkekler doğdukları andan itibaren farklı davranışlara, farklı konuşmalara ve farklı yaklaşımlara maruz kalırlar... Farklı şekillerde yetiştirilirler; farklı roller biçilir, farklı beklentiler yüklenir. Aynı evin içinde aynı anne babadan olsa da bu çoğunlukla böyledir...

Cam tavan :
Bu görünmez tavan iki yönlü sabitlenmiştir; kadınların kendilerilerini durdurdukları noktalar ve kadınların sistem ve erkekler tarafından durduruldukları noktalar...

Rekabet :
Rekabetin en bilinen şekli, erkekler arasında daha belirgin olarak dikkat çeken kazan-kaybet sistemidir. Erkekler küçük yaştan itibaren, büyüme, yetişme ve sosyalleşme süreçleri içinde gerek aile ortamı gerekse okul ve arkadaş çevrelerinde oynadıkları oyunlar, yer aldıkları sportif karşılaşmalar ya da aldıkları rollerle, rekabet ve güç alanlarında teşvik ve destek görürken; kadınlar için durum çok farklıdır.

Kadınlar ve erkekler rekabeti farklı yaşarlar... Erkekler için rekabet bir oyundur, bir güç mücadelesidir ve bir varoluş biçimidir ve çocukluklarından beri alışık ve antremanlı oldukları bir şeydir... Kadınlar içinse rekabet “kötü”, “yanlış”, “ilişkiyi zedeleyen”, “tehdit eden” bir şeydir... Bunedenle de kadınlar ilişkiyi korumak ve ilişkide kalmak adına rekabetten kaçınırlar; ya tamamen kendilerini geri çeker, edilgen konuma geçer ve teslim olurlar; ya da öteki uçta bir dışavurum ile çok saldırgan olurlar... Dengelemeleri zordur, çünkü çocukluklarından bu yana alışık oldukları, sosyalleşme sürecinde rahatça deneyimledikleri bir olgu değildir güç ve rekabet...

Kadınların gelişim sürecinde, başkalarının ihtiyaçlarına ve duygularına duyarlılık ve empati en önemli boyutlardır. Erkek varoluşunun temelini oluşturan “kazan-kaybet” olgusunun aksine, kadın varoluşu “kazan-kazan” prensibi üzerine kuruludur. Rekabet ve güç savaşımı gerektiren oyun ya da durumlarda, kaybeden tarafa duyulan ya da duyulacak olan empati ve duyarlılık, birçok kadının oyuna girmemesine ya da girememesine neden olur. Zira kadınlar rekabette kazanmanın çoşkusundan çok, kaybedenle kurdukları empati sonucu rahatsızlık, üzüntü, suçluluk, gerginlik ve sıkıntı duygularını yaşarlar. Ve kadınların dünyasında, “başkasının üzerine güç kurarak kendini güçlü hissetmek” yerine; “birlikte güçlenmek” ve “başkalarını güçlü ve mutlu kılarak dolaylı olarak, hep birlikte güçlü hissetmek” vardır ! Bu da kadınların sosyal ve ailesel rollerini açıklamakla kalmaz, iş hayatındaki “cam tavan” kavramının temellerinden birini de oluşturur.

Kadınlarda başarı ve güç korkusu :
Kadınlar, erkeklerinden daha fazla para kazandığında veya daha fazla terfi ettiğinde ; toplumsal rol ve beklentilerle, kişisel rol ve beklentilerin çakışır ! Bunu telafi etmek için, kadınlar farkında olarak ya da olmayarak kendilerini edilgen ve zayıf bir konuma sokarlar !

Kadınların karşılaştığı zorluklar ve engeller ;
  1. Erkeklere öncelik verilmesi
  2. Aile, eş ve çevre baskısı
  3. İş yerinde sosyalleşmede zorluk; kadınlar hakkındaki olumsuz ve önyargılı düşünceler
  4. Erkek egemen politik ve stratejik yapı
  5. Taciz
  6. Simgesellik ve genelleme; bir kadının tüm kadınları temsil ediyormuş gibi algılanması ve değerlendirilmesi, sürekli bir takibe, gözleme ve değerlendirmeye tabi tutulmaları sonucu performan baskısı
  7. Yalnızlık ve dışlanma
  8. Seyahatlerde ve iş yemeklerindeki toplumsal baskı ve engellenme
  9. Evi ve işi dengeleme zorunluluğunun sadece kadına yüklenmesi

Serap Altekin

Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 01:03
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
13 Aralık 2008       Mesaj #38
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Düşüncenin Toplumsallaşması

Dil sayesinde çocuk, insan kültürünün zenginliğine açılır. Diğer hayvanlarda genetik kalıtım faktörü baskınken, insan toplumunda kültürel faktör belirleyicidir. İnsan yavrusu, yetişkinlere, özellikle de onu yaşamın, toplumun ve dünyanın gizlerine büyük ölçüde dil aracılığıyla ayak bastıran ebeveynlerine bütünüyle boyun eğdiği çok uzun bir “çıraklık” döneminden geçmek zorundadır. Çocuk kendisini, kopyalanacak ve taklit edilecek hazır bir modelle karşı karşıya bulur.

Daha sonraları bu, özellikle oyun aracılığıyla, diğer yetişkinleri ve çocukları da içerecek şekilde genişler. Bu toplumsallaşma süreci kolay ya da otomatik değildir, ama tüm entelektüel ve ahlâki gelişimin temelidir. Tüm ebeveynler küçük çocukların kendi kendilerine oynarlarken nasıl da kendi kendilerine oldukça neşeli olarak uzun “konuşmalar” yaptıklarını zevkle gözlemiştir. Çocuğun gelişimi, ilkel benmerkezcilik durumundan kopma ve başkalarına ve genel olarak dış gerçekliğe bağlanma süreciyle sıkı sıkıya bağlıdır.

Piaget’nin orijinal şemasında, iki yıldan yedi yıla kadar olan dönem, basit “pratik” (“duyu-motor”) zekâ evresinden düşünceye geçişi göstermektedir. Bu süreç ikisi arasındaki her türlü geçişsel biçimle karakterize olur. Bu durum kendisini meselâ oyunda açığa vurur. Yedi yaşından on iki yaşına değin oyunlar, diyelim hayli bireysel olan oyuncak bebeklerle oynamanın aksine, ortak amaçları içeren kurallarla belirir. İlk bebekliğin mantığı, yetişkinlerde de hâlâ varolan ve Hegel’in “dolaysız” düşünce dediği sezgi olarak tanımlanabilir. Ebeveynlerin iyi bildiği daha geç bir aşamada çocuk neden diye sormaya başlar. Bu çocuksu merak, akılcı düşüncenin başlangıcıdır. Çocuk artık yalnızca şeyleri oldukları gibi almayı istememekte, onlar için akılcı bir temel aramaktadır. Her şeyin bir nedeni olduğunu kavramakta ve bunun ne olduğunu da anlamaya çalışmaktadır. “B”nin “A”dan sonra olduğu basit gerçeğiyle tatmin olmamaktadır. Onun neden olduğunu bilmek istemektedir. Böylelikle üç ilâ yedi yaş arasındaki çocuk, bazı modern filozoflardan daha akıllı olduğunu göstermektedir.

Geleneksel olarak belli bir büyü ve şiir havası verilen sezgi, gerçekte düşüncenin en geri biçimidir, ki çok küçük çocuklar için ve düşük bir kültürel gelişim düzeyine sahip insanlar için karakteristik biçim budur. duyuların sağladığı izlenimlerden oluşan sezgi, bizi belirli bir olaya karşı “kendiliğinden”, yani düşünmeden tepki vermeye kışkırtır. Mantığın ve tutarlı düşüncenin sıkıntıları onun semtine uğramaz. Bu sezgiler bazen gözalıcı biçimde başarılı olabilmektedir. Bu durumlarda, “esin parlamasının” apaçık kendiliğinden doğası, “içten” gelen ve ilâhi olarak esinlenmiş gizemli bir seziş yanılsamasını doğurur. Gerçekte sezgi, ruhun karanlık derinlerinden değil, bilimsel tarzda olmasa da imgeler vb. biçiminde edinilmiş deneyimin içselleştirilmesinden kaynaklanır.

Kayda değer bir yaşam deneyimi olan insan, karmaşık bir duruma dair son derece kıt bilgilere dayanarak sık sık doğru bir değerlendirmeye varabilir. Benzer biçimde bir avcı izini sürdüğü hayvanlar hakkında neredeyse bir “altıncı his” sergileyebilir. Gerçekten büyük beyinler söz konusu olduğunda esin parlamalarının bir deha niteliğini temsil ettiği düşünülür. Tüm bu durumlarda kendiliğinden düşünce olarak görünen şey aslında yılların deneyim ve düşüncelerinin damıtılmış özüdür. Ne var ki salt sezgi, çoğunlukla tatmin edicilikten son derece uzak, yüzeysel ve bozuk biçimli bir bilgiye yol açar. Çocuklarda “sezgi” muhakeme, tanımlama ve hüküm vermeyi becermeden önceki düşüncenin ilkel, ham evresine işaret eder. O kadar yetersizdir ki, bu evreyi çok önce geride bırakmış yetişkinlerin gözünde genellikle komik görülür. Tüm bu durumlarda gizemli hiçbir şeyin olmadığını söylemeye bile gerek yoktur.

Yaşamının ilk aşamalarında çocuk kendisiyle fiziksel çevresini birbirinden ayırt etmez. Gördüğümüz gibi, özne (“ben”) ile nesneyi (fiziksel dünya) birbirinden ayırt etmeye ancak yavaş yavaş başlar. Kendisi ile kendi çevresi arasındaki gerçek ilişkiyi, nesneleri elleriyle hareket ettirmek ve diğer fiziksel işlemler sayesinde pratik içerisinde anlamaya başlar. İlkel birlik darmadağın olur ve kafa karıştırıcı bir görüntüler, sesler ve nesneler bolluğu ortaya çıkar. Çocuk ancak bu andan sonra şeyler arasındaki bağlantıları kavramaya başlar. Deneyler, çocukların eylemde her zaman sözcüklerde olduğundan daha gelişmiş olduklarını göstermiştir.

“Saf entelektüel eylem” diye bir şey yoktur. Küçük çocuklarda bu çok açıktır. Kalp ile kafayı karşı karşıya koymak çok alelâdedir. Bu da yanlış bir karşıtlıktır. Duygular entelektüel sorunların çözümünde bir rol oynar. Bilimciler kavranılması en güç eşitliklerin çözümünde heyecana kapılırlar. Farklı düşünce ekolleri, felsefi, sanatsal vb. sorunlar hakkında ateşli tartışmalar içerisine girerler. Örneğin aşk, iki insan arasında üst düzey bir anlayışı gerektirir. Hem akıl hem de duygular rol oynar. Biri diğerini önvarsayar ve şu ya da bu ölçüde birbirlerine müdahale edip şartlandırırlar.

Toplumsallaşma derecesi ilerleyip geliştikçe çocuk, Piaget’nin “kişiler arası duygular” –insanlar arasındaki duygusal ilişkiler– dediği ihtiyacın giderek daha çok farkına varır. Burada, bizzat toplumsal bağın, cezbetme ve iticilik gibi çelişkili unsurlar taşıdığını görürüz. Çocuk bunu önce ebeveynleri ve ailesine ilişkin olarak öğrenir, ardından da daha geniş toplumsal gruplarla sıkı bağlar kurar. Sempati ve antipati duyguları gelişir, bu duygular eylemlerin toplumsallaşmasıyla ilintilenir ve ahlâki duygular ortaya çıkar; iyi ve kötü, doğru ve yanlış, ki bunlar “hoşlandıklarım” ya da “hoşlanmadıklarımdan” çok daha öte bir şey anlamına gelir. Bunlar öznel değil, toplumdan türetilmiş nesnel kriterlerdir.

Bu güçlü bağlar, daha en başından itibaren işbirliğine dayanan toplumsal üretime ve karşılıklı bağımlılığa dayanan insan toplumunun evriminin önemli bir parçasıdır. Bu olmaksızın insanlık asla hayvanlar âleminden çıkamazdı. Ahlâki değerler ve gelenekler dil aracılığıyla öğrenilir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Bununla karşılaştırıldığında, biyolojik kalıtım faktörü, insanoğlunun yapıldığı hammadde olarak kalmaya devam etse bile, tümüyle ikincil bir faktör olarak görünür.

Yedi yaşından itibaren gerçek bir okul eğitiminin başlamasıyla birlikte çocuk güçlü bir toplumsallaşma ve işbirliği duygusu geliştirmeye başlar. Kurallı oyunlarda bu kendisini gösterir; en basit bir misket oyunu bile karmaşık bir kurallar dizisini bilme ve kabullenmeyi gerektirir. Etik kuralları ve toplum yasaları gibi, bu oyun kuralları da kendi ayakları üzerinde durabilmek için herkes tarafından kabul edilmelidir. Kuralları ve bu kuralların nasıl uygulanacağını bilmek, dilin gramer ve sözdizimi kuralları kadar karmaşık bir şeyi kavramakla at başı gider.

Piaget şu önemli gözlemde bulunur, “tüm insan davranışları aynı anda hem toplumsal hem de bireyseldir.” Bu noktada karşıtların birliğinin en önemli örneğiyle karşı karşıyayız. Düşünceyi varlığın ya da bireyi toplumun karşısına koymak tamamen yanlıştır. Bunlar birbirlerinden ayrılamazlar. Özne ve nesne arasındaki ilişkide ve birey ile çevre (toplum) arasındaki ilişkide aracı olan etken insanın pratik faaliyetidir (emek). Düşüncelerin iletişimi dildir (dışsallaştırılmış yansıtma). Diğer taraftan düşüncenin kendisi, içselleştirilmiş toplumsal ilişkidir. Yedi yaşındayken çocuk, bakış açılarının eşgüdümünü mümkün kılan bir ilişkiler sisteminden ibaret olan mantığı anlamaya başlar.

Çok parlak bir pasajda Piaget bu aşamayı Yunan felsefesinin ilk dönemleriyle karşılaştırır, bu ilk dönemde İyon materyalistleri dünyanın ussal bir kavrayışına ulaşmak için mitolojiden kopmuşlardı:

İlk açığa çıkanlar (birleştiricilerin yeni açıklama biçimleri) arasında, tam da mitolojik açıklamaların gerilediği çağda Yunanlıların sergilediğine kaydadeğer bir benzerlik gösterenler olduğunu görmek şaşırtıcıdır.

Burada çok çarpıcı bir biçimde, daha gelişiminin en başlarında tek tek her çocuğun düşünüş biçiminin nasıl genel olarak insan düşüncesinin gelişimiyle kaba bir paralellik taşıdığını görürüz. İlk aşamalarda ilkel animizmle paralellikler vardır, çocuk güneşin doğduğu için parladığını düşünür. Daha sonra, bulutların dumandan ya da havadan geldiğini; taşların topraktan yapıldığını vb. tasavvur eder. Bu, maddenin doğasını, su, hava vb. şeyler aracılığıyla açıklama girişimlerini hatırlatmaktadır. Bunun büyük önemi şurada yatar ki, bunlar, evreni, din ya da büyü aracılığıyla değil de, materyalist, bilimsel araçlarla açıklamaya dönük çocuksu çabalardır. Yedi yaşındaki çocuk zaman, mekân, hız vb. kavramları kavramaya başlar. Ne var ki bu zaman alır. Kant’ın, zaman ve mekân kavramlarının doğuştan geldiğini ileri süren teorisinin aksine, çocuk böylesi soyut düşünceleri, bu düşünceler kendisine deneysel olarak gösterilmediği sürece kavrayamaz. Demek ki idealizmin yanlışlığı, bizzat insan düşüncesinin gelişim sürecinin incelenişiyle gösterilebilir.

GenBilim Editor
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 01:04
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
13 Aralık 2008       Mesaj #39
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Doğru sanılan yanlışlar : Cinsel Mitler !

Bilinmezlikler, boşluklar ve soru işaretleri daima korku ve kaygı yaratır. Bu korkular zaman içinde kulaktan kulağa dolaşır, dolaştıkça daha da abartılır ve gerçeklikten uzaklaşır ve bu süreçte de cinsel mitler oluşmaya başlar. Cinsel mitler; cinsellikle ilgili bilimsel temeli olmayan, yanlış, çarpık ve eksik bilgi, düşünce ve inançlardır.

Cinsel mitlerin ardında, cinsellikle ilgili korkularımız, kaygılarımız ve önyargılarımız kadar toplumsal ve dinsel tabularımız da saklıdır. Cinsel mitlere zemin hazırlayan en önemli etkenler; cinsel eğitim ve bilgi eksikliği, cinsellikle ilgili konuların aile içinde, okullarda ya da toplumda açıkça konuşulamaması, tartışılamaması ve de yeterli bilimsel araştırma ve yayından yararlanılamamasıdır. Zilbergeld’a göre, cinsel mitlerin toplumun genelinde pekişmesi ve yaygınlaşmasında; yetersiz ya da hatalı bilgi aktaran ailelerin ve sosyal çevrenin etkisi kadar, basın yayın organlarında yer alan, bilimsel temelden uzak, medya sorumluluğu ve duyarlılığı taşımayan bazı haberlerin, reklamların, videokliplerin, filmlerin ve özellikle de pornografik yayınların da belirgin bir etkisi söz konusudur.

Cinsel mitler, cinsel problemlere zemin hazırlar !

Cinsel mitler; bilimsel temeli olmayan ve gerçek dışı cinsel beklentilere neden olduğu ve yanlış ve çarpık düşünce ve inançlara dayandığı için kaygıları, endişeleri ve korkuları daha da arttırır; suçluluk ve yetersizlik hislerine, performanssızlık ve başarısızlık korkularına zemin hazırlayarak cinsel işlev bozukluklarının en önemli nedenleri arasında yer alır. Ve oluşan cinsel sorunların bir kısırdöngü şeklinde artarak devam etmesine de neden olur.
Araştırmalara göre ;
Erkeklerin daima sekse hazır olduğu ve olması gerektiği inanışı; sevişmenin salt cinsel birleşme ile özdeşleştirilmesi; erkek cinsel organının büyüklüğünün cinsel güç ve kimlikle eşdeğer görülmesi; sevişmeyi başlatan ve istekli olduğunu ifade eden kadının “kötü“ ve “ahlaksız“ olarak nitelendirilmesi; gebelik döneminde ve yaşlılık yıllarında cinselliğin bittiğinin sanılması gibi birçok yanlış düşünce, inanç ve tutum çiftlerin cinsel hayatını belirgin derecede sekteye uğratıyor.

Araştırmalara göre; cinsel mitler adını verdiğimiz bu yaygın ama yanlış düşünce ve inanışlar kadınlar ve erkekler arasında eşit oranda görülüyor. Ülkeler ve kültürler arası araştırmalar işaret ediyor ki bu cinsel mitler daha çok geri kalmış, gelişmekte olan ve kapalı toplumlarda yaygın. Ve cinsel mitlerin neden olduğu en yaygın cinsel işlev problemleri ise vajinismus ve erken boşalma.

Cinsel eğitimin önemi ;
Cinsellikle ilgili kulaktan dolma, kaynağı belirsiz, bilimsel olmaktan uzak, eksik, çarpık ve yanlış bilgiler yerine; ailede anne babalar ile başlayan, okullarda öğretmenlerin desteği ile devam eden, profesyoneller rehberliğinde, bilimsel kaynaklı, net ve anlaşılır cinsel eğitim programları erken yaşlardan itibaren anahtar rol almalıdır.

Cinsel eğitimin amaçları şöyle olmalıdır ;
  • - İnsan bedeninin genel anatomisi
  • - Kadın-Erkek vücudunun ve cinsel organlarının anatomisi
  • - Erkek ve kadın üreme fizyolojisi
  • - Cinsel ilişki ve fazları
  • - Doğum kontrolü, hamilelik ve doğum süreci
  • - Cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve korunma yolları
  • - Evlilik ve ebeveynlik konularında hazırlık ve rehberlik
  • - Kişinin bedeni, cinselliği ve ilişkisine dair bilinç ve içgörü kazanması
En yaygın cinsel mitler ;
YANLIŞ 1 : “Cinsellik doğal ve içgüdüseldir; öğrenilecek ve konuşulabilecek bir şey değildir”
YANLIŞ 2 : “Erkek ve kadın aynı anda ve aynı sayıda orgazm olmalıdır”
YANLIŞ 3 : “Evlilik öncesi cinsellik olmamalıdır”
YANLIŞ 4 : “Ereksiyon problemleri ve erken boşalma, erkeğin, eşini çekici bulup bulmadığı ile ilişkilidir”
YANLIŞ 5 : “Penis boyu cinsel güç, performans ve haz ile doğru orantılıdır”
YANLIŞ 6 : “Cinselliği başlatmanın ve sürecin kontrolü erkeğe aittir”
YANLIŞ 7 : “Cinsel haz, salt cinsel birleşmeden ibarettir”
YANLIŞ 8 : “Mastürbasyon zararlı ve yanlıştır”
YANLIŞ 9 : “Erkekler cinsel ilişkiye her an istekli ve hazırdır”
YANLIŞ 10 : “Fantezi ve cinsel oyunlar yanlıştır”
YANLIŞ 11 : “İstekli kadın kötüdür”
YANLIŞ 12 : “İleri yaşlarda cinsellik biter”
YANLIŞ 13 : “Hamilelikte yaşanan cinsellik bebeğe zarar verir”

Serap Altekin
Uzman Klinik Psikolog
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 01:05
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
13 Aralık 2008       Mesaj #40
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Tüketici Davranışlarının Psikolojik Bileşenleri

Yaşantımızın her alanında ve her anında tüketim olgusu vardır. Hatta denebilir ki alışveriş belki de hayatta ilk öğrendiğimiz şeylerden biridir; yaşam, almak ve vermek, öncelikle nefes almak ve nefes vermek; içine almak ve dışarı çıkarmak üzerine kuruludur. Bunun daha ötesinde de alışverişi ve tüketimi kişisel ve sosyal etkileşim boyutlarıyla yaşar, ihtiyaçlarımızı karşılamaya, tatmin ve memnun olmaya ve yaşam kalitemizi arttırmaya çalışırız.

Pazarlama anlayışı tarihsel gelişimi içinde bir evrim geçirmiştir. Önceleri “ürün odaklı” bir yaklaşım hakimken, sanayi devrimi ve endüstrileşme süreci içinde “üretim odaklı” bir yaklaşım ön plana çıktı. Serbest piyasa ekonomisi sonucu, medya ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeleri takiben de “satış odaklı” yaklaşım ağırlık kazandı. Toplumun değerlerini korumak ve kültürün ve insanlığın devamlılığını sağlamak anlayışı çerçevesinde “toplumsal pazarlama anlayışı” gelişti.

Çağdaş pazarlama anlayışında ise “tüketim ve tüketici odaklı” bir yaklaşım söz konusudur. Uzun vadeli hedefleri olan ve bütüncül bir yaklaşımdır; işletme, pazarlama, ekonomi, antropoloji, ergonomi, sosyoloji ve psikoloji gibi birçok disiplinin entegrasyonuna dayalıdır. Tüketici tutum ve davranışlarının, karar verme, seçim yapma ve satın alma süreçlerinin tüm boyutları ve dinamikleri ile anlaşılmasını ve bu temelde tüketici istek ve ihtiyaçlarının tatminini hedef alır. Tam bu noktada da psikoloji ile geniş bir ortak alanı paylaşır.
“Tüketici Davranışları” alanının temel soruları ;
  • Tüketiciler kimlerdir ?
  • İhtiyaçları, arzuları, tercihleri, değerleri, yaşam tarzları nasıldır ?
  • Nasıl düşünürler, nasıl algılarlar, nasıl karar verirler ?
  • Karar verme ve satın alma süreçlerini neler etkiler ?
  • Kişiliğin, ailenin, kültürün ve medyanın nasıl etkileri vardır ?
  • Tüketiciler ne satın alırlar ?
  • Ne zaman ve nereden satın alırlar ?
  • Neden satın alırlar ?
  • Kimler için ve ne için satın alırlar ?
  • Ne kadar satın alırlar ?
  • Ne sıklıkta satın alırlar ?
  • Aldıklarını ne kadar süre ve nasıl kullanırlar ?
  • Aldıklarını nasıl elden çıkarırlar ?
  • Yeniden satın almda neye neden yönelirler ?
Tüketici davranışlarının temel özellikleri ve psikolojik bileşenleri ;
  • Tüketici davranışı, güdülenmiş bir davranıştır; ihtiyaç ve isteklerin karşılanmasına yönelik bir dizi süreç ve eylemden olışur.
  • Öğrenilmiş bir davranıştır; aile hikayesine, kişiliğe, kültüre, çevreye, zamana, yaşa, sosyoekonomik koşullara ve pazar alanının özelliklerine göre şekillenir.
  • Dinamik bir süreçtir; satın alma öncesinde, satın alma sırasında ve satın alma sonrasında yaşanan süreçler ile bir bütündür; ve tüm bu aşamalar karşılıklı olarak etkileşim halindedir.
  • Çeşitli faaliyetleri ve farklı süreçleri içerir. Duyumlama, algılama, düşünme, yorumlama, seçme, karar verme, analiz etme, sentezleme gibi...
  • Karmaşık ve çok faktörlü bir süreçtir; zamanlama ve koşullar fark yaratır. Karar vermek için kullanılabilecek süre, kararın zorluğu ve faktörlerin karmaşıklığı ve kişinin psikolojik dinamikleri süreci etkiler.
Tüketicinin Karar Verme ve Satın Alma Sürecinin Lineer Modeli ;
1. Problemi tanımlama ve ihtiyacı belirleme
2. Bilgi ve alternatif arayışı
3. Alternatiflerin değerlendirilmesi ve elenmesi
4. Karar, seçim
5. Satın alma
6. Satın alma sonrası kullanım ve tatmin
7. Yeni satın almalarda, karar ve seçimlerde yön

Problemi tanımlamada ve ihtiyacı belirlemede ana etken ; fiziksel, sosyal ya da psikolojik bir ihtiyacın ortaya çıkması ve bünyenin alarm vermesidir. İhtiyaç, herhangi bir şeyin eksikliğinin, yokluğunun yarattığı boşluk ve gerilim hissidir. Söz konusu bu gerilim, ancak ihtiyaç karşılanınca ortadan kalkar ve bünye rahatlar. Bu ihtiyaçlar, açlık, susuzluk, barınma ve güvenlik gibi yaşamsal ihtiyaçlar olabildiği gibi, ait olma, kendini gerçekleştirme, öz saygı, öz güven, toplumsal prestij gibi sosyal ve psikolojik ihtiyaçlar da olabilmektedir. Bazense ihtiyaç, bilim ve teknolojideki gelişmeler, yeni bilgilerin, yeni ürünlerin ve daha gelişmiş işlevli ürün ve hizmetlerin varlığı ile ortaya çıkar. İhtiyaçlar ve o ihtiyaçları karşılamak için seçilen yol, yöntem, ürün ve hizmetler; yaşa, zamana, yaşamsal ve çevresel koşullara, kişiliğe, aile yapısına ve kültüre göre değişir.

Tüketici, alternatifleri belirlerken bilinçli ve bilinç dışı olarak bazı kaynaklardan etkilenir. İçsel, kişisel kaynaklar; geçmiş deneyimler, değerler, tutumlar, alışkanlıklar, düşünme ve karar verme tarzı, risk alma potansiyeli, dikkat, bellek ve kişilik gibi. Sosyal kaynaklar; aile, arkadaşlar, iş, okul, sosyal ve kültürelel çevre gibi. Toplumsal kaynaklar; medya, devlet, sivil toplum örgütleri gibi. Ticari ve pazar alanı kaynakları; reklamlar, satış elemanları gibi. Profesyonel kaynaklar; teknisyen, uzman, avukat, doktor, muhasebeci, öğretmen, psikolog, danışman, yönetici önerileri ve raporları gibi. Ve, kulaktan kulağa yayılan ve duyulanlar da bir diğer kaynaktır...

Alternatifler değerlendirilken ve elenirken; tüketici, minimum zaman, efor ve maddi kaynak ile, maksimum fayda, işlev ve memnuniyet elde etmek ister. Ürünün fiyatı, işlevi, kullanım kolaylığı, güvenliği, geri dönüşümü, ortalama ömrü önemli unsurlardır. Alternatifleri değerlendirirken en temel rasyonel kriterleri bunlar oluşturur. Ancak, tüketiciler her zaman bu rasyonel ve ekonomik prensiple seçim yapmazlar. Ürünün temel fonksiyonu dışında, tüketici için ifade ettiği sembolik anlam ve duygusal değer önemli bir bileşendir. Satın alınan ürünün sembolik olarak sağlayacağı güç, prestij, onay ve kabul önemli etkenlerdendir.

Temel Prensiplerden Bazıları ;
  • Tüketici, karar verme sürecini; zaman, efor ve maliyet açılarından sadeleştirmeyi ve basite indirgemeyi tercih eder. Minimum zaman, enerji ve maliyetle; optimum güvenilir ve isabetli bilgi, ürün ve hizmet arayışındadır.
  • Karar verirken, bilgi önemli bir unsurdur. Ancak, bilginin miktarı ile karar verme sürecinin komplikasyonu arasında ters U bir ilişki vardır. Yani, bilgi gereklidir; ancak fazla bilgi ve veri; karar ve seçim sürecini karmaşık hale getirir, zorlaştırır ve bu da tüketiciyi bloke eder !
  • Tekrarlamalar ile tüketicinin öğrenme süreci arasında da ters U bir ilişki vardır. Bir noktaya kadar, tekrarlamalar, tüketicinin öğrenmesini güçlendirir; ancak fazla tekrar, dikkati azaltır ve duyarsızlaşma yaratır. Bu nedenle raklamların süresi ve tekrar sayısı titizlikle planlanır.
  • Görsel malzemeler sözel malzemeden daha kalıcı ve etkilidir. Özellikle de renkli, parlak, zıtlıklar içeren, içerisinde mizah barındıran, olumlu duygulara ve ortak değerlere hitap eden, heyecanlandıran ve dikkat çeken reklamlar ve pazarlama stratejileri daha etkili olur.
  • Memnun olmayan tüketici, memnun olana göre daha çok fazla konuşur ve memnuniyetsizliğini yayar.

Serap Altekin
Uzman Klinik Psikolog
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 03:54

Benzer Konular

12 Ağustos 2018 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
24 Ekim 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap
18 Şubat 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
10 Ağustos 2017 / Misafir Cevaplanmış