Arama

Psikoloji ile ilgili Makaleler       - Sayfa 5

Güncelleme: 23 Temmuz 2018 Gösterim: 227.289 Cevap: 185
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
13 Aralık 2008       Mesaj #41
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Psikolojik Danışma Nedir?

Psikolojik danışma, kişisel, sosyal, eğitimsel ve mesleki konularda kişilerin amaçlarını belirleme, karar verme, varolan problemlerini çözme ve benzeri konularda -tarafsız, kişilik haklarına saygılı, güven ve gizliliğe önem veren eğitimli danışmanlardan yardım aldığı bir gelişim sürecidir.

Sponsorlu Bağlantılar
PSİKOLOJİK DANIŞMA İLE İLGİLİ ÖNYARGILAR :
Psikolojik danışma süreci bir çok insan tarafından yanlış değerlendirilmektedir:
ÖNYARGI : Psikolojik danışma sadece yoğun ve derin duygusal problemi olan kişiler içindir.
GERÇEK : Psikoterapi yoğun ve derin duygusal problemleri olan kişiler içindir.

Psikolojik Danışma ise :
1-Kendini daha iyi tanımak isteyen bireylere,
2-Arkadaşları ve ailesiyle olan ilişkilerini düzeltmek ya da geliştirmek isteyenlere,
3-Yalnızlık ve utangaçlık ile başa çıkmak isteyenlere,
4-Kendine güveni artırmak isteyenlere ve girişkenlik konusunda problemi olan öğrencilere,
5-Duygularını etkili şekilde ifade etmek isteyen veya bu konuda problemleri olan kişilere,
6-Stres ve kaygı ile baş etmek isteyenlere,
7-Sınavlar ve notlar ile problemi olanlar ya da akademik uyarı almış öğrencilere,
8-Mesleki anlamda kendine bir yol çizmek isteyenlere,
9-Her türlü karar verme güçlüklerinde,

2. ÖNYARGI :
Psikolojik Danışmaya başvuran kişiler zayıf karakterli kişilerdir.
GERÇEK : Psikolojik Danışmaya başvuran kişiler zayıf değil, gerçekte yaşamlarından ve kendilerinden sorumlu olduğunun farkında ve varolan problemleri, yaşadıkları zorlukları çözmek için ilk adımı atmış kişilerdir. Bir çok insan bunu “cesur davranmak” diye nitelendirmektedir.

ÖNYARGI:
değişim çok kolaydır.
GERÇEK: değişim her zaman kolay değildir. Üzerinde zaman ve emek harcamak gereklidir. Psikolojik danışma problemlerinizi hemen çözüveren bir süreç olmadığı gibi, Psikolojik Danışman da elinde sihirli değnek olan bir kişi değildir.

4. ÖNYARGI : Psikolojik danışman sizi çözümler. Size yaşamınızda ne yaptığınızı ve problemlerinizi çözmek için ne yapmanız gerektiğini anlatır, öğütler verir.
GERÇEK : Psikolojik danışman, problemlerinizi nasıl çözeceğiniz konusunda size öğüt veren kişi değildir. O, danışma süreci içinde sizin koyduğunuz hedeflere ulaşmanız, çeşitli konularda sağlıklı karar vermeniz veya problemlerinizi çözmeniz konusunda size yardımcı olan kişidir.

5. ÖNYARGI :
Psikolojik Danışma’ya başvuranlar hakkında dosyalarına veya transcript''lerine yazı yazılıyor ve bu gelecekte işe girmemizi engelliyor.
GERÇEK : Psikolojik danışmanın en önemli ilkelerinden birisi gizliliktir. Psikolojik danışmaya başvuranlar hakkında veya bu kişilerin danışmanlarına anlattıkları konularla ilgili olarak onların izni olmadan hiç kimseye veya kuruma bilgi verilmez.Dosyalarına da öğrenci hakkında yazı yazılması diye bir şey söz konusu değildir.

6. ÖNYARGI :
Psikolojik danışman terapide anti-depresant vb. gibi ilaçlar tavsiye edebilir.
GERÇEK : Psikolojik danışman ilaç tavsiye edemez. - Sadece psikiatrist ya da hekim ilaç önerebilir.- Psikolojik Danışma Ünitesi herhangi bir ilacı öneremez. Eğer danışma sürecinde ilaç kullanımı ihtiyacı ortaya çıkarsa, (ya da reçete ile bir ilaca ihtiyaç duyuluyorsa) psikiatriste gitmeniz önerilebilir. Sağlık Merkezindeki psikiatristimiz bu konuda sizlere yardımcı olacaktır.


PSİKOLOJİK DANIŞMAYA İHTİYACIM OLDUĞUNU
NASIL ANLAYACAĞIM ?


1-Yaşamım nereye doğru gidiyor diye endişeleniyorsanız,
2-Kimseye anlatamadığınız fakat birileriyle paylaşmak gerekliliği hissettiğiniz duygu ve düşünceleriniz olduğuna inanıyorsanız,
3-Nasıl ders çalışacağınızı bilemiyorsanız,
4-Kendinizi daha iyi tanımak istiyorsanız,
5-Ödevlerinizi yapıp, derslerinize çalıştığınız halde, başarısız olduğunuzu düşünüyorsanız,
6-Lise yıllarında başarılı biri olmama rağmen şu an derslerde zorluk çekiyorum diyorsanız,
7-Kendinize özgü mesleki bir alan seçmek ve hedeflerinizi belirlemek istiyorsanız,
8-Hayatınızda bir şeylerin ters gittiğini düşünüyorsanız,
9-İnsanlarla daha etkili iletişim kurmak ve duygularınızı etkili şekilde ifade etmek istiyorsanız,
10-Çoğu zaman moraliniz bozuk ise ve kendinizi üzgün hissediyorsanız,
11-Bugünlerde aşırı derecede stresli ve kaygılıyım diyorsanız,
12-Bulunduğunuz ortama hala uyum sağlayamadığınızı düşünüyorsanız,
13-Bu ve buna benzer duygu ve düşünceler içinde iseniz, Psikolojik Danışma ve Rehberlik Üniteleri’ne gelerek Psikolojik Danışmanlar ile görüşmeniz sizin için yararlı olacaktır.

Erdoğan Ercan
Uzman Psikolojik Danışman

Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 03:56
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Aralık 2008       Mesaj #42
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Davranışlar Sözlerden Sesli Konuşur

Bir bebek doğumundan itibaren çevreye duyarlıdır. Doğumu takip eden ilk haftalarda bebeğin davranışlarını, ihtiyaçları ve çevresel uyarılar şekillendirir. Karnı acıktığında, altını kirlettiğinde, gaz sancısı çektiğinde, çevre çok ışıklı veya gürültülü olduğunda ortaya koyduğu tepkiler ve bu tepkiler karşısında annenin gösterdiği davranışlar, anne ile bebek arasında ilk bağı oluşturur. Anne ile bebek arasındaki bağlanma şekli, bebeğin, hayatındaki diğer insanlarla kuracağı ilişkilerin de bir örneği olur.

Sponsorlu Bağlantılar
Babayla ilişki, diğer aile üyeleriyle ilişki, biraz daha büyüdüğünde arkadaşlarla ilişki, öğretmenler ve diğer önemli kişilerle ilişki, temelini bu ilk bağdan alırlar. Bebek, anneyi ve anneyle olan ilişkiyi içselleştirerek, kendini ve dünyayı tanımlamaya başlar. Bu bağın kurulduğu yerde henüz söz yoktur. Annenin söylediklerini anlamaya başlamadan önce çocuk annenin ortaya koyduğu duygunun tonunu, onaylanıp onaylanmadığını, annenin davranışlarından anlar. Çocuk kendini önce annenin yüzünde görür. Annenin dokunuşlarıyla kendi vücudunu tanır. Kendi benliğini, sözün doğmadığı o erken dönemlerde çizmeye başlar. Anne ve bebek birbirini, kurdukları ilk sözsüz bağ vasıtasıyla şekillendirmeye başlar.

Kelimelerden önce davranışlarla tanışan, davranışları anlamaya ve kendini davranışlarla ifade etmeye başlayan çocuk, davranışları gözlemleme ve anlamlandırma konusunda büyük bir hassasiyet kazanır. Daha ileriki dönemlerde sözel iletişim, çocuğun hayatında rol oynamaya başladıktan sonra bile, iletişimin sözel olmayan yanı büyük önemini sürdürmeye devam eder.

Çocukların öğrenmesinde ‘model alma’ büyük önem taşır. Çevrelerindeki kişileri gözlemleyerek pek çok tutum ve davranışı öğrenirler. Anne ve babaların her davranışı, çocuklar tarafından mercek altına alınır. Çocuklara öğretilecek herhangi bir davranış söz konusu olduğunda, anne-babanın bu davranışı sergileyerek çocuğa örnek olması, çocuğun öğrenmesini kolaylaştırır. Bu noktada dikkat edilmesi gereken, çocukların, bizim olumsuz davranışlarımızı da örnek alabileceği gerçeğidir. Hiçbir anne-baba, çocuğunun kaba kelimeler ve küfür kullanmasını istemez. Bu yüzden sık sık hatırlatmalarda bulunulur. Ancak günlük hayatta çok zorlandığımız anlarda pek çoğumuz bu tür sözleri ağzımızdan kaçırırız. Olayı örtbas etmek için giriştiğimiz davranışlar çocuklar tarafından hemen algılanır. Bu nedenle çocuğun yaşayacağı çelişkiyi engelleyebilmek ve ona iyi bir model olabilmek için, bunun yanlış bir davranış olduğunu kabul etmek ve göstermek faydalı olacaktır.

Çocuklar, radar kadar hassas olduklarından, kelimelerin arkasında yer alan fark etmediğimiz davranışlarımızı hemen ayırt ederler. Söylenilen söz ve yapılan davranış arasında çelişki olması halinde, çocuklar genellikle davranışları baz alırlar. Sinirli olduğu halde, ‘hiç bir şeyi olmadığını’ söyleyen bir anne veya babanın yüzündeki ifade, ses tonu ve hareketleri kendini ele verecektir. Bu durumda gerçeği ebeveyninin davranışlarında gören çocuk, itiraf edilmeyen bu duygunun kendine karşı olabileceği yorumunu yapıp kaygılanabilir. Bir diğer olasılıkla da, çocuk, olumsuz duyguların sözle ifade edilmemesi gerektiği düşünüp, sinirlendiğinde bunu konuşmak yerine, sinirli, saldırgan, bozucu davranışlar geliştirebilir.

Çocukla kurulan ilişkide, davranışın önemi çift yönlüdür. Önem iki taraf için de büyüktür. Çocuklar kendilerini ifade etmek için kelimeleri kullanma konusunda henüz çok gelişmiş yetilere sahip değillerdir. Bu nedenle, çocukları anlamanın yolunun, davranışlarını çok iyi gözlemlemekten geçtiğini hatırlamakta fayda var. Ses tonları, mimikleri, tutum ve tavırları, hareketlilik seviyeleri çoğu zaman bizlere, kelimelerinden daha fazla şey söyler. Eve gelip, en sevdiği yemeği bile öfkeyle reddeden çocuğun gösterdiği bu davranış, o gün okulda bir şey yaşamış olduğunun mesajını verebilir. Bu öfkenin ardında yatan sebep, okulda aldığı bir not nedeniyle yaşadığı üzüntü ya da bir yarışmada sonuncu gelmekle ilgili hayal kırıklığı olabilir. Gösterdiği bu farklı davranışa duyarlı olmak ve bu davranışın somut, görülebilir anlamından fazlasını düşünebilmek, çocuğu anlamak için bize iyi bir rehber olacaktır.

Kardeşinin doğumundan bir süre sonra, hareketlilik seviyesi artan ve koltukların üzerinden atlarken, evde kırılmamış eşya bırakmayan çocuğun bu davranışına daha dikkatli baktığımızda bunun ‘yaramazlık’ tan öte anlamları olduğunu görmek mümkün olacaktır. Anne ve baba doğal olarak, bebeğin ihtiyaçlarıyla ve uyumu ile ilgilenirken, eve gelen misafirler tüm ilgileriyle minik bebeğe odaklanmışken, çocuk, ihtiyacı olan ilgiyi elde edebilmek için yeni yollar denemek zorunda kalmıştır. Çevredeki büyüklerin bu davranışa odaklanması, ona kızması, uyarılarda bulunması, olumsuz bile olsa çocuğun istediği ilgiyi almasını sağlamıştır. Çocuğun davranışının arkasındaki kelimeler yetişkinler tarafından görülememesine rağmen, yetişkinlerin kelimelerinin arkasındaki davranışlar çocuk tarafından görülmüş ve bu da, çocuğun ‘yaramaz’ hareketlerini desteklemiştir.

İletişim çok boyutludur. Kendimizi ifade etmek ve karşımızdakini anlamak için bazen farkında olarak, bazen de farkında olmayarak çeşitli boyutlarını kullanırız. Özellikle çocuklar söz konusu olduğunda iletişimin davranışsal boyutu büyük önem kazanır. Kendimizi ifade ederken ortaya koyduğumuz davranışlar çoğu zaman, kelimelerimizden çok daha fazlasını söyler çocuklara. Ve çocukların davranışlarını okuyabilmek, kısıtlı kelimelerinden çok daha fazlasını anlatır bize onları anlayabilmek için.

GenBilim Editorial

Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 03:56
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Aralık 2008       Mesaj #43
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Herşey Bir Günde Değişebilir

Kriz kelimesini ifade eden Çin sembolü, tehlike ve fırsat kelimelerini ifade eden karakterlerin birleşimidir. Yaşanan acı bir deneyimden sonra kişinin yaşadığı kayıplar tehlikeyi oluştururken, aynı zamanda bu kayıplardan birşeyler öğrenme ve olumlu bir anlam çıkarma fırsatı doğar. Hayatımızın hep sabit bir çizgide devam edeceğini varsayarız. Zihnimizin pek de aydınlık olmayan bir köşesinde bunun imkansız olduğunu bilsek de, hayatımızı sürdürebilmek ve ruh sağlığımızı korumak için faydalı bir savunma olarak, bildiklerimizin üzerini örteriz.

Kriz kelimesini ifade eden Çin sembolü, tehlike ve fırsat kelimelerini ifade eden karakterlerin birleşimidir. Yaşanan acı bir deneyimden sonra kişinin yaşadığı kayıplar tehlikeyi oluştururken, aynı zamanda bu kayıplardan birşeyler öğrenme ve olumlu bir anlam çıkarma fırsatı doğar.

Hayatımızın hep sabit bir çizgide devam edeceğini varsayarız. Zihnimizin pek de aydınlık olmayan bir köşesinde bunun imkansız olduğunu bilsek de, hayatımızı sürdürebilmek ve ruh sağlığımızı korumak için faydalı bir savunma olarak, bildiklerimizin üzerini örteriz. Doğal veya insan yapımı afetler, hiç beklemediğimiz, hazırlıksız bir anımızda, kendimizi korumaya aldığımız bu kabuğu çatlatarak bizi çıplak bırakır. 18 Ağustos depremi, 11 Eylül olayları, dünyada hiç bitmeyen savaşlar ve son iki ay içerisinde yurdumuzun çeşitli bölgelerinde yaşanan sel felaketi sonucunda binlerce insanın yaşadığı ve her an yaşamakta olduğu gibi.

İnsanoğlunun sürekliliğe ihtiyacı vardır. Süreklilik hissi, bir yandan faniliğimizin farkındayken diğer yandan hayatımızın ne zaman sona ereceğini bilememenin getirdiği çelişkiyi yatıştırarak, kendimizi güvende hissetmemizi sağlar. İçimizde varolan süreklilik hissi, geçmişimizi geleceğimize bağlayan bir köprü gibidir. "Şimdi" de üzerinde durduğumuz bu köprüden geleceğimizi görür ve görünen geleceğe doğru emin adımlarla yürürüz. Aslında zihnimizde canlanan bu görüntü, ölüm ve yokolma korkumuzla başedebilmek için, yaşadığımız deneyimler ve çevremizdekilerin geribildirimleri sayesinde yarattığımız öznel gerçekliğimizdir. "Dünyayı yanlış okuruz ve bizi aldattığını söyleriz" (Tagore, Serseri Kuşlar'dan, LXXV).

Travmatik bir olay yaşadığımızda geçmişimizle geleceğimizi birleştiren köprüler sarsılır veya yıkılır. Varoluşumuzun sürekliliğine dair inancımız yara alır. Böyle bir durumda yaşadıklarımızı anlamlandırmakta zorluk çeker, tutunabileceğimiz kurallar bulamaz ve nasıl davranacağımızı şaşırırız. Hayattaki rolümüz değişebilir. Yeni rolümüzde bizden neler beklendiği ve ne yapmamız gerektiğini bilemeyiz. Sosyal çevreden, aile ve arkadaşlarımızdan ayrı kalmışsak kendimizi desteksiz ve yalnız hissederiz. Kendimiz hakkındaki duygu ve düşüncelerimiz değişebilir. Kendimizi her zaman olduğundan farklı hissedebiliriz. Geleceğe dair hayallerimizi kaybederiz. Tüm bunlar anormal bir duruma gösterilen normal tepkilerdir.

Hayatımızın bilindik-beklenen gidişini değiştiren her olay, toplumsal bir felaket olmasa da, süreklilik köprülerini sarsabilir. Beklenmeyen, ani değişimlerin sıkça yaşandığı bir ülkenin vatandaşları olarak ufak tefek travmalara alışık olsak da son bir yıldır yaşadığımız ekonomik kriz birçoğumuzun hayatındaki süreklilik köprülerini şiddetle sarstı ve halen sarsmakta. Ekonomik krizden birebir etkilenen, örneğin işinden çıkarılan veya iflas eden kişinin hayatındaki süreklilikler kesintiye uğrar. "Para kazanan" rolünü kaybeder, iş arkadaşlarından ve iş çevresinden kopar. Değersizlik ve boşluk duygusu yaşayabilir.

Peki Çin sembolünde anlatılan "fırsat" bunun neresinde? Performans ve tüketime dayalı günümüz toplumunda kendi değerimizi ölçmek için koyduğumuz kıstaslar ağırlıklı olarak dış etkenlere bağlı olduğundan dış dünyadaki sarsıntıları kendi iç dünyamızda da şiddetli yaşarız. Yaşadığımız acı deneyim, bir yandan süreklilik inancımızı zedeler veya yıkarken, diğer yandan kendi varoluşumuzu yeni baştan anlamlandırmamızı gerektirir. Yaşadığımız krizin üstesinden geldiğimizde, bu deneyimden edindiğimiz birikimle, hayata daha olumlu yaklaşıp, daha önceden göremediğimiz ayrıntıları keşfederek, hayatımızı daha dolu ve anlamlı yaşayabiliriz. Karşılaştığımız problemlere farklı yaklaşımlar geliştirerek varoluşsal bir gelişme yaşayabiliriz. Fırsatı göremiyor olmamız, fırsatın olmadığını değil, aramaya devam etmemiz gerektiğini bize söyler.

Uzman Klinik Psikolog Güldeniz Yücelen
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 03:57
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Aralık 2008       Mesaj #44
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Veziri Feda Edin

Yaşamın kimsenin bilmediği bölümünde, birtakım mihenk taşları var. Oradaki düşüncelere, gerçeklere ve kavramlara zaman zaman yeniden başvururum; tıpkı bir yolculuğa çıktığımda haritaya baktığım gibi. Bu hazineler arasında bir de satranç dünyasından ilginç bir öykü yer alır. Uluslararası bir yarışmada Frank Marshall satranç tahtası üzerinde o güne kadar gelmiş geçmiş en güzel hamlelerden birini yapmıştı. Usta bir Rus oyuncu ile yaptığı kritik bir karşılaşmada Marshall’ın veziri ciddi bir saldırı ile karşı karşıya kalmıştı. Birkaç kaçış yolu vardı ve vezir en önemli oyunculardan biri olduğu için izleyiciler Marshall’ın geleneksel aklın yolundan gideceğini ve vezirini güvenli bir kareye çekeceğini düşünmüşlerdi.
Marshall derin bir düşünceye daldı, oyun kurallarının kendisine tanıdığı düşünme süresini sonuna kadar kullandı. Vezirini kaldırdı, bir an durdu ve götürüp en olmayacak kareye koydu.

Marshall vezirini feda etmiş, ancak en umutsuz durumlarda yapılabilecek bir hareket yapmıştı, oysa onun koşullarında bu düşünülemeyecek bir hamleydi.
Sonra Rus oyuncu da, izleyiciler de Marshall’ın aslında çok akıllıca bir hamle yaptığını anlamışlardı. Evet, rakibi şimdi vezirini alacaktı ama çok kısa sürede de oyunu kaybedecekti. Kaçınılmaz yenilgiyi gören Rus oyuncu oyunu verdi.
Marshall vezirini feda ederek, görülmemiş ve gözüpek bir şekilde zafere ulaşmıştı.

Benim için Marshall’ın oyunu ka­zanmış olması önemli değildi. Hatta veziri feda ettiği hamlesini yapmasının da önemi yoktu. Bana göre önemli olan, Marshall’ın standart düşünce yolunu yeterince uzun bir süre ile askıya almış olması ve bu süre içinde böyle bir hamlenin olasılığından bile keyif duymuş olmasıydı. Oyunun geleneksel ve kalıplaşmış modellerinin dışına bakmış, yalnız ve yalnız kendi değerlendirmesine dayanarak hayali bir riski hesaba kalabilmişti. Oyu­nun sonucu ne olursa olsun, kazanan kesinlikle Marshall’dı.
Benim yaşamımın kullanma ta­limatında şöyle bir cümle yer alır: “Veziri feda etme zamanının gelip gelmediğine bakınız.” Bu kavram hiç beklenmedik anlarda karşıma çıkıverir.

Hani çocuklar için kutu içinde çeşitli büyüklük ve şekillerde tahta parçalardan oluşan bir oyuncak vardır. Bundan birkaç yıl önce Seattle’daki Lakeside School’da sanat dersleri verirken, bir dönem başında bu oyuncakları kullanarak bir sınav yaptım. Öğrencilerimin yaratıcılığı hakkında bilgi edinmek istiyordum, Bir Pazartesi sabahı her öğrencinin önüne bu oyuncaklardan bir kutu koydum ve kısa, belirsiz bir cümle ile ödevlerini verdim: “Bu oyuncaklarla bir şey yapın. Bugün için 45 dakikanız, hafta boyunca diğer günlerin her birinde de 45 dakikanız var.”

Birkaç öğrenci başlangıçta herhangi bir girişimde bulunmadı. Bu iş onlara önemsiz görünmüştü. Sınıfın geri kalanının ne yapacağını görmek için beklediler. Birkaçı kullanma talimatını okudu ve kutunun içinde verilen örnek modellerden birine göre bir şeyler yaptı. Bir başka grup kendi hayal güçleri ile ortaya bir şeyler çıkardı.

Bu deneyi kaç kez yapsam en az bir öğrencinin çıkıp verdiğim takımın sınırlarından kendisini kurtararak sınıfta oraya buraya dağılmış kalemleri, ataşları, ipleri, defter kağıtlarını ve bulduğu diğer her türlü malzemeyi de kullanma­sını beklerim.

O gün de, sınıfta böyle bir öğ­rencinin var olduğunu gördüm ve çok sevindim. İşte, olağanüstü yaratıcı bir beyin iş başındaydı. Ondan öğreneceğim bir şey vardı. Onun varlığı, sınıfta bana yardımcı olacak ve yaratıcılığını diğer öğrencilere de bulaştıracak hiç beklemediğim bir asistanım olduğu anlamına geliyordu. Onun ve ona benzeyen diğer öğrencilerimin hep “vezirlerini feda ettiklerini” düşündüm.

Bazen alışılmışın dışına çıkmayı düşünmek gerekir. Bunun için öğ­renci olmak ya da satranç oynamak gerekmez. Ne zaman yaşam size bir kutu oyuncak sunup bir şeyler yapmanızı istediğinde, vezirinizi feda etmeyi de seçeneklerinizin içinde düşünün.

Robert Fulghum
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 03:57
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
27 Aralık 2008       Mesaj #45
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Alışverişe Bağımlı Çocuklar

Bir çocuğun alışveriş merkezinde her gördüğünü almak için kendini yerden yere atması, bir kız çocuğunun bir dolap dolusu model bebeğin bir benzerini aldırmak için annesini başının etini yemesi, bir gencin daha bir hafta önce aldığı ayakkabının farklı bir modeli için odasına kapanması, hepimizin yaşadığı veya şahit olduğu bir tablodur. Reklamlar, akran baskısı, kültürel baskı, anne-baba tutumları gibi nedenlerle gitgide artan oranlarda, nesnelere ve alışverişe bağımlı, doyumsuz çocuklar yetiştirmeye başladık.

Kendi değerini giydiği, sahip olduğu şeylerle, nasıl göründüğüyle belirleyen çocuk, diğer insanları da kim olduklarıyla değil, sahip olduklarıyla yargılar. Bu tehlike, ergenliğe geçişle birlikte büyür. En yeni modelleri almak, herkesin sahip olduğuna sahip olmak, ölüm / kalım meselesi haline gelebilir.
Pahalı bir arabanızın olması sizi iyi bir ebeveyn yapar mı? Ünlü bir basketbolcunun giydiği ayakkabılardan giyiyor olması çocuğunuzu otomatik olarak iyi bir oyuncu yapar mı? Tabii ki hayır! Bir yetişkin olarak siz bunu anlayabilirsiniz, ya çocuğunuz? Çocuğunuza bu konuda yardımcı olabilirsiniz.
Öncelik belirlemeyi öğretin. Çocuğunuzun isteklerini ve parasını kontrol etmeyi öğrenmesi için isteklerinin listesini yapması ve bu listeyi tercih sırasına göre düzenlemesini sağlayın. Çocuklar genelde ne kadar çok istediklerinin farkında değillerdir. Önce farkındalık kazandırmak, kendi davranışları üzerindeki kontrollerini de artıracaktır. Bu yöntem, yaklaşan yeni yıl ve doğum günlerinde çok işinize yarayacaktır. Hakları ve birikimleri çerçevesinde kaç hediye alabileceğini belirleyin ve önem sırasına göre hazırlanan listeye birlikte bakın.

Bekleyebilmesi için fırsat yaratın. Çocuğunuzun istediği şeyi hemen almak yerine ona bir süre tanıyın. Bu sürenin sonunda hevesi geçmiş, isteği tamamen değişmiş olabilir.

Suçlu hissetmeden “hayır” deyin. Çocuğunuz her gördüğünü istiyorsa, isteklerinin ardı arkası kesilmiyorsa, bu istediklerine gerçekten ihtiyacı olmadığını düşünüyorsanız sadece “hayır” demeniz yeterli. Her istediğini almanın ona faydadan çok zararı olacağından, bu tavrınızdan dolayı kendinizi suçlu hissetmeyin. Hayatta kimsenin her istediğine kavuşamadığını unutmamak gerekir. Bu nedenle bu tavrınız, çocuğunuzun hayal kırıklığı ile baş edebilme mekanizmaları geliştirmesine yardımcı olacaktır.

Çocuğunuza para yönetimini öğretin. Bu, hayat boyu kullanacağı çok değerli bir ödül olacaktır. Harçlık almak veya evde yaptığı küçük işler karşılığı para kazanmak, çocuğunuzun para kazanmayı ve harcamayı öğrenmesi için iyi bir başlangıç olacaktır. Bunun için çocuğunuza, hemen harcamaya ve uzun dönemli harcamalara yönelik iki bütçe oluşturmayı öğretebilirsiniz. Alışveriş merkezinde gördüğü bir oyuncağı istediğinde, “Bunun fiyatı 5 liraymış. Almak için yeteli paran var mı, gel bir bakalım” diyebilirsiniz. Kendi kazandığı parayla alacağı şeyler çocuğunuza daha anlamlı gelecektir.

Televizyonda reklam izlemeyi sınırlandırın. Reklam, günlük hayatın her alanında yer almakla birlikte, televizyon reklamları çocukları en etkileyen reklamlardır. Bu nedenle, daha az reklam gösterilen kanalların ve programların tercih edilmesi faydalı olacaktır. Çocukların reklamlarla karşılaşmasını tamamen engellemek mümkün değildir. Reklamlar, insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri aldırma amacını güderler. Reklamların temel amacının çocuklara açıklanması, özellikle çocukları etkilemek için reklamlarda kullanılan yöntemlerin gösterilmesi, çocuğun farkındalığını artıracaktır.

Çocuğunuza örnek olun. Çocuklar pek çok şeyi anne-babalarında gözleyerek öğrenirler. Çocuğunuzun nesneler dünyasıyla baş edebilmesi ve doyumsuzluk geliştirmemesi için ona iyi bir rol modeli olabilirsiniz. Bozulan eşyaları hemen yenisiyle değiştirmek yerine tamir ettirmenin önemini çocuğunuza anlatabilir ve örneklerle gösterebilirsiniz. Alışveriş kataloglarının tüm zamanınızı almasına izin vermeyin. Bütün boş vaktinizi alışveriş merkezlerinde ve mağazalarda geçirmeyin. Alışverişin bir hobi veya zaman geçirme aracı olmadığını, gerçekten ihtiyaç duyulan zamanda, ihtiyaç duyulan şeyler için alışveriş yapıldığını model olarak gösterin.

Çocuğunuza verebileceğiniz en iyi hediyenin, ona ayıracağınız zaman olduğunu hatırlayın. Yoğun şehir hayatının içinde, koşuşturmanın arasında, çocuklarımızla yeterince vakit geçiremediğimiz için yaşadığımız suçluluk duygusunu telafi etmek için çocuklarımızın isteklerine boyun eğmeye başlarız.

Gerçek ihtiyacını ve duygusunu anlamaya çalışın. Bazen çocuklar, duygusal bir ihtiyacı tatmin için somut nesnelere yönelirler. Asıl ihtiyacı vitrindeki oyuncak olmadığı için de, o oyuncağa olan ilgisi çok kısa bir sürede geçer ve çocuk yeni bir istekle karşımıza çıkabilir. Çocuğun isteklerinin altında çoğu zaman bir yakınlık ihtiyacı veya duygusal bir boşluk, hayal kırıklığı yer alır. Çocuğun gerçek ihtiyacı anlaşılır ve karşılanırsa, çocuğun nesnelere ihtiyacı kalmayacaktır.

Çiğdem Bilgen
Uzman Klinik Psikolog
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 03:58
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
27 Aralık 2008       Mesaj #46
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Günümüzde Ergen Olmak

Bugünün dünyasında ergen olmak bir kuşak öncesinden bile çok farklı olup, ergenin karşısına çıkan uyaran bolluğu geçmişte hiçbir kuşakta görülmemiş çeşitliliktedir. Böyle bir çeşitlilikle baş etmek, bunları düzene sokmak ve arasından doğru seçimleri yapmak ergen için olduğu kadar ebeveyn için de zordur. Ergenlik zaten kendi içinde karmaşık ve zor bir dönemdir. Artık çocukluktan çıkmış olan genç hayatla ilk kez tek başına ciddi pazarlıklara girer. Bir yandan, "Ben kimim?", "Hayatımda neler önemli?", "Geleceğimi nasıl şekillendireceğim?" gibi sorulara cevap ararken, bir yandan da bu gelişim evresinin karşısına çıkardığı fizyolojik ve duygusal değişimlerle baş etmeye çalışmaktadır.

Ebeveynler açısından bakıldığında ise benzer bir karmaşa onlar tarafından da yaşanmaktadır. Özellikle, yardımcı olmaya çalıştıkları ilk çocukları ise, ergenin karşılaştığı olayları onlar da yeni yeni tanıyor ve nasıl baş edeceğini kendileri de tam olarak bilmiyordur. Diğer bir yandan çevrenin sunduğu çeşitliliklere ve yeniliklere ergenler çok daha hızlı uyum sağlarken, anne-baba onlardan geri kalmaktadır. Kendi gençliklerinde karşılaşmadıkları bu yenilikleri sindirebilmeleri onlar için daha da zordur. Kısacası ergenin sorularına cevap aradığı bu dönemde, anne-baba kendisi de bir gelişim evresinden geçmektedir ve onlar da soru sormakla meşguldür.

Ailelerin bu zorlu dönemle baş edebilmelerinde çok önemli bir unsur aile içi sınırlardır. Her ailenin günlük yaşantısında izlediği bir tipik düzen, bir karşılıklı etkileşim örüntüsü vardır. Bu düzen ya da örüntüleri şekillendiren etkenler o ailenin özel durumundan, ailenin içinde bulunduğu kültürden, ve evrensel bazı kurallardan kaynaklanır. Bu örüntüleri oluşturan ilişkiler zamanla aile içindeki sınırları belirler. Burada sınır sözcüğünden kastımız ailenin günlük işleyişini ve kimin kiminle ne şekilde davranabileceğini belirleyen kurallardır. Örneğin, bir çocuk büyükleriyle ne şekilde konuşabilir, kız ve erkek çocuklara nasıl ve ne kadar yaklaşmalı,arada ne kadar mesafe bırakmalı, anne- baba çocuklarına ne ölçüde karışabilir, gibi. Dile getirilen ya da getirilmeyen bu tür konuları düzenleyen kuralların tümü aile içi ilişkilerde sınırları belirler.

Ailedeki en önemli sınırlardan biri de kuşaklar arası ilişkileri belirleyen sınırlardır. Bu sınırları da ikiye ayırabiliriz. Bunlardan biri kişiler arası uzaklık-yakınlık dengelerini belirleyen bir sınır olup, kararların, duyguların ve kişisel bilgilerin ne ölçüde paylaşılacağını belirler. Örneğin, ergen önemli bir yere ne giyeceği konusunda annesinin fikrini alır, anne teyzeyi kızına çekiştirir Ğ bu yakınlık boyutudur. Kuşaklar arası yakınlığın düşük olduğu bir ailede bireyler bağımsız olur, ama yalnız da olabilirler. Yakınlığın yüksek olduğu bir ailede ise karşılıklı destek güvencesi vardır ve bununla birlikte bağımsızlık kısıtlanabilir.

Diğer bir sınır ise kuşaklar arası hiyerarşi ilişkisini içerir. Yani kimin kime üstün olduğunun, son kararların kimin kararları olacağının belirlenmesi. Hiyerarşi iki alanda belirir: kontrol ve bakım / koruma. Kontrolden kasıt, kimin sözünün geçeceğidir. Örneğin, hangi yaşta, neyi, ne kadar yapmasına izin var? Bakım ve korumadan kasıt da, şu: ergen sosyal çevrenin baskılarına uyum sağlamaya çalışırken kendi temel bakım ve güvenliğini tehlikeye atacak durumlarla karşı karşıya olduğunda anne-baba ne yapacak? Örneğin, kızı diyet yapmak uğruna sadece meyve yemeye başladığında veya oğlu arkadaşlarıyla maça gittiğinde başka gruplarla atıştığında, anne-baba ne yapacak?

Diğer tarafta ergenlerin ne yaşadığına bakacak olursak, öncelikle ben kimim, yolum ne, gibi sorulara cevap ararken, bir diğer taraftan da anne-babanın girişimlerini sorgular. Çocuklukta geliştirdikleri "en doğruyu annem-babam bilir" imajları gittikçe sarsılmaya başlar. Çevrelerindeki diğer anne-babalarla kendi anne-babalarını karşılaştırırlar. Zamanla tek doğrunun onlar olmadığını gördükleri gibi, onların hatalarını da fark ederler. Akran grubuna uymak için çabalayan ergen, onların desteğiyle de anne-babasına karşı çıkmaya başlar.

Ergen bir taraftan anne-babanın müdahale ettiği her konuda daha fazla izin ve özgürlük isterken, diğer bir taraftan bu özgürlükle nasıl baş edeceğini bilmez. Anne-babanın koyduğu sınırlarla savaşır, ancak kendisinin ne kadar özgürlüğü taşıyabileceğini de bilmez. Dolayısıyla ergenlere verilecek özgürlükler her zaman için kendini koruyabileceği bir çerçevede olmalıdır. Örneğin, 14 yaşında bir ergenin bara gitmesine izin verdikten sonra içki içmemesini bekleyemezsiniz.
Ebeveynler kendi değerlerini ve doğrularını çocuklarına aktarmaya ve onları potansiyel tehlikelerden korumaya çalışırken yaptırımcı gibi görünebilen girişimleri olabilir. Bu da kuşaklar arası çatışmaya yol açabilir. Bu çatışmalar bir ölçüde gelişimsel sürecin doğal bir parçasıdır. Burada önemli kriter çatışmaların düzeyidir. Çocukların kendilerini ve çevrelerini sorgulamaya hiç girmemeleri de bir problem teşkil eder. Çocuklar büyümeye çalışırken belli bir ölçüde anne-babalarını itme ihtiyacındadırlar. Ebeveynlerin bunu bir ölçüde kabullenmesi ve taşıyabilmesi gerekir. Tepkileri çocuklarının bu ihtiyacını inkar edip, onlara sırtını dönmek olmamalıdır. Çatışmalar, ilişkileri tamamen koparmayla veya hiyerarşiyi tamamen ortadan kaldırmayla sonuçlandığı taktirde, normal gelişimsel evrenin gerekleri aşılmış demektir.

Çatışmayla karşı karşıya kalan anne-baba çatışmayı çözmek için ne yapabilir? Ya "ben haklıyım" der, ya "o haklı" der, ya da "ikimiz de haklıyız" der. Anne-baba tamamen kendine paye verdiği zaman, yani kendi otoritesini sürdürmek uğruna yaptırımcı ve aşırı koruyucu davrandığı taktirde hiyerarşiyi arttırır. Örneğin, bilgisayarının başından kalkmayan çocuğunun bilgisayarını elinden alır. Bu durum zamanla ebeveyn diktasına kayabilir. Böyle bir tavırla karşılaşan ergen anlaşılmamışlık yaşayarak öfkelenir ve anne-babasıyla güç savaşına girebilir. Bu koşullar altında ergen anne-babasından uzaklaşır, kendisine daha zararlı olabilecek çözümlere kayabilir. Anne-baba diyalog kopukluğuyla karşı karşıya kalıp, korumak istediği yakınlığı yitirir. Aileden bu şekilde kopan çocuk birilerine bağlı olma ihtiyacı içinde alternatif aidiyetler arayıp, yanlış adreslere gidebilir.

Diğer bir uçta, çocuğuyla çatışmaya girdiğinde tamamen çocuğuna paye veren anne-babada da tam tersi bir durum söz konusudur. Çocuğun talepleri karşısında, onu mahrum etmemek için, makul olduğuna inandığı sınırları koruyamaz. Örneğin, cep telefonu olduğu halde, arkadaşlarındaki en yeni modeli isteyen çocuğuna yeni telefon alır. Bazı durumlarda ise anne-baba çocuğundan korkar. Onun kararlı ve ısrarcı tavrından ve bunun doğuracağı sonuçlardan çekinir. Onlar kadar kararlı bir şekilde fikrini savunamaz. Veya kendi kurallarının doğruluğundan emin olamaz ve mesajları açık bir şekilde veremez. Umar ki sevgisi ergeni durdursun. Anne-babası kendisiyle net olmayan genç de kendince doğru bulduğu çözümleri uygular.

Anne-babanın aşırı müsamahakar olup, denetimi tamamen çocuğa devrettiği durumlarda hiyerarşi tepe taklak olur. Ergen baş edemeyeceği bir özgürlükle karşı karşıya kalır. Anne-babasının aşırı ilgisi kendisini boğarken, denetimsizlik ve başıboşluk onu ürkütür. Bu durumda kendisini yalnız kalmış hisseder ve ailesine güveni sarsılır. Çözüm olarak güvende hissedeceği ve destek bulabileceği başka bir grup arayışı içine girebilir. İpleri tamamen çocuğun eline bırakmış anne-baba da endişe içinde, kurduğunu sandığı yakınlıktan faydalanıp ergenin hayatında neler olup bittiğiyle ilgili bilgi koparmaya çalışır.

Her iki durumda da ergen desteksiz ve yalnız, anne-baba ise çaresiz kalır. Her iki taraf da gittikçe birbirlerinden koptuklarını fark edip, telaşa kapılırlar. Geriye sağlıklı tek bir yaklaşım kalıyor: "Her ikimiz de haklıyız". Bu yaklaşımda tarafların duygularının anlaşıldığını hissetmesi ve çözümü birlikte üretmeleri esastır. Örneğin, şehirden çok uzakta oturan bir ailenin 14 yaşındaki çocuğu, aynı sitedeki arkadaşıyla birlikte taksiyle şehir merkezinde arkadaşlarıyla buluşmak ister. Anne-baba çocuğu için arkadaşlarıyla buluşmanın önemini anlar, ama taksiyle tek başına gitmesini doğru bulmaz. Sonuçta birlikte konuşup, farklı birkaç alternatifi tartıştıktan sonra, arkadaşıyla birlikte, onların şoförüyle gitmelerinde karar kılınır.

Burada önemli olan çocuğun talebine duyarlı olmak, gerekçelerini dinlemek, ancak koyulan kuralın çocuğun emniyeti için ya da ailenin ortak huzuru için olduğunu belirtmektir. En önemlisi, anne-babanın kendi gerekçelerini açık bir şekilde sahiplenerek ortaya koymasıdır. Çocuğun farklı düşünce ve öncelikleri, hatta değerlerinin oluşmakta olabileceğini kabul etmek gerekir. Çocuktaki farklılığı kabul etmek, farklılığa boyun eğmek demek değildir. Anne-babanın kurallarının hep esneyeceği anlamına da gelmez. Ama bir pazarlığın ilk kuralı, tarafların farklı pozisyonlardan yola çıktığını kabul etmektir.

Pazarlık sözcüğü burada çok yerindedir, çünkü karşılıklı fikir/talep alışverişinde taviz olasıdır. Ancak çocuğun sesini duyurma, talebini dile getirme hakkı, her istediğini yapma hakkı değildir. Aynı şekilde, anne/babaĞçocuk yakınlığı - "arkadaşlığı" - da eşitler arası sınırsız yakınlık anlamına gelmez. Sonuç olarak, anne-baba ebeveyn rolüne sahip çıkabilmeli, ailede temel yetkili ve sorumlu kişi olduğunu unutmamalıdır. Bunun yanı sıra, çocuğunun kendine yakın ama ayrı bir varlık olduğunu bilmeli ve buna saygı duymalıdır. Ergenin dünyasını anlayıp, onu yakından takip etme ihtiyacını ve mesajını, onun korumak istediği sınırlarını aşmadan yapmak gerekir.

Prof. Dr. Güler Fişek
Uzman Klinik Psikolog Virna Gülzari
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 03:58
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
22 Ocak 2009       Mesaj #47
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Hayat Bir Aynadır

“Hayat bir aynadır. Siz ona gülümserseniz, o da size gülümser.” Yaşamını iyileştirmek isteyen herkes ilk önce olumlu düşünmeyi öğrenmelidir. Çünkü, düşünceler inançları, inançlar davranışları, davranışlar da çevre ile etkileşimi belirler. Zihni sağlıklı olanların, bedenleri de daha sağlıklı olur. Dolayısıyla, olumlu düşünce hayatın kalitesini ve süresini de artırır.

Olumlu düşünce yeteneği öğrenilebilecek bir yetenektir. Bu yeteneği geliştirmek için başkalarının deneyimlerinden faydalanmak etkili bir ilk adım olur. Dolayısıyla, çevredeki iyimser insanları belirleyip, onları örnek almak olumlu düşünce yeteneğini geliştirmeye yardımcı olur.

Olumlu düşünme yeteneğini kazanmak için insan öncelikle kendisiyle barışık olmalıdır. Bunun için düşüncenin, söylemlerin ve eylemlerin tutarlı olması gereğini hiç unutmamalıyız. Bu tutarlılık gösterilmediğinde hem toplumun güveni yitirilir, hem de insanın iç huzuru zedelenir.

En acımasız kritiği insanlar çoğu zaman kendileri yaparlar. Hatasız kul olmaz. Yapılan hataları eleştirmek yerine, kendini geliştirme fırsatı olarak görmek daha yapıcı sonuçlar verir. Olumlu düşünmek, hataları reddetmek değil, onları birer iyileştirme fırsatı olarak görmek demektir. Olumlu düşünmek, hataların bir daha ki sefer nasıl önlenebileceğini düşünmek ve bunun için plan yapmaktır.

Bu yaklaşımı çevrenizdekiler için de uygulamak, insanların sizinle daha olumlu bir etkileşim kurabilmesine yardımcı olur. Bir adada tek başına yaşamanın güçlüğünü göz önüne getirdiğimizde çevremizle etkileşimin hayatımızın ne kadar önemli bir parçası olduğunu daha iyi anlarız. Bu etkileşimin kalitesini artırmak, hayat kalitemizin de artırılmasına yardımcı olur.

Olumlu düşünebilmek için cümlelerinizden olumsuz kelimeleri silmeye çalışın. Bu yaklaşım, her olayın olumlu yönlerini görebilme yeteneğini geliştirmeye de yardımcı olur. Çünkü kelimeler, düşünceyi ve inançları tetikler.

Hayata yaklaşımda sorumluluk almak, ancak esnek bir yaklaşımı benimsemek olumlu yaşam için önemli bir girdidir. Hayatta ulaşmak istediklerimizin kendiliğinden gelmeyeceğini, geleceği şekillendirmek için bugünden çaba gösterilmesi gerektiğini kavramalıyız. Ancak, geleceği şekillendirmenin, geleceği belirlemek manasına gelmediğini de anlamalıyız.

Dolayısıyla, zihinsel açıdan sağlıklı olabilmek için gerçekleri kabullenmeyi de öğrenmek gerekir. Ancak, gerçekleri kabullenmek, onlara boyun eğmek demek değildir. Önemli olan gerçekleri görmek ve onlardan değiştirebilecek olduklarımız için yapıcı eylemlerde bulunmaktır.

Olumlu düşünmek ve olumlu yaşamak için insan kendine ve çevresine güvenmelidir. Hayatı sadece onu değiştirebileceğine inananlar iyileştirir. Kendine ve çevresine güvenen, inançlı ve azimli insanlar hayatın kalitesini geliştirir, kendileri ve çevreleri için mutluluk kaynağı olur.

Dünyada iki büyük güç vardır: biri korku, diğer ise inançtır. Olumlu düşünebilmek için insanın korkularını da yenmesi gerekr. Korkuları yenmenin en etkili aracı ise inançtır.

Tanrıya inanmak hayatta değiştiremediklerimiz karşısında iç huzuru bulabilmeyi sağlar. Değiştirmek istedikleriniz için elinizden gelen çabayı gösterdikten sonra hayırlı bir sonuç beklentisiyle tanrıya havale etmek stresi azaltır ve daha sağlıklı bir hayat yaşamaya fırsat tanır.

Düzenli oarak fiziksel ve ruhsal egsersiz yapmak insanda olumlu düşünceyi, sağlıklı ve dengeli yaşamı geliştirir.

Yaşam ulaşılan sonuçlar değil, istenilene ulaşmak için yürüttüğümüz süreçtir. Bu süreçte bilinçli çaba göstermek, tutarlı olmak, çevremize güven vermek ulaşılan sonuçlardan çok daha büyük mutluluk kaynağıdır.

Bu süreçte en önemli ve kalıcı kazanımlardan biri de elde edilen sonuçlar değil, öğrenimlerdir. Öğrenmek için sürekli bir çaba göstermek gelişmenin temelidir. Bu çaba gerçekleri kabullenme ve aynı zamanda onları değiştirme gücünü kazanmak için faydalıdır. Yaptığı işe inançla sarılan kişiler büyük bir coşku ile çalışırlar. Bu coşku onları başarıya ve olumlu etki yapmaya taşır. Bu nedenle insanın sevdiği konulara eğilmesi büyük önem taşır.

Hayatta en demokratik olarak dağıtılmış kaynak zamandır. Herkes için gün 24 saattir. Zamanı iyi kullanmak ve ileride değişmesini istedikleriniz için önceden adımlar atacak cesaret ve uzak görüşlülüğü göstermek insanın olumlu düşünce yeteneğini de geliştirir.
Olumlu düşüncenin temelinde sevgi yatar. Olumlu düşünebilmek için insanları sevmek, onlara birşeyler kazandırabilmenin heyecanını yaşamak gerekir. Kendini iyi hissetmenin yolu, içten bir duyguyla başkalarına yardım edebilmektir.
Hayatta iki değer var ki, paylaştıkça artıyor: sevgi ve bilgi. Sevgisini ve bilgisini paylaşan insanlar en büyük zenginliğe kavuşan insanlardır.
Hayatta mutluluk olumlu düşünce ile başlar, olumlu söylem ve eylemlerle gelişir, paylaşılan sevgi ve bilgiyle doruğa erişir.

Dr. Yılmaz Argüden
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 03:58
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
22 Ocak 2009       Mesaj #48
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Gürültü ve Ruh Sağlığı

“Ses ve işitme” canlılara verilen en önemli özelliklerden ikisidir. İnsanlarda ses ve işitme temel ihtiyaçlar ötesinde yüceltilmiş bazı görevleri de üstlenmiştir. Güzel sisi duymak haz duygularını okşayan müzik melodilerini dinlemek dinlendirici haz verici şeylerdir. Bunlar sesin olumlu hoşa giden yanları iken birde hoşa gitmeyen türde sesler vardır ki işte o zaman “gürültüden” söz edilir.
Fiziki nitelikleri insanın diğer insanlarla ve çevresiyle olan ilişkileri bozduğunda veya o ses ile ortaya çıkan akustik enerji kişide gereksiz stres oluşturup gerçek fizyolojik yıkıma neden olduğunda ses “gürültü” olur.
Gürültü bugünün teknoloji çağında ferdi alanı tehdit eden hatta bunu ortadan kaldıran unsurların başında gelir. Bu sebeple de sıkıntı verici nahoş hisler uyandırıcı bir stres faktörü olarak ele alınmalıdır. Demek ki gürültü insanın gerek fiziki ve gerekse ruhsal sağlığı için stres yapıcı bir faktördür.
Affeksiyon orientasyon idrak dikkat hafıza zeka düşünce ve korunma melekeleri gibi psikolojik melekelerin birlikte düzenli ahenkli bir şekilde çalışmaları ile insan sağlıklı bir ruh yapısına sahip olur.

Gürültü ruhsal dengemizi etkiler. Gürültü beyin biyokimyasını etkilemekte mediatör maddelerin beynin omurilik sıvısındaki seviyesinde ve beyin dokusundaki miktarlarını ve aaaabolizmalarını değiştirebilir.
Hava kirliliği çevre kirliliği ve gürültü kirliliği de salgın hastalıklar gibi önem kazanmaya başladı. İnsan beyni dışarıdan birtakım tembihler alarak gelişir. Ancak bu tembihlerin onda “haz duygusu” meydana getirecek cinsten tembihler olması gerekir. Güzel bir dünya yerine çirkinliklerle dolu bir dünyayı seyretmek veya kuş cıvıltılarından veya tatlı musiki nağmelerine kadar gönlümüze hoş gelen şeyler yerine kulaklarımızı tahriş eden gürültüler içinde yaşamaya mecbur olmak sadece sinirlerimizi bozmakla kalmaz; meydana getireceği çeşitli kişilik kusurları sonucunda insanı içinde yaşadığı topluma düşman edebilir. Nice saldırganlık halleri gürültüye reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır.
Ses tembihi hem de bir musiki gibi ritmik tembihler rahim içi hayatta annemizin kalbinin atışlarını dinlemekle başlar. Sonra hayat boyu kendi kalp seslerimiz duyarız. O halde “sesin” farkına vardığımız ilk elemanı “ritim”dir. Ses çevremizdeki havanın ritmik titreşimleriyle hasıl olur. Bu titreşimlerin frekansı sesin incelik ve kalınlığını perdesini tonunu meydana getirir. Bir sesin bunun gibi belirleyici bir çok elemanı vardır. Bütün bunlar bizim sinir sistemimize ulaştıkları zaman bir zevk duygusun meydana getirecekleri yerde sıkıntıya ve huzursuzluğa sebep olurlarsa onun adına “gürültü” denir. Bu tariften de anlaşılacağı gibi bugün musiki olduğu zannedilen birçok ses de aslında birer gürültü örneğidir.
Sesin İnsan Davranışları Üzerindeki Etkileri
Günümüzde insan teknolojik gelişmeye paralel olarak jet uçakları yer altı trenleri ve pop müzik konserleri gibi çok yüksek düzeyde arka plan gürültülerine alışmak zorunda bırakılmıştır. Bu tür gürültülerden şiddetleri 80 ile 120 desibel arasında olanlar normal konuşmayı imkansız kılar. Şehirlerde taşıtlar makineler gürültünün artmasına sebep olur.

Sesin insan davranışı üzerindeki etkilerini araştırmaya yönelen deneysel çalışmalar başlıca 5 grupta toplanır:
1- Genel olarak sesin davranış üzerindeki etkisi.
2- Sese ilişkin değişmeler karşısında fizyolojik tepkiler (audio - motor ya da duyu kanallarından).
3- Sese bağlı değişmeler karşısında psikolojik tepkiler (frekans ve şiddet değişmeleri karşısında).
4- Sese bağlı haberleşme sorunları (konuşma maskeleme ses kaynağının konumu ile ilgili sorunlar).
5- Sese bağlı olarak iş performansı (zihni işler sese bağlı şartlar ve arka plan müziği).

Sesin m e t a bolizma üzerindeki etkileri
Ses insanın varlığına da yokluğuna da en hassas olduğu uyaranlardan biridir. Araştırmalar göstermiştir ki sağırlık körlükten daha acı verici ve sinir sistemini bozan bir duyu kaybıdır. Bunu göz kapakları sayesinde zaman zaman görme duyusundan uzaklaşmamıza rağmen kulaklarda böyle bir kapak olmadığı için işitme duyusunun kaybına ait bir tecrübemizin mevcut olmamasına bağlıyorlar. Strese sebep olan olarak gürültünün spesifik tesiri kulakta kalıcı veya geçici sağırlık ise diğer etkileri de yukarıda sayılan ve ruh sağlığımızın bozulması ile kendini gösteren genel belirtilerdir. Gürültünün sebep olduğu kalıcı veya geçici sağırlık kişide şüpheciliğe saldırganlığa iç kapanıklığa sebep olur.

Eğer bir uyarıcı sinir sisteminiz için rahatsızlık kaynağı oluşturuyorsa ondan uzaklaşmaya çalışırız. Bu mümkün olmadığı taktirde o uyarıcının sinir sistemimize giriş kapılarını elimizden geldiğince örteriz. Bunun en tipik örneği Rock and Roll denen müzikle meşgul olan müzisyenlerin bir saat bu işi yaptıktan sonra 15 - 20 desibel seviyesinde işitme kaybı göstermeleridir. Bu sonuç organizmanın bir çeşit müdafaa reaksiyonu olarak ortaya çıkar. Eğer uzun süre böyle bir uyarıcıya maruz kalınırsa içe dönüklük sıkıntı ve saldırganlık gibi kişilik kusurları gözlenir. Rahatsızlık duygusu sinirlenme gürültüye karış verilen tepkilerin en yaygın ve karmaşık olanıdır. Gürültü ve yüksek ses dikkati dağıtır kişinin moralini bozar. Bu yüzden savaşlarda yüksek ses karşı tarafı korkutmak ve moralini bozmak için kullanılmıştır.

Gürültü kişide uyku bozukluklarına da sebep olur. Uyku sırasında kişiyi uyandıracak desibele varmayan ama uyartı niteliği taşıyan sesler onda sempatik tonus artışına neden olarak kan damarlarında daralma kalp atışlarında hızlanma kas tonusunda değişiklik yaparlar. Bunlar da onun derin uyku dönemine varmasına engel olur. Gürültüden etkilenmenin sürekliliği halinde uykusuzluk sinirlilik yorgunluk gibi hafif ruhi değişikliklerin yanı sıra hezeyanlı ve hatta paranoid durumlar gibi ileri derecede ruhsal bozukluklara da rastlanmıştır.
Sesin ruhsal açıdan gürültü niteliğini alması sırasında algı mekanizması işe karışır. O sesin kişi için taşıdığı anlam da sesin değerlendirilmesinde belli ölçüde rol oynar. Eğer o ses kişinin hoşuna giden bir olayı simgeliyorsa belki de daha alçak olan ama onun hoşuna gitmeyen bir olaya ait olan sesten daha az rahatsız edici nitelik kazanmıştır. Kişinin çıkarları da sesin gürültü olarak algılanmasında etkili olabilir.

Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu
İ. Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

İç Hastalıkları Uzmanı (Psikiyatri)
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 03:59
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
22 Ocak 2009       Mesaj #49
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Stres ve Trafik Psikolojisi

“Stres” sözcüğü günlük hayatımızda hekimlik uygulamasında ve bilimsel alanda yayınlarda çok yaygın olarak ve değişik anlamlarda kullanılır. Tarihsel olarak Latince “Estricitia” fiilinden türemiş olup “basınç yüklenme gerilim zorlama” anlamına gelen bu terim günümüzde tıpta kullanılan anlamıyla genel adaptasyon sendromu çerçevesinde Selye tarafından bilimsel model olarak geliştirilmiştir. İşte henüz Selye tarafından psikiyatri ve genel tıp için geçerli bir model olarak ortaya atılışından bu yana yaklaşık 40 yıl geçmesine rağmen günlük hayatımıza yerleşmiştir. Hatta bazı Batılı kaynaklar XIX. yüzyılın ilk çeyreği Orta Avrupa’sı gibi yeni bir sıkıntı stres çağının yaşanmakta olduğunu belirtir. Aslında bu terimle sembolize olan ya da anlatılmak istenen temel yaklaşım ileri uzmanlaşma sürecinde olan günümüz tıbbının insan varlığını ve hastalıkları biyolojik ruhsal sosyal bütünlüğü içinde ele alması gerektiği düşüncesidir.

Tıpta “stres” sözcüğü insanda zorlanmaya neden olan uyum ve dengeyi bozan fiziksel çevresel ruhsal toplumsal ve psiko - sosyal etkenleri organizmada bu etkenlere karşı gelişen olumsuz değişiklikler ve tepkileri anlatmak için kullanılır. Bu zorlayıcı etkenler hava kirliliği radyasyon kalabalık gibi fiziksel kimyasal çevresel; iş ev ortamı ve sosyal iletişim odaklarına ilişkin psiko - sosyal sıkıntı; korku hayal kırıklığı gibi psişik ve düşünce düzeyinde olabilir. Yaşam dönemleri ve krizleri başlı başına stres odaklarıdır.
Hızlı nüfus artışı dünya ve toplumdaki hızlı değişmeler bu değişikliklere uyum güçlüğü gelecek endişesiyle yapılarında ve insanlar arası ilişki ve etkileşimde değer yargısı çatışmaları kayıp olayları izolasyon kronik hastalıklar günümüz insanını etkileyen özel psiko - sosyal etkenlerden bazılarıdır.

Günümüz insanı artık belki ilkel biyolojik düzeyde tehdit edilmiyor; ancak işte yolda evde iç dünyasında düşüncelerinde iç çatışmalarında zorlanıyor. Fakat biyolojik savunma mekanizmaları ilk insanınkinden pek fazla farklı değil. Bu nedenle zorlamaya karşı davranış düşünceye ait savunma düzenekleri ve sosyal koruyucu yöntemler geliştirmek zorundadır. İşte çok değişik zorlayıcı hayat vakaları kişiye topluma yaşa kültüre benlik gücümüze ve benzer birçok etkene bağlı olarak psiko - sosyal sağlığımızı ve uyumumuzu etkiler.

Biyolojik çevrenin aaaabolizma üzerinde etkileri
Devamlı dışarıda görev yapan insanlar; atmosferdeki metorolojik elementlerden canlı organizması üzerine etkisi bulunan ısı nem hava basıncı güneş ışıması süresi hava basıncının alçalma şiddeti alçalma türü hava bulanıklığı bulutlanma derecesi rüzgar yönü ve hızı hava içindeki maddeler ve bunların yoğunluğu ve gücünden çok fazla miktarda tesir altında kalırlar.

Biyolojik çevreden etkilenme sonucu ortaya bedensel birtakım hastalıklar çıkar. Bunlardan söz etmek konumuzun dışında sayılır. Biz daha çok ruhsal rahatsızlıklardan ve problemlerden söz etmek istiyoruz.

Biyolojik çevrenin kirlenmesi sonucu insanlar da bu işten nasibini alır. Çevre içinde beslenmeye yönelik maddelerin bozulması ya da yok olması insan sağlığı için bir sakınca oluşturur. Tabiatın yeşil alanlar kırsal ve sulak yöreler deniz kıyıları gibi gezinti ve görüntüsü insana hoşluk verip ferahlatıcı dinlendirici olan bölgelerin de yok olup daralması fiziki sağlığın yanı sıra ruh sağlığı açısından da zararlı bulunur.

Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu
İ. Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
İç Hastalıkları Uzmanı (Psikiyatri)
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:00
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
25 Ocak 2009       Mesaj #50
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

"KADERİMSE ÇEKERİM" YA DA BİR SAVUNMA OLARAK KADER


Yaşantısında her insanın karşılaştığı ve aşmakta zorlandığı ya da aşamadığı bir çok güçlük olmaktadır. Bu güçlükler karşısında gösterilen tepkiler kişinin zorluklarla baş edebilme gücü ile ilişkilidir. Kimileri böyle bir durumda kendisinin ne gibi sorumluluğu olduğunu ya da sonucun oluşmasında kendisinin nasıl rol oynadığını araştırırken, bazıları da olanlardan bütünüyle başkalarını sorumlu tutar. Toplumda yaygın görülen tepkilerden birisi de olup biteni, “bir sorumlunun” olmadığı kadere bağlamaktır. Olumsuz sonuçlanan bir olayda kişinin yaşanılanı olduğu gibi kabullenmesi, özsaygı ve değerlilik duygusunu yitirmeden kendisine eleştirel bir gözle bakabilmesi için belli bir psikolojik olgunluk gerekmektedir. Kader ise bağımsız davranamayan, inisiyatif kullanamayan, kendine güvenemeyen, kendini güçsüz gören, kısaca benlik gücü belli bir olgunluk düzeyine ulaşamayan kişiler için sığınılacak güzel bir limandır. Sığınılan bu limanda ne sorgulama, ne değiştirmeye, ne de değişmeye çabalama bulunmaktadır.

İslam dininin temellerinden biri olan kadere inanmak, toplumumuzun yapısına işleyen, insanların günlük yaşantısında önemli yer tutan ve yaşantılarını biçimlendiren önemli bir olgudur. Kuramsal açıdan bakıldığında kaderin tartışılacak bir çok yönü olabilir; fakat bu yazıda kaderin günlük yaşamda nasıl bir işlev gördüğü irdelenmeye çalışılacaktır.

Sözlükler incelendiğinde kader kavramının anlamı; yazgı, alınyazısı, bütün canlılar için yaratıcının önceden belirlediği ve değiştirmenin olası olmadığı yaşantılar olarak açıklanmaktadır. Kader, şans, baht, alınyazısı, yazgı, talih, felek ve mukadderat, birbirinin karşılığı ya da eşanlamlı olarak tanımlanan sözcüklerdir. Ancak günlük dilde bu sözcükler eşanlamlı olarak kullanılmamakta, aralarında küçük -belki de büyük- farklar bulunmaktadır. Ancak hepsindeki ortak nokta, kişinin istenci dışında gelişen olayları anlatmak ya da anlamlandırmak için kullanılıyor olmalarıdır. Genel olarak bakıldığında şans ve talih daha çok olumlu yaşantıları; kader, alınyazısı, felek ve mukadderat ise olumsuz yaşantıları ifade etmek için kullanılmaktadır. Kullanılan "şansı yaver gitmek", "insanda çirkin şansı olacak", "kaderde bu da varmış", "kaderi kötü yazılmış" ve kamyon kasalarının arkasında sıkça görülen "kaderimse çekerim" gibi deyimler de bu farkı yansıtmaktadır. Piyangodan büyük bir miktar para kazanan kişi "şanslı bir adam" iken, başına bir felaket gelen kişi ise "kaderi kötü yazılmış bir kişi"dir.

Kaderin kuramsal olarak yüksüz bir anlam taşıması gerektiği göz önüne alınırsa, olumsuzluk yüklü olmanın neden kaderin kaderi olduğu açıklanması gereken bir durumdur. Kaderin yüksüzlükten olumsuzluk yüklü bir kavrama ve toplumun bir gereksinimini karşılayan bir düzeneğe dönüşmesi, kuramsal anlamından başka bir işlev gördüğünü göstermektedir.

Yaşamda, istencimiz dışında bir çok olayın geliştiği yadsınamaz bir gerçektir. Bu olaylar, iyi ya da kötü sonuçlar yaratırlar. İnsanlar, yaşamdaki belirsizliğin verdiği bunaltıdan kurtulabilmek için, kendi istençleri dışında gelişen bu olaylara bir anlam verme ya da neden bulma çabası içine girerler. Bu noktada kader ve şans gibi kavramlar ortaya çıkar. Her ikisinde de kişinin kendisinin dışındaki bir güce yaptığı gönderme bulunur. Şans genellikle olumlu yaşantılarda seçilen kavramdır ve yaşanılanlar bir bunaltı yaratmadığından daha çok bir ödül gibi algılanır. Kader ise olumsuz sonuçlanan yaşantılarda gündeme gelmektedir. Yaşanılan deneyim hem bir nedene bağlanmalı, hem de kişinin bunaltısı giderilmelidir. “Kaderim böyleymiş” diyen kişi, yaşantısındaki kendi sorumluluğunu görmemekte, olup bitenden bir başka gücü (tanrı, kader) sorumlu tutmaktadır. Bu yaklaşım biraz incelendiğinde, kaderin kişinin karşılaştığı sorunlarla baş etmede kullandığı bir yönteme dönüştüğü, yani psikolojik anlamda bir savunma olarak işlev gördüğü görülmektedir.

Olumsuz bir olay yaşandığında kişinin karşı karşıya kalacağı iki olası durum engellenme ve/veya kayıptır. Bu engellenme ve/veya kayıp yaşantılarının kişide ortaya çıkaracağı duygular arasında kızgınlık/öfke, bunaltı, çöküntü, değersizlik, çaresizlik sayılabilir. Yaşananlarda kişinin kendisinin sorumluluğu olduğunda bu duygular daha da katlanılmaz bir boyut almaktadır. Kader tam da bu noktada kişinin kendi sorumluluğunu yoksaymaya ve ortaya çıkan katlanılmaz duygularla baş etmeye olanak sağlamaktadır. Yaşantısı ve onun duygusal sonuçlarıyla baş edemeyen kişi yaşantısını başka bir biçime dönüştürür. Karşı karşıya olduklarını olduğu gibi kabullenerek işleyebilecek psikolojik donanıma sahip olmayan bir kişi için bu dönüştürme sonuçlara katlanabilmeyi sağlayan bir zorunluluktur bir yandan da. Sonuçta ortada kişinin denetleyemediği, dönüştüremediği ve teslimiyetçi bir kabulleniş ile yaşanan bir yaşantı kalır.

Daha ayrıntılı incelendiğinde psikolojide tanımlanan bir çok savunma düzeneğinin ortaklaşa işlemesi sonucu kader yaşantısının ortaya çıktığı görülmektedir. Savunma düzenekleri, çatışma ve bunaltıya karşı psikolojik dengenin korunabilmesi amacıyla benliğin kullandığı bilinçdışı nitelik taşıyan zihinsel işlemlerdir. Kaderde kullanılan savunma düzenekleri arasında bastırma, mantıksallaştırma/neden bulma, yansıtma, yadsıma, yer değiştirme gibi savunma düzeneklerinin bulunduğu söylenebilir.

Bastırma, dürtü, anı, istek, duygu ve deneyimlerin bilinçdışına itilerek orada tutulmasını hedefleyen bir savunma düzeneğidir. Benlik kadere bağlanan yaşantılarla ilgili anı ve duyguları bastırmaya, unutmaya çalışır; fakat bütün diğer savunma düzeneklerinin temeli olan bastırma düzeneği yetersiz kaldığından benlik anı ve duyguları bilinçdışına itebilmek için diğer savunma düzeneklerini de kullanmak zorunda kalır.

Yadsımada benlik kendisi için tehlike yaratacak anı ve duyguları yoksaymakta ya da görmemektedir. Kader olarak yorumlanan yaşantı ve duygular ile baş edemeyecek olan benlik bunları yadsıyarak yoksaymaya ya da görmemeye çalışmaktadır.

Günlük dilde "bahane bulma" deyimi ile açıklanabilen mantıksallaştırma/neden bulma savunma düzeneğinde benlik, acı ve bunaltı veren yaşantıyı mantıklı ve toplumun onayladığı biçimde açıklamaya çabalamaktadır. Bu açıklamalar akla yatkın gibi görünür, fakat kişinin kendisini ve çevresini kandırmasından başka bir şey değildir. Kader diyerek açıklanmaya çabalanan bir yaşantıda mantıksallaştırmanın kullanılması ile kişi sorumluluğundan ve onun ortaya çıkarabileceği duygulardan kurtulmaya çabalar, olup bitenler kişinin kendisinin dışındaki başka şeylere bağlanır. Yaşantı bir yandan bir bütünlük içinde yeni bir anlam kazanmakta, öte yandan da kişi toplumun onay verdiği bir yolla, kötü yaşantısının sorumluluğunu yaratıcısının önceden belirlediği yaşantıya malederek varoluş sorumluluğundan kaçmakta ve bunaltısını azaltmaktadır.

Kullanılan diğer bir savunma düzeneği de öfkenin hedefini değiştiren yer değiştirmedir. Kişi kaderine sövüp sayarak yaşadığı kızgınlığı/öfkeyi kadere boşaltmaktadır. Olumsuzluk içeren ya da zarar verici, kişiyi zorlayıcı bir deneyimde, kişinin olayın sorumlularına karşı (kendisi, çevresi ve yaratıcı) öfkelenmesi beklenen bir durumdur. Yaşananlar kader diye yorumlandığında, kişi bütün bu öfkesini olup bitenden sorumlu olanlara değil kadere yönelterek, onlara yönelttiğinde ortaya çıkabileceğini varsaydığı sonuçlarından kurtulmaktadır. Yaşanılan kötü deneyimler ya da gerçekleşmeyen beklentilerin kişide yarattığı öfke/nefret, yaratıcıya yönelemeyeceği için, burada ustalıklı bir şekilde kaderi yazan yaşanılanlardan sorumlu tutulmayarak, öfke kadere yöneltilmektedir. Yaşananların onun tarafından bir sınanma olduğu şeklinde mantıksallaştırma öfkenin kadere yöneltilmesini kolaylaştırır. Sonuç olarak öfkenin hedefi adeta nesnesizleştirilmektedir. Kader ve şans bir arada düşünüldüğünde kaderin daha fazla dinle ilişkilendirilmesi yaratıcıya duyulan gizli bir öfkenin işareti olabileceğini akla getirmektedir.

Kötü yaşantıların kaderle ilişkilendirilmesinde kullanılan diğer bir savunma düzeneği yansıtmadır. Yansıtmada dürtü, anı ya da duygular, dışarıya aktarılıp, yansıtılıp, dışarıdaymış ya da dışarıdan kendisine yöneltiliyormuş gibi algılanır. Olup bitende kişi kendi sorumluluğunu ve olası olarak da ortaya çıkan öfkesini kadere yansıtarak bu duygulardan kurtulmaya çabalamaktadır. Yaşanılan kötü deneyim, her şeyi önceden bilen ve belirleyen yaratıcıya karşı öfke duygusuna yol açacaktır. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, bu bunaltıyı azaltmayacak, aksine arttıracaktır. Bu noktada benlik, bu duyguyu yadsıyıp ardından da "bana kaderimin bir oyunu mu bu" diyerek, kaderin (belki de bilinçdışı süreçte yaratıcısının) kendisine kızdığı, nefret ettiği ve bu nedenle cezalandırdığı şeklinde yansıtır. Bu şekilde bunaltı giderilmeye çalışılır.

Doğada ve yaşamda istencimiz dışında gelişen olaylarda kişinin kendi sorumluluklarını/çatışmalarını görmesi kolay katlanılabilen bir şey değildir. Kader, "edilgin, inisiyatif kullanamayan, kırılgan, güçsüz, bağımlı" nitelikler taşıyan kişilere bilinçli ya da bilinçdışı düzeyde başedemedikleri yaşantılarla başedebilme yolu açmaktadır. Bu yaşantıların yaratabileceği değersizlik, çaresizlik ve suçluluk duyguları ile baş edilmesine olanak sağlar. Kadere bağlama, "teslimiyet"i, "kabulleniş"i, "çaresizlik"i ifade etmektedir. Bir bakıma kader, varolma sorumluluğunu üstlenemeyen, yetersizlik ve eksikleriyle yüzleşemeyen kişilerin, bedelini kendilerine yabancılaşma ile ödedikleri bir kaçıştır.

Kader bir savunma olarak incelendiğinde, insanımızın kendini ve dünyayı algılayış şekli hakkında fikir vermektedir. Toplumumuzda gördüğü işlev göz önüne alındığında, kaderin bir kısır döngü olduğu görülmektedir. Döngünün bir ucu kendini "güçsüz, çaresiz, bağımlı, kabullenici, teslimiyetçi,..." bir kişi olarak gören yapı, diğer ucu ise kendini doğuran, toplumsal yapıyı ve kişiyi biçimlendiren süreçtir.

KAYNAKÇA:
1. Gençtan E (1997), Psikodinamik Psikiyatri Ve Normaldışı Davranışlar, 13. basım, Remzi Kitabevi, İstanbul.
2. Öztürk M O (1997), Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları, 7. basım, Hekimler Yayın Birliği, Ankara.

Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:01

Benzer Konular

12 Ağustos 2018 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
24 Ekim 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap
18 Şubat 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
10 Ağustos 2017 / Misafir Cevaplanmış